İnsan ledünniyatının Kur'ân açısından tahlili

Kur'ân, insanı bir bütün olarak ele alır ve onun duygularının ve ledünniyatının hiçbir yanını ihmal etmeden onu bir kül hâlinde değerlendirir. Evet, Kur'ân'da insanî hiçbir duygu ve his ihmal edilmez. Bir diğer yaklaşımla, bir mânâda her tip, her şekil ve tavırda insanı Kur'ân'da bulmak mümkündür.

Esasen insan ledünniyatını şerh etmek kolay bir iş değildir. Çünkü insan, koca bir kâinat gibi her an farklı farklı tavırlar sergilemekte; sırrı, hafîsi ve ahfâsı ile her an ayrı bir şekle bürünmektedir. Nedir onu hâlden hâle sürükleyip yerinde şevklendiren ve yerinde de miskinleştiren duygular?

İşte bu meseleler, insanlık tarihi boyunca, sürekli beşerin zihnini meşgul etmiştir. Batıda insan ledünniyatı üzerine çalışan bir yığın insan vardır. Ama her birisi kendi zaviyesinden ve onu görebildiği bir yönü ile değerlendirmeye çalışmış ve çalışmaktadır. Meselâ onlardan biri, insandaki sezgiyi esas almış ve ona göre teşrihî mütalaalarını ortaya koymuştur. Bir diğeri, insana şevk veren duyguları itibarıyla onu tahlil etmiştir. Bir başkası ona mantığıyla yaklaşmıştır ama hiçbiri, insanın câmî (kapsamlı) bir tahlilini yapamamıştır.

Bu mevzuda yine söz, sözler sultanı Kur'ân'a aittir. Evet, insanın câmî bir varlık olduğu orada vurgulanmakta ve her tip ve tavrın teşrihi onda gerçek ifadesini bulmaktadır. Hatta insanın geçirdiği bütün ahvâl ve etvâr (hâl ve tavırlar), yine onda şerh edilmektedir.

Mücrim ve günahkâr bir insan, nasıl bir psikoloji içindedir? İnsanlarla konuşurken, toplum içine çıkarken hangi duygu ve hislerle meşbûdur? Bir türlü fiyaskolardan kurtulamayan bir insanın ruhî çöküntüleri, mânevî buhranlarının tezahürleri nelerdir? Kırılan ümitlerin, sönen aşkların, sarsılan emellerin veya ümitle çarpan sinelerin, tülpembe hülyâların, sevapla ışıldayan gözlerin, günahla kararan yüzlerin, aşk u iştiyakla çarpan sinelerin, karamsarlığa kendini salmış bedbîn ruhların... evet, hepsinin akislerini onda görmek mümkündür.

İmanın müflis ruhu nasıl okşadığı, onun letâifini nasıl meâliye (yüce duygulara) yönlendirdiği, değişik handikapları aşmada gönlü nasıl şahlandırdığı, yine ona has bir ses ve soluktur.

Hele, bütün kalbi kırıkların, bir mânâda rencide olmuş his ve duygularıyla nasıl teselli bulduklarını, bulup Kur'ân'a ve evrâda yöneldiklerini yine sadece onda görebiliriz.

İdare eden ve zirveleri tutanların da, seviyelerine göre Kur'ân'da ayrı bir yerleri vardır. Öyle ki, gururları kırılmadan, izzet-i nefisleri rencide edilmeden, şahsiyetleri ve benlikleri hırpalanmadan, ufkî olarak hedefe götürüldüklerini görür, onlarla beraber üslûbun sihrine büyüleniriz. Evet, Kur'ân, onları bir yandan kendi hedefine doğru çekerken, diğer yandan da yol boyu ulvî hakikatleri gönüllerine boşaltmayı, iştiyak ve inşirahlarını coşturmayı asla ihmal etmez.

Kur'ân'da, anne ve babanın ruhî durumlarının tahlili de ayrı bir üslûp harikasıdır. Evlat ve anne-baba arasındaki münasebetler en ince bir ruh hâline göre tahlil edilirken, bu münasebetler, ruhu kucaklayıp meâliyâta götürecek şekilde tesis ve tanzim buyrulmaktadır. Evet, aile onda öylesine ince, öylesine zarif bir üslûpla ele alınır ki, bu üslûptan, aile fertlerinin yukarıdan aşağıya şefkat ve muhabbetle, aşağıdan yukarıya doğruda da hürmet ve saygıyla birbirinin içine aktığı görülür.

