Cemel, Sıffîn ve Kerbelâ Vak’aları
Soru: Cemel, Sıffîn ve Kerbelâ vak’alarında İslâm adına büyük kayıpların meydana geldiğini biliyoruz. Bu hâdiselerin bize bakan hayırlı yanları var mıdır?
Cevap: Cemel, Sıffîn ve Kerbelâ vak’aları, Müslümanların içine kendi elleriyle parçalayıcı bir kama hâlinde sokulmuş ve İslâm toplumunda derin izler bırakmış çok müessif hâdiselerdendir. Beni içten yaralayan bu türlü hâdiselere, diğer insanların da içini yakmasın düşüncesiyle pek temas etmek istemiyorum. Karşı karşıya gelen iki Müslüman grup hakkında insanlar kanaatlerine göre hiç olmazsa biri için kötü düşünebilir ve olumsuz hüküm verebilirler. Eskiden olmuş, başkalarının ellerini kirleten bir yarayı yeniden kanatmak manasına geleceğinden bu tür fena şeyleri anlatmak bana çok doğru gelmiyor.
Bu durum, bazı hâdiseler itibariyle Müslümanları karşı karşıya getiren bir içtihat neticesinde ortaya çıkmıştır. Burada Müslümanların hakperestliklerini kullanmasını bilen İslâm düşmanları da kendilerine düşen rolü iyi oynamışlardır. Ancak Cenab-ı Hakk’ın hikmet eli, böylesi korkunç fırtınalar içerisinde bile Müslümanların faydasına olarak bazı güzel şeyler ortaya koymuştur. Cemel ve Sıffîn vak’alarına işte bu hikmetler açısından bakmak gerekir. Bu elim vak’aların cereyan etmesiyle birlikte neticede bazı hayırlar da elde edilmiştir.
Biz, davranışlarımızda hikmete değil emre tâbiyiz. Emredildiğimiz şeylerin sebebi, niçin ve nedeni, onun Allah’ın (celle celâluhu) emri olmasında yatmaktadır. Allah bize neyi emrederse onu yaparız. Hiçbir zaman mü’min kardeşlerimizi öldürmeyi Allah emretmemiştir. Allah ne Hazreti Ali’den ne de Hazreti Muaviye’den birbirlerini öldürmelerini istemiştir. Ne var ki onlar, içtihatları neticesinde kendilerine göre doğru gördükleri bazı meselelerle karşı karşıya gelmişlerdir. Onlardan bir tanesi daha haklı olsa da diğeri de hakka taraftardı. Diğer bir tabirle; biri haklıydı, öbürü de haksızlığını hak zannediyordu. Onlar içtihatları neticesinde harp etmişlerdi ve bu yüzden Müslümanların arasına ayrılık girmişti; fakat Cenâb-ı Hak bu iyi insanların, Zât-ı Ulûhiyet’e göre iyi olmayan davranışlarının altından dahi güzel neticeler elde etmelerini sağlamıştı. Bu durum, O’nun kereminin ve lütfunun bir ifadesidir yoksa onu mü’minlerin, aslı itibariyle sevimsiz olan bir kısım davranışlarına bağlamak doğru değildir. Bu konulara her ne kadar fazla girmek istemesem de soru sahibine hürmeten mevzuyu kısaca arz etmek istiyorum.
Cemel vak’ası, muhtereme Âişe Validemizin, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr’le beraber Hazreti Ali’nin karşısına çıktığı; Sıffîn ise Hazreti Ali ile Hazreti Muaviye’nin karşı karşıya geldikleri vak’alardır. Kerbelâ’ya gelince o, çok daha değişik çizgide cereyan eden meş’um bir hâdisedir. Bu vak’aya, kırk kadar aile efradı ile beraber Kûfe’ye doğru yola çıkan peygamber hanesinin en büyük semerelerinden, ehl-i Cennet’in seyyidi ve şühedanın efendilerinden Seyyidina Hazreti Hüseyin’in, yeğenleri, evlatları ve kızkardeşlerinin başına gelen o ciğersûz vak’anın cereyan ettiği yere izafeten “Kerbelâ vak’ası” denilmiştir. Eğer “Kerbelâ” kelimesinin aslı “cihar belâ” ise bu ifade, dört bir taraftan gelen asimetrik belâ anlamına gelmektedir.
