Musibet, Dua ve Kurbet

Soru: Musibet, sıkıntı ve endişe anları kulun kendi uzaklığını aşması ve Cenâb-ı Allah’a yaklaşması adına bir rampa vazifesi görür mü? Tazarru vakitleri diyebileceğimiz musibet zamanlarında Allah’a teveccüh etmeme, O’ndan daha çok uzaklaşmayı netice verir mi?

Cevap: Kimi insan vardır, kendi bedeninin, beşerî yapısının, çoluk çocuğunun, ailevî hayatının veya akraba çevresinin başına gelen bela ve musibetlerden dolayı endişe ve sıkıntı duyar. Kimi insan da vardır, çevresiyle alâkadarlığının genişliği ölçüsünde derece derece kendi köy, nahiye, kasaba ve ülkesinde meydana gelen hâdiselerden dolayı müteessir olur. Ama kimi insan da vardır ki, nazarları her an bütün dünyaya müteveccihtir, herkesle alâkadardır ve yeryüzünde olup biten hâdiseleri, ateş nereye düşerse düşsün kendi üzerine düşmüş gibi içten içe vicdanında duyar, hisseder ve yaşar. Elbette bu seviyedeki bir endişe ve ızdırap, takdir ve tebcil edilecek mukaddes bir ızdırap ve endişedir. Ancak insan, ifrata girmemeli, kendine zarar verecek, azap edecek bir duruma düşmemelidir. Ayrıca, çekilen o sıkıntı ve ızdırap, asla iradeyi felç edecek, insanı ümitsizliğe sevk edecek, onu çaresizlik psikolojine sürükleyecek bir noktaya gelmemelidir. Bildiğiniz üzere âlemlere rahmet olarak gönderilen, kalbi bütün insanlık için tir tir titreyen Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzudaki tebcil ve takdir edilecek hassasiyeti, vahy-i ilâhî tarafından tadil buyrulmuştur. Meselâ Kehf sûre-i celilesindeki bir âyet-i kerimede;

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰى اٰثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا

“Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin.” (Kehf sûresi, 18/6) buyurulmak suretiyle, iltifat ve takdir edalı böyle bir tadilin yapıldığı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun zatında ümmete ikazda bulunulduğu söylenebilir.

Izdırapsızlık ya da İnsanlığın Bitişi

Bu açıdan O’nun ümmetinden olan her fert, peygamberâne bir azim, kararlılık ve kucaklayıcılık içinde başta kendi çevresi ve yakınları, ülke ve milleti olmak üzere topyekün Müslümanları, hatta himmeti daha da âliyse, bütün insanlığı kucaklamalı ve onların ızdırap ve sıkıntılarını kendi vicdanında duyup hissetmeye çalışmalıdır. Zira günümüz dünyasında, bir baştan bir başa bütün yeryüzünde adaletsizlik, hukuksuzluk ve eşitsizlik –halk ifadesiyle– gırla gitmektedir. Açlık ve sefaletten ölüp giden, çeşit çeşit zulüm ve baskıya maruz kalan insanların hâl-i pürmelâli yürekleri parçalamaktadır. İşte bu hazin manzara karşısında olup bitenleri sinema seyrediyor gibi seyretmeme, onlar karşısında heyecan ve ızdırap duyma, insan olmanın gereğidir. Aksi ise, insanlığın bitişi, onun kaybedilmesi demektir. Şefkat Peygamberi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):

مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ

“Müslümanların dertlerini paylaşmayan onlardan değildir.” (Taberani, Mu’cemu’l-evsât, 7/270.) buyuruyor ki, konumuz açısından derinlemesine üzerinde düşünülmesi gereken bir nurlu beyandır.

