• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Zikir - itminan münasebeti

Fethullah Gülen: Zikir - itminan münasebeti

Soru: Ra’d Sûresi’nde meâlen “Onlar iman edip gönülleri Allah’ı zikretmekle huzur bulan kimselerdir. İyi biliniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle oturaklaşır ve huzura erer.” (Ra’d Sûresi, 13/28) buyruluyor. Kalbleri itminana sevk eden zikrin hususiyetleri nelerdir?

Zikir Alanının Genişliği ve Yanık Nağmeler

Soru: Zikir mülahazasını günlük işlerimiz arasına nasıl içirebiliriz?

Cevap: Sofîlerce, Allah'ın ad ve ünvanlarının teker teker veya birkaçının bir arada anılması ve tekrar edilmesi şeklinde anlaşılan zikir; anmak, hatırlamak, varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah'a ait bir mesaj almak ve O'nu ins-cin herkese ilan etmek demektir. Cenâbı Hakk'ı mübarek isimleriyle yâd etmek, sıfât-ı Sübhâniyesiyle anmak, ef'âl-i ilâhiyesiyle hatırlamak ve "Allah şu işleri nasıl da bin bir hikmetle yapıyor" diyerek takdir ve minnet hislerini ifade etmektir zikir.

Zikir, bazen mücerret bir yâd etme şeklinde olur; bazen onunla beraber bir fikir ve tefekkür de bulunur. Bazen kalbinizde takdir ve tebcil hisleri coşar ve Allah'ın ululuğunu, azametini temâşâ ettiğiniz o an içinizden "Allahu Ekber" demek gelir. Bazen, O'nun sonsuz nimetlerinin sağanak sağanak boşalması karşısında gönlünüzde "Elhamdulillah, elminnetü lillah, eşşükrü lillah" diye bağırma, Cenâbı Hakk'a minnet ve şükranlarınızı ifade etme arzusu hasıl olur. Bir başka zaman, Allah Teâlâ'yı şerikten, nazîrden, zıdd u nidden tenzih sadedinde ya da bazı insanların bir kısım işleri falana, filana veya kendilerine isnâd etmeleri karşısında, "Her şeyin fâili Allah'tır; O, işine başkalarının karışmasından muallâdır, müzekkâdır.. O Sübhândır.." der, "Sübhânallah" diye haykırmak istersiniz. Mesela, bir belgeselde, insan fizyolojisiyle, anatomisiyle ya da ruhun fizikî yapı üzerindeki tasarruflarıyla alâkalı baş döndüren icraât-ı Sübhâniyeyi gördüğünüz zaman, ard arda "Sübhânallah" sözü dökülür dudaklarınızdan; Allah'ı anarsınız, "Ne büyüksün Rabbim, Sen Ahsenü'l-Hâlıkîn'sin" demek gelir içinizden. Bir musibete maruz kaldığınız ya da bir belanın def ü ref'ini gördüğünüz zaman da, yine O'nun merhameti, hıfzı ve inayeti ile alâkalı mülahazalar gelir aklınıza; gelir de siz "Yâ Fârice'l-hemm, yâ Kâşife'l-gamm" yakarışlarıyla bir kere daha O'nu yâd eder ve "Ey sıkıntı ve tasaları kaldıran, ey gam ve kederleri gideren" diyerek O'na yönelirsiniz. Bunların herbiri, değişik şekillerde O'nu zikretme demektir ve hadiselerin insan gönlünde tetiklediği duygularla meydana gelen zikirlerdir.

Bütün Azalarla Zikir

Zikir, hem dil, hem kalb, hem beden, hem de vicdanla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk'ı o güzel isimleriyle, kudsî sıfatlarıyla yâd etmek, O'na hamd ü senâda bulunmak ve tesbîh u temcîdlerle gürlemek, yerinde Kitab'ı okumak, yerinde de aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... dil ile yapılan birer zikirdir. Allah'ın varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek ve basiret yoluyla uhrevî güzellikleri temâşâ etmek de bir kalbî zikirdir. İlâhî emir ve yasakları, kulluk adına yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes'ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir.

Öyleyse, bizim bütün ibadetlerimiz, zekâtımız, orucumuz, haccımız ve namazımız da birer zikirdir. Mesela, namaz, potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Namaz kılmak, Cenâbı Hakk'ın emrine bir riâyettir ama aynı zamanda Allah'ı anmaya da bir vesiledir. Kur'ân-ı Kerim, "Ve ekımi's-salâte lizikrî-Beni hatırlamak için namaz kıl." mealindeki âyetle bu hakikati hatırlatır.

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim mealen şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, düşünen insanlar için ayetler vardır. Onlar ki, Allah'ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: "Ey büyük Rabb'imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!" (Âl-i İmran, 3/190-191) Ayet-i kerimelerde zikirden sonra tefekkür nazara verilmekte ve zikir tefekküre bağlanmaktadır. Ayaktayken, oturuyorken ve uzanmışken Allah'ı zikreden, uzanmış haldeyken bile bir iç anışla da olsa O'nu zikretmelerini kesmeyen ve hayatlarının her safhasını, hemen her faslını zikirle derinleştiren insanların, ömürlerini sürekli zikir-fikir arası seyahatlerle mânâlandırdığı ifade edilmektedir.

Bu ayet-i kerimeyle ve zikir-fikir münasebetiyle alâkalı olarak Hazreti Âişe der ki: Bir gün Rasûlullah yanıma geldi ve "Âişe, bu gece Rabbime ibadet etmem için bana izin verir misin?" buyurdu. Ben de, "Ey Allah'ın Rasûlü, ben senin yakınlığını da severim, isteklerini de." dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza ve Kur'ân okumaya başladı. Çok geçmedi ki ağlamaya durdu. O kadar ağladı ki gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildiriyordu. Baktı ki O ağlıyor, "Ey Allah'ın Elçisi, dedi, Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?" "Ey Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?' Bundan sonra buyurdu ki, 'Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece "inne fi halkıssemâvâti vel ard..." ayetini indirdi. Rasûlullah bunu söyledi, sonra da "Vay onu okuyup da, o konuda tefekkür etmeyenlere! Vay onu çeneleri arasında çiğneyip de onun hakkında derince düşünmeyenlere!" buyurdu.

Her Zaman ve Her Yerde Zikir

Evet, demek ki, zikir için herhangi bir hususi mahal yoktur. Kuran'ı Kerim "kıyâmen, kuûden ve alâcunûbihim" dediğine göre, demek ki insan ayakta, rüku'da, otururken ya da yatarken de Allah'ı zikredebilir. Nitekim, yatağa girdiğimiz veya uyumaya hazırlandığımız zaman, hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre, elimizi başımızın altına koyup, sağ tarafımız üzerine uzandıktan sonra, "Allahümme inni eslemtü nefsî ileyk..." sözleriyle başlayan ve "Allahım, rahmetini umarak, azabından korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Senden başka sığınılacak, Senden başka güvenilip dayanılacak yoktur. Allahım, indirdiğin Kitab'ına, gönderdiğin Peygamberine iman ettim. Allahım, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru. Senin isminle ölür ve yine onunla dirilirim." şeklinde kabaca mealini verebileceğimiz duayı okuyor ve yatarken de O'nu zikretmiş oluyoruz. O an başka şeyler söylememize de hiçbir mani yoktur. Mesela, Peygamber Efendimizin, Hazreti Fatıma ve Hazreti Ali'ye tavsiye buyurduğu gibi 33 kere "Sübhanallah", 33 kere "Elhamdulillah", 34 kere "Allahu Ekber" dememiz de mümkündür ve bu da bir zikirdir. Bundan dolayı, Allah'ın azameti, ululuğu ve üzerimizdeki hakları açısından zikrin zeminini Kitab'ın ve Sünnet'in genişlettiği ölçüde geniş tutmak lazımdır. Çünkü, Cenâbı Hakk'ın lütufları çok geniş dairede bize geliyor, çok geniş dairede O'nun ululuğunu görüyor ve nimetlerine mazhariyetimizi duyuyoruz.. duyuyor ve aynı genişlikte "Sübhânallah! Elhamdulillah, Allahu Ekber" demek geliyor içimizden. Bu açıdan, zikir alanını da elden geldiğince geniş tutmamız gerekir. Yaptığımız her şeye O'nun adıyla başlayıp her işi O'nun adıyla bitirmemiz ve konuştuğumuz şeylerde de sözü evirip–çevirip O'na getirmemiz icab eder ki bu da bir mânâda zikirdir.