Bu kısa girişten sonra Sıffîn’den başlayarak izah edelim: Hazreti Ali ile Hazreti Muaviye ve taraftarları arasında meydana gelen Sıffîn hâdisesinde İslâm adına büyük kayıpların olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Ancak, ben “Hazreti Ali mi haklıydı, Hazreti Muaviye mi?” yaklaşımından daha ziyade dikkatlerinizi bir noktaya çekmek istiyorum. Bizans’ın bu hareketleri görür görmez kıpırdanışına karşı Hazreti Muaviye, meselenin hassasiyetini derinden derine hissetmiş, Bizans hükümdarına karşı şöyle bir mektup yazmıştır: “Ali ile ittifak edip karşınıza çıktığımız zaman kendi durumunu iyi hesap etmelisin!” Bu ifadelere, –zayıf kaynaklarda dahi olsa– ben itimat ediyorum. Zira biri, Hazreti Muaviye’nin huzurunda Hazreti Ali’yi anlatıp, onu derinden derine sorgulayınca Hazreti Muaviye gözyaşlarını tutamamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Şunun altını çizerek ifade edeyim ki, Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali arasındaki vak’anın, onların beşerî his ve duygularına dayanarak meydana geldiğine kat’iyen ihtimal verilemez. Vâkıa, hâdiseler çok karışık bir şekilde cereyan etmişti ki, günümüzde de buna benzer pek çok hâdise meydana gelebilmektedir. Nitekim bugün de birilerini küfürle itham edip haklarına tecavüz eden bir kısım kimselerin uygunsuz davranışları, bizlere insanlar arasında bu türlü şeylerin her zaman olabileceği fikrini vermektedir.
Bunun ötesinde bir de Allah, velinin veli olduğunu bir başka veliye bildirmezse, veli onun bu durumunu bilemez. Evet, her ikisi de Allah’ın veli kuludur ama Allah bildirmezse bunu bilemezler. Binaenaleyh bir veli, kendi yolunu ayan-beyan görür ve o yolda yürür. Diğeri de kendi yolunu öyle görür ve o yolda yürür ama her ikisi de veli olmalarına rağmen biri diğerinin yanlış yolda olduğunu düşünebilir ve birbirlerini yıpratabilirler. Ashab-ı kiram arasında bu tür hâdiselerin cereyan etmesi buna bir delildir.
Hazreti Ali, muhakkak ki haklıydı. O, Hazreti Osman’ın son devirlerinde çevre vilayetlerde baş gösteren, Müslümanlığın ruhuna aykırı bir kısım davranışlara karşı, açılan gedikleri tamir etmek ve tıkamak istiyordu. Bu itibarla da durumu çok zordu. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) dâr-ı bekâya irtihalinin ardından yirmi seneden fazla bir zaman geçmiş ve bu yirmi senelik zaman içinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrindeki saffet az dahi olsa bozulmuştu. Müslümanlığın çilesini çekmeyen yeni bazı kimseler İslama girmiş ve toplumun kaderine hükmetmeye başlamıştı. Dahası, bunlardan pek çoğu, o günkü siyasi hava içinde hakkı daha evvelkilerin gördüğü gibi göremeyen kimselerdi… Bu gibi sebeplerle olan olmuştu.
Hazreti Ali bu devrede, yavaş yavaş bozulmaya yüz tutmuş bu düzene yeniden bir şekil verebilmek için dişini sıkmış, “Ben artık bu evde oturamam. İnsanlara iyi örnek olmam lâzım.” düşüncesiyle normal zamanda oturduğu evini bile terk etmiş.. günde iki defa yemek değil, belki iki günde bir defa yemekle yetinir hâle gelmişti. Bu sırada o, Türkiye’den kat be kat daha büyük bir devletin halifesiydi. Bir defasında Kûfe’de çarşıda gezerken biri Hazreti Ali’nin soğuktan tir tir titrediğini görmüş ve ona, “Kış günü sırtınızda böyle ince bir elbise giymişsiniz. Üzerinize kalın bir elbise alsanız.” demişti de, bunun üzerine Hazreti Ali o kimseye şöyle cevap vermişti: “Benim şahsî imkânlarım ancak bu kadarına yetiyor. Bunun ötesinde bir şey alamam.”[1]
Hazreti Ali, Resûl-i Ekrem devrini, o devirdeki duruluğu tekrardan ihya etmek istiyordu. Ancak o dönemde Müslümanların içine değişik fikrî cereyanlar ve fitneler girmişti ve bu meselede muvaffak olmak çok zordu. Yine de bir nebze muvaffak olundu ise bu, Haydar-ı Kerrâr ve Şâh-ı Merdân’ın gücü, onun dirayet ve zekâsı sayesinde olmuştu.
