A'râf, 7/189-190
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ إِلَيْهَا فَلَمَّا تَغَشَّاهَا حَمَلَتْ حَمْلاً خَف۪يفاً فَمَرَّتْ بِهِ فَلَمَّا أَثْقَلَتْ دَعَوَا اَللّٰهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ اٰتَيْتَنَا صَالِحاً لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ * فَلَمَّا اٰتَاهُمَا صَالِحاً جَعَلاَ لَهُ شُرَكَاءَ ف۪يمَا اٰتَاهُمَا فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
"Sizi bir tek candan (Âdem'den) yaratan, O'ndan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva'yı) yaratan O'dur. İnsanoğlu eşi ile (birleşince) eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah'a: 'Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen, muhakkak şükredenlerden olacağız.' diye dua ettiler. Fakat (Allah) onlara kusursuz bir çocuk verince kendilerine verdiği bu çocuk hakkında Allah'a ortak koştular. Allah ise onların ortak koştuğu şeyden yücedir." (A'raf sûresi, 7/189-190)
Şu bir gerçek ki, farkında olunsun olunmasın -müşrikler kat'iyetinde olmasa dahi- ehl-i iman da bazen şirke girmektedir. Bu âyet-i kerimede de belirtildiği gibi aşırı çocuk sevgisi de bu şirk yollarından biridir. Günümüzde, çocuklarımıza, torunlarımıza Allah'ın birer emaneti, hediyesi, lütfu, ihsanı nazarıyla bakmak yerine, sanki onlara sahip ve malikmişiz gibi bakıyoruz. Hatta onlar uğrunda bazen namazı-niyazı bile terk edebiliyoruz. Öyle ki onlara karşı olan sevgimiz, âdeta Allah'a olan sevgimizden daha fazla. Yani emanet nazarıyla bakıp, Allah için seveceğimiz çocuklarımızla -tabir caizse- Allah'ı düşünmeden öyle bir seviyede alâka ve irtibata giriyoruz ki, belki de farkına varmadan o zımnî şirke yuvarlanıp gidiyoruz. Öyleyse, "Bir kalbte hakikî mânâda iki muhabbet olmaz." esasına göre hareket etmeli ve şirke karşı hep belli bir tavır içinde olmalıyız. Tabiî bunu söylemek ve lafını etmek gayet kolay; hayata tatbiki ise zorlardan zor. Öyle de olsa, ne yapıp yapıp, şirkten arınmalı ve çok uzak mesafelerden de olsa, şirkin kokusu duyulan meselelere kat'iyen yaklaşılmamalıdır. Bunlar yapıldıktan sonra da Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu duası önemli bir reçete sayılır: اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أُشْرِكَ بِكَ شَيْئًا وَأَنَا أَعْلَمُ وَأَسْتَغْفِرُكَ لِمَا لاَ أَعْلَمُ "Allah'ım, bile bile herhangi bir şirke girmekten Sana sığınırım, bilmediğim şeylerden de Senden mağfiret dilerim."[1]
Evlât sevgisine farklı bir zaviyeden de şöyle yaklaşılabilir: Hissî olan meselelerden dolayı insan muaheze olmayabilir. Ancak o, dinî duygu ve düşüncesi ile fıtratındaki duygularını ta'dil etmekle mükelleftir. Meselâ insan, aşırı yeme, içme arzusu duyabilir ve aristokrat bir yaşayış isteyebilir. Hatta bu hususlarda şiddetli hırs gösterip, işin önünü-sonunu düşünmeden hareket de edebilir. Zira insan, fıtratı itibarıyla arzularına düşkün, cimri ve aceleci olarak halkedilmiştir. Yani bunlar onun fıtratında mevcuttur. Ayrıca onda hem kin, nefret ve adavet gibi hususlar hem de sevgi, muhabbet ve insanlık gibi hasletler vardır. İşte bunlar, insanda iyiye ve kötüye açılan birer koridor hükmündedirler. Bu itibarla da o, mahiyetindeki kötülüklere açılan kapıları kapamalı ve kötü duygularını, tutkularını mutlaka dinî düşünce ve dinî duygu ile zapturapt altına almalıdır ki -biz buna dindeki ifadesiyle, fıtrat-ı sâniye kazanma diyoruz- kendisi için mukadder olan kemalâtı idrak edebilsin. Yani her şey olmaya müsait olan fıtratını, tek bir şey olmaya ve Allah'la münasebete tevcih edebilsin.
