En'âm, 6/124
اَللّٰهُ أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ
"Allah risaletini kime (nerede, nasıl, hangi lisanla) vereceğini pek iyi bilir." (En'âm sûresi, 6/124)
İslâmiyet ve risaletin Mekke'de doğuşu ve dünyaya bu mübarek beldeden yayılışı, birçok hikmetlere mebnîdir. "Allah, risaletini kime vereceğini en iyi bilendir." âyet-i kerimesi bu açıdan değerlendirilebileceği gibi, risaletin jeoloji, antropoloji, tarih, insan, mesaj, mekân ve dil buudları gibi sair önemli hususlar itibarıyla da değerlendirilebilir. Evet, Allah (celle celâluhu), peygamberliği kime verecek ve hangi toplum içinde peygamber zuhur edecek, onu en iyi bilendir: Ve yine, insanî ve dinî kavgalar, devletler arası mücadeleler hangi kerteye geldiğinde bu yeni risalet, yeni din zuhur edecek, onu da en iyi bilen O'dur. Şimdi, sırasıyla bunları gözden geçirmeye çalışalım:
1- Risaletin İnsanî Buudu
Buna göre âyet şu mânâyı ifade etmektedir: Allah (celle celâluhu), peygamberliği, peygamberlere verdiği risaletini, onlar vasıtasıyla sunmak istediği ilâhî mesajlarını kime vereceğini, kime tevcih edeceğini en iyi bilendir. O dönemde bazı kimseler Velid İbn Muğire ve Urve b. Mesud es-Sekafî gibi kendilerince takdir ettikleri zatları bu işe daha münasip görüyorlardı.[1] Onların bu iki zat hakkındaki mülâhazaları, Kur'ân'da başka bir âyette şöyle anlatılır. Onlar: "Risalet veya peygamberlik (Kureyş'in fakirine ineceğine) bu iki şehirden (Mekke veya Taif) şu (iki büyük insandan) birine inseydi ya!"[2] demişlerdi. Kur'ân, onların bu anlayışlarına şu karşılığı verir:
نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَع۪يشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
"Dünyadaki maişetlerini dahi aralarında Biz taksim ederiz."[3] Yani insanların yeme ve içmelerine kadar her şey ilâhî taksime tâbi ise, peygamberlik gibi en mühim bir mesele, elbette falanın-filanın takdirine bırakılamaz. Eğer insanların ruhta, gönülde letâifte dirilmesini hedef alan Allah (celle celâluhu), insanların ne ile dirileceğini biliyorsa, -ki mutlaka biliyor- o meseleyi temsil edecek şahsı da en iyi bilen yine O'dur. Dolayısıyla peygamberlik pâyesiyle kimi serfiraz kılmışsa, en münasip o demektir. Risalet meselesinde ileri geri söz sarfedenler -Velid İbn Muğire vb.- Hz. Peygamber'i küçük gördüklerinden ötürü, bilerek en büyük cinayeti işlemişlerdir.. ve işledikleri bu cinayet, peygamberi tahkir ve tezyif etme mânâsına geldiğinden dolayı da onlar, Allah nezdinde küçüklerden daha küçük olmaya mahkûm edilmişlerdir. Nitekim âyetin devamında onların su-i akıbetlerine de işaret edilir ve:
سَيُص۪يبُ الَّذ۪ينَ أَجْرَمُوا صَغَارٌ عِنْدَ اللّٰهِ وَعَذَابٌ شَد۪يدٌ بِمَا كَانُوا يَمْكُرُونَ
"Düzenbazlık yapmaları sebebiyle, risalet hususunda cürüm işleyenlere Allah tarafından (dünyada) bir zillet ve (ahirette de) şiddetli bir azap dokunacaktır."[4] Bu böyledir, zira peygamber seçimi bizzat Allah'a (celle celâluhu) aittir:
اَللّٰهُ يَصْطَف۪ي مِنَ الْمَلاَئِكَةِ رُسُلاً وَمِنَ النَّاسِ
"Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer."[5] Allah seçip sonra da takdir ve teşrifte bulunduysa bize, bu takdire saygı duyup itaat etmek düşer. Aksi hâlde Allah'ın seçtiğine karşı en küçük vicdanî bir rahatsızlık bile, insanı hor ve hakir kılar.. ve böyleleri, peygamberler veya evliyâ, asfiyâ, ebrar ve mukarrabînle gelen feyiz ve bereketlerden mahrum kalırlar. Evet, böyle biri kim olursa olsun âdeta küçüklüğe hapsolur ve bütün ilâhî mesajlara karşı kapalı hâle gelir.
