Kur'ân ve irşad

1. İrşadda İstikamet

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, insanı irşad ederken, her zaman itidal ve istikamet yolunu takip eder; ikaz ve tenvirlerinde ifrat ve tefritlere asla yer vermez. Evet, insanın ruhî dengesini sarsacak, mânevî ve hissî âhengini altüst edecek aşırılıkların hiçbiri onda yoktur. Mücrimi ele alırken onun onurunu kırmadığı gibi, salih amel sahibini de iltifatlarla şımartmaz. Evet o, duyguları okşayıp hislere mümâşat ederken, değişik teşrih ve tahlillerde bulunurken hep bu mülâhazayı gözetir ve bundan da asla sapmaz.

"İrşadda istikamet" dediğimiz ifrat ve tefritlerden sakınma, insanın tahlili adına çok mühimdir. Çünkü insanlar arasında öyleleri vardır ki, ruhu azıcık okşandığında, hemen kendini salıverir, hatta kulluk ruh ve şuurunu kısmen sulandırıverirler.. ve yine öyleleri de vardır ki, işledikleri günahlar azıcık kurcalanıp gururları örselense, hemen ümitsizlik bataklığına saplanıverirler.

Sağlam zannedilen nice insan vardır ki, bazen küçük bir günah karşısında başaşağı gidip helâk olmuştur. Haddizatında her günah işleyen, böyle bir helâk olmanın ilk adımını atmış, her mahvolan insan da, böyle bir tek günahla mahvolma yoluna girmiş sayılır. "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var."[1] ve hiç kimse günahtan masum değildir.

Evet, sağlam bir iman ve güçlü bir iradeye sahip olunmazsa, günahlar karşısında mukavemet etmek çok zordur. Hele hele böylesine günahlarla muhat bir asrın insanları için bu daha da zordur. Bu itibarla, günahkâra fazla yüklenmemeli ama günaha da asla müsamaha edilmemelidir. Eğer bir mücrim, ilk defa hata ile girdiği bu yolda ve hissiyatına mağlup olarak düştüğü bu hatada, elinden tutup onu selâmet ufkuna ulaştıracak ve Hazreti Erhamü'r-Râhimîn'in rahmetiyle buluşturacak bir el olmazsa, ihtimal o, böyle bir günahla mahvolup gidebilir.

Öyleyse, böylesi bir hâle maruz kalmış bir mücrimi, düştüğü o bataklıktan kurtarmak için ona ümit kapılarının açılması ve hissiyatının okşanıp ilâhî rahmetin enginliğine inandırılması çok önemlidir. Ve tabiî bir başkasının da, sevap ve hasenatıyla gururu okşana okşana iltifat ve teveccühün dozu kaçırılınca, o da farkına varmadan şımarıklığa, bencilliğe sürüklenerek kazanma kuşağında kaybetmiş olacaktır. Demek ki, irşad adına dozun ayarlanması da çok önemlidir. İşte bu anlayışa, "tebliğ ve irşadda istikamet" diyoruz.

Bir taraftan, bataklıktan çıkarılan bir insan, diğer taraftan ifrat ve tefritlere düşürülmeden korunmaya alınmalıdır ki, irşad bir mânâ ifade etsin. Aslında bunlar, günümüzde hemen hepimizin hata ettiği hususlardır. Psikolojinin dahi bu konuda sayılamayacak kadar hataları vardır. Fakat Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'da böylesi istikametsizlikler asla söz konusu değildir. Onda her şey yerli yerinde, tabiat ve fıtrata riayet de kendi ölçüleri içindedir.

Havf ve recâ muvazenesi gibi gurur ve kibrin, muhabbet ve nefretin tabiî ölçülerini de yine Kur'ân'da buluruz. Bütün ilaçların en hassas ve en ölçülü dozları, sadece Kur'ân reçetelerinde mevcuttur. Dünya-ahiret muvazenesi, iman-küfür mukayesesi, mü'min-kâfir ve münafığın tahlil ve teşrihî ölçüleri de sadece ve sadece onun âyetlerinin minberlerinde özetlenmektedir.

Bu yüzden modern ilim de modern insan da her zaman ona muhtaçtır. Kur'ân, mücrimin ruhunu okşarken ona karşı müdârât yapmamaktadır. Aksine, onun için vaadedilen şeylerin çerçevesinde kalarak onu iyiliğe imrendirmektedir. Dualara icabetin en tabiî ve en kestirme yolu da tam olarak yine onda tarif edilebilmiştir.

