Kur'ân'da mikro âleme bakış

1. Kâinat kitabı gerçeği

Kur'ân-ı Mu'cizül-Beyan, sık sık nazarlarımızı kâinat kitabına tevcih etmekte, kader, kudret, ilim ve irade kaleminin kâinattaki icraatına dikkatlerimizi çekmekte ve mü'minleri tefekküre, araştırmaya sevk etmektedir. Bu bölümde de kuşbakışı kader kaleminin ucu sayılan zerrelerin, atomların ve partiküllerin hareketlerini, Kur'ân'ın bu hususlarla alâkalı işaretlerini, en azından günümüzde bilinenlerle mutabakatını görmeye çalışacağız.

Bir mânâda varlığın en küçük parçaları olan molekül, atom, elektron, proton vs. partiküller (parçacık, tanecik) gibi zerre, zerrenin büyüğü ve küçüğü her şey, bu maddi kâinatın/kâinatların esasını ve temel yapısını teşkil etmektedirler. Biz, âlem-i şehadetteki ilk taayyünleri, elektron âlemiyle ve kimyevî tayflarla müşâhede ettiğimiz gibi, ışık ve hareket hâdiselerini, çekme ve itme kanunlarını, yine maddenin en küçük parçası sayılan atomaltı partiküller sayesinde kavramaya ve keşfetmeye çalışmaktayız.

Mekânda bir yer (hayyiz) tutan her şey ve her hareket, kendine has farklı farklı dalga boylarıyla birbirine karışmadan, kader kalemince bütün hususiyetleriyle mekâna kaydedilmektedir. Hiçbirinin yazısı diğerini bozmamakta ve varlıklar, bir cebr-i lütfî ile itaat hâlinde mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler. Bir kudret eli, binlerce ve milyonlarca hâdiseyi kaderin pergeli üzerinde öylesine hassasiyetle işlemektedir ki, hiçbir hâdise diğerine karışmamakta ve umumî, hususî nizamı asla bozulmamaktadır.

Biz, böyle bir bakışla bütün bu baş döndürücü nizamın verâsında eşyaya şekil veren kudret elini, her şeyin temel kanaviçesi kader programını ve bu programın yaratıcısını biliyor ve her şeyi O'na bağlıyoruz. Yine biliyoruz ki, Allah (celle celâluhu), yarattığı bütün eşyayı, insanların nazarlarına, müşâhedelerine arz etmeden evvel, her şeyi bir hesap ve plana göre hazırlamış ve programa göre vaz'etmiştir. Zira kâinatta her zaman ve her yerde bir kudret, ilim ve iradenin tedbiri, tedviri ve tasviri görülmektedir. Bu kudret, önce ilmî kader ve programlar altında eşyayı tayin ve tespit buyurmuş, sonra da sırası gelene âdeta "Buyurun" diyerek onları sahneye sürmüş ve varlık sahasına çıkarmıştır.

Kâinatta, zâhirî yönüyle bir kısım karışıklık ve nizamsızlık varmış gibi görünse de, esasen bütün evrende baş döndürücü bir nizam ve âhenk vardır. Bir taraftan hemen her gün müşâhede ettiğimiz bir mumu, sobayı veya lambayı, diğer taraftan, dünyamızı aydınlatıp ısıtan güneşi göz önüne getirip düşünelim. Bunların her birinin bir ışık ve ısısı vardır ama hiçbirisi birbirine karışmamaktadır. Biz bunları, sahip oldukları farklı dalga boyları ile kolaylıkla birbirinden ayırırız. Dalga boylarının farklı olması, kâinatta cari olan bir kanundur.

Bu hususiyet ve kanun ile kâinatta her şeyin nizam içinde hareket etmesi, Allah'ın her şeyi görüp gözettiğini ve her harekete müdahale ettiğini göstermektedir. Esasen hilkat âleminde her an sürekli kitaplar yazılmaktadır ve bunların hemen hepsi de, önceden planlanmış bir kader ve nizam içinde gerçekleşmektedir. Evet, o mutlak kudret ve irade sahibi Cenâb-ı Hak, her şeyi önceden takdir ve tayin etmiştir.

İşte kâinat da böyle bir kader planı üzerine yazılmış bir kitaptır. Bu kitabın harfleri ve alfabesi atomlar ise, kelimeleri de moleküllerdir. Canlı ve cansız bütün varlıklar ise âdeta bu kitabın cümleleri mahiyetindedir. Allah, "O Rabbinin adıyla oku ki, O hilkat âlemini kurdu."[1]  âyetiyle okumayı emrederken hilkat sahasına dikkat çekmekte, okuma meselesini hilkate bağlamakta ve insanları kâinat ve hilkat kitabını okumaya davet etmektedir. Cenâb-ı Hak, "İnsanı bir alaktan (aşılanmış yumurta) yarattı."[2]  âyet-i kerimesiyle ise makro âlemi hatırlatmak için, insanı nazara vermekte ve kâinatın yaratılışı ile insanın yaratılışı arasındaki muvazeneyi hatırlatmaktadır.

Bu yüzden de biz, kâinata, hep kudret ve irade kalemiyle yazılmış bir kitap nazarıyla bakmışızdır. Zira Kur'ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk'ın Kelâm sıfatından gelen bir kitap olduğu gibi, kâinat da Kudret ve İrade sıfatlarından gelmiş bir kitaptır. İşte Kur'ân yer yer, insan ve kâinat arasındaki bu münasebeti arz eder ki, biz, bu arz edişlerde hep insanı küçük bir kâinat, kâinatı da büyük bir insan olarak değerlendiririz.

Kur'ân'da sık sık insan ve kâinatın anatomisi nazara verilmekte, makro ve mikro planda hilkatin sırları ortaya konulmakta ve varlığın esasını teşkil eden maddeler üzerinde durulmaktadır. Bunun neticesinde ise ilmin gözü ile Kur'ân'ın gözünün ciddî bir vahdet oluşturduğu görülmektedir. İlim, maddenin içine girmeye çalışır, burada öyle derinleşir ve elektron mikroskoplarıyla ancak görülebilen derinliklere ulaşır ki işte tam o noktada, Kur'ân'ın âyet ve beyanlarının da aynı hakikatlere parmak bastığı müşâhede edilir.

Bundan da anlaşılmaktadır ki, kâinat kitabı ile Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, temelde aynı hakikati dile getirmektedirler ve bu mânâ açısından Kur'ân, kâinatın ezelî ve ebedî bir tercümanı ve lisanı sayılır. O olmadan kâinat kitabı anlaşılabilir şekilde okunamadığı gibi, onun mu'ciz beyanlarını göz önünde bulundurmaksızın ilimlerin de inhiraf etmeden ilerleme göstermeleri mümkün değildir.

2. Kudret ve irade kaleminin yazdığı âlem: Mikro âlem

Maddenin küçük bir parçasıdır atom. İlim adamları, maddenin bu küçük parçasının dahi anatomisini ortaya koymuşlardır. Atom, nötron ve proton denilen parçacıklardan oluşan bir çekirdek ve bu parçacıkların etrafında hızla dönen elektronlardan müteşekkildir. En küçük âlemden, en büyük âleme kadar kâinatta Allah'ın yarattığı varlıkların temel taşları işte bu küçük parçacıklardır.

İnsan vücudunu meydana getiren hücrecikten bir ağacın meyvesindeki hücrelere; zerreden küreye, galaksilerden, nebülözlere.. evet, bu en büyük sistemlere kadar her şeyin temel yapıtaşları işte bu parçacıklardır. Allah (celle celâluhu), bu mahdut parçacıkları değişik kombinezonlar içinde hareket ettirerek, onlardan sonsuz terkipler meydana getirmektedir. Öyle ki, aynı zerreleri hareket ettirerek farklı terkiplere tâbi tutup, bu belli ve sınırlı parçacıklardan yüzlerce, binlerce hatta on binlerce yeni yapılar meydana getirmektedir.

