Kur'ân ve mûsıkî ile alâkalı birkaç kelime
İnsan, yorgunluktan sonra dinlenme ihtiyacını duyan bir varlıktır. Ondaki bu ihtiyaç fıtrîdir. Fıtrata ait ihtiyaçlar, şayet meşru yoldan temin edilmezlerse, gayr-i meşru yollara sapmalar olabilir. Kur'ân, mü'minin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak niteliktedir. Zira o, insanın ferdî ve içtimaî dertlerine çare olmak üzere indiği gibi, onun ruhî zevklerini de karşılamayı tekeffül etmiştir/etmektedir.
İnsan, içtimaî bir varlık olmanın da ötesinde çok hususiyetleri olan komplike bir canlıdır. Evet, her insanın kendisine ait bir kısım hususî hisleri, zevkleri ve ruhî hâlleri vardır. Mükemmel bir cemiyet, mükemmel fertlerden teşekkül ettiğine göre, mükemmel bir cemiyet için mükemmel fert çok önemlidir. Bir ferdin ruhî ve ahlâkî kemali, onun her yönüyle terbiye edilmesine bağlıdır. Bu itibarla cemiyetin en başta gelen vazifesi, fertleri topluma ve içtimaî hayata faydalı hâle getirmektir. Ve işte Kur'ân, fert ve cemiyete güçlü bir yapı kazandıracak şekilde maddî ve mânevî, ruhî ve ahlâkî, sosyolojik ve psikolojik değer yargılarını ve terbiye sistemini de beraber getirmiştir. Bu itibarla o, kıyamete kadar beşerin ihtiyaçlarına kâfi ve vâfi bir kitab-ı Samedanîdir.
1. Kur'ân, İnsanın Mûsıkî İhtiyacını da Karşılar
Hemen her insanda güzel söz ve seslere karşı fıtrî bir meyil vardır. Dünyanın dört bir yanında insanlar bu fıtrî duygularını tatmin için meşru veya gayr-i meşru mûsıkî ve müzik aletleri geliştirmişlerdir ki, işte bütün bu gayretler, insandaki bu duygunun fıtrîliğini göstermektedir.
Şüphesiz Müslümanlar'ın da kendilerine has mûsıkî kültürleri vardır. Hatta kütüb-ü fıkhiyede uzun uzun mûsıkî dinlemenin hükmü tartışılmış ve meşru ile gayr-i meşru arasına bir kısım sınırlar konmuştur. Biz bu tartışmaları o kaynaklara havale ederek, düşüncelerimizi Kur'ân mûsıkîsi üzerinde yoğunlaştıracağız.
Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, her derde deva olduğu gibi mü'minin, mûsıkî ihtiyacını da karşılayabilecek bir enginliktedir. İnsan, otururken, yatarken, kalkarken her zaman Kelâm-ı İlâhî'yi dinleyebilir. Vâkıa fıkıh kitaplarında insan iş görürken, gezerken ve yatarken Kur'ân'ın okunmasına dair kerâhet ifade eden sözler var ise de, bunlar işin âdâb yönüyle alâkalı olup, ciddî mesnedlere de dayanmamaktadır. Bilakis Kur'ân-ı Kerim'de: "Onlar; ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken hep Allah'ı anarlar, zikrederler "[1] buyrularak, herkesin otururken, kalkarken, yatarken Kur'ân'ı her zaman vird-i zeban etmesi, âdeta zımnen teşvik edilmektedir. Tabiî ki tazim, temkin, tedebbür ve konsantrasyon çok önemlidir; ama bunlar her zaman bulunmayabilir.