Kur'ân'da insanın hem aklına hem de hislerine hitap edilerek, duyguları harekete geçirilir ve insan, ahiret saadetine götüren yollara irşad edilir. Kur'ân, her şeyini irşad ve tebliğe malzeme yapar. En küçük hususları dahi usûlünce ele alır ve onları görmezlikten gelerek ihmal etmez. İnsanı madde ve mânâsıyla bir bütün olarak ele alır, teşrih masasına yatırır, teşhis ve tespitlerini ortaya kor ve onu ümitlendirir, yüreklendirir, kendine çeker. O, her zaman çürümüş ruhlara dahi bir ümit kapısı aralar ve onlara fırsat üstüne fırsat verir. Kur'ân'dır ki, "Diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkaran Allah'tır."[2] buyurur. Evet, onda, humûdete sebep olacak, ahlâk ve mâneviyatı yozlaştırmaya sevk edecek tek söz yoktur.

İnsan, zâhir ve bâtınıyla, dörtbaşı mamur olarak her zaman kendini onda bulabilir. Zâhir-bâtın muvazenesi, tam bir istikamet hâlinde Kur'ân'ın mesajıdır. Terbiye ve irşad adına insan psikolojisini tahlil etmek için dosdoğru bilgi ve yanıltmaz ölçüler de, yine sadece ve sadece Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın sahifeleri arasında görülen hususlardır.

2. Günaha Batmış Mücrim Bir Ruhun İrşadı

Ta baştan beri üzerinde durduğumuz husus, Kur'ân'ın, her yönüyle Allah kelâmı olduğu ve onun beşer tarafından meydana getirilemeyeceği keyfiyetidir. Aslında, onun farklı seviye, farklı kültür ve itikaddaki insanları irşad etmesindeki usûl ve üslûbunu dikkatlere arz etmekteki maksadımız, bir kere daha onun eşsizliğini ifade ederek gözler önüne sermektir. Zira insan, Kur'ân'ı ciddî bir tedebbürle yakın takibe aldığında, netice itibarıyla "Bu, Allah'ın kelâmıdır, başkasının olamaz!" diyecektir. Nitekim şimdiye kadar verdiğimiz misallerde bunu kısmen de olsa görüp müşâhede ettik. Kur'ân'ı, ona mahsus bütün cazibesiyle gösterdiğimizi iddia edemeyiz. Bu mevzuda kalbimin ve ruhumun hissettiği ve yine Kur'ân'ın kendisinden devşirmeye çalıştığım mânâları belli ölçüde aktarmak istedim, hepsi o kadar

Kur'ân'ı anlayıp onun eşsiz eda ve üslûbuna hâkim olmak, ciddî bir vukûfiyet gerektirmektedir. Biz bu konuda Kur'ân ve sahih sünnetten başka kaynağa müracaat etmeden, başka görüş ve düşüncelerle zihnimizi bulandırmadan sadece bu iki kaynağın iltikasından takattur eden gerçekleri sunmaya çalıştık.

Evet, Kur'ân, kendi cazibesini, yine bizzat kendisi göstermektedir. Yeter ki ruhlar, samimiyetle ona yönelsin ve yalnız ona teveccüh etsin. Aslında Kur'ân, davasını öyle bir üslûpla ortaya koyar ki, artık onun üstünde ifade olamaz. İnsanların hâlet-i ruhiyelerini deşifre ederken insan, onun ifadelerini dem ve damarlarında dolaşıyor gibi hisseder.

Şimdi bu mülâhazanın misallerini arz etme sadedinde isterseniz mücrim birinin ledünnî hislerini ve ruh hâletini takip etmeye çalışalım:

إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَۤائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَرِيمًا
"Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere (Cennet) sokarız."[3]

İtiraf etmeliyim ki, kırık-dökük bir mealle bu meseleyi aslî güzelliği içinde takdim etmek mümkün değildir. Evet, tercüme ne kadar maharetlice de olsa, değişik delâlet yollarıyla anlatılmak istenen pek çok gerçeğin ifade edilemeyişi de kat'îdir. Aslında ilâhî ifadedeki bir mimik, bir göz kırpış ve bir gamze tercüme ile nasıl aktarılabilir ki!.. O zengin ifadede nice işaret, nice remiz ve nice "müstetbeâtü't-terâkib"[4] vardır ki, bunları tercüme ile seslendirmek mümkün değildir. Düşünün ki, Allah (celle celâluhu), "Eğer sizin için yasak edilen şeylerden kaçınırsanız, bunu günahlarınıza keffaret yapar ve sizi gireceğiniz o yere (Cennet) kerim insanlar gibi sokuveririm."[5] buyuruyor.

