Kur'ân'da atmosferle ilgili gerçekler

1. Farkında olmadığımız nimet: Atmosfer

İnsan, çok defa Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiği nimetlerin farkında olamaz. Bazen de olsa bile gereği gibi şükrünü eda edemez. Öyle zamanlar olur ki o, ülfet ve ünsiyetin kıskaçları arasında, bakarken görmez, gördüklerini değerlendiremez ve bin bir nimet içinde yüzüp durduğu hâlde, her yandan kendini kuşatan bu nimetlerin farkına bile varamaz.

Evet, kâinattaki her şey insanın emrine musahhar kılındığı hâlde o, böyle bir musahhariyetin idrak ve şuurunda olamama gibi bir körlük ve gafletle maluldür. İnsanlar pek çoğu itibarıyla nimetlerin şuurunda olsa da, Allah'ın bahşetmiş olduğu, onca lütuflara hakkıyla hamd ve şükürle mukabelede bulunanlar enderdir. Kur'ân,

وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ
"Kullarımdan gereği gibi şükreden çok azdır." (Sebe sûresi, 34/13)

der.

Allah başka bir âyette, değil şükrünü eda edebilmeye, verdiği nimetleri saymaya bile gücümüzün yetmeyeceğini bildirerek şöyle buyurur:

وَاٰتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَۤا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ
"(Allah) size, istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, sayamazsınız. (Doğrusu) insan, çok zalim, çok nankördür." (İbrahim sûresi, 14/34)

Evet, Mün'im-i Hakikî –gerçek nimet veren– sadece ve sadece Cenâb-ı Hak'tır. Evet her şeyi veren O'dur. Ama gel gör ki insan, çok nankördür ve bu nimetleri veren Zat'ı, hatta bazen verilen nimeti dahi unutup şükür ufkunda küfran-ı nimetlere düşer. Öyleki Hak'tan ona sağanak sağanak nimetler yağar gelir de o bunların hiçbirinden haberdar değildir.

Aslında Allah'ın in'am ve ihsan ettiği nimetleri saymaya gücümüz yetmez ama biz, şimdilik onlardan sadece biri üzerinde objektifimizi gezdirerek, kısmen dahi olsa ülfetimizi dağıtma denemesinde bulunacağız.

Kur'ân, yer yer bilim ve tekniğe ait nimetlerden bahseder. Ancak o bu bahisleri çok defa mücmel olarak sunar. Dolayısıyla insan, dikkatle bakmadığı takdirde onlardaki esrarı kavrayamaz. İşte pek farkında olmadığımız, Allah'ın büyük nimetlerinden biri de, şu her an başımızın üzerinde bizi bir sera gibi koruyan, hava ihtiyacımızı karşılayan, seslerin, sözlerin intikalini sağlayan atmosferimizdir. Ona ister hava küresi, ister gaz kütlesi veya atmosfer, ister canlıların yaşamalarına müsait bir vasat teşkil etmesi yönüyle biyosfer denilsin ve isterse bunların dışında daha başka adlarla anılsın, onun yeryüzü hayatının başlangıcından günümüze kadar devam etmiş ve bundan sonra da –Allah'ın takdir ettiği müddete kadar– devam edecek olan büyük nimetlerden biri olduğunda şüphe yoktur.

Atmosferin sayılamayacak kadar vazifeleri vardır. Eğer insan, Allah'ın onu ne denli büyük ve mühim işlerde istihdam ettiğini bilseydi, hayretten başı dönerdi. O basit gaz yığınlarının, insana nasıl hizmet verdiğini ancak günümüzün bilim ve araştırmaları sayesinde bir parça olsun kavramış sayılırız. Beşer, her gün sudan ve ekmekten daha fazla muhtaç olduğu havayı kendisine ihtiyacı nispetinde ihmal etmeden –Allah'ın izniyle– veren atmosferin ne büyük bir nimet olduğunu, bilhassa onun belli ölçüde bozulduğu ve genel nizamının altüst olduğu şu günlerde bunu daha bir anlamış bulunuyoruz.

Her gün feza-i ıtlaktan dünya semasına on binlerce meteor (göktaşı) yağmaktadır. Ama atmosfer sahip olduğu tabiî savunma gücüyle bu taşlara karşı âdeta koruyucu bir çatı vazifesi görmektedir. Ayrıca o, rüzgârların oluşmasında da çok önemli bir ortam oluşturmaktadır. Öyle ki, onlar, değişik adlar ile zikredilirken kâh meltem olup kâkülümüzü okşamakta, kâh rüzgâr olup tohumları taşıyarak aşılama yapmakta, kâh fırtına olup bulutları birbirine karıştırmakta ve yağmurun yağmasına vesile olmaktadırlar. Rüzgârlar, bazen kutuplardan ekvatora doğru, bazen de ekvatordan kutuplara doğru esmekte ve bütün bu menzillerde farklı isimler alarak farklı fonksiyonlar eda etmektedirler; etmekte ve ilâhî meşîetle insanın emrine âmâde olduklarını sergilemektedirler.

İnsan, yeryüzünde gezip tozarken çok defa o nimetin farkında değildir ama nimet sahibi cömert, nimet de vefalıdır ve bu sayede insanoğlu asla mahrumiyet yaşamamaktadır. İnsan, yazın boğucu sıcağında çalışırken ve kan ter içinde kaldığı anlarda, ne büyük bir iştiyakla rüzgârın esmesini bekler; bekler de bir meltem gelip onun vücudunu okşayınca onun ne büyük bir nimet olduğunu anlar; tabiî sahibini biliyorsa.

İnsanlar birbirlerine seslerini yine atmosfer vasıtasıyla duyurmaktadırlar. Onun dışına çıkan kimse, bir metre uzağında bulunan birine dahi sesini duyuramaz. Zira sesi taşıyan atmosferdir. İnsan, zeminin üzerinde bitkilerin başlarını okşaması ve serinletmesini, bulutları sevk edip birbiriyle buluşturmasını, erkek tohumları dişi tohumlara aşılamasını düşündüğünde ancak, havanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlar ve böylesi büyük bir nimetin tesadüflerin işi olmadığını idrak eder.

Evet o, Allah'a inandığı, her şeyi O'na verdiği, eşyayı tesadüflerin sisli dumanlı dünyasından kurtarıp hakikî sahibine teslim ettiği an, her şeyi daha bir farklı duyar ve hisseder. Aksine o, inat edip nankörlükte bulunduğunda, duygu dünyası gibi arz ve hava da ona yüzünü ekşitecek, tayfun, fırtına ve hortum olup, belâ ve musibetler hâlinde algılanacaktır.

Evet, her şeye iman nazarıyla bakmak, eşyayı Kur'ân perspektifinden ele alıp tetkik etmek ve yorumlamak çok önemlidir. "Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, sayamazsınız." (İbrahim sûresi, 14/34)

Nasıl sayacaksınız ki; Cenâb-ı Hak bir tek şeyi evirip çevirerek, ondan bin türlü nimet meydana getirmektedir. Öyle ki, insan hangi nimeti ele alsa, onun içinde ayrı bir nimetle karşılaşmakta ve kendini iç içe nimetler dairesi içinde hissetmektedir. Bu iman sayesinde o, havanın tatlı tatlı esmesini, denizlerin üzerinde küçük dalgaları meydana getirmesini ve bir âşık-mâşuk münasebeti içinde cilvelenmesini, tohumları aşılamasını ve saçlarını bir anne şefkatiyle okşamasını düşündüğünde devamlı farklı nimetlerle karşılaştığını duyar ve şükranla gerilir. Aslında, farklı keyfiyetlere bürünen bu nimet, gerçekte bir tek nimettir. Ama Cenâb-ı Hak, büyüklüğünün bir ifadesi olarak biri bin yapmakta ve bir tek nimeti insana bin nimet şeklinde sunmaktadır.