Soyumuz, kendi nizamını tesis ederken, Kur'ân'ın düsturlarını esas almıştır. Bir yeniçeri ocağı –ki Osmanlı'yı cepheden cepheye şahlandırarak, İslâm nizam ve ahlâkını, o geniş fütuhât hamleleriyle bir cihan hâkimiyeti mefkûresi hâline getirmede en önemli rollerden birini oynamıştır– bu düsturlar üzerine eğitilmiş bir ocaktır. Yerinde her askerî ferde benlik ve şahsiyet verilirken, yerinde de bu benlik ve şahsiyetten tecerrüt ederek, otoriteye saygı ve itaati sağlayacak şekilde terbiye edilmeleri, Kur'ân'ın insan ledünniyatını ele vermede kullandığı umumî ve hususî prensiplerinden istifade ile mümkün olabilmiştir.

Bu açıdan da o ocağın tefessüh edip yozlaşmasında, Kur'ân'dan ve onun besleyiciliğinden uzak kalmasını gösterebiliriz. Kur'ân'ın ledünnî hayatı tahlil ve teşrih prensiplerinin gözardı edilmesi, dünyanın en güçlü ve disiplinli devletlerinden birinin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiştir. Zira Kur'ân, o toplum ve onun fertlerinin ruhu mesabesindeydi; onun sayesinde baş başa verip birliklerini sürdürebiliyorlardı. İslâm'a omuz vermiş o yüce kâmetler, ruhî rabıtalarla birbirlerine sımsıkı bağlı idiler. Yoksa sadece cisimlerin bir araya gelmesi, cismanî beraberlik ve yüzlerin aynı istikamete yönelmesi, o ciddî nizam için yeterli değildi. Olmadığı için de, yeniçeri ve sonrasında tesis edilen askerî nizam ve birliklerin hemen hiçbiri pâyidar olmadı. Hem de bu dönemde psikolojinin prensiplerinden ve Batı'nın askerî tecrübelerinden âzamî derecede istifade edilmiş olmasına rağmen pâyidar olmadı; zira millet ruhuyla, aşılanan hususlar arasında mânâ ve muhteva dokusu açısından ciddî farklar söz konusuydu.

Bir kere daha şunu çok rahatlıkla ifade edebiliriz ki, terbiye adına Kur'ân'ın getirdiği sistem bize yeter ve bizi aşkındı. Hangi meselede olursa olsun, ne psikolojinin ne de modern pedagojinin, bir insanı tahlil etmede Kur'ân'a yetişmesi asla mümkün değildi. Onun için bugün Müslüman milletlerin, yeni ve daha canlı bir bakış açısıyla bir kere daha Kur'ân'a yönelmeleri çok önemlidir.

Biz de burada, işte bu zarureti vurgulama sadedinde Kur'ân'dan küçük birkaç misal daha arz edeceğiz. Maksadımız, psikoloji dersi vermek değildir; o ne haddimizedir ne de vazifemiz. Ancak böyle bir ders vermeye kalkan herkes de bilmelidir ki, Kur'ân'a dönmeden, onun getirdiklerinden istifade etmeden insanın içine nüfuz edilmesi ve tam olarak onun ledünniyatına inilmesi asla mümkün olmayacaktır.

Oysa Kur'ân, her ferde ayrı bir pencere açarak oradan içeriye girer, onun letâifinde gezer ve en karakteristik hususiyetleriyle onları keşfederek tastamam yerinde tespitlerde bulunur. Tıpkı şuanın cisimlerin içine girip her şeye sızdığı gibi Kur'ân da fertlerin ona açılan ruh pencerelerinden içeriye girer, onları yorumlar; sonra da onların içinde meydana getirdiği değişimlerle onları imana ve İslâm'a yönlendirir ve onlara diriliş yollarını gösterir. Bu irşad ve tebliğ, sadece inanmış gönüllere has bir şey de değildir. Yer yer inançsızın ve münafığın içine de nüfuz ederek onları da kabiliyetleri ölçüsünde ışığa uyarır.