Hususiyle, iradenin hakkının verilmesi gereken yerlerde, yani insanın zorlandığı durumlarda meseleyi getirip O'na bağlamak zannediyorum daha çok sevap kazandırır. Yani birileri insanları laubâliliğe, mâlâyânî, boş, lüzumsuz, hatta zararlı şeylere çağırabilir. Yedinci Söz'de dendiği gibi, "Hey, arkadaş! Gel, gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel suretlere bakalım. Şu eğlendirici sözleri dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim." diyebilir. İşte insan, değişik dalaverelerle, lehv ü lağve (boş ve faydasız işlere) çağırıldığı bir yerde, iradesinin hakkını vererek zirek durursa, "Hayır, Allah'ı analım, sohbet-i Cânanla şenlenelim" derse.. -isterseniz bir "iç isyan, iç başkaldırma" da diyebilirsiniz- boş ve gereksiz şeylere karşı bir iç başkaldırma tavrı sergilerse.. o durumda ve bu şekilde bir yönelme iradîdir, diğerlerinden daha güçlü ve daha makbuldür.

Burada istidrâdî olarak bir hususu arz edeyim: Değişik maniler ve engeller karşısında zorlandığınız ama her şeye rağmen hakkıyla yerine getirdiğiniz zikir, fikir ve ibadet gibi mükellefiyetler, düz ibadet, düz zikir ve düz fikir de diyebileceğimiz normal şartlar altında yaptıklarınızla mukayese edildiğinde on kat, belki yüz kat daha faziletlidir. Mesela, bir yönüyle cismaniyetiniz ve bedeniniz sizi bir şeye çağırır. O anda iradenizin hakkını vererek ondan kurtulmanız ve meşru daireden ayrılmamanız çok önemlidir. Diyelim ki, hevâ-i nefsiniz ve şehevânî duygularınız sizi bir günaha çağırıyor, bir kısım dürtülerle sizi bir çukura itmek istiyor.. orada iradenizin hakkını vermeniz ve günah çukuruna yuvarlanmaktan kurtulmanız bazen yüzlerce rekât namaz kılmanızdan daha fazla kazanç sağlayacaktır size. Kezâ, Cenâbı Allah, bazı kimselere bazı istidat ve kabiliyetler vermiştir. Bazı insanlarda bir kısım istidatlar ve kuvveler daha güçlü, kuvvetlidir. Bu istidat ve kuvvelerin bazısı insanın aleyhinde ve dezavantaj gibi de görülebilir; fakat, haddi zâtında onlara terettüp eden vâridat çok fazladır. Eğer, sizin fenalıklara eğiliminize esas teşkil edebilecek duygularınız varsa, o duygular sizi günahlara zorluyorsa ve siz her şeye rağmen o duygulara karşı dimdik durabiliyorsanız, günah çağrılarına cevap vermiyor ve kötülük dürtüleri karşısında eğilmiyorsanız başkalarına göre çok daha hızlı terakki edebilirsiniz. Ne var ki, böyle bir terakkînin semeresini dünyada görmek her zaman müyesser olmayabilir. "En büyük ikram-ı İlahî, ikramını hissettirmemektir" fehvâsınca Allah, iradesinin hakkını veren kullarına ikram ve ihsanlarını hissettirmez; onların meyvelerini ahirette verir; sürpriz yapar onlara ve "gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve insan havsalasının kavrayamayacağı nimetler" lûtfeder.

Bu açıdan, zikir atmosferini korumanın zor olduğu, insanın cismâniyet tarafından tehlike vadilerine çekildiği yerlerde dimdik durup sürekli "Allah" demek, dil, beden ve kalble hep O'nu anmak çok daha önemlidir ve insana daha çok sevap kazandırır. Laubâliliğe, faydasız meşgalelere ve mâlâyânî şeylere açık yerleri bile Cenâbı Hakk'ı zikirle ve mahlukâtı tefekkürle süsleme, zikir ve fikirle oraları da nurlandırma pek faziletlidir. Mesela, herkes hacca gidemez, Arafat'a çıkamaz, Müzdelife bilemez, Mina göremez... fakat, herkes için objektif olan bir şey vardır; o da, insanın cismâniyet ve nefsi itibariyle olumsuzluğa çekildiği yerde iradesinin hakkını verip amel-i salihe yönelmesi.. karanlık zeminleri, sisli atmosferleri ciddi ve samimi tavrıyla nurlandırması.. işte bu, bir yönüyle her yeri o insan için Arafat haline getirir; her yeri Kâbe'nin metâfına çevirir. Peygamber Efendimiz, tehlike anında hudutta nöbet tutan bir insanın bir saatlik nöbetinin bir sene ibadet hükmüne geçtiğini beyan buyurmuyor mu? Bir dakika şehitlik meşekkati çeken bir insan birden bire en büyük velilerden biri olmuyor mu? Evet, bir Arap atasözünde dendiği gibi "Bikadri'l-keddi tüktesebü'l-meâlî-Meşakkat ölçüsünde mükafat elde edilir." Maddî–manevî her türlü muvaffakiyet, maddî–manevî bir kısım mahrumiyetlerin arkasında meknîdir. Ne kadar mahrumiyete katlanır, ne kadar kendinizi sıkar, ne kadar zorlanırsanız, semere ve mükafatınız da o ölçüde kıymetli olur. Şu kadar var ki, "Ben kendimi sıkayım da, daha çok sevap kazanayım" düşüncesi doğru değildir. Allah'tan afv u afiyet istenir, sıkıntı ve meşakket değil. Benim anlatmak istediğim husus: Sıkıntı ve zorluklar karşısında da mümince duruşunuzu korumanız, Cenâbı Hakk'ın rızası arzusuyla kıvamı muhafaza etmeniz sizi normal zamanlarda ve düz yollarda yürürken kazandığınız şeylerin kat kat üstünde fazilete ulaştırır.

Sâkin ve Sâmit Zâkirler

Evet, değişik keyfiyetleriyle ve değişik dalga boyundaki halleriyle zikri umûmî görüp, Cenâbı Hakk'ın bize bahşettiği nimetlere, teveccühlere ve tecellîlere çok geniş alanlı bir zikirle mukabelede bulunmak bizim vazifemizdir. Zikir o kadar geniş alanlı olmalıdır ki, dil, kalb ve sair azalar zikrettiği gibi insanın hal ve tavırları da zikirden nasibini almalı ve onu görenlere de bir manada zikir vesilesi olmalıdır. Zikri ve kulluk şuurunu bütün mahiyetiyle temsil eden İnsanlığın İftihar Tablosu'nu görüp de yüreklerin ürpermemesi mümkün değildi. O'nun gülyüzüne, nuranî çehresine bakanlar mutlaka Allah'ı hatırlıyorlardı. Demek ki bazen tavır, davranış, imaj.. gibi şeyler de vesile-i zikir oluyor. Bazen insan, tavır, davranış, hâl ve duruşuyla da bir yönüyle bir zâkir halini alıyor; adeta bir zâkir-ü sâkin ve sâmit oluyor... Nitekim bir hadis-i şerifte, " Allah'ın velileri öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah hatırlanır." buyurulmaktadır. Bundan dolayı, Cenâbı Hakk'ın bazı seçkin kullarına "Hüccetullahi ale'l-âlemin" yani, "Allah'ın varlığına hüccet olmak üzere dünyaya gönderilen insanlar" denilmiştir. Tabakât kitaplarında pek çok zat için "Görüldüğünde Allah hatırlanırdı." ifadesi kullanılmaktadır. "Secde ettiğinde secdesinde Allah tecelli ederdi." cümlesi de başka bir ifadedir o büyüklerin mücessem zikir olan hâllerini anlatmak için. Mesela, Ka'nebî diye tanınan büyük hadis alimi Abdullah b. Mesleme, bir topluluğa uğradığı zaman onlar bu büyük insanın görünüşünde müşahede ettikleri mehabetten dolayı "Lâ ilâhe illallah" "Sübhanallah" demekten kendilerini alamazlarmış. Onu anlatan birisi der ki: "Ne zaman Ka'nebî'yi ziyarete gitsek onu uçurumun kenarındaymış da neredeyse cehenneme düşüverecekmiş gibi bir vaziyette görürdük." İşte böyle bir insanın hâli elbetteki çevresindekilere tesir eder. Döneminin en büyük alimlerinden birisi olarak bilinen İbn Cüreyc hakkında Abdurrezzak b. Hemmam der ki: "İbn Cüreyc'i ilk gördüğüm zaman dedim ki, işte bu Allah korkusundan yanıp tutuşan birisidir."