Şimdi de, Allah'ın bu büyük nimeti olan atmosferi çeşitli yönleriyle ele alıp, ilmin geldiği seviye ile Kur'ân'ın asırları aydınlatan beyanlarının nasıl mutabakat arz ettiğini görelim. İtiraf etmeliyim ki, Kur'ân'ı hangi tarzda ele alırsak alalım, içinde yetiştiğimiz çağın kültür ve bilim seviyesinin tesirinde kalmadan onu kendi hususiyetleriyle aksettirmek oldukça zordur.

Bu itibarla da ortaya konan faraziyeler, bugün için orijinal gibi görünse de, daha ilerideki asırlarda belki de pörsüyüp gidecektir. Ancak, pörsüyüp giden bütün bu şeylerin yanında eskimeyen ve pörsümeyen bir tek şey vardır ki, o da Kelâm-ı İlâhîdir. Evet ilmî hipotezler eskiyecek, teknik ve teknolojik vasıtalar yorulacak ve belki de bütün bunlar, neticede gidip Kur'ân'ın sarsılmaz ve yıkılmaz temel kaidelerine sığınacaklardır.

2. Kuşların atmosferde uçması

Kur'ân-ı Kerim'de kuşların atmosferde nasıl uçtukları ve hangi katmana kadar yükselebildikleri anlatılmakta ve bu husus anlatılırken de جَوِّ السَّمَۤاءِ[1] tabiri kullanılmaktadır ki, bu tabirle, daha ziyade canlıların cevelangâhı olan biyosfer kastedilmektedir. Kur'ân'da bir "cevvi's-sema", bir de "sema" tabiri vardır ki, bunlardan ilki canlıların yaşamasına müsait olan hava tabakası; ikincisi de diğer bazı gazlar bulunmasına rağmen, canlıların teneffüs ihtiyacı olan yeterli oksijenin bulunmadığı hayata elverişli olmayan diğer tabakalardır.

Suyun içinde ve derinliklerinde, toprakta ve toprağın derinliklerinde, havada ve havanın derinliklerinde yaşayan her canlının sınırlarını aşamadıkları belli alanlar vardır. Kuşların havada rahatça cevelan ettikleri saha, Kur'ân'ın "cevvi's-sema" tabiriyle ifade ettiği sahadır. Allah'ın bunları Kur'ân-ı Kerim'de anlatıp mü'minlerin nazarlarını bu noktaya celbetmesinde insanlar için belli hikmet ve gayeler gözetilmiş olsa gerek. Yoksa maksat, atmosfer veya havadaki hayatın nasıl olduğu, karada hangi canlıların yaşadığı vb. gibi bilgiler vermek değildir.

Allah (celle celâluhu) bazı âyetlerde, insanların ülfetlerini gidermek ve anlatılmak istenen mevzuda onları tefekküre sevk etmek için biliyor zannettikleri şeylerin ötesinde, bilmeleri gerekli olan şeylere de dikkatleri çekmektedir. Evet, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da bir şeye bakılmasını emrederken, onlarca hikmet ihtiva eden icraatını dikkatlerimize sunmak ister. Bu yolla insanı, ülfet ve ünsiyetten kurtararak, sanat-ı ilâhî karşısında duyarlı ve hüşyar kılmak, beyan-ı Kur'âniyeyi iyiden iyiye tetkik etmek suretiyle kalbî ve ruhî hayatını inkişaf ettirme gibi pek çok hikmet ve gayeyi hedefler. Bu itibarla da, Kur'ân'ın her beyanını fevkalâde bir dikkatle mütalaa etmek pek önemlidir. Meselâ, "(Feza-i ıtlaka) Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?" (Mülk sûresi, 67/3) âyet-i kerimesi mütalaa edilirken, Kur'ân'ın emrinin arkasındaki maksat ve hikmetin kavranması salıklanmaktadır ki, ancak böyle bir dikkat ve teemmülle kelâm-ı ilâhîden alınması gerekli olan şeyler alınabilir.

Bu âyet-i kerimede insan âdeta, feza-i ıtlakta, yıldızların deveranından gezegenlerin cevelanına, güneş sisteminin işleyişinden dünyanın onun etrafında bir peyk gibi dönüşüne, atmosferin pek çok hususiyet ve keyfiyetinden canlı-cansız her şeyle münasebetine kadar iç içe pek çok şeyi birden mütalaaya çağrılmaktadır. İşte bunun için "Bir bozukluk görebilecek misin?" dedikten sonra, hemen "Gözünü, tekrar tekrar çevir ve bak..." (Mülk sûresi, 67/4) emriyle de feza-i ıtlakın tekrar tekrar mütalaası emredilir.

Bu ifadelerle insana, âdeta şöyle denmektedir: Bu koca semaya istersen bir de astronominin kanunları, fizik ve matematiğin faraziyeleriyle bak! İstersen konuyu bir de laboratuvarlarda değerlendir; sonra bir kez daha bakmayı dene! Böyle davrandığın takdirde herhangi bir âhenksizlik, genel nizamı ihlâl edecek herhangi bir hareket ya da müspet ilimlerle mütenakız herhangi bir durum görmeyeceksin. Sizden öncekiler bunları çıplak gözle yapmaya çalışıyorlardı. Onların teleskopları, dev dürbünleri ya da elektron mikroskopları yoktu. Siz, bütün bu imkânlara sahipsiniz; öyleyse Allah'ın o âlemlerdeki türlü türlü nimet, sanat ve icraatlarını müşâhede edin; edin ki iz'an, irfan ve imanınız artsın ve milyonlarca sistem içindeki o müthiş âhengi, âhenk içindeki vahdeti ve vahdet içindeki Allah'ın ayân beyan mevcudiyetini görebilesiniz. Kur'ân-ı Kerim bu ifadeleriyle insanı hem feza-i ıtlakı temâşâya hem de onu araştırmaya sevk ve teşvik etmektedir.