Evet, Cenâb-ı Hak, bir şeyle bin şey inşa etmekte ve yerine göre inşa ettiği bu şeylere de pek çok vazifeler gördürmektedir. Ağacın içine güneş şualarıyla nüfuz eden zerreler, orada belli seviyelerde farklı mahiyetler oluştururken, başka varlıkta yine farklı terkipler meydana getirmektedirler. Allah (celle celâluhu) mikro organizmalardan, hayvan ve bitkilere, ondan da makro âleme ve ışık hızıyla milyarlarca senede gidilebilecek uzaklıkta bulunan ve büyüklüğü insana dehşet veren sistemlere kadar her şeyde aynı partikülleri kullanmış ve birbirinden farklı bu sistemler arasında yine aynı yapı taşları ile belli münasebetler tesis etmiştir.

Öyle ki, insan ve kâinat arasında baş döndürücü bir münasebet vardır. Bütün bunlar, kader kaleminin uçları sayılan bu zerreciklerle gerçekleşmektedir. İnsan, zerreler ile hayatını sürdürürken, ağaçlar da rengârenk keyfiyetleri ve insanın gönlünü okşayan çiçek ve meyveleriyle yine aynı zerreler vasıtasıyla var olmakta ve mevcudiyetlerini sürdürmektedirler. Kâinatta mevcut olan her boy, karakter, tip ve şekle göre elbise de, yine bu elemanların birer farklı vaziyet almalarından başka bir şey değildir. Varlık meşheri bir konfeksiyon dükkanı gibi işlemekte ve her şey, kendi kâmetine uygun elbiseyi rahatlıkla bulup sırtına geçirmektedir. Hem bütün bunlar, o kadar rahatlıkla olmakta ve o kadar ucuza mâl edilmektedir ki, bu kadar bolluk, sürat ve ucuzluğu bir başka yolla temin etmek mümkün değildir.

Meselâ, bir ağaç, gömüldüğü topraktan suyu damla damla emmekte, havadan karbondioksiti alarak, güneşten gelen ışınlarla birleştirmekte ve şeker sentezi yapmaktadır. Bütün bunlar, o kadar rahat, kolay ve ucuzlukla meydana gelmektedir ki, insanoğlu henüz bu kadar rahatlıkla şeker imal edebilecek fabrikaları kurabilmiş değildir.

İşte Allah'ın (celle celâluhu) tesis ettiği bu fabrikada, ağaç dallarının, güneş ışınları tarafından başlarının okşanması, havadan aldıkları ve topraktan çektikleri maddelerle şeker sentezi yapmaları öyle maharetle gerçekleşmektedir ki, ağaç dallarının sergilediği bu maharet, insanı hayretlere düşürmektedir. Beşer, sahip olduğu onca teknik imkânlarla henüz bu maharetin onda birini ortaya koymuş değildir. Evet Allah'ın tezgâhlarında her şey işte bu kadar rahatlıkla olmaktadır.

Sultan-ı kâinat'a intisap eden bütün zerreler, havadaki bütün dalgalanmalar, havanın içindeki çeşitli gazlar, güneşten gelen ışınlar ve topraktan, ağaçların kökleri ve dalları vasıtasıyla yukarıya doğru çıkan su reşhaları birer memur-u ilâhî gibi hareket ederek birbirleriyle bir bütünlük tesis etmekte ve insanın zarurî ihtiyaçlarını sağlayacak çeşitli nimetleri en tatlı ve en cazip bir şekilde ona takdim ederek bizlerin takdir ve şükran hislerini coşturmaktadırlar.

3. Kur'ân'da varlığın en küçük parçası

Yukarıda, varlığın en küçük parçası olarak bilinen atom veya atomun temel parçalarını âyetlerin ışığı altında ele alarak, onların temel yapılarından daha ziyade farklı keyfiyetleri üzerinde durmuş ve varlığın kader programındaki şekillenişini ve önceden projelenmesini, zerreden sistemlere bütün kâinatları kuşatan bir kudret ve iradenin her şeyi kuşattığını, her şeye hükmettiğini arz etmeye çalışmıştık. Şimdi gelin Allah'ın ilim, irade ve kudretinin her şeyi nasıl ihata ettiğini arz etme sadedinde şu âyetin gölgesinde konuyu biraz daha açalım:

وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَۤاءِ وَلَۤا أَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَۤا أَكْبَرَ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
"Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabbinin bilgisinden uzak (ve gizli) kalmaz. Ne bundan daha küçük ne de daha büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık kitapta (yazılı) bulunmasın." [3]

Burada istidrâdî olarak şöyle bir hususu arz etmek istiyorum: İnsanın aklına "Acaba zerreden küreye, atomlardan galaksilere varıncaya kadar, kâinatın hemen her yerinde aynı temel taşları mı kullanılmıştır, her yerde aynı maddî yapı mı vardır?" şeklinde bir soru akla gelebilir. Yukarıda bütün varlığın temel taşlarının aynı parçalar olduğunu ifade etmiştik. İşte Allah (celle celâluhu), "Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey..." ifadeleriyle bu gerçeğe işaret etmektedir ki, ifadeden de anlaşılacağı üzere, göklerin ve yerin temel taşlarının aynı şeyler olduğu işaretleniyor. Evet Allah Teâlâ burada her şeyi aynı maddeden (zerre – partikül veya tanecik) yarattığını açıkça ortaya koyuyor.

"Ne bundan küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık kitapta (Kitab-ı mübîn) bulunmasın." Ehl-i tahkik, Kur'ân'da geçen "İmam-ı Mübîn"in[4]"Levh-i Mahfuz"[5]; "Kitab-ı Mübîn"in[6]  de, insanın mukadderâtının ve sergüzeşt-i hayatının bir mahv ve isbat şeridi şeklinde cereyan eden ve bir sinema şeridi gibi insanın her şeyini ihtiva edip, her tarafı dolduran zerreler olduğunu söylemişlerdir. Zerrelerin belli faaliyetleri yüklenmesi ve bütün hareket ve davranışların zaman şeridine takılıp kalması meselesi, "Kitab-ı Mübîn"i şerh etmektedir. İşte bu, Allah'ın kudret kalemiyle yazıp ve kader planına göre tespit ettiği o kitabın adıdır.

Burada "Kitab-ı Mübîn" tabirinin zikredilmesi oldukça mânidardır. Yani ister atomdan büyük –meselâ, molekül zerreleri– isterse atomdan küçük –meselâ, elektron ve kuarklar– olsun –burada teori farklılıkları mahfuz– bunların hepsi, Allah'ın kudretiyle hareket etmekte ve Kitab-ı Mübîn'de kaydedilmektedirler.

"Miskal", altının ağırlığını ölçmek için kullanılan bir ölçü birimidir. "Zerre miskali" denildiğinde artık burada "şu veya bu ölçüde" olmaktan ziyade, zerrenin yani atomun gerçek ölçüsü ne ise işte o kastedilmiştir. Atomun yarıçapı 10–8 cm olarak tespit edilmiştir. Bu, o kadar küçük bir yer işgal eder ki, şayet 75 milyon hidrojen atomu uç uca eklenilecek olursa ancak 1 cm ettiği görülecektir. Başka bir ifadeyle 56 gr demir içinde 6,02x1023 (602.000.000.000.000.000.000.000) tane atom bulunmaktadır. Bir insan atomdan hacim olarak 1028 misli daha büyüktür. Güneş de insandan tam 1028 misli büyüktür. İnsanın kâinattaki yeri, güneş büyüklüğü ile atom büyüklüğü ortasındadır. Güneş, içine 1 milyon 297 bin adet dünya sığacak kadar baş döndürücü bir büyüklüğe sahiptir. Buradan atomun ne kadar küçük bir zerre olduğunu kıyas edebiliriz.