O devirde Şam’da, Bizans’ın mirası üzerine konan bir kısım insanlar vardı. Bunlar zengin evlerde neş’et etmişlerdi ve başlarındaki insanları da öyle görmek istiyorlardı. Onlar İslâm’ın, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrine ait saffetini görememişlerdi ve her şeyi Emeviler’de görüyorlardı. Birdenbire bunlara “Fıtratınızı değiştirin!” demek ve onların değişmesini beklemek çok zordu. Bunun için Hazreti Muaviye ehven-i şer ile amel ediyordu. Hazreti Ali ise asla buna yanaşmıyor ve âdeta “Hayır, ille de Ebubekir ve Ömer devirlerindeki saffet!” diyordu. Bunun karşısında Hazreti Muaviye ise, “O devir bozulmuştur. Sen bilemiyorsun ya Ali! Bu devirde öyle idare edilmez. Sen bu işi yapamazsın.” diyordu. İşte meselenin temelinde bu farklı mülâhazalar vardı.
Mesele, nihayetinde İslâmî bir hükme dayanıyordu: Bir İslâm memleketinde iki tane imam olursa, bunlardan bir tanesinin çekilmesi lâzımdı.[2] Hazreti Osman (radıyallâhu anh) şehit edilince, -muhalif kalan bir kısım insanlar olsa da- sahabenin çoğu Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) biat etmiş ve onu imam seçmişlerdi. Bu durumda Hazreti Ali imamsa, Hazreti Muaviye’nin kendisine biat etmesi gerekirdi. Ancak Hazreti Muaviye, “Seni zorla aldılar, getirdiler ve biat ettiler. Ben sana biat etmem.” diyordu. Meselenin siyasileşmesi ve askeri plânda ele alınması Sıffîn gibi vak’alara sebebiyet vermişti. Benim bu mesele hakkında âcizane mülâhazam şudur: Kâtil ve maktül, her ikisi de Cennet’te olduktan sonra, ellerini kendi kanlarına boyayan kimselerin kanı ile dilimizi kirletmeyelim. Zira Hazreti Ali de Hazreti Muaviye de Cennet’e gidecek fakat haklarında söz söyleyip onları tenkit edenler Cennet’e gidemeyebilirler.
Cemel vak’asına gelince; Hazreti Âişe Validemiz, Hazreti Osman’ın şehadeti esnasında Mekke’de bulunuyordu. Medine’de Hazreti Ali’ye biat edildikten sonra Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr Hazreti Âişe’ye (radıyallâhu anhüm) iltihak etmişlerdi. Hazreti Âişe Validemiz, Hazreti Osman’ı şehit eden kimselerin yakalanıp cezalandırılmalarını istiyordu. Hâlbuki anarşinin hükümferma olduğu çok zor bir günde Hazreti Ali hilâfete getirilmişti ki, onun anarşiyi birdenbire kesip atması mümkün değildi.
Bunun ne kadar zor bir iş olduğunu bir misalle arz etmek istiyorum. Biri bana, “Anarşi ile uğraşan devletimiz bu konuda samimi değil; devlet anarşi ile uğraşıyor gibi görünüyor ama haddizatında anarşi olsun istiyor. Keza anarşi karşısında boy hedefi olan ordu anarşi ile uğraşırken samimi değil. Emniyet kuvvetlerinin hepsi haindir.” dese, bütün bu iddiaları bir kalemde kabul etmek insafsızlık olur. Bu müesseseler içinde cidden anarşiyle kıyasıya savaşmak isteyen pek çok kimse vardır ama bu savaş başka bir savaştır. Yani herkes ayrı bir davanın hesabını vermek için savaşmaktadır. Türkiye’de hakikaten anarşiye karşı bir savaş verilmektedir. Ancak anarşi bir yerde etnik kaideye dayanmışsa, memleketin büyük bir bölümünde kendisini ayrı ırktan sayan insanlardan, başka bir yerde mezhep farklılığından, başka bir yerde ise başka anlayışlardan ve dış mihraklardan kaynaklanıyorsa ve bunlar ayrık otu gibi memleketin her tarafını sarmışsa, bunun üzerine giderken herhalde biraz titiz olmak lâzımdır. Meselâ, biri “Ben, başkaldırmaya yüz tutmuş insanların üstüne birdenbire gideceğim ve falan beldede beşyüz adamı birden asacağım; asacağım zira anarşiyi bastırmanın yolu budur.” diyorsa, bence bu düşünceyle hareket edilerek hâdisenin üzerine gitmek kat’iyen akıl kârı değildir. Zira bunun neticesi olarak başka bir taraftan nasıl bir patlamanın meydana geleceğini de hesaba katmak gerekir. Her şeyden evvel senelerin birikimi olan bir problem öyle bir hamlede ortadan kaldırılamaz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu türlü problemleri, yirmi üç sene ciddi bir cehd ve gayretle, üzerine gide gide –Allah’ın tevfikiyle– halletmiş ve bu hususu kendinden sonrakilere emanet etmişti.