Kaldı ki Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) liyakat ve büyüklüğü, her devirde hemen herkes tarafından kabullenilmiş bir olguydu. Ayrıca O'nun geleceğine dair bir hayli işaret ve bişaretler de bulunmakta idi. Evet, bunca tahrife rağmen, Üstad Allâme Hindî'den Hüseyin Cisrî'ye kadar niceleri eski kitaplarda, Hz. Peygamber'e ait tam 114 işaret ve bişaret bulunduğunu tespit edebiliyorlardı. Evet, ta Hz. Davud, Hz. Süleyman'dan, Hz. Musa, Hz. Yahya, Hz. Zekeriya ve Hz. İsa'ya kadar bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), o sarsılmaz icmalarıyla Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geleceğini haber vermiş ve O Zât'ın, hepsinin büyüklüklerinin câmii olduğunu ümmetlerine bildirmişlerdir. Bu yönüyle Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mânâdaki makam-ı cem'in sahibidir.
Evet enbiyâ-yı izamın cihet-i vahdeti bir cihette O'nda tecellî etmiştir. Yani Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemşümul risaletiyle, âdeta bütün enbiyâ-yı izamın düşüncelerinin hulâsasını ve topyekün insanlığa sunulacak mesajlarının esasını cem etmiştir. Böylece tesisi gerekli meseleleri tesis ettiğinden ötürü bir müessis; tahrif edilen şeylerin hakikatini ortaya koymakla musahhih; tecdit ve tekmil gereken şeyleri de tecdit etmekle O, bir Müceddid-i Ekmel olmuştur. Artık O'ndan sonra resûl gelmeyecektir. Zira meseleler bu kadar vahdete ulaşınca, O'ndan sonra kim gelirse gelsin bu vahdeti yeniden parçalayıp dağıtacaktır. Bu yüzden O en sondur. İnsanlık O'nunla, duygu ve düşüncede, din ve akidede, yol ve yöntemde hayatî bütün ünitelerin ana başlıklarına ulaşmıştır ve artık yeni bir risalete ihtiyaç kalmamıştır. Evet, bundan böyle bütün insanlık, bütün hayatî meselelerini bu son risaletin verdiği en son şekle göre düzenleyip hayata geçirecektir.
Meselenin bir diğer yönü de şudur: Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risalet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O, bir hadislerinde: أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُور۪ي "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur."[6] buyurmaktadır. Diğer bir hadislerinde de; "Hz. Âdem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, Ben peygamber idim."[7] ferman etmektedir. Demek ki, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olarak plânlanması, herkesten önceydi. Bu mesele, tasavvufçularca "hakikat-i Ahmediye" unvanıyla ele alınmış ve uzun uzun üzerinde durulmuştur. Onların bu mevzudaki mülâhazalarında hakikat-i Ahmediye, aynı zamanda kâinatın da hakikati olarak işlenmiştir ki, bununla da, Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyüklüğü ve en büyük risalete mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.