Evet, Allah (celle celâluhu), kuşların semanın belli bir tabakasında uçuşlarına dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:

أَلَمْ يَرَوْا إِلَى الطَّيْرِ مُسَخَّرَاتٍ فِي جَوِّ السَّمَۤاءِ مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلَّا اللّٰهُ إِنَّ فِي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
"Onlar,(kâfirler ve müteredditler) göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada Allah'tan başkası tutamaz. Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır." (Nahl sûresi, 16/79)

Bu âyet-i kerimede daha önce de işaret edildiği gibi "جَوِّ السَّمَۤاءِ göğün boşluğu" ifadesiyle "kuşların belli bir tabakada uçtuklarının" gaybî bir şekilde haber verilmesi fevkalâde dikkat çekicidir. Pek çok Müslümanın bu âyete, gerektiği ölçüde derince baktığını zannetmiyorum. İhtimal biz, bizi kuşatan atmosfer ve biyosferin alt ve üst katmanlarının hep bir olduğunu zannetmişizdir. Oysa mesele iyiden iyiye ve derinlemesine araştırılıp incelendiğinde, atmosferin birbirinden farklı tabakalarının olduğu ve bu tabakaların ayrı ayrı hususiyetleri haiz bulunduğu ortaya çıkacaktır. Farklı ısı dağılımlarıyla karakterize edilen bu tabakalar şunlardır: 1. Troposfer. (Biyosfer, bu tabakaya dahildir.) 2. Stratosfer. 3. İyonosfer. 4. Exosfer.

Yukarıda zikredilen Nahl sûresinin 79. âyet-i kerimesinde "imsak" tabiri kullanılmıştır. "İmsak" kelimesi, if'al babından olup cevvi's-semanın daha evvel Allah (celle celâluhu) tarafından tanzim edilerek, kuşların uçmasına müsait bir hâle getirilmiş olduğuna işaret etmektedir. Binaenaleyh onların orada uçmasına fırsat veren yine bir nizam-ı ilâhî ve kanun-u ilâhîdir. Kuşların gökyüzünde bir uçuş alanları vardır. Bu saha, canlıların içinde gezip tozabilecekleri bir sahadır. Bu saha dışına çıkıldığında o âhenk ve düzenin canlıların aleyhine bozulması mukadderdir.

Diğer canlılar için durum böyle olmakla beraber âyette insanın sahip olduğu ve olacağı vasıtalar ile oraya çıkacağı ve oranın, canlıların yaşaması için müşkil bir yer olduğunun keşfedileceği hakikatine de işaret edilmektedir. Tabiî, bu yükselmelerin hemen bir kerede gerçekleşmeyeceği de açıktır. Defaatle denenecek, zorlanacak; yerçekimi, sürtünme ve atmosfer şartları aşıldığında böyle bir hülya da gerçekleşecektir. İşte âyet: "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi (tıkayıverir ve) dar, tıkanık hâle getirir. (En'âm sûresi, 6/125.)

Konu âyette, kâfir ve mü'minin, yani kalbi hidayete açılanın ve hidayete karşı kaskatı olanın; içinde iman ve mârifet nurunun lemean ettiği insanın, küfür ve dalâlet sapıklığında boğulup da göğsü daralan kimsenin durumuyla mukayese esprisi içinde verilmiştir.

İnsan, iradesini iyi kullanıp, mârifet-i ilâhî istikametinde sarf eder ve Allah da (celle celâluhu) onun hidayetini murad buyurursa, o kişinin gönlünü İslâm'a açar ve kalbine de genişlik verir. Burada "insanın iradesini işin içine katmasını" biz ekledik. Çünkü selef öteden beri böyle durumlarda hep beşerin irade ve ihtiyarını nazara vermişlerdir. Yani onlar, insan iradesi olmadan o istikamette bir meşîet-i ilâhî taallükünü düşünmemişlerdir. Vâkıa Allah'ın irade ve meşîeti, insanın iradesine bağlı değildir. Allah, Mâlikü'l-Mülk'tür ve mülkünde her zaman dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Ama adalet-i ilâhî ve hikmet-i Rabbanî, O'nun kullara ait takdir, tayin ve hidayet ü idlâllerinde onların iradelerinin de taalluk etmesini şart-ı âdi olarak esas almıştır. İşte biz de burada kulun iradesini bu mülâhaza ile zikrediyoruz. Evet, insan, istediği şeyin peşine düşecektir ki, Allah da onun hidayetini murad buyurunca kalbine inşirah versin. Evet insan, isterse Allah da onun kalbine genişlik verir ve o kişi imandan zevk alır, zevk alır ve hayatını cennetlikler gibi yaşar.

Şimdi de bu âyetin mevzuumuzla alâkalı daha farklı bir yönü üzerinde duralım: Cenâb-ı Hak, iradesini kötüye kullanan bir insanın dalâletini murat buyurursa onun göğsünü daraltır. İman etmemek ve bu imanın gereği olan ibadetleri yapmamak, böyle bir kimsenin kalbinde, ciddî bir darlık ve sıkıntı meydana getirir. Kâfir, iradesini iyi yönde kullanmadığından, Allah da onun Cennet'e girmesini murad etmez. Bu neticeyi hazırlayan başka değil, imanı irade etmeyen ve bir kere olsun alnını secdeye koyup "Aman yâ Rabbi! Beni dalâlete sevk etme!" demeyen kâfirin kendisidir. O kimse, kendi iradesiyle dilini, kalbini ve dimağını küfür istikametinde kullanmış ve hiçbir ilâhî ikaza ve çevresinde olup biten hâdiselerin mânâ, muhteva ve yorumlarına bakmamış ve dikkat etmemiştir. Bu yüzden de Allah (celle celâluhu) onun idlâlini murad buyurmuştur.

Hakkında böyle bir takdir buyrulan kişinin göğsü daralır ve sanki gırtlağı sıkılıyor gibi olur. Âyet-i kerimede, havasız kalan bir insanın tasviri yapılmakta, zindanda havasız kalmış veyahut da boynuna ip takılmış bir insanın durumu resmedilip canlandırılmakta ve âdeta havasızlıktan tıkanan bir insanın fotoğrafı gözlerimizin önünde şekillenmektedir.

Âyet-i kerimedeki fiil kipi özellikle kullanılmıştır. صَعِدَ kelimesi, عَلَا mânâsına yükselmek demektir. Ama Kur'ân, ne يَعْلُو ne de يَصْعَدُ dememektedir. Burada belâgat açısından bir kısım nükteler vardır. İnsan, يَصْعَدُ kelimesinde, âdeta semaya çıkan vasıtaların seslerini duyar gibi olmaktadır. Ancak kelime, farklı bir kalıp olan يَصَّعَّدُ şekline çevrildiğinde işin içine bir de zorluk ve sıkıntı mânâsı girmektedir.

Kur'ân, burada fiili bu şekilde kullanarak kâfirin içindeki sıkıntıyı, hem bütün buudlarıyla hem de mûsıkîsiyle vermektedir. Böylece Kur'ân mazmun olarak günümüz insanının içine düştüğü bunalımlara parmak basmakta ve Allah'a imandan mahrumiyetin hâsıl ettiği dalâlete ve bu dalâletin gönüllerde meydana getirdiği sıkıntıya dikkatleri çekmektedir. Binaenaleyh bir bakıma muhatap, 20. asrın insanıdır. Zira 20. asırda yaşanılmış olan sıkıntı ve buhranlar günümüzde olduğu kadar hiçbir asırda yaşanmamıştır. Evet devrimizdeki küfür ve dalâletin sıkıntısı, semaya çıkılırken hissedilen sıkıntıya benzemektedir. Çünkü yukarılara doğru çıkıldıkça, havasızlıktan insan boğazı sıkılıyormuş gibi olmaktadır.