Âyet-i kerimedeki "zerre miskali" ifadesiyle atomdan daha büyük ve daha küçük âleme yani proton, nötron, elektron, mezon, nötrino ve kuark gibi parçacıklara da dikkat çekilmektedir. Bu, hangi sahaya gidilirse gidilsin, hangi derinliğe girilirse girilsin, hangi keşiflerde bulunulursa bulunulsun, yine de zerrenin mahiyeti aşılamayacak ve onun dışına çıkılamayacak demektir. Meseleyi mutlak olarak ele almak gerekir. Ortaya atılan ve henüz gelişme sürecinde olan atom kanunlarıyla, Kur'ân'ın mu'cizbeyan ifadeleri mütenâkız değil demektir. Ancak henüz gelişimini tamamlamamış nazariyelere Kur'ân'ı adapte etmeye çalışmanın da doğru olmayacağı açıktır. Ama eğer ilimlere esas teşkil eden varlık, Kur'ân'la konuşan zatın bir kitabı ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– saf ilim düşüncesinin Kur'ân'la çelişmesi kat'iyen söz konusu olamaz.

Yukarıda da işaret edildiği gibi atomun ortasında çekirdek, onun etrafında da hızla dönen elektronlar vardır. Hidrojen hariç, bütün atom çekirdeklerinde protonun yanı sıra mutlaka nötron da bulunur. Çünkü çekirdekte birden fazla proton bulunursa bunlar, pozitif yüklü, yani aynı yüklü oldukları için birbirlerini iterler. Bu durumda çekirdekteki nötronlar, protonların birbirlerini itmelerini önleyerek bağlayıcı rol oynarlar. Bu da protonlar, nötronsuz bir arada bulunamazlar demektir.

Bunun tersi de söz konusudur; nötronlar da her zaman protonlara muhtaçtırlar. Çünkü onlar da tek başlarına kaldıkları zaman kısa sürede bunların yarısı bozulmaya uğrayarak proton ve elektron çıkartırlar. Ancak çekirdek büyüdükçe proton ve nötron sayısı eşit olarak değil, nötron sayısı daha fazla olacak şekilde artar. Tabiî her şeye rağmen bu artışın yine de bir sınırı ve ölçüsü vardır. Şayet nötron ve proton sayıları arasındaki fark, bu ölçüyü geçmişse atom çekirdeği kararsız bir durum arz eder. Kararsız bir çekirdek de kendi içinde meydana gelen radyoaktivite ile kararlı hâle kavuşur.

Radyoaktif bozulma, sadece nötron-proton dengesizliğinden kaynaklanmaz. Bazen sadece proton sayısının yüksek oluşu da buna sebep olabilir. Çekirdeğinde 84 ve daha fazla proton bulunan elementler ne kadar çok nötrona sahip olurlarsa olsunlar kararsızdırlar. Bu kadar çok pozitif yük, atom çekirdeğinde devamlı tutulamaz ve çekirdek küçülerek kararlı bir duruma düşer. En istikrarlı atom hidrojen, en istikrarsız atom ise uranyum atomudur. Uranyum atomunun protonları, bulundukları yerde sürekli gürültü ve infilaklara sebebiyet verirler. Onun için atom bombasında da temel unsurlardan biri olarak uranyum kullanılmaktadır.

Uranyum 238 atomu bir alfa parçacığı neşrederek proton sayısını 92'den 90'a, nötron sayısını da 146'dan 144'e düşürür. 90 protona 144 nötron biraz fazladır. Uranyum bu defa bir beta parçacığı neşreder ve proton sayısını artırır. Böylece yeni bir element olarak 91 numaralı sırada yerini alır. Bu işlem böyle devam eder ve nihayet uranyum 82 numarada karar kılar. Lorentz'e göre atomun çekirdeği ile elektronların arasındaki mesafe ve münasebet, güneş manzumesinin bir minyatürü gibi âdeta bir güneş sistemini andırmaktadır.

Bir kısım kürelerin güneşin etrafında peykler hâlinde mütemadiyen dönmeleri gibi elektronlar da atom çekirdeğinin etrafında hareket etmekte ve dönmektedirler. Elektronların hareketi, çekirdeğe olan uzaklıklarına göre değişir. Elektronların çekirdekten uzaklıkları, 1 mm'nin milyonda biri kadardır. Böylece saniyedeki hızları 1000 km ile 15 bin km arasında değişen elektronlar, çekirdek etrafındaki minicik yollarında saniyede milyarlarca defa tur atarlar. O kadar ki onlar, güneş etrafında dönen gezegenlerden farklı olarak bir bulut manzarası arz ederler ve bu bulut içinde her an, herhangi bir yerde bulunma vasfı gösterirler.

Elektronlar, çekirdeğin etrafında hızlı dönüşleriyle onu korumaktadırlar. Eğer bir tren, elektron hızıyla yol alabilseydi, bir saniye içinde İstanbul'dan Erzurum'a birkaç kez gidip gelebilecekti. İşte elektronların bu yüksek hızından dolayı atomların içi dolu gibi gözükmektedir. Maddenin içi dolu gibi gözüktüğü hâlde aslında boş olduğunu ilk defa keşfedip kitabına yazan büyük İslâm âlimi İmam Rabbânî Hazretleri'dir.Elektronların çekirdeğin etrafında dönmeleri esnasında âdeta çepeçevre her şeyi saran tayfunlar, hortumlar ve fırtınalar meydana gelmektedir. Ama bütün bunlar, insanlar tarafından duyulmamaktadır.

Evet, elektronlar, alabildiğine küçük olmalarına rağmen çekirdek etrafında âdeta kıyametler koparmaktadırlar. Şimdi şu âyet-i kerimedeki "zerre" kelimesinin farklı mânâlarıyla mevzumuza nasıl ışık tuttuğuna bakalım:

"Savrulup kaldıranlara (eserek bulutları, tozları kaldıran rüzgârlara, yanardağdan lavlar püskürten tabiî kanunlara, atomlara), (yağmur) yüküyle yüklü (bulut)lara.. Kolayca akıp giden (gemi ve gezegen)lere..."[7]

Âyet-i kerimede, zerreleri ve cisimleri evirip çevirerek ve karıştırarak hareket ettiren Allah'ın adına yemin edilmektedir.

"Zerr" kelimesi, Arapça'da aynı zamanda şu mânâlara da gelmektedir:

a. Zerr, az katıca ve yapışkan bir yemeği pişirirken, karıştırmak için onun içine sokulan cismin etrafında, süratle karıştırma neticesinde meydana gelen toplanmaya denir.

b. Tefsircilerin büyük bir çoğunluğunun yaklaşımlarıyla "zerr", "rüzgâr" mânâsına gelir. Yani rüzgârın esip savurması, tozutup durması, ortalığı karıştırıp hortumlar hâsıl etmesi demektir.

c. Bazılarına göre ise "zerr", "rüzgârların tozutup durması ameliyesinde vazifeli melekler" mânâsına gelmektedir. Eski-yeni hemen her tefsirde bu mânâları bulmak mümkündür.[8]

Bu mânâlardan da anlaşılacağı üzere Allah (celle celâluhu), sadece zerreler âleminde değişiklikler yapmamaktadır. Yeryüzünde rüzgârlar vasıtasıyla da bir kısım değişiklikler meydana getirmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın fırtınalar vesilesiyle eşyayı ve cisimleri hareket ettirmesi, en büyük âlemden en küçük âleme kadar cereyan eden bir kanun-u umumî gibidir. Milyarlarca yıldız kümesi, Samanyolu'nun merkezi etrafında fırtınaya tutulmuş gibi saniyede 250 km (dakikada 15 bin km) hızla dönmektedir. Elektronu atom çekirdeğinin etrafında belirli bir kanunla döndüren Allah (celle celâluhu), yeryüzünü ve rüzgârları da aynı kanunla döndürmektedir. Yine aynı kanunla Cenâb-ı Hak, feza-i ıtlaktaki güneşten milyonlarca defa daha büyük olan cisimleri, fırtınaya tutulmuş toz bulutları gibi belli bir noktaya doğru hareket ettirmektedir.

İşte biz, "Savrulup kaldıranlara (eserek bulutları, tozları kaldıran rüzgârlara)..." mealindeki âyete bakarken, en küçük âlemden, en büyük âleme kadar kopan fırtına ve tayfunlara beraber bakıyor ve her şeyde Allah'ın büyüklüğünü temâşâ etmeye çalışıyoruz.