Şimdi de Kur'ân'ın, insanların ledünniyatına nasıl girdiğine ve ne gibi teşrih ve tahlillerde bulunduğuna çok kısaca bir göz atalım:

Meselâ, Bakara sûresinin baş kısmı, mü'minlerin hallerini ve psikolojik yapılarını ele alır. İcmalen de olsa onların durumlarını, daha önceki bölümlerde arz etmeye çalıştığımız şekilde tahlil eder. Ancak biz burada daha çok münafıklarla alâkalı âyetler üzerinde durmak istiyoruz:

"İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık.' derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve mü'minleri aldatmaktadırlar; ama bunun farkında değillerdir. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını artırır ha artırır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. Onlara, 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz.' derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler; ancak anlamazlar. Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin!' denildiğinde de 'Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, sefihler de ancak onların kendileridirler. Ne var ki bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler.)" (Bakara sûresi, 2/8-13)

Âyetleri tahlile geçmeden evvel, şu iki hususa bilhassa dikkatlerinizi rica edeceğim:

1. Âyetlerde kâfir tamamen devre dışı bırakılıp münafığın hâli ve nasıl bir hissiyata sahip olduğu arz edilmektedir. Bir mânâda onlara, "Siz kâfir değilsiniz." denilerek bir ümit kapısı açılmıştır. Böylece "Sizler zaman zaman zikzaklar ile haktan sapıyor, doğru yoldan çıkıyor olsanız da, bazen hak dairesine girdiğiniz de olabiliyor. Hak dairesine girdiğiniz esnada, az dişinizi sıksanız gerçekten imana ulaşabileceksiniz. Evet, o esnada, içinizdeki gayz ve öfkeyi, önyargı ve kıskançlığı yenip bir kenara atabilseniz, biraz da beşerî kapris ve garizalarınızdan tecerrüt edebilseniz, kalbiniz yumuşayacak ve imana meyledeceksiniz." der gibi bir üslûp takip edilmektedir.

2. Burada insanların bütünü değil, bir kısmı (münafıklar) nazara verilerek, gerek terbiye ve gerekse psikolojik açıdan çok yüce gayeler güdülmektedir. Yani münafıklar, "İnsanlardan bazıları var ki..." ifadesiyle, insanların bir kısmı tecrit edilerek nazara verilmekte, falan şahıs ya da falan kabile şeklinde bir şahıs ve kabile ismi belirtilmeden mesele genel olarak takdim buyrulmaktadır. Çünkü burada esas olan irşaddır. Zaten irşadda makbul olan da, bir ferdin dertlerini, hastalıklarını şerh ederken onu diğerlerinden gizlemektir; yoksa, yarasına neşter vurulan, kanı-irini ortaya dökülen hastayı teşhir etmek değildir. Zira ancak bu sayede, hastanın onuru rencide edilmemiş olur.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, bu ahlâk-ı Kur'âniyeye göre irşad ve ikazlarda bulunurdu. Evet O, hiçbir zaman gördüğü kusur ve ayıptan ötürü, kusur sahibini çağırıp insanların huzurunda onurunu rencide edercesine tedipte bulunmamıştı. Aksine, cemaati toplar ve onları karşısına alarak "İçinizden bazıları var ki, şöyle şöyle yapıyorlar!"[1] derdi. Böylece hem ayıp sahibini doğru yola irşad eder hem de cemaati böyle bir kusurdan sakındırırdı.. evet, böylesi bir irşadda hiçbir zaman onurlar rencide olmaz ve perdeler de yırtılmazdı. Aslında işin nezahet ve nezaketi de bunu gerektirmektedir.

Yukarıdaki hususlara ilaveten kayda değer bulduğum son bir hususa daha dikkatlerinizi rica edeceğim: Kur'ân, değişik tahlil ve tevillerde bulunurken, isim ve şahıslardan sarahatle bahsetmez. Bu sayede herkes, oradaki iltifat veya ikazdan hissesini alır. Şayet Kur'ân, "Falanca, filanca" şeklinde bir şahıs belirlemesine girseydi, diğerleri kendilerini alâkasızlığa salacak ve gerekli ibret ve dersi alamayacaklardı. Oysaki muhatabın gizli olmasıyla herkes, kendini oradaki iltifat veya ikaza muhatap kabul ederek hâlini ve gidişatını ona göre gözden geçirecektir. Aslında, irşadın umumî gayeleri arasında bu da çok önemlidir. Meseleye böyle yaklaşılınca, herkes, âyet be âyet arkadan ne gelecek, hangi ruhî hissin teşrihi ve tahlili yapılacak endişe ve beklentisini taşıyacaktır.