Bir insan semaya çıkmamışsa, elbette ki oranın havasızlığını ve insan göğsünün nasıl sıkıştığını bilemez. Ben, Asr-ı Saadet insanının bu âyeti nasıl anladığını bilemeyeceğim. Ancak, astronomik gelişmelerle, âyetin ifade ettiği mânâ bütün incelikleriyle ortaya çıkmış gibidir. Küfür ve dalâletin sıkıntı verici keyfiyeti anlaşıldığı gibi, yukarılara doğru çıkıldıkça, nefes almanın zorluğu ve oraların canlı hayatı için elverişli olmadığı da bugün artık tebeyyün etmiştir.

Teşbih, ya bir şeyi mübalağalı anlatmak veya gizli ve meknî maksatları ortaya çıkarmak, diğer bir ifadeyle, bilinen bir şeyle bilinmeyen bir şeyi anlatmak için yapılır. Meselâ, Allah'ın kuvvet ve kudretinin her yerde nasıl hâzır ve nâzır olduğu bilinmemektedir. Ama güneşin, şualarıyla her yerde herkesin başını okşadığı bilinmektedir. İşte Allah'ın kudreti de güneşin şualarına teşbih edilerek onun da her yerde hâzır ve nâzır olduğu böyle bir benzetmeyle ifade edilebilir...

Bunun gibi âyet-i kerime de kâfirin sıkıntısını, bilinen bir şeyle anlatmaktadır. Onun bilinmeyen bir şeyle anlatılması mümkün değildir. Çünkü zaten inanan bir insanın kâfirin sıkıntısını anlamasına imkân yoktur. Benzetme için seçilen malzeme de bilinmeyen bir şeyden seçilecek olursa mesele, çift bilinmeyenli denkleme dönüşür. Oysa Kur'ân'ın beyanı, gayet açık ve fasihtir: "...onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık hâle getirir."

Kur'ân, kuşların tayerân ettiği sahayı جَوِّ السَّمَۤاءِ "göğün boşluğu", yani yaşamaya, nefes almaya elverişli olan saha tabiriyle ifade ederken, burada فِي السَّمَۤاءِ "semanın içinde" tabirini kullanmaktadır. Yani siz, yerde iken o sıkıntıyı asla duymazsınız. Ancak cevv-i semayı aşıp, semanın içine girdiğiniz zaman hissedersiniz. İnsan göğsünün havasızlıktan daraldığı, ancak balon ve uçaklarla semaya çıkıldığı zaman anlaşılabilmişti. Bu tabirden kastedilen mânâ da, işte o zaman ortaya çıkmıştır. Hatta uçakta fazla irtifa kaydedileceği zaman hostesler, "Kabinlerinizde hava basıncı kontrollüdür. Bir aksilik olursa başınızın üzerindeki maske otomatik olarak aşağıya inecek, onu ağzınıza alarak bastırınız ve ihtiyaç kalmadığı söyleninceye kadar da o maskeyi çıkarmayınız." ikazını yapmaktadırlar.

Bundan da anlaşılmaktadır ki, yukarılardaki hava basıncı, yerdeki hava basıncı gibi değildir. Allah (celle celâluhu) atmosferin basıncıyla, insanın içindeki kan basıncını müsavi ve dengeli kılmıştır. Bunlar birbirlerine mütenasiptirler. Yukarıya doğru çıkıldıkça hava basıncı azalır ve kanın basıncı artarak vücut çeperlerini ve damarları zorlamaya başlar. Denge bozulunca iç, âdeta dışa taşmak ister. İşte bu yüzdendir ki bazen yüksek irtifalarda insanın burnu kanar.

1920 yıllarından sonra gelişen teknoloji sayesinde stratosfer[2] hakkında daha geniş bilgiler elde etme imkânı doğmuştur. Yapılan tespitlere göre hava, deniz kenarında bir santimetrekarelik yüzeye bir kg. tazyik yapmaktadır. Bu basınç miktarına "1 atmosfer" denilmektedir. İnsan derisinin yüz ölçümü ortalama 1,5 metrekare olduğuna göre hava her birimize 15 ton kuvvetle basınç yapıyor demektir. Bu büyük kuvvet altında ezilip pestil hâline gelmeyişimizin sebebi, içimizden de hariçteki tazyike müsavi bir basıncın mevcut olmasıdır. Yukarılara çıkıldıkça basınç azalmaya başlar, yoğunluk düşer ve oksijen seyrekleşir. Yerden 10 km yukarıda saf oksijenle nefes almak gerekir. 12 km'ye kadar çıkıldıkça saf oksijen gazı da artık yeterli olmaz, şuur yavaş yavaş kaybolmaya başlar. 13 km'lik seviyede ciğerdeki su buharı ile karbondioksit gazının iç basıncı artarak oksijen akciğere giremez hâle gelir. 18 km yükseklikte hava basıncı o kadar azalır ki, insan kanı vücutta sulu olan bütün hücrelerle birlikte fokur fokur kaynamaya durur. 19 km'lik seviyede uzaydan gelen kozmik radyasyonların bombardımanı başlar. 23 km'lik seviyede ise ozon gazı hüküm sürmektedir.

İşte Kur'ân burada ilmî bir hakikate يَصَّعَّدُ kelimesiyle işaret etmektedir. Ayrıca bu kalıp, yukarıda da zikredildiği gibi yapılan işin bir zorluk ve bir sıkıntı içerisinde yapıldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla bu kelimeyle, semaya çıkmanın kolay olmadığı ve bu işin peyderpey zorlukları aşarak, asırdan asıra gelişen teknolojik imkân ve vasıtalarla gerçekleşeceği hakikatine parmak basılmaktadır. Evet beşer, basamak basamak ilerleyecek ve bu basamaklar neticesinde semanın yolları insanlara açılacaktır.

Âyetin hassaten 20. asır insanını daha yakından ilgilendirdiği ortadadır. Zira bu âyet, hem canlının yaşayabileceği yukarı tabakaların sınırını hem de insanın sıkıntı duyacağı ve yaşayamayacağı tabakanın sınırını ilmî bir tarzda çizmektedir ki, bu ilmî gerçek de ancak 20. asırda, semanın kapıları insanlara açılınca ortaya çıkmıştır. İşte Kur'ân'ın bu ince nüktesi sayesinde beşer, yerde bulunduğu zaman duyduğu hava basıncı ile yukarıya çıktığında duyacağı hava basıncı arasındaki farkı kavrayabilmiştir.

Evet bu ilmî hakikatler ortaya çıkıncaya kadar geçen zaman içerisinde meçhul olan bu keyfiyetler, bugünün insanı için malum hâle gelmiştir. Ayrıca âyet-i kerimede bu hakikatlerin yanında, kâfirin hâli, tavrı ve kalbî hayatı da aynı anda arz edilmiştir ki, bu da, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın câmiiyetini apaçık ortaya koymaktadır.

3. Yerkürenin titreşimi

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın ifadelerinde bir televvün ve çok buudluluk vardır. O, bir hakikati nazara verirken, aynı zamanda o hakikat içinde daha başka konuları da satır aralarında (müstetbeâtü't-terâkib) ifade eder. Böylece, ufkunun derinliğine göre her seviyedeki insan bu hakikatlerden bir şeyler anlar ve mutlaka istifade eder.