Ayrıca, zikir alanını geniş tutma mevzuuna yolda yürüme, koşu bandına binme ve araba kullanma gibi günlük işlerinizi de dahil ederek mütemâdiyen Allah'ı zikretmeniz de mümkündür. Mesela; her gün bir saat araba kullanıyorsanız, yarım saat-kırk dakika yürüyorsanız; o yarım saat ya da kırk dakikalık zamanda bir günlük hizbinizi, belki yarısını belki de bütününü okuyabilirsiniz. Teybinizi açar, ya Kur'an dinler ya da bir ilahîye kulak verir ve onun içinden kendinize göre bir yol bulup O'na yürüyebilirsiniz.. kalbinizi işletip, ruhunuzu söyletebilir, nefsinizin burnunu kırıp şeytana ağzının payını verebilirsiniz. Eğer bir yol arkadaşınız olursa, onun hâlini-hatırını da sorabilirsiniz; ama, bir müddet sonra bir şey okumaya başlayarak hüsn-ü misal teşkil etmeniz de mümkündür. Böyle bir davranışı ille de yol emniyeti mülahazasına bağlamak da doğru değildir; zira, öyle bir düşüncede de nefsanîlik vardır. Esasen, bir şeye binerken, "Sübhânellezî sehhara lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukrinîne ve innâ ilâ Rabbinâ lemünkalibûne Bunu bizim hizmetimize veren Allah'ın şanı ne yücedir; O bu nimeti bize musahhar kılmasaydı, biz buna tâkat getiremez, güç yetiremezdik. Biz elbette Rabbimize dönmekteyiz." (Zuhruf, 43/13) demek, Rabbimizi zikredip hamd ü senâ duygusuyla O'nu anmak sünnettir. Selef-i sâlihîn efendilerimiz işleğe, ata, deveye binerken bu ayeti okur ve şükür hissiyle dolarlarmış. Öyleyse, taksiye, otobüse, trene, uçağa binerken mümkünse bu duayı katlamak lazım; çünkü, bunlar da Allah'ın birer nimeti. "Seni tesbih u takdis ederiz, bu arabayı, bu treni, bu uçağı bize musahhar kıldın Allahım" demek lazım. İşte Allah'ın bu nimetlerine mazhariyetinizi de, onlardan istifade ederken değişik şeyler okuyarak ve Cenâbı Hakk'ı isim ve sıfatlarıyla yâd ederek tam bir zikre çevirebilirsiniz.

En Dokunaklı Ses

Bu meselenin az önce telmihte bulunduğum bir diğer yanı da, sizinle beraber olan insanlara da güzel örnek olmanız ve onlara da yapmaları gerekli olan şeyi telkin etmenizdir. Mesela, size sorsam ve desem ki "En dokunaklı ses hangi sestir?" Şimdi siz, falan sanatçının ya da filan hafızın sesi" diyeceksinizdir. Hayır, en dokunaklı ses her insanın kendi sesidir. İsterseniz deneyin; sesinizi yükseltin gece hiç kimsenin olmadığı ve duymadığı bir yerde. Sizi sadece O'nun duyduğunun ve O'na içinizi döktüğünüzün şuurunda olarak elinizden geldiğince nağmenin en yanığıyla dilendirmeye çalışın elem ve emellerinizi.. başınızı yere koyun ve "Rabbim" diye inleyin.. Size çok dokunacak kalbinizden yükselecek olan o nağmeler.. tebahhur eden denizler gibi buharlaşacak, çiy noktasına ulaşacak ve oradan dönüp yeniden teveccühler halinde sizin kalbinize akacak. İşte öyle bir an ve o türlü bir mekanda sesli okumalısınız.

Hazreti Üstad diyor ki, "Bu gece evrad ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkaları işitiyorlardı. Kalbime geldi ve ‘Acaba bu izhar, sevabımı noksan etmiyor mu?' diye telâş ettim. Sonra, Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâli'nin meşhur bir sözü hatırıma geldi. O demiş: "Bazen izhar, çok defa ihfâdan daha ziyade efdal olur." Yani, açıktan ve sesli okuyunca başkaları da istifade ederler, hatta gafletten uyanıp belki de taklit etmek ve kendileri de aynısını yapmak isterler. İşte, arabanın içinde veya bir yolda yürürken yanınıza aldığınız insana bu mevzuuda bir öncülük yaparsanız, onu da aynı hayırlı amele teşvik etmiş ve alıştırmış olursunuz. Ne biliyorsunuz, üzerine basıp çiğnediğiniz otların, dokunup geçtiğiniz yaprakların ve gölgesinde yürüdüğünüz ağaçların da sizin zikrinizle harekete geçmediğini!. Ne biliyorsunuz, içinde yol aldığınız vasıtanın ihtizaza gelmediğini!. Ben bir yönüyle, o canlı hayvanların da bir ruh –hayvanî ruh– taşıdıklarına inanıyorum. Bu arabaların, trenlerin, gemilerin ve uçakların da Allah tarafından görevlendirilmiş kendilerine göre bir ruhları ya da onlarla vazifeli birer melek olamaz mı? Allah hiçbir şeyi boş bırakmaz; onlara da nezaret eden birileri vardır mutlaka. Neden onu da ihtizaza getirmeyecek, neden onu da coşturmayacak ve neden onu da şahlandırmayacaksınız ki! Bütün bunlarda size dönen bir fayda olabilir; fakat, o faydayı düşünmemelisiniz. Kulların her fırsatta O'nu anmaları onların vafizesi, Allah'ın da hakkıdır. Bununla beraber, siz zikr u fikr ile yola çıkarsanız, Allah da sizi yolda bırakmaz, muhtemel kaza ve belaları def' eder. Emniyetle gider, emniyetle dönersiniz. Fakat, buna bağlıyarak yapmamak lazım zikir ve sair ibadetleri. O netice, Cenâb-ı Hakk'ın lütfunun bir çeşit tecellisi olarak sizin amelinize terettüp etse de siz amelinizde öyle bir fayda gözetmemelisiniz.

İşte böyle geniş alanlı bir zikirdir esas olan.. ve o ille de şöyle olacak, böyle olacak şeklinde daraltılmamalıdır. Belki daraltılacak bir yer vardır; o da, hadis-i şeriflerde ifade buyurulduğu için; hela gibi yerlere girerken sadece "Bismillahi, Allahumme innî eûzu bike mine'l-hubsi ve'l-habâis-Allahım, serâpâ pis olan ve pisliklerle hemhâl bulunan muzır şeytanlardan Sana sığınırım" demekle yetiniriz. İçeriye adım attıktan sonra artık Rabbimizin adını zikretmeyiz. Fakat orası da temiz mülahazalarda bulunmaya mani değildir. Gönül yine temiz tutulabilir; derin istekler onu doldurabilir. Hem o istekler söze dökülmeden melekler onları yazmaz, ancak söylediğiniz şeyleri yazarlar; oraya girmek zorunda bırakıp meleklere eziyet etmeye lüzum olmasa da, orada da saf ve duru hisleri muhafaza etmek mümkündür. Dahası, nerede olursanız olun, temiz mülahazalar kalbinizde belirince, Sahibi bilir onları. –Hâşâ– Sahib o türlü yerlere girmekten münezzehtir, mukaddestir, müberradır. Kezâ, bir haram şey yeyip içerken, bir haram iş işlerken.. mesela, katî haram olduğu bilinen bir oyunu oynarken de O'nun adı zikredilmez. –Allah korusun– haram yudumlarken O'nun adını zikretmede küfre düşme ihtimali bile vardır. Haram olması muhtemel şeylere başlarken de O'nun adını zikretmemek daha uygundur. Bahsettiğimiz mahzurlu yerler zikir alanını daraltma sayılır mı bilemeyeceğim. Belki oralar zikir alanı değildir, Allah muaf tutmuştur oraları. Belki de orada anmama, anmadır. Çünkü, orada da aslında O'nu gönülden anma vardır ve orayı Nâm-ı Celîli zikretmeye yakıştıramamadan dolayı anmama, anmadır.

Son bir hususu daha hatırlatmakta fayda var: İnsan, yeme-içme, yatıp kalkma gibi adetleri Hazreti Muhammed aleyhissalâtu vesselam Efendimize ittiba mülahazasıyla yaparsa o adetler de ibadet hükmünü alır. Efendimizi anma ve bazı şeyleri o yapıyor diye ve onun yaptığı gibi yapma da neticede Allah'ı anmaya dayanır. Efendimizi niye anarız Çünkü, O Allah'ın elçisidir. Hem O büyük bir elçi de değil, en büyük elçidir. Gelen bütün elçiler büyük elçilerdir; O ise, en büyük elçidir. Bir elçi kim tarafından gönderilmiş ise, onu temsil eder. Büyük elçiler kendi ülkelerinin cumhurbaşkanını temsil ederler. Reis-i Âlem, Mâlik-i Âlem, Hâlık-ı Âlem Allahu Teâlâ, Peygamberimizi bu dünya memleketine bir elçi olarak göndermiş mi, göndermemiş mi? Kimin halifesi ve kimin elçisi o zaman? Kimi temsil ediyor? Tabii ki, Allah'ın elçisi ve O'nu temsil ediyor. Öyleyse, Ona karşı bir hakaret de, bir ta'zim de Allah'a râcî olur. Bu açıdan Efendimiz'i anma da Allah'ı anma demektir. Ona salât u selam getirme ve Onun bir sünnetini uygulama da Allah'ı zikretme manasına gelir.

