Hac, 22/11
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلٰى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌنِ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌنِ اْنقَلَبَ عَلٰى وَجْهِهِۗ خَسِرَ الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةَ ذٰلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ
"İnsanlardan kimi Allah'a bir yönden, bir kıyıdan kulluk eder. Şöyle ki; kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa yüzüstü dönüverir. O dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir." (Hac sûresi, 22/11)
Kur'ân-ı Kerim'de bu konuyla alâkalı bir hayli âyet vardır. Evet, Allah, mü'min, münafık ve kâfiri, iç dünyaları itibarıyla birbirlerinden farklılıklarını ortaya koymak için, sık sık imtihana tâbi tutar. Çeşitli belâ ve musibetlerle hatta hayra taalluk eden şeylerle onları vicdanî testlere tâbi tutar ve kendi değerlerini kendilerine hatırlatır. Evet pek çok tecrübe ile sabittir ki, Allah için fedakârlık eden ve hasbîlik gösteren insanların bile maddî durumları, ticaret hayatları yer yer sekteye uğramış, işlerinin âhengi bozulmuş ve değişik sarsıntılara maruz bırakılmışlardır. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın o kulunu imtihan etmesinden başka bir şey değildir. Bu, "Ganiyy-i ale'l-ıtlak" olan Allah, dinini i'lâ istikametinde feragat ve fedakârlıkta bulunanları yalnız bırakacak, terk edecek ve onları ezdirecek demek değildir; değildir ama her işinde binbir hikmet gizli olan ve abes işten münezzeh bulunan O Zât-ı Bâri, kulunun samimiyetini, kendine bağlılığını kulun davranışları ekseninde ve vicdanın hakemliğinde test etmektedir. İhtimal bazıları böyle bir imtihanı, dolayısıyla da hem bu dünyayı hem de öbür dünyayı kaybedeceklerdir ki, işte Kur'ân buna "Apaçık ziyanın ta kendisidir!" diyerek, son noktayı koyacaktır.
Bu âyette, tâbi tutulduğu imtihanı kaybedip dünya ve ahiret hüsranına maruz kalanlar daha ziyade münafıklardır. Bunlar kalb ve lisan bütünlüğüne, dolayısıyla da kâmil imana ulaşamamış; imanı dil ucuyla geveleyen, olup bitenleri göz ucuyla temâşâ eden, dinin de, din ile alâkalı amel ve muamelelerin de merkezinde değil de kenarında, kıyısında durup vaziyeti idare etmeye çalışan; imanın ve mü'min olmanın vaad ettiği avantajları kaçıracak kadar uzak durmamanın yanında, yer yer bazı ağır sorumluluk, mükellefiyet ve zâhiren dezavantaj gibi görünen ahval ve şeraite karşı da, kendince tedbirli, temkinli ve bala konmaya niyet etmiş bir sinek misillü, ihtiyat sistemlerini uzaklaşmaya açık tutarak hep kenarda, köşede bulunurlar.
Böyle bir konum ve mesafeli duruşla, Müslümanların elde edecekleri her şeyden yararlanmayı plânlarlar; umduklarını bulunca ona yapışır ve itminan soluklarlar, eğer bir imtihan ve ibtilâ söz konusu olursa bu kere de hemen yüzgeri olurlar.
Her mü'minin her sıfatı mü'min olmayacağı -Keşke olsa!- esasına göre, bazı mü'minler de böyle münafıkça mülâhazaların tesirinde kalabilirler; kalabilir ve rüzgârların onun arzusu istikametinde esmesini, yağmurların onun hevesine göre yağmasını, kâinat çapındaki geniş kader plânının onun hevesatına göre cereyan etmesini isteyebilirler. İlk dönemde, bu kabîl heves çocuklarının bulunduğu, bulunup da umduklarını elde edemeyince İslâm'dan yüz çevirdikleri gibi, günümüzde de pek çok iç kaymasının, başların dönüp duyguların bulanmasının bahis mevzuu olabileceği kaçınılmazdır.
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ (Âl-i İmrân sûresi, 3/8)
- tarihinde hazırlandı.