Kur'ân'ı anlama
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, beşerin bütün hayatını kuşatmaktadır. O, ferdî, ailevî, içtimaî, ahlâkî, iktisadî hâsılı, hayatın her sahasına ait bazen icmâlî bazen de tafsîlî hükümler vaz'etmiştir. Asırlar boyu insanlığın büyük bir bölümü şöyle ya da böyle kendisini alâkadar eden her meselede onun getirdiği esaslara müracaat etmiş ve hayatını onunla şekillendirmiştir. Bu müracaatlarda zaman zaman yorum sapmaları olmuş ise de, Kur'ân, temiz bir gönülle ve sahabe anlayışı ve sâfiyeti içinde kendisine yapılan müracaatlarda insanlara hep kurtuluş ve mutluluk yolu gösteren yegâne kaynak olmuştur.
Hemen belirtelim ki, zaman zaman Kur'ân'la alâkalı yorum sapmaları, onun her zaman sahabe anlayışı içinde ele alınamamış olmasındandır. Yoksa her asırda Kur'ân'ın binlerce cilt tefsiri yapılagelmiştir. Bu tefsirler, bizim için ve İslâm kültür tarihi açısından çok feyizli ve bereketli eserlerdir. Elbette ki bu ciddî çalışmaların artıları olduğu kadar, eksileri de vardır.. ve artılar daha çok olmasına rağmen, –maalesef– Kur'ân adına esefle karşıladığımız bir kısım eksiler de olmuştur.
Bu konuda söylenebilecek en büyük eksiklik, Kur'ân'ı yorumda asrî yaklaşımlardır. Yani müfessirler, Kur'ân'ı tefsir ederken, yaşadıkları devrin ilim ve idrak seviyesini aşamamış ve çağlarının bilgi seviyesi açısından tafsile girerek muvazeneyi koruyamamışlardır. Dahası, bir kısım müfessirler, Kur'ân anlayışını kendi devirlerinin nâtamam bilim anlayışlarına uydurmaya çalışmışlardır. Böyle bir şey, hüsnüniyetli de olsa, Kur'ân'a yapılan yersiz ve seviyesiz bir müdahaledir. Bununla beraber, bunlardan art niyet taşımayan, samimî ve hâlis kimselerin sa'yini alkışlamayı İslâmî edebimizin gereği sayar ve "Allah, onların sa'y ve gayretlerini meşkûr kılsın..!" deriz.
Şimdi isterseniz bu meseleye de tarihî gelişimi içinde kısaca bir göz atalım:
Sahabe-i kiram hazerâtı, Kur'ân-ı Kerim'i gerçek mânâda vahyin kaynağından öğrenme gibi bir pâye ile serfirâz olmuş tâli'li kimselerdir. Öncelikle onlar, Kur'ân'ın inişine şahit olmuş ve daha nüzûlü döneminde onu bütün canlılığı, mânâsı ve ruhuyla kalb ve kafalarına yerleştirmişlerdi. Zira onlar, anlayamadıkları yerleri, hemen anında Hz. Sahib-i Kur'ân'a müracaatla çözüyor ve bizlerde olduğu gibi Kur'ân'ı anlamak için ortaya konan sistematik kaidelere ihtiyaç duymuyorlardı. Ayrıca onlar her nazil olan vahyi, kendi aralarında hemen müzakere edip tatbik edebiliyorlardı. Bu yönüyle de hemen her zaman onlar arasında bir icma oluşabiliyordu. Gerçi o gün için bu ameliyeye ıstılah olarak "icma" denmiyordu ama sahabenin böyle davranması, daha sonraki ulemânın ortaya koyacağı ıstılahlara kaynaklık edecekti...
