Çeşitli Yönleriyle Bid’at

Çeşitli Yönleriyle Bid’at

Soru: Bid’at ne demektir? Bid’atın iyisi kötüsü olur mu? 

Cevap: Bid’at, lügat itibariyle yeni icat, inşa ve ihdas edilen şey, yenilik mânâlarına gelir. Istılahî mânâsıyla bid’at, dinin usul ve füruu vaz’ edildikten sonra din adına, icmâlî olarak bile Kur’an ve Sünnet’te bulunmayan bir kısım yeni şeyler icat ve ihdas etme, ibadet şekillerinde yenilikler yapma demektir. Hazreti Aişe’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyururlar: “Kim, bizim bu dinimizde, aslen onda olmayan yeni bir şey ortaya koyarsa onların ortaya koyduğu şeyler merduttur, makbul değildir.”[1]

Bid’at, asıl olarak namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerde yenilikler ortaya koyma mânâsına geldiğinden kelimenin lügatteki mutlak mânâsından ayrıdır. Şayet meseleyi lügat manasıyla ele alacak olursak, sonradan meydana getirilen her şeyin bid’at olması ve dolayısıyla bunları yapan kişilerin de Cehennem’e gitmesi gerekir. Bu manadan olmak üzere öyleyse radyo, televizyon gibi aletleri yapan veya fizik, kimya, astronomi, tıp gibi ilim dallarında birtakım gelişmeler ortaya koyanlar da mı Cehennem’e gidecektir? Tabii ki hayır; ilim, teknik ve teknoloji adına ortaya konulan gelişme ve icatlar matluptur ve İslâm’da bunların hepsine teşvik vardır. Her nesil, kendinden sonraki nesil için bir şeyler yapmalıdır. Meşhur sözde olduğu şekilde meseleyi ele alacak olursak: “Çocuklarınızı içinde bulunduğunuz zamana göre değil, daha sonraki devirlere göre yetiştirin.” bu düşünceyle mutlak bid’at anlayışını telif edemeyiz. Sevimsiz ve merdut olan bid’atlar, dinin içine sokuşturulan, özellikle bir kısım sünnetlerin yerini alan bid’atlardır.

Bir mü’minin ibadet namına yapacağı şeyler Kur’ân ve Sünnet’le belirlenir. Allah Resûlü bizlere, “Sabah kalkınca yirmi takla atacaksınız” dese, biz hiç tereddüt etmeden o taklaları atarız. Ama Efendimiz’den bir rivayet olmadan biz kendi kendimize mesela, sabah sadece ayakta durmak şeklinde bir ibadet ortaya koyarsak bu bir bid’attir. Evet, namazda ayakta durmak, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunmanın ifadesidir. Fakat bizim namaz dışında yaptığımız bu şekildeki tavır sevimsiz bir şeydir. Çünkü dinin böyle bir emri yoktur. Biz ister ibadet ü taatlerde Efendimiz’e uyduğumuz ölçüde nurlu bir hayat yaşarız. Bunun dışında en parlak şeyler dahi Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ, telkin ve irşad dairesinin içinde yapılanlara nispeten çok sönük kalır. Öyleyse bid’at, din adına, sünnetin yerine bizim kendi kendimize ortaya çıkardığımız şeyler demektir.

Bid’atları İşleyenin Durumu

Aslı, esası dini disiplinlere dayanan yeni şeylerin yapılmasında bir mahzur söz konusu değildir. Mesela, bazı meseleler vardır ki, biz kendimize göre yaparız veya bazı büyük zatların yaptıkları formüllere uyarız. Ama o meselenin aslı ve temeli dinde vardır. Allah Teâlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerim’de, “Ey İman edenler Allah’ı çok zikredin.”[2] buyurur. Bunun bir sınırı yoktur. İnsan, imkân el verdikçe, dili, kalbi ve davranışlarıyla Allah’ı hatırlar ve hatırlatır. Mü’min, görüldüğü zaman Allah’ın hatırlandığı kimsedir. O vakurdur, ciddidir, davranışlarından katre katre kulluk dökülmektedir. İnsan, davranışları ve diliyle Allah’ı andığı gibi kalbiyle de Allah’ı anmalıdır. Âyet bunların hepsini ifade eder.

