• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Yenilenme ruhu ve ilâhî inayet

Soru: Dinî duygu ve düşüncede yenilenme sevdalısı insanların belirgin özellikleri nelerdir?

Cevap: Yıllardır Müslümanların yaşadığı coğrafyada ruhî hayatın büyük ölçüde söndürülmesi, aşk u vecdin bütün bütün unutturulup gönüllerin diline zincir vurulması, düşünen ve okuyan aydınların gidip kaskatı bir pozitivizme aborde olmaları, salâbet ve hakta sebat yerine kaba softalığın ikâme edilmesi; hatta ahiret ve Cennet istenirken bile, dünyada alışılagelen mutluluğun devamı mülâhazasıyla istenmesi gibi pek çok tahribâtı onarma cehdi ortaya koymadan, çarpık düşünce ve telakkileri tashih etmeden toplum olarak ruhta ve manada dirilmemiz mümkün değildir.

Tabii ki, son birkaç asırdan beri ruhlarımızı saran levsiyat Allah’ın izni ve inayetiyle sökülüp atılabilir. Ne var ki, öncelikle milletçe çöküntü ve çözülmelerimizin gerçek sebep ve sâikleri sayılan ihtiras, tembellik, şöhret arzusu, makam sevgisi, bencillik ve dünyaperestlik gibi his ve duygulardan sıyrılmamız; sonra da İslâm’ın özü ve hakikati olan istiğna, cesaret, mahviyet, diğergâmlık, ruhanîlik ve rabbanîlik ruhuyla hakka yönelmemiz ve gönüllerimizi hak duygusuyla arıtıp şekillendirmemiz gerekmektedir. İşte bu anlayışla işe koyulmadan ve ona muvafık bir gayretle çalışıp çabalamadan düze çıkmamız imkânsızlık ölçüsünde zor demektir. Bununla beraber, eğer içimizde, öze sadık kalmanın yanı sıra çağı da kucaklayabilecek tecdid ve ıslah iradesine sahip bir kısım yiğitler varsa –ki vardır– bu tamir ve yenilenme mutlaka gerçekleşecektir.

Göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa

Bir misal olması açısından, kendisine Hüccetü’l-İslâm denilen İmam Gazzalî’nin hayatına bu perspektiften bakabilirsiniz. O, öncelikle ilm-i zahirde yüksek bir ufku yakalamıştır. Öyle ki, kendi dönemi itibarıyla ulaşılabilecek bütün kaynak eserlere ulaşmış, kütüphaneler dolusu kitabı hallaç etmiş ve neticede daha sonraki nesillere çok bereketli eserler bırakmıştır. Zaten yetiştiği dönem olan beşinci asır, bir açıdan, bizim rönesansımızın zirveye ulaştığı bereketli bir çağdır. İşte İmam Gazzalî zahirî ilimlerde zirveleri tuttuktan sonra o ilimlerin dar kalıpları içine sıkışıp kalmamış, onlara ayrı bir kıymet ve derinlik kazandıran rabbanilik ve ruhanilik ufkuna yönelmiştir. Zira ona göre manevî ve metafizik buudu olmadığı takdirde âlimlerin kitaplarda söyledikleri sözler, nazarînin ötesine geçmemektedir. Hakikat bilgisine ulaşılması nazarînin amelîye çevrilmesi ve kalb ufkunda yaşanan bir hayat tecrübesiyle mümkündür. Dolayısıyla kalb ve ruh yörüngesinde bir hayat yasayanlar diğer ilim ehline göre kırılma ve dökülmelere daha az maruz kalmaktadırlar.

İşte kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselen, nefsî arzularından sıyrılan, kendinde fena bulup Allah’ta bakî olan bir insanı, rahmet-i ilâhînin, düşüncelerinde, mülahazalarında ve hissiyatında kendisiyle baş başa bırakması düşünülemez. Evet, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, Allah bu tür insanları nefisleriyle baş başa bırakıp yanlışlığa kaymalarına müsaade etmez.

Bildiğiniz gibi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem);

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
“Yâ Hayyu, yâ Kayyûm! Rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah buyur ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; el-Bezzâr, el-Müsned 13/49)

duasını ümmetine bir hedef olarak talim buyurmuştur. Efendiler Efendisi’nin dualarını kendilerine en yüksek hedef olarak belirleyen ve o istikamette cehd u gayret içinde bulunan ıslah erleri de Allah’ın izni ve inayetiyle hep maiyyet-i ilâhiyenin nurdan tayfları altında yol almışlardır.

Cenâb-ı Hak, hiçbir emeği zayi etmez

Bu itibarla denilebilir ki asırlara damgasını vurmuş bu büyüklerin içtihat, istinbat ve tecdit mülahazalarını Cenâb-ı Hak onların içine ilka etmiştir. İsmail Hakkı Bursevî’nin Netâic’ine bakacak olursanız onun, “Sabah vakti kalbime şöyle tulû etti; içime şöyle geldi.” gibi sözlerine şahit olursunuz. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Cenâb-ı Hak, bu büyük zatların yollarını aydınlatıyor ve önlerini açıyor, böylece onlar da her şeyi doğru görüp doğru yorumluyorlar. Sonra da zamanın şartlarına, toplumun karakterine ve sahip oldukları  vazifeye göre yapılması gerekli olan işleri yapıyorlar.

Cenâb-ı Hak, Zilzâl Sûre-i Celilesi’nde:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
“Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlemişse mutlaka onun karşılığını görür; kim de zerre ağırlığınca bir şer irtikâp etmişse mutlaka onun karşılığını görür.” (Zilzâl sûresi, 99/7-8)

buyuruyor. Bu âyet-i kerimenin mânâsını, sadece “insanın burada işlediği iyilik ve kötülüklerin karşılığını ahirette alması” şeklinde anlamak eksik olur. Kanaatimce konuya şöyle bakmak gerekir: Atom ağırlığınca bile olsa yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığı belli ölçüde dünyada da görülecektir. Zerre ağırlığı kadar küçük hayırların bile karşılığı görülecekse şayet, mefkûre uğrunda, küre-i arz ağırlığında yapılan hayırların karşılığı öncelikle görülecek, çok defa ilahi inayet şeklinde tecelli edecek, demektir.

Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın, himmeti milleti olan, kendisini insanların dirilişine adayan, şahsî zevklerinden fedakârlıkta bulunup hiçbir şekilde kendi ikbal ve istikbalini düşünmeyen bir ihya erini kendi nefsiyle baş başa bırakması düşünülemez! Allah (celle celâluhû) kim bilir bazen açıktan açığa, bazen da şahsın hiç farkına varmayacağı şekilde onu sevk-i ilâhî ve insiyaklarla yönlendirir. İşte böyle bir diriliş kahramanı ne kadar dolambaçlı yollara girerse girsin, hangi derin vadilerde dolaşırsa dolaşsın, Allah’ın izni ve inayetiyle hep doğru yolda yürümeye devam eder.

Allah tarafından ufukları açılan bu tür hakikat kahramanları kimi zaman daha işin başında her şeyi ayan beyan o kadar net bir şekilde görürler ki karşılaştıkları hâdise ve problemler karşısında hemen çok rahat,

فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ
“Hakkın ötesinde ancak dalâlet vardır.” (Yûnus Sûresi, 10/32)

deyip doğruyu işaret eder, hakikati seslendirirler. Kimi zaman da karşılaştıkları hâdisenin muğlaklığı ve müphemliği karşısında, “Allah’ım sadece Senin rızanı diliyor, bu insanların Sana yönelmesi için rızana en muvafık tercih ne ise beni ona muvaffak kılmanı istiyorum.” diyerek samimiyet, ihlas ve gayretle O’na sığınırlar. Neticede onlar, Allah’ın izniyle doğruyu görür, doğruyu seslendirir ve insanları doğru yola yönlendirirler.

Hiç kimse o kapıdan eli boş dönmemiştir

Eğer siz sürekli dualarınızda, “Allah’ım! Dayanamayacağım, güç yetiremeyeceğim musibet ve belalar karşısında Senin kapının tokmağına dokunuyor ve ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum. Allah’ım! Hata ve günahların ağır baskılarından kurtulma hatta tasavvur ve tahayyüllerimin kirlenmesi karşısında tertemiz bir hayat yaşayabilme adına yine Senin kapının tokmağına dokunuyor ve bir kere daha ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ talebinde bulunuyorum. Allah’ım! İnsanların dirilmeleri adına ortaya koyduğum bütün söz ve fiillerimde beni benimle baş başa bırakma! İrşad tecellilerini benim üzerimden hiçbir zaman eksik etme! Beni her daim doğru yola hidayet buyur! Bütün tavır ve davranışlarımda beni samimiyet ve ihlasla serfiraz kıl! Sazımın sözümün insanlara tesir etmesi için inayetini, görüp gözetmeni üzerimden eksik etme! Allah’ım! İrşad ve tebliğ yolunda mücadele ederken biliyorum ki ehl-i dalâlet beni rahat bırakmayacak; çok küçük şeyleri dahi bahane ederek üzerime gelecek. Onlardan gelecek her türlü belâ ve musibet karşısında eğilmeden, bükülmeden, kırılmadan, taviz vermeden dimdik ayakta durabilmek ve sadece Senin karşında eğilebilmek için yine Senin inayetine, koruyup kollamana sığınıyor, bir kere daha kapının tokmağına dokunuyor ve ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum. Allah’ım! Kalbimi duru tutamıyor ve hakkıyla hukukullaha riayet edemiyorum. Kalbimin, yarattığın günkü gibi dupduru olabilmesi adına tekrar Senin kapının tokmağına dokunuyor ve bir kez daha ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ diyorum.” şeklinde sadakat ve samimiyetinizi ortaya koyarsanız Cenâb-ı Hak sizin bu teveccüh ve yakarışlarınızı boş çevirmez; sizi içtihat, istinbat ve tercihlerinizde göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsinizle baş başa bırakmaz.

Evet, eğer siz hayatınızı bu mülahazalara bağlı götürüyor, sabah-akşam hep O’nun kapısının tokmağına dokunuyor ve isteklerinizi birer dilekçe gibi hep o kapıya arz ediyorsanız, arz-ı hâlinizi duyan, bilen, gören Allah (celle celâluhû) mutlaka icabet edecek ve sizi asla karşılıksız bırakmayacaktır. Hak dostlarının yürekleri yakan o derin ve dokunaklı virdlerinde çok defa ifade edildiği gibi, şimdiye kadar O’nun kapısına gidenlerden hiç kimse eli boş dönmemiştir. Hata ve günahlar içinde düşe kalka yürüdükleri hâlde niceleri o kapının tokmağına dokunmuş, O’nun afv u mağfiretine sığınmış ve neticede O’nun rahmet, lütuf, ihsan ve inayetiyle sarılıp sarmalanmışlardır.

Hâsılı, Cenâb-ı Hak, fenâ fillah, beka billâh ve maallaha mazhar olamamış, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerinden geçerek Zât-ı Baht’a ulaşamamış, bu yolda ciddî bir sermayesi bulunmayan; fakat son derece samimî ve ihlâslı olan, sürekli “Allah’ım! İman-ı kâmil!” “Allah’ım! İslâm-ı etemm!” “Allah’ım! İhlâs-ı tam!” “Allah’ım! Samimiyet!” diyerek Allah’a teveccüh eden ve tam bir sadakatle o kapının tokmağına dokunan tamir, ıslah ve tecdit yolcularını yalnız bırakmamış; ilahi koruma, görüp gözetme ve kollamasıyla onları hep muhafaza altına almıştır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Yeraltı zenginliklerimiz ve bize düşen sorumluluklar

Soru: “Rızkı, yerin derinliklerinde arayın.” hadis-i şerifi mü’minlere ne türlü vazifeler yüklemektedir?

Allah (celle celâluhu) insanı yarattıktan sonra, ona, “Git, yeryüzünde başının çaresine bak!” dememiştir. Aksine onu öyle bir zemin ve talimgâha göndermiştir ki, sanki her şey başının ucunda duruyor gibidir. Ne var ki bizim, evimizde otururken “bütün bunlar gelsin ve burnumuzun dibinde sarksın” diye beklememiz doğru değildir. Çünkü dâr-ı hikmet olan bu dünyadaki hâdiseler, esbap dairesi içerisinde cereyan eder ve biz de esbaba riayetle mükellef ve memur kılınmışız. Ahirete gelince, orası kudret yurdudur. Orada hikmet bir adım geride, kudret ise bir adım öndedir. Orada akıldan, hatta hayalden geçen şeyler bile insanın önünde hazır olabilir. Esasında Cenâb-ı Hak, kabul buyurduğu dualarla, dünyada da bunun bazı örneklerini bize göstermektedir. Bazen bakarsınız duada istediğiniz şey, hemen aynıyla size lütfedilir. Kabul olan bu dualar gibi ahirette henüz dudaklarınızı kıpırdatır kıpırdatmaz veya bir şeyi aklınızdan geçirir geçirmez hemen oluverdiğini görürsünüz. Çünkü orada kudret-i kâhire açıktan açığa tasarruflarıyla kendini gösterecektir.

Henüz bilinmeyen maden ve rızıklar

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette göklerin ve yerin insanın emrine musahhar kılındığını beyan buyurmaktadır. Sağımızda ve solumuzda dal budak salan ağaçlara, şakır şakır akan sulara, emrimize amade olan denizlere, denizlerin altındaki canlı varlıklara, güneşin ziyasına vs. baktığımız zaman, bütün bunların nimetlerle tüllendiğini görürüz. Arzı ve denizleri az kurcalayıp karıştırdığımızda ne nimetlerle ne nimetlerle karşılaşırız. Ancak bir yönüyle bütün bu nimetler esbapla izole edilmiş gibidir. Yani Allah (celle celâluhu) umur-i hasise ile kudretin mübaşereti görülmesin diye bütün bu nimetleri bize perdeli vermektedir. İşte bu perdeli gelen nimetlere ulaşmak için bir yönüyle o perdeleri delmek ve yırtmak gerekir. Meselâ siz bir ağacın meyvelerini devşirmek istiyorsanız, öncelikle çekirdeği toprağa atacak veya fideyi alıp dikecek ve ardından da onun büyümesi için müsait ortamı hazırlayacaksınız. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Rızkı, yerin derinliklerinde arayın.” hadis-i şerifi mü’minlere ne türlü vazifeler yüklemektedir.

اطْلُبِ الرِّزْقَ فِي خَبَايَا اَلْأَرْضِ

“Rızkı, yerin derinliklerinde arayın.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, 2/87; Kenzu’l-ummâl, 4/21, hadis no: 9302) buyurarak, bize, Allah Teâlâ’nın yerin derinliklerinde yaratmış olduğu rızık ve nimetlere ulaşma adına gayret göstermemizi tavsiye ediyor. Nitekim bugün altın, gümüş, bakır, fosfat, uranyum gibi madenlerin, petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarının dünya ekonomisindeki yeri herkesin malumudur. Günümüzde bu maden ve enerji kaynaklarının rezervleri hakkında bir kısım tahminler yapılmaktadır. Ancak bunlar şu an itibarıyla ulaşılabilen rezervlerdir. Yani günümüz şartları altında, bir arıza ve tehlikeye sebebiyet vermeden, insanlar tarafından arzın ne kadar derinliklerine inilebiliyor ve nereleri tetkik edilebiliyorsa, yerin altındaki stoklarla ilgili bilinenler de o kadardır. Fakat jeolojik olarak öyle yerler vardır ki, henüz oralara girilememiştir. Ben meseleyi iptidaî bir alete bağlayarak ifade edeyim. Eğer siz kazmayı vurduğunuz zaman üzerinize mağmaları fışkırtacaksanız, oralarda bir şey aramaya cesaret edemez ve bu kadar derinliklere giremezsiniz.

Diğer yandan, bazı canlıların mutasyon geçirmeleri gibi, küre-i arzda sürekli bir istihale vardır. Bu istihaleleri yaratan Allah (celle celâluhu) arzın altında sürekli yeni yeni rızıklar da yaratabilir. Bizim bitip tükeneceğini sandığımız bir kısım şeyleri, Allah’ın tekrar tekrar yaratmayacağını kim söyleyebilir? Zira kim bilir, şimdiye kadar küre-i arzda ne değişimler olmuştur, kim bilir kaç defa kutuplar yer değiştirmiş, kaç defa dağlar yerini denizlere, denizler de dağlara terk etmiştir. Bu açıdan yerin altındaki maden ve enerji kaynaklarının rezervleriyle ilgili ortaya atılan iddiaların, spekülasyon ve göz bağcılık maksadına matuf yapılabileceğini de bir ihtimal olarak göz ardı etmemek gerekir. Böyle yapmakla bazı güç odakları, kendi çıkarları doğrultusunda diğer insanları uyutup aldatmak isteyebilirler.

İnsanı anne şefkatiyle kucaklayan arz

Asıl konumuza dönecek olursak, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “Rızkı, yerin derinliklerinde arayın.” hadis-i şerifi mü’minlere ne türlü vazifeler yüklemektedir.

أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا

“Biz yeryüzünü bir beşik yapmadık mı?” (Nebe sûresi, 78/6) buyurmak suretiyle, arzın, insan için ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Bu âyet-i kerimede, Allah Teâlâ, sanki annesinden henüz dünyaya gelmiş bir bebek gibi aciz ve zayıf durumda olan insanoğlunu, yeryüzünde merhametsizliğe terk etmediğini, arzı onun için âdeta annenin elleriyle ırgalanan ve maması başının ucunda bulunan bir beşik şekline koyduğunu ifade ediyor. Şimdi böyle bir rahatlık içinde bulunan ve kendisine bu şekilde nazar-ı merhametle bakılan insanoğlu, iradesinin hakkını verdiği takdirde, Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzündeki bütün nimetlerinden istifade edebilir. Ne var ki, mevcut imkânlar, insanın gözünü kör ettiğinden dolayı, o, küre-i arzda sergilenen nimetleri tam olarak göremiyor. Oysaki çok ciddi bir acz u fakr duygusuyla, ihtiyaç ve ızdırar ruh hâletiyle, insan gözlerini açıp etrafına bakabildiği takdirde, çevresinde daha önce göremediği nice nimetlerin var olduğunu ve o nimetlerde daha önce farkına varamadığı nice buud ve derinliklerin bulunduğunu görecektir.

Enbiya-yı izâm, kâinatta mevcut olan nimetlere ulaşma adına, “bunların şifreli anahtarını bulun, onunla bu nimetlerin kapısını açın ve onlardan istifade edin” demiş ve aynı zamanda Kur’ân, Tevrat ve İncil gibi ilâhî mesajları göstererek “anahtar olarak bunları kullanın” diye bize yol göstermiştir. Dolayısıyla yeryüzünde bulunan nimetlerden istifade etme adına bizim de elimize Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan gibi bir anahtar verilmiştir. Fakat ne acıdır ki biz bu anahtarı bilhassa son asırlar itibarıyla kullanamamış ve bu nimetlerden istifade etme yolunu bulamamışız. Bunun yerine fâikiyet mülâhazası, zafer sarhoşluğu, cismanî arzuların peşinde zevk u safa düşüncesi, ferdî menfaat ve çıkar mülâhazası gibi insan iradesini felç eden hastalıklara tutulmuşuz.

Bu arada dünyaya hükmetme arzusu, ekonomik güce ulaşma isteği gibi dürtüler başkalarının arzularını tetiklemiş ve onları harekete geçirmiştir. Bunlar bir madeni arıyorken zamanla karşılarına bir başka unsur çıkmış ve böylece araştırma, tetkik ve tecrübe aşkıyla tabiatı kurcaladıkça yeni yeni şeyler bulmuşlardır. Bunun neticesinde dünyanın değişik bölgelerinde petrol rezervlerinin, önemli maden yataklarının bulunduğu yerleri keşfederek oraları ele geçirme planları yapmışlardır. Daha sonra bu mütegallip güçler, Devlet-i Âliye’nin parçalanmasını kararlaştırmış ve: “Biz Osmanlı’yı parçalarsak, her birimiz onun bir yerine konarız. Bazılarımız Bingazi’ye, bazılarımız Irak’a, bazılarımız İran’a, bazılarımız da Arap Yarımadası’na konar ve böylece önemli bir servet üzerinde oturan Osmanlıların bu topraklarını ellerinden alır ve değerlendiririz.” demişlerdir. O dönemde Devlet-i Âliye bu meseleyi ne kadar hissetmişti, ne derece bunun farkındaydı ve ne derece bunları değerlendiriyordu, bütün bunların münakaşası yapılabilir. Fakat inkâr edilemez bir vak’a var ki, bir dönemde bizim dünyamızda, düşünce ve aksiyon insanı adına ciddi bir kaht-ı rical yaşanmıştı ve bütün bunlara karşı koyacak bir entelektüel kadro yoktu. Batı ise, o dönemde bir Rönesans ve sanayi inkılâbı yaşıyordu. Büyük değişimler geçiren Batı, dünyayı keşfetme yoluna girmiş ve ciddi bir araştırma aşkıyla eşya ve hâdiseleri didik didik etmeye başlamıştı. Tabiî bu arada Batılılar, “min gayr-i kastin” hiç ummadıkları şekilde bazı yeniliklerle de karşılaşmışlardı. Gümüş ararken altın bulmuş, altın ararken zebercede ulaşmış ve zebercet ararken de yakutla buluşmuşlardı. Bütün bunlar onlarda yeni oluşum ve mülâhazalar hâsıl etmişti.