Dolayısıyla dünyada olup biten hâdiseler, vicdanı bütün bütün körelmemiş her bir ferdin gönlünde endişe ve sıkıntı hâsıl edebilir. Fakat inanan bir insan, başta da söylediğimiz gibi, bu sıkıntıları duyup hissettiğinde, ümitsizliğe düşmemeli, çaresizlik duygusuna kapılmamalıdır. Bilakis Hz. Müsebbibü’l-Esbâb’a teveccüh etmeli, içini dökmeli, duaya sarılmalı, O’na yalvarıp yakarmalı ve sebepler dairesinde iradenin hakkını verme adına ne yapılması gerekiyorsa, yapabileceği her ne var ise onu yapmaya çalışmalıdır. Siz sizi bildiğiniz, ben de kendimi bildiğim günden beri, bizim dünyamız, hep bu tür ızdırap ve sıkıntılar içinde kıvranıp durmaktadır. Bu dert ve sıkıntılar bazen fasıl fasıl yer değiştirse, kâh oraya kâh buraya geçse de, umumi mânâda bilmem kaç asırdan beri devam etmektedir. Bu durum karşısında biz kimi zaman ellerimizi açıp, “Allahım! Ülkemiz, ülkümüz, geleceğimiz, milletimiz, ikbalimiz lehinde çalışan insanları payidar eyle, onları muzaffer kıl, fevz ü necatla serfiraz eyle!” diye dua ettik. Kimi zaman da, “Allahım! Ülkemiz, geleceğimiz, maddî-mânevî değerlerimiz aleyhinde çalışan ve milletimizi bölmek ve parçalamak için uğraşanları Sana havale ediyoruz, onların haklarından gel!” diyerek Rabbimize sığındık. Evet, bütün bunlar karşısında “Keşke olmasaydı!” deyip ızdırapla iki büklüm olduk. “Keşke, kendi insanımıza karşı bu ölçüde bir temerrüt, bir inat gösterilmeseydi. Keşke bu ölçüde bir bağnazlık ve taassup yaşanmasaydı. Keşke, düşmanlığa kilitli bazı insanlar, Anadolu insanına ve bu ülkenin evladına insafla ve önyargısız bir şekilde, bir kerecik olsun bakabilselerdi. Evet, keşke, bir kerecik olsun, milletimiz ve insanlık adına yapılan bu güzel hizmetleri sağlıklı bir değerlendirmeye tâbi tutabilselerdi. Ve keşke, asırlarca hak ve adaletin temsilcisi olmuş insanımız, bugün de, şanlı geçmişinde olduğu gibi, yeryüzünde, devletler muvazenesinde söz sahibi olabilseydi. Bütün mazlum ve mağdurlara kol kanat gerebilecek bir konumu bulunsaydı. Sözüne itibar edilir, gözünün içine bakılır bir merci olsaydı. Neden benim ülkem de, devletler muvazenesinde, bir Amerika, Çin veya Hindistan’ın yerinde olmasın? Neden dünya ekonomisini belirleyen, siyaset ve idarede söz sahibi olan, gözünün içine bakılan bir ülke konumunda bulunmasın? Bütün bunların mutlaka olması lazımdır. Çünkü görüyoruz ki, bu civanmert millet, devletler muvazenesindeki gerçek konumunu ihraz edeceği âna kadar, dünyanın daha çok çekeceği var.”

İşte, bu güzel hedeflerin gerçekleşmesi istikametinde koşturup dururken, yolların tıkalı olması ve engellemelerle yüz yüze gelinmesi karşısında insanın yapması gereken, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyeti vicdanında duyması, ellerini açıp ızdırar hâliyle:

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْنِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

“Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyum! Senin sonsuz rahmetine itimat edip inayetine sığınıyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle baş başa bırakma.” (Nesâî/Sünen, 6/147) demek suretiyle gerçek havl ve kuvvet sahibine hâlini arz etmesidir. Bunu yapabildiği takdirde insan, bela ve musibetler karşısında, sarsıntı yaşamaz, ye’se düşmez, yapacağı işlerden dûr olmaz ve hep Cenâb-ı Hakk’a iltica ederek, inayeti hep O’ndan bekleyerek işlerini ikmal ve itmam etmeye çalışır.