Kur'ân-ı Kerim, bir meseleyi arz ederken, kullandığı üslûp itibarıyla aynı ifade içinde kevnî bir hâdiseyi de anlatıverir. Dikkat edilmediğinde, meselenin biri anlaşılırken, diğeri gözden kaçabilir. Meselâ, Kur'ân'da kıyametin kopması esnasında meydana gelecek hâdiseler sırasıyla ele alınır. Güneşin tedvir ve tekvir edilmesi, yani dürülüp muhafaza altına alınması anlatılırken, aynı zamanda onun geçirdiği değişik safhalar da işaretleniverir. İşte bu durum, Kur'ân'ın çok buudluluğu ve câmiiyetinin ifadesidir.

Keza, Kur'ân'ın öyle bir ifade üslûbu vardır ki, hemen her devrin insanı ondan kendisine ait pek çok hakikatleri, hem de hiçbir tekellüfe ve sun'îliğe girmeden anlayabilir. Yani bin sene evvel yaşayan bir insan, Kur'ân'dan kendine ait bir kısım hakikatler keşfedip kendi devrini nurlandırdığı gibi, 20. asrın insanı da aynı ifadelerden kendi devrine ait bir kısım ilmî hakikatleri bulup çıkarabilir. Meselâ: "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık hale getirir ..." (En'âm sûresi, 6/125) âyetini ihtimal daha önceki insanlar, sadece kâfir ile mü'minin ve kâfirin küfrü ile mü'minin imanının bir mukayesesi şeklinde anlamışlardı.

Onların bu ilâhî beyanı, semaya yükseldikçe göğsün daralacağı, canlıların, atmosferin ancak belli bir tabakasında yaşayabileceği, bu tabakayı aştıklarında nefes alamayıp hayatlarını yitirecekleri şeklinde anlamaları herhâlde düşünülemezdi. Çünkü o günün bilim seviyesi buna müsait değildi. Ama 20. asrın insanı, aynı âyetten, küfür ve dalâlet ile iman ve hidayetin mukayesesi yanında, ilmî bir hakikati de keşfederek atmosfere ait bir gerçeği çıkarabilir. Zira onun elindeki teknik imkânlar, böyle bir ufka ulaşmasına yeterli sayılabilir.

Ancak, Kur'ân'ın bu câmiiyetini kavramak için engin bir ufka sahip olmak gerekmektedir. Zaman ilerleyip, teknik ve teknolojik vasıtalar ile malumatlarımız da arttıkça, Kur'ân âyetleri biraz daha iyi anlaşılacak ve zamanın ihtiyarlamasına karşılık onun gençleştiği ayân beyan ortaya çıkacaktır.

İfade yönüyle câmiiyete sahip olan başka bir âyet de dünyanın titreyişini ve kıyametini anlatan Nâziât sûresindeki şu âyetleridir:

يَوْمَ تَرْجُفُ الرَّاجِفَةُ تَتْبَعُهَا الرَّادِفَةُ
"O gün o zelzele sarsar. Ardından bir başkası geliverir." (Nâziât sûresi, 79/6-7)

âyet-i kerimesinde geçen الرَّاجِفَةُ kelimesi, "daima titreyen" demektir. O gün gelecek ve yer-gök sarsılacaktır. Burada الرَّاجِفَةُ kelimesinin ism-i fâil kalıbında gelmesi şöyle bir edebî nükteyi ifade etmektedir:

Âyet-i kerimede âdeta, "Dünya, ayağınızın altında her an titreyip durmakta ve bu titremesiyle sabit olmadığını göstermektedir... Evet, titreyip duran böyle bir şeye istinat edilemez. Zira o, bir gün gelip tam titreyecek ve sırtında taşıdıklarını da fırlatıp atacaktır. Onun titremesine baktığınız zaman siz de titreyeceksiniz; gözleriniz dönecek ve kalbleriniz yerinden çıkacak hâle gelecektir. Bu sebeple siz şimdiden, yıkılıp gitmeyen, her şeyi elinde tutan, titreme ve sarsılmayı yaratıp emrine âmâde kılan ezel ve ebed sultanı Cenâb-ı Hakk'a itimat edip O'na dayanın ki, sizi hiçbir zaman titremeyen ve hep sabit kalan bir selâmet yurduna eriştirsin." mazmunu işaretlenmektedir.

"Ardından bir başkası geliverir." Evet arkasından bir de الرَّادِفَةُ gelir. الرَّادِفَةُ, insanın ata bindikten sonra arkasına aldığı şeye veya arkaya almaya denir. Kıyamet hâdisesi ile yer, iyiden iyiye sarsılır. Fakat onun ardından daha korkunç bir sarsılma olur ki, yürekler ağızlara gelir. Ondan sonra da kıyamet kopar.

Bu âyet-i kerimede kıyamet ve onun ahvali anlatılmakta; aynı zamanda yerkürede meydana gelecek sarsıntılar da nazara verilmektedir. Ancak burada yerkürenin ilmî bir hususiyetine de işaret edilmektedir. Âyette küre-i arz, daima titreyen ve hareket eden bir varlık olarak tanıtılmaktadır. O, üzerinde yaşarken hareket ettiği hissedilmeyen, gerçekte ise mütemadiyen menzil değiştiren bir varlıktır. İşte bu varlık, bir gün gelecek, olduğundan daha feci ve dehşet verici bir keyfiyette titreyecek, taşıdıklarını fırlatıp atacak, denizleri köpürüp fışkıracak, dağları dağılıp gidecek ve her şey yanıp kül olacaktır. Evet, الرَّاجِفَةُ sözüyle işte bu mânâlar işaretlenmekte ve yerkürenin titreyip duran bir varlık olduğu vurgulanmaktadır.

İlk devir müfessirleri, bu âyeti şerh ederken, meseleye neticesi itibarıyla bakmış ve "yerküre, neticede kıyamet hâdisesi ile tir tir titreyecek ve nizamı bozulacaktır." şeklinde anlamışlardır. Aslında bu, doğru bir yaklaşımdır. Ancak yerkürenin hareket ettiği, döndüğü hakikati ilim adamları tarafından keşfedilince âyetin farklı bir ifadesi daha ortaya çıkmış ve الرَّاجِفَةُ ve الرَّادِفَةُ kelimeleriyle onun mütemadiyen hareket hâlinde olduğuna işaret edildiği anlaşılmıştır. Ancak 20. asırda jeofizik araştırmalarla küre-i arzın titreyişi tespit edildikten sonra âyetin bu iması daha iyi anlaşılmıştır. Yani küre-i arz mütemadiyen titremektedir. Üzerindeki denizlerde bu titreşimden ötürü aya ve güneşe bağlı olarak bir kısım değişiklikler olmakta ve med-cezir hâdiseleri meydana gelmektedir. Bu hâdiseler âdeta küre-i arzın titreyişini ve hareketini frenleyip dengelemektedir. Allah (celle celâluhu), yarattığı câzibe (çekim) kanunuyla küre-i arzı bir sapan taşı misali güneşin etrafında çevirdiği gibi, Güneş ve Ay'ın müessiriyeti ile de küre-i arzın denizlerini çekmekte ve neticede de med-cezir denilen denizlerdeki su seviyesinin yükselip-alçalması hâdisesi zuhur etmektedir. Evet Ay ve Güneş'in küre-i arz üzerinde böyle büyük bir tesiri vardır.