Tâbiîn dönemine gelinceye dek Kur'ân'a yönelik bu tür çalışmalar, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrindeki sâfiyetini belli ölçüde muhafaza etmişti. Zira o dönemde sahabe hayattadır ve tâbiînin yegâne mercii de onlardır. Ayrıca bu dönemde herhangi bir dış müdahale veya dış kültürün tesiri de bahis mevzuu değildir. Ancak, daha sonraki asırlardadır ki, Kur'ân'ı yorumlamadaki o nezih anlayış kısmen fire vermiş; derken devrin kültür ve anlayışları, az da olsa tefsir ve tevillere hulûl etmiştir. Hatta bir bakıma tefsirler, o devirlerin kültür ve ilim anlayışlarını gösteren birer tevil kaynağı hâline gelmişlerdir denebilir.
Şimdilik bu faslı da, konumuzla ilgili kanaatimizi dile getirerek kapatalım: Sahabe dönemine ait –usûle dair meselelerde olduğu gibi– fürûatla alâkalı tarz-ı telakki de bütünüyle muhafaza edilip günümüze taşınabilseydi, bizim Kur'ân'ı anlamamız da, yorumlamamız da ve tabiî ki yaşantımız da çok daha renkli olacaktı.
A. Kuşbakışı Kur'ân tefsirleri ve çağını aşan müfessirler
Kur'ân'ı anlama" mevzuunda, Kur'ân'ı en iyi anlayan ve onu özüne ve tabiatına uygun bir şekilde tefsir edenlerin sahabe efendilerimiz (radıyallâhu anhüm) olduğunu daha önce ifade etmiş ve büyük ölçüde tâbiîn devrinde de bu anlayış ve yaklaşımın devam ettiğini vurgulamıştık. Aslında, tâbiîn döneminde, her biri pek çok asrı bir müceddit gibi tenvir edecek seviyede büyük imamlar yetişmiştir.
Bu dönem, çok velûd ve münbit bir dönemdir. Bu vadinin kahramanlarından, "Ben, Kur'ân-ı Kerim'i İbn Abbas'tan (radıyallâhu anh) tefsiriyle birlikte hatmettim. Resûl-i Ekrem'den ona dupduru intikal eden mesajları İbn Abbas'tan bizzat dinledim." diyen Said İbn Cübeyr, İkrime ve Tavus b. Keysan gibi dev şahsiyetler akla ilk gelen örneklerdir ki, bunlar bulundukları yerlerde birer işaret projektörü gibiydiler.
Medine-i Münevvere'de Ebu'l-Âliye ve Zeyd b. Eslem, Irak'ta ise, Alkame b. Kays, Hz. Âişe'nin (radıyallâhu anhâ) tilmizlerinden Mesruk, Mürretü'l-Hemedânî ve Basra'nın aydınlık siması Hasan Basrî, bu dev şahsiyetlerden sadece birkaçı idi ki, bunlar Kur'ân'la alâkalı yaptıkları yorumlarla hem kendi devirlerini hem de kendilerinden sonraki asırları aydınlatan simalardı. Ayrıca o günün Müslüman beldelerinin hangisine gidilse, hemen her zaman böylesine kâmet-i bâlâlarla karşılaşmak mümkündü.
Daha sonra, bu zirve insanlara bağlı olarak, rivayet ve dirayet vadilerinde binlerce müstakil tefsir yazılmıştır. Bunlar içinde yoldakilere rehber mahiyetinde olanlara kısaca işaret etmekle, bir ölçüde de olsa Kur'ân ve onun tefsirine karşı gösterilen ihtimamı ifadeye çalışalım.
1. Taberî tefsiri
Yazarı İbn Cerir et-Taberî'dir. İbn Cerir, hicri 224-310 yılları arasında yaşamıştır. Rivayet tefsircilerinin en önde gelenlerinden biridir. Tefsiri, otuz cilt olarak basılmıştır. O, tefsirinde fıkha ait görüşlerini de işlemiştir. Zira o, aynı zamanda, bir hayli taraftarı olan bir mezhebin kurucusu, rey ve içtihad sahibi, ehliyetli ve dirayetli bir fakihtir.
