Fünûn-u müsbete (pozitif ilimler) tabiri
Fünûn-u müsbete (pozitif ilimler), aklî ve nazarî bilimlerin aksine, tecrübe ve müşâhedeye dayanan ve farklı ispat yollarıyla doğrulukları tebeyyün etmiş kabul edilen ilimlerdir. Biyoloji, fizik, kimya, astronomi, tıp vb. gibi ilimlerin sübut bulmuş bütün meseleleri bu türdendir ki, biz bunlara ispatlanmış bilimler mânâsına "Fünûn-u müspete" diyoruz.
Bugünkü anlayışta pozitif bilimler, her zaman yanlışlanabilen teorilerden oluşmuş bilgi kümeleri veya kâinattaki yapılar hakkında tahmin yürütmemize imkân tanıyan araçlar olarak kabul edilmektedir. Ne var ki bunun mefhûm-u muhalifini alarak, tecrübe ve müşâhede sahasına girmeyen ilimlere "menfî ilimler" demek de doğru değildir.
İlimler mevzuunda, 19. ve 20. asırda, belli ölçüde de olsa, insanlık düşüncesine hükmeden diyalektiğin, bazı zihinleri bulandırması türünden bir kısım yanlış anlamalara da meydan verilmemelidir. Her şeyden evvel bir kısım ilimlere, laboratuvarın araç ve gereçleriyle değil ancak akılla ulaşılabilir. Tecrübe sahasına girmeyen nice gerçekler vardır ki onların da kendilerine ait bir kısım kaideleri vardır ve ancak o kaidelerle onlara ulaşılır. Meselâ, Vâcibü'l-Vücud olan Allah, hatta melâike-i kiram, cin, şeytan vb. gibi fizikötesi varlıklar, fünûn-u müspete ile değil, vahiy, akıl, mantık, vicdan, kalb ve hisle anlaşılır. Zira bu mevzular, laboratuvarlara sokulacak cinsten konular olmadığı gibi mikroskop veya teleskop ile de görülemezler. Binaenaleyh "ilim" tabirine vahiy, akıl, mantık, his ve vicdan yoluyla ispat edilen şeylerin hepsini idhal etmek icap edecektir.
Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, ispatı hususunda en fazla üzerinde durulan varlık Vâcibü'l-Vücud'dur. Her ne kadar ispat tabiri, Vâcibü'l-Vücud hakkında çok fazla kullanılmasa da, Allah'ın sıfat ve isimleri, zâtî şe'nleri, melâike-i kiram, haşir ve nübüvvet hakikati en fazla ispata bağlanagelen mefhum ve mazmunlardandır.
Bunlar, şimdiye kadar öyle sağlam aklî kıstaslarla ele alınmışlardır ki, tecrübe dediğimiz şey bu kıstaslar yanında çok sönük kalır. Nitekim asırlardır tecrübî sahayla alâkalı pek çok kanun ve kural, keşif vesairenin bugün onların isimleri dahi unutulmuştur. Evet, tarih ve ilim çevrelerinde kendisini kabul ettiren nice iddialı fikir, nazariye (teori) ve faraziyeler vardır ki, bunlar, henüz üzerlerinden bir-iki asır geçmeden aşınmış, yıpranmış ve itibar edilmez hâle gelmişlerdir. Meselâ, bütün debdebe ve ihtişamıyla asırlarca astrofiziği meşgul eden Kant ve Laplace'ın fikirleri, bugün çağın farklı yorumları karşısında hazan yemiş yapraklar gibi savrum savrumdur. Hatta sarsılmaz gibi görünen Nevton'un çekim kanunu dahi bugün bir kısım detaylarıyla tartışılır olmuştur.
Bütün nazariyeler, hakikate götüren birer vesile ve basamak olduklarından, elbette ki sürekli sarsılacaktır ama günü gelince –izafi dahi olsa– sarsılmaz kanun ve hakikatlere ulaşılacaktır. Biz, ulaşılan bu hakikatlerle bir gün bütün nazariyelerin gelip Kur'ânî bir öz ve icmâlde buluşacağı inancını taşıyoruz. Her devirde bir kısım yeni yeni gelişmeler gerçekleşecek.. gelişen ilimler ve mârifet nazariyeleri, içinde bulunduğu zamana takılıp kalmadığı müddetçe sürekli yenilenerek devam edip gidecektir.
Gerçek ilim erbabı, hakikati olmayan pek çok nazariyenin hem tarihî hem de değişik ilim mahfillerini nasıl meşgul edip, defaatle tökezlettiğini iyi bilirler. Evet, bir kısım ilim mahfilleri, bu nevi kör dövüşlerinin en fazla yaşandığı yerlerdir. Ne var ki artık bilim kendini aşma kertesindedir ve er-geç o, bir gün mutlaka "Allah" diyecektir. Allah'a ulaşan ve ulaştıran her ilim, O'nda sonsuzluğa da ulaşacak ve artık tıkanmalara, tökezlenmelere maruz kalmayacak, bâtıl nazariyeler gibi teâruzların-tesâkutların ağına takılmayacaktır.
İşte bu noktada Kur'ân, ilim erbabına nihâî bir nokta çizmekte ve onları peşin hükümlü nazariyelere takılıp kalmaktan kurtararak sürekli yeni gelişmelerle varılacak son noktaya irşad etmektedir. O, doğrunun özü, esası ve icmâlidir; onda hatalar ve kırılıp dökülmeler bahis mevzuu değildir. O, kâinatı kudret ve iradesiyle idare eden Cenâb-ı Hakk'ın aziz bir kitabıdır ve onun ne önünde ne de arkasında bir bâtılın bulunması söz konusudur.
Nitekim Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), onunla alâkalı şöyle buyurur: "O (kitap) aziz ve eşsiz bir kitaptır. (Öyle) ki ne önünden (gelecekten) ne de arkasından (geçmişten) onu boşa çıkaracak (iptal edecek) bir söz gelemez. O (kitap) hüküm ve hikmet sahibi, çok övülen Hamîd (Allah) tarafından indirilmiştir." (Fussilet sûresi, 41/41-42)
Evet, bu Kur'ân, Azîz ve Hakîm olan Allah'ın kelâmıdır. Onun ne geçmiş ne de geleceğe ait ortaya atıp ifade ettiği haber ve tespitleri arasına herhangi bir bâtılın sızması mümkün değildir. O nazil olalı bin beş yüz seneye yakın bir zaman geçti; daha on binlerce sene geçse, yine de onun söylediği hakikatler, hiç mi hiç değişmeyecektir.
Evet, bir tarafta eskiyip unutulan nazariyeler, diğer taraftan da sönmez hakikatlerden haber veren Kur'ân âyetleri hep gürül gürül bu gerçeği haykırmaktadır. Bundan sonra da daha nice popüler nazariyeler eskiyip gidecek, ama Kur'ân ve onun haber verdiği hakikatler hiçbir zaman yıpranmayacak, aksine her zaman yeni nazil olmuş gibi tazeliğini koruyacaktır. Çünkü o, mutlak ilim sahibi Allah'ın ezel ve ebed soluklu mu'ciz bir beyanı ve harikulâde kelâmıdır.
- tarihinde hazırlandı.