Bilim ve teknik çevreleri, öteden beri küre-i arzın hareketlerine dikkatleri çekmiş, orada meydana gelen hareket ve titremelerin zaman faktörü üzerinde de müessir olduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.. ve yine bu eserlerde küre-i arzın hareket ve titremelerinde daima bir yavaşlama ve hafifleme olduğuna da imada bulunmuşlardır. Meselâ, 31 Aralık 1989'da dünyadaki saatlerin bir saniye geri alındığı bilinmektedir. Buna göre 1989, 1988'e nazaran bir saniye uzun olmuştur. Bu durum, gerçekten vâki olduğundan saatler de ona göre ayarlanmıştır. Yine 30 Haziran 1992 tarihinde de senenin bir saniye uzatıldığı dünya basınında ilan edilmiştir. 1972 senesinden bu yana da bir seneye 16 saniye eklenmiş olduğu ifade edilmektedir.

Bu tespitlere binaen binlerce veya milyonlarca sene evvel küre-i arz üzerinde bir günün 18 saat olduğu söylenmektedir. Şimdi ise bir gün 24 saattir. İleride belki bu süre 30 saate çıkacaktır. Belki de ileride zaman diliminin 50 saate çıkması durumunda insanlar güneşin sıcağı altında cayır cayır yanıp kül olabilecek derecede de günler uzayabilecektir. Allah (celle celâluhu), küre-i arzın hızlı dönme hareketini frenleye frenleye tedricî olarak yavaşlatmaktadır. Bu yavaşlama, insanların mahkeme-i kübrâya gitmelerine kadar devam edecek ve Allah'ın (celle celâluhu) küre-i arz üzerinde verdiği hükmü icra edecektir. Sonra da Allah (celle celâluhu) yeni bir mahkeme ve yeni bir âlem kurarak, insanları ve bütün mahlukatı orada toplayacaktır. İşte "İkinci dirilme" de denilen "haşir" hâdisesi de dünyanın (ve semanın) üzerinde böylesine sarsıntılar yaşandıktan sonra vuku bulacaktır.

4. Rüzgârla aşılama

Rüzgârların atmosferdeki önemli fonksiyonlarından biri de bulutları aşılamalarıdır. Bilindiği gibi bulutlar, hem negatif (-) hem de pozitif (+) yüklüdürler. Yağmurun oluşumu bu iki hususun bir araya gelmesine bağlıdır. Ne var ki, bu zıt hamuleli bulutlar hemen her zaman bir araya gelememektedirler. Çünkü havanın şiddeti ve elektriği buna mânidir. Havanın elektrikle dolu olması, bulutların bu elektriği aşmalarına ve bir araya gelmelerine engel teşkil etmektedir. Havadaki yağmur tanecikleri aynı elektrik yüküne sahiptirler. Bir ilahî kanun gereği aynı yüklü kutuplar birbirlerini iterler.

Bu itibarla da evvelâ bu zıt elektrik yükünün dağıtılması ve bulutların bir araya gelmeleri sağlanmalıdır. Bu da haricî bir vesile ister. İşte o vesile rüzgârlardır. İşte bu bir aşılama ameliyesidir; yani rüzgârlar, bulutları aşılamaktadırlar. Kur'ân,

وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَۤا أَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ
"Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu) depolayamazdınız." (Hicr sûresi, 15/22)

ferman buyururken bu "telkih – aşılama" hâdisesini anlatmaktadır.

Canlılar arasındaki telkih meselesi öteden beri bilinmekteydi. Erkekteki spermin dişideki yumurta ile buluşması böyle bir aşılamaydı ve bu aşılamanın neticesinde yeni bir canlı yaratılıyordu. Bu aşılanma ve bunun neticesinde yeni bir varlığın meydana gelmesi, insanlar arasında olduğu gibi hayvanlar ve bitkiler arasında da cari idi. Bitkiler arasındaki üremenin olması için dişi ve erkek tohumun birbiriyle buluşturulmasının rüzgârlarla gerçekleştirildiği eskiden beri bilinen bir hâdiseydi. Kur'ân, yukarıda zikredilen âyetiyle bu umumî aşılamaya dikkati çekmenin yanında bilhassa bulutların telkihini nazara veriyordu ki bu çok yeni bir hâdiseydi. Zaten, "Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve bu sebeple gökten bir su indirdik." siyakının da başka şekilde anlaşılması mümkün değildi.

Evet, rüzgârlar, bulutları birbirleriyle aşılamakta ve şart-ı âdi planında bunun neticesinde yağmur meydana gelmektedir. Evet bu sayede rüzgârlarla havadaki elektrik hattı aşılmış, iki zıt yüklü bulut birbirine girmiş ve beklenen izdivaç da hâsıl olmuştur. Bu izdivaç esnasında gök gürlemesiyle, şimşek çakmasıyla yağmurun yağacağı müjdesi büyük ölçüde sezilebilmektedir ki aslında (-) ve (+) kutuplu bulutlar arasında meydana gelen bu izdivaç, bütün canlıların ümit kaynağıdır. İşte bütün bunlar, Kur'ân'ın ifadesiyle bir "telkih"in neticesinde gerçekleşmektedir.

Bu telkih meselesi, günümüzde ortaya çıkmış bir konu değil. Çok eski zamandan beri bazı tefsirciler, aynı istikamette kanaat izhar etmişlerdir. Çünkü zaten Kur'ân'ın konuyla alâkalı ifadesi bütün sadeliği ile meseleyi ortaya koymaktadır. Müfessirler bugünün ilmî seviyesine göre bir üslûpla olmasa da, tohumlama işini çok erken kavramış ve büyük çoğunluk itibarıyla aynı şeyleri söylemişlerdir.

Evet, rüzgârlarla tohumlanmanın gerçekleştiği bir vak'adır; ama buradaki "aşılama" ifadesinden rüzgârların yağmuru getirecek bulutları aşılaması kastedildiği de meydandadır.

Daha önce de işaret edildiği gibi, ilk dönem müfessirlerinden bu mânâyı anlayan kimseler de olmuştur. Meselâ, İbn Cerir, yaklaşık 11 asır evvel yazdığı tefsirinde buradaki aşılama hâdisesini âdeta bugünün insanları gibi anlamıştır. O, bu âyetteki لَوَاقِحَ"aşılayıcılar"ı, yerde bitkilerin aşılanması, cevv-i semada ise bulutların aşılanması şeklinde yorumlamıştır.[3] O, aşılanma hâdisesini, 14 asır önce nazil olan Kur'ân'ın âyetlerinden, devrinin kültür ve idrakini aşarak günümüz anlayışına uygun bir şekilde ifade etmiştir ki, bu da Kur'ân'ı onun dupduru anlamasının ifadesidir.

Evet, Kur'ân'ın duru ve açık beyanları her asra ait fen ve tekniğin, kültür ve medeniyetin çok çok önünde bir zenginliğe sahiptir ama, o işaretleri sezecek insanlara ihtiyaç var.. ihtimal dün olduğu gibi bugün ve hatta yarın da bilim adamları gerçeğe yaklaştıkları ve tarafsız, objektif bir görüşle meselelere bakabildikleri ölçüde, Kur'ân'ın şaşmaz doğrularını yakalayacak ve ondan aldıkları ilhamlarla asırlarını aydınlatmaya devam edeceklerdir.