Hazreti Ali’den de o dönemde meydana gelen hâdiselerin üzerine böyle birden gitmesi isteniyordu. Ancak o, meselelerin üzerine birden bire gitmeyi tehlikeli buluyordu. Biz rivayetlerde şöyle bir bilginin yer aldığını görüyoruz: Hazreti Ali; Hazreti Âişe, Hazreti Zübeyr ve Hazreti Talha’nın “Kâtilleri bize teslim et!” ısrarlı istekleri karşısında, “Hazreti Osman’ı şehit eden kâtiller buraya getirilsin.” diye dört bir tarafa ilan ettirmişti. Bunun üzerine binlerce silahlı insan Hazreti Ali’nin kapısının önüne gelmiş ve “Hepimiz kâtiliz” demişlerdi.
Evet, bu sözün altında açıkça Hazreti Ali’ye karşı bir tehdit vardı. Hazreti Ali’nin kendi adına bu tehditlere karşı asla bir endişesi yoktu. Ancak Peygamber köyünde dökülen bu kan artık durmayıp akıp gidecekti. Bu itibarla Hazreti Ali, fitnenin üzerine kendi yolunca yürüdü ve bunu bastırmaya çalıştı. Allah’ın tevfikiyle muvaffak da oldu ama konunun sıcaklığı, Hazreti Muaviye ve Hazreti Âişe’nin meseleyi o anda anlamasına mani oldu. Onlar, Hazreti Ali’nin başında nasıl bir gaile olduğunu bilmiyorlar ve kâtillere kısas uygulanması gerektiği üzerinde ısrar ediyorlardı. Bir süre sonra Hazreti Âişe, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), gelecekle ilgili kendisi hakkında verdiği bir haberi hatırlayarak hatalı bir yolda olduğunu anladı. Hazreti Talha ve Zübeyr de işlerin vardığı noktadan rahatsızlık duyarak pişmanlıkla kılıçlarını kınına koydular. Ne var ki hadiseler tam sükûnet bulup yatışacağı anda bir kısım fitnecilerin gayretiyle Hz. Âişe’nin bindiği devenin etrafında mesele tekrar alevlendi. Netice olarak başta Hz. Talha ve Zübeyir olmak üzere pek çok insan öldü.
Kerbelâ hâdisesini bunlara benzer şekilde mütalâa etmemiz mümkün değildir. Muharrem ayında cereyan eden ve kıyamete kadar Ehl-i Beyt-i Resûlullah’ı seven insanlara kan ağlatacak bu hâdiseyi Cemel ve Sıffîn vakaları gibi düşünmek mümkün değildir. Burada bir tarafta, işi tamamen ırkçılığa, kana ve soya bağlamış, Arap’tan başka kimseye hakk-ı hayat tanımayan o günkü Emevi idarecileri, Yezid ve çevresi; diğer tarafta da babası gibi hakperestliği temsil eden Seyyidina Hazreti Hüseyin vardı. Taraflardan biri göklerden gelen fermana göre, diğeri ise saltanatı koruma hesabına hareket ediyordu. O dönemde toplumun bünyesi çok sağlamdı. Aksi takdirde bu korkunç sarsılmada her şey yıkılır gider, ne hadis ne fıkıh ne de tefsir kalırdı. Bu bozukluk sadece devlete ve orduya ait bir bozukluk olduğu için Kerbelâ vak’asından sonra Yezidler ve Haccaclarla beraber ortadan kalkmıştı.