Hakikat âşıklarına muhtacız

Geçmişte olduğu gibi bugün de, dünyaya hükmetme, sözünü dinletme, gözünün içine baktırma gibi mütehakkimane bir anlayışa sahip olanlar vardır ve bunlar dünyanın değişik bölgelerinde yer altı, yer üstü zenginliklerine bütünüyle sahip olabilmek için meşru-gayr-i meşru her türlü vasıtayı mubah görmektedir. Meselâ ülkemizde petrol, altın, gümüş ve daha başka madenlerin bulunduğu tahmin edilen bazı yerlerde kapatılmış arazilerin var olduğu o sahanın uzmanları tarafından ifade edilmektedir. Dolayısıyla bu mevzuda irademizin hakkını verip kendi zenginliklerimize sahip çıkmazsak bir kez daha hasret ve hicran yaşamamız kaçınılmazdır.

Hususiyle günümüzde yemenin, içmenin, hayatı rahat bir şekilde yaşamanın, değişik seyahat vasıtalarında kullanılacak malzemeler üretmenin yanı başında enerji kaynakları çok önemli bir faktör haline gelmiştir. Bir yönüyle her şey dönüyor, dolaşıyor ve geliyor enerjiye dayanıyor. Zira aydınlatmadan yollardaki vasıtalara, ondan havadaki uçaklara kadar pek çok şey enerjiye muhtaçtır. Enerji bu derece önem arz ettiğinden dolayı, bu mevzuda hemen her yerde ciddi bir yoğunlaşmanın olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün bizim insanımız da, Allah’ın izni ve inayetiyle, yeniden kendi bölgesinde imrenilen, takdir edilen bir konum ihraz etmeye başladı. Anadolu insanı şimdilerde çok farklı coğrafyalarda farklı ülkelerle dostluk köprüleri kuruyor, ticarî, iktisadî münasebetler tesis ediyor. Bu noktada bizim en çok ihtiyaç duyacağımız şey, araştırma aşk u iştiyakıyla dopdolu ve aynı zamanda araştırmalarıyla hakikati bulmaya ve onları sonsuza bağlamaya azmetmiş ilim adamları ve hakikat âşıklarıdır. Natüralizm ve materyalizm, insanı ancak belli bir yere kadar götürebilir. Evet, bu telakkiler, nereye kadar gitmesine müsaade ediyorsa, insan ancak oraya kadar gidebilir. Zira bu sistemler maddenin sınırlarıyla muhattır. Dolayısıyla araştırmacının araştırmaları da o noktada son bulacaktır. Fakat namütenahinin talibi ve bir “hel min mezid” ferdi olarak siz, “daha, daha” diyerek meseleyi sonsuza kadar götürebilirsiniz. İşte bu engin anlayışla, bizim ilim adamlarımız ve araştırmacılarımız, kendilerine tahsis edilen laboratuvar ve araştırma merkezleriyle arzın derinliklerini âdeta delik deşik edecek, tâ magmalara kadar inecek, yer altının katmanları arasında insanlığa yararlı ne varsa bulup çıkaracak, yeryüzünü çok iyi sağacak ve her gün kotaracakları yeni yeni şeylerle insanımıza ve insanlığa faydalı olmaya çalışacaklardır.

Yine O Uğursuz Düğme...

Zannediyorum, hem içeriden hem de ülke dışından bazı kimseler Türkiye’yi hep cankeş edip bir tampon gibi kullanmaya alışmışlar. Bu güç odakları, Türkiye’nin kendi olarak dirilmesini asla istemiyor; istikrardan hiç hoşlanmıyor ve demokrasi istikametindeki gelişmelerden rahatsız oluyorlar. Ne zaman ülkemizde bazı işler iyi gitse ve istikrar emareleri görülse, hemen provakatörleri kullanıyor ve muharrikleri tetikliyorlar.

Bana öyle geliyor ki, bu defa da fitne ateşi hem içten hem de dıştan tutuşturuldu. Münhasıran dıştan diyenler yanılıyorlar. İçeride kullanabilecekleri figüranlar bulamasalardı, bu kadar rahat hareket edemezlerdi. Düğmeye tek yerden basılmış gibi, birdenbire İstanbul’dan Diyarbakır’a kadar hemen her yerde hiç mantığı olmayan değişik hareketler başladı. Belli ki, bazıları bu türlü kargaşa ve anarşiyle bir yere varmak istiyorlar. Fakat, öyle inanıyorum ki, kargaşa ve anarşi ile bazı devletler sarsılsa -inşallah devletimiz sarsılmaz- istikrar bir ölçüde bozulsa, hatta anti-demokratik müdahaleler olsa bile anarşistler kat’iyen umduklarına nail olamayacaklardır. Gayr-ı memnunlar, serseriler ve âsîler, bazı dönemlerde bir kısım devletlere zarar vermişlerdir; fakat, tarih boyunca onların köy ölçüsünde bir devlet kurdukları görülmemiştir. Anarşiyi çıkaranlar da, anarşiye karşı kendi başına mücadeleye kalkanlar da, devletin varlığına ve hukukun mevcudiyetine rağmen, kanun dışı bazı şeyler yapmak suretiyle bir yerlere varmak isteyenler de asla hedefledikleri noktaya varamayacaklardır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat hadiselerine tekaddüm eden günlerde varamadıkları gibi, bundan sonra da, millete yaz ortasında bir kısım Şubat eyyâmı yaşatmak suretiyle aynı şeyleri yapmaya çalışsalar bile, yine maksatlarına nâil olamayacaklardır. Roma İmparatorluğu’nu sarsan Spartaküs hareketi edasıyla yola çıksalar da, anarşistler bundan sonra da hiçbir zaman bir köy kuracak kadar güce ve iktidara ulaşamayacaklardır. Fakat, bir kere daha hem içte hem de dışta düğmeye basıldığı muhakkaktır ve bu sistemli hareketlerin arkası gelecek gibi görünmektedir. İnşaallah, Anadolu’nun sağduyulu insanı bu gaileyi de en az zararla atlatır.

İşte Sezar, İşte Siz!..

Bir-kaç ay önce, nasıl tepki alacağımı bile bile "Türkiye’de hadiseler birbirini takip edecek, kan gövdeyi götürecek" demiştim... -Bağışlayın- bazı kendini bilmezler, "Sen kim oluyorsun da bu sözü söylüyorsun; nasıl oluyor da cemiyet-i sırrıyelerden bahsediyorsun?!.. Devlet hemen soruşturma açmalı ve bunun hesabını sormalı.." diyerek Meclise soru önergesi vermeye kalktılar. Bugün böyle bir mukabeleden hiç hoşlanmasam da, Anton’un dediği gibi diyeceğim: Rivayete göre; Sezar ölünce ona komplo kuranlar bile "kaşı şöyleydi, gözü böyleydi; şöyle dâhiydi, böyle hatipti" diyerek Sezar’ı övüp dururlar. Bu ikiyüzlülüğe çok kızan Anton (Antonius) Sezar’ın cesedini sırtlanıp getirir ve ona medhiyeler dizenlerin önüne atar. Sonra da, "İşte Sezar, işte siz!.." der. Evet, "İşte hadiseler, işte siz!.." Bugün ülkemizde kan dökülüyor mu, dökülmüyor mu? Kargaşa var mı, yok mu? Fakat, dilerim, daha o günlerden itibaren emniyet güçleri ve istihbarat servisleri teyakkuza geçmiştir; fitneyi kendi yuvasında kıstıracak tedbirler alınmıştır. Ve inşaallah, Türkiye’ye komplo kuranların arzu ve istekleri kursaklarında kalacaktır.

Türkiye’nin şu anda içine çekilmek istendiği bu kaotik ortamda, medyanın da çok hassas ve çok titiz olması gerekmektedir. Neşredilecek haberlerin keyfî yorumlardan uzak olarak verilmesi lazımdır. Malumdur ki, her hadise pek çok yoruma açık olarak cereyan eder. Bir hadisenin yoruma açık olmasının yanı başında, onu yorumlayan insanların duygu ve düşünceleri de o hadisenin algılanış keyfiyetini değiştirebilir. Herkes meseleye kimin perspektifinden bakarsa ona göre neticeler çıkarır.

Terör Kanunu ve Yorumlar

Mesela; bugün yeni çıkacak bir terör kanunundan bahsedilmektedir. Yeni yasaya göre, bir insanın tek başına da olsa terörist sayılabileceği söylenmektedir. Aslında, hiçbir hukuk devletinde böyle bir şey söz konusu olmamıştır/olamaz. Gerçi, belli bir dönemde dinî düşünce ve kanaat hürriyeti cami çerçevesine hapsedilmiş ve orada da bazı sınırlamalar getirilmişti. Hususiyle 163. maddenin hayatta olduğu zaman diliminde, camilerin dışında, herhangi bir dinî kanaati belirtmek bile, çoğu hukukçular tarafından, "dînî esaslara dayalı devlet kurma maksadıyla propaganda yapma" kategorisi içine sokulmuştu. Yani, o günkü anlayışa göre siz şu anda, bu safiyâne sohbet içinde bir cemiyetin manevî unsurları sayılırdınız. Biri konuşuyor, siz de dinliyorsunuz. Aynı duygu ve aynı düşünce etrafında biraraya gelme unsurları tamam.. öyleyse, cemiyet teşekkül etmiştir. Dolayısıyla, hepinizin, 163’ün birinci fıkrasına göre, iki seneden yedi seneye kadar tecziye edilmeniz gerekirdi. Böyle bir tahditin sosyal bir hukuk devleti anlayışıyla asla bağdaşmayacağı açıktır. Fakat, bir dönemde kanunlar bu türlü şahsî yorumlarla uygulanmıştır. İşte, bazıları meseleleri yorumlarken konuya bu zaviyeden bakar ve der ki, "Bir dönemde, Turgut Özal’ın gayretleriyle, onca zahmet ve meşakkatle kaldırılan 163. madde yeniden ihya ediliyor.. Allah onu kaldıranı firdevsiyle sevindirsin; onun imâte ettiği bir şeyi ihyâ etmeye çalışanlar varsa, Erzurumluların tabiriyle, Allah onları da gorbagor (kötü duruma düşmüş, kabrin sıkıntılarına maruz kalmış) etsin." Şimdi bu bir yorumdur.

Bazıları da 163. madde gibi bir kanunun çıkmasını gönülden ister ve meseleyi o isteğine göre değerlendirir. "Şayet, bu terör kanunu, silahsız ve yalnız başına bir adamı bile terörist sayabilecek ve üç insan biraraya geldiği zaman devleti yıkacak bir cemiyet teşekkül etmiş olduğunu kabul edebilecek bir muhteva ile çıkmazsa meselenin kökünü kazımak mümkün değil. Öyleyse, bu yasa en sert haliyle bir an önce çıkarılmalıdır." İşte, bu da bir yorumdur.

Bu türlü yanlış yorumların nasıl bir komploya dönüştüğünü o Haziran fırtınasında açıkça görmüştüm. Bir kısım ses bantları başından sonundan kesilerek çok farklı kalıplara sokulmuştu. Bazıları değişik montajlarla elde ettikleri hilaf-ı vâki ve uydurma sözleri neşrederken sıkılmamışlardı. Maksatlı yorumlarla ve su-i te’villerle milleti aldatmışlardı. O hadise tamamen bir komplo ve bir yargısız infazdı. Bu açıdan, medya hiç olmazsa şu günlerde ciddi bir sorumluluk duygusuyla hareket etmeli, hadiseleri olduğu gibi yansıtmalı, meseleleri şahsî ve keyfî te’villerin eline terk etmemeli ve asla kışkırtıcı bir üslup kullanmamalıdır. Tiraj ve reyting uğruna Türkiye’nin geleceğinin karartılmasına alet olmamalı; terörle mücadele bahanesiyle hak ve hürriyetlerin ihlaline, demokratikleşme gayretlerinin inkıtâına sebebiyet vermemelidir.

Cepheleşmeye Meydan Verilmemeli

Son bir husus da, bazı duygu ve düşünceleri tetikleyebilecek mülahazaları yeniden gündeme getirmemenin lüzumudur. Mesela, Kürt-Türk meselesinin gündeme getirilmesi son derece büyük bir yanlışlıktır. "Falanların içinde bir kısım eşkıya var" deyip umum hakkında hükümler vermek doğru değildir. Bir dönemde, "Ben Türk’üm" diyen insanların içinden de "Mao, Mao" diye bağıranlar çıkmadı mı? Bugün ulusalcı olduğunu belirtenlerden bazıları bir zamanlar Lenin’in, Stalin’in arkasından koşmuyorlar mıydı? Bizim içimizden bir kısım eğri-büğrü düşünen, şâz kimseler çıktığı gibi, elbette başkalarının arasından da yaramazlar çıkabilir. Emniyet güçleri onları bulmalı, yargıya teslim etmeli ve şayet cezayı gerektiren yanları varsa, hukuk onları cezalandırmalıdır. Fakat, bu mevzuya şöyle-böyle yorumlar getirerek, toplumun farklı kesimleri arasında değişik cephelerin oluşmasına sebebiyet verecek şekilde bir üslup kullanmaktan kat’î surette uzak durulmalıdır.

Yitirilen Yürek

Problemler

Bazan hayatınızın gayesi edindiğiniz, hayat programınızı ona göre ayarladığınız meselelerle alakalı ciddi denebilecek ölçülerde problemlerle karşı karşıya kalıyor ve hemen gerekli tavrı alıyorsunuz. Ama bazan oluyor ki sizin o problemlere bakış açınız ve duruşunuzla en yakın çevrenizdeki insanların bakışı ve duruşu arasında seradan süreyyaya kadar fark oluyor. Siz geceyi gündüze katıp o problemlere çözüm ararken etrafınızda hiç beyin sancısı yaşamayan, sen ağlarken gülebilen insanları görüyor; görüyor ve kahroluyorsunuz. "Neden böyle yaparlar, neden böyle düşünürler?" diye kendi kendinizi yiyip bitiriyorsunuz.

Aslında hepimiz imtihan oluyoruz. Duyarlılığımız ile de duyarsızlığımız ile de. Asıl beni bu düşüncelere iten problemlere gelince onlar, kaderin hükmünü icra ettiği yolda ya çözüme kavuşuyor ya da çözümsüzlüğe mahkum oluyor. Evet, her şey O’nun elinde: Zaman O'nun elinde, mekan O’nun elinde ve hüküm sadece O’na ait. Olan ve olmayan her şey O'nun meşietinin eseri. Sebeplere gelince hiç ehemmiyeti yok denecek kadar bir role sahipler.

Evet, bazan öyle hadiselerle karşılaşıyorum ki "Kolum kopsaydı da bunu duymasaydım!" "Allah benim canımı alsaydı da bunu görmeseydim!" diyorum. Belki bazılarınıza garip gelir ama ben bunu derken çok rahatım. Çünkü benim dünyada bulunuş gayem bu. Dert edindiğim şeylerde bir tıkanıklık olduktan sonra ben yaşamışım-yaşamamışım, yatmışım-kalkmışım, sıhhatliymişim-hastaymışım hiç umrumda değil. Zira ne kadar küçük olursa olsun tıkanıklıkları yakın veya uzak gelecekte bozgunlara sebebiyet verebilecek şeyler olarak görüyorum ben.

Bozgun

Bozgun deyip geçmeyin. Bir milletin kaderini değiştirir bozgunlar. Mesela Viyana önlerinde yaşadığımız bozgun. Kaç defa kendi kendime söylenmişimdir; "Keşke! Viyana’da Osmanlı’ya bozgunu yaşatan askerlerin hepsi Merzifonlu ile beraber kollarını-kanatlarını verselerdi, lime lime doğransalardı da Türk milletini bozgun ile tanıştırmasalardı; ona bozguna uğrama nedir duyurmasalardı o askerler." Çünkü o vakte kadar bu millet bozgun nedir bilmiyordu. Çanakkale’dekiler gibi davranmalıydılar: "Mermim yok, topum yok ama süngüm var, tüfeğimin dipçiği var ya!" demeliydiler. Zira böyle kader-denk noktalarında "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" felsefesi ile hareket edilir. Ama ne Merzifonlu ne de askerler bu feraseti gösteremediler.

Bence, günümüzde karşı karşıya kaldığımız problemlere küçük veya büyük, bugün veya yarın bu türlü bozgunlara öncülük edecek şeyler olarak bakmalı ve ona göre tavır almalı. Onların çözümü uğrunda her şeyi göze alacak bir yüreğe sahip olmalı. Yoksa bana göre o yüreği taşımamalı. Zira o yürek değil, bir et parçasından ibarettir.

Bana diyebilirsiniz burada; "Bu türlü oldukça sert sayılabilecek şekilde insanları sorgulamaya hakkın var mı?" İtiraf edeyim ki bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama ben kendi ölçümü ortaya koyuyor, o ölçümle yaşamaya gayret ediyor ve onu sizinle paylaşmak istiyorum. Daha önce söylediğim gibi dert edindiğim şeylerin ötesinde başka türlü düşüncelere yer vermeyen bir inancım, kanaatim ve felsefem var. Bu felsefe benim benliğime hakim ve tabir caizse benliğimi o yönlendiriyor. Beynimdeki nöronlar, kalbim, hislerim.. hepsi de onun emrinde. Gözümde başka bir sevda yok yani.

Bir misal vereyim; benim babama, anneme ne kadar büyük saygım olduğunu herkes bilir. Mevizeler hariç babamın yanında konuştuğum cümleler sayılıdır. Doğru veya yanlış ama yetiştiğim muhitteki babaya saygının gereği olarak yaptım ben bunu. Babamın da annemin de gölgelerine ayağımı basmamışımdır. Fakat dert edindiğim meselelere ait bir tıkanıklık karşısında annemin-babamın şahsi dertleri ve üzüntüleri bana çok küçük gelir.

Ne yapmalı?

Bu açıdan varlık gayesi olarak belirlediğiniz şeyleri duyma, hissetme çok önemlidir. Vatanım, milletim, devletim, dinim ve insanlık adına bir şey yapabiliyorsam, dünyada yaşamamın bir anlamı vardır, yoksa "abes yaşıyorum" demeli, diyebilmeli insan. İşte bu felsefeye sahip olduğum için belki bu türlü sorgulamalar içine giriyorum.

"Her şey O’nun elinde. Sebeplere gelince hiç ehemmiyeti yok denecek kadar bir role sahipler." dedim yukarıda. Bu doğru, ama bu demek değildir ki sebeplere hiç riayet etmeyelim, atasözünde ifade edildiği gibi; "Saldım çayıra, mevlam kayıra!" felsefesi ile hareket edelim. Elbette hayır. Çünkü insanlar akıllarının erdiği, güçlerinin yettiği kadarıyla sebeplere riayet etmekle mükelleftirler. Bir başka ifade ile; ne kadarına akılları eriyor ve ne kadarına güçleri yetiyorsa o kadarını kullanmakla mükelleftirler. Aklının erdiği, gücünün yettiği sahada sebepleri kullanmamışsa insan sorumlu olur.

Ama burada ben bir açmazla karşı karşıyayım: Acaba insanlar problemlerin çözümü için hakikaten güçlerinin yettiği, akıllarının erdiği bütün sebepleri kullandılar mı? Eğer kullanmadılarsa iki vebali var bunun. Bir; Allah'ın sebepleri vaz' ediş hikmetine aykırı hareket ediyorlar. İki, akidemiz açısından sebeplere riyayet etmeme cebriliktir ki bunun dalalet olduğunda şüphe yok. Bundan dolayı "Şunu da yapabilirdik, bunu da yapabilirdik" dendiğinde sebeplere tam anlamıyla riayet etmediğimiz kanaati hasıl oluyor bende. Şahsi, küçük meselelerimize kafalarımızı zorladığımız, onlara çareler aradığımız kadar, bu meselelere çare bulmak için beyin sancısı yaşamadığımız ortaya çıkıyor. Halbuki burada hiçbir şeyi fevt etmemek, arkada "keşke" diyecek bir boşluk bırakmamak lazım.

Hasılı, şu soruyu sormalı herkes kendine: Nerede ve nasıl bir problem olursa olsun, onu çözüme kavuşturmak için adeta burnumdan kan gelircesine bütün gayretimi ortaya koydum mu? Bu içtihat mahallinde vazifemi yaptım mı? Malum "içtihad" insanın takatını sonuna kadar kullanması demektir. "İçtihad" kelimesi "cühd" kökünden gelir. Anlamı itibariyle "cühd" ise "cehd" gibi sadece maddi gücü kullanmayı değil malik olduğu his, duygu, düşünce gibi insanın manevi cephesinde bulunan her şeyi içine alır.

Bu fasılda zikredilebilecek üçüncü husus duadır. Bir müslümanın en güçlü, en vurucu özelliği Allah’a olan teveccühü, tazarruu ve niyazıdır. Rabbisi karşısında kusurlarını idrak etmesi, nefsini sorgulaması ve kendini istiğfara salmasıdır. Kur’an; "Mâ esâbeke min musîbetin febimâ kesebet eydîkum ve ya'fû an kesîr." buyuruyor. Yani; "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah işlediklerinizin bir çoğunu affeder." (Şura, 30) Demek başımıza musibet televvünlü ne gelirse gelsin bu bizim kendi elimizle yaptığımız şeylerden dolayıdır. Burada en önemli nokta insanın kendini problemlerin kaynağı görmesidir. Çünkü bir insan; "Bu problem benim kusurumdan kaynaklandı." demiyor, hadiselere bu perspektiften bakmıyor, bakamıyorsa Allah’a tazarru ve niyazda bulunmaz. Onun için bir yerde falso olduğunda oradakiler bu falsoyu kendi günahlarına bağlayacak kadar basiretli davranmalılar; davranmalılar ve hemen ellerindeki en önemli koza yani duaya, tazarruya, niyaza koşmalılar.