Bununla beraber Kur'ân, âyetleriyle bir kısım hâlleri teşrih ederken, ister istemez bazı tedailerle bazı şahısların belirginleşmesi de kaçınılmazdır. Evet, yer yer, teker teker onların negatif veya pozitif pozisyonları, günahkâr veya salihane tavırları, yerleriyle, yurtlarıyla, hâl ve gidişatlarıyla göz önüne geliverir. Hatta bir kısım münafıkların, âyetleri takip ederken ciddî bir endişe yaşar ve "Ha şimdi ismimizi söyleyecek, kabilemizi deşifre edecek, ne haltlar çevirdiğimizi iplik iplik ortaya dökecek..." şeklinde büyük bir heyecan içine girdikleri de olabilir.

Kur'ân, onları anlatırken kullandığı, "Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse gibidir..." (Bakara sûresi, 2/17); "Yahut (onların durumu), gökten sağanak hâlinde boşalan ve içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir..." (Bakara sûresi, 2/19) ifadeleriyle, "şimşeğin çaktığı, gök gürültüsünün ortalığı velveleye verdiği, yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı" bir atmosferde, onların telaşlı, endişeli ruh portrelerini tasvir etmektedir. Yani onlar, Kur'ân'ın, hastalıkları ve hasta ruhları teşrih etmesi karşısında, kendilerinin de isim be isim zikredileceği endişesini taşımaktadırlar.

Ne var ki, terbiyede takip ettiği yüce gayeler gereği Kur'ân, onları bu şekilde tasvir ederken, evvelâ hitabı umumîleştirerek insanları belli bir platforma çekmektedir. Verdiği misallerde, münafık olsun olmasın, onları tasvir ederken ve içlerindeki endişeleri dile getirirken, dahası başlarına gelebilecek belâ ve musibetler karşısında yaşadıkları iç burkuntularını arz ederken, onları iç dünyalarında çok iyi takip eder ve tam "Elhamdülillah biz değilmişiz ta'nedilen, çok şükür kurtulduk!" diyecek kadar şükran hislerini dahi iman istikametinde kullanmayı hedefler. Kur'ân, onların, "Şu canhıraş hâlden kurtulalım, Allah'ın bütün istediklerini yerine getireceğiz." dedikleri ânı, bu kadarcık olsun vaad ve ümitlerini dahi irşada vesile kılar. Ve bu hislerini bu seviyeye getirdikten sonra da: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz..." (Bakara sûresi, 2/21) diyerek onları hakkı teslime davet eder.

Bakara sûresi 8-13. âyetleri çerçevesinde, Kur'ân'ın tahlil eksenli insan ledünniyatına girdiği ve bunu yaparken ne gibi teşrih ve tespitlerde bulunduğu dikkatle üzerinde durulacak ayrı bir konudur.

Evet, âyetteki "İnsanlardan bazıları" ifadesini duyan hemen herkesin içinde, âyete karşı bir alâka meydana gelir; o insan dikkat kesilir ve bir kısım beklentilere girer. Sonra da, o insanda "Acaba hangi kusur ve ayıbımız dile getirilecek?" şeklinde bir kısım endişeler hâsıl olur. Esasen bu alâka, kalb ve kafaların irşad ve ikaza müheyya hâline geldiğinin ilk habercisidir.

Bunun ardından Kur'ân, zikredeceği şeyleri zikretmeye başlar; başlar ve ruhlara, gönüllere öyle girer ki, insan her ne zaman bu yoldaki ifadelere muhatap olsa, ruhunda bir kısım tedailere çeşit çeşit yollar açılır; açılır ve artık yüksek bir tepeyi görünce, insanın aklına kubbeli camiler geldiği gibi değişik çağrışım vesileleri ve çağrışımlarla insanın içine öyle şeyler doğar ki, bir daha ne zaman o beyanla karşılaşsa, ona hemen pek çok esrarı hatırlatır.

Diyelim ki, yüksek bir tepede namaz kılan bir insan görüldü ve onun bu hâli de derince içlere işledi. Artık bir daha ne zaman yüksek bir tepe görülse, hemen insanın şuuraltı harekete geçer ve o tepede namaz kılan insanı hatırlar. Her ne kadar bu hâdiseler arasında zâhiren bir münasebet yok gibi görünse de, derinlemesine tetkik edildiğinde güçlü bir münasebetin bulunduğu anlaşılacaktır.