Şimdi eli kanlı, gözü kanlı durmadan sağa-sola saldıran ve cinnet getirmiş gibi etrafını yakıp yıkan bir insan tahayyül edin ki, bu insan, günahkâr ve mücrim olduğu gibi kâinattaki kanunlara karşı saygısız ve çevresine karşı da gayet hırçın davranmaktadır. "Kebâir–Büyük günahlar" sözünden anlaşılan da işte budur.

Evet, burada, akla gelen bütün büyük günahlar sayılabilir. İşte bu günahkâr insan, bu cürümlerin hepsini irtikâp ettiği gibi, onları etrafına da yaymakta, hatta onları propaganda etmektedir. Dahası, o bir günah/günahlar ekolü tesis etmektedir.. evet, işte böyle bir mücrimi düşünün ki, ağzından salyalar akıtarak sürekli etrafına saldırdığı bir anda, Kur'ân-ı Kerim onun ruhunun kulağına: "Eğer şu yaptığın şeylerden içtinap edersen " diyerek ümit fısıldayıp ona: "Eğer kebâire karşı kat'î bir tavır alır, mâsiyeti gördüğün zaman gözlerini kapar; fenalığa karşı da eline ayağına, gözüne kulağına dikkat edersen biz de bunu senin günahlarına karşı keffaret kılarız." der.

Dikkat edilirse burada, mücrimden çok az bir şey istenmektedir ki, o da onun kalbî ve ruhî hayatına tuzak kurmuş bekleyen şerlere ve şerlilere karşı tavır almasıdır. Evet, ondan sadece yaptığı kötülükleri terk etmesi istenmektedir. Öyle ki henüz hiçbir hayır işlemeden, onun böyle bir tavrı dahi, irtikâp ettiği cürümlere karşı keffaret olmaktadır. Zannediyorum vicdanının sesine kulak veren herkes, böyle bir yaklaşımı kurtuluş müjdesi sayacaktır. Zira henüz ondan iyilik ve hasenat adına fazla bir şey istenmemekte; sadece ona, "Seyyiatı gördüğün an paçalarını sıva ve bataklığa bulaşmadan karşı sahile geç." denmektedir ki, o günahkâr insan, öbür sahile böyle temiz bir şekilde geçtiği takdirde, ebedî varoluş ve kurtuluşa erecektir.

"Ve sizi güzel bir yere sokarız." Yani, âyette deniyor ki, "Böyle yapın ki sizi esfel-i sâfilîn çukurundan a'lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkaralım ve iyi bir insan gibi, kerim oğlu kerim olarak, azizlerin yurdu Cennet'e idhal edelim."

Bu kabîl ifadeler, hemen her mücrimin ruhunu okşayacak ve ona bir ümit kapısı aralayacaktır; aralayacaktır, zira burada, kuyunun dibinden minarenin tepesine füze hızıyla yükselme gibi amûdî bir "değişim" söz konusudur. Hem de pahalı böyle bir yolculuğun meşakkatini çekmeden sadece ve sadece harama karşı bir göz kapama ile...

Şimdi siz, bir tarafta kebâirin, kendini bir leke gibi hissettiren çirkinliğini, beri tarafta da mücrim bir ruhun, içine düşüp çıkmak için çırpınıp durduğu mâsiyet bataklığını ve az bir gayret ile oradan kurtulacağı fermanının onun ruhunda meydana getirdiği hareketlenmeyi, zevk-i ruhanîyi ve heyecanı tasavvur edin!.. Sonra da Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, insanların duygu ve hislerini, heyecan ve helecanlarını nasıl harekete geçirdiğini, ümitleri tükenmiş ruhlara nasıl bitmez tükenmez bir ümit kaynağı olduğunu anlamaya çalışın ki, onun Hızır soluklu bir maden-i irşat olduğunu anlayabilesiniz.

Şimdi bir de, inanan insanların üzerine yürüyen, onlara dinlerinden ve inançlarından ötürü eziyet eden, Hak ve hakikate teslim olamamış resûlsüz, risaletsiz bir başka mücrimi zihninizde canlandırın ve Bürûc sûresinde, pek çok mesâviyi irtikâpla günaha girmeyi şiar edinmiş kimselerin hâllerinin sergilendiği yere bakalım. Bunlar ki, bütün işleri, mü'minlere işkence etmektir ve zulümle oturup kalkmaktadırlar:

إِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ
"İnanmış erkek ve kadınlara işkence edip sonra (yaptıklarına) tevbe etmeyenler (yok mu) onlar için Cehennem azabı ve (orada) yanma cezası vardır."[6]