Evet, yapılan işlerin ahenkli gidebilmesi, meyelân-ı hayrın (hayırlara meyil) sürekli güçlendirilmesi için her işin başında, ortasında, sonunda Cenab-ı Hakk'a tazarru ve niyazda bulunmak şarttır. Belki bu çerçevede hayatının yarısı münacaatla geçmelidir. Mevcud çıkmazlar, açmazlar, problemler karşısında "Benim yüzümden oldu" deyip sabahlara kadar başını secdeye koyup tevbe ve istiğfar etmek icab eder. Bir gün yetmezse ertesi gün bir daha, ertesi gün bir daha...

Bütün bunlar hiç yapılmıyor mu? Yapılmıyor dersem suizan etmiş olurum. Ama yapılıyor demeye de cesaret edemiyorum; edemiyorum çünkü inandırıcı bir tablo göremiyorum. Genel tavırlar yapılıyor hissini uyarmıyor üzerimde. Aslında bunu daha geniş açıdan ele aldığımda alem-i İslam için de aynı şeyi düşünüyorum ben.

Gördüğünüz gibi benim derdim, açmazlarım, problemlerim, en yakınımdan İslam alemine uzanan çizgide yakın ve uzak çevrem karşısındaki mülahazalarım, düşüncelerim, endişelerim bunlar. Suizanna girmemeye çalışarak meselenin içinden sıyrılmaya çalışıyorum. Ye’se kapılmıyorum. Etrafıma hep ümid neşideleri, ümid kasideleri söylüyorum. Fakat beri taraftan da bu düşünce ve endişelerden kendimi alamıyorum.

Yeis yok!

Ye's öyle bataktır ki düşersen boğulursun,
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Akif böyle söylemiş, ben de aynı şeyleri söylesem rencide olur musunuz:

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.

..........

Ey dipdiri meyyit! "İki el bir baş içindir"
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!

..........

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Hasılı; "Benim yüzümden oldu" diyecek yürekli insanlar istiyor. Kaf dağının arkasında Ankâ kuşuna bir şey olmuş; "benim yüzümden oldu" diyecek. Oysa ki ne Kaf dağı var, ne de Ankâ. Bu, müslümanların yitirdiği yürektir.

Yıkık bir dünya ve ihsanlar kuşağı

Nimetlere mazhariyet çok önemlidir. Allah'ın size iman bahşetmesi, yükselme ve terakki etme helezonunda belli bir noktaya çıkarması önemli bir mazhariyet ve büyük bir lütuftur. Fakat, bundan daha büyük bir lütuf varsa o da, bu lütfun vicdanda sezilmesi, duyulması ve insanın her dakika, hâlen ve kâlen Allah karşısında iki büklüm olup "Allah'ım sana sonsuz şükürler olsun!" diyebilmesidir.

Yıkılan İmajımız

Kırılmış bir imajın tamiri hususunda ve neşri hak için "Neyi nasıl yaparız, ifade ederiz" derdi, sancısı olmayınca nasıl olacak ki?!. Dahası, gerçeklerle yitirdiğimiz İslâmiyet'i şakalarla düzeltemeyiz ki! Bırakalım yalanı.. doğru olalım.. doğru üzerine bir dünya kurmaya karar verelim.. hiç yalan söylemeyelim.. ve hiç bir yıkıcı harekette de bulunmamaya ahd edelim. Hak ve hakikat adına gerçekten samimi olmaya, doğru söylemeye bakalım, doğru hareketler içinde bulunalım.

Yoga

Ruhun kendi gücünü kazanması, mutlak anlamda Allah’ın marziyatını kazanması demek değildir. Yogaya Allah’ın razı olduğu bir yol denilebilir mi? Velev ki o yolla insan, ruhunun gerçek gücüne ulaşsa bile!

Yol Yorgunluğuna Düşmemenin Çaresi: Yenilenme Cehdi

Mefkûre muhacirlerinin, zamanla gelen durgunluk, ülfet ve matlaşmaya yenik düşmemeleri için dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir? İzahını lutfeder misiniz?

Öncelikle bilinmesi gerekir ki, insanın belli bir dönem elde ettiği mânevî kazanımlarını, canlılık ve revnaktarlığını bir ömür boyu muhafaza edebilmesi kolay bir iş değildir, hatta onları ilk defa elde etmekten daha zordur. Evet, ilk duyulduğu an ruhlarda ihtizaz meydana getiren, şok tesiri hâsıl eden söz ve hâdiselerin, terütaze hissiyatın, metafizik gerilimin bir ömür boyu devam ettirilmesi zorlardan zor bir meseledir. Onun için hemen her yeni başlangıçta saff-ı evveli teşkil eden insanlar çok canlı ve dinamik olsalar da daha sonraki dönemlerde aynı canlılığı devam ettirememişlerdir. Öyle ki, başlangıç itibarıyla inandıkları değerler uğrunda hırz-ı can edip kahramanlık sergileyen ilklerde bile üzerlerinden geçen zamanla birlikte aşınma ve yorgunluk emareleri görülmeye başlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna büyük bir nimeti olan zamanın kendisi aşınmasa da, onun kadr u kıymeti bilinmeyince; bilinmeyip canlılık ve taze kalma adına o hakkıyla değerlendirilmeyince, her geçen gün, duygu ve düşüncelerdeki taravet, halâvet, canlılık ve cazibedarlık belli bir aşınma ve yıpranmaya maruz kalmıştır. Meselâ kılınan namazlarda, Allah huzurunda bulunuyor olma şuurundan uzaklaşılmış, gönüller ihtizaz ve iç titremelere hasret kalmıştır. Aynı şekilde, insanı Reyyan kapısından geçirmeye ve ona Cennet koridorunda yürüyor olma ruh hâletini kazandırmaya namzet olan oruçlar, akşam yemeğinin beklendiği bir açlık hâline dönüşmüştür. Bu sebeple, bir kez daha ifade edelim ki, mebdede elde edilen kazanımları; kıymet-i harbiyeleriyle, derinlik, revnaktarlık ve cazibedar buudlarıyla koruyabilme, onları ilk defa elde etmekten daha zordur.

Kesintisiz Yenilenme Cehdi

Her fert ve toplum için mukadder gibi görünen bu durum karşısında yapılması gereken, insanın sürekli yenilenme ceht ve gayreti içinde olması, bu şuurla hayatını örgülemesidir. Zira sizin gözünüz ve gönlünüz bir dönem, belli güzelliklere açılmış olabilir ve siz o güzellikleri samimi ve yürekten bir şekilde bağrınıza basmış olabilirsiniz. Fakat daha sonra o güzellikleri soldurmadan, öldürmeden, ruh ve düşünce dünyanızda partallaştırmadan bütün parlaklığıyla muhafaza edebilmeniz çok ciddi bir ceht ve gayrete vâbestedir. Bu durumu şöyle bir misalle de izah edebiliriz: Bir insan halata tutunarak, ayağına kancalar takarak, ellerine eldiven giyerek ve benzeri yollarla uğraşıp çabalayarak bir yolunu bulup zirveye tırmanabilir. Fakat daha sonra, tırmandığı bu zirvede tutunabilmesi, mevcudiyetini orada devam ettirebilmesi, o zirvenin şartlarına, atmosferine ayak uydurabilmesi ve aynı zamanda o mekânı kendileştirmesi, kendisine benzetmesi zirveye tırmanmaktan daha zor bir iştir. Bunun için asıl mesele zirvede durabilmek, kazanımları kaybetmemek bir yana belki onları katlayarak devam ettirebilmektir. Bu da ancak sürekli bir yenilenme ceht ve gayretiyle mümkündür.

Bir hadis-i şerifte geçtiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabe-i kiram efendilerimize;

جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ

“İmanınızı yenileyiniz”tavsiyesinde bulunur. Bunun üzerine kendisine; “Ya Resûlallah! İmanımızı nasıl yenileyelim?” diye sorulduğunda, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm):

أَكْثِرُوا مِنْ قَوْلِ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ

“Lailahe illallah” sözünü (zihnen, kalben, lisanen) çokça yâd edin”buyurur. (Mecmeu’z-zevâid,10/82) O halde siz bilgi havuzunuza sürekli bir şeyler akıtarak imanınızı, İslâmî düşüncenizi ve ihsan mülâhazanızı yenilemeye çalışacaksınız. Böylece, gönül dünyanızda tebahhur edip uçan, dışarıya kaçan bilgilerin birkaç katı malumatı farklı kanallardan tekrar oraya akıtacak; akıtıp meydana gelen boşluğu yeniden dolduracaksınız. Tekvînî emirleri tetkik edecek, tefekkür vadilerinde dolaşacak, geçmiş bilgilerinizi bugünkü bilgilerinizle mezcedip sürekli yeni tahlil ve terkiplere ulaşacak, analiz ve sentezler yapacak ve böylece her gün elde ettiğiniz bilgilerle imanınızı bir kere daha yenileyeceksiniz.

İnsanın bedeninde her an değişme ve başkalaşmalar meydana geliyor. Vücuttaki bütün hücreler, hücrelerdeki bütün atomlar, atomlardaki bütün elektronlar değişikliğe maruz kalıyor. O hâlde sürekli başkalaşan ve önceki günden farklı bir bedene sahip olan insanın, kendini mamur hâle getirecek ve ona gerçek donanımını kazandıracak imanını yeniden, bir kere daha elde etmesi gerekir. Böyle yapabildiği takdirde insan, durgunluk ve ölgünlüğe başkaldırmış, savaş açmış ve kendini bir kez daha ifade ve ispat etmiş olacaktır.

Canlılığın Âb-ı Hayatı: Sohbet-i Cânan

Ferdî tefekkür, tedebbür ve tezekkürün yanında insanın zirvelerde tutunmasını ve kazandıklarını kaybetmeksizin yoluna devam etmesini sağlayan önemli bir diğer vesile de sohbet-i cânandır. Bu öyle bir sevgi, öyle bir aşk ve öyle bir iştiyaktır ki, bir hak dostu heyecan dolu ifadeleriyle bu hissiyatını şöyle seslendirir:

“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!
Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa..!”
(Taşlıcalı Yahya)

Evet, fani bir varlığa gönlünü kaptıran, mecazi bir aşka dilbeste olan insanlar dahi, mahbubundan başka hiç kimseyi görmez, tanımaz olur. Bizim sevdiğimiz, iştiyak duyduğumuz ve âşık olduğumuz ise Allah’tır, Resûlullah’tır. İşte bundan dolayı biz arzu ederiz ki, bütün dünya bu hakikatlere dilbeste olsun. Herkes benim Allah’ımın adını ansın; benim Efendim’in (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nam-ı celîlini yâd etsin. Bu açıdan bizler, beraberliklerimizde, bir araya gelişlerimizde sözü evirip çevirip mutlaka sohbet-i Cânana getirmeliyiz. Eğer siz Allah’a karşı derin bir kalbî alâka duyuyor, herkesin O’nu tanımasını arzu ediyor ve O’nu her yâd edişinizde menhelü’l-azbi’l-mevrûd’dan çektiğiniz bir kova suyu yudumluyor gibi zevk alıyorsanız zaten sohbetlerinizi “Lâilâhe illallah Muhammedün Resûlüllah” hakikati etrafında döndürürsünüz.

İnsan, gençlik döneminde çelik çavak ve zinde bir hayat yaşar. Olgunluk dönemine geldiğinde ise her şey yerli yerine oturur ve o, mantık ve muhakeme insanlarının hayatını yaşamaya başlar. Fakat bir dönem de gelir ki, duygu ve düşünceler solmaya, sönmeye ve partallaşmaya başlar. Bu, olgunluk ve ruhta oturaklaşma demek değildir. Aksine bu durum, daha önce size çok şey ifade eden çizgilerin matlaşması, renk atmasıdır. İşte siz böyle bir durumda sohbet-i Cânanla veya tefekkür, tedebbür ve tezekkürle oksijen çadırında bir kez daha hayata uyanabilir, bir kez daha dirilişe yürüyebilir ve böylece ömrünüzün geri kalanını O’nu yâd etmekle şereflendirir, derinleştirir ve taçlandırabilirsiniz. Bilinmesi gerekir ki, böylesi bir yenilenme ceht ve gayretinin ahirette insana dönüşü çok farklı olacaktır.

Canlı İradeler ve Osmanlı Devleti

Dünyada en uzun ömürlü devletlerden biri Devlet-i Âliye’dir. Emevî ve Abbasi’lerden daha sağlam temeller üzerine bina edilen Osmanlı Devleti’nin blokajına baktığımızda, orada yatan mânâ ve muhtevanın iman-ı billâh, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî olduğu görülür. Siz bu devletin mebdede hangi duygu ve düşüncelere sahip olduğunu öğrenmek istiyorsanız, Murat Hüdavendigar Hazretleri’nin Kosova Muharebe’sinde şehit edilmeden önce Allah’a nasıl teveccüh ettiğine bakabilirsiniz. Savaş öncesi akşamleyin çadırına çekilen Murat Hüdavendigar ibadet ü taatle geceyi ihya ettikten sonra seccadesinden kalkmadan önce ellerini kaldırıp Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz eder: “Ey Rabbim! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları yüzünden çıktıysa, masum askerlerimi cezalandırma. Onları bağışla. Allah’ım! Onlar ki, buraya kadar, sadece Senin adını yüceltmek ve İslâm dinini insanlara duyurmak için geldiler. Bu fırtına afetini, onların üzerinden def’eyle. Senin şanına layık bir zafer kazandır ki, bütün Müslümanlar bayram ede. Müslümanları mansûr ve muzaffer eyle. Ve dilersen o bayram gününde şu Murad kulun sana kurban olsun. Önce beni gazi kıldın, sonra şehit et.” Bu duayı yapan nasıl bir ağızdır ki, arzusu hemen hüsnükabul görmüş ve o şehitlik mertebesine ermiştir.

Allah’a bu kadar gönül vermiş, Allah için işlemiş ve O’nun rızası dairesinde hareket etmiş bu insanlar ömürlerinin saniyelerini seneler hükmüne getirmişlerdir. Onların sahip olduğu bu yüksek kıvam ve İslâm’ı yüksek seviyede temsil etmeleri uzun süre devam etmiştir. Zira onların gözleri sürekli cephede yani i’lâ-yı kelimetullah yolunda olmuştur. Yahya Kemal, Ezan şiirinde Yavuz Sultan Selim için der ki:

“Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.
Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,  
Şehbal açınca ruh-ı revan-i Muhammedî.”

Bu insanlar ömürlerini bunun sevdalısı olarak geçirince, aşk ve heyecanlarını derinleştirmişler ve böylelikle solmanın, sönmenin ve partallaşmanın önünü almışlar ve Allah’ın izniyle uzun ömürlü olmuşlardır. Yoksa sosyal ve felsefî tarihçilerin dedikleri üzere, tıpkı fertler gibi toplumlar da doğar, gençlikten geçer, bir olgunluk dönemi yaşar, ardından yaşlanır ve nihayet yuvarlanarak bir çukura giderler. Toplumlar için bu durum kaçınılmazdır. Yani,

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ

“Artık yeryüzünde olan her nefis fenâ bulmuş ve sadece senin Rabbinin zâtı, bekâsını devam ettirmektedir.”(Rahman sûresi, 55/26-27) hakikati her millet hakkında caridir. İsterseniz,

كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ

“Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/185) hakikatinden yola çıkarak, “Her millet ölümü tadıcıdır.” diyebilirsiniz. Evet, milletler de tıpkı fertler gibi doğar, büyür ve ölürler. Ancak sahip oldukları kıvamı koruma adına ortaya konan bir kısım gayretler neticesinde Allah’ın izni ve inayetiyle belki yoğun bakımda, belki koltuk değneğiyle, belki oksijen çadırında ama bir yolunu bularak ömürlerini uzatabilir; uzatıp daha nice hizmetlere vesile olabilirler. İşte bize düşen de her şeye rağmen ruh ve mânâda diri kalmak; diri kalıp heyecansızlık, durağanlık ve ölgünlüğe direnmek olmalıdır.

Yolculuk Âdâbı

İrşad ve tebliğ gönüllüleri için seyahati zaruri kılacak hususlar nelerdir? Yolculuğa niyetten sefer esnasındaki hâle ve dönüş keyfiyetine kadar umumî mânâda seyahat âdâbına riayet nasıl olmalıdır?

Yüce Bir Mefkûrenin Kutlu Talipleri

Soru: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadis-i şeriflerinde İslâm’ın yeryüzünün her yerine ulaşacağını ifade buyurmaktadır. (Bkz.: Müslim, fiten 19; Tirmizî, fiten 14; Ebû Dâvûd, fiten 1) Bunu gerçekleştirme adına Müslümanlara düşen sorumluluklar nelerdir?

Cevap: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), birçok hadislerinde gelecekte vuku bulacak hâdiselerden bahsetmiştir. Gayb-aşina gözüyle görüp haber verdiği bu tür hâdiseler O’nun peygamberliğinin ayrı bir delilidir. Bugüne kadarki genel yaklaşımımız içerisinde meseleye bakacak olursak, O’nun gelecekte vuku bulacak bazı hâdiselerden haber vermesi, sadece ümmetini bilgilendirmeye matuf değildir. Bilakis bu konuda yapılması gerekenleri yapmaları adına onlara bir hedef göstermedir. Nitekim bizden önceki seleflerimiz de O’nun istikbale ait sözlerini bu istikamette anlamış ve kendilerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye çalışmışlardır.

Mesela bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذٰلِكَ الْجَيْشُ “Konstantiniye elbet bir gün fethedilecektir. Onu fetheden asker ne güzel askerdir ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır.”(Hâkim, el-Müstedrek 4/468; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/335) buyurmaktadır. Allah Resûlü, bu sözleriyle, gerçekleşecek bir olayı haber vermenin yanında, ümmetini de bunu gerçekleştirme adına teşvik etmekte ve onlara bir hedef göstermektedir.

Allah Resûlü, bu hadisleriyle çok net ve kesin olarak bir fetihten bahsetmiş olmasına rağmen sahabe efendilerimiz ve onlardan sonra gelen Müslümanlar oturup bunun gerçekleşmesini beklememişlerdir. Onlar Asr-ı Saadetten itibaren gözlerini hep İstanbul üzerine dikmiş ve gelip gelip o surlara toslamışlardır. Hatta sahabe de dâhil olmak üzere birçokları bu surların önünde şehit olmuştur. Onlardan birisi de Ebû Eyyub el-Ensarî künyesiyle meşhur olmuş Hâlid İbn Zeyd Hazretleridir. O, seksen yaşını aşkın olmasına aldırmadan orduyla birlikte yüzlerce kilometrelik yolu katetmiş, Efendimiz’in bu müjdesine nail olabilmek için İstanbul önlerine kadar gelmiş ve nihayet burada şehit olmuştur. Şehit olduğu yere de defnedilmiş ve sanki mezarıyla orayı tapulamış, tescillemiştir. O, hayatında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) mihmandarlık yaptığı gibi, vefatından sonra İstanbul da âdeta, “Sen Peygamberi misafir edersin de biz seni misafir etmez miyiz?” demiş, ona bağrını açmış ve onun mihmandarı olmuştur.

Yâd-ı Cemil Olmanın Yolu

Aynen bunun gibi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), getirdiği değerler bütününün ve mübarek adının güneşin doğup battığı her yere ulaşacağını ifade etmişse, bize düşen vazife bunu tahakkuk ettirmektir. Çünkü O, bu gaybî haberiyle ümmetine bir hedef göstermiştir. Dolayısıyla mü’minler, oturup bunun gerçekleşmesini beklemek yerine, dünyanın dört bir yanına hicretler tertip etmeli, hicretlerini irşat ruhuyla derinleştirmeli ve bu yüce gayeyi gerçekleştirmeye çalışmalıdırlar.

Maalesef bugüne kadar O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu gaybî haberi tam manasıyla gerçekleştirilememiştir. Demek ki Müslümanlar olarak bu konuda fevkalâde bir hassasiyet ortaya koyamamışız. Belli bir dönemde dünyaya açılamamışız. Eğer günümüzde de bu gerçekleştirilemezse bizden sonra gelenler de vebali bize yükleyeceklerdir. Biz, atalarımızı hayırla yâd etmeye ve mümkün mertebe onların hata ve yanlışlarını dile getirmemeye çalıştığımız gibi bizden sonra gelen nesillerin de bizi hayırla yâd etmelerine yardımcı olmalıyız. Bir kısım ihmal ve tembelliklerimiz yüzünden onları kendimiz hakkında suizanna sevk etmemeliyiz. Onlara, “Atalarımız miskin miskin yatmışlar, kendi rahatlarını düşünmüşler ve bu yüzden de dünyaya açılamamışlar. Yazıklar olsun onlara!” dedirtmemeliyiz. Bu itibarla da hakkımızda bir gün bu tür olumsuz sözlerin söylenebileceğini de hesaba katarak bugün elimizde olan her şeyi son damlasına kadar kullanmalı ve dünyanın dört bir yanına açılmaya çalışmalıyız. 