Onlar, inanmadıkları hâlde "Allah'a ve ahiret gününe inandık." derler. Oysaki Allah (celle celâluhu), "Onlar, inanmış değillerdir." buyuruyor. Demek ki, içlerinde bir maraz, bir hastalık var ki, sırf dünyevî bir kısım mülâhazalardan ötürü "inandık" derler. Ganimetten mal elde etmek, Müslümanın sahip olduğu hak ve avantajlardan faydalanmak veya başlarına bir gaile açmamak düşüncesiyle, gerçekten inanmadıkları hâlde inanmış gibi görünürler.

Böyle bir ruh hâletine sahip olan insan, bu âyetleri duyar duymaz hemen kendi içinin şerh edildiğini ve ruh sentezinin ortaya konulduğunu hisseder. Fakat yine de isminin açıktan deşifre edilmemesi karşısında içinde bu beyan sahibine karşı bir şükran hissi uyanır ve "Sana teşekkür ederim. Hiç olmazsa adımı açıktan söylemedin, beni halkın içinde rezil-rüsva etmedin." der. "Demek ki, bu hitap sahibi benim açık-gizli bütün hâlimi biliyor." der ve düşünce dünyasında ne fırıldaklar çevirdiği teker teker zihninde canlanıverir.

Kur'ân, onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın, (anarşi ve teröre sebebiyet vermeyin)!" derken de onların kafalarında bütün cürümleri, zincirleme çağrıştırmalarla ortaya çıkar; çıkar ve tabiî kendi içlerindeki tedailer ile sarsıldıkları aynı anda Kur'ân, davet kapısını aralar ve onları imana çağırır.

Bu ikiyüzlü tipler, "İnsanların inanıp iman ettiği gibi siz de iman edin!" denilince, "Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri türden inanır mıyız!" derler. Bu şekilde ayıpları ve kusurları deşifre edilip Kur'ân âyetlerinde teker teker gözler önüne serilince öyle sarsılırlar ki, bazıları imana yönelir kurtulur, bazıları da küfr-i inâdî yolunu tutuverir. Esasen bu da, bazı ahvalde insanın ruh dünyasının bir yansımasıdır. Her ne zaman kuyruğuna hafif basılıverilse, içindeki eracifi hemen kusuverir. Ancak Kur'ân, münafığın bu zayıf hâlini, ruhen bu hâle gelmiş insanların bile ümitlerini kat'iyen kırmaz, aksine onları ümitlendirir.

Burada irşad ve tebliği meslek edinenlere ciddî bir dersin var olduğu da söz konusudur ki, kalbleri fesat ve hastalık dolu olmasına rağmen Kur'ân, münafıkların bile ruhlarına nüfuz etmeyi esas almıştır. Tebliğ ve irşad erleri, sadece hakikatleri söyleyip de bir kenara çekilmemelidirler. Zira Allah katında, hak ve hakikatin ifade edilmesi bir kıymet ifade ediyorsa, onun insanlar tarafından hüsnükabul görmesinin sağlanması kıymetler üstü kıymet ifade eder. Yani "Ben şöyle böyle hak ve hakikati söyleyeyim ve haykırayım da insanlar ister ikna olsunlar ister olmasınlar, beni alâkadar etmez." diyemeyiz. Belki, "Acaba ben neyi nasıl söylesem ki, insanlar da hüsnükabul gösterse ve söylediğim hakikatler onlarda tesir ve heyecan uyandırsa?" demeliyiz.

Evet, her zaman üslûp, ihlâs ve yeterlilik endişesi içinde bulunma mecburiyetindeyiz. Zira bazen, bilinen hakikatleri söylemek dahi insanları reaksiyon ve yanlış yola sevk edeceğinden aleyhte olabilir. Öyleyse kim söylediği zaman, insanlar ona hüsnükabul gösterecekse, Hakk'ın hatırına onların söylemesine fırsat ve zemin hazırlanmalıdır.

İşte Kur'ân-ı Kerim, bu hedefi takip eder ve münafıklık düşüncesi gibi gayr-i münbit bir zeminden dahi netice almayı hedefler. Öyle ise, hakikatler öyle arz edilmelidir ki, münafık dahi dinlediğinde, Allah'ın rahmetinden ümitvar olmalıdır. Zira çok defa böyle ruhlar, dolaylı deşifreye maruz kaldıklarında, kalblerinde yumuşama meydana gelmekte ve ciddî bir pişmanlıkla Hakk'a yönelmektedirler.