Evet, Kur’ân’da Allah’ın çok zikredilmesi belli bir sınır konulmadan anlatılır. Şayet bir mürşid, müridinin vaziyetini biliyorsa ona göre bu zikre bir sınır koyar. Karşısına aldığı adamı tepeden tırnağa süzer, kalbine bakar ve Allah’la ne kadar münasebeti varsa ona göre bir vazife tahmil eder. Mesela, “Allah, çok zikredilmesini emrediyor; bu senin için beş yüzdür” der ve ondan günde 500 kez zikir çekmesini ister. Bu, mürşidin ferasetiyle ortaya koyacağı bir şeydir. Hâlbuki Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) oturup da bir defada beş yüz kere “Allahu Ekber” dediğini bilmiyoruz. Ama bir zatın, irşad sadedinde müridine 500 veya 5000 tesbih vermesi, o mürşidin ferasetine bırakılmış bir husustur. O, talebesinin kabiliyetlerini bilir ve ona göre bir vazife verir. O mürid de o zikri yapmak suretiyle mürşidiyle münasebetini devam ettirir. Mürşidi, onun daha fazlasını yapabileceğini anladığı zaman vazifesini artırır. Bu durum, talebenin kalbindeki kasvet delininceye, Nur-i Muhammed (aleyhissalatü vesselam) onun içine nüfûz edinceye ve tabiat paslarının silineceği ana kadar devam eder. Bu süreçte müridin Allah’la münasebeti kuvvet kazanır, ulvi âlemlerle belli bir ufukta münasebete geçer. İşte bu şekilde verilen tesbihler sözlük mânâsı itibarıyla bid’attır ama aslı dinde olduğundan dolayı buna bid’at-i hasene (güzel, müspet bid’at) denmiştir. Bunu bir mürşid, irşad etmek istediği zatın durumuna göre belirler. Mesela biri Zeynelabidin’den menkul Cevşen’i, başka biri Evrad-ı Kudsiyeyi veya Evrad-ı Şâzilî’yi tavsiye eder ki, bunların parça parça Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bazı virdlerinden alındığı söylenmektedir. Bazıları, Muhammed Bahâuddin Nakşibend gibi büyük zatlar tarafından bir araya getirilmiştir. Mürşid, talebesinin durumunu biliyorsa bunları ona tavsiye eder, o da bunları yaparak ruhen terakki eder. Yani cismaniyetten çıkar, hayvaniyeti bırakır, kalb ve ruhun derece-i hayatına girer, adeta meleklere has bir hayat yaşamaya başlar.

İşte bunlar fasıl itibariyle bid’at olsalar da asıl itibariyle Kitap ve Sünnet’e dayalı oldukları için biz bunlara bid’at-ı hasene diyor ve sevap kazandıracağını söylüyoruz. Ama aslı da faslı da dinde olmayan yani temeli Kur’an’a, Sünnet’e dayanmayan ve teferruatı itibariyle arkalarında bir Şah-ı Nakşibend veya bir İmam Rabbani gibi büyük zatlar olmayan dînî görünümdeki yeniliklere merdut bid’at nazarıyla bakar, bunları camilerimizden ve mahfillerimizden uzaklaştırırız. Binaenaleyh bu şekilde bir asla ve böyle bir fasla dayanmayan bid’ati irtikap eden kimse günaha girmiş olur. Yaptığı şey yüzüne çarpılır ve boşuna yorulmuş olur. Ayrıca bir anlamda Sünneti beğenmeme tavrı takındığından ötürü sünnetin tekeffül ettiği nurdan ve feyizden de mahrum kalır. Böyle birinin her zaman için aldanması ve baş aşağı gitmesi muhtemeldir. Allah bizleri muhafaza buyursun!