Taberî, bu muhteşem tefsirinde, hep sahabe anlayışına sadık kalmış ve onlardan nakledilen şeyleri –ki biz bunlara "eser" diyoruz– aynen muhafaza etmiştir. Yaşadığı dönemin kültürünü olduğu gibi aksettirmenin yanında, bazı âyetlerin tefsirinde kendi döneminin kültürünü de aşmıştır. Meselâ, "Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de, gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz, suyu depo edemezdiniz." (Hicr sûresi, 15/22) âyetinin tefsirinde, İbn Abbas'tan yapmış olduğu nakille, bugünün ilmî anlayışına sonrakilerden bile daha fazla yaklaşmıştır.
Kendinden sonrakiler, bu âyette ifade buyrulan rüzgârların aşılayıcı olması hususunu, ilmin sonradan bulacağı "çiçeklerin tohumlarını aşılaması", yani erkek tohumun dişi tohumla birleşmesi şeklinde anlamışlardır. Oysaki ancak şimdilerde anlaşılan bir diğer husus vardır ki, o da, rüzgârların mühim fonksiyonlarından biri olan bulutların aşılanması ameliyesidir. Bulutlar, bu suretle birbirinin içine girer ve bir kesafet oluştururlar. Böylece –en basit ifadesiyle– yağmur teşekkül eder. İbn Cerir, "Bu âyetin tefsiri, İbn Abbas'tan nakledilene göre toprak üzerinde çiçeklerin aşılanmasıdır. Aslında bu, aynı zamanda havada da bulutların aşılanması demektir."[1] şeklinde yorumunu ortaya koyar.
Görüldüğü gibi devrimizden on-on bir asır önce yazılmış bir tefsirde, bugünün ilmî verilerine mutabık bilgiler sunulmaktadır. Şahsen ben İbn Cerir'in bu neticeye, sahabe anlayışına sadık kalarak ulaştığı ve değişik devirlerin anlayışlarının mutlak doğru kabul edilmesi yüzünden, ondan daha çağdaş tefsirlerin o seviyeye henüz ulaşamadığı kanaatindeyim.
Taberî'ye ilaveten rivayet tefsiri tedvin eden müfessirler arasında; "Bahru'l-ulûm" sahibi Ebu'l-Leys Semerkandî'yi ve "el-Keşf ve'l-beyan" tefsiriyle Sa'lebî'yi, "el-Veciz" isimli tefsiriyle İbn Atıyye'yi de sayabiliriz.
Bunlar, Resûl-i Ekrem'den mervî olan tefsirle alâkalı bütün âsârı bir araya getirip telifatlarında kaydetmişlerdir. Kur'ân'ın o dupduru ve sahabe ufkuyla nasıl anlaşıldığını biz genellikle hep bu tefsirlerde görmekteyiz. Tabiî ki, sahabe anlayışı da vahyin kaynağı Efendimiz'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtibatlı idi.
Daha sonraki devirlerde, başta bundan altı-yedi asır evvel yaşamış olan "Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm" sahibi Hafız Ebu'l-Fidâ İsmail İbn Kesîr'i görürüz. İbn Kesîr, aynı zamanda büyük bir hadis tenkitçisidir. Tefsirde israiliyatı büyük ölçüde ayıklamış ve bazı hadislerin uzun uzun kritiğini yapmıştır. Ondan yaklaşık bir asır sonra da "ed-Dürrü'l-mensûr" sahibi Celâleddin es-Suyûtî'yi müşâhede ederiz ki, o da, rivayet sahasında mevcut malumatın pek çoğunu toplamaya çalışmıştır.
Elbette burada, rivayet tefsirlerini bütünüyle sayacak değiliz. Sadece fikir verme babından, en önemli olanlarını arz ettik. Bu insanlar, tefsirlerinde yaklaşık yirmi-otuz bin hadis toplamışlar ve daha sonra gelen bir kısım muhakkikler ise, bunların tahkik ve kritiğini yapmışlardır.