Evet, Allah'ın kudret dairesinde, en büyük âlemlerdeki en büyük sistemler, en küçük atom parçacıkları gibi hareket etmektedir. Yeryüzünde meleklerin nezaretinde kopan fırtınalar, aynı kanunla, atom âleminde, çekirdeğin etrafında elektronlar vasıtasıyla meydana gelmekte ve nereye gidilirse gidilsin, ilâhî kanunun değişmediği görülmektedir. Eğer bu kabîl kanunlar değişseydi, hiçbir ilim inkişaf edemez ve kanunlar muttarıt olamadığından ötürü de hiçbir sâbiteden bahsedilemezdi. Zira ilimlerin meydana gelmesi, işte bu değişmez kanunlar vasıtasıyla olmaktadır.

Atomun çekirdeğinde pozitif yüklü protonlar, etrafında ise negatif yüklü elektronlar bulunmaktadır. Bu iki zıt değer, birbirini çekmektedir. Dolayısıyla etrafındaki elektronları dağılmadan çekebilmesi ve döndürebilmesi için, çekirdek maddesinin çok büyük ve ağır olması gerekmektedir. Bu yüzden de protonlar, elektronlardan yüzlerce defa daha büyüktür. Meselâ, 1 elektronun ağırlığı 1 birim ise bir proton ondan tam 1836 defa daha ağırdır. Bu ağır cisim etrafında, hafif olan elektronlar kendilerine göre hareket etmektedirler. Allah (celle celâluhu) bu husustaki kanunu da işte böyle vaz'etmiştir.

Bu hususun genel bir tasvirini yapacak olursak; etrafta şiddetli hareket etme, çekirdekte ise ağır bir yük yüklenme vardır. Dolayısıyla ağırlık merkezdedir. Kim bilir belki de şu âyet, işte bu gerçeğe işaret etmektedir: "Bir de ağır yük taşıyanlara..."

Evet, Allah (celle celâluhu) burada ağır yük yüklenenlere kasem etmektedir. Görüldüğü gibi âyet-i kerime, küre-i arzdaki toza toprağa dikkat çekmenin yanında, büyük sistemlerin etrafındaki ağır dönen şeylere ve atom çekirdeğinin etrafındaki elektronlara da dikkatleri çekmektedir. Evet, bu âyette ağırlığı ve tozu toprağı ile küre-i arzın kendi etrafında dönmesi ve elektronların da atomun etrafında dönmesi anlatılmaktadır. Ayrıca burada büyük sistemler ve onların bağlı bulundukları büyük çekirdeklere de işaret edilmektedir. Yine bu âyette en küçük âlemden en büyük âleme kadar sistemlerin merkez noktalarının ağırlığı kanunu, yeminle dile getirilmekte ve "Ağır yükler yüklenenlere yemin olsun" buyrulmaktadır ki, böylece çekirdeğin veya merkezi tutan ağırlığın ehemmiyetine dikkat çekilmektedir. Etrafındaki elektronlar dağılıp gitse, bu koca çekirdek müthiş bir gürültü ve tarraka ile infilak edip yok olacaktır.

Çekirdekte bir de elektrik bakımından yüksüz nötronlar vardır. Bu ağır parçalar, ağırlıklarına göre süratlenirler. Hızları ışık hızından, saniyede birkaç km'ye kadar değişir. Bunlar, yüksüz oldukları için bir madde içinde uzun yol alabilirler. Bu süratle onlar, 30 cm. kalınlığındaki demir ve kurşundan bile geçebilirler. Ancak atom çekirdeğiyle çarpışmalarında enerjilerini kaybederler. Bazıları da çok ağırdır; ama öyle hız kazanabilirler ki, en kesif maddelerin bile bir tarafından girip öbür tarafından çıkıverirler. Kuş havada ne kadar rahat uçuyor veya balık denizde ne kadar rahat yüzüyorsa, onlar da o hız sayesinde o kadar rahat hareket ederler. Acaba şu âyet de buna mı işaret etmektedir?: "Bir de çok rahatlıkla akıp gidenlere..."

Allah (celle celâluhu), bu âyet-i kerimede çok kolaylıkla cereyan eden şeyler üzerine yemin etmektedir. Yani makro âlemde rahatlıkla akıp giden rüzgârlara, gemilere, feza-i ıtlaktaki büyük gezegen ve sistemlere; mikro âlemde ise nötronlar ve elektronlara...

4. Kâinatta her şey bir nizam ve ölçüye tâbidir

Bütün kâinatta her şey, Allah'ın vaz'ettiği kanunlar çerçevesinde bir nizam ve ölçü içindedir. İnsanlar, kendi iradeleriyle bu kanunları, dolayısıyla da hayat şartlarını karıştırıp bozmasa idiler, bu kâinat sarayı ve arz meşheri olabildiğine temiz, nezih ve fevkalâde bir âhenk içinde olacaktı. Evet kâinatta, zerrelerden sistemlere kadar canlı-cansız, şuurlu-şuursuz her varlığa, harikulâde işler yaptırılmaktadır. Zerreler, belli bir sürat içinde ve fevkalâde bir âhenkle faaliyetini sürdürmekte ve Allah'ın onlar için vaz'ettiği kanunlar çerçevesinde bütün hareket ve faaliyetlerini bir nizam ve ölçü ile sürdürmektedirler.

Şimdi bir meyveyi ağzımıza aldığımızı düşünelim; ağızdaki tat alma hücreleri ile o meyve arasında öylesine ciddî bir muvazenenin olduğu görülecektir ki dahası olamaz. Kudret eli, muhit ilmiyle insanın ağzıyla meyve arasında bir kısım münasebetler vaz'etmiş ve tükürük bezleri, mide, bağırsak, böbrek, karaciğer vb. gibi vücuttaki umumî uzuvların çalışma durumlarını bu münasebetlere bağlamıştır. İnsanın ağzının hücre yapısında vazife gören zerreler ile meyvenin hücresinde vazife gören zerreler aynıdır.

Allah (celle celâluhu) sonsuz kudretiyle, bu küçük zerrelere her varlığın içinde ayrı ayrı vazifeler gördürmektedir. Öyle ki, bu zerreler, insanın ağzına girince tükürük bezlerinin çalışmasına sebep olmakta, tat ve lezzet alma hislerini harekete geçirmekte ve meyvenin içinde de ona ait hususiyetleri meydana getirmektedirler. Bunlar her varlıkta, o varlığın yaratılışına uygun vazife görmekte ve durdukları, bulundukları duruma göre vaziyet almaktadırlar. İşte kâinatta her şey böyle bir ölçü ve nizam içindedir. "Biz orada her bitkiyi gayet ölçülü olarak bitirdik."[9]  âyeti sadece bir konuyla alâkalı olarak böyle bir hususu hatırlatmaktadır.

Evet, her zerre, kader kaleminin birer kelimesi gibi vazife görmekte; her şeye uygun elbise biçmekte ve her fıtrata uygun bir vücut çizmektedir. Zerrelere bütün bu işleri gördüren kader programıdır. Onlar asla, bu programın dışında hareket edemez ve kendileri için tayin ve takdir buyrulan ölçünün dışına çıkamazlar. Eğer insan vücudundaki zerreler, bazen isyan ederek bu programı ihlâl etmiş olsalardı, belki de vücudun her tarafında değişik türden kanser urları meydana gelecekti. Ama böyle olmamakta; aksine onlar, vazifesinde sadık bir eleman gibi vücutta iş görmektedirler ve bu sayede de hiçbir yerde fuzulî bir yığılma olmamaktadır. Şayet beyindeki hücrelerde muvakkaten olsun, fuzulî bir yığılma olsaydı, insan iflâh olmaz, "Beynimde ur çıktı. Kanser oldum." gibi mülâhazalarla doktor doktor dolaşır dururdu. Ama böyle olmayıp; aksine her şey yerli yerinde, her zerre vücutta belli bir nizam ve program dahilinde faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla da hiçbir yerde bir kısım özel durumlar müstesna lüzumsuz bir yığılma görülmemektedir.