Bu âyet, veciz bir şekilde, kadın-erkek tefrik etmeden mü'minlerin başlarına belâ olmuş, onların dinî ve uhrevî hayatlarını durmadan tehdit eden bütün kefere ve fecere gürûhunu nazara vermektedir; vermektedir ama şimdi bir de, âyetin içinde zikredilen ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا lafzı zaviyesinden meseleye bakın. Âyette deniyor ki, onlar için kendilerini yakıp kavuracak, kül hâline getirecek bir azab-ı ilâhî vardır.. evet, bu şekilde mesele ele alınınca onlar kendilerine bir ümit kapısı ve bir çıkış yolu yok sanacaklar. Oysaki ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا lafzı onlara zımnen öyle sürprizler vaadeder ki, mücrim onu duyduğu zaman, âdeta kendini sahil-i selâmete götürecek bir köprü üzerinde görür.

Evet, sürekli cürüm işleyen ve bir türlü günahlardan vazgeçemeyen ve onlardan kurtulamayan insanlar, Allah'ın huzuruna ne vaziyette giderlerse gitsinler, onlar için Cehennem azabı vardır. Ama onlar dilerse, içine düştükleri zindandan her zaman onları kurtaracak bir kapı da söz konusudur. İşte bu kapı da "tevbe" kapısıdır. Tevbe kapısı herkes için ve her an açıktır.

Mücrim bir ruhun, âyetin tehditleri karşısında nasıl kıvrandığını, "azab-ı ilâhî" denince içinde nasıl bir kısım fırtınalar koptuğunu düşünün, sonra da لَمْ يَتُوبُوا ile onlara nasıl bir ümit kapısı aralandığını, cürümlerinden vazgeçtikleri takdirde nasıl yeniden doğmuş gibi olduklarını ve olacaklarını, bunun için de kalblerinin ve duygularının nasıl okşandığını görür gibi oluruz. Demek ki Kur'ân, mücrimi dahi ele alırken onları kat'iyen ye'se atmamakta, işi sırf günah yanıyla ifade edip onların ruhlarını sarsmamakta ve hüküm verirken dahi onlara bir ümit kapısı aralamakta ve böylelerine günahlardan vazgeçme ve tevbe etme fırsatı vermektedir.

3. Peygambere İtaat ve Kur'ân

Peygamberlerin peygamberlikle gönderiliş gayelerinden biri de Allah'tan ötürü kendilerine itaat edilmesidir. Kur'ân-ı Kerim bu küllî hakikati birçok âyeti ile gözler önüne sermektedir. Nisa sûresi 64. âyeti –ki "Biz her peygamberi –Allah'ın izniyle– ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik." mealindedir– bunlardan sadece biridir. Bu itibarladır ki, peygambere isyan etme ve ona baş kaldırma da büyük günahlardan sayılmıştır.

Aslında, başta Allah ve O'nun Resûlü olmak üzere, itaat edilmesi gerekli olan değerlere baş kaldırma, insan tabiatındaki âhengin bozulduğunun bir işareti ve ruh kayması emarelerindendir. Topyekün bir cemiyetin bu türlü büyük bir inhirafa giriftar olması ise toplumları ayakta tutan temel dinamiklerin yıkılması anlamını taşır ki, böyle bir toplumun uzun boylu yaşaması imkânsızdır. Kur'ân'ın haber verdiği Âd, Semud, Lut ve daha nice kavimlerin helâk olmalarının sebebi de bundan başka bir şey değildir.

Söz dinlememe, serkeşlik etme, huysuzlukta bulunma vb. şekilde de izah edebileceğimiz itaatsizlik, bulaşıcı bir hastalık gibidir. O, zamanında ve yerinde önlenmediği/önlenemediği takdirde, bütün bir topluma sirayet edebilir. Bu durumda toplumda var olan denge bozulur ve iş gider toplumun helâkı ile neticelenir.

Bu önemli meseleyi şöyle bir misal ile tavzih edebiliriz: Askerî bir mangada manga erlerinden birinin, çavuşu dinlemediğini ve onun bu serkeş tavrını, çavuşun cezalandırma istek ve teşebbüslerine rağmen, üst rütbeli bir subayın affettiğini farz edelim; netice bellidir; o mangada yer alan bütün askerler çavuşlarına başkaldırır. Yer yer onları hafife alır ve onlarla alay ederler ki bu da, belli ölçüde emir ve komuta zincirinin altüst olması demektir. Bu basit misali ordunun bütününe de teşmil edebilirsiniz. Burada görüldüğü gibi yanlışın ortaya çıktığı ilk anda gerekli müdahale yapılmamış ve bu sâri illet bütün mangayı ve sonra da orduyu sarmıştır.