Kur'ân'ın bu yönünü kavrayamayan bazı kimseler, beşer fıtratında var olan bu duyguyu tatmin için, mûsıkî adına bir kısım hırıltılara cevaz vermeye kalkışmışlardır. Oysaki Batı kaynaklı bu gürültülü şeyler, insanda ne Cennet arzusu ne meâliye ait his ve heyecan ne de vatan ve millet sevgisi gibi ulvî ve lâhûtî bir his uyarabilmektedir. Lâhûtî bir his uyarmak şöyle dursun, tam aksine onların değer yargıları ve ürünleri, bütün âdiliği içinde mûsıkî yoluyla insanımızın kalbini, ruhunu ve kafasını bulandırmış ve onun meleklik yanını söndürmüştür. Zira mûsıkî kılığındaki bir kısım hırıltıların hemen hepsi, insan mahiyetinde ne kadar süflî duygular varsa onları uyarmakta ve insandaki ulvî hisleri fesada uğratmaktadır. Hâlbuki mü'min, Kur'ân'ı dinlediği ve onu diline vird-i zeban ettiği zaman, ihtiyacını meşru yoldan karşılayacağı gibi meâliye müştak gönlünü de tatmin etmiş olacaktır. Böylece gönlümüze endişe salan hususlar da söz konusu olmayacaktır.
Mü'mine düşen temel vazife, bütün vakitlerini Kur'ân'la zenginleştirmek, onu hakkıyla anlamaya, diline vâkıf olmaya, bir meal, bir tefsir ile mevzu içindekileri takip etmeye çalışmaktır. Bir de onu güzel tilavet eden ve tatlı okuyan ağızlardan dinleyebilirse, artık böyle biri başka şeylere kat'iyen ihtiyaç duymayacaktır. Ne var ki bu, topyekün bir cemiyetin terbiyesi ile alâkalı bir husustur. Evet, camiden eve bütün mekânlar Kur'ân'a ait lahutî mûsıkîlerle donatıldığı ve fertler de bunu duyup zevkettiği an, toplum gerçek yolunu bulmuş olacaktır.
Burada hemen ifade etmek gerekir ki, mûsıkîde ruhsat, insanı meâliye götüren, Cennet ve ibadet aşkını pompalayan, insanı Mevlâ'nın huzuruna yönelterek onu cûş u hurûşa getiren kısımlarına aittir. Yoksa din-iman aşkı, vatan ve Allah sevgisi veya Cennet iştiyakı, Cehennem korkusu hâsıl etmeyen, aksine insanın içine karamsarlık salan, onun ümidini yıkan veya bedenî ve cismanî duygularını şahlandıran karışık ve bulanık şeyleri dinlemek, memnû ve merdut olduğu gibi, aynı zamanda vakit israfıdır. Allah (celle celâluhu) gözümüzü, gönlümüzü, dilimizi kulağımızı Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ını dinlemeye hâhişkâr kılsın!..
Şimdiye kadar Kur'ân'ın mûsıkîsine dair çok söz söylenmiş ve çok şey yazılmıştır. Gerçi böyle bir tabiri yadırgayanlar da olabilir ama zannediyorum burada ifade edilmek istenen hususun yanlış anlaşılmasından veya ifade edenlerin tam olarak ne demek istediklerini dile getirememelerinden kaynaklanmaktadır.
Evet, bazıları, genelde mûsıkî deyince belli hususları anladıklarından ve o hususlara göre düşündüklerinden, Kur'ân'la alâkalı böyle bir nisbeti biraz garip bulmaktalar. Oysaki çok defa tekrarladığımız gibi, Kur'ân'ın kendine has bir sesi, bir şivesi, bir üslûbu ve hatta kendine has melodisi vardır. Zannediyorum iltibas, bizim dar mûsıkî telakkimizden kaynaklanmaktadır.