Burada şu husus üzerinde de durmakta yarar var: Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) -neşrettiği nur itibarıyla- hem kemmiyet plânında hem de keyfiyet plânında ulaştığı noktaya bir başkası ulaşamamıştır; ulaşamaz da. Bu da pratik olarak O'nun ve sunduğu peygamberlik mesajının büyüklüğünün en açık bir emaresidir. Zira bugün yeryüzünde Budizm'den Brahmanizm'e, Taoizm'den Totemizm'e ve semavî dinlerden de Hıristiyanlık ve Yahudilik'e kadar yüzlerce din bulunmaktadır ama, İslâmiyet hariç, diğerlerinin hepsinde ilâhî mesaj istihâle görmüş ve belli ölçüde tahrife uğramışlardır. Hıristiyanlık bugün İslâmiyet'e göre daha yaygın olabilir. Ne var ki, gerçek Hz. Mesih'i ve Mesih anlayışını bugünkü Hıristiyanlığın o zor anlaşılır yorumlarında bulmak mümkün değildir. Eğer biz Hz. Mesih'in hakikî kimliğine Kur'ân sayesinde muttali olmasaydık, onu Kitab-ı Mukaddes içindeki yeriyle kabullenecek ve binlerce çelişkiyle karşı karşıya kalacaktık. Çünkü, gerek Yuhanna'da ve gerekse Matta ve Luka'da karşımıza çıkan İsa'nın -hâşâ- Allah'tan farkı yoktu. O, Arş'ın yanında O'nunla beraber oturmakta ve O'nun rubûbiyetini paylaşmaktaydı. İnsanlık onun fıkdaniyle zenb-i aslî ağına düşmüştü ve onun sayesinde yeniden yitirdiği Cennet'e ulaşacaktı. Evet, maalesef Hz. Mesih'in kimliği Kitab-ı Mukaddes'in bugünkü metinlerinde bu kadar karışık ve bu kadar tutarsızdır. Biz, her şeyin hakikati gibi Hz. İsa'yı da, Hz. Peygamber'in risaleti sayesinde dahası olmaz ölçüleri içinde öğrenmiş bulunuyoruz.
2- Risaletin Mekân Buudu
اَللّٰهُ أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ
"Allah peygamberliği nerede ve kime vaz'edeceğini en iyi bilendir.": Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke'de neş'et etmesi de risalet cihetiyle tamamen yine hikmet ve gaye yüklüdür. Bilindiği gibi "Mekke-i Mükerreme" âdeta yerin göbeğini çevreler. Kâbe, yerin göbeği, varlığın da kalbidir. Ehl-i keşfe göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kâbe ile birlikte yaratılmıştır. Hakikat-i Kâbe ile Hakikat-i Ahmediye birbirine eştir. Hakikat-i Muhammediye'deki tenezzülde bazı veliler yanılarak, "Hakikat-i Kâbe, Hakikat-i Muhammediye'den öndedir." demişlerdir. İşin doğrusu Hakikat-i Muhammediye, Hakikat-i Kâbe'den asla geri değildir. Bu iki şey, bir vâhidin iki yüzü gibidirler. Şimdi eğer yeryüzünde evrensel bir din, mekân olarak herhangi bir yerde temsil edilecekse, herhâlde o yer Efendimiz'e analık yapan Kâbe olmalıdır. Zaten Kur'ân da ona "Ümmü'l-Kurâ"[8] demiyor mu?.. Evet, bütün köy ve şehirlerin anası olan Mekke; Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) neş'etine de dâyelik yapmış, hatta tıpkı bir ana rahmi gibi O'nu bağrında besleyip geliştirmiştir. Hz. Musa'nın Benî İsrail'e ait mesajının Eyke'de değil de Tûr-i Sina'da telakki edilmesi, dağıyla taşıyla mukaddes olan Tur-i Sina'nın Museviyetle çınlaması, Hz. Musa ve İsrailoğullarının kendi seviyelerine göre ilk mesajlarını bu mukaddes dağdan almaları gibi, bütün insanlığı, bütün zaman ve mekânlarda ilgilendiren ve âlemşümul bir mesaj olan Kur'ân da ancak Kâbe'nin bulunduğu beldeden yankılanabilirdi ve öyle oldu...
