Ayın ışığının alınması, gece ve gündüz âyetleri
İlimler ilerlediği ölçüde insanoğlu daha bir Kur'ân'a yaklaşmakta ve onun âyetleriyle tanışma bahtiyarlığına ermektedir. Evet onun âyetleri, kelime nüansları ile ele alındığı takdirde günümüze ait bir kısım ilmî gerçeklerin onun beyanlarıyla örtüştükleri açıkça görülecektir. Meselâ, İsrâ sûresindeki şu âyete, detaya inmeden icmâlen bakıldığında dahi gece ve gündüzle alâkalı pek çok gerçeğin ifade edildiği müşâhede edilecektir:
وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ اٰيَتَيْنِ فَمَحَوْنَۤا اٰيَةَ اللَّيْلِ وَجَعَلْنَۤا اٰيَةَ النَّهَارِ مُبْصِرَةً لِتَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْ وَلِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ وَكُلَّ شَيْءٍ فَصَّلْنَاهُ تَفْصِيلًا
"Biz, geceyi ve gündüzü birer âyet (delil) olarak yarattık. Nitekim Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için gecenin âyeti ayı silip gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık. İşte Biz, her şeyi böyle açık açık anlattık." (İsrâ sûresi, 17/12)
Gece veya gündüz, semaya bakıldığı zaman ilk önce nazarlara çarpan, çarparken de Allah'ın vahdaniyetine işaret eden iki âyet ve iki delil müşâhede edilir. Gündüzün âyeti güneş, gecenin âyeti ise aydır. Allah (celle celâluhu), bu âyetiyle, biri geceye, diğeri gündüze ait olan iki emare ve işaret üzerinde dururken bu arada, gecenin âyeti olan ayın ışığının söndürüldüğünü ve böylelikle onun güneş gibi kendinden aydınlatıcı özelliğinin kalmadığını bildirir ki, gayet mânidardır.
Bilindiği gibi ay bize, sadece güneşten gelen ışıkları kısmen yansıtmaktadır. Bundan dolayı güneş gönderdiği ışıkla karanlığı gündüze çevirip her şeyi ayân beyan gösterdiği hâlde ay, belli ölçüde bir ışık yansıtsa da fazla bir şey gösteremez. Âyette de "...gecenin âyetini silip yerine gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık." buyrulmaktadır ki, bu mânâ, ayın ziyası olmadığını göstermek bakımından fevkalade açıktır. Bundan ötürüdür ki, Asr-ı Saadet'teki ilk müfessirler dahi bizim bugün anladığımız hususları rahatlıkla anlayabilmişlerdir. Meselâ, ilk dönem müfessirlerinden İbn Abbas, üç asır sonra İbn Cerir, âyeti tefsir ederken bugün bizim anladıklarımıza uygun yorumlar getirmişlerdir. İbn Cerir, yaklaşık 1100 sene evvel yazmış olduğu tefsirinde İbn Abbas'a atfederek âyeti şu şekilde yorumlar: "Ay da, aynen güneş gibi bir ateş kütlesiydi. Allah, güneşin ateşini ibka edip ayın ateşini söndürdü."[1] Kaldı ki günümüzde dahi ayın güneşten kopmuş bir parça olduğunu bir kısım kimselere kabul ettiremediğimiz açıktır. Ama İbn Abbas, 1400 sene evvel rahatlıkla bu hakikati ifade edebilmiş ve muhataplarınca itiraza maruz kalmamıştır.
Burada akla, "Gece alameti ayın ışığının alındığı hâlde gündüzün ışığının bırakılmasındaki hikmet nedir?" şeklinde bir soru gelebilir.
Bu sorunun cevabı, aynı âyet-i kerimede "Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için." şeklinde verilmektedir. Yani gündüz çalışmak, geceleri de istirahat edilip dinlenmek için ayın ışığı tıpkı bir lambanın söndürülmesi gibi söndürülmüştür. Aksi hâlde her şey alt üst olur ve dengeler bozulurdu. Tabiatperestler bunu bir tesadüf olarak değerlendirebilir; ancak hiçbir konuda olmadığı gibi burada da tabiatın tesiri kat'iyen söz konusu değildir.
Şimdilik bu mevzu üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Ama şu kadarını ifade etmeliyim ki, kafası bir sürü faraziyelerle allak bullak olmuş bazı fıtratlar bunu anlamak istemeyeceklerdir. Aslında ne varlığın yaratılışında, ne de mevcudiyetini devam ettirmesinde tabiatın da esbabın da tesiri söz konusu değildir. Her şeyin yerli yerinde olması ve yüzlerce hikmetlere, maslahatlara bağlı bulunması bunu şiddetle reddeder. Ama gel gör ki insanımıza dinin ruhu, kitabın esrarı, İslâm'ın özü anlatılmadığından çokları iğfal edilebilecek şekilde yetişti; hatta bazı yerlerde yığınlar ilhad ve inkâra sürüklendi. Evet, bu gibi meseleler Kur'ân'da açıkça ele alınmasına rağmen ona inanıp onu okumaya çalışan insanların kaçta kaçı ilim, fen ve teknikle alâkalı ima, işaret ve delaletlerine muttalidir? Bu itibarla da Kur'ân'dan ve onun mânâsından uzak yaşayan insanımızın, ilmî ve fennî gelişmelere yabancı kalması tabiî olsa gerek. Günümüzde ilim adamlarının dahi ihmal ettiği bu yüce hakikatler bu şekilde ihmale uğruyorsa cahil kitlelerin hâlini varın siz düşünün...
Bu konuda bir diğer husus, bugüne kadar müspet ilimlerde dahi yani fizik, astrofizik ve jeofiziğe dair söylenen sözlerin hepsi, muhakkak ya da tartışmasız doğrular değildi. Bunlar arasında asırların anlayış ve kültür seviyelerinin tesirinde söylenmiş nice sözler vardır ki bu gün birer ustureden farkları kalmamıştır. Evet bu asra kadar astronomlar uzayla ilgili pek çok tez ortaya atmışlardı, ama eldeki imkânların darlığı, rasat aletlerinin iptidailiği vb. gibi sebeplerle bize intikal edegelen bilgilerin çoğu zan ve tahminden ibaretti.
İşte bu yanlışlar nazara alınarak Kur'ânî hakikatlere bakıldığında onun çok erken dönemde farklı şeyleri işaretlediği görülecektir. 20. asırda pek çok ilim dalında olduğu gibi, astronomi ve jeoloji-jeofizik dallarındaki ihtisaslaşmalar da yeni yeni anlayışlar ortaya koydu. İşte bu terkip ve anlayışlar üzerine bina edilen teknik ve teknolojik unsurlar, bizim daha sağlıklı bilgilere ulaşmamıza yardım edecektir. Bu gelişmeler büyük ölçüde, Kur'ân'ın o mevzuyla alâkalı söylediklerini doğrular mahiyette olacaktır. En azından ilmî hakikatlerle onun arasında bir muaraza (çatışma) olmadığı görülecektir. Biz burada Kur'ân'ın, pek çok âyetiyle, küre-i arza ve semaya ait ilmî hakikatleri mücmel olarak fakat sarahate yakın bir keyfiyette ortaya koyacağına inanıyoruz.
[1] et-Taberî, Câmiu'l-beyân 15/49.
- tarihinde hazırlandı.