Bakara, 2/30
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي اْلأَرْضِ خَل۪يفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ
"Bir zaman Rabbin meleklere 'Şüphesiz Ben yeryüzünde birini halife kılacağım.' demişti. (Melekler) 'Orada bozgunculuk yapacak, yeryüzünü fesada verecek, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' demişlerdi." (Bakara sûresi, 2/30)
Melekler bunu bir ilm-i hâs ile bilmişlerdir. Bu ise, onların bir ölçüde Levh-i Mahv ve İsbat'a ıttılaları demektir. İlm-i ilâhîde evvel-âhir, cenin-tam insan, iyon-çekirdek vs. hepsi aynı anda bilinir ve ihata edilir. Onun içindir ki, ahd-i mîsak mevzuunda "Allah bunu âlem-i ervahta veya ana rahminde aldı." demek doğru olabilse de eksiktir ve bir daraltma vardır. Belki bütün bir "lâ yezel"de alıyor demek daha uygundur; çünkü bizim kayıtlı bulunduğumuz âlem her an değişmektedir. İşin O'na ait yönünde ise değişme söz konusu değildir. Aslında, جَدِّدُوا ا۪يمَانَكُمْ بِلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ"İmanınızı 'Lâ ilâhe illallah' ile yenileyiniz."[1] sözü de ancak böyle bir yaklaşımla tam anlaşılabilir.
Şimdi yeniden konumuza dönüyoruz: Melekler Levh-i Mahv ve İsbat'tan insanların kan dökücü, fesat çıkarıcı özelliklerine muttali olmuş ve bu sebeple böyle bir istifsarda bulunmuşlardır. Tıpkı bizim bugün çarşıya çıkıp da bir sürü eracif karşısında "Allah bunları niye yarattı ki?" dememiz gibi... İhtimal onlar aynı insanlar arasında zuhur edecek enbiyâ, asfiyâ ve evliyâ gibi insanlığın ayları, güneşleri sayılan büyüklere tam muttali olamamışlardı. Zaten bundan dolayı da Allah قَالَ إِنّ۪ي أَعْلَمُ مَالاَ تَعْلَمُونَ"Ben sizin bilmediğinizi biliyorum." diyerek onlara karşılık vermemiş miydi..!
Allah tarafından insana bahşedilen böyle bir hilâfet, belli ölçüde, bütün varlık ve hâdiselere nisbî bir müdahale mânâsına hamledileceği gibi, Cenâb-ı Hakk'ın irade ve kudretinden bir kısım tecellîlerle onları hem birbirleri arasında hem de topyekün varlık karşısında hâkim duruma getirmesi şeklinde de yorumlanabilir. Böyle bir imtiyaz ve hususiyet, her şeyi Allah'a nisbet etmek ve O'ndan bilmek şartıyla, O'na niyabeten ellerinin ulaşabildiği her yerde bir kısım tasarruflarda bulunabilme demektir ki, O'nun namına hareket edecek, O'nun namına işleyecek, O'nun namına başlayacak ve her işinde O'nun nâibi, varlık kitabının tezhibinde O'nun fırçası, küre‑i arz bostanında O'nun bahçıvanı ve bütün dünyevî işlerde O'nun çırağı gibi hareket edecek ve bundan öte herhangi bir tesahüp düşüncesini de haddini bilmezlik kabul edecek.
Zaten, إِنّ۪ي خَالِقٌ yerinde إِنّ۪ي جَاعِلٌ kullanılması da, halka ve ilk yaratılışa göre, Zâtı itibarıyla değil de, evsâfı itibarıyla, ikinci derecede bir yapma ve şekillendirme; asaleten değil de niyabeten bir gözcülük ve nezarete delâlet etmektedir.
İhtimal, melâike-i kiramın istifsarlarının (işin aslını sorup öğrenme) arkasındaki hususlardan biri de, niyabeten yapılacak şeylerin, asaleten yapılan işlere karıştırılacağı endişesinden kaynaklanıyordu ki, onların bu zâhirî mülâhazalarının; beşerin mâyesinde, hayrın yanında şerrin, iyinin nüveleri yanında fenalık çekirdeklerinin; kalb, irade, his, şuur halitası vicdanî mekanizma yanındaki, nefret, şehvet, öfke, hırs vs. gibi şeylerden mürekkep nefsanî bir sistemin bulunması da oldukça müessirdi denebilir. Zaten "Herhâlde Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim." şeklinde vâki olan ilâhî cevap da hem bilinmesi gerekli olan şeyin çok derin olduğunu hem de meleklerin mazeretinin kabul edileceğini iş'ar gibidir.
[1] el-Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 1/332. Ayrıca bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/359.
- tarihinde hazırlandı.