Meselenin bir diğer yanı da şudur: Mekke oldukça stratejik ehemmiyeti haiz bir beldedir. O âdeta vahy-i semaviye açıldığı dönem itibarıyla, dünya devletlerinin mültekâsı, yani gelip gelip dalgaların çarpıştığı, çarpışıp kırıldığı ve buluştuğu bir yerdedir. Ayrıca Mekke, Medine bir kısım eski medeniyetlere de beşiklik yapmış beldelerdendir: Sebe', Hadramut ve San'a medeniyetleri gibi -ki anlatılanlara bakılırsa- o gün bir insan Medine'den yola çıksa başı güneş görmeden Hadramut'a ulaşabiliyordu. Zaten Kur'ân da, "Yeryüzünün Cenneti"[9] diye bu bahçelerden bahsetmiyor mu?
İşte Mekke ve Medine bir taraftan böyle kadim bir medeniyete beşiklik yapmış, diğer taraftan da Roma ve Sasani imparatorlukları gibi iki büyük medeniyete hep açık bulunmuştu. Roma kültürü, Antakya bağlantısı ile eski Mısır kültürüyle buluşmuş ve tarihî İskenderiye'yi doğurmuştu. Roma, o günün süper gücü sayılırdı ki; Kur'ân'daki Rum sûresi de bu hâkim güçler hakkında nazil olmuştu. Vilâdet yıllarında, Sasani İmparatorluğu, Yemen'de belli bir süre hâkimiyet kurmuş ve daha sonra da yer yer onları Mekkelilerin aleyhine tahrik etmişti ki, Mekke'yi tahrip etme düşüncesiyle gelen Fil ordusu, Fil ashabı, Sasanilerin tezgâhı ve tahrikleri sonucu meydana gelmiş bir olaydı. Ancak, Allah'ın (celle celâluhu) o beldeyi emin kılması sebebiyle herhangi bir zarar verememişlerdi.
Bu zaviyeden denebilir ki; Ceziretü'l-Arap, âlemşümul İslâm mesajının sunulması için müsait bir yer idi. Evet, bütün dünyaya hitap edecek bir mesaj, öyle bir yerden verilmeli idi ki, mevcudiyeti hissedilir edilmez hemen dünyaya yayılabilsin. İşte Mekke ve Medine stratejik olarak bu şartları tam haizdi. Bu mübarek yerde risalet hakikati, ayakları üzerine doğrulur doğrulmaz, hemen iki büyük medeniyet ve kültürle karşılaştı. Dolayısıyla da bu iki kültür ve medeniyet sayesinde, birdenbire onlarla alâkalı, dünya kadar milletlerle münasebete geçiverdi. Derken kısa zamanda birisiyle Avrupa kapılarına, diğeriyle de Asya vadilerine ulaşarak evrensel çizgide ve en seri şekilde misyonunu eda edebildi.
Mekke o gün için aynı zamanda büyük bir ticaret merkezi idi. Dünyanın hemen her tarafından ticaret veya ihracat, ithalat yapmak üzere tüccarlar sık sık Mekke'ye gelir-giderlerdi. Mekke, yaz-kış her zaman, Kur'ân'ın da ifade ettiği gibi, Şam ve Yemen taraflarına ticaret kervanları düzenlemeye oldukça müsait bir yerdi. Dahası, Mekke o bölgenin ticaret merkezi ve kalbi gibiydi. Hatta Mekke Müslümanları, Medine'ye hicret ettiklerinde, o güne kadar orada ticareti elinde bulunduran Yahudiler bile artık ticaret yapamaz olmuşlardı. Bu da Mekkelilerin, dünya ile ticarî ilişkiler sayesinde, o günün süper devletlerinin sosyal ve kültürel yapılarını çok iyi bildiklerini göstermektedir. Bugün daha iyi anlıyoruz ki, bir milleti genel ve sosyal karakterleriyle tanımak, onun ilgi odaklarına muttali olmak; onların ekonomik ve iktisadî yapılarını teşhis etmek ve münasebete geçmek için çok önemli esaslardır. İşte Mekke ahalisi, daha o dönemde kurdukları ticarî ilişkileri sayesinde, çevredeki devlet ve milletlerin kültürlerini çok iyi tanımışlardı. Bu da daha sonra neş'et edecek olan risalete, güzel ve uygun bir zemin teşkil ediyordu.