Esasında günümüzde bu kabilden gayretlerin olduğunu söyleyebiliriz. Bugüne kadar arkadaşlar dünyanın pek çok ülkesine gittiler. Neredeyse gidilmedik ülke bırakmadılar. Allah’a binlerce şükür olsun ki, onlar gittikleri yerlerde de hüsn-ü kabul gördüler. Kapılar yüzlerine kapanmadı. Üstad Hazretleri, herhangi bir yerde mü’mince duygu ve düşüncenin kabul görmesi adına orada bir talebesinin bulunmasını yeterli görmüştür. O, bu yaklaşımıyla bizlere bir taraftan yüce ve yüksek mefkûrelere bağlanmanın önemini hatırlatmakta; diğer yandan da himmetlerimizi âli tutarak gittiğimiz yerlerde ne yapıp edip bu yüce gayemizi gerçekleştirmemiz gerektiğini ders vermektedir.

Eğer siz, gidilen yerlerde yüksek bir gaye-i hayale bağlanmaz ve buna göre bir hayat yaşamazsanız bencillik girdabına maruz kalmadan kurtulamaz, bir egoist olur çıkarsınız. Sözü yine Hz. Üstad’ın şu yaklaşımına bağlayabiliriz: “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” (Bediüzzaman, Sözler s.771) Aslında bu da bir yönüyle Allah’ın insana vermiş olduğu bir cezadır. İnsan, uğruna hayatını adadığı değerleri anlatmak suretiyle kendisini ifade etmeye çalışmadığında Allah bu defa o insanı kendi nefsine bağlar; tavır ve davranışlarıyla, ses ve sözüyle, duygu ve düşünceleriyle sürekli kendisini anlatmaya başlar. Bunun da Allah’ın insanlara musallat ettiği ayrı bir bela olduğunda şüphe yoktur. Bundan kurtulmanın çaresi ise yüce hedeflere kilitlenmektir.

Böyle yüce bir gaye istikametinde hareket eden insanların, işi nereye kadar götürecekleri ise ayrı bir meseledir. Bunu takdir edecek olan Allah’tır. Önemli olan bizim bu yörüngede bir hayat yaşamamız ve yine bu yolda ruhumuzu sahibine teslim etmemizdir. Ebû Eyyüb el-Ensarî, İstanbul’un fethi adına yola çıkmış fakat maksadına ulaşamadan orada şehit olmuştur. Böyle bir fetih ise arkadan gelen fütüvvet ruhunun temsilcisi genç bir serdara müyesser olmuştur. Bugünkü nesillere düşen vazife de mefkûreleri adına yapılması gerekli olan işi yapmaya çalışmaktır. Allah onlara bu işin ne kadarını nasip eder, bunu bilemeyiz. Fakat onlar bayrağı alır bir yere kadar götürürler; arkadan gelenler de onların bıraktığı yerden alır ve onu daha ilerilere taşır, bugünkü nesilleri de hayırla yâd ederler. Yani siz, gelecek nesiller arasında yâd-ı cemil olursunuz.

Fakat yüce bir gaye etrafında bir araya gelen adanmışlar, yapmış oldukları hizmetleri, kendilerinin göreceği bir neticeye bağlamadıkları gibi, başkalarının bilmesi ve görmesine de bağlamazlar. Onlar bütün tavır ve davranışlarını, kalblerinin sesine göre ayarlamaya çalışır ve sadece Allah rızasını düşünürler. Fakat onlar bunu istemeseler bile Allah (celle celâluhu) arkadan gelenlere onları hayırla yâd ettirir. İşte sonraki nesillerin duasına nail olabilmenin ve onlar arasında yâd-ı cemil hâline gelebilmenin yolu, Allah’ın ihsan ettiği imkânların son santimine kadar değerlendirilmesinden geçmektedir.

Yıkık Bir Rüyadan Mamur Bir Hülyaya

Evet, eğer biz maziye ait yıkık bir rüyamızın gelecekte mamur bir hülyaya dönüşmesini, gelecek nesillerin kendi değerlerimizle tanışmasını ve bizi hayır dualarla yâd etmesini istiyorsak, bugünden gaye-i hayalimizi gerçekleştirme adına üzerimize terettüp eden vazifeleri hassasiyetle yerine getirme adına bütün imkânlarımızı sonuna kadar kullanmalıyız. Biz, bize düşeni yaptıktan sonra Cenâb-ı Hak da bizim bu emeklerimizi zayi etmeyecek ve yaşanan uzun bir kıştan sonra yeni baharlar getirecektir.

Nitekim bunun emareleri çoktan belirmiştir. Şafak horozları çoktan ötmeye başlamıştır. Üst üste şafaklar birbirini takip etmektedir. Ne var ki büyük doğumların çok ciddi sancılarla beraber geldiği de unutulmamalıdır. Bazen bir doğumun, beraberinde anayı da alıp götürmesi gibi, toplum çapında yaşanacak büyük doğumlar da bazen olur bir nesli alır götürür. Şu kadar var ki bu çok da önemli değildir. Önemli olan, doğumun başarıyla gerçekleşmesidir. Biz gitmişiz ne olur gitmemişiz ne olur; nasıl olsa bir gün bu dünyadan ahirete göç edecek değil miyiz? Hayatın zevk ve lezzetlerini tadıp tatmamamızın da çok da bir önemi yoktur.

Hatta bunların da ötesinde bir kısım zalim ve mütecavizler hayatı bize zindan edebilirler. Öyle ki firarlar, sürgünler, hapisler, zindanlar, zulümler birbirini takip edebilir. Size dünya zevki namına hiçbir şey tattırmazlar. Fakat hemen ifade etmeliyim ki bütün bunlar sorumluluğumuz açısından hiçbir şey ifade etmez. Bizim fıtratımızın gayesi ve yaratılışımızın neticesi belirlenmiştir. Bize düşen bunu gerçekleştirmeye matuf hareket etmektir. Bunu gerçekleştirdikten sonra bütün bunlar ne ifade eder ki! Fakat siz Allah’ın adını yüceltme, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) adını bütün âleme duyurma istikametinde bir şey yapmadan bu dünyadan giderseniz, işte o zaman ahirete yürürken gözünüz açık gidersiniz.

Bu itibarladır ki günümüzde maddi ve manevi füyuzat hislerinden fedakârlıkta bulunmaya hazır olan, tıpkı Üstad Hazretleri gibi, “Ben cemiyetin iman ve selameti yolunda ahiretimi de feda ettim, dünyamı da. Gözümde ne cennet sevdası var, ne de cehennem korkusu. Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyecek ölçüde davasına bağlı sadık ve vefalı temsilcilere ihtiyaç var. Yoksa meselenin değişik ad ve unvanlarla kendini ifade etmeye, aidiyet mülahazalarına sığınmaya, cemaat enaniyetine girmeye hiç tahammülü yoktur. Bütün bunlar öz ve mânâdan kaçmanın ve şekle sığınmanın birer ifadesidir.

Bence nam ve nişanlarla övünme veya falanlara, filanlara intisapla kendi şahsi enaniyetini güçlendirme yerine, ortaya konan düstur ve disiplinlere bağlı kalmaya çalışmalıdır. Birilerinin, insanları öldürerek bir yere varmaya çalışmasına mukabil, yürüdüğü yolda sesi soluğu kesilinceye kadar koşmak suretiyle ölen adanmış ruhlara ihtiyaç var. Bu yolda kendi rahatını ve cismanî zevklerini feda edebilen, maddî manevî füyuzat hislerini düşünmeyen bu adanmışlar sayesindedir ki bizim yıkık rüyamız tekrar mamur hâle gelecektir.

Peygamberlerin hayatlarını tükettikleri bir yolda yürümek ne büyük şeref! Onlarla aynı yolda yürüyen ve aynı gayeyi paylaşan insanlar ahirette de aynı yere düşeceklerdir. Gerçi onlarınkine düşme değil yükselme demek daha doğru. Çünkü bazı hadislerden de anladığımıza göre ahirette insanlar farklı kategoriler içerisinde mütalaa edileceklerdir. İşte orada ihtimal, malını Allah yolunda infak edenler, hicret edenler, hicretlerini irşatla derinleştirenler vs. ayrı birer kategoride değerlendirilecektir. Aynı bunun gibi, belki i’lâ-i kelimetullah yolcuları da beraber oldukları insanlarla birlikte ayrı bir yerde toplanacaklardır. Herkes dünyadaki amelleri cihetiyle hangi kategoriye giriyorsa, onlarla birlikte haşrolacaktır.

Kim enbiya-i izamla, kendisinden önce yaşamış İmam Rabbani, Mevlânâ Halid el-Bağdadî, Üstad Bediüzzaman gibi büyük zatlarla birlikte haşrolmak istemez ki! Böyle bir neticeyi elde etmek için ne verilse değer.

Yuva Tutkusu ve Yaşama Sevinci

Adanmış ruhlar için büyük tehlike olduğu ifade edilen "hâneperestlik" ne demektir? Bu maraz, sadece erkekleri alâkadar eden bir hastalık mıdır? Günümüzde, günde on-onbeş saat çalıştığı halde işini evinde yapan insanların varlığı da düşünülürse, hâneperestliğin çerçevesi nasıl belirlenmelidir?

Yüzleşme

Soru: Herkesin kendi nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, sonra da insaflı, hâzık ve rasyonel bir hekimin hastasını muayene etmesi gibi onu sorgulaması gerektiğinden bahsediliyor. Nefsi sorgularken insaflı, hâzık ve rasyonel olmayı nasıl anlamalıyız?

Mü’minin, yapıp ettiklerini hemen her gün gözden geçirip hayırlı faaliyetlerini ve güzelliklerini şükürle karşılaması; inhiraflarını ve günahlarını da istiğfarla gidermeye çalışması; bu şekilde sürekli nefsiyle hesaplaşması, kendi kendini sorgulaması ve her zaman muhâsebe duygusuyla dopdolu yaşaması gerekir. Bazen "insanın kendiyle yüzleşmesi", bazen "nefsin sorgulanması" ve bazen de "nefis muhâsebesi" olarak isimlendirdiğimiz bu amel, insanın arzularını, hırslarını ve davranışlarını denetlemesi, doğru veya yanlışlarını vicdanının süzgecinden geçirip bir değerlendirmede bulunması şeklinde gerçekleşir.

Hakikî bir mü’min ömrünü nefsiyle mücâdele ederek sürdürür. Kalbine uğrayan hâtıralara ve kafasından geçen düşüncelere bile parola sorar. Her işinde nefsânîliğini aşmaya çalışır; çok defa en güzel ve en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular. Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha gözden geçirir; her sabah hatalarını giderme, ahiret hesabına kaçırdığı fırsatları telafi etme ve ötelere azık hazırlama azmiyle hayata açılır.

Tirmizî’de geçen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehayâ) en büyük mahkemede hesaba çekilmeden önce dünyadayken sık sık nefsi sorgulamayı akıllılık ve mü’minlik emaresi olarak zikretmiş; Hazreti Ömer Efendimiz de Allah Rasûlü’nden işittiği bu hakikati farklı bir üslupla seslendirerek şöyle buyurmuştur: "Ahirette hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin. Ötede amelleriniz tartılmadan önce burada kendiniz tartın. En büyük arz ve mahkeme için şimdiden gerekli hazırlıklarınızı yapın. Bilin ki, o gün huzura alındığınızda size ait hiçbir şey gizli kalmayacak ve bütün sırlarınız bir bir sayılıp dökülecektir."

Karşı Kanepedeki Nefis

Dolayısıyla, Allah’a ve ahiret gününe inanan bir insan, yanlışları ve doğruları, hataları ve isabetli tavırları, kaybettikleri ve kazandıkları zaviyesinden her gün bir kere daha nefsiyle yüzleşmeli ama bunu kötülük ve fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle yapmamalı; aksine, nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, onu "rasyonel, insaflı ve hâzık" bir hekimin hastasını muayene etmesi edasıyla sorgulamalıdır.

Evet, nefsiyle yüzleşen insan, evvela onu farklı bir varlık gibi görüp muhatap almalı, onun hakkındaki tenkitlerini, takdirlerini dile getirmeli ve onun cevaplarını dinlemelidir. Sonra da ortaya konan düşünceleri, tevcih edilen soruları, nefisten gelen itirazları veya kabulleri bir hakeme arz etmeli ve onun değerlendirmelerine kulak vermelidir. İşte o hakem, olsa olsa insanın en doğru söyleyen sistemi, yani vicdanı olabilir. Bundan dolayı, nefis muhâsebesinde vicdanın sesini dinlemek, onun ölçülerini esas kabul etmek ve nihaî kararı ona tasdik ettirmek gerekir.

Nefsi ele alırken ve onu değerlendirirken akla uygun, ölçülü ve hesaplı davranarak onun mahiyetini de göz önünde bulundurmak icap eder. Nefis mekanizması, her türlü şehevî arzu, istek ve kaprislerden; bazı hikmetlerle belli gayeler için insana verilen kin, nefret, öfke, hiddet ve inat gibi duygulardan meydana gelmiştir. Bundan dolayı, dünden bugüne ruhun "terbiye"sinden ve kalbin "tasfiyesi"nden bahsedilirken nefis için de "tezkiye" ifadesi kullanılmış; nefsin tabiatında bir kirlilik bulunduğu için onun saflaştırılıp özüne döndürülmesi söz konusu edilmemiş ve "nefis tasfiyesi" denmemiştir. Nefis kendi konumunda değerlendirilerek, onun kirlerinden temizlenmesi ve ondaki şerre açık istidat ve temayüllerin hayır hesabına kullanılır hale getirilmesi hedeflenmiş; bu da "nefis tezkiyesi" tabiriyle ifade edilmiştir.

Diğer taraftan, nefis; kibir, gurur, bencillik, haset, kin, öfke, düşmanlık.. gibi şeytanî hususiyetlerine rağmen, onu kalb ve ruhun arkadaşlığına yükseltebilecek önemli bir potansiyeli de özünde taşımaktadır. O, ciddi bir seyr u sülûkla şeytanî hususiyetlerinden birer birer sıyrılabilir; üzerindeki cismâniyete ait zulmetleri arka arkaya yırtıp emmârelikten kurtularak, levvâme, mülheme, mutmainne, râdiye, mardiyye ve sâfiye gibi mertebelere sıçramak suretiyle müzekkâ (temizlenmiş) hale gelebilir. Ayrıca nefis, insandaki metafizik gerilimi tetikleyen çok önemli bir unsur sayılır. O, insanı sürekli uğraştırır; onun gaflete düşmesine asla fırsat vermez ve insandaki mücadele azmini biler. Onun içindir ki, insanı sadece mânâ yönüyle ele alıp terbiye etmek veya onu vicdan mekanizmasından ibaret kabul ederek yalnızca ruh terbiyesi ve kalb tasfiyesiyle meşgul olmak yeterli değildir. Aynı zamanda, nefsin tezkiyesi ve insana verilen negatif duyguların da hayır istikametine çevrilmesi gerekir.

Ne var ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, nefs-i emmâre, levvâmeye veya mutmainneye inkılâp etse bile onun tesiri hiçbir zaman bütün bütün yok olmaz. Çünkü o, silâhlarını ve cihâzâtını sinirlere, hassasiyetlere ve çeşitli mevzulardaki aşırı titizliğe devreder; onlar da onun vazifesini âhir ömre kadar sürdürürler. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun tesirleri yine görünür. Bu hususa dikkat çeken Üstad hazretleri der ki, "Ben bir zaman enaniyetini bırakmış ve nefs-i emmaresi kalmamış büyük evliyanın da şiddetli bir surette nefs-i emmareden şikayet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra kat'î bildim ki, âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için, nefs-i emmarenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden şikayet ederler."

Kur’an-ı Kerim, Hazret-i Yusuf’un kıssası münasebetiyle nefse itimat edilemeyeceğini açıkça dile getirir ve Zeliha’nın "Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevkeder. Şüphesiz Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur)." (Yusuf, 12/53) dediğini nakleder. Müfessirler arasında, bu ifadenin, Hazret-i Yusuf’a ait olduğu kanaati daha yaygındır. Fakat, bu sözü, nefsini tezkiye etmemeye matuf olarak Hazret-i Yusuf’un söylediğini farz etmek uygun düşse bile, peygamberlerin doğuştan nefs-i mutmainne sahibi oldukları ve Yusuf Nebi (aleyhisselam) için de nefs-i emmareden bahsedilemeyeceği düşünülünce; ayrıca, ayetin siyakına bakılınca Zeliha’nın söylediğini kabul etmek daha doğru olsa gerektir. Zira söz konusu ayette, Zeliha’nın konuşmasından sonra başka bir kâil, yani sözü söyleyen açıkça belirtilmemiştir; bu da onun sözünün devam ettiğini gösterir. Haddizatında, bu söz kime ait olursa olsun, asıl üzerinde durulması gereken mesele, Kur’an’ın onu nazara vermiş ve nefs-i emmareye itimad edilemeyeceğini bildirmiş olmasıdır.

Demek ki, bu mevzuuda sürekli teyekkuzda olmak, hep titiz davranmak ve asla nefse güvenmemek lazımdır. Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, "Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler." İşte, nefsi karşı koltuğa oturtup ona bazı sorular tevcih ederken, onu bu yapısı ve cibilliyetiyle ele almak gerekir. O, kendi cibilliyeti istikametinde tezkiye edilmez ve serbest bırakılırsa mütemerrid bir karaktere bürünür. Fakat, arz etmeye çalıştığımız hususiyetleri gözetilerek rasyonel bir şekilde ele alınıp tezkiyeye tâbî tutulursa, o zaman da, bir farklılaşma yaşar, hayvâniyet ve cismâniyet üstü bir mahiyete ulaşır; artık, ruha ve kalbe bütün bütün zıt olmaz.

Muhasebede de İnsaflı Olmalı

Bir diğer husus; insan kendiyle yüzleşirken, nefsiyle hesaplaşırken ve bir manada onu masaya yatırıp analitik bir mülahazayla ona bakarken çok insaflı olmalı; merhamet ve adâlet dâiresinde hareket etmeli; her hak sahibine hakkını vermesi gerektiği gibi nefsinin hakkına da riayetkâr davranmalıdır. Muhâsebede de hakkı gözetip adâletten ayrılmama esastır. Her insan, kendi seviyesine göre nefsini sorgulamalı; ona yönelttiği isteklerinde kendi kemalât eşiğini ölçü edinmeli; ondan tabiat üstü beklentilere girmemelidir ki dini zorlaştırmış, omuzuna yüklediği ağırlıkların altında kalmış ve ümitsizliğe düşmüş olmasın.

Başka bir münasebetle arz ettiğim, Ebu'd-Derdâ ile Selman-ı Farisî efendilerimiz arasındaki konuşmada da aynı hususa işaret vardır. Hazreti Selman, sürekli oruç tutan, yatağa hiç girmeyen, neredeyse gecenin tamamını kıyamda geçiren Ebu’d-Derda hazretlerine Peygamber Efendimizden işittiği şu nasihatı hatırlatır: "Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver." Evet, İslam’da ruhbaniyet yoktur; o insanı bütün mahiyetiyle değerlendirir. Yogiler gibi yemekten-içmekten tamamen uzak duranlara, aylarca aç-susuz kalanlara ve Allah’ın helal kıldığını yasaklayanlara, "Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı o güzel ve temiz nimetleri kendinize haram kılmayın, haddi aşmayın! Çünkü Allah, haddini aşanları asla sevmez. Allah’ın size rızık olmak üzere yarattığı şeylerden helal ve temiz olarak yeyin! Kendisine iman ettiğiniz Allah’a karşı gelmekten sakının!" (Mâide, 5/87-88) der; müntesiplerine denge, itidal ve istikamet telkin eder.

İmam-ı Birgivî’nin "Tarikat-ı Muhammediye" isimli kitabına "Berika" adıyla bir şerh yazmış olan İmam-ı Hadimî, ya kendi başından geçen veya başkasından naklettiği misalî bir mahkeme hadisesini anlatır. Hadiseyi yaşayan insan her kimse, onu, "hakkında şikâyet var" diye mahkemeye çağırırlar. Mahkeme salonunda, bir köşeye büzülmüş, pusmuş, acayip kılıklı, tanımadığı birini görür. O tuhaf davacı, "Bu zat, benim hakkımı vermiyor; yemiyor, içmiyor, yatmıyor" diye şikâyetlerini sıralayınca, davalı, onun kendi nefsi olduğunu anlar. Mahkeme heyeti, "Bu senden şikayet ediyor; tabiatını ve genel durumunu hiç hesaba katmadan, kendi kafana göre onu bazı şeylere zorluyormuşsun." manasına gelen sözlerle dava konusunu açıklığa kavuşturur. O zat, "Fakat, beni Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışan, sürekli günahlara çağıran ve adeta helâkimi hazırlayan budur, nefsimdir." diyerek savunmasını yapar ve mahkemeyi kazanır. Gerçi, şikayet etmek nefsin şiarıdır; onun heva ve heves yörüngeli şikayetlerine kulak vermemek gerekir. Ne var ki, ona karşı muamelelerde de insafı elden bırakmamak esas olmalıdır.

Ayrıca, nefsi sorgularken, içinde yaşadığımız şartları da hesaba katmak icap eder. Evet, nefse yüz vermemek ve onu asla şımartmamak gerekir. Bu açıdan, içinde neş’et ettiğimiz iman ve İslam atmosferi, Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği dine ve imana hizmet etme zemini çok büyük bir avantaj olarak görülüp, bu büyük nimet karşısında nefislerimizin şikayet etmeye kat’iyen hakkı olmadığı düşünülebilir. Fakat, dünyanın hal-i hazırdaki durumu ve çok kötü olan şartların dini hassasiyetleri korumaya mani bulunduğu da mülahaza dairesine alınmalı; özellikle öğretmen, üniversite hocası, doktor, vs.. gibi hayat-ı içtimaiyede bir vazife gören, mecburen çarşı ve pazarın, cadde ve sokağın isine-pasına bulaşan insanların hali de kendi şartları içerisinde hesab edilmelidir. Bir insanın bu şartları gözetmeden nefsini hesaba çekmesi, bir yönüyle, ona tabiatının üstünde bir teklifte bulunması ve onu ‘teklif-i mâlâyutak’a maruz bırakması manasına gelebilir. İşte o durumda nefsin şikayet etmeye hakkı olabilir; hatta nefsine insafsızca yüklenen insanın davayı kaybetme ihtimali de vardır.