Umumiyetle bütün arızalar, insanların varlık, eşya ve kendi nefislerine yanlış müdahale ve mualeceleri sonucu meydana gelmektedir. Evet, çok defa insanoğlu, vücudundaki umumî nizamı bozacak işler yaptığından, kendi kendine etmektedir. Eğer bir yerde, itaatsizlik ve başkaldırma varsa, muhakkak oraya şöyle böyle bir insan iradesi ve eli karışmıştır. Zira vücuttaki zerreler, cansız ve şuursuzdur. Onlar, Allah'ın kendileri için takdir ve tayin buyurduğu kanun ve ölçüler içinde faaliyet gösterir ve asla ilâhî kanunlara itaatsizlik etmezler. Onlarda esas olan, sonsuz bir inkıyat ve itaattir. Bu inkıyat ve itaatten dolayıdır ki, insan, çok defa her şeyi kendiliğinden oluvermiş zanneder.

Kâinatta cari olan kanun ve nizamlar, öylesine arızasız yürümektedir ki insan, en küçük işlerin arkasında dahi âdeta pek dâhiyane planları aşkın âsâra şahit olmaktadır. Oysa her şeyin verasında, her kanunun arkasında o sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (celle celâluhu) vardır. Kâinatı tedvir ve tanzim eden O'dur ve mülkünde bir başkasının tasarrufu da söz konusu değildir. Her zerre ve tabi olduğu kanun, O'na dayandığından dolayı en büyük âlemden, en küçük âleme kadar, işini aksatmadan, vazifesinde fütur göstermeden yaratılış gayesi istikametinde yürür gider.

Ayrıca insan, kâinatta bir kısım karışıklıklar meydana getirdiğinde, orada vaz'edilmiş koruyucu kanunlar sayesinde, kısa zamanda bu arızayı telafi edecek bir sistemin mevcudiyeti de söz konusudur. Evet ekosistemi bozan bir kısım cahil ellere ve kâinattaki bu umumi nizamı bozmaya çalışan o hâricî güçlere karşı, fıtrî denge kendini koruyacak bir mekanizmaya sahiptir. Yani eşya ve hâdiseler arasında vasıtalı ve vasıtasız, normal hareketin dışında ayrı bir tesir, koruyucu ve karşılayıcı olarak meydana gelmektedir. Zaten öyle olmasaydı, eşya ve hâdiselerin bir ucuna yapılacak dış müdahale ile bu bozulma zincirleme topyekün eşyanın ve hareketlerin bütününe de sirayet edecekti. Ama öyle olmamaktadır ve o câmid zerreler, büyük bir tayin ve takdir içinde hareket etmektedirler ki, "O'nun indinde her şey, bir tayin ve takdire göredir."[10]  âyet-i kerimesi bu hakikatin icmâlî ifadesidir.

Evet, her şey Allah'ın indinde, bir kader ve ölçü içinde cereyan etmektedir. Hiçbir zerre, başıboş hareket edemez ve gelişigüzel herhangi bir yere çekip gidemez. İşte Allah'ın bütün kâinata koyduğu bu nizam, tanzim ve muvazenenin temel taşları, yukarıdan beri izah etmeye ve farklı keyfiyetleriyle tanımaya çalıştığımız atom zerreleridir. Allah (celle celâluhu), en küçük âlemden en büyüğe kadar her şeyi bunlarla örgülemekte ve kâinat kitabını bunlarla yazmaktadır. Atomu daha küçük parçalara bölseler ve bu parçaları yeni yeni isimlerle adlandırsalar da netice değişmeyecek ve her şeye rağmen kader kaleminin, her nesnede ve her yerde hükmünü icra ettiği apaçık görülecektir.

Hâsılı, bütün bunlarla varılan sonuç şudur: "Allah celle celaluhu göğü yükseltti ve (her şeyle alâkalı) umumî bir denge vaz'etti."[11]  mazmununca, O, her nesneye onun kendi hususiyetleri çevresinde münasip hudutlar koyarak genel bir nizam, denge ve adalet kanunu vaz'etmiştir. Buna ister, bütün eşya arasında var olduğu kabul edilen "genel denge kanunları" veya daha farklı mülâhazalara da açık olması itibarıyla "gravitation" dersiniz, ister konuyu insanlar arasındaki hak, adalet, müsâvat ve kardeşlik gibi hususlara bağlayarak, belki de biraz da daraltarak sosyal bir vak'a seviyesine indirirsiniz, fark etmez. Âyette vurgulanmak istenen, umumî nizam, umumî âhenk ve "ekosistem"i de içine alacak şekilde bütün varlığı alâkadar eden bir takdir ve tayindir. Ra'd sûresindeki "Allah katında her şey bir miktara tâbi ve bir takdir iledir."[12]  âyeti de, atomlardan en büyük galaksilere kadar böyle bir ölçülmüşlüğü, biçilmişliği ve belli kaderî kalıplara bağlı olarak yaratılmış olmayı vurgulamaktadır.

5. Her şeyin çift yaratılması

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, zamanüstü haber verdiği ilmî hakikatlerinden biri de, her şeyin çift yaratılması hususudur.

وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
"Her şeyi çift (erkek-dişi) yarattık ki düşünüp ders alasınız." [13]

âyeti, bu hususu işaretlemede fevkalâde önemlidir. Öyle ki, zerrelerden kürelere, oradan sistem ve galaksilere kadar her yerde ve her şeyde bu gerçeği görmek mümkündür:

İnsanlar ve hayvanlar çift olarak yaratılmıştır. Bitkilerin yaratılışı da aynı şekildedir. Erkeği ve dişisinin ilkah-telakkuhu mevzuunda hemen her yerde aynı durum söz konusudur. Bitkilerde tozlaşma olmasa ve erkek tohum, dişisiyle buluşmasaydı onların hayatlarını ve nesillerini devam ettirmeleri mümkün değildi. Keza, insanın vücuduna bakıldığında da aynı kanunun cari olduğu müşâhede edilmektedir; zira vücuttaki hücrelerin temel yapısı olan atomlar, eksi-artı yüklü bir kısım temel taşlardan müteşekkildirler.

İnsanla alâkalı bu bedîhî hakikati Kur'ân şöyle ifade eder: فَجَعَلَ مِنْهُ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنْثٰى"Ondan erkek ve dişi olarak her iki cinsi yarattı."[14]

وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ
"Orada (yeryüzünde) bütün meyvelerden çifter çifter yaratan da O (Allah)'dur." [15]

âyet-i kerimesi ise, meyvelerin de çifter çifter (dişili-erkekli) yaratıldığını hatırlatır.

Zâriyât sûresindeki âyette geçen كُلِّ kelimesi, Türkçe'de, "Her, bütün, her şey" mânâlarına gelmektedir. Bu kelime, kendisinden sonra gelen kelimeye muzâf olur. Arapça'da buna "izafet terkibi" Türkçe'de ise "tamlama" denilmektedir. Terkipteki ikinci kelime, ya mârife (bilinen) veya nekre (bilinmeyen) olur. Eğer bu kelime mârife olursa, bir varlığın bütün parçalarına şamil olur. Şayet nekre olursa, bu defa da o nesnenin umum efrâdını içine alır. Âyet-i kerimede شَيْءٍ nekreye izafe edilmiştir. Dolayısıyla, bundan ne kadar شَيْءٍ (nesne) varsa, hepsinin çift olarak yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Yâsîn sûre-i celilesinde ise,

سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ
"Ne yücedir O Allah ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden hep çift çift yaratmıştır." [16]

buyrularak daha önce icmâlî verilen "Çift yarattık" sözü, burada biraz daha tafsil edilmiştir. Bu âyette evvelâ her şeyin çift yaratıldığına dikkat çekilmiş, sonra da yerin bitirdiği, ot, çiçek, ağaç vs. gibi varlıkların hepsinin, dişi ve erkek olmak üzere bu umumî kanunun şümulüne dahil oldukları vurgulanmıştır.

"Ve nefislerinizden de " Yani sizin nefislerinizde bulunan şeyler de çifttir. Siz, kadın-erkek olarak çift yaratıldığınız gibi sizin vücudunuz da bu kaidenin dışında değildir. Orada da artı-eksi değerler mevcuttur.