Meseleyi böylece yerli yerine oturtunca, buradaki mûsıkî kelimesinden kastedilen klasik mûsıkî midir, modern mûsıkî midir türünden akla gelen istifhamlar da artık söz konusu olmayacaktır. Zira Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, her şeyiyle kendidir ve onun kendine has bir beyan zemzemesi vardır.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Kur'ân, insan fıtratına hitap etmektedir. Evet, fıtratta mevcut olan bütün duygulara Kur'ân'da cevap bulmak mümkündür. Güzel sesin belli keyfiyetlerde terennüm edilmesiyle, beşerde meknûn (saklı) bazı duygu ve hisler heyecana gelir. Şüphesiz beşerî duyguları en güzel şekilde heyecanlandıran en üstün beyanların başında Kur'ân gelir. Bir şecaat hissi, kahramanlık hissi, diğergamlık hissi neyse, güzel sese ve güzel terennüme meyil duygusu da odur. İşte Kur'ân, hakikî okuyucusuyla bütünleştiği zaman, dinleyicisinin gönlünü öyle mest eder ki, artık onda başka herhangi bir şeye meyil ve arzu bırakmaz. Arzu ederseniz bu mevzuu biraz daha açalım:
Peşinen ifade etmeliyim ki, bazı sözler, bazı kişilerde rahatsızlık uyarabilir. Ama Kur'ân, kendi özü, kendi ruhu ve kendine has ritmiyle eda edildiği takdirde böyle bir mülâhaza asla söz konusu değildir. Kur'ân'ın kendine has okunuşu, mûsıkîsi, bazı ülkelerde biraz da millî müktesebat ve millî mülâhazalara bağlı geliştiği bir gerçektir. Meselâ, bir dönemde bizde, Kur'ân'ı klasik mûsıkînin Sabâ, Uşşak, Hüseynî, Nihavend, Hicaz, Acemaşirân, Acemkürdili vs. klasik Türk mûsıkîsi makamlarına göre okuma âdet olmuştu. Hâlâ da bir ölçüde öyledir. Kur'ân'ı süslü olarak sunup onun dinleyici üzerindeki tesiri yönüne gidilmiş olabilir. Bu, aslında doğru da olabilir. Ne var ki bunun, Kur'ân'ın kendine has ifade üslûp ve şivesinin yerini almış olması itibarıyla çok ciddî boşluklar meydana getirdiği de bir gerçektir. Bu mülâhaza ile hep kendi kendime, "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın kendine has mûsıkîsi, vücuhu ve kıraat-ı aşeresi içinde olabildiğine renkli ve kulaklara monoton gelmeyen o mübarek terennümatının yerine bunlar neden ikâme edildi?" demişimdir.
Oysaki Kur'ân-ı Kerim'in ruhunda öyle tatlı bir sihir vardır ki, bizim heva ve heves ürünlerimiz kat'iyen onun yerini dolduramaz.
Zaten Kur'ân, kat'iyen mûsıkînin o dar kalıplarında kendi olarak kalamaz. Hele hele onu, yapmacık, bozuk ve sıkıcı arabesk gibi bir üslûpla eda etmek, onun ruhunu hırpalama demektir. Zira o mûsıkîde, mânâsız çekip uzatmalar, ağızda gevelemeler, sözleri ve kelimeleri anlaşılmaz hâle sokmalar söz konusudur ve bunlar, en âmi nazarlardan dahi gizli kalamaz. Hatta denebilir ki, en temiz ve mevzun güftelerde, bestelerde dahi bu arızaları görmek mümkündür. Ne var ki, Kur'ân'ın bu çeşit arızalara asla tahammülü yoktur. Âyetlerin sonunda dahi olsa, münasebetsiz ve mânâsız uzatmaları onda görmek mümkün değildir. Bazılarımızın okuyuşumuzda olsa da o, Kur'ân'ın ruhuna aykırıdır.
Kur'ân'ın ruhî yapısına uygun tecvid ve kıraat kaideleri geliştirilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'ı okurken bu kaidelere riayet etmek esastır. Aslında onun kelime ve lafızları da bu kaidelere uygun irad buyrulmuştur. İnsanda heyecan ve iştiyak hâsıl etmesi için, bunlar hep göz önünde bulundurulmalıdır; bulundurulmalı ve Kur'ân'ın tabiî havasıyla, edasıyla bütünleşmeli, sadece mûsıkînin dondurulmuş kalıplarını gözetmeden daha ziyade kendi idrak ve hislerinin hâsıl ettiği duyuş ve sezişlere göre kıraat ve tilavette bulunmalıdır.
Böyle bir yaklaşımla kendini ilâhî beyanın çağlayanlarına salan insandır ki, Kur'ân'la bütünleşir ve onun için zaman-mekân âdeta ortadan kalkar. Artık daha sonraki kelimeye gelmeden, hangi çeşit ses ve ton gelecekse dili kendi kendine o sesleri, hem de kendi tonlarıyla seslendirmeye başlar.