Dolayısıyla, insan, her mes’elede olduğu gibi, muhâsebede de ölçülü ve dengeli davranmalıdır. Her şeyden önce, muhâsebenin yeis ağırlıklı olmamasına çok dikkat etmelidir. Allah Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), "Bu din kolaylık üzere vaz’ edilmiştir. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; galibiyet mutlaka dinde kalır" şeklindeki beyanı da bu konuda bize önemli bir ölçü vermektedir. Öyleyse her fert, kendiyle yüzleşirken nefsini levmetme çıtasını sorumluluklarının altında ezilmeme ve yenik düşmeme sınırında tutmalıdır. Bu sınır, her insanın manevî hayatına ve Cenab-ı Hak’la münasebetine göre çeşitlilik arz eder; onu da en doğru şekilde herkesin kendi vicdanı belirler.

Ey Gafil, Uyuma!..

Nitekim, ebrâra sevap kazandıran öyle mes’eleler vardır ki, mukarrebîn için onlar günah sayılmaktadır. Bu itibarla da ebrâr kendi mesuliyet anlayışları açısından, mukarrebîn de onlara has muhâsebe enginliği zaviyesinden nefis sorgulamasında bulunmalıdırlar. Mesela, bir insanın gece yarısı kalkıp "Seven sevdiğinin yanına gitti; aşık maşukuyla buluştu; Rabbim, ben de Sana geldim" diyerek sabaha kadar gözyaşları içinde namaz kılması takdire değer bir ameldir. Fakat bu amel mukarrebînden bir kula âitse, o bu amelinin muhâsebesini kendine göre yapacak ve belki de şöyle diyecektir: "Gece boyunca manevî füyuzatla dolup taştım; gözyaşlarımla yanaklarımı yıkadım. Fakat, acaba amelimdeki gaye ve hedef bu manevî füyuzatı yakalamak mıydı? Yoksa, o tatlı dakikalarla alacağım her şeyi alıp ahiret azığımı tükettim mi?" İşte, bu da bir muhâsebe ve nefsi sorgulamadır; ama has dâirede ve bazı insanlara mahsus bir mülahazadır. Henüz gece namazını hayatının çok önemli bir parçası haline getiremeyenler için böyle bir muhâsebe teklifi, ifrattır ve onların omuzuna altından kalkamayacakları bir ağırlığı yüklemektir. Belki ikincilerin muhâsebesi, gece namazına temadi üzerinde dönecek; onlar yaz-kış, uzun geceler-kısa geceler ayırımı yapmadan teheccüd namazına devam etme hakkında nefislerini sorgulayacak; bu konudaki tembellik ve tenperverliklerini asla affetmeyip İbrahim Hakkı Hazretleri’nin "Kalk ey gafil, uyuma" diye kendilerine seslendiğini duyar gibi olacaklardır. Ben, ne zaman onun şiirini okusam, sanki o heybetli sesini duyuyor gibi olur ve adeta "Uyuma!." diye inlediğini işitirim:

Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde
Kevkeplerin et seyrini, seyrân gecelerde
Bak hey'et-i âlemde, bu hikmetleri seyret,
Bul Sâni’ini, ol âna mihman gecelerde
Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil
Koy gafleti dildârdan utan gecelerde

...

Dil, Beyt-i Hudâ'dır, ânı pak eyle sivâdan
Kasrına nüzul eyler o Sultan, gecelerde.

Evet, kulluk devam ister; ibadetlerinde bir kesintinin olması, nurlu gecelerine bir fasılanın girmesi laubaliliğe delalet eder. Ne kadar ara vereceğin mevzuunda hükmü kim söyleyecek? Kaç dinlenme faslı yaşayacağına kim karar verecek? Yoksa, bu meselede hakemlik nefse mi ait? Şayet, hakemliği nefse kaptırmışsan, artık onun elinden kurtulman ve yeniden toparlanman çok zor olacaktır. Öyleyse, "Gel uyan gecelerde"; evrâd u ezkârını ihmal etme, Allah'la münasebetini kavi tut! O’na yakın olmak için bazı vesileleri değerlendiriyorsun; namaz kılıyor, rükua gidiyor, secdeye varıyor ve el açıyorsun. Niçin bunları daha derin eda etmek için geceleri de değerlendirmeyi düşünmüyorsun? İşte, bütün bu mülahazalar da belli bir seviyenin insanları için muhâsebe solukları ve nefisle yüzleşme ifadeleridir.

Meselenin bir diğer yanı da, temâdi (sürüp gitme) ve sürekliliktir. Nefis tezkiyesi adına ne yapacaksak, onu mütemadi yapmamız gerekir. Kalbimizi ve ruhumuzu sürekli beslememiz icap eder. Hayatımızda inkıtaya asla meydan vermeden, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, dua ve tevekkülle meyelân-ı hayrı güçlendirmemiz; istiğfar ve tevbe ile de meyelân-ı şerrin kökünü kesmemiz lazımdır. Günahlarımız karşısında sürekli tir tir titrememiz ve devamlı sevap iştiyakıyla gerilmemiz iktiza eder.

"Kulum, Seni Affettim!"

Şahsen, bir insanın hata, kusur ve günahlarını yazıp kaydetmesine taraftar değilim. Onları herkes kendi zihnine yazmalı; başka kimseye açmamalı. Melekler bile bilmemeli hata ve günahları. Onları sadece gizli-açık her şeye nigehban bulunan Allah bilmeli. O’nun rahmeti geniştir. Kim bilir, bir hadis-i şerifin işaret ettiği gibi, Cenab-ı Hak kulunu karşısına alır, günahlarını itiraf ettirir: "Şunu, şunu yaptın ama bunları ketmettin, gizledin. Yani, açıktan açığa günah işleyen ve günahlarından hiç sıkılmayan fasık u facir değildin, muvakkat isyanlarının hicabını yaşıyordun. O gün sen setrettin, ben de bugün seni affediyorum." der. İşte, ahirette "Setrettin, setrettim; kulum, seni affettim" hakikatini duymak ve öyle bir avantajı kaçırmamak için, yazmak suretiyle hata ve günah listesi yapılmasını uygun bulmuyorum. Bununla beraber, bir insan, hayatın bir basamağında, yirmisinde, otuzunda ya da kırkında, bir gününü ayırıp çocukluğundan o güne kadar yapıp ettiklerini tek tek yazsa; bütün hayatını gözden geçirip nefsini hesaba çekerek onun kötülüklerini bir bir saysa; fakat, bunu hayatının sadece o gününde yapsa, bu davranışı nefis muhâsebesi adına yeterli değildir. Çünkü, biz belki her gün, aklımıza gelen bazı şeylerle içimizi Cenâb-ı Hakk’a dökmeli; günahlarımızı tasrih etmeden, onları açıktan açığa söylemeden, kayda geçmelerine ve o kayıtların bizi zor durumda bırakacak şekilde karşımıza çıkmasına fırsat vermeden istiğfar etmeli; tevbe, inabe ve evbe kalelerine sığınmalıyız. Her gün bir kere daha kendimizle yüzleşmeli, hayatımızın muhâsebesini yapmalı ve nefsimizle hesaplaşmadan yatağa girmemeliyiz.

Bu zaviyeden el-Kulûbu’d-Daria gibi dua mecmualarına bakarsanız, Hak dostlarının evrâd u ezkârda mütemadi oldukları gibi, nefsi sorgulama ve istiğfarda da sürekliliği esas aldıklarını görürsünüz. Hazreti Ali (kerremallahu vechehû), Hazreti Üsame (radıyallahu anh), Muhyiddin İbn Arabî, Hasan Şazilî ve İmam Cafer-i Sadık gibi maneviyat aleminin sultanlarının "Üsbûiyye" adıyla andıkları ve haftanın her günü belli bir bölümünü okudukları hizibleri, virdleri, gece zikirleri, duaları, istiğfarları, istiâzeleri, tesbihleri, tehlilleri, salavat ve na’tları vardır.

Mesela; Hasan Basrî hazretleri, İstiğfar Üsbûiyyesini Cuma gününden başlatıp her gün bir bölüm okuyor. Bir hafta bitince tekrar başa dönüyor ve yine günlük hizbini sürdürüyor. Devamlı nefsini sorguluyor ve her gün defalarca istiğfar ediyor. Hizbine, Cenab-ı Hakk karşısında aciz, fakir ve muhtaç bir kul tavrıyla istiğfar ederek başlıyor. Sonra salât u selam okuyor. O hazret, duanın kabulü için gerekli olan evsafı hâiz bir münacatta bulunuyor; öyle ki, onun her cümlesinde Hasan Basrî ufkunu görüyorsunuz. Nefsini en kötü bir adam gibi hesaba çekiyor; bir taraftan, hatanın en çirkinini yapmış ve günahın en büyüğünü işlemiş, böylece kalbî hayatını tamamen berbat etmiş ve ruh dünyasını bitirmiş bir insan gibi kendisine bakıyor ve çok içli sözlerle istiğfara yapışıyor. Diğer taraftan da, en büyük şefaatçi olan, kendisiyle teyid edilen ve ona dayandırılan her duaya kabul mührü vurduran, ama kendisi payandasız kabule karin bulunan salât u selama sığınıyor; af beratı almak için Allah Rasulü’nü şefaatçi yapıyor. Öyle ki, istiğfarı salât u selam, onu da yeni bir istiğfar takip ediyor ve Hazret sanki her istiğfarda nefsini bir kere daha tokatlıyor. Çok samimi bir şekilde Cenab-ı Hakk’a içini döktüğü aynı anda kendiyle yüzleşiyor, nefsiyle hesaplaşıyor.

Ömür Boyu Gözyaşı Cezası

Bir başka hak dostu, günahlar sebebiyle adeta dilinin tutulduğunu, emr-i ilahiye itaatsizliğin utancından dolayı iki büklüm olduğunu ve ne diyeceğini bilemez hale geldiğini, kulluğun hakkını verememe gafletinin şiddetiyle sesinin kısıldığını ifade ettikten sonra, Cenab-ı Hakk’a doğrudan ve vesilesiz seslenmeye yüzü olmadığını, onun için de, efendisi ve istinadgâhı kabul ettiği Abdülkadir Geylânî hazretlerinin Hak katında makbul ve kapıcı tarafından tanınan sesiyle rahmet kapısını çaldığını belirterek en samimi sözlerle içini döküyor. Öyle ki, münacaatının bir bölümünde, "Ey günah ve kusurlarla âlûde kullarını çokça bağışlayan Gaffâr ve ey günahkarların hata ve isyanlarını setreden Settâr! Benim günahlarımı da bağışla. Bütün çareleri tükenen, yolları daralan, yüzüne karşı kapılar kapanan, doğru yolda olanların izinde yürümek kendisine güçleşen, sayılı günleri geçip gitmekte olduğu halde nefsini gaflet meydanlarından, isyan vadilerinden, sefalet ve sefahet alanlarından bir türlü kurtaramayan şu aciz kuluna merhamet et." diyor ve adeta "Bittim" diye inliyor.

Onları tanımayan, ruh enginliklerine vakıf olmayan ve onların muhâsebe ufkunun nerelere vardığını bilemeyen nâdanlar, bu yakarışları işitince, "Bu adam ne günahlar işlemiş ki böyle; ben o günahlara girmediğime göre bu sözleri söyleyemem" diye düşünebilirler. Oysa, bu sözler mukarrebînin gönül ızdırabını ifade etmektedir. Onlar, bizim sevap vesilesi saydığımız ve fazilet olarak kabul ettiğimiz pek çok söz, fiil ve davranışı kendi ufukları itibarıyla günah saymaktadırlar. Biz şu toplum içinde hiçbir şey yapmasak, sadece bir kere sokağa çıkıp evimize girsek, onların günah sayıp ömür boyu ağladıklarının kat kat fazlası masiyete bulaşmış oluruz. Gelin görün ki, o hak dostlarının gözleri bir an masivaya kaysa, onlar ömür boyu gözyaşı döker; o hatadan dolayı ölüm döşeğinde bile ızdırap çeker ve nefislerini sürekli levmederler.

Nefsi sorgularken dikkat edilmesi gereken son bir husus da, sahasını gereği gibi öğrenip işinin ehli haline gelen, mâhir ve mütehassıs bir doktor tavrıyla ona muamelede bulunmaktır. Bağırıp çağırmadan, nefsi bütün bütün arsızlaştırmadan ve kırıp dağıtmadan, içine düştüğü vartadan kurtarma niyetiyle ona yaklaşmak tedavi adına çok önemli bir adımdır. Aslında, bedenî rahatsızlıklarda bir hekimin rehberliği istikametinde tedavi, perhiz ve diyet ne ise, hâzık bir hekim gibi nefis muhâsebesinde bulunmak ve onun tezkiyesi adına gerekenleri yapmak da aynı şeydir. Bedene ait hastalıklarda, tabibin tavsiyeleri esas alınması gerektiği gibi mânevî rahatsızlıklarda da bir kâmil mürşidin öğütlerini tutmaya ihtiyaç vardır.

Hastaya Göre Tedavi

Doktorların "Hastalık yok hasta var." mülâhazasını nefis tezkiyesine de tatbik ederek, her insanın başlı başına bir âlem olduğu ve dolayısıyla her ferdin manevi rahatsızlıklarının tedavisinin de kısmen bile olsa farklı yöntemler gerektirdiği söylenebilir. Meselâ; cismaniyet ve bedenin baskısından kurtulamayan bir nefis için zühd çok önemlidir; ona kesben olmasa da kalben dünyayı ve içindekileri terk etme dersi verilmeli ve sürekli "terk-i dünya" telkininde bulunulmalıdır. Bütün himmet ve gayretini uhrevî hazlara ve füyüzat hislerine bağlayan bir insana her an Hakikî Matlûb, Hakîki Maksûd hatırlatılmalıdır. Yediği-içtiği mevzuunda laubali ve dikkatsiz davranan bir nefse, "Bu bir bardak çayı getirdiler ama burası bir vakıf binası; acaba bu çay nereden gelmişti, parasını kim vermişti? Ya bunu içmek benim hakkım değilse; ya bu başka birine ait bir paketten demlenmişse?" gibi sorular tevcih edilmeli ve nefis bu mevzuda sorgulanarak harama açık bir zeminden hemen uzaklaştırılmalıdır. Heva ve hevesine uymak için boş alanlar ve yalnız koylar arayan birinin önüne din-i mübin-i İslam’a hizmet etme ve onunla dirilme imkanları koyulmalı ve onun hayırlı insanlar arasında hayırlı faaliyetlerle meşgul olması sağlanmalıdır. Bir başkası, devrilmeden ayakta kalabilmek için iyi bir refike ihtiyaç duyuyorsa, onu da salih bir arkadaşla tanıştırmalı; yalnız kalıp cismanî arzulara dalmasına, o suçuna ceza olarak da bir şeytanın musallat olmasına ve "Kim Rahmanın hikmetlerle dolu olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur." (Zuhruf, 43/36) ayetinin tokatını yemesine fırsat verilmemelidir. Evet, nefse tedavi edici bir tavırla yaklaşmak ve öyle muamelede bulunmak lazımdır.

Eskiden şimdinin sağlık ocakları ve teşhis-tedavi merkezleri gibi manevî mualece merkezleri vardı. Oralarda hâzık hekimler bulunurdu. Onlar adeta birer insan sarrafıydı ve muhataplarını çehresinden okurlardı. Hemen herkesi durum, konum ve vaziyetinden, hatta kılık ve kıyafetinden, tavır ve davranışlarından bir bakışta teşhis eder, sonra da mâhir bir hekim gibi mualacede bulunur ve tedavi ederlerdi. Her insanı özel durumuna göre değerlendirir; onun arınması için ne türlü bir yoldan geçmesi lazımsa, öyle bir yoldan geçirir; tabiatına ve karakterine göre hususi bir tedavi usûlü uygulamanın yanısıra ona belli sorumluluklar da yükleyerek insan-ı kâmil olma ufkunu gösterirlerdi.

Maalesef, bugün o merkezleri ve o mâhir hekimleri bulmak çok zor. Manevî rahatsızlıkları tedavi edecek sağlık ocakları hiç yok denecek kadar az. Hatta, bir insanın acil muayeneye ihtiyacı olsa, onu götürebileceğiniz bir acil servis bile yok. Dahası, acil servis ya da tedavi merkezi zannederek başvurduğunuz yerde hastanızı daha kötü bir hale sokmaları muhtemel. Öyle ki, ruhî deprasyona girmiş, bir çeşit şizofreniye tutulmuş ve bir nevi paranoyaya yakalanmış bir insanı falan psikiyatri uzmanına gönderiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, hastanız daha da fenalaşmış. Çünkü, hastanızı ona gönderirken seçici davrandığınız doktor bile, inançlı bir insan olmasına rağmen, Freud’çu mülahazalarla yaklaşıp hastanıza "Nefsinin gemini biraz serbest bırak, onun isteklerini yerine getir" diyebiliyor. Susuzluktan dudağı çatlayan hastaya deniz suyu içirerek onun ciğerlerini iyice kavurabiliyor; suya karşı ihtiyacını şahlandırabiliyor.

Bir Türk atasözünde; "Yarım hekim candan, yarım hoca da dinden eder" denir. Bu açıdan, nefsin sorgulanması, gemlenmesi, frenlenmesi ve "tezkiye" dediğimiz ameliyeden geçirilmesi için de hâzık bir hekime ihtiyaç vardır. O manevî tabib, farklı karakterlerin farklı tedavi usûlleri istediğini bilen, muhataplarını bütün husûsiyetleriyle tanıyan ve onları her zaman şefkatle kucaklayan bir sevgi ve müsamaha kahramanı olmalıdır. Zira, Niyazi-i Mısrî’nin hoş ifadeleriyle söyleyecek olursak:

"Mürşid gerektir bildire Hakkı sana hakka’l-yakîn
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş
Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş..."

Zaaflarıyla İnsan

Biz kendimize takılıyoruz. Takıntı nefsimizde. Hücumâtı Sitte'deki virüslere mübtelâyız. İnsan, namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerle yükselebilir; fakat onu çileden çıkaracak birşey karşısında gayzını tutabilmesi, bir şehvet karşısında bedenindeki o güce karşı koyabilmesi, onun ibadetlerle elde ettiği yüksekliklerden daha da yukarılara çıkmasına vesile olabilir.

Dişini sıkmasını becerebilirsen, sendeki negatiflikleri pozitif güce çevirebilirsen, elde edeceğin güçle füze hızından daha aşkın bir hızla evci kemâle vâsıl olabilirsin. Senin aklın çok ileri bir diyalektiğe, cerbezeye sahipse; o aklını arkadaşlarına karşı kullanmayarak hak ve hakikat adına onun cerbezesini dizginleyebilirsen, hak rızası için kullanabilirsen, iradenle o aklı, senin için bir şerri cüz'i iken hayrı küllîye çevirebilirsin.

Cenâbı Hak, beni hiçbir hadise karşısında zaaf göstermeyen melekler ve rûhânî varlıklar gibi olmakla İnsan olmak arasında muhayyer bıraksaydı, "Rabb'im, beni şu anda yarattığın gibi yarat." derdim. "Alabildiğine taşkınlıklarım olsun; ama bana neticede Sana râm olan, Senin rızana koşan öyle bir irade ver ki; ben o iradenin kemendi ile Sana yükseleyim. Evet, Senin zaaftan ârî mahlukun da var. Ama ben İnsan olmak istiyorum." derdim. İçimde çok taşkınlıklar olabilir. Belki bunlar beni harab da ediyordur. Ama ben bu harâbiyet içinde iradenin gücüyle Allah'ın muradına varabileceksem, Cenâbı Hak bu gücü bana vermişse, ben de bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeliyim.

Allah'ın sana verdiği her şeyi memnuniyetle karşılamanın yanında, sana düşen, bütün negatifliklerini, zaaflarını, günahlarını aşarak, yanlış tavırların esaretinden kurtularak Cenâbı Hakk'a tam mânâsıyla râm olabilmendir. Allah (cc) seninle farklı bir espri ortaya koymuştur. Seninle birşey yapmak istiyordur. Yeter ki sen zaaflarının, boşluklarının zebûnu olma.. onları aşmasını bil...

Ne bahtiyarız ki, Nebiyyi Server'imiz var, aleyhissalatu vesselam.. Kur'an'ımız var... Hiç birşeyimiz olmasa, Kur'an'ımız bize yeter.

Hz. Ali'ye güzel bir at vermişler. "İdarecilikten kaçmak için ne kadar da güzel." demiş.

Zaaflarla Savaş

Bizim pek çok zaaflarımız var. Bunların farkına varma ve kusurlarımızı itiraf etme, onları iradeyle zapt u rapt altına alma ve zaaflarımıza, kusurlarımıza rağmen iffetle yaşama bizi evci kemalâta (kâmil İnsan zirvesine) yükseltir.