Zannediyorum Kur'ân, "Daha bilmedikleri nice şeyleri de hep çift olarak yaratmıştır." ifadesiyle ise muhataplarına şu hususu hatırlatmaktadır: "İnsanlar ve hayvanlar dişi ve erkek olmak üzere çift çift yaratıldığı gibi bitkiler de çifter çifter yaratılmıştır. Dolayısıyla aralarında aşılama olmadıkça üreme de olmayacaktır. Ancak sizin bilmediğiniz daha nice çiftler vardır ki, onları ileride göreceksiniz. Şu andaki ilim ufkunuz, araştırma imkânlarınız bunu tespite kâfi değildir. Ne var ki ileride ilim ve fen inkişaf edecek ve siz daha bir sürü varlığın çift yaratıldığını görebileceksiniz. Biz, en büyük sistem ve galaksilerden, yıldızlar ile güneş arasındaki itme-çekmeye kadar ondan da en küçük âleme, insana, hayvana, ota, tohuma ve atomun içindeki temel unsurlara kadar her şeyi çift olarak yarattık."

Maurice Dirac, elementer parçacık pozitronun keşfedilmesiyle çift yaratılma temel prensibini kurmuştur. Elektron, atomu meydana getiren temel elemanlardan biridir. O, negatif olarak, en küçük elektrik yük birimine sahiptir. Pozitron da elektronun kütlesi kadar kütleye sahip olmakla beraber onunkinin aksine pozitif elektrik yükü taşıyan elementer bir taneciktir.

Fiziğin temel yapılarından biri olan "çift yaratılma" kuralına göre, kâinatın herhangi bir noktasında bir partikül yaratılınca, onunla birlikte ikizi, yani zıt olanı da meydana gelmektedir. Bunların en meşhurlarını şöylece sıralayabiliriz:

  • Elektronun zıt ikizi pozitron.
  • Protonun zıt ikizi antiproton.
  • Nötronun zıt ikizi antinötron
  • Nötrinonun zıt ikizi antinötrino.

Maddenin daha da derinliklerine inildiğinde yine çiftlerle karşılaşılmaktadır. Bilindiği gibi hemen her madde atomlardan, atomlar da proton, nötron ve elektronlardan yaratılmaktadır. Protonlar ve nötronlar da "kuark" denilen partiküllerden meydana gelmektedir. Bunlar da çiftler hâlindedirler. Şöyle ki:

Yukarı (up), aşağı (down);
Tuhaf (strange), tılsım (charm);
Üst (top), alt (bottom).

En son bulunan üst kuarkın varlığı sadece teorik olarak biliniyordu. Standart modele göre partiküller de çiftler hâlinde olmalıydı. Bulunan beş kuarkı altıya tamamlayacak bir kuarkın bulunması gerekiyordu. 440 ilim adamı bu gerçekten hareket ederek 17 yıl süren hummalı bir çalışmanın sonunda 1995'te üst kuarkı da bularak maddenin sırlarını keşfetme adına büyük ilerlemeler kaydettiler.

Atomun pozitif yükü çekirdeğinde, negatif yükü ise diğer kısımlarındadır. Öyle ise çekirdeği negatif, elektronları da pozitif olan atomlar niçin olmasın! Yani maddenin zıt eşi niçin olmasın! Bu sahanın mütehassısları, yıldızlar, güneş, gaz ve tozlardan meydana gelen galaksimizde antimaddenin varlığını kabul etmektedirler. Belki de astronomların teleskoplarla gördüğü yıldız sistemlerinin bazıları tamamen antimaddeden ibarettir.

Kâinatın yaratılışında ve işleyişinde temel bir rol oynayan elektriğin de pozitif ve negatif olmak üzere iki cinsinin bulunduğu ilk defa 1733 yılında keşfedilmiştir. Aynı cins elektrik yükleri birbirini iterken zıt yükler de birbirini çekmektedirler.

Ayrıca bir mıknatısın iki ucunda güney ve kuzey olmak üzere birbirine zıt iki kutbu olduğu bilinmektedir. Öyle ki bir mıknatıs ne kadar küçük parçacıklara ayrılırsa ayrılsın her seferinde iki ayrı kutup meydana gelir. Yani tek kutuplu bir mıknatıs meydana getirilemez. Zira tıpkı elektrikte olduğu gibi aynı kutuplar birbirini iter, zıt kutuplar ise birbirini çekerler. Dünyamız da dev bir mıknatıs gibidir ve kuzey ve güney olmak üzere iki zıt kutba sahiptir.

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın asırlarca önce söylediklerini yukarıda görmüştük; ilmin söyledikleri de başka değildir. Aradan bunca asır geçmesine ve ilim her geçen gün baş döndürücü bir şekilde inkişaf etmesine rağmen değişen fazla bir şey olmamıştır. Kur'ân'ın o gün söyledikleri, o günün ilim ve mantalitesi için ne kadar geçerli ise, bugünün ilim ve mantalitesi için de aynen geçerlidir. İşte bütün bunlar, Kur'ân'ın, ezel ve ebed sultanı Allah'ın (celle celâluhu), mu'ciz bir kelâmı olduğunu göstermektedir.

6. Kur'ân-ı Kerim'de insanın menşei

Günümüze gelinceye kadar Allah'a, Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanmayanlar, Kur'ân'ın içtimaî ve pedagojik yönünü tenkit ettikleri gibi ilmî hakikatlere dair beyanlarını da tenkit edegelmişlerdir. Eğer bunlar, Kur'ân'ın âyetlerini dikkatlice inceleselerdi, tenkit ettikleri âyetlerin ilimlerle asla çatışmadığını, aksine temelde, ilmî gerçeklere icmâlen işaret ve delaletlerini görerek hayranlık duyacaklardı.

Şimdi, insanın yaratılışına bağlayarak konuyu biraz daha açalım: Cenâb-ı Hak, bir âyette, insanın yaratılışını nazara vererek, menşeinin bir su olduğuna ve suyun da bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıktığına dikkati çeker:

فَلْيَنْظُرِ الْإِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَ۝خُلِقَ مِنْ مَۤاءٍ دَافِقٍ۝يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَۤائِبِ
"İnsanoğlu neden yaratıldığına bir baksın! O, atılan bir sudan yaratıldı. (O su) bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıkmaktadır." [17]

Enteresandır, bu âyet, Kur'ân'a dil uzatan tâli'sizlerin tenkit ettikleri âyet-i kerimelerdendir. Evet, Kur'ân, "(O su) bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıkar." der. Onlar ise, annenin rahmine giden spermlerin erkeğin husyeleri (yumurtaları)nden çıktığını ve Kur'ân'ın bu beyanının ilmî gerçeklere aykırı olduğunu söyleyerek, "Bu, Kur'ân'ın yanılmasıdır." derler. Şayet –hâşâ– bir yaratan mevcut olsaydı ve Kur'ân da O'nun kelâmı olsaydı, bu beyan, ilmin ortaya koyduğu hakikatlerle çelişen bir beyan olmayacaktı." demektedirler.

Onların bu tenkidi, Kur'ân-ı Kerim'in literatürüne tam vâkıf olmadıklarını ve onu gerektiği gibi incelemediklerini göstermektedir. Zira âyet-i kerimede geçen الصُّلْبِ, insanın başının arka dibinden kuyruk sokumuna kadar uzanan arka kemiğine denir ki, bu kemik, "omurga kemiği" ve "bel kemiği" şeklinde de isimlendirilmektedir. Yeni Arapça sözlüklerde ise bu kelimeye, "karbon", "karbonhidrat" ve "magnezyum" mânâları da verilmiştir. İnsanın menşeinin anlatıldığı bu âyet-i kerimede الصُّلْبِ kelimesinin özellikle seçilerek kullanılması oldukça mânidardır. Çünkü sperm ve yumurta denilen küçük canlılar, bu maddelerden mürekkep birer hücredirler.