Zikrin hakikî manası ve zikirde ölçü

Soru: Allah’ı ne kadar zikretmeliyiz ya da zikir ne ölçüde olursa yeterli denebilir?

Cevap: Zikir; anma-hatırlama, belli duaları belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah’ı dil ve kalb ile yâd etme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esmâ-i Hüsnâ’dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve lâtife-i Rabbâniye’nin bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.

Dille yapılan zikirde özellikle Cenâb-ı Hakk’ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin irşadı ve gözetiminde, o “En Güzel İsimler”den bazıları belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap ve sünnette kat’î bir şey yoktur. Fakat selef-i sâlihînden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göre çekmişlerdir. Mesela, Allah lâfz-ı celâlinin ebced karşılığı 66’dır. Zikir sırasında bu lâfz-ı celâli bazıları 66 kez, bazıları da 66’nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber, Esmâ-i İlâhî’den hangisinin sizin üzerinizde galip ve hâkim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiye etmişlerdir. Mesela “Lâtîf” ismine mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced hesabından birine göre Lâtîf ismi 129’a denk düşmektedir.

Zikir adına bazıları “Lâ mevcûde illallah” bazıları “Lâ meşhûde illallah” ya da “Lâ ilâhe illallah” ve bazıları da “lâ” dan sonra bütün Esmâ-i İlâhiye’yi birden mülâhaza ederek “illallah” demişler ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhîd”e devam etmişlerdir. Tekkelerde zikir dendiğinde çoğunlukla “Lâ ilâhe illallâh” çekme anlaşılmıştır. Bu zikir “Ondan başka Ma’budu bi’l-Hak, Maksûdu bi’l-istihkak yok; sadece o var” mânâsını ifade etmesi açısından kâmil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf yolları veya tarikat versiyonları “Lâ ilâhe illallah”ta birleşir, onu çeker, sonra da “Muhammedu’r-Resûlullah”la zikri bağlarlar.

Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma, unutan bir insanın hatırlaması olarak değil de hatırlamanın sürekli olması, her fırsatta onu bir kere daha yâd etme ve bunun insan tabiatının bir yanı haline gelmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Bu zaviyeden namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür de bir zikirdir.

Mesela, namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur’ân-ı Kerim, “Beni hatırlamak için namaz kıl” (Tâhâ, 20/14) âyetiyle bu hakikati nazara verir. “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır” (Hûd, 11/114) âyeti de bu hususu ifade eder. Bu âyetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenât teşkil etmesi ve bu hasenâtın seyyiâtı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca, âyet-i kerîmenin sonunda, “İşte bu, Allah’ı ananlar için bir hatırlatmadır” (Hûd, 11/114) denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.

İşte zikri, Esmâ-i Hüsnâ’dan bazı isimleri çokça tekrarlama, Cenâb-ı Hakk’ı anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi ibadetlerimizle sürekli hale getirme ve bu yâd etmeyi tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize mâl etme çerçevesinde anlamak lâzımdır.

Zikirde zirve nokta başta “Lâtife-i Rabbâniye” olmak üzere vicdanın bütün rükûnleriyle Allah’ı yâd etmek, yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her zaman bir nabız gibi atan varlığın ona şahitlik edişine dair mülâhazalarla oturup kalkmak şeklindeki kalbî zikirdir.

Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. “Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yanları üzerinde yatarken de anarlar” (Âl-i İmrân, 3/191) fehvâsınca ne zaman ne de hâl itibârıyla zikrullaha tahdid konmuştur.

Ayrıca, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, sık sık anın. Onu sabah akşam takdis ve tenzih edin” (Ahzâb, 33/41-42) buyurmaktadır. Bu, bize gösterilen bir hedef, yakalamamız gereken bir ufuktur. Cenâb-ı Hakk’ı bize bahşettiği nimetler ölçüsünde anmaya çalışmamız gerekir. Ne var ki, hiçbir zaman Rezzâk-ı Kerîm’in nimetlerine gereğince karşılık veremeyiz. Veremeyiz, zira her gün binlerce defa onu ansak, nimetlerine şükretsek de bu Cenâb-ı Allah’ın üzerimizdeki nimetlerine karşı çok az bir şükür sayılır. Çünkü “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız” (İbrahîm, 14/34) fehvasınca onun sayılamayacak kadar çok nimeti vardır üzerimizde.

Zor Zamanlarda Hizmet

Soru: Şartların ağırlaşması, baskı ve zulümlerin artması bazı kimselerde ümitsizlik hâsıl edebiliyor? Bu tür durumlarda müstakim çizginin korunabilmesi adına yapılması gerekenler nelerdir?

Cevap: Öncelikle bir hususu hatırlatmakta fayda görüyorum. Cereyan eden hâdiselerin dış yüzlerine bakarak aldanmamak lazım. Bazıları güçlerine, kuvvetlerine, tuttuklarını koparmalarına, hâdiselerin lehlerinde cereyan etmesine bakarak aldanabilir, bununla hedefledikleri şeyleri elde edeceklerini zannedebilirler. Oysaki Alvar İmamı’nın ifadeleriyle nice serv-i revan canlar, nice gül yüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar hiçbir şey yapamadan, maksutlarına eremeden geldikleri gibi devrilip gitmişlerdir. Öte yandan, sıradan insanlar gibi mütevazı yaşayan Ebu Ubeyde, Sa’d İbn Ebî Vakkâs, Ka’ka, Tarık İbn Ziyad gibi insanlar, yıkılmaz zannedilen kaleleri yıkmış, aşılmaz denilen surları aşmış, geçilmez bilinen yerleri geçmiş ve Allah’ın izni ve inayetiyle nice başarılara imza atmışlardır.

Kıymetler Üstü Kıymetlere Ulaşmak İçin…

Meseleyi âyet-i kerimenin beyanına bağlayacak olursak, ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ “İşte bu Allah’ın bir fazlıdır, ihsanıdır. Onu dilediği kimselere verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Hadîd Sûresi, 57/21) Bu açıdan hakiki bir mü’min ne imkânların genişlemesi karşısında küstahlaşır ne de şartların zorlaştığı dönemlerde ümitsizliğe düşer. Nefis cümleden edna; vazife cümleden âlâ. İnsan kendisini küçük görebilir. Zayıf ve güçsüz olduğunu düşünebilir. Gerçekten öyle de olabilir. Fakat büyükler büyüğü Zât-ı Zülcelal’e sığındığı ve güvendiği takdirde, görenlerde hayret ve hayranlık duyguları uyaran nice büyük işler yapmaya muvaffak olur.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadeleriyle nice saçı başı dağınık, kapı kapı kovulan insanlar vardır ki ellerini kaldırıp “Ya Rabbi!” dediklerinde elleri boş dönmezler.[1] Onlara zavallı ve derbeder nazarıyla bakabilirsiniz. Ne var ki onlar, Allah katında çok kıymetlidirler. Dışarıdan yıkılmaya yüz tutmuş virane binalar gibi görünseler de gerçekte içleri define doludur. Allah, zayıf ve derbeder görünen bu tür insanlara çok önemli misyonlar, aşkın vazifeler gördürür. Zira onlar, ciddi bir kalb saffetine sahiptir. Allah’a gönülden teveccüh etmişlerdir. Kendilerini sıfırlamış, üzerlerine bir çarpı çekmişlerdir. Onların bu hususiyetleri Cenab-ı Hakk’ın inayet ve rahmetine önemli bir çağrı ve davetiye hükmüne geçmiş ve Allah da onları muvaffak kılmıştır.

İşte önemli olan da Allah’ın hoşnutluğunu elde edebilmek, O’nun rızasını kazanabilmektir. Kendi güç ve kuvvetinden teberrî ederek Allah’ın güç ve kuvvetine sığınabilmektir. “Ben ettim, ben yaptım, ben plânladım, ben başardım.” gibi şirk kokan her türlü düşünceden uzak durarak, elde edilen bütün başarı ve muvaffakiyetleri Allah’a verebilmektir. Meseleye böyle bakılırsa şirke de girilmemiş olur. Biz kendimizi nefyetmediğimiz sürece hem bir kıymet-i harbiyeye ulaşamaz hem de O’nu ispat edemeyiz. Bir mü’min yakinen bilmelidir ki O razı olduktan sonra karıncalara kocaman kuleler yaptırır; gazap ettiklerini de yerin dibine batırır.