Hazreti Adem'in (as) yasak meyveye el uzatmasına "Hasenâtü'lebrâr seyyiâtü'l mukarrabin=Ebrar adına iyilik sayılan bir fiil, daha ileri seviyede bulunan mukarrabin için günah sayılır." sırrıyla bakılmalıdır. O'nunki bir içtihat hatasıdır, iftar vaktini bilememe meselesidir. İnsanların bulundukları konuma göre yaptıkları fiiller farklılık arz eder. Salonda bulunanın, koridordakinin yaptığını yapması, salonda olma adabına uymayacağından hatadır. Harem odasında, hareme mahrem olmuş kimse de salondakinin yaptığını yapamaz.

Zaman dertlenme zamanı

Fethullah Gülen: Zaman dertlenme zamanı

Soru: Günümüz dünyasında hemen her gün yürek dağlayıcı hâdiselerle karşı karşıya gelmemize rağmen, yeterince müteessir olamayışımızın sebepleri nelerdir? Hak katında duyarlı bir mü’min olabilme adına nasıl hareket edilmelidir?

Cevap: Bir insanın en yakınından uzağa doğru alâkadar olduğu farklı daireler vardır. Kişinin kendisi bu dairelerin merkez noktasını tutar. Başka bir ifadeyle, insan evvelen ve bizzat, cibillî ve tabiî olarak ilk başta kendisiyle meşgul olur. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan,

رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ
“Ey Rabbimiz! Hesabın görüldüğü gün, beni, anne-babamı ve bütün mü’minleri mağfiret buyur!” (İbrahim sûresi, 14/41)

رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِمَنْ دَخَلَ بَيْتِيَ مُؤْمِنًا وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ
“Ya Rabbî! Beni, anne-babamı ve evime mü’min olarak girenleri, erkek ve kadın bütün mü’minleri affeyle!” (Nûh sûresi, 71/28)

âyet-i kerimelerinde, mağfiret talebine, kişinin kendisinden başlamasının ifade buyrulması, bir manada insanın bu tabiî ve cibillî durumuna işaret etmektedir.

Bununla birlikte hakikî bir mü’mini, çevresinde olup biten hâdiselerin alâkadar etmemesi düşünülemez. Esasında mü’min olma bir yana, insanlıktan nasibi olan herkes, bir başkasının yaşadığı acı ve sıkıntılardan, mesela insanların birbiriyle yaka paça olup birbirini katletmelerinden, masumların zulüm ve şiddete maruz kalmalarından ıstırap duyacaktır. Çünkü netice itibarıyla bütün insanlar aynı ağacın birer dalı, meyvesi, yaprağı veya çiçeği gibidirler. Kur’ân-ı Kerim, bize hitap ederken, “Benî Âdem (Âdem’in evlâtları)” diyor. Dolayısıyla vicdanını yitirmemiş her insan, aynı babanın evladı olarak, kardeşinin içine düştüğü acı ve ıstıraplarla alakadar olur, hatta şefkat hissinin derinliğine göre içi yanar, yüreği kanar. Engin bir merhamet ve şefkat hissine sahip olan hakiki mü’min ise, aynı kıbleye yöneldiği, aynı değerlere sahip olduğu, aynı ülkeyi paylaştığı dindaş, soydaş ve vatandaşından başlamak üzere bütün insanların yaşadığı sıkıntı, zulüm ve haksızlıklardan dolayı ateş nereye düşerse düşsün kendi içine düşmüş gibi derinden derine ıstırap çeker.

“Istırap, gece yarısında vuran gong gibi”

Hususiyle İslâm dünyasının günümüzdeki durumuna vâkıf bulunan ve Müslümanlar üzerinde oynanan oyunların farkında olan insanların yaşanan bütün bu hâdiseler karşısında uykularının kaçmaması, ıstırapla iki büklüm olup gece-gündüz inlememesi mümkün değildir. Evet, belli bir dönemde birlik ve beraberlik içinde yaşamış olan, özellikle Devlet-i Aliyye döneminde dört-beş asır boyunca hiçbir problem yaşamadan birbiriyle iyi ilişkiler kurmuş bulunan Müslüman coğrafyasındaki farklı topluluklar, maalesef birbirinin düşmanı hâline getirilmeye çalışılmaktadır. Onların arasına başkaları tarafından ihtilâf ve iftirak tohumları saçılmakta ve böylece onları birbirlerine düşürmek için elli türlü oyun oynanmaktadır. Evet, devletler muvazenesindeki güçlü konumunu muhafaza edebilmek için her yolu meşru görenler, rahat idare etme mülâhazasıyla bölme ve parçalama oyunlarını hız kesmeden devam ettirmektedirler.

Müslümanlar, kendi içlerinde birbirleriyle yaka paça olurken başkaları hakem rolünde onların içine girmekte ve servet kaynaklarının üzerine konmaktadırlar. Bir dönem, koskocaman bir cihan devletinin değişik unsurlarını birbiriyle vuruşturdukları, böylece onu paramparça edip değişik yerlerde onun yeraltı ve yerüstü zenginlikleri üzerine kondukları gibi, günümüzde de aynı emel ve arzularla aynı oyunlar oynanmaktadır. Evet, bir dönem Müslüman topluluklar arasında ihtilaf ve iftirak ateşleri yakanlar, bugün de hem de daha sinsice aynı kötülükleri yapmaya devam etmektedirler.

Üstelik birbiriyle yaka paça olan Müslümanların, kurt gövdenin içinde bulunduğundan dolayı İslâmî değerleri, İslâmî kriterleri koruma mevzuunda bağışıklık sistemi daha bir zayıflamış durumdadır. Birbiriyle didişip duran insanların dengeli bir düşünce, sağlam bir muhakeme ortaya koyması ise imkânsız denecek ölçüde zordur. Zira birbiriyle boğuşan fert ve kitleler, mantıkîlikten uzaklaşır ve hissîliğe girerler. Hatta Kur’ân’ın da işaret ettiği üzere, bazıları bir kısım behâim gibi içgüdülerine göre hareket etmeye başlarlar. Bir an olsun, “Bütün bu vuruşmalar, boğuşmalar İslâm dünyasına ne kazandırır?” düşünmezler. “Neden İslâm dünyası birbiriyle boğuşurken başkaları hakem konumuna geçerek gelip tepemize biniyorlar?” diye bir nefis muhasebesi içine girmezler. Şimdi bütün bu hadiseleri düşünen, analiz edebilen ve olayların perde arkasını görebilen birisi buna rağmen üzülmüyorsa insanlık adına bazı duygularını kaybetmiş demektir.

“Ağlamazsan, bari gülmekten utan!”

Esasen vicdanî hassasiyetini muhafaza edebilenler, insanlar âleminin ötesinde hayvanlar âlemi, nebatat âlemi ve hatta cemadat âleminde gördükleri şeylerden bile müteessir olurlar. Hem âlemlerdeki her bir şeyin Âlemlerin Sultanına bir alamet ihtiva etmesi ve hem insanın mahlûkatın efendisi kılınması itibarıyla vicdan sahibi insanların her bir varlıkla ilgili olması ve hepsinin elemiyle elem duyması insanlığın gereğidir.

Senelerce evvel belgesellerde izlediğim bazı manzaralar karşısında çok etkilenmişimdir. Meselâ birkaç tane aslan bir tane bizonun etrafını sarmış, birisi sırtına sıçramış, birisi ayağını tutmuş, diğeri de boğazına sarılmış ve onu yemişlerdir. Bu tablo benim gözümün önünden gitmez. O masum hayvanın boynuzları olsa da aslanların keskin dişleri ve kuvvetli pençeleri karşısında yapabileceği bir şey yoktur. Bazen yatağa girdiğim ve yorganı başıma çektiğim zaman belki yirmi sene önce seyrettiğim görüntülerde haksız yere bizonu parçalayan bu aslanlara hayalen kendi kendime tuzaklar kuruyor; yayımı geriyor, okumu yerleştiriyor ve “Niye böyle bir masum hayvanı parçaladınız? Alın bu da sizin hakkınız.” deyip okumu onlara atıyorum.

Kaldı ki hayvanlar âleminde bir besin zinciri vardır. Allah’ın etobur olarak yarattığı bir hayvan, diğer hayvanları yiyerek varlığını devam ettirir. Otobur olanlar, anasından çıkar çıkmaz hemen otlara yöneldiği gibi, etobur olanlar da kendilerine göre bir et aramaya yöneleceklerdir. Çünkü onların fıtratları bunu gerektirmektedir. Biz bile yeri geldiğinde bıçağı elimize alıyor ve yemek istediğimiz hayvanı boğazlıyoruz. Ne var ki, bu tabii durumu aklen kabul etmemize rağmen, hissen tesir altında kalıyor, masum bir hayvanın üç beş tane yırtıcı tarafından parçalanmasından canımız sıkılıyor, rahatsızlık duyuyor ve rencide oluyoruz. Zannediyorum vicdanının sesini dinleyen herkes bu konuda aynı duyguları hissedecektir.

Şimdi bir insan, hayvanlar için bile bu tür manzaralardan rahatsızlık duyuyorsa, beri tarafta öldürülen insanlar karşısında onun rahatsız olmaması, kıvranıp durmaması mümkün değildir. Bu açıdan gerek ülkemizde gerekse diğer İslâm ülkelerinde mevcut olan yangınlar karşısında müteessir olmamak, insanın insanlığını yitirdiğine delâlet eder. İnsanlığını yitirmemiş insanlar ise, günümüzde dünyada olup biten bu olumsuzluklar karşısında mutlaka müteessir olurlar.

Mehmet Âkif, Müslümanların maruz kaldığı durumu anlatırken

Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan!
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan!

der.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ
“Müslümanların dert ve ızdırabını içinde duymayan, onlardan değildir.”[1]

Yani bir insanın Müslümanlıktan azıcık nasibi varsa, Müslümanların maruz kaldıkları ıstırapları en azından bir dert hâlinde içinde duyması gerekir. Zaten bunu içinde bir dert olarak duymayan birisi, söz konusu problemleri giderici alternatif bir kısım çözümler geliştirmeyi de düşünmez.

Fakat bu konuda öncelikle herkes kendisine bakmalı ve başkaları hakkında su-i zanda bulunmaktan kaçınmalıdır. Bilemeyiz belki de çevremizdekilerin duyarsız gibi görünmeleri, çok sabırlı ve mukavemetli olmalarından kaynaklanabilir. Aslında onlar da bizim duyduğumuz aynı acıyı içlerinde duyuyor olabilirler. Onların içine de Müslümanların maruz kaldığı problemler karşısında sürekli kan damlıyordur. Fakat onların mukavemet sistemleri çok güçlü olduğundan, bela-yı dertten âh etmemekte, âh edip ağyarı âhlarından agâh eylememektedirler.

İnsanlığın sonunu getirebilecek savaş çığırtkanlığı

İnsanların yaşadığı bela ve musibetler karşısında ıstırap duyma hususunda işin önemli bir tarafı da şudur: Duyarsız kalmak doğru olmadığı gibi, bağırıp çağırmak, etrafı yakıp yıkmak veya şiddete başvurmak gibi eylemler de kesinlikle doğru değildir. Zira çözüm diye ortaya konan böyle bir tepkiyi, ne Müslümanlıkla ne de insanlıkla telif etmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür taşkınlıklara asla fırsat verilmemeli; bilâkis insanî değerler ön plana çıkarılmak suretiyle her türlü canavarlığın önü alınmaya çalışılmalıdır.

Bunun için, yapılan zulüm ve haksızlıklara karşı bir tepki de olsa, çoluk, çocuk, kadın, yaşlı demeden masum insanların katline sebebiyet verecek şiddet ve terör hadiselerinin dinimizden fersah fersah uzak olduğu her fırsatta vurgulanmalıdır. O türlü cinayetlere girenler açıkça kınanmalı ve kaba kuvvet fikrine karşı setler konulmalıdır. Bu konuda düşünce inhirafı yaşayan kimseler mümkünse tadil edilip girdikleri bu dalâlet yolundan kurtarılmaya çalışılmalıdır. Bir taraftan bu yapılırken, diğer taraftan da günümüzün aklı başındaki siyasileri, sosyologları, felsefecileri, pedagogları, terbiyecileri bir araya gelmeli, farklı medeniyetler arasında, şiddet ve savaş dili yerine barış dilini geliştirmeye çalışmalıdırlar. Kimi devletlerin kendi çıkar ve menfaatleri için alevlendirecekleri savaş dili ve çığırtkanlığına karşı da, ortak akılla barış dili ve ortamı oluşturulmalıdır. Bir baştan bir başa bütün dünyayı kasıp kavurabilecek muhtemel 3. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyecek her türlü kışkırtma ve teşebbüse karşı alternatif projeler geliştirilmeli, planlar yapılmalı; bunlardan realize edilmesi mümkün olanlar da hemen hayata geçirilmelidir. Aksi takdirde, günümüzde üretilen korkunç silahlar ve onların kullanılacağı bir dünya savaşı insanlığın sonunu getirecektir.

[1] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1/151, 7/270; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/356

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Zaruriyat ve Fuzuliyat

Günümüzde bir çok şey gibi insanın dünya ve ukba hayatı adına değer vermesi gerekli olan şeyler maalesef olması gereken konumda değil. Her nedense insanlar en çok düşünmeleri gerekli olan şeyleri en az düşünüyor, en önemli şeyleri en sonda bir yere koyuyorlar. Fıkıh Usulü diliyle ifade edilecek olursa, "zaruriyat" gerilerin gerisinde, "hâciyat" onun önünde, "tekmiliyat" ve "tahsiniyat" kadem kadem hâciyatın önünde ve işin en garibi "fuzuliyat" hepsinin önünde. Öte taraftan onlar bu gerçeği fark etmiyor, fark etmeme bir yana yaptıklarına mutlaka bir bahane, bir neden bulup bu düşüncelerini, inançlarını ve onlara bağlı olarak yaptıkları amellerini meşru bir mekana oturtmaya çalışıyorlar.

Zât-ı zü’l-Celâl ve zü’l-Kemâl

Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Ulûhiyetinde hem Celâliyet, hem Cemâliyet vardır. Onun için ona Zât-ı zü’l-Celâl de, Zât-ı zü’l-Cemâl de diyebilirsiniz. Lâfz-ı Celâle her ikisini de muhtevidir. Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımına göre, Rahman ismi Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî yanına bakar ve vahidî tecellî söz konusudur. Ama ehl-i tahkik Celâl’in arkasında ehadî, Cemâl’in arkasında da vâhidî tecellîyi görürler. Bu farklılığı bilmemizde yarar var. Çünkü Üstad’ın herhangi bir mevzuda bir fikir beyan etmeye hakkı varsa, Muhyiddin İbn Arabî’nin, İmam-ı Rabbânî’nin fikirlerini yemeye hakkımız yok. Bediüzzaman haricinde genelde mutasavvifûn ehadî tecellîyi öne almışlardır.

Zevk ve Keramet Avcıları

Soru: İmam-ı Rabbânî Hazretleri Mektubat’ında, "Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binlerce ezvâk, mevâcid ve kerâmâta tercih ederim" diyor. Bu sözü nasıl anlamalıyız?

Cevap: Bildiğiniz gibi "ezvâk", zevk kelimesinin çoğuludur; lezzetler, tatlar ve mânevi hazlar manasına gelmektedir. "Mevâcid" ise, kalbe gelen zevkler, mânevî coşkunluklar ve insanın kendinden geçip nefsini unutacak kadar ilâhî aşkla dolması hâli demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak ele alırsak; mevâcid, bir kulun, evrâd ü ezkâra devam ederek Cenabı Hak’la münasebetini derinleştirmesi sayesinde, metafizik gerilime geçmesinin ve sürekli değişik vâridlere mazhar olmasının unvanıdır. Keramete gelince o, Allah’ın halk etmesiyle Hak dostlarında görülen fevkalâde hâl, söz, davranış, nazar, teveccüh ve tesir demektir. Diğer bir ifade ile keramet, Allah’ı seven, O’na itaat eden ve O’nun tarafından da sevilen veli kullara bahşedilmiş ekstra bir ikram ve Cenabı Hakk’ın özel teveccühünden ibaret bir harikadır. Harikulâde halleri üç kategoride değerlendirmek mümkündür: Peygamberlik davasıyla alâkalı fevkalâde hâllere "mucize"; "tezkiye-i nefis" ve "tasfiye-i kalb"e muvaffak olmuş bir velinin olağanüstü hâllerine "keramet" denilegelmiştir. Bunlardan başka bir de "istidraç" vardır ki, o da, fasık ve facir kimselerin eliyle ortaya konan ve onlar için Allah’ın bir mekri, başkaları için de bir imtihan olan, iman ve salih amele iktiran etmeyen harika bir hâl, söz ve tavırdır.

İnsan bazen, Allah nezdinde kabul gören bir imana sahip olmadan da bazı zevk ve vecd hâlleri yaşayabilir. Mesela; bir insan kendisini mistisizme vererek çok ciddi bir ruhânî zevke erebilir.. yoga ile her şeyi tül pembe göreceği bir havaya girebilir. Vakıa, bunlar da bir uyuşturucu gibidir; bunlar sayesinde insan problem ve sıkıntılarını muvakkaten unutur, geçici bir tatmine ulaşır. O hâlin tesiri geçip de tekrar gerçek hayata, problem ve sıkıntıların arasına dönünce yeniden o türlü şeylere sığınma ihtiyacı duyar ve bir kere daha yogaya, meditasyona, bir kısım mistik ritüellere yönelir. Yeniden translar yaşar, fevkalâde duygular tadar, harikulâdeden bazı şeyler hisseder. Bilmem ki, bütün bunlar, birer mazhariyet midir yoksa maruziyet mi; başa gelen bir musibet midir yoksa bir mevhibe mi? Her ne ise ve Allah’ın ne türlü bir imtihanıysa, bunlar, dine bağlı olmadan da gerçekleşebilir. Mesela, son günlerde adı sıkça duyulan Kabala bu türlü şeylerle doludur. Kabalistler, hep böyle tatmin arayışlarını değerlendirir ve bazen ervâh-ı habiseden, bazen cinden ve bazen de şeytandan istifade ederler. Kabalizm, zahiren, kötülüklerle mücadele metodu gibi gösterilse de, aslında semboller yoluyla güç kazanma isteğine bağlı ve büyüye dayalı bir akımdır. Kaynağının İsrailoğulları’na dayandığı ve Yahudilik’le ortaya çıktığı söylense de, aslında Kabala’nın Tevrat’la hiçbir alakası yoktur; onun menşeini Eski Mısır’ın putperest anlayışına ve Firavunların sihirbazlarına dayandırmak daha doğrudur. Putperest kavimlerin büyü ritüellerini de kullanan Kabala sayesinde habis ruhlar, cinler ve şeytanlar, aldatılmış insanların etrafında meltemler estirirler, değişik esintilerle onları biraz rahatlatırlar, sıcak bir havada bağrı yanan insanı serinletiyormuş gibi, onların yüreklerine de sahte bir serinlik serpebilirler. Fakat, bu da, nefs-i emmârenin, şerir cinlerin ve şeytanların ayrı bir oyunudur.

Tıpkı kâhinlerin bir tane doğru söyleyip yüz tane yalanı yutturdukları, bir doğrunun ardına yüz tane kizb sakladıkları gibi, Kabala, yoga ve meditasyon benzeri uyuşturucu mahiyetli sistemler de belki geçici bir rahatlık sağlayabilirler ama insan gönlünün ihtiyaçlarını karşılayamaz ve kat’iyen onun ebedi taleplerine karşılık veremezler. Aksine, bir süre sonra insanlarda kapanması zor ve daha büyük boşluklar açar, ruhî boşalmalara sebebiyet verir, iyileşmesi adeta imkansız yaralar hasıl ederler. Çünkü bunlar, hak bir dine bağlı değildir. Evet, Mistisizm, Hermetizm, Manihizm, Zerdüştizm, hatta Brahmanizm ve Yogizm gibi akımlar hak bir dine dayalı rûhî tecrübeler sonucunda değil, bir kısım tarihî tecrübeler neticesinde ortaya konmuş yollardır. Bu açıdan, ruhânî zevkler, keşifler, bir manada vecdler, maverâ-ı tabiatı okumalar.. dinin dışında da hasıl olabilir. Mesela, büyücüler, kâhinler ve Parapsikoloji’nin değişik dallarıyla meşgul olan kimseler de sizin önünüze çok fevkalâdeden şeyler koyabilirler. Onların ortaya koyduğu bu şeyler, Allah’a yakınlığa, salih amellere ve ihlasa da dayanmaz; dolayısıyla, Allah’ın maiyyetine, Cenabı Hakk’ın hıfz, riâyet ve inayetine dayanmayan bu harikulâdelikler kat’iyen bir kıymet ifade etmez. Çünkü, bir şeyin kıymet ifade etmesi, Allah’la münasebetine bağlıdır.

İman Sarayının Fikir Mimarı Sen Olmalısın...