İslâm ulemasından bazıları şöyle bir yaklaşımda bulunmuşlardır: Bu hâdiselere, umum tarafından seçilmemiş, seçimi üzerinde umumun rızası olmayan idarecilerin durumu sebebiyet vermiştir. Hazreti Ali’yi, kendinden önceki halifelerin seçilmesinde olduğu gibi umum ashab-ı rey seçmemişlerdi. Bu seçime, ashab-ı kiramın ileri gelenlerinden bir kısmı iştirak etmemişlerdi. Zamanla bu gayr-i memnunlar bir araya gelmiş ve daha sonra malum hadiselere sebebiyet vermişlerdi. Binaenaleyh Müslümanların başına geçecek kimsenin, umumun kabulü olmadan büyük iddialara kalkışmasının kargaşalara sebebiyet vereceğini göstermesi açısından yukarıda geçen hadiseleri hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıdır. Toplumun ekseriyetinin onay vermediği bir kişi ne zaman başa geçse kargaşa kaçınılmaz olur.
Ayrıca, bir kısım mücedditler bu hadiselerin arkasında pek çok hikmetin bulunduğu görüşündedirler. Eğer İslâm, kendi standartları içinde bir gelişme kaydetse ve bu dersler alınmasaydı ileride Müslümanların karşısına çıkacak daha çaplı sosyal hâdiseler karşısında daha büyük fiyaskolar yaşanabilirdi. Eğer bu türlü gaileler Müslümanların başına, cihanın şarkına ve garbına hükmettikleri bir dönemde gelseydi, ihtimal altından kalkamaz ve tükenir giderlerdi. Hikmet açısından böylesi gailelerin meydana gelmesi gerekliydi ki, Müslümanlar fenalıklara karşı önceden hazırlıklı olsunlar.
Evet, bu hâdiseler bilhassa İslâm bünyesine enjekte edilmiş bir antibiyotik tesiri icra etmiş ve bu, o bünyede antikorlar meydana getirmişti. Böylece bünye, yabancılara ve zararlı mikroplara karşı kendini korur hâle gelmişti. Zira bu hâdiseler Müslümanların dikkatini çekip onlara hâl diliyle şöyle diyordu: Dikkat ediniz, korkunç fitne dalgalanmaları var. Fitneler üzerinize dalga dalga gelecek. Böylesi hâdiseler karşısında hissî kardeşliği aşarak, mantıkî kardeşlik ile birbirinize bağlanınız. İdarecilerinizi öyle seçiniz. Dinin emirlerine sahip çıkınız. Zira meydana gelecek kargaşadan istifade edecek hasımlarınızın, sizin içinize değişik fikirler sokma ihtimali vardır.
Evet, bu hâdiselerden sonra Müslümanların güçlü olduğu devirde gelip İslâm’a toslayan Neoplatonizm, Müslümanların daha evvelden uyanmış olmalarından ötürü bünyenin içine tam girememişti. İşrâkiye mektebi ağırlığı ile kendisini hissettirememiş, Meşşâiye mektebi mü’minlerin gönlüne taht kurup oturamamış, hiçbir Yunan felsefecisi Müslümanlar üzerinde fikirleri ile hâkimiyet kuramamıştı. Çünkü Müslümanlar bu fitneleri gördüklerinde, bir taraftan Kur’an’a sahip çıkmış, onu istinsah edip çeşitli beldelere göndermişlerdi. Bir diğer taraftan ise Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şerefsudur olmuş, akideye ait meseleleri bir araya getirmiş ve bu mevzuda ciddi tahşidat yapmışlardı. Böylece, terminolojisi teşekkül etmiş ve herkes tarafından objektif olarak benimsenmiş olan İslamiyetin esasları karşısında bâtıl fikirler tutunamamıştır. Eğer bu hadiseler yaşanmasaydı, bir avuç Karmatî ve Bâtınî’nin ortaya çıkaracağı korkunç fitneler öyle şiddetli olacaktı ki, yeryüzünde Ehl-i Sünnet’ten daha fazla bâtıl mezheplere sahip kimseler bulunacaktı. Allah’a binlerce hamd ve sena olsun ki, her dönemde Sünnî düşünce Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından benimsenmiş ve korunmuştur. Bâtıl fırkalar ise hep azınlıkta kalmıştır.
Biz, seleflerimizi daima hayırla yâd ederek onların hayatlarından dersler çıkarmalı ve yolumuza devam etmeliyiz. Rabbim kalblerimizi telif buyursun. Hangi yollarda ve nasıl mücadele verilirse verilsin Müslümanları birbirini sever hâle getirsin. Âmin!
[1] Bkz. İbn Mâce, mukaddime 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/99.
[2] Bkz. Müslim imâre 61; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 8/144; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/169; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/144.
- tarihinde hazırlandı.