Tükenme çizgisindeki fedakârlık tablosu
İbn İshak ve İbn Hişam gibi meğâzî yazarları vahyin kesintiye uğradığı dönemde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dağlara çıkıp hayat bezginliği izhar ettiğini yazarlar.[1] Biz böyle bir yorumu Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) isnattan Allah’a sığınırız. O’nun gibi peygamberlik hamûlesini taşımaya hazırlanmış bir iradeden, irade zaafıyla ârız olabilecek böyle bir niyet ve teşebbüsün söz konusu olabileceğini aklımızın köşesinden bile geçiremeyiz. Şimdi bunu böylece tespitten sonra vak’anın kısa bir analizini yapalım.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kırk yaşına kadar hep zirvelerde yaşadı. Uzun uzun uzletlere girdi ve insanlığın kurtuluşu adına çareler aradı durdu. Evet, âdeta ta baştan Cenab‑ı Hak, O’nun pâk ve nezih ruhunu, nübüvvetin ağır yükünü taşımaya hazırlıyordu. Öyle ki O, ilâhî bir sevkle, sanki bu uzletlerinde sürekli temrinler yapıyordu.. ve gün geldi vahiyle taltif edildi. Böyle bir pâye ile şereflendirilme Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, müjdelerin, muştuların en sevindiricisi, tabi aynı zamanda en düşündürücüsü olmuştu.
Evet, artık O’nun için insanlığın kurtuluşu adına bir kapı aralanmıştı. Ama bu arada hiç beklemediği bir hâdise olmuştu; vahiy birdenbire kesilivermişti. Daha önceki sevincin yerini şimdi bir hüzün, hem de tahammül imkânı olmayan bir hüzün kaplamıştı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi hassasiyet ve derin tefekkürü ölçüsünde düşünüyor.. düşünüyor ve vahyin kesilişine bir yorum arıyordu. İhtimal O’nu en çok tedirgin eden de, “Acaba ben liyakatimi kaybetmiş olmayayım?” şeklindeki düşünceleri olabilirdi. Bu, eğer böyle idiyse, elbette ki kendisine ait bir yorumdu; O’ndan başkasının böyle bir yorumda bulunması edepsizlik sayılırdı.
Evet, Allah Resûlü, birdenbire kaybolan ışık karşısında ve nübüvvetin ilk kıvılcımlarının tutuşmaya başladığı bir dönemde hemen kesilmesinin şokuyla böyle düşünebilirdi.. bizim bakış açımız yönüyle değil, O’nun kendi hassasiyeti cihetiyle, böyle düşünmesi normaldi ve bu düşüncenin O’nda sıkıntı ve ızdırap meydana getirmesi de gayet makuldü. Diğer taraftan Ebû Leheb’in karısının şirretçe hâdisenin üzerine gitmesi ve her gördüğü yerde Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) istihza ederek “Artık şeytanın gelmiyor mu?” demesi de O’nu ciddi şekilde rencide ediyordu.[2]
İşte bu mânâda dağlara çıktı, insanlardan ayrıldı ve kendini bütünüyle tefekküre verdi. İşin dış yüzü itibarıyla O’nun davranışlarına bakan ve bu davranışları Efendimiz’deki (sallallâhu aleyhi ve sellem) irade gücünü nazara almadan değerlendiren bir insan, “Acaba bu insan intihar mı edecek?” diyebilir ve O’nun yağmur yüklü bulutlara benzer hüznünü böyle tevil edebilirdi. Ama bu tevil, kat’iyen Efendimiz’in içinde bulunduğu ruh hâlini doğru olarak yansıtmamaktadır. Ve O’nu kendi büyüklüğüyle aksettirmekten uzaktır.
Burada, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanların hidayeti mevzuundaki “hırs”ını da –ki Kur’ân O’nun durumunu bu kelime ile ifade ediyor–[3] düşünecek olursak O’nun davranışlarında kendi ruh yapısına göre daima böyle bir heyecanın mevcut olduğunu görürüz. Bu, insanlık adına kendini tüketme çizgisine gelmiş asil bir ruhun davranışlarındaki derinliktir. Bu hâli yakalayamamış insanların O’nu anlaması da mümkün değildir.
Kur’ân yer yer O’nun bu hassasiyetini tâdil eder. Kullanılan malzemeler farklı olmakla beraber, “Onlar, bu Kur’ân’a iman etmiyorlar diye Sen kendini helâk mı edeceksin?”[4] mealiyle vereceğimiz birkaç âyet vardır.
Bir bakıma bu âyetler, insanı tükenme çizgisine getiren fedakârlığı tasvir mahiyetindedir. O hep yaşatma arzusuyla yanıp tutuşmuş ve yaşama zevkini iradî olarak terk etmiş yüce bir ruh olarak ömür sürdü. Bu itibarla O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahyin kesilişindeki ruh hâlini düşünürken de meseleyi böyle değerlendirmek gerekir.
[1] İbn İshak, es-Sîre 2/115; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/80.
[2] Buhârî, tefsîru sûre (93) 1; Müslim, cihâd 114.
[3] Bkz.: Yûsuf sûresi, 12/103.
[4] Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3.
- tarihinde hazırlandı.