“Tulumban Al Yetiş İmdada, Yangın Var!”

Tebcil ve takdir edilmeye değer bu tür sıkıntılar için biz “mukaddes azap”, “kutsal sıkıntı” ifadelerini kullanıyoruz. Farklı zamanlarda arz ettiğim gibi elimden gelse, bütün insanların içine, onların ciğerlerini “cız” diye cazırdatıp yakacak böyle bir ızdırap saçardım. Çünkü o, en müessir bir duadır. Duaları peyk süratiyle gökler ötesi âlemlere ulaştıracak en önemli bir faktördür. Evet, ızdırap ve ızdırar kadar dualara hız kazandıran başka bir şey yoktur. O hâlde inanan sineler, insanlığın bu hâli karşısında gamsızlığı, ızdırapsızlığı büyük bir afet olarak bilmeli ve “Eyvah! Yazıklar olsun bizim bu halimize!” deyip ızdırapla inlemelidirler. İnlemeli, seccadeye koşmalı, seccade onların alınlarını öperken onlar da “Ne olur Allahım, bahtına düştük!” diyerek Allah’a içlerini dökmelidirler. İşte böyle bir ızdırap ve sıkıntı, bizim için bir dinamo vazifesi görür ve bizi harekete sevk eder. Biz de bir itfaiyeci gibi tulumbamızı alıp yangını söndürmek üzere imdada koşarız. Zira Sûzî’nin sûzîşî nağmelerle ifade ettiği gibi;

“Tulumban al yetiş imdada, yangın var.
Dedim: Zahirde mi âşık?
Dedi: İhfada yangın var.
Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost
Bülend-avaz ile dersin,
Bakın deryada yangın var!”

Evet, ülkede yangın var. Dünyada yangın var. Hayatî müesseselerde yangın var. Gelin Allah aşkına böyle büyük bir yangın karşısında herkes bir itfaiye memuru gibi hareket etsin; hareket etsin de bu korkunç yangını el birliğiyle söndürebilelim.

Bu arada hemen şunu da ifade edeyim ki, başkalarının derdiyle sürekli şakaklarımız zonklasa, gece-gündüz o mukaddes dertle inim inim inlesek de, diğer insanları dertsiz, gamsız, ızdırapsız gibi görmek kesinlikle doğru değildir, böyle bir bakış açısı onlar hakkında suizan olur, bizim sırtımıza da ağır bir vebal yükler.

Günahların Neticesi Lanetlik Sıkıntılar

Bu ulvî ve mukaddes sıkıntı ve ızdıraplar dışında insanın yaşadığı bazı sıkıntılar da vardır ki, onlar, daha çok ferdin işlediği hata ve günahların neticesidir. Bu durum bir maneviyat büyüğü tarafından

اَلْهُمُومُ عُقُوبَاتُ الذُّنُوبِ

“İnsanın içindeki sıkıntılar, günahlara terettüp eden cezalardır.” (Zehebi, Tarihu’l-İslâm, 26/376) ifadesiyle dile getirilmiştir. İnsanın içindeki bu sıkıntı ve kuruntular, insanı hizmete sevk etmesi bir yana onu hizmetten alıkoyar. Öyle ki bu hâlet-i ruhiyeye kendini kaptıran bir fert, kuruntularla oturur kalkar, hep kuruntularını konuşur. “Şu şöyle olmalıydı, bu böyle olmalıydı…” gibi sözlerle sürekli insanları eleştirir durur ama iş ve aksiyon adına da herhangi bir cehd ortaya koymaz/koyamaz. Bazılarımızın aklına gelebilir ki, “Biz –hafizanallah– fuhuş işlemiyor, hırsızlık, haramilik vs. yapmıyoruz. Dolayısıyla içimizi gam ve sıkıntı ile dolduracak bir günah işlemediğimiz kanaatindeyiz?” Ancak unutulmaması gerekir ki, günah sadece yukarıda sayılanlar değildir. Ümmetin derdi ile dertlenmemek, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker yapmamak da günahtır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim irşat ve tebliğ üzerinde hassasiyetle durmakta, bu vazife yerine getirilmediği takdirde, toplumların topyekün bela ve musibetlere maruz kalabileceğini ifade etmektedir. Diğer taraftan, el, ayak, göz, kulak, dil, dudak gibi organların kontrol altına alınmaması, bu konuda sürekli dikkatsiz ve laubali bir şekilde davranılması ve böylece ısrarla işlenen küçük günahların da büyük bir günah olarak karşımıza çıkabileceği unutulmamalıdır.