Evet, sonsuz bir tanedir. O’nun yanında izafi sonsuzlar yoktur. Mutlak Sonsuz’un karşısında birilerine ille de bir değer verecek, onlar için bir kıymet-i harbiye biçeceksek, onlara düşen hisse “sıfırdır.” Allah ile insan arasındaki münasebet de sonsuz-sıfır münasebetidir. Fakat insan öyle bir sıfırdır ki lafz-ı celâlin “elif”i o sıfırın sol tarafına konduğu zaman birdenbire 10 olur. Daha sonra koyacağınız her sıfırla onun kıymeti de artar. Dolayısıyla insanın tek başına bir zati değeri olmasa da, Allah’a dayandığı takdirde kıymetler üstü kıymetlere ulaşır. Öncelikle herkesin kendi konumunu doğru takdir etmesi lazım.

Bugün Birilerine Yarın Başkalarına Bayram

İkinci olarak, günümüzde Allah’a yürekten inanmış samimi insanlar; ilhada, kibre ve hasede yenik düşen veya hiss-i rekabet ve tenafüsü yanlış anlayan kimseler tarafından iç içe daireler hâlinde kuşatılmış olabilirler. Fakat bu meşum tabloya bakarken asla onun ilelebet sürüp gideceği düşünülmemelidir. Bu tablonun değişmesi ne bütünüyle onların elindedir ne de inanmış gönüllerin; bilakis her şey Allah’ın elindedir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyurur: وَتِلْكَ الأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ “İşte biz şu (zafer ve hezimet) günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/140) Bugün birilerine bayram, yarın başkalarına. Bugün birilerine matem, yarın başkalarına. Böyle bir ilâhî âdet, ilâhî kanun söz konusu. Bunu değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez.

Bu sebeple, hâlihazırdaki mevcut durum gece karanlığına benzer; onun ilelebet sürüp gideceğini zannederek ümitsizliğe kapılmamalı. Her gecenin bir sabahı, her kışın da bir baharı vardır. Şüphesiz ki Allah, dişini sıkıp sabreden her kulunun yardımcısıdır. İçinde bulundukları duruma sabrederek âdeta “sabir” denilen çölün o zehir zemberek otunu yiyen sabır kahramanları, neticede inşâallah şeker şerbet yudumlayacaklardır.

Geceden sonra bir gündüzün geleceğine katiyen inanmanın yanında, geceyi de gece olarak kabul edip mevcut durumda ne yapılabileceğinin hesabı yapılmalıdır. Geceyi olabildiğince kısaltma, bir an önce sıçrayıp gündüze geçme adına çareler düşünülmelidir. Zira gündüz yapılacak bir kısım işler olduğu gibi, gecenin de kendisine göre değerlendirilmesi gereken şartları vardır. Gerek gece gerekse gündüz, yapılan plânlar sadece hâlihazırdaki durum nazar-ı itibara alınarak yapılmamalı; mutlaka istikbal de göz önünde bulundurulmalıdır. Zira ne geceler ne de gündüzler devamlıdır. Gündüzü yaşayanlar, bir gecenin geleceğini, geceyi yaşayanlar da arkadan bir gündüzün geleceğini nazardan dûr etmemeli ve adımlarını buna göre atmalıdırlar.

Diyelim ki apaydınlık bir gündüz yaşıyorsunuz. Adanmış gönüller olarak ruhunuzun ilhamlarını dünyanın dört bir yanına duyurma istikametinde pürneşe, ferih fahur koşturuyorsunuz. Her yerde pazarlar, panayırlar kuruyor ve size ait değerleri teşhir ediyorsunuz. Başkaları hür iradeleriyle bunları kabul eder etmez, ayrı mesele. Fakat siz, bunu bir vazife telakki ediyor ve bu vazifeyi yapmadığınız takdirde Allah’ın hesap soracağından korkuyorsunuz. Bunları yaparken, mutlaka gündüzü takip edecek bir gece için de plânlarınızın, stratejilerinizin olması lazım. Zira dünya kurulduğu günden beri insanlık âleminde mütemerritler, zalimler, mülhitler hiç eksik olmamıştır. Bu tür insanların pusularını kurup bir yerlerde hazır beklediğini ve fırsat ellerine geçer geçmez hücuma kalkışacaklarını unutmamalısınız. Böylelikle ne gündüzün aydınlığına aldanıp ferih fahur yaşarsınız; ne de gecenin karanlığına takılıp paniklersiniz.

Cenab-ı Hak namaz, oruç, hac, zekât ve kurban gibi ibadet ü taatlerimizi bile belirli bir takvime bağlamıştır. Bir Müslümanın günün hangi saat diliminde hangi namazı kılacağı bellidir. Fecir vaktinde sabah namazı, gün içinde öğle ve ikindi namazları, güneş battıktan sonra da sırasıyla akşam ve yatsı namazları kılınır. Hatta teheccüt, kuşluk ve evvabin gibi nafile namazların dahi gün içerisinde hangi vakitlerde kılınacağı tayin edilmiştir. Nasıl ki Allah Teâlâ bizim yıllarımızı, aylarımızı ve günlerimizi böyle bir takvime bağlamıştır. Aynen bunun gibi bizim de içinde yaşadığımız zaman diliminin şartlarına göre yapılması gereken vazifeleri çok iyi tayin etmemiz gerekir. Bu konuda her mü’min, “think tank” kuruluşlarında, strateji merkezlerinde çalışan uzmanlar gibi hareket etmelidir. Başta kendisinin ve ailesinin hayatını, sonrasında da içinde bulunduğu heyet-i âliye içerisinde nasıl bir vazife eda edeceğini çok iyi planlamalıdır. Allah’ın kendisine ihsan ettiği aklı, mantığı, muhakemeyi çok iyi işletmelidir. İleriye yönelik plânları, projeleri olmalıdır. Sürekli topluma ve insanlığa faydalı olacak bir şeyler üretmelidir. Kısaca her daim faaliyet içerisinde olmalıdır. Aksi takdirde işlemeyen aletler gibi paslanır, küflenir ve işe yaramaz hâle gelir.

Durmamanın Sırrını Keşfetme

Öte yandan içinde yaşanılan zamanın şartları her ne olursa olsun, durmamanın sırrını keşfetmek gerek. Sürekli, “Şimdi ne yapılır?” diyerek doğru hareket stratejisini belirlemek çok önemlidir. İster aşağı doğru inilsin, ister sarp yokuşlar çıkılsın, önemli olan, hiç durmadan hâle uygun hareket edebilmektir. Bazen olur Safa-Merve tepeleri arasında yapılan say’in bir kısmında olduğu gibi “hervele” yaparsınız; koşturur durursunuz. Bazen de sa’yin geri kalan kısmında olduğu gibi ağır adımlarla yolunuza devam edersiniz. Eğer izdihamdan ötürü yolunuza devam edemeyecek olursanız bu defa da yerinizde zıplamaya başlarsınız. Fakat durmazsınız.

Durursanız, dökülürsünüz. Hareketinizi kaybettiğiniz anda yere kapaklanırsınız. Ciddi bir cazibe kuvvetine kapılır ve sürtünmeden dolayı aşınmaya başlarsınız. Gideceğiniz yere varana kadar da meteorlar gibi eriyip yok olursunuz. Fakat hiç durmaz, varlıkla ahenk içinde hareket eder, gece demeden gündüz demeden bulunduğunuz yerde sürekli dönüp durursanız, canlılığınızı devam ettirirsiniz. Bu, Allah’ın kâinat kitabına koyduğu bir kanundur. İnsan da bir yönüyle fizik âlemin kanunlarına tâbidir.

Hâsıl-ı kelam, eğer hareket etmeye, işlemeye devam ederseniz Allah’ın izniyle hep dimdik kalırsınız. Kendinizi ümitsizliğe, tembelliğe, rahat ve rehavete salar ve durağanlaşırsanız dökülür yollarda kalırsınız. Tarihe bir göz atacak olursanız, bunun onlarca misalini görebilirsiniz. Ne zaman toplumlar ve devletler durağanlık dönemlerine girmiş, saraylarda vakit geçirmeye başlamış, kendilerini rahat ve rehavete salmışlarsa, tarihin sayfalarından silinip gitmişlerdir. Heyecan ve safiyetlerini koruyan, sa’y ve gayretleriyle bir cazibe merkezi oluşturan toplumlar ise kendileri ayakta kaldıkları gibi daha küçük ve zayıf yapıları da yanlarına çekmişlerdir.