Dirayet sahasında da, rivayet sahasındaki seviye insanlarından geri kalmayacak dehalar yetişmiştir. Tabiî bunlar da büyük ölçüde kendi devirlerinin kültürlerini yansıtmışlardır. Fakat itiraf etmeliyiz ki, bu tefsirlerin de muhtevalarının –az bir kısmı müstesna– birçoğu günümüzde dahi hâlâ geçerliliğini muhafaza eden birer bilgi hazinesi gibidirler.
2. Fahreddin Râzî
Dirayet tefsiri deyince akla Fahreddin Râzî'nin tefsiri gelir. Tam sekiz asır önce yaşamış bulunan ve "Mefâtîhu'l-gayb" adlı tefsirin sahibi bu dev müfessir, tefsirinde, tefsirden kelâma, ondan felsefe ve mantığa ve tabiî ki fıkhî hükümlere, lügat, bedî', beyan ve i'caza kadar hemen her sahada söz söylemiştir. Denebilir ki, Fahreddin Râzî, tam mânâsıyla efsane bir şahsiyettir. Yazdığı kitaplar, boyumuzu aşacak kadar çoktur.
Dünyanın küre şeklinde olduğunu, güneşin etrafında döndüğünü, hatta dolaylı yoldan yer çekimi kanununun var olduğunu, daha sekiz asır önce tefsirinde münakaşa etmiştir. Ama ne hazindir ki, bizde okutulan ilk, orta ve lise kitaplarında bu şeref daima Galileo ve Kopernik gibi kimselere verilmiştir. Hâlbuki Fahreddin Râzî, onlardan tam dört asır evvel bu hususları açık veya ima yoluyla söylemiş bir ilim adamıdır.
Bu açıdan da denebilir ki, ecdada karşı bizdeki bu ölçüde bir küfrân (nankörlük) ve düşmanlığın ikinci bir benzerine dünyada şahit olmak mümkün değildir. Sanki dimağlarımız, ecdat ve seleflerimize karşı kin ve nefretle doldurulmuş gibi bir durumumuz var. Fahreddin Râzî'nin tefsirini alıp bütün nankörlerin suratlarına çarpmalı ve nasıl bir küfran içinde oldukları onlara mutlaka anlatılmalıdır. Aslında küfran-ı nimet ve vefasızlık kadar sahibini alçaltan bir başka sıfat olmasa gerek. Ama biz Müslümanlar, küfran-ı nimette bulunamayız. Kâfir de olsa, insanlığa gerçekten hizmet etmiş olanları o hizmetleriyle hep alkışlayagelmişizdir.
Evet biz, Avrupalının yaptığı nankörlüğü yapmayız. Aldığımız şeylerin kaynaklarını gösterir ve fazileti ikrar ederiz. Oysaki onların Müslümanlara ait buluşları nasıl kendilerine mâl ettikleri, Müslüman ilim adamlarının isimlerini bile nasıl Avrupalılaştırdıkları dillere destandır. Meşhur Câbirî'miz, namıyla, nişanıyla, kitaplarıyla onların elinde tanınmaz hâle gelmiş; İbn Sina Avicenna, İbn Rüşd Averos olmuştur. Bu mevzuda söylenecek daha çok söz olabilir; ama konu dışına taşmamak için kısa kesiyoruz.
Fahreddin Râzî, "O, (Allah) ki, yeryüzünü sizin için döşek, semayı da bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, artık bile bile Allah'a eşler koşmayın." (Bakara sûresi, 2/22) âyetinin tefsirinde şu açıklamada bulunur: "Yeryüzü, burada bir yanıyla döşek olarak anlatılsa da, başka bir âyet-i kerimede küre olduğuna dikkat çekilmektedir. Güneşin etrafında dönen yerküredir. Şayet "Yer, küre olarak güneşin etrafında dönüyorsa, bu durumda insanlar ve cisimler onun üzerinde nasıl dururlar?' diye sorulacak olursa, ben de derim ki, dünya o kadar büyük bir küredir ki, üzerinde satıhlar meydana gelmiştir."[2] Dikkat edilecek olursa bunlar, tam sekiz asır evvel söylenmiş ve yazılmış şeylerdir.