İnsan ledünniyatının, Kur'ân'da değişik şekillerde nasıl ele alındığını biraz daha açmakta zannediyorum fayda var:

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَۤاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ
"Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı. (Oysaki) bunlar, dünya hayatının geçici metâlarıdır. Hâlbuki asıl varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır." (Âl-i İmrân sûresi, 3/14)

Görüldüğü gibi Kur'ân, beşerin alâka duyduğu bir kısım çekici hususları anlatırken bu arada kadını da zikreder. Kadın, İslâm nazarında muallâ bir mevkiye sahiptir. Ancak bu husus bazen şöyle veya böyle istismar edilmiş ve kadının "mihrap" hâline getirildiği de olmuştur ve olmaktadır. Örneğin Freud sistemi, bu konuda ifratı temsil eden bir ekol olduğu gibi, değişik feminist cereyanlar da dünya görüşlerini bu telakki üzerine bina ederek aynı hataya düşmüşlerdir. Zira onların nazarında kadın, âdeta şehevanî hislerin mihrabı, hatta mâbudu mesabesindedir. Dahası o, var olmanın ille-i gâiyesi gibidir.

Evlat sevgisi de en az kadın kadar beşeri hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Diğer taraftan mal-menâl sevgisi de insanda apayrı bir tutku unsurudur. Ayrıca âyet, yığın yığın altın ve gümüş biriktirmeye özellikle işaret etmekte ve böylece bir bakıma, bütün rantçı, bankacı, stokçu, ihtikârcı ve değişik spekülasyoncu kesimlere de dikkatleri çekmektedir.

Evet o, وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ sözüyle, muattal, iş yapmayan, aktif olarak piyasaya girmeyen ve bu yönüyle de piyasa iktisadını her an düğümlemek için hazır bir potansiyel olarak tutulan paralar ve diğer kıymetleri nazara vererek, iş yapmayıp para yığan, tefecilik ve ihtikârcılık ile geçinen sülük ruhlu insanlara dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Bir kenara yığılmış mallar, emre hazır olan atlar, arabalar ve bütün bunların ifade ettiği debdebe ile fahirlenme, caka yapma, halkın içinde mütekebbirâne tavırlar içinde bulunma, hatta bazen bütün bütün küstahlığa girip Yaratan'ın izzetine, yaratıkların da hukukuna dokunma böyle bir yolda kaçınılmaz olur.

Evet, işte bütün bunlar, insanı baş aşağı getirecek birer kaygan zemin mesabesindedir; tabiî değerlendirebilenler için de nurdan bir helezon basamaklarıdırlar.

Sonra âyet, ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ifadesiyle, bu sayılan şeylerin hepsinin dünyaya ait olduğunu vurgulamaktadır. İfadeden anlaşılan o ki, sanki bu şeyler, hak mülâhazasıyla değerlendirilmese, insanları şeytanî yollara sürükleyen birer saik durumunda ve birer ağ mesabesindedirler.

İnsanın böyle bir ağa yakalanmaması için ona: "Senin kadınlara karşı ciddî bir zaafın; evlâd u iyâle karşı büyük bir meylin, dünya metâına karşı da bir muhabbetin var." denilerek ona boşlukları hatırlatılmaktadır. Buna karşılık o da kalkıp: "Ne yapalım, bunu bizim mahiyetimize Cenâb-ı Hak koymuş. Mahiyetimizde mündemiç olan bir meseleden ötürü bizi muaheze etmek ise, haksızlıktır –hâşâ, yüz bin defa hâşâ.!–" derse ciddî bir yanlışlık içine düşmüş demektir.

Evet, bu fıtrî meyil ve muhabbet, beşerin fıtratında dercedilmiştir. Ancak hayat sadece bu meyil ve o meyledilenlerden ibaret değildir ki! Evet, insan, sadece bunlarla dolup taşmak için yaratılmamıştır. Onda çok ulvî gaye ve hedeflere açılan meyiller de vardır.

İşte Kur'ân, her zaman insan tabiatındaki bu tür fenalıkların belini kıran ve onun dikkatini yüksek şeylere çeviren; yani insanoğlu zevkle gerildiği, kendinden geçtiği, hatta bütün bütün kendini salıverdiği bir anda, birdenbire zevklerini acılaştıracak, lezzetlerini eleme çevirecek, hayal dünyasını zîr ü zeber edecek şekilde ve düşünce dünyasının yönünü değiştirecek bir üslûpla: ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا "Bunlar, dünyevî hayat itibarıyla muvakkat birer geçimlikten ibarettir." buyurur.