İşte bunun gibi, evlât sevgisi de insanın fıtratında vardır. Bu sevgi olmazsa çocuklara bakılmaz, okutulmaz ve neticede de ülke ve insanlık yükselemez. Evet, etrafımızda bir sürü âsi evlât var; ama yine de ana-babaları onlara bakıyor. İşte eğer bu tabiî sevgi ve alâka olmasaydı, sokaklar terk edilmiş insanlarla dolar, taşardı. Ne var ki, diğer duygularda olduğu gibi bu alâkada da, kalbler Allah sevgisiyle ta'dil edilmelidir ki, istikamet elde edilebilsin. Evet hayat, Allah'la irtibat yörüngeli olmazsa inhiraf kaçınılmazdır. Onun için evvelâ, her vicdanda Allah sevgisi gelişip kökleşmelidir. Bu ise bir egzersize bağlıdır. Yani bir insan, ruhî hayatında hiç egzersiz yapmadan "Ben, mal ve evlâdımı sana feda ediyorum Allah'ım!" dese, bu bazen riya, hatta yalan da olabilir. Bütün kötü huyların ruhtan kovulması ve bütün güzel hasletlerin tekrar ber tekrar yaşanması lâzımdır ki, İslâm, benliğimizin derinliklerine sinsin, tabiatımızın bir parçası hâline gelsin ve davranışlarımızı tabiîleştirsin... Yoksa düal düşünme ve düal yaşamaktan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Yukarıdaki âyet, şahs-ı Âdem'den benîâdeme geçerek fert fert, cemaat cemaat bir silsile hâlinde uzayıp giden, birliği içinde çok; nev'iyeti içinde bütün bir varlık kadar muhtevalı; tutturabildiğinde sevaplarıyla meleklerin önünde; kendini salınca veya tahribata dalınca, lânet ile anılan şeytanlara rahmet okutturacak kadar rezil, muamma bir sülalenin fasit veya salih halkalarından bahsederken aynı zamanda heyet-i umumiyesini de birden nazara veren bir üslûp ihtiva etmektedir. Bu espri kavrandığı takdirde, artık kalkıp "Acaba bu eşler Âdem ve Havva mı?.. Yoksa Kureyş'ten Kusay ve zevcesi mi? Veya daha başkaları mı?" demeye ihtiyaç kalmayacak.
İnsanoğlu karakter, ruh, muhteva, istidat, zenginlik, ağırlık açısından eşiyle özden veya ferd-i hakikî diyeceğimiz bir nefisten yaratılmış; sonra da ondan veya onun cinsinden, muhtevasından bir ikinci varlıkla eşler hâline getirilmiştir. Yani insanın eşini de yine insanın mâyesini teşkil eden temel unsurlardan şekillendirerek birbirine muhtaç, birbirini tamamlayan, birbiriyle huzur ve itminana eren, birbirini duyan, hisseden, anlayan, birbirine açılabilen bir vâhidin iki yüzü gibi yaratarak, görünümdeki çoğu muhtevadaki vahdete ircâ ederek, tevhid disiplinini hatırlatmış; böyle bir yaratılışa mazhariyetimizi hatırlatarak sinelerimizi şükürle coşturduğu aynı anda idraklerimizde de hamd hissini harekete geçirmiştir.
[1] el-Münâvî, Feyzu'l-kadîr, 4/173; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi'l-Kur'ân, 11/72.
- tarihinde hazırlandı.