 

[1] Müslim, cennet 46-48; Tirmizî, menâkıb 124.

Zulmün yeni bir versiyonu ve şeklî Müslümanlık

Fethullah Gülen: Zulmün yeni bir versiyonu ve şeklî Müslümanlık

Soru: Zulüm ve haksızlıklara sessiz kalmayıp insanları kötülüklerden sakındırmaya çalışan kişiler iftira, tehdit, baskı gibi saldırılara maruz kalıyor. Bunlara karşı Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’e uygun davranış tarzı nasıl olmalıdır?

Cevap: Cenâb-ı Hak;

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/110)

âyetiyle, insanlar içerisinde çıkarılmış en hayırlı ümmetin ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) olduğunu beyan buyurmuştur. Bu en hayırlı olma vasfını da ma’rufu emretme ve münkerden alıkoymaya; diğer bir tabirle, iyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğün zararlarından da insanları korumaya çalışmaya bağlamıştır. Bu açıdan mü’min, melekleri bile imrendirecek örnek bir nesil oluşturmak için, bir taraftan ma’rufu emrederek insanların iyilik ve güzelliklerle serfiraz olmalarını sağlamalı; diğer yandan da Allah’ın (celle celâluhu), Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), akl-ı selimin ve tabiat-ı beşeriyenin çirkin gördüğü şeylerden insanları alıkoyma gayreti içinde olmalıdır.

Hissettirmeden iyilik

Kötülüklerden sakındırma işinin çerçevesinin çok iyi ortaya konulması ve sınırlarının da çok iyi belirlenmesi gerekir. Öncelikle kötülüklerden sakındırmada, tavrın şahsa değil, o şahısta bulunan kötü sıfatlara yönelik olduğu unutulmamalıdır. Farklı bir ifadeyle kötü sıfatların her biri insanlara bulaşmış birer virüs gibidir. Asıl gaye virüsün giderilmesi, böylece şahsın tekrar sıhhat ve afiyete, emniyet ve huzura kavuşturulmasıdır. Dolayısıyla bir mü’min, olumsuz sıfatlara karşı tavır alsa, hatta onlara karşı ilân-ı harp etse bile, o, bu sıfatları taşıyanlara karşı olabildiğince merhametli olmalı, elinden geldiğince onlara karşı yumuşak bir dil ve üslûp kullanmalıdır. Öyle ki siz, kötülük yapanları kötülükten sakındırırken onlar kendilerine karşı bir tavrınızın olup olmadığının bile farkına varmamalıdır. Evet, siz üslûbunuzdaki inceliğinizle öyle hareket etmelisiniz ki, onlar tıpkı elbiselerini sırtlarından çıkarıp attıkları gibi, hiç farkına varmadan sahip oldukları bu kötü sıfatlardan sıyrılıvermelidirler. Böyle hareket etmek, peygamberane bir tavrın ve peygamber yolunun bir gereğidir.

Olumsuz tavır ve davranışlara karşı siz de farklı bir olumsuzlukla mukabelede bulunursanız, olumsuzlukları önleme bir yana onları daha da katlamış olursunuz. Özellikle insanlara sürekli menfiliğin pompalandığı ve bunun etkisiyle onların da pek çok menfi tavır ve davranışın içine girdiği günümüzde bu mesele daha bir önem arz etmektedir.

O hâlde siz, -Hazreti Mevlâna’nın yaklaşımıyla ifade edecek olursak- şefkat ve merhamette herkesin başını okşayan Güneş gibi, tevazu ve alçak gönüllülükte ayaklar altındaki toprak gibi, cömertlik ve yardımda yeşilliklere hizmet eden yağmur gibi, başkalarına faydalı olmada gölgelerinde başkalarını yararlandıran ağaçlar gibi, ayıpları örtmede her şeyi görünmez kılan gece gibi, hiddet ve asabiyette hareketsiz duran ölü gibi, hoşgörüde uçsuz bucaksız deniz gibi olmalısınız. Hususiyle aynı kıbleye yöneldiğiniz, aynı yere secde ettiğiniz hâlde şeytanın dürtüleri veya nefs-i emmarenin yönlendirmesiyle bir kısım hata ve yanlışlıklara sapan ve sizden uzaklaşan insanlar karşısında aynı tavrınızı korumalısınız. Onlar, sizden uzaklaşsa da siz yerinizde durmasını bilmelisiniz. Çünkü onlar, sizden on kilometre uzaklaştığında siz de on kilometre uzaklaşırsanız, aradaki uzaklığı yirmi kilometreye çıkarmış olursunuz. Fakat siz olduğunuz yerde durursanız, aradaki uzaklığı yarıya indirirsiniz. Bu uzaklaşma da onlara ait bir hata olur. Şayet onlar, bir gün pişman olur ve dönüp gelmek isterlerse, o zaman çok zahmet çekmez, işledikleri hataları değişik diyalektik ve demagojilerle telâfi etme gayreti içine girmezler. Fitneyi büyütmek iş değil, önemli olan, fetanet kalkanıyla ona karşı çıkmak ve Allah’ın izniyle onu bitirmektir.

İzzet ve haysiyet duygusuyla imtihan

Bazıları, bu tür insanlara karşı tavır almayı, şeref, haysiyet ve izzetlerini korumanın bir gereği sayabilirler. Fakat şeref ve haysiyetini âdeta başında bir taç gibi taşıyan ve bu konuda zirveyi temsil eden İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), daha sonra elde edeceği kazanımları düşünerek yeri geldiğinde kritik bazı noktalarda bir adım geriye çekilmiştir. Böylece yeri geldiğinde geri çekilmenin Müslümanca bir strateji olduğunu bize göstermiştir.

Meselâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’de bulunan ashabını, umreye götürmek üzere yola çıkarmış, onlarla birlikte atın ve devenin sırtında yaklaşık 400 kilometrelik yol kat etmişti. Fakat Mekke’ye altmış yetmiş kilometrelik bir mesafe kaldığında, karşılarına Mekkeli müşrikler çıkarak onları Mekke’ye girmekten menetmişlerdi. O gün itibarıyla henüz gözü hakikate açılmayan fakat askerî dehası herkesçe müsellem bulunan Halid İbn Velid, emri altındaki askerî birlikle Müslümanları kuşatmıştı. Buna karşılık İnsanlığın İftihar Tablosu ses çıkarmamıştı. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/275-276) Hâlbuki orada sahabe efendilerimiz, O’nun bir işaretiyle ölesiye bir mücadelenin hakkını verir; Allah’ın izniyle Halid İbn Velid’i de, Amr İbnü’l-Âs’ı da aşar ve Kâbe’ye girerlerdi.

Kendi haysiyet ve şerefinin yanında, arkasına aldığı insanların şeref ve haysiyetlerini de kendisine emanet kabul eden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabına söz vermiş olmasına ve onların da hissiyatlarını bilmesine rağmen, Müslümanların o sene Mekke’yi ziyaret etmeksizin döneceklerine dair anlaşma maddesini kabul etmişti. Anlaşma yapıldıktan sonra umre vazifesini yerine getirmeden ashabıyla beraber Medine’ye dönmüştü. Aynı şekilde O (sallallâhu aleyhi ve sellem), anlaşma metninin başına yazılan “Allah Resûlü” ifadesine müşriklerin itirazları üzerine bunun da silinmesini emretmişti. Keza Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye’de zahiren Müslümanların aleyhinde gibi görünen “Mekke’den Medine’ye gitmek isteyen olursa kabul edilmeyecek; aksine Mekke’ye dönen kimselere de engel olunmayacak.” vb. anlaşma maddelerini de kabul etmişti. Hatta anlaşma esnasında Ebû Cendel Hazretleri gibi Mekke’de işkence gören bazı Müslümanlar kaçarak Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) sığınmış, fakat müşriklerin diretmeleri üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) istemeyerek de olsa onları iade etmişti.

Bütün bu hâdiseler, bir yönüyle onurun, itibarın bittiği bir noktadır. Yaşananlar karşısında sahabe efendilerimizin çektiği ızdırap ve acıların tamamını vicdanında yaşayan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu olup bitenleri sineye çekmişti. Bir yönüyle bakıldığında, bunlar geri adım atma olarak değerlendirilebilir. Fakat aynı zamanda bunların her birisi, metafizik gerilime geçme ve daha sonra ileriye adım atma adına çok önemli birer hamledir. Nitekim buradaki geriye bir adım atma, daha sonra Kâbe’nin fethinin zemin ve şartlarını oluşturmuş ve konjonktürü öyle müsait bir hâle getirmiştir ki, Müslümanlar, oluşan bu atmosferde rahatça Mekke’nin fethini gerçekleştirmişlerdi.