5. Bulutların Sevki ve Telifi

Kur'ân, bulutların ve rüzgârların farklı bir özelliğinden daha bahsetmektedir. Rüzgârların bulutları sevk etmesiyle hemen yağmur oluşmamaktadır. Rüzgârlarla önce bulutlar arasında peşi peşine bir kısım hâdiseler meydana gelmekte ve ondan sonradır ki yağmur teşekkül etmektedir. Bu arada bulutların tekâsüf ve terâküm etmesi (yoğunlaşması ve birikmesi) için ayrı bir ameliye daha söz konusudur. Terâküm ve tekâsüf belli kıvama ulaşmadıkça yağmurun yağması söz konusu değildir.

İşte Kur'ân-ı Kerim, bütün bunlara işaret sadedinde şöyle buyurur:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللّٰهَ يُزْجِي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه۪ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِه۪ مَنْ يَشَۤاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَۤاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِه۪ يَذْهَبُ بِالْأَبْصَارِ
"Görmez misin ki, Allah, bulutları sürer, sonra onların arasını telif eder (birbirine geçirerek aralarındaki boşlukları doldurur), daha sonra onları birbiri üstüne yığar (sıkıştırır). Derken bunlar arasından yağmurun çıktığını görürsün. O, gökteki dağlar (gibi büyük bulut parçaların)dan da bir dolu indirir de onunla dilediğini vurur (ziyana uğratır), dilediğinden de onu uzak tutar. (Bu arada bulutların) şimşeğinin parıltısı da neredeyse gözleri alıverecek gibidir." (Nûr sûresi, 24/43)

Âyetteki "telif etme", mizaç farklılığında olan kimseler için kullanılan bir tabirdir. Dargın ve küs olan iki kimseyi bir araya getirme ve aralarını bulmaya da "telif etme" denir. Müellefe-i kulûb tabirindeki "müellefe" kelimesi de "telif" kökünden gelmektedir ki, buradaki telif-i kulûbden maksat, gönülleri İslâm'a karşı kin, nefret ve haset dolu olan kimselerin kalblerini İslâm'a ısındırma demektir. Bundan anlaşılan şudur ki, bulutlar arasında her zaman birbirini itme söz konusudur. Fakat Allah (celle celâluhu), bu itmeyi gidererek rüzgâr vasıtasıyla onların aralarını telif etmekte ve daha sonra da onları müterâkim birer cisim hâline getirmektedir.

رُكَام, dağlar cesametinde birikme demektir ki, rüzgârlar bulutları telif ede ede, onlar bu sayede dağlar cesametinde kesif kitleler hâline gelirler.

"Ve işte sen bunlar arasından yağmurun çıktığını görürsün." Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki, yağmurun meydana gelmesi için sadece rüzgârın faaliyetleriyle iş bitmemektedir. Zira yağmurun teşekkülü için rüzgârların bulutları sürüklemesiyle onların, dağlar gibi bir araya gelmeleri, birbirleriyle omuz omuza vermeleri ve terâküm ederek iç içe girmeleri gerekmektedir.

Kur'ân, takibe delâlet eden harflerle bütün bu olup bitenleri sırasıyla ve ilmî tespitlerle çelişmeyecek şekilde özetlemektedir. Evet, bu ifadeler ilmî bir üslûpla anlatılabilse, anlatılmak istenen şeyin, meteorolojinin dediklerinden çok da farklı olmadığı görülecektir. Şurası da unutulmamalıdır ki, Kur'ân ele aldığı konuları büyük çoğunluğun anlayacağı bir üslûpla ortaya koyar; ilim ise sadece okumuşlara hitap eder.

Âyet devamla "O, gökteki dağlar (gibi büyük bulut parçaların)dan da dolu indiriverir." der ki, bu, dolunun teşekkülüyle alâkalı tatminkâr bir bilgi sayılır.. evet, bu ifadeden anlaşılmaktadır ki, dolunun teşekkül etmesi için, evvelâ havada tazyik ve şiddet ihtiva eden dağlar cesametinde bulutların terâküm etmesine, ikinci olarak âdeta yağmur damlacıklarından da şoke edecek seviyede güçlü bir elektriklenmeye ihtiyaç vardır.

Buna işaretle âyetin devamında "(Bu bulutların) şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alıverecek." buyrulmaktadır ki, orada insanın gözlerini kör edecek derecede müthiş bir elektriğin mevcudiyeti işaretlenir. Kur'ân bu ifadeleriyle aynı zamanda bulutlardaki elektriklenme sahasını da anlatmaktadır. Buna göre bir taraftan tazyik ve şiddet, diğer taraftan elektrik ve terâküm, su habbeciklerinin donmasına sebep olmaktadır.

Ayrıca مِنْ بَرَدٍ ifadesindeki مِنْ harfi cerri "teb'iz" mânâsına ele alındığında, bulutlar içinde bir kısmının donarak dolular hâline geldiği vurgulanmaktadır ki, pilotlar, "loraj" (yıldırımlı fırtına) bulutları içine girmekten korkmaktadırlar. Bunun sebebi, bu bulutlar içinde koca koca dolu tanelerinin bulunmasıdır. Bu dolulara isabet ettiğinde, bazen çeperler delinebilmekte ve düşme tehlikeleri yaşanmaktadır.

Araştırmacı ve ilim adamları, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın ilmî meseleleri arz ederken seçip kullandığı kelimelere dikkat ettikleri takdirde, onların muhit bir ilmin hâkim beyanları olduğunu tereddütsüz kabulleneceklerdir.

6. Rüzgârlar

Rüzgârlar, melekler nezaretinde irade-i ilâhî ile toprağın yüzünü okşayıp bitkileri aşılamaktan, havada şiddetli fırtınalar meydana getirmeye, ondan çiçeklerin tozlaşmasına ve bulutların aşılanmasına kadar geniş bir alanda emr-i ilâhî ile vazife görürler.

Her zaman bir rahmet cilvesi ifade eden rüzgârlar, her şeye rağmen bazen de akım değişmeleri, şiddetli fırtınalar, tayfunlar ve hortumlara sebebiyet verebilmektedirler. Mürselât sûresinin ilk âyetlerinde Allah (celle celâluhu) tarafından gönderilen rüzgârlara veya onlara nezaret eden meleklere farklı şekilde işaret edilir. Hem ilk dönem hem de günümüz tefsircileri bu âyetleri "melekler", "rüzgârlar", "vahiyler", "ilhamlar" ve "hakikatle meşbû Allah'ın vazifeli kulları" şeklinde tefsir edegelmişlerdir.

Nasıl tefsir edilirse edilsin, şümûllü bir ifadeyle bu âyetlerin peygamberlere inen vahiyden gönüllere gelen ilhama, ondan da yeryüzünde esen rüzgârlara, fırtınalara kadar her ilâhî esintiyle bir çeşit münasebetinin var olduğu söylenebilir.