Aynı misali, peygamber ve ümmeti çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. İşte bu muhtemel tehlikeyi önleme sadedinde Kur'ân, birçok âyetiyle ümmeti ikaz eder; ikaz eder ama Kur'ân'ın bu ikazda kullandığı üslûp olabildiğine nazik ve yumuşaktır.. aynı zamanda da peygamberi nazara verici mahiyettedir:

وَمَۤا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللّٰهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُۤوا أَنْفُسَهُمْ جَۤاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَحِيمًا
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'tan bağışlanmayı dileseler ve Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, pek merhametli bulurlardı."[7]

Görüldüğü gibi bu âyet her şeyden önce dinî emirlere karşı saygısızlık etmiş, itaat edilmesi gereken emirlere başkaldırmış ve büyüklere hürmetsizlikte bulunmuş; hâsılı, kendi nefsine zulmetmiş mücrimlere hitap etmektedir. Ne var ki hitapta, mücrimleri rencide edici, yaptıkları şeyleri yüzlerine vurucu bir üslûptan da kaçınılmıştır. Böyle bir üslûp o mücrimlerin gönlünde yumuşama meydana getiren bir unsur olmuştur.

Sâniyen, peygambere karşı yapılan isyandan geriye dönüşte mutlaka ona müracaat şart koşulmuştur. Zira Allah'ın engin rahmet ve mağfiretine kavuşmanın yolu Nebiden geçmektedir. Evet, Nebiler Sultanı, insanları Allah'ın rıza ve rıdvanına ulaştıran bir köprü konumundadır. O köprü aşılmadan Allah ile buluşma muhaldir.

Şimdi yeri gelmişken burada bir hususun bilhassa altını çizmek istiyorum. İslâm'da Allah ile kulu arasında hiçbir aracı söz konusu değildir. Kul, istediği an, istediği yerde ve istediği şekilde Rabbisiyle münasebete geçebilir. Ancak şu nokta da gözden uzak tutulmamalıdır: Rable münasebetin yolunu bize, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğretmiştir. Bu açıdan O, önemli bir vesiledir.. bir vesiledir ama bizlere sunduğu öğretilerin yeri itibarıyla, gaye ölçüsünde bir vesiledir. İşte bu önemli hususu kavrayamayan pek çok ham ruh, O'nu –hâşâ– bir postacı konumunda görmüş ve böylece sırat-ı müstakîmden sapmışlardır.

Sâlisen, Allah'ın Tevvab; kendine olan yönelişleri kabul eden ve Rahîm; merhametli, bağışlayıcı vasıfları ile zikredilmesi, fevkalâde bir teveccüh olarak mücrimlerin gönüllerini okşamakta, onların affedilme ümitlerini arttırmakta, tevbe ve istiğfarın hatadan geri dönüşte en kolay ve en kestirme yol olduğuna da işaret etmektedir.

Evet, bu ve benzeri âyetlerde, Kur'ân'daki bu engin müsamaha ve hoşgörüyü müşâhede eden bir hayli insan vardır ki, Huzur-u Risaletpenâhî'ye gelerek suçlarını itiraf etmişler, suçlarına terettüp eden dünyevî cezayı çekme –ki bu ölüm de olabilir– talebinde bulunmuşlardır. Nitekim zina suçu işleyen Mâiz ve onun suç ortağı Gamidiye oymağına mensup bir kadının, Allah Resûlü'ne gelip suçlarını itiraf etmeleri, bahsini ettiğimiz gerçeğin örneklerinden sadece bir tanesidir. Dünya hayatını feda etme pahasına gelip cürümlerini itirafta bulunan bu insanların nedamet hislerini anlama ve anlatma, günümüz insanının tasavvur ve idrak ufkunu aşar zannediyorum.

Hâsılı, peygambere isyan etme büyük bir cürümdür. Bu cürüm, bir gün gelir bütün bir toplumun helâkına sebebiyet de verebilir. Onun için Kur'ân, bu önemli mesele üzerinde olağanüstü bir hassasiyetle durmuştur; durmuş ve Peygamber'e itaati, Allah'a itaatla eşdeğerde tutmuştur.[8] Hatta toplumun bütününün bu düşünce ve inanç içinde olması gerektiğini bildiren âmir hükümler ve müeyyideler vaz'etmiştir. Bu emre imtisal etmeyen günahkârları ise ye'se düşürmemiş, aksine onların ruh ve karakter yapılarını ıslah edecek yöntemler ortaya koymuş, onlara da çıkış yolları göstermiştir.