İşte yığıla yığıla büyüyen bu günahlar “humûm” hâline gelir ve insanın içinde çeşit çeşit sıkıntılar hâsıl eder. Diğerlerinin “kutsal sıkıntılar” olmasına mukabil, denilebilir ki bunlar da insana hiçbir faydası olmayan “lanetlik sıkıntılar”dır. Eğer insan bu tür sıkıntılar karşısında, bir köşeye çekilip nefis muhasebesine girmiyor, aklını başına almıyor, elini, ayağını, gözünü, kulağını kontrol etmiyor veya yapması gerekli olan şeyleri yapmaya koşmuyorsa, iç sıkıntısı hâlinde tezahür eden hümûm da katlanarak devam eder.

Bu açıdan yaşanılan dert ve sıkıntının ne olduğu iyi tefrik edilmelidir. Ümit edelim ki, bizlerin sıkıntı ve ızdırapları o kutsal tasa ve kederden olsun. Bizim dert ve sıkıntımız, bizi harekete geçirecek, tetikleyecek, şahlandıracak ve çevremizdeki ateş ve yangını söndürmeye sevk edecek bir dinamo vazifesi görsün. Zaten insan Allah yolunda hizmet eder, önüne çıkan musibet ve sıkıntılar karşısında dişini sıkar sabreder ve her şeye rağmen Allah yolunda koşturmaya, çalışıp çabalamaya devam ederse, Cenâb-ı Hak da onun içindeki “hümûm”u, iç sıkıntıları izale eder, gönlüne inşirah verir ve onu itminana erdirir.

Fakat bunun için, sadece bela ve musibet zamanlarında değil, rahat ve geniş zamanlarda da Cenâb-ı Hak’la irtibatın kavî tutulması gerekir. Zira Allah (celle celâluhu) buyuruyor ki;

 فَاذْكُرُونِۤي أَذْكُرْكُمْ

“Siz Beni yâd edin ki, Ben de sizi yâd edeyim.” (Bakara sûresi, 2/152) Tefsirciler bu ayet-i kerimeyi izah ederken şöyle bir tevcihte bulunurlar: “Sizler normal, rahat ve geniş zamanlarında el açıp Bana içinizi dökün ki, sıkıştığınız ve sıkıntıya düştüğünüz zaman da Ben ekstra ve sürpriz lütuflarla size inayette bulunayım.” Demek ki bu vaad-i ilâhiye göre insan, rahat, ferih ve fahur olduğu dönemlerde ellerini açıp, Allah’a yalvarıp yakarmalıdır ki, Allah da (celle celâluhu), o insan sıkıntıya düştüğünde onun elinden tutsun, sürpriz lütuf ve inayetlerle onu sıyanet buyursun. Evet, çok rahat olduğunuz, herhangi bir ihtiyacınızın olmadığını zannettiğiniz ve bir sıkıntıdan sıyrılma mülâhazanızın bulunmadığı bir dönemde O’nu düşünmeniz, O’nu hatırlamanız ve el açıp O’na tazarru ve niyazda bulunmanız –tabiri caizse– hora geçen, makbul olan dua ve tazarrudur.