Bid’atları Ortaya Çıkaran Sebepler

Bid’atların hasene kısmı daha önce de söylediğimiz gibi büyük zatların tesiriyle meydana çıkmıştır. Bunların çoğunun aslı Kitap ve Sünnet’e dayandığı için ciddi bir mahzur görmüyoruz. İmam Rabbani gibi zatlar ve büyük mücedditler de meseleye böyle bakmışlardır. İkinci şıktaki bid’atlara gelince bunlar ya bazı cahil kimseler tarafından, din adına bir şey yapıyoruz diye ihdas edilmişlerdir veya kasıtlı olarak ortaya atılmışlardır ki, bunları birbirinden ayırmak çok zordur. Hususiyle asrımızda, bir kısım kimseler din adına birçok bid’at ihdas etmişlerdir. Mesela bugün, hayattaki insanlara dahi yapılmayan, adeta saray gibi türbelerin ihdas ve icat edildiğini görmekteyiz. Üzerine çeşitli yazı ve şekiller kazınmış bir mermer parçasının -eğer perişan gitmişse- mezarın içinde yatana hiç bir faydası yoktur. Belki mezardaki insan kendi derbederliğini görürken bir de üzerinde kendisi için yapılan o âbideyi gördükçe iyice perişan ve müteessir olacaktır. Hususiyle bu noktaya Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrı bir zâviyeden dikkatleri çekmiş ve irşat buyurmuşlardır.

Hazreti Aişe’nin ferasetiyle ancak hakikatini anlayabildiğimiz, Buhârî ve Müslim gibi hadis kitaplarında rivayet edilen “Ölünün arkasından ağlamayın, o bundan dolayı acı çeker.”[3] şeklinde bir hadis vardır. Hazreti Ömer bu hadisi zahirî manasına göre değerlendirmektedir. Mesele, Hz. Aişe validemize sorulunca o, “Kardeşim Ömer bunu çok iyi bilirdi fakat işin aslı öyle değildir” der ve hadisin hangi manaya geldiğini açıklar. Efendimiz bunu, imansız olarak ölen birinin cenazesinin arkasından söylemişti. Adam imansız gitmiş, ailesi de arkasından hüngür hüngür ağlıyordu. O, bir taraftan kendi azab ve işkencesi içinde kıvrım kıvrım kıvranırken, ruhu bir de arkasından ağlayanlardan ötürü müteessir oluyordu. Daha yeni gitmişti ve henüz arkasında olup biten şeylere muttali olabiliyordu. Kendisi gibi birine ağlanmayacağına inanıyor, “ağlamayın” diyordu. Fakat arkadakiler ağlıyor, o da bundan acı çekiyordu. Binaenaleyh kötü gitmiş bir insan, kendi adına yapılan büyük şeylerden dolayı çok rahatsız olur. Arkasından ağlama, bu muameleyi hak etmeyen ölüyü rahatsız edeceği gibi mezarına götürüp mum yakma gibi bir bid’at da -günah olmasının yanında- kabrinde yatan ölüye acı verecektir.

Mezarlarla ilgili yapılan bir başka uygulama da kabrin üzerine su dökme hususudur. Biraz araştırdığımızda bu uygulamanın arkasında başka şeylerin olduğunu görürüz. Ölüyü gömdükten sonra mezarın üzerindeki toprağın rüzgâra maruz kalarak savrulup gitme ihtimali varsa bunu engellemek için üzerine bolca su dökülür. Bu, bizim memleketimize ait bir âdet değildir; mezarların üzerine su dökmek çöl ve kumun olduğu memleketlere has bir keyfiyettir. Ne Kur’an’da ne de Sünnet’te böyle bir şey yoktur. Toprağın kayıp gitmemesi için dökülen suyu, ciddi bir kaideymiş gibi ele almak, Ebû Hanife’ye, Ashab-ı Kiram’a ve Resul-i Ekrem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) iftirada bulunmak demektir ve bir bid’attir.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kayma noktalarından birisinin de büyük zatlar için yapılan türbelerde gerçekleştiğini söyler. Ümmü Seleme validemiz (radıyallahu anhâ), Efendimiz’e, Habeşiştan’dayken gördüğü, Mâriye ismi verilen ve içinde çeşitli resimler bulunan bir kiliseden bahseder. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Sizden evvelki ümmetlerden öyle topluluklar vardır ki, bunlar zarar ve haybetin en büyüğünü yaşadılar. Şöyle ki, içlerinden salih bir kimse öldüğü zaman onun kabri üzerine bir mescit bina eder ve bir kısım resimler yaparak içine koyarlardı. İşte bunlar, Allah nezdinde mahlûkatın en şerlileridir.” buyurur.[4] Çünkü onlar, başta peygamberler olmak üzere salih zatların kabirlerini mescide çevirmişlerdir. Efendimiz vefat etmeden evvel ashabını kemal-i hassasiyetle uyarıyor ve böyle bir yanlışa düşmemeleri için onları ikaz ediyordu.