4. Musibetler ve Sabır

Allah'ın takdiri icabı başa gelen musibetler, ona karşı takınılacak tavra göre insanın günahlarına keffaret veya o günahların katmerleşmesine vesile olabilir. Evet, İslâm'a göre musibetler bizatihi günahlara keffaret olmaz. Onu kefaret vesilesi yapan, şahsın Allah'a başkaldırmaması, isyan etmemesi; aksine söz ve fiilleriyle O'ndan razı olduğunu ortaya koymasıdır.

Hz. Yakup (aleyhisselâm) bu hususta, bizim için çok güzel bir örnek teşkil eder. O büyük peygamber, bir insanın tahammül gücünü aşan nice musibetlere giriftar olmuş ve bütün bu musibetler karşısında duygu ve düşüncelerini kendi zaafıyla yorumlayarak hâlini Allah'a arz etmiştir.

إِنَّمَۤا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِۤي إِلَى اللّٰهِ
"Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a arz ediyorum."[9]

âyeti, bu örnek insanın örnek hâlini resmeder. Evet, musibetler karşısında takınılacak böylesi peygamberâne bir tavır her insanı O'na yaklaştırır ve onu binlerce sene nafile namaz kılan birinin ihraz ettiği mevkilere yükseltir.

Burada Kur'ân'ın Hz. Yakup ağzıyla bildirdiği hakikate kısaca göz atmada yarar var. Bana göre bu âyet, başına gelen musibetler sebebiyle saadetini kısmen yitirmiş kalbi kırık bir insana, içinde bulunduğu fikrî ve ruhî bunalımlardan çıkış yolunu göstermektedir. Onun gösterdiği bu yol öylesine aklî ve öylesine mantıkîdir ki, ona sülûk eden insan bir anda "a'lâ-yı illiyyîn"e çıkabilir. Zaten musibetin her çeşidine karşı sabretme ve sonra da sadece Mevlâ-i Müteâl'e yönelip O'ndan yardım talep etme, imanın gereğidir.

Aynı çizgide Kur'ân'da yer alan bir başka âyet de şöyledir:

يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ إِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
"Ey iman edenler! Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir."[10]

Evet, günde beş defa Rabbin huzurunda divana durma ve ilâhî takdir gereği her şeye sabretme, musibetlerin şokunu söndüren ve insanı fikrî ve amelî bir derinliğe ulaştıran hayatî bir iksirdir.

Bu âyetin devamında Kur'ân,

وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَۤاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ
"Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz onu anlayamazsınız."[11]

diyerek, meselenin farklı bir boyutunu da nazara verir. Aynı hakikat Âl-i İmrân sûresinde ise şöyle ifade edilir:

وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَۤاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın; aksine onlar diridirler; Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rabbileri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar."[12]

Bu iki âyetin ifade ettiği husus öncelikle insan şuurunun taalluk etmediği bir hayat tarzının var olduğudur. Şuurun taalluk etmediği böyle bir meselede yapılacak şey, onu iman, itminan ve teslimiyetle karşılamaktır.. evet, mü'mine düşen görev de işte budur.

Sâniyen, âyet şehadet şerbetini içerek ahirete irtihal edenlerin yakınlarına da ciddî mesajlar vermekte, onları teselli ve tesliye etmektedir. Şimdi, bu âyetin ifade ettiği hakikat çerçevesinde Uhud'da amcası şehit olan Hz. Muhammed'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşünün. Şayet bu olmasaydı, benim kanaatim o ki, Nebiler Serveri'nin o incelerden ince kalbi, Hz. Hamza'nın ölümü karşısında çok hırpalanacaktı.

Ve yine babası Uhud'da şehit olan Cabir b. Abdullah babasının geride bıraktığı bir yığın borç ve birçok yetimi nazara alarak, bunların genç yaşta sorumluluğunu üstlenmek gibi şok hâdiselerle gönlü lime lime olacaktı... Ne kadar imanlı da olsa, onun duygularının, hissiyatının altüst olduğunda ve mutlaka teselliye muhtaç bulunduğunda şüphe yoktur. İşte bu âyet, Cabir ve Cabir gibilere de bu çok önemli teselliyi vermektedir.