Izdırar hâline gelince, o durumda insan, havlin de, kuvvetin de sadece ve sadece Allah Teâlâ’ya ait olduğunun şuuru içerisinde ve vicdanının bütün rükünleriyle bu hakikati duyup hissederek O’na el açıp dua etmelidir. Izdırar hâlinde yapılan işte bu dualar hiçbir zaman geri çevrilmemiştir. Bildiğiniz üzere Hz. Eyyub ve Hz. Yunus da (aleyhimesselâm) bütün bütün çaresiz kaldıkları bir esnada el açıp Allah’a dua dua yalvarmış, Cenâb-ı Hak da ekstra lütuf ve ihsanlarla, onları, içine düştükleri o sıkıntılardan kurtarmıştır. Daha niceleri için Cenâb-ı Hakk’ın bu türden inayet ve yardımları olmuştur. Belki de, Salât-ı Münciye ve Salât-ı Tefriciye gibi dualar, böyle zor durumda kalan insanlara Cenâb-ı Hakk’ın birer ilhamıdır. O günden bugüne biz de sıkıştığımız, başımız ağrıdığı zamanlarda hemen oturur ve belli bir âdette o duaları okumaya dururuz.

Musibetlere Sabır ve Kurbet 

Bela ve musibetlerin kurbete vesile olması için dikkat edilmesi gereken ayrı bir husus da başa gelen hâdiselere sabredilip kaderin tenkit edilmemesidir. Meselâ, insan “Ne yaptım ki bütün bunlar hep benim başıma geliyor?”, “Niye benim dualarım hiç kabul olmuyor?”, “Cenâb-ı Hak niçin bana nazar etmiyor?” gibi dalâlet ve küfür mülâhazasına kapı aralayacak sözler sarf ettiğinde; sarf edip kadere taş attığında, başa gelen musibetler, kurbete vesile olması bir yana, insanı şirazeden çıkarır ve onu Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırır. Hâlbuki hakiki mü’min, en çetin ve sıkışık anlarında dahi, Hz. Yakup aleyhisselâm gibi: “Allah’ım tasamı, kederimi, dağınıklığımı, derbederliğimi, perişaniyetimi, bütün bütün kolsuz kanatsız kalışımı, Sana arz ediyorum.” diyerek Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmelidir. İşte o zaman;

Naçar kaldığın yerde,
Nagah olur ol perde,
Derman olur her derde,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Evet, inanmış bir insan, sıkıntı ve musibetler karşısında:
“Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden vefa
İkisi de cana safa
Lütfun da hoş, kahrın da hoş”

deyip, engin bir sineyle başına gelen bela ve musibetleri ufaltıp küçültmesini ve böylece “of, of”ları, “oh, oh”lara çevirmesini bilmelidir. Musibetlerin çehresinde rahmetin nümayan olduğunu görmeli, onlar karşısında “Oh ne güzel” demeli ve böylece irade ve aklın hakkını vermelidir.

Fakat iradesi çelimsiz, hep rahat yaşamaya alışmış ve bu mevzuda sağlam bir muhakemeye sahip olmayan kişiler, elinden bir şey alınınca hemen küsüveren çocuklar gibi, maruz kaldıkları bela ve musibetler karşısında, hemencecik, her şeyin bittiği ve artık yapacak hiçbir şeyin kalmadığını düşünebilir; düşünebilir ve –hâşâ– Cenâb-ı Hakk’ın bile, aleyhte dönen o çarkı, tersine çeviremeyeceği gibi bir sapıklığın içine düşebilir. Hâlbuki insan daha baştan dayandığı kapının hangi kapı olduğunun farkında ve şuurunda olmalı, o şuur içerisinde o kapıya dayanıp o kapının sövelerine tutunmalıdır. Hikmet gereği, kapı, her istenildiğinde yüzüne açılmadığında, biraz beklemesini bilmeli, sadakat testine tâbi tutulduğunun farkında olmalı ve rüşdünü ispat etmeye çalışmalıdır. İşte bunu başarabilirse, hakiki mânâda inanmış hiçbir ferdin, o kapıdan asla geri çevrilmediğini, eli boş olarak geri döndürülmediğini görüp anlayacaktır.