Fahreddin Râzî'nin tefsiri incelendiği zaman, fıkha, sarfa, nahiv, gramer ve belâgat kaidelerine ait yüzlerce misal görülür. O, i'caz üzerinde de ısrarla durur. Kur'ân'ın beşer tarafından yazılamayacağı meselesinin her yerde müdafaasını yapar. O, mantık ve felsefeye de çok ehemmiyet vermiştir. Bu yüzden de tenkit edilmiş ve bir kısım müfritlerce: "Râzî'nin tefsirinde her şeyi bulmak mümkündür; ama tefsir adına bir şey bulunamaz." denmiştir. Tabiî ki bu, onu söyleyenlerin Kur'ân'a bakış açılarını da yansıtan, kendilerine ait bir görüştür.
Yine Fahreddin Râzî'nin selefi olan ve Mutezile imamlarından sayılan meşhur "Keşşaf" sahibi Zemahşerî de dirayet ehlindendir. O da az farkla, yerin küre olduğu meselesinde Râzî'nin söylediklerine yakın şeyler söylemiş ve: "Dünya, küre şeklindedir. Kur'ân-ı Kerim'in ona döşek demesi, vüs'atine binaendir. Yer geniştir ve geniş bir küre üzerinde satıh tasavvur edebilir, düz zeminler düşünebiliriz."[3] şeklinde, çağın ilim ufkuna yakın yaklaşımlarda bulunmuştur.
Zemahşerî'den az sonra yaşamış olan "Envâru't-tenzîl ve Esrâru't-tevîl" yazarı Beyzâvî'yi de ayrıca zikredebiliriz. Aynı şeyleri o da söyler. Medrese talebeleri arasında onun tefsiri için "Demir leblebi" ifadesi kullanılır. Zira ele alınan konular, müthiş bir dirayet ve dikkatle ele alınmıştır.
Osmanlıların meşhur ve müthiş şeyhülislâmı Ebu's-Suûd Efendi de, "İrşâdü'l-akli's-selîm" adlı tefsirinde yerin küre olduğunu ve dünyanın güneşin etrafında döndüğünü, yine Galileo ve Kopernik'ten bir hayli yıl önce söyleyen müfessirlerimizdendir.[4]
Kısaca tanıtmaya çalıştığımız bu çok az sayıdaki Kur'ân tefsirinden birkaçını daha arz ettikten sonra isterseniz bu faslı da noktalayalım:
Kur'ân'ın büyüklüğünü ortaya koymaya çalışanlardan biri de, hiç şüphesiz İmam Nesefî'dir. Onun tefsiri "Medârikü't-tenzîl", bir bakıma Zemahşerî'nin eserinin ihtisarı da sayılabilir. Bu tefsirde de hadis ve eser üzerinde bir hayli durulmuştur. İçinde az da olsa israiliyat olduğu söylenebilir.
Bu arada, Bağdatlı Sofi Hâzin'in "Lübâbü't-tevil" adlı tefsirini de zikretmek gerekir. Bu tefsirde israiliyat diğerlerine nispeten biraz daha fazladır. Fıkıhtan kelâma değişik konuların yer aldığı tefsir, sahabeden gelen rivayetler üzerinde daha çok durmaktadır.
Bunlardan başka Bağdatlı Merhum Âlûsî'nin Ruhu'l-meânî'sini hatırlamamak da mümkün değildir. Tam otuz ciltten ibaret olan Âlûsî tefsiri, bir bakıma geçen bütün müfessirlerin tefsirlerinin hulâsası gibidir.