Bizler de ölülere ihtiram gösteririz fakat bunu yaparken dinin hudutlarının dışına çıkmayız. En büyük insanın mezarı bile bizim için sadece, Fatiha okunacak, dua edilecek, huzurunda edeple durulacak, Allah’ın nezd-i ulûhiyetinde makbul bir insansa “Yâ Rabbi, bizi bu zâtın şefaatine mazhar eyle!” diye Allah’a dua edilip ayrılınacak yerlerdir. Oralar kesinlikle ibadetgâh yapılamaz. Onları bunun dışında hususi bir muameleye tabi tutmak bid’attır.

İslâm âleminde hicri 5. ve 6. asırlardan sonra bid’atlar çoğalmaya ve ciddi şekilde hükümferma olmaya başladı. Sonradan gelenler ise bunları ortadan kaldırıp sünneti ihya edeceklerine ifrata karşılık tefrit yaptılar. Ecdada ait mezarları bütünüyle düzledi ve her şeyi yerle bir ettiler. Hatta Ashab-ı Kiram’ın mezarlarına dahi dokundular. Efendimiz’in mübarek dişinin hatırasına Osmanlılar tarafından inşâ edilmiş Uhud’un eteğindeki türbeye dahi kıydılar. Daha evvelkiler ifrat edip türbeleri putlaştırmış, yeni bir totem devresi başlatmışlardı; bunlar da tefrite girerek Müslümanların ihtiram gösterdiği kimselerin kabirlerini dahi yerle-bir ettiler. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Daha evvel size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz.”[5] buyurur. Kabirleri ziyaret etmek insana ahireti ve ölümü hatırlatır. Mü’min, oraya şuurlu bir şekilde gitmeli ve orada ahireti hatırlamalıdır. Ölülere dua okumak ve Allah’tan onları mağfiret etmesini dilemek de mü’minin yapması gereken işlerdendir. Mezarlıklarda dua etmek, Rabbimiz’den mağfiret dilemek sünnet; oralara alabildiğine ihtiram göstermek ve ibadetgâh haline getirmek ise bid’attır.

Bu konuda bir mü’minin yapması gereken şey, din adına yapılmak istenen şeyleri Kur’an, Sünnet ve fukahanın kitaplarında görmek, şayet bu kitaplara ulaşamıyor veya kitaplarda meseleyi bulamıyorsa bunları iyi bilen birisini bulup ona danışmak olmalıdır. Şayet uzun zamandır alışagelinen bir husus varsa, bunun bid’at olduğu öğrenildiği an hemen terk etmek de mü’min ve Müslüman olmanın gereğidir. Bir mü’minin hayatı sünnet yörüngeli olmalıdır. Sünnetten yapacağı her şey, bid’atin vücut bulabileceği delikleri tıkarken; terk edeceği her birşey de bir bid’atın gelişmesine, neşv ü nema bulmasına yol açacaktır. Kısaca, her bid’at bir sünneti götürür; ihya edilen her sünnet de bir bid’atı öldürür.


[1] Buhârî, sulh 5; Müslim, akdıye 17. 

[2] Ahzâb sûresi, 33/41 

[3] Buhârî, cenâiz 32; Müslim, cenâiz 25-27

[4] Buhârî, salât 54 

[5] Müslim, cenâiz 106; Ebû Dâvud, cenâiz 77; Tirmizi, cenâiz 7.

Pin It

Bahar Neşidesi, Bid’at

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.