Kur’ân-ı Kerim’de değişik yerlerde bu hususa işaret edilmiştir. Meselâ bir ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرٰى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَۤاءِ وَالْأَرْضِ

“Eğer o ülkelerin ahalisi iman edip takva dairesi içinde olsalardı, elbette Biz, üzerlerine gökten ve yerden nice bereket ve bolluk kapılarını açardık.” (A’râf sûresi, 7/96) Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın, nimetlerini, başımızdan aşağıya sağanak sağanak yağdırması, O’na teveccüh etmemize bağlıdır.
Mâide sûresinde ise bu hakikate şöyle dikkat çekilir:

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْكِتَابِ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَكَفَّرْنَا عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَلَأَدْخَلْنَاهُمْ جَنَّاتِ النَّعِيمِ

“Eğer Ehl-i kitap iman etse ve fesatçılıktan ve diğer fenalıklardan sakınsalardı, elbette Biz onların kötü-lüklerini örter ve onları naîm cennetlerine yerleştirirdik.” (Maide sûresi, 5/65)
En’âm sûresinde ise nimet verildiğinde küstahlaşan, verilmediği zaman ise hemen feryadı basıp –hâşâ– Cenâb-ı Hak’tan şikayete başlayan bozulmuş tabiat ve karakterler hakkında şöyle buyrulur:

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَۤا إِلٰۤى أُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَأَخَذْنَاهُمْ بِالْبَأْسَۤاءِ وَالضَّرَّاءِ لَعَلَّهُمْ يَتَضَرَّعُونَ

“Senden önce de birtakım ümmetlere resûller gönderdik. (Dinlemediler. Bu sebeple biz de bela ve musibetler karşısında) tazarru edip içlerini döksünler, yalvarıp yakarsınlar diye onları çetin bir yoksulluk, hastalık ve sıkıntılarla cezalandırdık.” (En’âm sûresi, 6/42)
Yine başka bir yerde bu bozuk tabiatlar şu ifadelerle anlatılır:

وَلَوْ رَحِمْنَاهُمْ وَكَشَفْنَا مَا بِهِمْ مِنْ ضُرٍّ لَلَجُّوا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

“Eğer Biz onlara merhamet edip, uğradıkları belayı giderseydik, onlar yine de azgınlıklarında devam edip giderlerdi.” (Mü’minûn sûresi, 23/75) Yani musibete maruz kaldıklarında çığlığı basan bu insanlardan eğer Biz o sıkıntıyı giderecek olsaydık, onlar yine gidip balıklamasına levsiyata aborde olacaklardı. Evet, bunlar öyle utanmaz, öyle hayâsız kimselerdi ki, Cenâb-ı Hak onlara merhamet edip üzerlerinden kasvetli bulutları kaldırıverse, hemen gidip yine balıklamasına aynı levsiyatın içine dalacaklardı. Rabbim hepimizi böyle bir çarpık anlayış ve sapıklıktan muhafaza buyursun.

İşte bütün bu hususları nazar-ı itibara aldığımızda, sonuç olarak diyebiliriz ki, eğer insan, ister lütuf ve nimetler, isterse bela ve musibetler karşısında dinin muhkem emirlerinden yola çıkarak iyi bir balans ayarı yapar, Hak karşısında sağlam ve doğru bir duruş sergileyebilirse, Allah’ın izni ve inayetiyle, ne nimetler karşısında küstahlığa girer ne de nimetlerin inkıtaı hâlinde kadere taş atma gibi bir günah ve sapıklığın içine düşer.

Pin It

Kırık Testi

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.