Dolayısıyla, zevk, vecd ve keramet türünden olan fevkalâdeliklerde ilk aranması gereken husus, bunlara hak dinin esaslarına dayanan bir yolla mı yoksa batıl bir kısım metodlarla mı ulaşıldığı meselesidir. Şayet, bunlarla varılmak istenen nihaî hedef gönül huzuru ise, o huzura ulaşmanın yolu Peygamberlerin izlerini takip etmektir. Bir dönemde Peygamberlerle varılan hedefe daha sonraki devirlerde de ancak onların arkada bıraktığı işaret taşları takip edilerek varılabilir. Ayrıca, zevk, vecd, keşif ve keramet şeklindeki harikulâdeliklerin bir kıymet ifade etmesinin en değerli yanı da, onların bir istidraç olabileceği endişesiyle ve şu hislerle karşılanmasıdır: "Ben bunlara değil, Sana talibim Allahım. Senden zevk de, keramet de istemiyorum. Sana hâlisâne teveccüh etmeyi diliyorum. Senden tek şey dileniyorum; eğer ezvâk ve kerâmâtla başım dönecekse gözümü hiç açma; illâ açacaksan, gönlümü sadece Sana karşı aç. Bana öyle bir iman ver ki, bin tane şeytan, bin ayrı vesveseyle gelse de hiç sarsılmayayım." Evet, şeytanların vesveseleri karşısında sarsılmama, haramlara ve helallere riayet etmeye ve günahlara karşı tetikte beklemeye bağlıdır. İyi bir kul için esas olan, zevk, vecd ve keramet değil; herhangi bir haram karşısında tir tir titreyerek, bir ilahî emri yerine getirme hususunda da arzulu olarak yaşamak, kulluk vazifesini kusursuz yapmaya çalışmak, ahlâkın ve dini hayatın delinmesine sebebiyet verebilecek olan yasaklardan yılandan-çıyandan kaçıyor gibi kaçmaktır.

Evet, zevk, vecd ve keramet peşine düşmemeli; imanı inkişaf ettirmenin ardında olmalı. İnsan önce ibtidâî, ham ve işlenmemiş bir imanla iman etmiş olur. Başlangıçtaki o iman, kültür ortamına ve çevreye bağlı taklîdî bir imandır. Mesela siz, dini bilen, ona göre yaşamaya çalışan insanların arasında doğup büyümüş, onlardaki inancı görüp Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a inanmışsınız. İşte, sadece böyle bir duyma ve görmeyle elde ettiğiniz iman, taklidî, ham ve olgunlaşmamış bir imandır. O, bir beyin fırtınası neticesinde, kalbinizin heyecan ve helecanları sonucunda, kendi içinizde, kendi duygu, düşünce, teveccüh ve nazarlarınızla oluşturduğunuz bir inanç âbidesi değildir. Şayet iman, insanın âfâkî ve enfüsî tefekkürde bulunması ve akl-ı meâşını (sadece yemek, içmek, evlenmek, helâl, haram demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin rahatını ve nefsin menfaatini düşünen akıl) akl-ı meâda (ilim ve irfanla terbiye edilen, ebedî huzura kavuşabilmek için hâlini ıslâh etmeyi düşünen ve dünyâya değil âhirete değer veren akıl) çevirmesi neticesinde, kalbde Allah’ın yaktığı bir nur ise, onda bir fikir işçiliği de bulunmalı; insan, kendi iman sarayının fikir mimarı olmalıdır. O, işin planını hazırlamalı ama "İşi ben yapıyorum" dememeli; "Halbuki sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır." (Sâffât, 37/96) mealindeki ayet-i kerimenin fehvasınca, iman ışığını yakma ve sarayı inşâ etme işini Allah’a vermelidir. Şu kadar var ki, insanın "benim imanım" diyebilmesi için onda kendi eserinin de olması ve bir yönüyle, irade ve şart-ı adi planında kendine ait bir cehd ve gayretin de bulunması lazımdır.

Plan ve Projelerde Sebeplere Riayet

İnsan, iman esaslarını ilk kabul ve ikrarından sonra, iman hakikatlerini inkişaf ettirme gayretlerine girmelidir. Çocuklar için haftasına, ayına ve yaşına uygun yiyecekler ayarlandığı gibi, insanların herbirinin, kendi durumuna göre imanî ve fikrî inkişafını temin edebilecek bilgilerle donanmaya çalışması gerekir. Akıl, kalb, his, şuur, irade ve hatta zihinde herhangi bir boşluk bırakmayacak şekilde, sürekli bir donanım peşinde olması iktiza eder. Beden ve cismaniyet yönüyle devamlı terakki eden ve gelişen insanın, kalbî ve ruhî hayatı itibariyle de sürekli bir inkişaf içinde olması lazımdır. Salih bir kul, gözünü daima ufuk ötesine dikmeli, daha öteleri düşünmeli ama yüzünü de hep yerde tutmalıdır. Yani, fevkalâde mahviyet ile harikulâde âli-himmeti cem’ etmeli ve öyle âli-himmet olmalıdır ki, "Ben kalbimi seslendirir, gönlümü konuşturursam, elimi uzattığım zaman Cennet’i bile çekip alabilirim, Allah’ın izniyle." diyebilmeli ve buna inanmalıdır. Fakat, "Ben, mikroptan daha zavallı bir mahlukum.. bana bu teveccüh ve ihsanlar nedendir, onu da bilmiyorum!" diyerek başını yere koyup ağlayacak kadar da fevkalâde bir mahviyet ve hacâlet ruhu taşımalıdır.. işte bu, bir mü’minin karakteristik tavrıdır.

Abdülkadir-i Geylânî, Şâh-ı Nakşibend , İmâm-ı Rabbânî, Hâce-i Ahrar, Ebu’l-Hasen el-Harakânî gibi Hak dostları arasında çok erken ve genç yaşında inkişaf eden büyükler de vardır. Mesela, Ebu’l-Hasen el-Harakânî Hazretleri daha doğmadan, Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî onu müjdelemiş; Harakân’dan büyük bir velî çıkacağını tam bir asır önceden haber vermiş ve hatta oradan geçerken "Burada bir nur görüyorum, sırtımı dayayacağım bir amûd-i nuranî görüyorum." diyerek Ebu’l-Hasen Hazretlerinin evini işaret etmiştir. Ebu’l-Hasen el-Harakânî Hazretleri , Bâyezîd-i Bistâmî’nin manevî bir işareti üzerine Kur’an okumaya başlamış; ona medyuniyetini ifade ve onun ruhaniyetinden istifade düşüncesiyle, her gün 10 kilometrelik bir mesafeyi yürüyerek sabah namazlarını manevi şeyhinin türbesinde kılmıştır. İşte, Ebu’l-Hasen Hazretleri gibi bazı insanlar, çok erken dönemde bir mevhibe-i ilahîyeye mazhar olabilir; özel lütuflarla sefiraz kılınabilirler. Fakat, hüküm, proje ve planlar ekstra lütuflara, sürpriz ihsanlara ve harikulâdeliklere bina edilmez. Biz esbab dairesi içinde bulunduğumuzdan dolayı plan ve stratejilerimizi de sebeplere göre yapmak zorundayız.

Allah Rasûlü’nün (sas) tavır ve davranışları bu konuda da en güzel örnektir: O’nun kadar Allah’a güvenen ve Cenabı Hakk’a itimat eden başka bir insan yaratılmamıştır. O’nun, içini dökerek Allah’tan istediği bir şeyin gerçekleşmemesi söz konusu değildir. Allah (cc), Peygamber Efendimizin her isteğini kabul etmiş ve O’na çok hususî lütuflarda bulunmuştur. Bununla beraber, İnsanlığın İftihar Tablosu, plan ve projelerini harikulâdeliklere bina etmemiş, sadece kavlî dualarla yetinmemiş ve her meselede sebepleri de gözeterek gereken esbâbı yerine getirmiştir. Mesela, Bedir Savaşı’na çıkarken "Dua ederiz, Allah bizi muzaffer kılar" demekle iktifa etmemiş; şart-ı adi planında zafere götüren vesileleri de hazırlamıştır. Askerlerini çok stratejik noktalara yerleştirmiş, su kuyularını kapattırmış, açık bıraktığı tek kuyunun başına muhafızlar koymuş ve sebeplere riayetin hakkını da vermiştir. Bunun akabinde de, ilahî nusret ekstradan bir lütuf olarak gelmiştir. Bir Sahabi Efendimiz diyor ki, "Savaş sırasında bütün âfâkı birden bire "İlerle Hayzum!" şeklinde lâhûtî bir sadâ ve bir kamçı sesi doldurdu. Rasûl-i Ekrem buyurdular ki, "Hayzum, Cibril’in atıdır. Kamçıyı vuran da O idi." Hazreti Cibril, o gün başına Zübeyr b. Avvam’ın sarığı cinsinden sarı bir sarık sarmış, sağa sola koşturmuştur. Evet, Allah (cc), Habibini melekleriyle te’yid etmiş; O’nu hiçbir zaman terketmediği gibi, o gün de yalnız başına bırakmamıştır.

İslam tarihinde, harikulâdeden inayete mazhar olunan yüzlerce misal vardır. Onlardan biri de Çanakkale’de şehadet şerbetine koşan Osmanlı erlerine nasip olmuştur. Hazreti Aziz u Kahhar zalimlerin hesaplarını alt-üst etmiş, mü’minleri ilahî riayet ve kilâetiyle muzaffer eylemiştir. Çanakkale’de İngiliz orduları kumandanı Hamilton’un "Sizin ordularınız içinde beyaz atlı ve sarıklı insanlar savaşıyordu" dediği, çokları tarafından bilinen gerçektir. Evet, Bedir’de olduğu gibi daha sonra da, Cenabı Allah, mü’min kullarına yardım için Melâike-i kirâmı yeryüzüne indirmiş; muvazzaf melekler, başlarında sarıklarla etrafa dehşet saçmış ve düşmanların kalbine korku salmıştır. Ne var ki, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) plan ve projelerini asla harikulâde şeylere bağlamadığı gibi, O’nun ümmeti de fevkalâdelikleri proje dışı tutmalı ve kat’iyen esbabda kusur etmemelidir.

İmanda İnkişafın Vesileleri

İşte, hakikî imanı inkişaf ettirme mevzuunda yapılması gerekli olan şeyler ve o hususta hedefe götürücü sebepler nelerse, onların da yerine getirilmesi şarttır. Öncelikle, fikrî beslenme adına âfakî ve enfüsî tefekkürde bulunma, idrak ufkuna uygun bazı şeyler mütalaa etme, kainat kitabını iyi okuyup değerlendirme ve donanımlı bir mü’min olabilmek için ciddi cehd ü gayret ortaya koyma çok önemlidir. Aynı zamanda, nefis tezkiyesi, kalb tasfiyesi ve ruh terbiyesi peşine düşme, evrâd u ezkârda kusur etmeme, geceleri ihyada gevşek davranmama ve Cenâbı Hakk’a teveccühte sürekli olma gibi hususlar imanda vüzuh ve inkişafa götüren mühim vesilelerdir. Evet, bu mevzudaki bir cehd ve gayret, Hazreti Üstad’ın İmam-ı Rabbanî Hazretlerinden naklettiği söze binaen, binlerce zevk, vecd ve kerametten üstündür. Binlerce zevk, vecd ve keramete mazhar olarak Allah’ın huzuruna gitmektense, Zât-ı Uluhiyet’le alâkalı imanî bir meselenin daha gönülde inkişaf etmesi ve imanın bir derece daha kuvvetlenmesi tercih edilmelidir. Onlar, Cenabı Allah’ın insandan istediği şeyler değildir. Kuldan istenen şey; aksine ihtimal vermeyecek şekilde ve riyazi kat’iyyetin kat kat üstünde bir imandır.

Son cümle bana, Nakşî tarikatında pîr sayılan ve "O Kâsım bin Muhammed pek güzeldir; inâyât-ı keremi lemyezeldir" diye zikredilen Kâsım bin Muhammed’i hatırlattı. O, çok ciddi ve gözüyaşlı bir insan olmasına rağmen, Zat-ı Vâcibu’l-Vücud’un varlığı hakkında şüphe ve tereddüt izhar eden birini görünce kahkaha atarcasına güler; "Allah Allah, şu ahmak adama bakın, Zat-ı uluhiyet hakkında şüphe ediyor!.." dermiş. Belki o türlü reybîlerin haline ağlanması gerekir ama o büyük zat, öyle inanmış ki, o hususta şüphe etmeyi ancak ahmaklara yakıştırabildiğini ifade etmek için kendi vakar sınırlarını zorlar ve adeta kahkahayla gülermiş. İşte, öyle inanmak lazım...

Ayrıca, insan imanını marifete çevirme gayreti içinde olmalı, inanmayı tabiatına mal etmeli. Eğer iman, tabiatınızın bir derinliği haline gelmişse, onunla Cennet’e gidebilirsiniz. Zevk-i ruhânîden nasibiniz çok az olsa da, şevk ve iştiyakınız eksik kalsa da, iman içinizde oturaklaşmışsa yine Cuma yamaçlarına ulaşabilirsiniz. Önemli olan, Allah’la irtibatınızdır; eğer O’nsuz edemiyorsanız, O’nu andığınız zaman burnunuzun kemikleri sızlıyorsa, "Amaaan Sensiz bir ânım bile geçmesin!" diyebiliyor ve O’nsuz dakikalarınızı cansız, bereketsiz görüyorsanız, başkaları gibi ağlayıp sızlayamasanız, içinizi dökemeseniz, şevk u iştiyak yaşayamasanız, keşif ve keramete mazhar olamasanız da asıl elde edilmesi gerekeni yakalamışsınız demektir. Hatta geceleri kalkıp alnınızı yere koysanız, saatlerce bir üns esintisi bekleyip dursanız, bir Mevhibe-i İlâhîye arasanız, açılma ve doya doya içinizi dökme isteğiyle çırpınsanız, fakat O, size aradığınızı vermese ve hiçbir şey hissedemeseniz, yine de o seccadede bulmanız gerekeni bulmuş sayılırsınız. Vermek ya da vermemek O’nun Murad-ı Sübhânisine bağlıdır ve en büyük İhsân-ı İlâhî, ihsan ve ikramını hissettirmemektir. Size düşen, meseleyi bu şekilde değerlendirmek ve zevk ya da vecde değil, O’nunla irtibatınızın kuvvetine bakmaktır. Evet, zevk ve vecdleri tatmadan, keşif ve kerametlere mazhar olmadan yaşayıp ölmesine rağmen Cennet’e giden çoktur; ama imansız Cennet’e giren hiç yoktur.

Bu ifadelerimden dolayı, ruhânî zevkleri ve kerametleri hor görüp hafife aldığım zannedilmesin. Onların da bir yeri vardır; ehlullahtan binlerce insan o türlü harikulâdeliklere mazhar olmuş ve eserlerinde o mevzulara da yer vermişlerdir. Anlatmak istediğim husus, onlara kat’iyen gönül bağlanmaması ve asıl maksat gibi bakılmamasıdır. Zevk-i ruhânîyi tatma, cezb ü incizâba mazhar olma, şevk ü iştiyakla coşma gibi şeyler Allah’ın değişik dalga boyundaki mevhibeleri ve atıyyeleridir. Fakat, insan kat’iyen bunlara tâlib olmamalı, bunlar için elini kaldırıp dua etmemelidir. Şayet kendi ihtiyarı haricinde öyle fevkalâde şeylerle karşılaşırsa, o zaman da, bir imtihanla karşı karşıya olduğunu düşünmeli; onlardan dolayı asla caka yapmamalı, kendi nefsine pay çıkarmamalı; onları kendisine bahşedilmiş birer varidat gibi göstermemelidir. Bir insanın, zevk, vecd ve keramet gibi şeyleri bir üstünlük vesilesi sayması ve kendi faziletine terettüb eden birer lütuf şeklinde kabul etmesi vesile-i haybettir, hüsrandır ve aldanmışlıktır. Kulluğu Allah’a bağlama gibi âlî ve çok semereli bir şeyi, Cenabı Hakk’dan gelecek tecelli dalga boyundaki çok küçük çerezlere feda etmek demektir. Çerezlerle oyalanıp o çerezleri dağıtan Cevvâd u Kerîm’i görmeme demektir. Oysa, sadece Allah istenmeli, yalnızca O’nun rızası arzulanmalıdır.

Ahiret Meyvelerini Dünyada Yememeli...

Hatta insan, bazı harikulâde ihsanlara mazhar olduğu zaman, ahirete ait nimetler dünyada, fânî bir surette verildiğinden dolayı üzüntü duymalıdır. Bundan dolayı, kâmilen kalbini Allah’a vermiş insanlar, keşf ve kerametler karşısında, "Ya Rabbi! Ben ne kusur yaptım ki, bana dünyada böyle fevkalâdeden şeyler veriyorsun?" diyerek teessürlerini ifade etmişlerdir.

Aslı münakaşaya açık olsa da anlatmak istediğinden ibret alınabilecek bir menkıbede denilir ki: Bir Hak dostu, ekim mevsimi geldiğinde bir talebesini çağırıp ona bir miktar tohum veriyor ve "Bunu al, hem kendi tarlana hem de benimkine tohum saç." diyor. Talebe, Üstadının emrini yerine getiriyor ve iki tarlayı da ekiyor. Hasat zamanı gelince gidip bakıyor ki, Efendinin tarlasında hiç buğday çıkmamış, tohumların hepsi çürümüş veya serçeler, sığırcıklar taneleri kapmış götürmüş; fakat, kendi tarlası öyle boy atmış ki, belki bir dane yedi başak vermiş. Talebe, Hak dostunun yanına gelince işin hakikatini söylemeye cesaret edemiyor; hayır mülahazasıyla ve Üstadını memnun etme niyetiyle yalan söylüyor. Aslında birini memnun etmek için de olsa yalan söylemek doğru değildir. Yalandan fevkalâde kaçınmak ve insanı Cennet’e koymak için bile yalan söylememek lazım. Üç yerde yalanın tecviz edildiğine dair bir rivayet vardır. Fakat, Hazreti Üstad’ın çağın müftüsü olarak bu konuda verdiği fetvayı esas almak ve "Zaman, yalanı nesh etmiştir" demek daha doğrudur. Üstad Hazretleri, "Maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü, yalanın muayyen bir haddi yoktur; o, su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez" der. Evet, mü’minin her söylediği doğru olmalı; eğer sözü zarar getirecekse, sükût etmeli ama asla yalana girmemeli. İşin doğrusu budur ama o talebe maslahat ve zaruret için bazı âlimlerin verdiği "muvakkat" fetvâyı yanlış yerde kullanıyor ve hocasına "Efendim, maşaallah, sizin tarla bire yüz vermiş; diğer tarlalarda ise hiçbir şey bitmemiş" diyor. Efendi, bu haberi duyar duymaz kalkıyor, hemen başını yere koyuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. "Ya Rab, diyor, ben sadece Seni istiyordum. Ahiret meyvelerini burada yiyip bitirmeyi arzu etmiyordum. Ne yaptım ve ne günah işledim ki, sadece benim tarlamda ürün halk ederek sa’yimin semeresini dünyada veriyorsun?" Sonra da Hazreti Ebu Bekir (ra) gibi sahabe efendilerimizin dünya nimetleri karşısında okuyup ağladıkları "Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz." (Ahkaf, 46/20) mealindeki ayeti okuyup iç çekiyor. Üstadının çok ızdırap duyduğunu görünce, talebe hemen dize geliyor, "Efendi hazretleri, ben sizi üzmemek için hilaf-ı vâki beyanda bulundum. Hiçbir şey bitirmeyen tarla sizinki, başak salan da benimki idi" diyor. Hak dostu anında ellerini açıyor ve "Elhamdulillah Ya Rabbi!" diye hamdediyor.

Bu sözlerimin manası da, "Tarlalarınız başak salmasın, işleriniz hiç tutmasın, her şeyiniz ters gitsin, sa’yiniz hebâ olsun" demek değildir. Ben, Allah rızası hesabına yapılan işler için dünyada karşılık beklememek ve dünyevî mükafât istememek gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Hele halis ubudiyetlerde, yani temeli tamamen taabbüdîliğe bağlı amellerde, Allah korusun, dünyaya ait küçük bir istek aklınızdan geçiyorsa, "Şu namazımı kılarken şöyle bir huzur duyayım, zevk u şevkle coşayım" diyorsanız ve bir de onun ötesinde şirk sayılan "Başkaları da, huzur nasıl olurmuş bir görsünler; nasıl secde edilirmiş benden öğrensinler" şeklinde düşüncelere giriyorsanız, Kabe’nin etrafında dönerken Lât’a, Menât’a temennâ çekiyorsunuz demektir. Bu çok hassas bir konudur. Allah’a kulluk ve namaz, Allah’tan gayrı her şeyden kalbin ferâğını, masivânın gönülden atılmasını gerektirir. Şayet kalbinizde masivâya yer varsa, başka şeyler orada civciv yapıyorsa ve siz şöyle-böyle onlarla meşgul oluyorsanız, mihrabın dışında başka bir yöne dönüyorsunuz demektir.

Sadece Seni İsterim!..

Bu açıdan, aslâ keşif, keramet, haz ve zevk avcısı olmamalı, onlara karşı ciddi bir tavır almalısınız. Fevkalâdeden bazı şeyler, sırlar dünyasından sizin kapınızın önüne dökülünce de, şöyle demelisiniz: "Rabbim, bunu ben taleb etmemiştim ama Sen gönderdin. Acaba, benim kestiremediğim bir hikmetin mi var? Yoksa, yürüdüğüm yol ve hizmet anlayışım hakkında başkalarının su-i zanları ve şüpheleri vardı da onları izale etmek için miydi bu fevkalâde ihsanlar? Benim bir tereddüdüm yoktu Ya Rabbi. Ne Senin varlığın hakkında, ne gönderdiğin Peygamber hakkında, ne de bizim için seçip bağlanmamızı istediğin din hakkında ne bir desteğe, ne de bir direğe ihtiyacım var. Ben Sana, sadece Sana muhtacım. Sen benim olduktan sonra, ben sarsılmadan ayakta duracağıma inanıyorum. Ama bunu gönderdin... Bilemiyorum; ihtimal, birinin bir avansa ve takviyeye ihtiyacı vardı da onun için gönderdin. Eğer bu bir istidraçsa, ondan Sana sığınırım. Benim vefasızlığıma ve zaaflarıma binaen bunu gönderdinse, Sen’den onu istemiyorum; beni vefalı kılmanı, sadıklar arasına katmanı dileniyorum. İçimi vefa ve sadakatle doldur; bin cefa görsem de Sen’den ayrılmama azmi ve kararlılığı içinde bulunayım." Evet, kulluk, bu duygularla dolu olmaktır. Kulluk, Allah’ın kapısında ortaya konan bu samimiyettir. O, imana müteallik bir meselenin vüzuh ve inkişafını dünyada her şeye tercih etmektir.