Bir de, bizim meşhur tefsircimiz Allâme Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsiri vardır ki, doğrusu tefsirlerin şaheseri dense değer. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili'ni, Ruhu'l-meânî'ye yakın bir usûl ve üslûpla ele almıştır. Ancak, yer yer pek çok kimseyi tenkit ettiği de bir gerçektir.
Tenkit noktası açık olmakla beraber, Kur'ân'ın ilmî bir tefsir denemesini yapan Tantâvî Cevherî'nin "el-Cevâhir" adlı tefsiri, kâinata ait bütün ilimleri anlatan geniş bir tefsirdir. Cevherî bu tefsirinde, kâinata ait neredeyse bütün ilimlerden söz etmiştir ki, bu yönüyle ona bir ansiklopedi diyenler de olmuştur.
Hayat-ı içtimaiyeye ait meselelere Kur'ân'dan bir bakış açısı getirerek Kur'ân'ı tefsire çalışan Allâme Kutub'un Fî Zilâli'l-Kur'ân'ını da zikretmeden geçemeyeceğim. Onun, tenkit edilebilecek yanları olmakla birlikte, bu önemli eserinde tefsire yeni bir bakış açısı getirdiği her zaman söylenebilir. Arapçasını okuyanların da idrak ve itiraf edeceği üzere, onun tefsiri, şiirimsi âhenk içinde kaleme alınmış bir tefsirdir. Türkçesinde maalesef bu şiiriyetin korunduğunu söylemek çok zor.
Bütün bunlara ilaveten sofiler içinde de, meselâ Muhyiddin İbn Arabî'den Kuşeyrî'ye birçok müellif Kur'ân'ı tasavvuf penceresinden tefsir edegelmişlerdir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, tefsir adına hangi çağda Kur'ân tevil ü tefsire tâbi tutulmuşsa, bunların bütünü Kur'ân'ın enginliğini, eşsizliğini ve beşer havsalasından çıkamayacak kadar mükemmel olduğunu ortaya koymaktadır. Hangi saha olursa olsun, Kur'ân'ın muhakkak o sahada, her asrın idrakine söylediği ve söylettiği pek çok şey vardır. Tabiî burada tefsirleri nazara verirken, onları tarihi yönden de, teknik açıdan da sıralamaya tâbi tutmadığımız ortadadır. Zaten mevzuumuz da tefsirleri bu yönleriyle incelemek değil, Kur'ân'ın değişik devirlere göre nasıl yorumlandığını, ilim, fen ve teknik sahalarında dahi onun taptaze prensiplere sahip olduğunu göstermektir. Aksi hâlde böyle bir meselenin, beş-on sayfaya sığmayacağı herkesin malumudur.
Ecdat ve eslâfımızın, kendi devirlerinde üzerlerine düşen görevi bihakkın ifa edip etmedikleri hususunda bir şey söylemek bize düşmez. Ancak şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki, onlar bütün sa'y ve gayretlerini Kur'ân'ı anlama ve tebliğ etme hususuna sarf etmişlerdir; sarf etmişlerdir ama belli ölçüde kendi devirlerinin kültürünün, değer yargılarının, dünya ve ukbâ görüşlerinin tesirinde kaldıkları da bir gerçektir.
Biz, onları bu engin ve samimî mesaileriyle düşününce Kur'ân'a sığınıyor ve şöyle diyoruz: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla. Kalblerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin!" (Haşir sûresi, 59/10)
Evet, bu duayı bize Kur'ân öğretiyor. Biz de Allah'tan onlar hakkında mağfiret dileğinde bulunuyoruz. Allah (celle celâluhu) bizi Kur'ânî bu mülâhazadan ayırmasın.
[1] et-Taberî, Câmiu'l-beyân 14/20.
[2] Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb 2/95
[3] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 1/125.
[4] Bkz.: Ebu's-Suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm 1/61.
- tarihinde hazırlandı.