Aktif sabır ve inayet tecellilerinin eseceği ân

Günümüze gelince bizim de onurumuza dokunulabilir, gururumuz kırılabilir ve rencide edilebiliriz. Yaptığımız en makul ve güzel işlere bile karşı çıkılarak bunların şeytanî işler olduğu ithamına varacak kadar kin, nefret ve hasede maruz kalabiliriz. Belli bir dönemde size, dinî duygu ve düşünceye tahammül edemeyenler taarruz ediyor, iğneden ipliğe her şeyinizi tetkik ediyor ve mercek altına alıyorlardı. Aradan yıllar geçti ama değişen çok fazla bir şey olmadı. İnanmayan insanlardan sonra onların yerine a’raftakiler geldi ve bu zulmü devam ettirdiler. Onlar da gittikten sonra bu sefer belli güç ve imkânları eline geçiren bir kısım Müslümanlar geldi. Onlar da bir zamanlar dindarlığınızdan dolayı size zulmedenlerin yaptığını reva görmeye başladılar. Anadolu insanının bin bir emek ve gözyaşıyla açılmasına vesile olduğu üniversiteye hazırlık kurslarına, yurtlara ve okullara hiç kimseye yapmadıkları şekilde garazkâr bir üslûpla tavır aldılar. “Bir açık bulabilir miyiz?” diye bazı insanları o eğitim yuvalarının üzerine saldılar. Zira hazımsızlık ve haset, bazen insana, kâfirin yapmadığı kötülükleri yaptırır.

Fakat biz, bütün bu kötülükler karşısında hiç sarsılmamalı, onurum gururum dememeli, bilâkis, Cenâb-ı Hakk’ın, bazı hikmetlerden ötürü kötülüklere izin verdiğini ve eğer izin vermese hiç kimsenin zarar veremeyeceğini mülahazaya almalı, hikmetine ve rahmetine itimat içinde O’na yönelmeli;

Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ
İkisi de câna safâ, lütfun da hoş kahrın da hoş.

demeli ve Hak’tan inayet tecellilerinin eseceği ânı beklemeye durmalıyız. Zulüm ve haksızlıklar din düşmanlarından da gelse, a’raftakilerden de gelse, hasede yenik müminlerden ya da şeklen Müslüman gözüken ve alnını yere koyan kimselerden de gelse biz, bu konudaki duygu, düşünce ve temel disiplinlerimizden kat’iyen fedakârlıkta bulunmamalıyız. Bağrımız her zaman herkese açık olmalı, herkese sevgi buketleri göndermesini bilmeliyiz. Bize ok atanlara karşı, oklarımızın ucuna birer gül takmalı, onların dünyalarına güller yağdırmalıyız. Onlar ister bunu anlasın ister anlamasınlar. Biz, usûl ve üslûp adına Kur’ân ve Sünnet’ten ne anlıyorsak son nefesimizi verinceye dek ona sadık kalmaya devam etmeliyiz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Zulüm Karşısında Alınacak Tavır

Soru: Hemen her çeşidiyle zulmün çok yaygın bir hâl aldığı günümüzde, ondan uzak kalma adına nasıl bir duruş sergilenmelidir?

Cevap: Zulüm hem Kur’ân-ı Kerim’de hem de Sünnet-i Sahiha’da çok geniş anlamlı olarak ele alınmıştır. Fakat kısaca o, haddini aşma ve başkasının hakkına tecavüz etme demektir. Elbette onun da kendi içinde dereceleri vardır. Mesela siz, bir karıncayı öldürdüğünüz zaman zulüm işlemiş olursunuz. Çünkü hiç kimse haksız yere bir hayvanın yaşama hakkını elinden alamaz. Eğer haksız fiilinizin konusu bir insan ise elbette o zaman işlediğiniz zulüm daha da büyük olacaktır. Bir topluluğa yapılan zulme gelince, o diğerleriyle kıyaslanmayacak ölçüde çok daha büyük ve korkunç bir cürümdür.

Hangi çeşidiyle olursa olsun, zulüm öyle Allah belâsı bir inhiraf ve sapkınlıktır ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, اِتَّقُوا الظُّلْمَ فَإِنَّ الظُّلْمَ ظُلُمَاتٌ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Zulümden uzak durun. Zira o, kıyamet gününde insanı boğacak ve bunaltacak üst üste karanlıklar şeklinde onun karşısına çıkacaktır.” (Buhârî, mezâlim 9; Müslim, birr 56) buyurmak suretiyle onun uhrevî yansımalarına dikkat çekmiştir. Yani insanın bu dünyada gerek hayvanlara gerek insanlara gerekse Allah’a karşı yapmış olduğu zulüm ve haksızlıkların her birisi ayrı bir dert ve sıkıntı olarak ahirette onun karşısına çıkacaktır. Bu dünyada sınır tanımayan ve had bilmeyen zalimlere Allah ahirette hadlerini bildirecektir.

Muhakkik âlimlerin, zulmü, imana girmeye mâni engellerden birisi olarak kabul etmeleri de ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. Hatta o, Allah’a iman etmeye mâni olduğu gibi, iman etmiş olan insanların iman dairesinin dışına çıkmaları adına da önemli bir sebeptir.

Zulmün Engellenmesi

Zulüm, insanlık adına bu ölçüde kötü ve çirkin olduğuna göre mutlaka önünün alınması gerekir. Hadisin ifadesiyle herkes tasarruf kabiliyetine, takatine ve konumuna göre bazen eliyle bazen de diliyle zulmün önüne geçmeye çalışmalı; buna güç yetiremediği durumlarda da en azından kalbiyle zalime buğz etmelidir. (Bkz.: Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11; Ebû Dâvûd, salât 239) Nitekim zulme karşı sessiz kalınmaması gerektiğini ifade eden, مَنْ سَكَتَ عَنِ الْحَقِّ فَهُوَ شَيْطَانٌ أَخْرَسُ “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” sözü meşhur olmuştur.

Bazı küçük zulümleri önlemek fertlerin imkân ve iktidarı dâhilindedir. Fakat bazı zulümler de vardır ki onlar ancak devlet eliyle önlenebilir. Hatta mükemmel şekliyle olmasa bile şöyle böyle adalet ve demokrasinin hükümferma olduğu günümüz dünyasında işlenen öyle zulümler vardır ki devletler de onların üstesinden gelemezler/gelemiyorlar. Kan seylaplarının insanları sürükleyip götürdüğü, yuvaların yıkıldığı, çocukların yetim, eşlerin dul kaldığı, vahşet ve şenaatlerin birbirini takip edip gittiği bu zulümlerin önlenmesi ancak uluslararası bazı kurum ve kuruluşların eliyle mümkün olur. Bu açıdan, mani olacak güce sahipken zulüm karşısında sessiz duran, ister fert ister devlet isterse de uluslararası bir kuruluş olsun, dilsiz bir şeytandır; zulmü engelleme imkânı bulunduğu hâlde buna göz yumduğu için bir yönüyle zulme ortak olmuş olur ve ahirette de buna göre muamele görür.

Zulme karşı tavır almak ve onu engellemek çok önemli olduğu gibi, bu konuda takip edilecek doğru stratejiyi belirleme ve üslup hatasına düşmeme de en az bunun kadar önemlidir. Daha baştan insan haksızlıkları nasıl önleyebileceğini iyi hesap etmeli, kendi imkânlarının farkında olmalı ve aynı zamanda zulmü önleyeceğim diye daha büyük fitnelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermemeli, hayır yapıyorum diye şer yapmamaya dikkat etmelidir.

Zulümle Hiçbir Yere Varılamaz

Bazıları irtikâp ettikleri zulüm ve haksızlıklar yoluyla hedeflerine varacaklarını zannetseler de büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü bugüne kadar zulüm yoluyla bir yere varıldığı veya herhangi bir hakkın ikame edildiği hiç görülmemiştir.

Öte yandan zulümle bir yere varılması mümkün olmadığı gibi, onunla kaybedilen hakların geri alınması da mümkün değildir. Eğer insanlar zulüm yoluyla bir yere varmaya veya kaybettikleri haklarını elde etmeye çalışırlarsa bu, yeni yeni zulümlerin ortaya çıkmasına, hukukun çiğnenmesine ve adaletin paramparça olmasına sebebiyet verecektir. Eğer hakkın hâkimiyeti ve adalet talep ediliyorsa, işin bidayetinden nihayetine kadar hakka bağlılığın elden bırakılmaması gerekir. Çok defa ifade ettiğimiz bir tabirle söyleyecek olursak, hedef meşru olduğu gibi ona ulaştıracak vesile ve yolların da meşru olması lazımdır.