Zaten müfessirîn-i izâmdan pek çoğu Âl-i İmrân sûresindeki âyetin sebeb-i nüzulünün, Hz. Abdullah'la ilgili olduğunu belirtirler. Hemen her tefsir kitabında yer alan bilgilere göre Allah (celle celâluhu), Uhud şehitlerini kurb-u huzuru ile müşerref eder ve onlara "Bir isteğiniz var mı?" der. Hz. Abdullah bunun üzerine tekrar diriltilme, ahirette şehadet karşılığı bulduğu mükâfatı insanlara anlatma ve tekrar şehit olma isteğinde bulunur. Allah ise, bunun olamayacağını; ancak bu gerçeği, bir âyetle dünyadakilere bildireceğini söyler ve ilgili âyetleri inzâl buyurur.[13]

Konumuzla doğrudan doğruya ilgisi olmamasına rağmen, bu vak'anın başka bir boyutunu da arz etmeden geçemeyeceğim: Megâzî kitaplarında yer alan malumata göre, Uhud'dan yaklaşık kırk yıl sonra, Medine'ye yağan şiddetli yağmur ve onun oluşturduğu sel, Uhud Dağı'nın eteklerinde bulunan şehit mezarlarını tehdit eder.. derken mezarların yerlerinin değiştirilmesine karar verilir. Gerisini Hz. Cabir'den dinleyelim: "Ben babamın kabrini kazdım, elbisenin toprağa temas eden yüzündeki hafif bir çürüme izi hariç, ilk günkü hâlini muhafaza ediyor olduğunu gördüm." Hatta daha enteresanını söyler: "Eli yarasının üzerinde idi. Onu kaydırdığımda kanlar fışkıracağını sandım."[14]

Bütün bunlardan anlaşılan, şehit olan insanların âlem-i berzahta farklı bir hayat tabakası içinde bulunuyor olmalarıdır.

Konumuza dönecek olursak, bahsini ettiğimiz iki âyetin muhtevası doğrultusunda yine Uhud'da şehit olan Amr b. Cemûh'un evlâd ü iyâli için de aynı şey söz konusu ve hele zifafa girdiği gece savaşa gidip şehit düşen Hanzala b. Âmir'in hanımının hissiyatı...

Şimdi bütün bu insanların, bahsi geçen âyetlerle ne kadar teselli olacaklarını düşünün..! Ya da yakın tarihimiz adına Balkanlar'dan Trablusgarp'a, Yemen'den Çanakkale'ye kadar buralarda şehit olan binlerce vatan evlâdının geride bıraktıkları yakınlarının, aynı muhtevadan etkilenme gücünü değerlendirin...

Hâsılı, bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Herkes bir şekilde Bakara sûresi 155. âyette ifade edilen korku, açlık, mal, can, fakirlik vb. şeylerle imtihan olacaktır. Bütün bunlarda kazananlar ise sadece sabredenlerdir. Evet, sabır, dünya ve ukbâ adına bir saadet kaynağıdır.

5. Günahkârların Tevbesi

Günah, Allah'a karşı yapılan bir saygısızlık, O'nun emir ve yasaklarına karşı tavır almanın adıdır. Fakat aynı zamanda günah bir yönüyle insan fıtratının da lazımıdır. Bu yönüyle o ve insan, birbirinin ayrılmaz parçası gibidirler.

Tevbe ise, böylesi günahkâr insanların başvuracağı yegâne iş ve insanın yeniden kendine dönme ameliyesidir. Günah işleyen insanların hepsini aynı çizgide mütalaa etmek, aynı kefeye koymak doğru değildir. Onlardan bazıları vardır ki, günahla hemhâl bir hayat yaşamakta ve böyle bir hayat tarzından da memnun görünmektedirler. Bazıları da vardır ki, işledikleri günahlardan pişmanlık duymakta ve kalbleri tir tir titremekte, hatta gönülleri kırılıp dökülmekte ve dünya bütün genişliğine rağmen böylelerini boğacak şekilde onlara dar gelmektedir.

Günahkâr insan, ister birinciler arasında, isterse ikinciler arasında yer alsın, eğer tek kaynak olan tevbeye müracaat edip yegâne melce ve mencâ kabul ettiği Cenâb-ı Hakk'a el açıp af talebinde bulunursa, Allah da onu affedebilir. Zira Allah'ın (celle celâluhu), işlediği günahlardan pişmanlık duyup Kendisine yönelen kullarını bağışladığı ve bağışlayacağı pek çok âyet ve hadislerle sabittir. Evet O, bağışlayandır. O'nun rahmeti de gazabının önündedir.