Evet, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemşümul bir risaletle, böyle zeminde, yani Sidretü'l-Müntehâ'nın yerdeki iz düşümü olan Kâbe ve onun çevresi Mekke'de zuhur etmesi o kadar önemlidir ki, siz bu yeri değiştirseniz; bu misyonu Mekke'den ve Medine'den alıp Taif, Riyad ya da Amman'a yükleseniz, dengeyi bütün bütün bozar ve Mekke'ye ait avantajların hiçbirini elde edemezsiniz ki, bu da risaletin, rahat boy atıp gelişmesini engellemek demektir. Evet, Mekke ve Medine risalet adına çok önemli yerlerdir.
Ayrıca burada şu hususu da ifade etmeliyim ki, risaletin böylesine kavurucu bir çöl ortasında zuhuru da, bir avantaj sayılır. O çöl ki, nice Napolyonları, Hitlerleri, Rommelleri yutmuş ve bitirmiştir. Bu çölün kavurucu sıcak ve meşakkatlerine alışmış olan ilk İslâm mücahitleri, girdikleri her savaşı kazanmış ve muzaffer olmuşlardı. İklimin müsaadesi ölçüsünde bu mücahitler, başkalarının sürüne sürüne yol aldığı yerleri, koşarak geçmiş; rahatlıkla ve lojistik avantajlarıyla hep önder olmuşlardı. Meselâ, bir Tebuk seferinde Türkiye ve Şam iklimine alışmış insanlar mücadele verseydi, muhtemelen, çölün o sıcaklığında nefes alamaz ve telef olur giderlerdi.
Bir diğer mesele de, Ceziretü'l-Arap kuru bir çöl olduğundan, o gün için büyük devletlerin orada pek gözleri yoktu. Zaten o gün için petrol ve diğer cevherler de henüz bilinmiyordu. Otu, ağacı ve yeşili de oldukça azdı. Bu yönüyle Mekke ve Medine ticaret dışında, keşif ya da işgal için pek cazibesi olan yerler değildi. Bu yüzden de başka devletlerin sömürüsünden hep emin kalabilmişti. Vâkıa zaman zaman, bu mübarek yerlere de o günün süper güçleri tarafından umumî valiler gönderilmişti ama, onlar adına buralarda ne kaybedecek ne de kazanacak bir şey vardı. Dolayısıyla da, o milletlerin kültürleri buralara girip o saf düşünceleri karıştırıp melezleştirememişti. Böylece İslâm, kendi saf akidelerini, diğer medeniyet ve kültür terâkümlerinden uzak tutarak dünyanın dört bir yanına yayma fırsatını bulabilmişti. Aksine Mekke ve Medine mevcut kültür ve anlayışların işgaline uğramış olsaydı, o zaman İslâm risaleti, epey zorluklarla karşılaşacaktı. Evet İslâm kültürü bu emin merkezde yatağını bulan su gibi gelip kaynaklanmıştı; kaynaklanmış ve bu berrak kaynağı, ona sonradan sokulan kovalar bulandıramamışlardı. Evet, ne Sasani'nin ne de Roma'nın putperest akideleri, bu tertemiz ve pırıl pırıl akan risalet kaynağına sızamamıştı. لاَ تُكَدِّرُهُ الدِّلاَءُ fehvâsınca, ona dalan kovalar, feyz-i akdesten gelen ve her türlü emniyet ve karantina altında muhafaza edilen, vahye sırtını vermiş bu kaynağı bulandıramamıştı.