Mahir bir okuyucu her zaman Kur'ân'ın içine girer, kalbini ve hislerini ona teslim eder.. hâlen ve ruhen Kur'ân'ın mânâ ve muhtevasını anlamaya müheyya hâle gelir. Artık bundan sonra onun dilinden, tatlı tatlı, dinleyenleri mest eden Kur'ân terennüm ve tegannileri coşa coşa akar durur.
Keşke, bu mevzuda yetişmiş, mahir Kur'ân hafızlarının insanı coşturan Kur'ân nağmelerini neslimize dinletebilseydik!.. İhtimal, bu sayede onları başkalarının cızırtılı seslerinden kurtararak Kur'ân'ın mûsıkî, mânâ ve mahiyeti etrafında bir araya getirmiş olurduk.
Zaman zaman yaptığımız tarif ve tasvirlerde, Kur'ân âyetlerindeki eda, ton ve mûsıkîyi nazar-ı itibara alarak, onlardaki âhengi ifade etmek için, "Tıpkı şiir gibi" ifadesini kullanmışızdır. Aslında bu "dîk-i elfâz"dan kaynaklanan, yani Kur'ân'daki güzelliği, bediiyyatı ve inceliği ifade için daha güzel bir benzetme bulamadığımızdan dolayı kullandığımız bir tabirdir. Böyle bir benzetme ile hata etmiş de olabiliriz. Hata ise, Allah cürmümüzü affetsin.
Kur'ân-ı Kerim, beşer karihasından akan ve belli kalıplar dahilinde dile dökülen manzum söz ve şiirden fersah fersah uzaktır. Bunu da, bizzat Kur'ân kendisi söylemekte ve "Biz, O'na (Muhammed'e) şiir öğretmedik, (şiir) O'na yakışmaz da. (O'na vahyedilen) sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır."[2] buyurmaktadır.
Bütün özellikleriyle şiirin, beşerî idrakin dar kalıplarına hapsolmuş, tabiat kaynaklı, his kaynaklı söz dizilerine münhasır olmasına karşılık Kur'ân, hiçbir zaman, şiirdeki veznin ve kafiyenin esareti altına girmemiş ve belli ölçülere tâbi kılınmamıştır. Âyetler, bir yönüyle tıpkı gökteki yıldızlar gibi, kendi daireleri içinde serbesttir. Her yıldız, kendi kümesine ait bir eleman olmakla birlikte, tek başına da parıldamaktadır. Âyetler de, her biri kendi iç nizamına bağlı bulundukları kadar, müstakil ele alındıklarında da müstakil ve serbest mânâlar ifade edebilmektedirler.
Hiçbir asırda, hiçbir anlayış, Kur'ân'ın bu engin anlatım üslûbunu yakalayamamış ve onu tanzîr edememiştir. Zira Kur'ân, her zaman beşer anlayışı ve bu anlayışın dar kalıplarının üstünde olmuştur. Bunun için de, eski-yeni şiir ve mûsıkî çeşitlerinin zaman aşımına uğramasına mukabil Kur'ân, hep o mukayese kabul etmeyen enginliği, zenginliği ve yeniliğiyle devam edegelmiştir.
Şimdi örnek olarak Âdiyât sûresini arz ederek meseleyi noktalayalım:
وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحً*فَالْمُورِيَاتِ قَدْحً*فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحً*فَأَثَرْنَ بِه نَقْعً*فَوَسَطْنَ بِه جَمْعً*إِنَّ الْإِنْسَانَ لِرَبِّه لَكَنُودٌ*وَإِنَّهُ عَلٰى ذٰلِكَ لَشَهِيدٌ*وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ*أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ*وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ*إِنَّ رَبَّهُمْ بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَخَبِيرٌ
"Andolsun nefesleriyle (güp güp) ses çıkararak koşan (at)lara, (tırnaklarıyla yerden) ateş çıkaranlara, sabahleyin akın edenlere, (koşarak) toz koparanlara, derken bir topluluğun ortasına dalanlara. (Bunlara andolsun) ki insan, Rabbine karşı çok nankördür. Ve kendisi de buna şahittir. Doğrusu o, malı çok sever. O bilmez mi ki, kabirlerde olanlar dışarı atıldığı, göğüslerde bulunanlar devşirildiği zaman, o gün Rabbileri onların her hâlini haber almış, (gizli ve açık bütün yaptıklarını bilmiş)tir. (Bunu bilmez mi insan? O hâlde neden bu bilgisine uygun hareket etmez?)"[3]
Görüldüğü gibi âyet-i kerimede önce âdeta bir savaş meydanı canlandırılmaktadır. Bu canlandırma, seçilen kelimeler, o kelimelerin telaffuzundaki ton, ses, mûsıkî bizleri bir savaş alanının içine çekmekte ve etrafı toza-dumana boğan atlar arasında bulunma gibi müthiş bir arenada dolaştırmaktadır. Evet, hayal dünyası geniş, ufku engin olanlar, sûrenin ilgili âyetlerini okurken, zırhlı birliklerin tanklarından ve atların nallarından çıkan kıvılcımlarını, mücahitlerin nâra ve tekbirlerini Kur'ân'ın o ulvî mûsıkîsi sayesinde rahatlıkla hissedebilir ve duyabilirler.