Evet, bunların hepsi, dünya hayatı metâıdır.. ve tabiî dünya, sadece böyle hoşa giden şeyleri vermekle kalmamakta, bazen acı meyveler de tattırmaktadır. Bu cümleden olarak o, insanı ruhundan koparmakta ve cismaniyet gayyalarına sürüklemektedir.

Aslında insan, her an işte bu tür gelgitler yaşamaktadır. Evet o, hisleri, hevesleri ve hevasıyla bazen taparcasına dünyaya meyleder, bazen de, içinde öyle esintiler olur ki, dünyadan da, onun metâından da fersah fersah uzaklaşır, kalb ve ruh ufuklarında dolaşır. İşte Kur'ân, insanın bütün bu farklı duygularına teker teker parmak basmakta ve âdeta onun içine nüfuz edip deminde, damarında dolaşmaktadır; dolaşıp ruhunu uhrevîliğe ve semavîliğe çevirmektedir.

Evet, ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا dendiği zaman, birdenbire bütün nimetlerin, zevklerin bir müddet sonra sönüp gideceğini ve onların yerlerini elem ve kederlerin alacağını; gençliğin bir gün yerini ihtiyarlığa terk edeceğini öylesine yerinde vurgular ki, insana, peşi peşine gelip giden bu şeylerle, dünya hayatının ne kadar tutarsız olduğunu hatırlatır.

Evet, insan bu dünyadaki nimetleri birer birer kaybettiği gibi, gençliğini de kaybederek ihtiyarlığın ağına düşecek.. ve nihayet bir gün her şeyinin onu terk edip gittiği gibi hiç beklenmedik bir yerde bu dünyadan dışarı atılacaktır. Kim bilir belki de "Her şeyim tamam." dediği bir anda her şeyini bırakıp öyle gidecektir. Gidecek ve adı zihinlerden silinecek, hatıraları da teker teker yok olacaktır.

İşte dünyanın gerçek yüzü budur. Onun sonu da böyle acıdır. İnsan, bunları değişik tedailerle her hissedişinde kalbi dâğidâr olur. Dünyayı tam yakaladığı, huzur ve refahı elde ettiği düşüncesiyle coştuğu bir anda, birdenbire bu mülâhazalar ile boğazı sıkılmış gibi olur ve günde birkaç defa onun bütün dünyası başına yıkılır.

Böyle bir durumda insan, elinde olmadan bir kısım arayışlara yönelir ve kendisine destek olabilecek bir teselli kaynağı aramaya durur. His ve ledünniyatı onu, bir melce ve mencâ ufkuna sevk eder. O anda birisi ona: "Arkadaş, gençliğin gitti, ama ben sana ebedî bir gençlik vaadediyorum. Dünyan gidiyor; ama ben, sana dünyadan daha güzel bir yeri salıklıyorum. Görünen o ki sen, malınla, menâlinle solup pörsüyen bir âkıbete dûçârsın ama ben sana hiç solup sönmeyecek ve bütün duygu ve hislerini okşayacak ebedî bir saadet yurdunu gösteriyorum." dese, ne hâlde olursa olsun, o böyle bir şeye hemen meyledecektir. Çünkü o, tamamen çökmüş, bütün ümitleri kırılmış bir hâldedir. Böylesine bir ümit kapısı ve teselli kaynağı, onun yüreğine su serpecektir. Gerçek olmasa da, hâlet-i ruhiyesi ona inanır, ona dayanır ve "Hiç olmazsa, elimde kalan birkaç dakikayı bu ümit kaynağının tesellisiyle rahatça yaşayayım." der.

İşte insanın bütün ümitlerinin yok olduğu böyle bir noktada Kur'ân, hem de içinde en küçük bir yalan olmayan en doğru vaadlerle onun imdadına yetişir. Bütün hissiyatını, duygularını ve ruhunu okşayarak onu, mebdei gönlünde bir cennete çağırır.

وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ "Bütün güzellikler, bütün sevinçler, bütün saadet dolu hayatlar, solmaz ve pörsümez nimetler, Allah'ın yanındadır."