Kur'ân-ı Kerim'de bu hakikate işaret eden pek çok âyet vardır. O âyetlerde resmedilen tabloları, hayal dünyasında canlandırıp da ağlamayan insanın olabileceğine ihtimal veremiyorum. Veya o tablolara bakarak kendini mücrim yerine koyup Mevlâ'nın kapısına yönelmeyen bir inanmış gönül tasavvurunda zorlanıyorum.

Meselâ:

رَبَّنَۤا إِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي لِلإِيمَانِ أَنْ اٰمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَاٰمَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ
"Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, 'Rabbimize iman edin!' diye seslenen bir davetçiyi (Peygamber'i, Kur'ân'ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!"[15]

Bunlar günahlarından sıkılan, isyanlarından bîzâr olan kalbi kırıkların feryadıdır. Burada en çok dikkati çeken ifade, günahlarının affını talep eden insanların "ebrar"dan olabilme istekleridir. Ebrar, Allah'a ulaşma adına zirvelere namzet kişilere verilen isimdir. Bunun bir adım ötesinde "mukarrabîn" yer alır. Mukarrabîn ise, maiyyet-i ilâhiyeye ulaşmış haslar demektir. Bu çerçevede Nebi mukarrabînden ise –ki öyledir– ashabı da ebrardır. Bunlar arasında umum-husus farkı vardır. Ayrıca ebrar adına hasenât sayılan nice şeyler, mukarrabîn için günahtır. Günaha batmış-çıkmış insanların mukarrabînden olmaları zor –imkânsız değil– olduğu için, bunlar "ebrar"dan olmayı arzu etmişlerdir.

Devam ediyor âyet:

رَبَّنَا وَاٰتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلٰى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ
"Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil ü rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden asla caymazsın."[16]

Evet, kudsî hadiste de ifade edildiği gibi "Allah" diyene "Lebbeyk kulum!" diyen, yürüyerek gelene koşarak giden Hâlık-ı Zü'l-Celâl'in, bu feryatları karşılıksız bırakması düşünülemez.[17] İşte O'dur ki, kendine samimî bir şekilde yönelen bu kullarına şöyle cevap veriyor: "Ben erkek olsun, kadın olsun –ki hep birbirinizdensiniz– içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örtecek ve onları altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacağım."[18]

Bu son âyet-i kerimede dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, yapılan tevbelere cevab-ı savabın verilmesi değildir. Belki bu cevab-ı savap arasında, insanlara yapmaları gereken davranışların tekrar hatırlatılmasıdır. Bunlar, Allah yolunda mücadele ve mücahede, yine bu uğurda, gerekirse hicret, mukatele vb. şeylerdir.

Evet, bir taraftan tevbe ve inâbe yapan gönüller okşanıyor, onların duaları kabul ediliyor ve hüsnüzanları karşılıksız bırakılmıyor, diğer taraftan vazifeleri hatırlatılarak sırat-ı müstakîme davet ediliyorlar. Böylece günahkâr olup ümitsizlik içinde ya cemiyet tarafından tecrit edilen ya da bizzat kendisini cemiyetten tecerrüt edip uzlete çekilen "Battı balık yan gider." felsefesine göre kendilerini salma durumunda olanlar, Kur'ân'ın bu ifadeleri ile yeniden hayat buluyor, yeis bataklığı içinde boğulmaktan kurtuluyor ve tekrar bir durum değerlendirmesi yapıp, topluma faydalı birer fert hâline geliyorlar.

[1] Bediüzzaman, Lem'alar s.9 (İkinci Lem'a, Birinci Nükte).
[2] Rûm sûresi, 30/19.
[3] Nisâ sûresi, 4/31.
[4] Birbiri ardınca gelen terkipler veya terkiplerin birbirini takip etmesi demek olan bu tabir, ifadenin içinde onun gerektirdiği veya hatırlattığı diğer hususları da birer işaret, ima veya remizle içice anarak zikretmek demektir.
[5] Nisâ sûresi, 4/31.
[6] Bürûc sûresi, 85/10.
[7] Nisâ sûresi, 4/64.
[8] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/80.
[9] Yûsuf sûresi, 12/86.
[10] Bakara sûresi, 2/153.
[11] Bakara sûresi, 2/154.
[12] Âl-i İmrân sûresi, 3/169.
[13] Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/361; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.317.
[14] Muvatta, cihâd 49; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ 3/562-563.
[15] Âl-i İmrân sûresi, 3/193.
[16] Âl-i İmrân sûresi, 3/194.
[17] Bkz.: Buhârî, tevhîd 15, 50; Müslim, tevbe 1, zikr 1, 20-22.
[18] Âl-i İmrân sûresi, 3/195.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.