Yalnız hemen ifade etmeliyim ki, bu biraz da okuyucunun seviyesine, istidadına ve bediî zevkine vâbestedir. Ve tabiî herkesin aynı şeyleri duyması ve hissetmesi de mümkün değildir. İnşâallah neslimiz, Kur'ân'la bütünleştiği zaman, –Allah'ın tevfik ve inayetiyle– onun bütün özelliklerini de duyacak, ruhen, kalben ve hissen doyacaktır.
2. Kur'ân-ı Kerim ve Güzel Sesle Alâkalı Küçük Bir Mütalaa
Asr-ı Saadet'ten bugüne hemen herkes, Kur'ân-ı Kerim'in gönüllerde heyecan uyaran bir eda ve ruhları inşirahla coşturacak bir enginlikte okunmasında ittifak etmişlerdir.
Kur'ân'ın güzelce okunması hususunda, birçok rivayet mevcuttur. Şimdi müsaadenizle bunlardan birkaçını arz edelim:
Hz. Berâ İbn Âzib (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: "Nebi'yi (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatsı namazında "وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ" yi okurken işittim. Ondan daha güzel bir ses ve okuyuş duymadım."[4]
İtiraf etmeliyim ki, okuyan Resûl-i Ekrem, dinleyen de sahabe olunca, onda duyulan hazzı bizim tarif etmemize imkân yoktur. Demek Hazreti Sahibu'l-Kur'ân, kendine has tadı, şivesi ve kendi duyuş ve sezişine göre okurken, arkasındaki Berâ İbn Âzib'ler kendilerinden geçebiliyorlardı; geçebiliyorlardı zira Kur'ân'ı en iyi okuyan, en iyi duyan, en iyi bilen, mehbit-i vahy-i ilâhî olan Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinliyorlardı.
2. Berâ İbn Âzib'in rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyururlar: "Kur'ân'ı sesinizle tezyin ediniz (süsleyiniz)."[5] Yani bir mânâda, müzeyyen olan Kelâm-ı İlâhî'nin ziynetine göre sesinizi ve dilinizi güzel kullanın. Böyle bir mânâyı özellikle arz etme lüzumu duydum; zira bir kısım katı hadis nakkadı (tenkitçisi) ve zâhirperest kimseler, sahih hadis kitaplarında rivayet edilmiş olmasına rağmen, bu hadisi kabul etmezler ve "Kur'ân, zaten süslü ve ziynetlidir ve onu sesle tezyine ne hacet var? Hadisin metni, 'Seslerinizi Kur'ân'la süsleyiniz.' şeklinde olmalıdır; olmalıdır çünkü Kur'ân-ı Kerim'in bizim sesimizle güzellik kazanmaya ihtiyacı yoktur. Aksine bizler onun kıraatiyle seslerimizi tezyine muhtacız. O ise her zaman güzeldir." derler. Fakat bu, oldukça tekellüflü bir yaklaşımdır. Zira hadis-i şerifte "Siz, Kur'ân'ı kendi seslerinizle süsleyin." buyrulmaktadır.