Allah’tan, O’nun rızasından başka bir şey talep etmeyin. Daha önce değişik vesilelerle ifade ettiğim bir duygumu tekrarlamak istiyorum: Şah-ı Geylâni gelse, başımı ayağının altına koyarım. Annemi-babamı sırtımda gezdirememenin ızdırabını yaşayan ben, onu ömür boyu sırtımda taşırım. Fakat, bana dense ki; "Sen şu hâlinden sıyrılıp, Gavs-ı Azamlıkla serfiraz edileceksin." Size yeminle teminat veririm, istemem ben onu. Çünkü ben hâlimden memnunum. Gözü hiçbir şeye açık olmayan, hiçbir zevk, keşif ve keramet bilmeyen, harikulâdelikler peşine düşmeyen ama kıldığı namaza ve tuttuğu oruca karşılık dünyada hiçbir beklentiye de girmeyen bir kul olarak yaşamak isterim. Yapmaya çalıştığım kulluğa bedel olarak Cennet’e bile razı olmam; onu Allah kendi lütfuyla verirse verir, ama ben sadece O’nu isterim. Bu hâlimi, Hasan Şâzelî’liğe, Ahmet Rufâî’liğe, Şah-ı Nakşibend’liğe tercih ederim. Hâşâ, onları hafife aldığımı zannetmeyin; ben dualarımda onları şefaatçi yapıyorum. Her gün isimlerini sayıyor ve "Allahım beni onların şefaatine mazhar eyle" diyorum. Onların nasıl yüce kâmetler olduğunun ve kendi hiçliğimin, sığlığımın da farkındayım. Fakat, Rabbim varken ve O benim için şu andaki hâlimi takdir buyurmuşken, başka bir konum aramayı ve başka bir hâli taleb etmeyi de kulluk anlayışımla te’lif edemiyorum. O’nun bana takdir buyurduğu ölçüler içerisinde kendi kemalât arşıma yürümem gerektiğini düşünüyor ve hâlime razı olmamayı, başka beklentilere girmeyi nankörlük sayıyorum. Ve bu sözler benim gönlümün sesidir, içimi söylüyorum. Hem, bir ayağımın kabirde olduğunu bilerek ve Allah’ın şahitliğine inanarak söylüyorum.

Evet, yanlış tercihte bulunmamalı; Allah’ı tercih etmeli ve kalbinizi masivâdan boşaltmalısınız. Eğer, düz, sıradan, basit bir insan olduğunuza kendinizi inandırabilirseniz; aynaya baktığınız zaman, "Allah Allah, tabiatım icabı ben merkub olmayı beklerdim ama nasıl olmuş da insan şeklinde yaratılmışım?" diyebilir ve nefsinize bunu kabul ettirebilirseniz, iyi bir çizgide yürüyorsunuz demektir. Dua edin Allah’a, size o ufku nasip etsin. Bunun aksi, bâlâpervazâne iddiadır ve müddeî bugün olmazsa yarın, Allah tarafından konduğu zirveden baş aşağı düşecektir. Hem de çıktığı zirvenin yüksekliği nisbetinde derin bir kuyuya düşecektir.

Zihni Silkelemek

Soru: Bediuzzaman Hazretleri "zihni silkelemek"ten bahsediyor. Zihnin silkelenmesi ne demektir?

Cevap: Zihin; anlama, öğrenme, bilme, ezberleme ve hatırlama kabiliyetidir. Ona, şuur faaliyetlerinin bir havuzu ve bir kütüphanesi nazarıyla da bakılabilir. Çünkü zihin, şuur kanallarıyla sürekli beslenir; şuuraltı ve şuurüstü müktesebât adına elde ettiği bütün bilgileri arşivler ve onları değişik kuvvelerin değerlendirmesine sunar.

Bildiğiniz gibi, iyiyi kötüden ayırt edip iyilikten lezzet ve inşirah duyan, kötülüklerden de muzdarip ve mükedder olan vicdanın, latîfe-i rabbâniye, irade, zihin ve his gibi dört ana unsuru vardır. Değişik vazife ve fonksiyonlarıyla beraber, bunlardan her birerlerinin de bir asıl gayesi bulunur: İradenin asıl gayesi ibadetullah, hissinki muhabbetullah ve latîfe-i rabbâniyeninki müşahedetullah olduğu gibi zihnin gerçek gayesi de marifetullahtır. Bundan dolayı, zihnin sürekli marifetullaha ait malumâtla dolması, Allah marifetine götürecek bilgiyle beslenmesi gerekir.

Ne var ki, zihin çoğu zaman bilim kisvesindeki lâf ü güzâfın, sakat düşüncelerin, yanlış kabullerin ve batıl inançların istilasına uğrar ve muzahrefât diyebileceğimiz bilgi kırıntılarıyla ve fantezi atıklarıyla dolar. İşte, bu sakat düşüncelerden, yanlış kabul ve batıl inançlardan, bilgi görünümlü atıklardan kurtulmak için zihnin esas gayesine döndürülmesine, diğerlerinin yerine marifetullaha götüren malumâtın konulmasına "zihnin silkelenmesi" denilebilir.

Zihin Duruluğu ve Efendimizin Ümmîliği

Bu mevzunun daha iyi anlaşılması için, değişik vesilelerle üzerinde durduğum bir hususu, Peygamber Efendimiz'in ümmiyeti meselesini hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum: Malumunuz olduğu üzere, okuma-yazma bilmeyen ve zihni, annesinden doğduğu gibi saf ve temiz kalan kimseye "ümmî" denir. Allah Rasûlü (sav), "Ey Rasûlüm! Sen vahyimizden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi." (Ankebut, 29/48) ayetinin de açıkça ifade ettiği gibi ümmî idi. Nitekim, kendisine vahiy gelinceye kadar okuma-yazma bilmediği umum ulema tarafından kabul edilmektedir.

Allah Rasûlü (sav) okuma-yazma bilmiş olsaydı, Ehl-i Kitap değişik iddialarda bulunur; Efendimiz'in, Kur'an'da geçen Yahudiliğe, Hristiyanlığa ve kutsal kitaplara dair bilgileri, çok çeşitli bilim dallarına ait ilmî işaretleri ve prensipleri Tevrat'tan, Zebur'dan, İncil'den ya da daha başka kitaplardan aldığını ve onları bir yönüyle ogünkü Arap usulüyle anlattığını söylerlerdi. Fakat, Alîm u Hakîm, Efendimiz'in ümmî olmasını murat buyurmuş ve o tür iddia ve iftiraların gün yüzüne çıkmasına bile müsade etmemiştir. Dost-düşman bunu böyle kabul etmiş ve hiçbir hasım çıkıp da O'nun okuma-yazma bildiğini ileri sürememiştir.

Ancak, Efendimiz'in, kendisine vahiy geldikten sonra okuma-yazmayı öğrenip öğrenmediği konusu ihtilaflıdır, o hususta farklı görüşler vardır. Fakat, Hudeybiye anlaşmasının metnindeki "Rasûlullah" lafzına müşrikler itiraz edip Süheyl b. Amr, "Peygamber olarak kabul etseydik, seninle savaşmazdık. Öyleyse, anlaşma metnindeki "Allah'ın Peygamberi" ifadesi silinmelidir." deyince, Efendimiz orada bile "Ya Ali, (o ifadeyi) göster de ben sileyim" demiştir. Demek ki, Efendimiz, o zaman bile okuma-yazma bilmiyordu. Bununla beraber, İbnu't-Tîn ve İbnü'l-Mülakkin gibi kimseler, hayat-ı seniyyelerinin sonunda Peygamberimiz'in bazı şeyleri öğrendiğini söylerler. Allah Rasûlü, bazı şeyleri göre göre onlara alışmış olabilir; mesela, nâm-ı celîlini tanıyabilir; bir yerde "Muhammed" yazıyorsa onu hat olarak ayırt edebilir. Hamîdullah Hoca'ya da bu konuda çok hücum edildi; "Efendimiz, ömrünün son döneminde okuma-yazma biliyordu" dedi diye o da çok eleştirildi. Oysa, Efendimiz'in ümmiyetinin ömrünün sonuna kadar devam ettiğini kabul etmekle beraber, bazı şeyleri göre göre, göz alışkanlığıyla tanıyor olduğunu söylemek de mahzurlu olmasa gerektir.

Aslında, Efendimiz'in ümmiyetiyle alakalı hususları, sorunuzla ilgili önemli bir mevzuyu nazara vermek, ümmiyetin zihin saflığı ve duruluğu vadettiğini belirtmek için arz ettim. Evet, biz hepimiz zihnimize daha önceden şöyle-böyle girmiş müktesebâtın çocuklarıyız. Hiç farkına varmasak ve düşünmesek de, çoğu zaman biz Cemil Meriç üslubuyla, Necip Fazıl edasıyla, Bediüzzaman'ın ifadeleriyle ya da Nurettin Topçu tarzıyla konuşuruz. Onlara ait söz ya da düşüncelerin bir yerinde ya fiili değiştiririz veya faili çıkarırız ve onları kendimize mal eder konuşuruz. Bunu planlı ve düşünerek yapmayız; onların üslubu, söz ve düşünceleri içimize öyle işlemiş, zihnimizde o kadar yer etmiştir ki, farkında değilizdir onları tekrar ettiğimizin. Tevarüd gibi bir şeydir bu; bir büyük zat kıymetli bir söz söylemiştir, aynı kültürün çocuğu olduğumuzdan ve aynı kaynaklardan beslendiğimizden dolayı, biz de aynı şeyleri söyleriz, ama farkında değilizdir.

İşte, Peygamber Efendimiz'e (sav) hem Kur'an, hem de ondan anlaşılması gereken manalar vahyediliyordu; Allah Rasûlü de o vahiyleri aynıyla ümmetine tebliğ ediyordu. Farz-ı muhal, Efendimiz'in zihninde dışarıdan bazı şeyler yer etmiş olsaydı, zihindeki esneklik ve elastikiyet o vahy-i gayr-i metluvu (lafzı okunmadan mana olarak bildirilen vahiy) sağa-sola çekebilirdi ve dolayısıyla yorumlarda farklılık olabilirdi. Fakat, Efendimiz ümmî idi, başka felsefe ve kültürlerin tesirinde hiç kalmamıştı ve O'nun zihni saftı, dupduruydu, Allah'ın inayet ve hikmetiyle fıtrat üzere, tertemiz olarak korunmuştu.

Rasûlullah'ın, "Biz ümmî bir ümmetiz..." sözünü de bu zaviyeden değerlendirmek mümkündür. Bu hadis-i şerif de, okuma-yazma bilmemeyi değil, başka dünyalara ait bilgi kırıntılarıyla zihnin kirletilmemiş olmasını nazara vermektedir. Evet, Sahabe Efendilerimiz de ümmî idiler. Fakat, onların ümmiyeti, yabancı kültürlerin tesirinde kalmama anlamındaydı. Onlar, Roma ve Fars medeniyetlerinin o gün için çok baskın kültürlerine karşı korunmuşlardı; dolayısıyla zihinleri temiz ve duruydu. Kur'an'ı anlama ve yorumlama hususunda başka kaynaklara müracat etme ihtiyacı duymuyorlardı. Nitekim sonraki nesillerin zihninde meydana gelen bulanıklıkta diğer kültürlerin tesirinde yetişmiş insanların etkisi çok büyük olmuştur. Bedîuzzaman'ın, "Ka'bu'l-Ahbar Müslüman olurken, onun mâlumat-ı sabıkası da müslüman olmuştur." sözü bu çerçevede değerlendirilebilir.

Neyi, Nasıl Okumalı?

Günümüzün insanına gelince; bugün zihinler her zamankinden daha fazla müzahrefâtla doludur. Zihin, böyle muzahref şeylerle dolunca, insan hiç farkına varmadan o malzemeyi evirir-çevirir, kullanır. Bilgi kırıntılarıyla ve yabancı kültürlerin çer-çöpüyle dolmuş, yalan-yanlış bilgilerle kirlenmiş bir zihin, hemen o söz ve düşüncelerin rotasına girebilir ve onlar tarafından idare edilmeye, yönlendirilmeye başlar. İnsan, hiç farkına varmadan, zihninde yer bulan o söz ve düşüncelerin tesirindeki bir akıntıya yakalanabilir. Mesela, günümüzde bir kısım değişik felsefî ve sosyal bilim sahaları tamamen Batı felsefesine dayanmaktadır. Pedagoji ve psikoloji gibi alanlarda sadece pozitivizm ve rasyonalizmin sesi-soluğu duyulmaktadır. Bizim kültür kaynaklarımızla beslendiğine inandığımız çok samimi kimseler bile kitaplarının yarısını Freud'un düşünceleriyle doldurabilmektedir. Dolayısıyla, böyle bir atmosferde o türlü, kökü bize yabancı düşünce ve mülahazalarla bizim insanımızın da zihin ve düşünce ufku kirlenmektedir.

O zaman bize ait olmayan hiçbir şey okumamız mı iktiza ediyor? Hiçbir yabancı kitap okumayalım mı? Mesela, Marx'ı, Sartre'ı ve Camus'yu okumayalım mı? Yanlış anlaşılmasın, o insanların yazdıkları ya da Batı'da kabul gören başka kitaplar okunmasın demek istemiyorum. Bir mü'min, dinî ilimlere ve ruh terbiyesine ehemmiyet verirken, ‘pozitif' ilimler denilen fenlerden, ayrıca edebiyat, tarih ve felsefeden de bir nebze haberdar olabilir. Bir yandan Fizikten Kimyaya, Biyolojiden Astronomiye kadar, modern bilimlerin ana prensiplerini öğrenirken diğer yandan da Camus, Sartre, Marcuse gibi varoluşçu filozoflar ve daha başka Doğu ve Batı felsefesinin ana kaynaklarıyla tanışabilir. Fakat, bir mü'min, önce mutlaka okuması lazım gelen şeyleri okumalıdır. Evet, bizim din usûlü dediğimiz akîde metodolojisi ve fıkıh usûlü gibi öncelikle okuyup öğrenmemiz gereken meseleler vardır. Biz kendi usûlümüzle zihnimizi donatırsak, kendi kaidelerimizi zihnimizin esas dinamikleri haline getirirsek bizi onlar yönlendirir. Yoksa, kendi kültür kaynaklarımızı bilmeden başka felsefeler, başka ideoloji ve kültürler, başka başka yorumlarla meşgul olur ve onları okursak, zamanla aslî meselelermiş gibi görmeye başlayacağımız o felsefe ve kültürler düşünce dünyamıza gelip oturur, zihnimize hükmetmeye başlar ve düşüncelerimizi yönlendirirler.

Evet, bizim belki bir Sartre'dan da alacağımız şeyler olabilir; onun fikirlerine bütünüyle katılmasak da, herkeste potansiyel olarak şöyle-böyle bulunan bir bohemlik realitesiyle alakalı bazı hususları ondan öğrenebiliriz. Freud'un anne-çocuk münasebetlerine dair ortaya attıklarına iştirak etmesek, "libido" nazariyesini yanlış ve yakışıksız bulsak da, onun şuuraltı ile alakalı bazı sözlerini de görmezlikten gelemeyiz. Şimdi, eğer biz, sağlam bilgilerle ve bir yönüyle düşünce dünyamızı koruyacak din usûlüne dair meselelerle donanmış bir zihne sahipsek onları okurken kendi yorumlarımızı da yapabiliriz. Okuduklarımızın faydalı yanlarını alır, kullanır; muhtemel zararlara ve düşünce kaymalarına karşı da korunmuş oluruz.

Zihnin Silkelenmesi Nasıl Olur?

İşte, zihnin silkelenmesini de bu çerçevede anlamak lazım. Bir dönemde, okuyup meşgul olduğumuz, öğrenip değer verdiğimiz hususlarda iyi bir ayıklama yapamamışsak, zihnimize koyduğumuz şeyleri din eleğinden geçirmemişsek ve her nasılsa zihnimiz bir kısım muzahref bilgilerle kirlenmişse, o mevzudaki sabit ve değişmeyen disiplinlerimizi esas ölçü kabul ederek, malumâtımızı ölçüp-tartmamız ve elenenleri kapı dışarı etmemiz, bir nevi zihnimizi silkeleyerek onu çer-çöpten temizlememiz gerekmektedir. Yani, yazıp söylediklerimizin, düşünce ve sözlerimizin dinin esasları zaviyesinden filtre edilmesi lazım. Yoksa, zihnimiz uzun süre silkelenmediği için onda yer eden, oraya iyice yerleşen yanlış kabul ve batıl inançlar düşüncelerimizi yönlendirir ve bizi yanlış hükümlere götürür.

Bu husus sadece ilahiyatçılar için değil, herkes için geçerlidir. Tabipler, pedagoglar, psikologlar... da pozitivist düşüncenin tesirinden sıyrılmak için bu manada bir zihnî silkelenmeye muhtaçtır. Mesela, Batı'nın pedagojisi, onlara has problemler adına ortaya atılmış toplumsal bir reçetedir. Bizim dünyamız için de, bize ait problemlere uygun çare ve yöntemler geliştirmek icab eder. Batılı pedagojiyi alıp aynen uygulamaya kalktığımız zaman temelde bize ait olan disiplinlerin bazılarını gözardı etmiş oluruz. Öyleyse, önce kendi kültür dinamiklerimizi bilmemiz ve başka kültürlerden alacağımız bilgilerin tenkit ve kritiğini yapmamız şarttır. Meseleleri değerlendirirken, naslarla ortaya konmuş temel kaidelerimizi bir projektör gibi hep önümüzde tutmamız zaruridir. Eğer, bizim anladığımız şeyler mantığımızla çelişmediği gibi dinimizin esaslarına da ters düşmüyorsa onları kabul ederiz. Mantığımızla çelişmese de usûl-ü dine muhalif bir husus söz konusu ise, yine dinî esaslara göre hareket eder, problemi mantığımızda ya da üzerinde kafa yorduğumuz meselede ararız.

Mesela, bugün modern iş idaresi kriterlerine göre, "Yapılan bir işe idareciler de katılır, onlar da hizmete iştirak ederlerse sistem daha iyi yürür, daha çok verim alınır." Bu ifadeyi okuyan ya da duyan bir mü'min, hemen bu meselenin dinimizdeki yerine bakmalıdır. Bakarsa görecektir ki, bu husus, Batı'da kabul edilen iş idaresi sisteminin son zamanlarda dile getirdiği bir husus olsa da, temelde bize ait bir disiplindir. Peygamber Efendimiz, "Bir topluluğun efendisi, onlara hizmet edendir." buyurmuştur. Ne güzel bir düsturdur bu!.. Bu düstura göre, Hak katında değer kazanmak istiyorsa, müslüman bir genel müdür de diğer çalışanlar kadar ter dökmeli, hizmet etmeli, kalkıp kendi masasını kendisi temizlemelidir. Bazılarının aklına gelebilir ki, hiyerarşi hiç olmamalı mı? Evet bu manada olmamalı. Saygı ve hürmet muhatabın kabul edeceği bir meseledir, beklentiye girilecek ve aranacak bir husus değildir. Yanında çalışanları takva ve kurbet bakımından kendinden yüce görme meselesine gelince, o da yukarının, idarecinin genel mülahazası olmalıdır. Efendimiz'in (sav), peygamberlikle alakalı meseleler müstesna, halkı icbar ettiği hiçbir husus olmamıştır. El-alem yemek yaparken O'na ocağa üflemek düşüyorsa ocağa üflemiş; odun toplamak düşüyorsa odun toplamıştır. Eşlerine karşı da öyle bir faikiyet iddiası içinde hiç olmamıştır. Gerekmişse, kalkmış bezleri yıkamış, çorba yapmış ve ev halkına sürekli yardımda bulunmuştur. İşte, aslı bizde olan böyle bir hususun kendi kültürümüzdeki derin köklerini görmeme, aksine Batı'dan çıkmış harika bir fikirmiş gibi onu alkışlama bir aldanmışlık; o disiplini dinî kriterlerle ölçtükten sonra bize ters olmadığını, bilakis bizden olduğunu görünce de alıp kullanma ise hakperestliktir ve hikmetin gereğidir.

Hasılı, insanlar, farkına varmasalar da, düşünce yapılarını oluşturan, zihinlerinde yer eden temel felsefeye göre konuşur, yazar ve yaşarlar. Öyleyse, zihne giren her şeyi usûl-ü din süzgecinden geçirme, tertemiz ve dupduru zihinleri bulandırmama adına çok önemlidir. Doğru görme, doğru düşünme ve doğru hükümler verebilmenin yolu, zaman zaman zihni silkeleyip yabancı ve muzahref bilgileri kafamızdan söküp atmaktan geçmektedir.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.