Ayrıca anatomik olarak الصُّلْبِ tabirinden omurganın sağlam ve birbiriyle kaynaşmış olan sağrı bölgesi, التَّرَۤائِبِ tabirinden de göğüs omurları anlaşılabilir. "(O su) bel kemiği ile göğüs kemikleri arasından çıkar." ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Zira bu ifadeden o suyun (meninin) atılmasının sağrı ve göğüs kemikleri arasında kalan lumbar (bel) bölge omurları arasından çıkan sinirlerin bulunduğu merkezlerde başlatılan tenbihlerden kaynaklandığı anlatılmaktadır. Nitekim son anatomik tespitler meniyi fırlatma merkezi ile ilgili sinirlerin 10. göğüs omuru ile 2. bel omuru arasındaki (T10-L2) omurilik bölgesinde bulunduğunu göstermektedir.[18]

Meninin üretildiği yer husyeler (testis) ve yardımcı bezler çok aşağıda olmasına rağmen, spermlerin atılması için gerekli sinir uyartı merkezlerinin bu şekilde belirtilmesi çok veciz bir ifade tarzıdır. Daha eski bilgilere dayanarak meninin omurların içinde bulunan ve iliklerde üretilen kandan yapıldığını anlayanlar da olmuştur; fakat kan sadece omurgaya ait kemiklerde değil, diğer birçok kemikte de yapıldığından ve kan sadece sperm üretimi için gerekli gıda dışında bütün vücut hücrelerinin gıdasını da taşıyan bir unsur olduğundan, "sulb ve terâib"den çıkanın kan değil de sinir olduğu ve bu sinirlerin de hususî olarak bu işe tahsis edilmesi Kur'ân'ın mucizevî yönüne daha uygun düşmektedir.

Durum bu şekliyle tespit edilip ortaya konunca, Kur'ân âyetlerini olumsuz şekilde kritik etmeye yeltenenlerin hem acelecilikleri hem de önyargılı oldukları apaçık ortaya çıkmaktadır.

7. Canlılarda sütün meydana gelişi

Daha önce de ifade edildiği gibi Kur'ân-ı Kerim, dikkatlice tetkik edildiğinde onun hiçbir sûre ve âyetinin ilmî hakikatlere zıt ve ters bir yanı olmadığını hemen herkes anlayabilir. Hatta o, icmâlen ve vak'ayı rapor şeklinde de olsa, insanoğlunun çok sonraları keşfedip ortaya koyduğu hakikatleri asırlar öncesinden haber verdiği görülür.

Bu cümleden olarak yukarıda zikri geçen âyette şöyle buyrulur:

وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَۤائِغًا لِلشَّارِبِينَ
"Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da alınacak ibretler vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen) ve içenlerin boğazından kolayca letafetle geçen hâlis bir süt içiriyoruz." [19]

Burada her şeyden evvel Kur'ân, "Kuşkusuz sizin için hayvanlardan da alınacak ibretler vardır." diyerek hayvanlar âlemi itibarıyla Allah'ın varlığına ve birliğine işaret eden delillere dikkati çekiyor. Bu deliller ki hemen herkesin anlayacağı şekilde, açık ve vâzıhtır. Yani hem halkın hem de uzman ilim adamlarının anlayabileceği bir üslûpla anlatılmaktadır. Evet, pek çok hayvan türü, ot, yem, saman ve su gibi gıdalarla beslenerek, insanlar için birer protein kaynağı olan et, süt ve yumurta gibi nimetleri onlara sunmaktadırlar ki, avam-havas hemen herkes bunu rahatlıkla anlayabilir. İşte bütün bu nimetlerin hayvanlar vasıtasıyla bu şekilde bizlere lütfedilmesi, Allah'ın varlığına ve birliğine apaçık bir delildir.

İkinci olarak, "Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca rahatsız etmeden geçen hâlis bir süt içiriyoruz." şeklinde ferman ederek, sütün, ilk defasında "fışkı"dan ikinci defasında ise "kan"dan ayrılarak hâlis, tertemiz, içenleri rahatsız etmeyecek ve onlar için önemli bir besin kaynağı haline geldiği hatırlatılmaktadır.

Burada bir hususu hatırlatmakta yarar var: Sütün özellikle bebekler için daha fıtrî oluşu, annenin memesinden aktığı andaki durumu itibarıyladır. Şayet o, annenin memesinden aktıktan sonra bekletilip daha sonra şöyle veya böyle ısıtılarak bebeğe verilirse, onun tabiîliğine riayet edilmemiş olur. Sütün hâlis olması, onun bozulmamış ve mikrop bulaşmamış olması demektir. Âyet-i kerimede sütün "hâlis" ve "sâiğ" oluşu, yani herhangi bir hastalık endişesi vermeyişi ve boğazdan rahat gidişi, biraz da canlının memesinden aktığı ana bağlanmaktadır. Zira süt, mikropların çabucak çoğalmasına müsait bir yapıya sahiptir.

Burada bir ziraat uzmanının anlattığı bir hâdiseyi aklımda kaldığı şekliyle nakletmek istiyorum: "Biz, hayvanlardan sütü alıp onu muhafaza ediyor ve bu sütü buzağılara içiriyorduk. Yaptığımız denemeler neticesinde memesi temiz bir hayvanın memesinden süt emen buzağı ile bizim süt verdiğimiz buzağı arasında gelişmeleri açısından gözle görülür bir fark söz konusu idi. Evet diğerine nispeten bizim süt vererek beslediğimiz buzağı daha az gelişiyordu. Bunun sebebini araştırıp tetkik ettiğimizde, karşımıza şu neticeler çıktı:

Buzağı, annesinin memesinden emdiği sütü, fıtrî bulmuş olacak ki daha içten emiyordu. Dolayısıyla sütü annesinin memesinden emen buzağı, kendi tabiatına daha uygun şekilde beslenmiş oluyordu. Diğer süte ise annenin memesindeki tabiî sıcaklığı vermek mümkün görünmüyordu. Evet, yavru, sütü tabiî sıcaklığı içinde içtiği zaman daha içtendi ve emmeyi tabiî bir iştihaya bağlı sürdürüyordu. Ayrıca süt, dışarıda tutulduğunda, az da olsa ona mikrop bulaşabiliyordu ki bu da değişik yönleriyle sütün vasıf ve değeri üzerinde menfi tesirleri oluşturuyordu."

İşte Kur'ân-ı Kerim burada, "İçenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt" ifadesiyle sütün, kan ve fışkı arasından çıkmış olmasına rağmen, insanların rahatsız olmadan içebilecekleri saf, temiz ve tabiî bir nimet-i ilâhî olduğunu anlatmaktadır.

Bilindiği gibi canlılar, gıdaları ağızlarına alıp yutmaktadırlar. Yutulan bu besinler, belli bir ameliye için mideye, mideden sonra da bağırsaklara gitmektedir. Bağırsaklara giden bu besinler burada bulunan villüsler içindeki kılcallar tarafından pislikler arasından tasfiye edilerek kana karışmaktadırlar. Bu, Allah'ın ihsan ettiği hoş bir içecek olan sütün fışkıdan ayrıldığı ilk safhadır. İkinci safhada kana dahil olan bu maddeler, kanın içinde deveran etmekte; daha sonra ise süt veren canlının memelerindeki süt guddelerine (bezlerine) gelen bu protein, karbonhidrat ve yağ çorbası, bu bezler tarafından süt hâline dönüştürülerek memelerin içindeki süt kanalcıklarına sevk edilmektedir.

Evet, işte böyle bir konuyu, hemen hiçbir tereddüde meydan vermeden açık seçik olarak ifade etmek Kur'ân'a has bir keyfiyettir ve mucizedir. Zira, hayvanın karnında olan bu enteresan hâdiselerin insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmadığı, bilhassa asırlar öncesi bir dönemde Kur'ân, daha başka âyetlerde de olduğu gibi, bu haberi bizlere âdeta şöyle vermektedir:

"Ben, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) dahil, yeryüzünde hiçbir beşerin kelâmı olamam. Hz. Muhammed sadece benimle irşad eden büyük bir mürşittir. Ben, ancak ve ancak bütün kevn ü mekânları birbirine bağlayan ve ezelden ebede kadar her şeyi ilmiyle ihâta eden bir zatın kelâmıyım. Sizin aklınızın ulaşamadığı, idrakinizin eremediği yerlerde benim asırlar öncesinden dikili olan bayrağım dalgalanmaktadır. İleride sizler, değişik yöntem ve teknolojik imkânlarla daha enteresan şeyler keşfedeceksiniz. Teleskoplarınız, trilyonlarca km ötede bulunan nebülözleri getirip gözler önüne serecek ama, oralara gittiğinizde de yine benim bayrağımın dalgalandığını göreceksiniz."