İşte hem mekân itibarıyla böyle Sidretü'l-Müntehâ'nın iz düşümü olan hem de Eski Dünya karalarının coğrafî konumu itibarıyla hususiyet arz eden Mekke, risalet adına bu kadar ehemmiyeti haiz bir mübarek mekândı. Daha sonraları değişik yerlerin, dünya muvazenesinde stratejik hususiyet arz etmesi sebebiyle, risalet emaneti başka başka yerlere taşınmıştı ama; biz meseleye sadece âyetin işaret buyurduğu İslâm'ın zuhur ettiği dönem açısından bakıyoruz. Yoksa İslâm'ın yayılışı ve gelişmesi adına bir zaman Bağdat, diğer bir dönemde Şam ve uzun bir müddet de İstanbul merkezlik yapmıştır. Hatta İslâm risaletine verâset adına İstanbul'un yüklendiği misyon, kendinden önceki medeniyet merkezlerini geride bırakacak kadar engin ve derindir. Ancak, risalet, İstanbul'dan temsil edildiği dönemlerde bile, Mekke, Medine başların tacı ve birer mübarek mekân olarak semavîliklerini hep devam ettirmişlerdir.
3- Risaletin Lisana Ait Buudu
اَللّٰهُ أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ
"Allah risaletini ne şekilde (hangi dille) göndereceğini en iyi bilendir.": Kur'ân-ı Kerim'in değişik yerlerde, O'nun Arapça indirilişiyle ilgili pek çok âyet mevcuttur. Bu da, bilhassa o dönem itibarıyla, Arapça'nın mükemmelliğini göstermektedir. Evet, Kur'ân'ın nazil olduğu dönemde Arapça altın çağını yaşıyordu. Her lisanın bir altın çağı vardır. Meselâ Elizabet çağı -Bugünün İngilizcesi öyle kabul edilebilir. İhtimal, bizim, dil adına düştüğümüz hatalara onlar düşmediler. Ayrıca, teknolojik gelişme ve değişik kültürlere hem de bilerek açık olma, ayrı bir zenginlik vesilesi kabul edilebilir.- Şekspir'le altın çağını yaşamıştır. İngilizler bu çağa karşı hep saygılı davranırlar. Evet, Kur'ân'ın nazil olduğu devre de, Arap dilinin altın çağı sayılır. O dönemde dil o kadar oturaklaşmış, kaide ve prensipler o kadar dilin tabiatıyla bütünleşmiştir ki, en basit beyanlar bile âdeta birer sanat harikasıdır. Kur'ân-ı Kerim Mudar oymağı ve Kureyş'in diliyle nazil olmuştu. Ancak o, değişik kıraat ve lehçelere de açıktı.
Kur'ân'ın edebî yönü üzerinde bugüne kadar bir hayli insan durmuştur.. ve bu konuda pek çok edebî dâhi yetişmiştir. Abdülkâhir Cürcâniler, Sekkâkiler ve Zemahşerilerden alın da asrımızın Muhammed Sâdık Râfiîleri, Seyyid Kutupları, İşârâtü'l-İ'caz sahibi medar-ı iftiharımız Üstad Bediüzzaman sadece bunlardan birkaçı...
Kur'ân, belâgat ve i'caz yönüyle, nazil olduğu günden bu yana, daima muarızlarına meydan okuyagelmiştir. Nice edip ve beliğler, ona nazire yapmaya kalkmışlardır ama, dökülüp hep yollarda kalmışlardır. Ve nice dostlar onun âyetleriyle, beyan ve ifadelerini, şiir ve makalelerini süslemişlerdir. Ama asla ona ulaşamamışlardır. Kur'ân, bugün de, hâlâ milyarların dilinde okunurken, âdeta vahiy semasının zirvelerinden bize göz kırpan yıldızlar gibi tebessüm ederek, ifade ve edasının erişilmezliğini fısıldamaktadır. Cahiliye döneminde pek çok şair ve edip, sadece bir kez dinlemekle Kur'ân'ın büyüsüne kapılmış ve ona teslim olmuşlardır. Hatta Velid İbn Muğire, her türlü düşmanca duygularına rağmen, Kur'ân karşısında büyülenmiş ve diyecek bir şey bulamamıştır. Utbe b. Velidler, Ebû Cehiller bile onunla büyülenmiş, muarazada bulunmaya cesaret edememişlerdir. Bir Hz. Ömer ki, kendi ifadesiyle "Gözümü yumsam hiç duraklamadan, cahiliye şiirinden bin beyit okuyabilirim." der. Evet o, cahiliye edebiyatına, cahiliye şiirine o kadar vâkıf bir insandır. İşte bu parlak dimağ, Tâhâ sûresini dinlediğinde Peygamber Efendimiz'i öldürmeye karar vermiş olmasına rağmen, onun o teshir ve tesir edici cereyanına tutuluvermiş gibi sarsılır ve ona teslim olur. Evet, nakledilenlere bakılınca o gün Mekke'nin sokaklarından geçerken herhangi bir insanı rastgele çevirseniz ve ona şiirden bir şeyler sorsanız, hiç tökezlemeden dört-beş saat şiir okuyabilecek kadar bir dil vukûfiyetiyle karşılaşırdınız.