Şimdi durumu bu şekilde olan birinin, böylesi bir müjde karşısında, hâlet-i ruhiyesini ve önüne açılıveren bu ümit kapısına nasıl dört elle sarılacağını varın siz tasavvur edin. Evet, onun bunaldığı, sıkıldığı, boğulmakla yüz yüze geldiği bir dakikada, böyle bir ümit belirtisinin yüzünde meydana getirdiği sevinci gözlerinizin önüne getirin; getirin ve Kur'ân'ın, insanın içini nasıl okuduğunu ve duygularına nasıl tercüman olduğunu kavramaya çalışın!

Aslında hangimiz dünya hayatı adına bunları tasavvur etmeyiz ki? Ve hangimiz, âdeta sofralar hâlinde gelen değişik nimetler karşısında sevinç ve sürur duyduğumuz bir anda her şeyin beklenmedik şekilde çekip gitmesiyle dâğidâr olmayız ki? Bütün bu iniş ve çıkışlar, dünyaya tamâlar, değişik menfaatlere perestişler insanın tabiatında vardır ve bu zayıf hâllerin hepsi de, Kur'ân perspektifinde çareleriyle yerli yerindedir.

Esasen Kur'ân, adım adım insanoğlunun peşindedir ve hep onu takip eder durur; takip eder durur ve onun en zayıf tarafını, tam gönlünün arzuladığı, kabul etmeye müheyyâ hâle geldiği en uygun ânı yakalayarak elçisi vasıtasıyla ona şöyle buyurur: "(Resûlüm!) De ki: Size bunlardan daha hayırlısını bildireyim mi?" (Âl-i İmrân sûresi, 3/15) Yani, size içine daldığınız, bütün ruhunuzla ona teveccüh ettiğiniz, onun zevk ü sefasıyla kendinizden geçtiğiniz, onda elde ettiğiniz imkânlarla ne yapacağınızı şaşırdığınız, çok defa malıyla-menâliyle gururlandığınız dünyadan daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi?

Aslında ruh her şeyiyle böyle bir suale "Evet" demeye müheyyâ hâle gelmiştir.. ve siyak imdada yetişir: "Allah'tan korkanlar için Rabbileri katında altlarından ırmaklar akan, içinde ebediyen kalacakları Cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah, kullarını en iyi görendir." (Âl-i İmrân sûresi, 3/15)

Bu üslûpla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, kalbinde dünya endişesi ve malının, mülkünün yok olması korkusu taşıyanlar, gelecek adına ümitsizlik içinde çırpınanlar, kırılanlar ve "Öldükten sonra ne olacağız?" endişesiyle kıvrananlara ne muhteşem bir melce ve mencâdır. Evet, "Yok mu beni kurtaran; insaniyetin kemaline çıkararak âlâ-yı illiyyîne ulaştıran?" diyen hemen herkese yegâne sığınak ve teselli kaynağı işte bu Kur'ânî mesajdır.

Kur'ân, bazılarının kaybettikleri dünya cennetlerine ve mutluluklarına mukabil, altlarından ırmaklar akan Cennetleri vaadetmektedir ki, bu ifadeler, teselliden de öteye büyük bir hakikatin ve ebediyete uzanan bir hayatın ilk muştularıdır.

Sonra da, "Orada tertemiz zevceler vardır." buyrulmaktadır ki, aslında Kur'ân, âyet be âyet ciddî bir şekilde tahlil ve tetkik edilebilse, onun, insanoğlunu adım adım takip ettiği ve onun bütün hislerine, duygularına tercüman olduğu görülecektir.

Kur'ân'ın ledünnî hislere tercüman olmasının yanında, nazardan hiç uzak tutmadığı bir diğer husus da, hangi meseleyi ele alırsa alsın, hangi duygu ve hissi teşrih ve tahlil ederse etsin, bütün bunları irşad ve tebliğ için cazip birer malzeme olarak kullanmasıdır. Bu yüce gayeyi Kur'ân'ın bütün âyetlerinde bulmak ve görmek mümkündür. Bu yönüyle de denebilir ki Kur'ân, irşad ve tebliğe kendini adamış hasbi ve fedakâr insanlar için vazgeçilmez bir müracaat kaynağıdır. Evet, tebliğ ve irşad adına umumî prensipler tespit etmek isteyenler, mutlaka ve mutlaka Kur'ân'ı, baştan sona bir de bu gözle okumalı ve tahlile tâbi tutmalıdırlar.

[1] Bkz.: Buhârî, büyû' 67, mükâteb 2; Müslim, ıtk 6-8.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.