Gerçi Kur'ân-ı Kerim'de baş döndüren bir ifade ve üslûp güzelliği vardır ama, sesi güzel olmayan ve tecvid kaidelerini bilmeyen birisinin, münasebetsizce bağırarak ve harflerin başını-gözünü yararak okuduğu Kur'ân, şüphesiz onun dilinden ve mûsıkîsinden anlayan insanların kulaklarını tırmalar. İhtimal, böyle bir okuyuş, gönüllerde heyecan uyandırma yerine insanları Kur'ân dinlemekten dahi soğutur.
Bu açıdan da denebilir ki, "Kur'ân'ı seslerinizle güzelleştiriniz." tevcihinin önemli bir mahmili olmakla beraber, hadisle vurgulanmak istenen husus, ayrı bir güzelliğe atıfta bulunmaktadır. Zira sesini Kur'ân'ın muhtevasıyla bütünleştirip, onun mûsıkî ve âhengini yakalayan, kıraat ve tecvid kaidelerine de hassasiyetle riayet ederek, onu güzel sesle okuyan birinden Kur'ân dinlemek, insanı zevk ve heyecana boğar.
Evet, zatında güzel olan sesler, Kur'ân tilavetiyle bir derece daha güzelleşir. Çünkü gerçekten de Kur'ân'ın kelime ve lafızlarındaki o müthiş mûsıkî ve âhenk, iyi bir icra ile desteklendiği, bütünleştiği ve seslendirilebildiği takdirde, Kur'ân'ın o kendine has sihirli beyanı ve mûsıkîsi olduğu gibi ortaya çıkar. Nitekim Ebû Musa el-Eş'arî, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine: "Sana Hz. Davud'un mizmarından bir mizmar verilmiştir."[6] buyurduğunu nakleder.
Hadisin sebeb-i vüruduyla alâkalı olarak şunu naklederler:
Allah Resûlü, Eş'arîlerin kapısının önünden geçerken büyüleyici bir Kur'ân okunuşuna şahit olur ve oradaki insanlara: "Bu kimin evidir?" diye sorar. Onlar da: "Ebû Musa el-Eş'arî'nin evidir." cevabını verirler. Bunun üzerine Efendimiz, Ebû Musa el-Eş'arî'ye: "Sana Hz. Davud'un mizmarından bir mizmar verilmiştir." buyurur.[7] Mizmar, bir çeşit çalgıya verilen isimdir. Allah Resûlü'nün meseleyi bir çalgıya teşbihle ifade etmesi, ya Kur'ân'ın gönüllerde heyecan, neşe ve sevinç uyandıran mûsıkîsini anlatmak, ya Hz. Davud'un mezâmiri tilavet etmesine benzetmek ya da onun yaptığı tevbede yana yakıla dile getirdiği sözleri, yani Zebur'daki âyetleri hatırlatması sebebiyledir.
3. Konuyla alâkalı Berâ İbn Âzib'in rivayet ettiği bir başka hadiste ise, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Kur'ân'ı seslerinizle tezyin ediniz. Güzel ses, Kur'ân-ı Kerim'in okunuşuna güzellik katar."[8] buyururlar.
Zikredilen bu hadis-i şeriflerin hemen hepsi de göstermektedir ki, Kur'ân'ı güzel ve hoş bir sesle okuma, ona saygının ayrı bir buudunu teşkil etmektedir. Ve bu konu, Kur'ân'a bir hizmet olarak mutlaka ele alınmalı ve hassasiyetle üzerinde durulmalıdır. Ancak, bilmem ki, bunca zamandır Kur'ân'a yabancılaşmış zevk-i selimden mahrum insanlara bunu anlatmak mümkün olacak mı? Ben, şahsen çok kolay olacağını zannetmiyorum.
[1] Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
[2] Yâsîn sûresi, 36/69.
[3] Âdiyât sûresi, 100/1-11.
[4] Buhârî, ezân 102, tevhîd 52; Müslim, salât 177.
[5] Ebû Dâvûd, vitr 20; Nesâî, iftitah 83; İbn Mâce, ikâmet 176.
[6] Buhârî, fezâilü'l-Kur'ân 31; Müslim, salâtü'l-müsâfirîn 235-236.
[7] Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 2/485; en-Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ 5/23.
[8] Dârimî, fezâilü'l-Kur'ân 34; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/768.
- tarihinde hazırlandı.