Peki, günümüzdeki bunca zulüm ve haksızlıkları önlemek bizim elimizden gelir mi? Bunun ne kadarına muvaffak olabiliriz? Bunu bilemiyoruz. Fakat önemli olan ıslah ve tamir yolunda olmaktır. Bu yolun yolcularına düşen vazife, her zaman hak ve hakikatin temsilcisi olmak, herkese bağrını açmak ve aynı zamanda yapılan zulüm ve haksızlıklara da aynıyla karşılık vermemektir. Nâbî’nin ifadesiyle söyleyecek olursak,

Cevr ile kimseyi bîzar etme
Sana cevr etse de azar etme
Varma şekvâ ile bâb-ı şâha
Sana cevr ideni sal Allah’a

“(Zulmederek kimseyi rahatsız etme. Sana zulmetse bile sen haksızlık etme. Şikâyet ile Allah kapısına varma. Sana zulmedeni Allah’a havale et.)”

Mevlâna Olabilmek

Belki çok defa -biraz da hamasi mülâhazalarla- Mevlâna, Yunus Emre, Ahmet Yesevî veya Hacı Bektaş-ı Velî diyor ve onların hoşgörüsüne atıfta bulunuyoruz. Ne var ki Mevlâna demek kolaydır da Mevlâna olmak zordur. Mevlâna’dan bahsettiğiniz aynı anda hakikaten size hakaret edene kucak açabiliyor musunuz? Üzerinize geldiklerinde yumuşak bir şekilde bu problemi halletme yollarını araştırıyor musunuz? Size karşı düşmanlık besleyen insanları bir süre sonra kendinize benzetebiliyor musunuz? İşte gerçek Mevlânalık budur.

Mevlâna’nın hoşgörüsüyle ilgili şöyle bir hâdise anlatılır. Kaba softalardan birisi bir gün Mevlâna’nın karşısına çıkar ve onun “Bir ayağım Müslümanlığın merkezinde diğer ayağım yetmiş iki milletin içinde.” türünden sözlerini eleştirir. Onu zındıklıkla ve Müslümanları saptırmakla itham eder ve aleyhinde sayar döker. Hazret onun dediklerine hiç müdahale etmeden Allah’ın verdiği bir temkinle sükûnet içerisinde dinler. Onun, diyeceklerini dediğini ve başka sözü kalmadığını görünce, “Sözün bitti mi?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca da gayet yumuşak bir sesle, “Sen de gel. Sana da bağrım açıktır.” der.

İşte burası sözün bittiği noktadır. Böyle bir durumda karşı tarafın içindeki bütün olumsuz duygular eriyip gider. Onun içindeki kin ve nefretler birdenbire sevgi maytapları hâlinde başınızdan aşağıya yağmaya başlar. İnsanların başına yukarıdan ışıklar yağdırmanın yol ve yöntemi varken ne diye meteorlar yağdıralım!

Eğer siz Mevlâna ruhunu temsil etmeye odaklanmışsanız size düşmanlık yapanlar bir kere, iki kere, üç kere, dört kere.. size zulüm ve haksızlık yapsalar bile, mukabele görmediklerinden dolayı bir süre sonra bu zulümlerinden vazgeçeceklerdir. Şimdi meseleleri bu şekilde yumuşaklık ve mülâyemet yoluyla çözme dururken ne diye kin ve nefretleri tetikleyecek yollara girelim ki!..

Fakat burada daha önce de farklı vesilelerle dile getirilen bir hususa açıklık getirmekte fayda mülâhaza ediyorum. O da şudur: Biz kendimize ait haklardan vazgeçebilir ve bunları affedebiliriz. Fakat dinimize, diyanetimize, millî değerlerimize veya ülkemize saldırıda bulunulduğunda aynı tavrı sergileyemeyiz. Burada yapılması gereken şudur: Öncelikle bu kötülükleri yapan insanlara makul şekilde izahatta bulunur ve hatalarını düzeltmeye çalışırız. Hâlâ inat ediyorlarsa tekziplerde bulunuruz. Yine hatalarından vazgeçmez ve temerrütlerini sürdürürlerse tazminat davaları açarız.

Fakat bunları yaparken bile hep hukuk ve ahlâkın bize çizdiği sınırlarda kalmaya dikkat eder ve katiyen centilmenlikten fedakârlıkta bulunmayız. Hep insanca davranırız. Bir kısım tavzih, tashih ve tekziplerde bulunurken bile sözlerimizle, davranışlarımızla, bakışlarımızla ve ifade tarzımızla hep karşı tarafa olumlu mesajlar vermeye çalışır ve asla kendi karakterimizden taviz vermeyiz. Söyleyeceklerimizi şeytanın fısıltılarıyla değil, Cibril-i Emin’in ses ve soluğuyla dile getiririz. Başkalarının zulüm ve saldırıları kendi karakterlerini gösterir. Bu durum kendisini İslâmî düşünceye ve evrensel insanî değerlere bağlayan insanları kendi karakterlerinin gereğini yapmadan alıkoymamalıdır.

Değer mi Bunca Zulme?!.

Bence bu kısacık dünya ne başkalarına zulmetmeye ne de onların zulümlerine aynıyla mukabelede bulunmaya değmez. Neticede hepimiz birer yolcuyuz. Kısa bir müddet dünya misafirhanesinde kaldıktan sonra yaptıklarımızın hesabını vermek üzere ahirete intikal edeceğiz. Değer mi kavga etmeye? Değer mi ihtilâf ve iftiraklar çıkarmaya? Değer mi zulüm ve haksızlıklar irtikâp etmeye?

Anonim bir sözde dünyanın basitliği ve geçiciliği şöyle ifade edilir:

Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir
Bir mukim âdem bulunmaz, ne acep kâşânedir
Bir kefendir akıbet sermayesi şah u geda
Pes buna mağrur olan mecnun değil de ya nedir?

İnsanoğlu bugüne kadar birçok kere, karşılaştığı problemleri çözebilmek için kin ve nefretleri değerlendirdi. Keşke bundan sonra bir kere de sevgi ve hoşgörüyü değerlendirebilsek! Gönüllerimizi herkese açabilsek ve oraya giren hiç kimse ayakta kalacağı endişesine kapılmasa! Herkese karşı derin bir saygı ve hürmet hissiyle muamelede bulunabilsek! Ciddi bir empati duygusuyla âlemin hissiyatını ve yetiştikleri kültür ortamlarını doğru okuyabilsek ve herkese buna göre davranabilsek! Zira bizim başkalarından beklediğimiz davranış tarzı ne ise onların bizden bekledikleri şey de odur. Saygı bekliyorsak saygı göstermeliyiz. Hakkımızın gözetilmesini istiyorsak herkesin hak ve hukukuna riayet etmeliyiz.

Şunu bilmek gerekir ki bugünkü problemler dar düşüncelerin, donuk dimağların halledemeyeceği ölçüde karmaşık bir hâl almıştır. Taassup duygusuyla hareket eden radikal düşünceli insanların gönüllerin fethi ve insanlığın barışı adına yapacakları çok bir şey yoktur. Hele onlar bu katılıklarıyla asla gönüllerde kendi değerlerine karşı saygı uyaramazlar. Başkalarına İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdiremezler. Çünkü onlar kendi nefislerinin esiridirler.

Bu yüzden insanlığın problemlerinin çözümü adına vicdanı engin, gönlü zengin ve düşüncesi de derin olan insanlara ihtiyaç vardır. Nasıl Hazreti Mevlâna yedi sekiz asır evvel Müslümanların ciddi mânâda çözülüş ve kopuş yaşadığı bir dönemde ortaya koyduğu makul reçetelerle yeniden onları bir araya getirdi ise, insanlığın birbirinden koptuğu, herkesin ters istikametlere yöneldiği ve ilişkilerin çatışma ve düşmanlıklar üzerine bina edildiği günümüz dünyasında da inanmış gönüllere düşen vazife, Mevlâna ruhunu bir kere daha canlandırmaktır. Bu yapılamadığı sürece dünyanın farklı yerlerindeki zulüm ve düşmanlıkların önüne geçmek mümkün olmayacaktır. Hele bir de tiranlar ve onların hırslarıyla, intikam adına hazırlanan korkunç silahlar yüzünden dünyada barış ve huzurun ne ölçüde tehlikede olduğu göz önüne alınacak olursa, hayatlarını sevgi ve hoşgörüye adayan fedakâr gönüllerin sorumluluğunun ne ölçüde büyük olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.