İşte Kur'ân, yeni bir dinle gelirken, böylesine edebî zenginliğe malik bir dille nazil oluyordu. Getirdiği esaslarla, sıradan herhangi bir bedevinin anlayışına müraat ederken, edebiyat ve şiirde dâhi sayılan ve ufku olabildiğince geniş bir edip, bir şairi de ihmal etmiyordu. Evet deve arkasındaki bedevi, Kur'ân'ı vird edinip okurken, en büyük dâhiler dahi büyük bir zevkle ve tarif edilmez bir şevkle Kur'ân âyetlerini dillerinden düşürmüyorlardı.
İşte başta zikredilen âyette de ifade edildiği gibi
اَللّٰهُ أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ
gerçekten de, Allah (celle celâluhu) risaletini nasıl ve hangi dille tesis edeceğini en iyi bilendir. Kur'ân öyle bir dille nazil olmuştur ki; bir hukukçu kendi hukuk diliyle ona müracaat ediverse, maksat ve meramına ulaşmada hiç mi hiç zorlanmaz. Bir idareci, bir kelâmcı ve bir tefsirci de kendi sahalarına ait incelikleri rahatlıkla onda bulabilir ve aydınlanırlar. Oysaki, çok iyi bilindiği gibi, bir hukuk dili, bir edebiyat dili veya bir akide ya da tefsir dili birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Ne var ki, Kur'ân, bütün bunlara aynı anda, hem de en küçük inceliklerine, kaide ve prensiplerine zerre miktar halel getirmeden müraat etmiştir. İşte İslâm tarihi, işte şer'î ilimler, işte hukuk mektepleri, işte binlerce edebiyat okulu ve bütün bunlar kadar muhakkik, müdakkik, müfessirleri yetiştiren tefsir ekolleri... Hemen hepsi de mesleklerine, meşreplerine ve mezaklarına onu birer kaynak kabul edip dünya kadar eser meydana getirmişler...
Öyleyse Allah (celle celâluhu) gerçekten de risaletini, hangi insana nerede ve hangi dille tebliğ edeceğini en iyi bilendir. Hatta bu hususta nisbetleri dahi bir kenara bırakarak "En iyi bilen" değil; "Allah bu hususu yegâne bilen"dir denilmelidir ve O'ndan başkasının da herhangi bir takdir hakkı söz konusu değildir. Böyle bir iddiaya kalkışanları, âyetin ifadesiyle, dünyada horluk ve hakaret, ahirette de şiddetli bir azap beklemektedir.[10]
[1] Bkz.: Taberî, Câmiu'l-beyan 25/65
[2] Zuhruf sûresi, 43/31
[3] Zuhruf sûresi, 43/32
[4] En'âm sûresi, 6/124
[5] Hac sûresi, 22/75
[6] el-Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 1/265
[7] el-Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 2/129-130, 132
[8] En'âm sûresi, 6/92; Şûrâ sûresi, 42/7
[9] Bkz.: Sebe sûresi, 34/15
[10] Bkz.: En'âm sûresi, 6/124
- tarihinde hazırlandı.