Rüzgâr, hareket hâlinde olan bir hava kütlesidir. Bu hareket, belli bir yönde olup, hemen daima yataya (ufkî) yakındır. Birbirinin yanındaki iki bölgeden birinde hava basıncı yüksek (antisiklon alanı), ötekinde alçak (siklon alanı) ise, yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru bir hava akışı olur. İşte bu hava akışına "rüzgâr" denir. Basınç farkının az veya çok oluşuna göre, rüzgâr ya hafif ya da şiddetli eser. Rüzgârın bu şekilde şiddetli esmesi hâline ise "fırtına" denir.

Rüzgârların esişi, insanlar için öyle malum ve maruf olmuştur ki, onlar, bunun vermiş olduğu ülfet ve ünsiyetle onların Cenâb-ı Hak'tan olduğunu âdeta unutmuşlardır. Kur'ân-ı Kerim de buna telmihen وَالْمُرْسَلَاتِ عُرْفًا (Mürselât sûresi, 77/1) demektedir. Yani rüzgârlar mâruf (bilinen, alışılan bir şekilde) esmektedirler.[4]

فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا
"Şiddetle eserek savurup atanlara." (Mürselât sûresi, 77/2)

Yani belirli şekillerde esen bu rüzgârlar, bazen de bir kısım değişikliklere uğrayarak ortalığı kasıp kavuran, etrafa dehşet salan hortumlar ve tayfunlar halinde görülürler.

وَالنَّاشِرَاتِ نَشْرًا
"Yaydıkça yayanlara." (Mürselât sûresi, 77/3)

Yani bulutu semaya, tohumu da yere sarıveren mevsim rüzgârlarına.

فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا
"Birbirinden iyice ayıranlara." (Mürselât sûresi, 77/4)

Yukarıda zikredilen bütün bu rüzgârların verâsında, onlara nezaret edip icraat-ı ilâhiyeyi alkışlayan melâike-i kiram ve bütün bunları emriyle idare eden Allah'tır (celle celâluhu).

Cenâb-ı Hak, Mürselât sûresiyle esbabı, izzet ve azametine perde yapma esprisi içinde meleklerin nezareti ve alkışlaması altında icraat-ı sübhaniyesini böyle anlatırken, Mü'minûn sûresinde geçen şu âyet-i kerimeyle de çok veciz olarak yedi yoldan gelen rüzgârlara –Allahu a'lem– işaret etmektedir:

وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَۤائِقَ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِلِينَ
"Andolsun Biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz (yarattığımız) mahlukattan habersiz değiliz." (Mü'minûn sûresi, 23/17)

Yani biz, sizin üzerinizde, sizi çepeçevre saran atmosferin içinde yedi yol yarattık. Bu yedi yoldan geliş, gidiş ve akışlar vardır. Havanın terkibini normal tutan bu yedi yoldan gelen rüzgârlardır. Allah bu rüzgârları estirmese, havanın içindeki gazlar belli bölgelerde yoğunlaşır, havanın homojen hâli bozulur, oysaki solunuma elverişli olması için bu gazların terkibinin korunması gerekir.

"Biz (yarattığımız) mahlukattan habersiz değiliz." Allah (celle celâluhu), yaratmış olduğu mahlukatının ihtiyaçlarını bilmekte ve onların ihtiyaçları istikametinde yedi yoldan rüzgârlar göndermektedir. O, bu rüzgârların kimisiyle onları mânen ikaz etmekte, kimisiyle gönüllerine inşirah salmakta, kimisiyle onları okşayıp geçmekte, kimisiyle vahiy ve ilham göndermekte ve kimisiyle de onları cezalandırarak altlarını üstlerine getirmektedir.

[1] Bkz.: Nahl sûresi, 16/79.
[2] Stratosfer: Ortalama 12 ile 40 km arasında uzanan atmosfer tabakası.
[3] et-Taberî, Câmiu'l-beyân 14/20.
[4] Mâruf olan bu rüzgârlar, coğrafya kaynaklarında genel olarak üç grupta toplanmaktadırlar: 1. Sürekli rüzgârlar 2. Muson (Mevsimlik) rüzgârları 3. Mahallî rüzgârlar
1. Sürekli rüzgârlar:
a. Alizeler: Ortalama olarak 30 derece kuzey ve 30 derece güney paralelleri civarındaki subtropikal yüksek basınç kuşağından ekvatora doğru sürekli olarak esen rüzgârlardır.
b. Batı rüzgârları: Her iki yarım kürede 30 derece enlemleri civarındaki subtropikal yüksek basınç alanlarından 60 derece enlemleri civarındaki subpolar alçak basınç alanlarına doğru esen rüzgârlardır.
c. Kutup rüzgârları: Kutuplardaki yüksek basınç alanlarından 60 derece enlemlerindeki alçak basınç alanlarına doğru esen soğuk rüzgârlardır.
2. Muson (Mevsimlik) rüzgârları:
Yıl içerisinde mevsimlere (yaz ve kışa) göre değişerek esen, çok geniş alanlı bir rüzgârlar sistemidir ki yaz ve kış musonları olmak üzere ikiye ayrılır.
3. Mahallî rüzgârlar:
Yerel rüzgârların bir kısmı genel hava dolaşımına bağlı rüzgârların mahallî olarak çeşitli değişimlere uğramasıyla meydana gelir. Bazıları ise bütünüyle mahallî basınç farklılıklarından oluşur.
a. Meltemler
aa. Karadeniz meltemleri: Bu rüzgârlar aynen musonlarda olduğu gibi ısınma ve basınç farklılıklarından doğarlar. Geceleyin karalar daha çabuk soğur, denizler ise ılıktır. Bunun sonucunda geceleyin karadan denize doğru rüzgâr eser. Buna kara meltemi denir. Gündüz ise olay tersine döner. Bu sefer karalar daha çabuk ısınır. Bunun sonucunda da denizden karaya doğru deniz meltemleri eser.
ab. Dağ-vadi meltemleri: Bu rüzgârlar yanyana bulunan alçak sahalarda dağların farklı ısınma ve soğumalarından oluşurlar. Bunlar, geceleri dağdan ovalara, gündüzleri ovalardan dağlara doğru eserler.
b. Soğuk mahallî rüzgârlar
Çeşitli şekillerde meydana gelen basınç farklılıklarından doğan bu rüzgârlar, soğuk platolardan ve dağlık alanlardan ılık kıyılara doğru eserler. En önemlileri şunlardır:
ba. Bora: Dalmaçya kıyılarında gerideki dağlardan Akdeniz'e doğru esen soğuk rüzgârlardır.
bb. Mistral: Fransa'nın Akdeniz kıyılarında Rhone vadisini izleyerek esen soğuk rüzgârlardır.
bc. Poyraz: Türkiye'de kuzeydoğudan esen soğuk rüzgârlardır.
c. Sıcak mahallî rüzgârlar
Bunlar geldikleri yerlere göre sıcak olan rüzgârlardır. En önemlileri şunlardır:
ca. Fhön: Bu rüzgâr, yükselen hava kütlesinin bir dağı aşarak öteki yamaçta alçalmasıyla oluşur.
cb. Sirokko: Cezayir ve Tunus'ta büyük sahradan Akdeniz'e doğru esen bir çöl rüzgârıdır.
cc. Hamsin: Mısır'da esen sıcak bir çöl rüzgârıdır.
cd. Lodos: Türkiye'de güneybatıdan esen sıcak rüzgârlardır.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.