Evet, Kur'ân'ın bu âyeti de, önceki âyetlerde olduğu gibi, haber verdiği ilmî hakikatlerin diliyle onun bir kısım beyanlarını tenkit eden münkirlerin tenkitlerini alıp onların suratlarına çarpmakta, dün olduğu şekilde bugün de bütün münkirleri susturmaktadır.

8. Ana rahminde yavrunun teşekkülü

Allah (celle celâluhu), hem hücreler hem de hücrenin içindeki DNA ve RNA gibi önemli moleküller arasında ciddî bir vahdet temin etmiştir. Şayet hücre içinde bu sistemler arasındaki vahdet bozulacak olursa, hücreler arası ve hücre içi âhenk ve dolayısıyla doku ve organlar da altüst olur. Ayrıca hücrenin içinde DNA ve RNA'dan başka çeşitli aminoasit dizileri de vardır ki, bunların çoğu hakkında henüz ciddî bir bilginin var olduğu söylenemez. Bilinen bir husus varsa o da, hücrenin içinde bulunan maddelerin âdeta bir hükümet gibi âhenk ve nizam içinde çalışıyor olmalarıdır.

Evet, bütün bu hücreler bir araya gelerek insanın vücudunu oluşturmaktadırlar. İnsan, trilyonlarca hücreden meydana gelmiş âdeta tek hücre gibi bir varlıktır. Onu meydana getiren bu hücreler arasında öylesine bir irtibat ve âhenk vardır ki, insan hiçbir zaman kendisinin parça parça ve birbirinden kopuk farklı nesnelerden meydana geldiğini hissetmez. Yine bu hücreler arasında birbirinden kopuk olmalarına rağmen öyle bir vahdet vardır ki, insan, birbirine karıştırmadan herhangi bir nesneyi gördüğü aynı anda o şeyi veya başka bir cismi duyabilmekte, tadabilmekte, koklayabilmekte ve yürüyüp konuşabilmektedir. Hâlbuki bütün bunları kumanda eden hücreler farklı farklıdır. Fakat bütün bu farklı farklı hücreler arasında bir ayrılık değil, aksine, tıpkı bir aile fertleri –her aile ferdinde olmayabilir– arasında olduğu gibi kuvvetli bir birlik, sevgi ve dayanışma vardır.

Evet, insanın vücudundaki bütün organlar, böylesi bir birlik, irtibat ve dayanışma içindedirler. İşte bu organlardan biri de, eskiden "rahm-i mâder" veya "meşîme", günümüzde ise "döl yatağı" denilen ana rahmidir. "(Ey insanlar!) Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Biz işte o suyu, belli bir zamana kadar sağlam bir yere yerleştirdik.. ve Biz bunu böyle takdir edip kararlaştırdık. Ne güzel takdir ederiz Biz!"[20]  âyet-i kerimesinde, bu organ ve onun özelliği işaretlenmektedir.

Ana rahmi, kendisine dokuz aylığına misafir olarak gelen ve yumurta ile aşılandıktan sonra bir canlının meydana gelmesine vesile olan spermi karşılamak için ciddî bir şekilde hazırlanmakta ve daha sperm gelmeden onda bir kısım kimyevî değişiklikler oluşmaktadır. Bu değişmeler esnasında rahmin duvarları kalınlaşmakta, bezler büyümeye başlamakta ve yumurtalığın salgıladığı bir kısım hormonların rahmin duvarlarını uyarmasıyla rahim içinde bir hareketlilik meydana gelmektedir. Daha sonra rahmin duvarlarını yapan doku kalınlaşıp kanlanmakta, vitaminlerle donatılmakta, hücrelerin sayısı artarak kat kat hâle gelmekte ve hücre araları, meydana gelecek yavruyu besleyecek gıda maddeleriyle donatılmaktadır ve bu faaliyetler her ay tekerrür etmektedir. Rahim, misafirinin rahatlıkla kayıp gelebilmesi için, onun geleceği istikamete doğru kaygan bir sıvı salgılamaktadır. Bütün bunlardan sonra şayet rahimde bir aşılanma olmazsa, bütün bu fazlalık maddeler, "aybaşı" denilen hâdiseyle dışarıya atılmaktadır. Çünkü bu maddeler, orada daha fazla kalacak olurlarsa, rahmi tahriş eder ve bir kısım hastalıkların meydana gelmesine vesile olabilirler...

Aşılanma olduğunda ve bu maddelerin dışarıya atılmama durumunda ise, içeriye giren spermle aşılanmış olan yumurta, rahmin bir tarafına asılarak oradan beslenmeye başlar. Daha sonra bir tane olan yumurta hücresi, bir hafta gibi kısa bir sürede bölünüp çoğalarak binlerce hücreye dönüşür. Anne rahmindeki mekanizma, her zaman öylesine mükemmel işlemektedir ki, her gün sayıları artan hücreler hususî şekilde vazifelendirilip embriyonun organlarını meydana getirmek üzere dokular hâlinde bir araya gelerek farklı vasıflar kazanırlar.

Bu doku tabakalarından en dışta bulunan kısım eldiven parmağı gibi girinti çıkıntılar meydana getirirken bunun karşı tarafındaki anne rahminin duvarları da bu parmak şeklindeki çıkıntılara uygun hâle gelir ve iki tarafın girinti çıkıntıları birbirine uyacak şekilde karşılıklı olarak birleşirler. Annenin kan damarları ile embriyonun kan damarları burada birbirlerine sarılmış vaziyette bir arada bulunurlar, kanlar birbirine karışmaz, fakat aralarında gıda ve artık madde alışverişi olur. Buna halk dilinde "eş", tıpta ise "plasenta" denilmektedir.

Çocuk, anne karnında dokuz ay hiç durmadan gelişirken bir bakıma onun karaciğer, akciğer, böbrek ve sindirim sistemi fonksiyonları, işte bu plasentaya emanettir. Yavrunun göbeğinin bir ucu kendisine, diğer ucu ise gerek insanda gerekse memeli hayvanlarda doğumdan sonra gereksiz olduğundan dolayı dışarıya atılan, âdeta bir torbaya benzeyen ve zâhiren biçimsiz görünen bu plasentaya bağlıdır. Göbek bağı, spiral şeklinde ve ne tarafa bükülürse bükülsün kırılmaz bir keyfiyette yaratılmıştır. Göbek bağında iki tane atardamar, bir tane de toplardamar vardır. Atardamarlar, yavrunun metabolizma artıklarını plasentaya ulaştırırken, toplardamarlar da annenin vücudundan protein ve vitamin gibi yavruya faydalı maddeleri toplayıp anne rahmine getirerek çocuğu beslemektedirler. En küçük şeylere en büyük işleri yaptıran Cenâb-ı Hak, işte bütün bu akıl almaz işleri de basit bir kordona yaptırmaktadır.

Anne karnı, yavrunun çok emin, rahat ve her türlü ihtiyacını görebileceği bir şekilde hazırlanmıştır. Yavru orada dokuz ay boyunca güzelce beslendikten sonra rahim, onu dışarıya atar ve böylece yavru dünyaya gelir. Bundan sonra rahim, dokuz ay boyunca içinde taşıdığı doku artıklarını dışarıya atarak kendisini yeniden temizler. Bu durum en fazla kırk gün sürer ki, bu hâle "nifas" yani "lohusalık hâli" denir.

Bütün bu olup biten baş döndürücü hâdiselerin tesadüf ve sebeplere verilmesi mümkün değildir. Zira bütün bu hâdiseler, Allah'a değil de tesadüf ve sebeplere verildiğinde her şey birbirine karışacak ve allak bullak olacaktır. Hâlbuki cereyan eden bu farklı farklı hâdiseler arasında bir vahdet vardır. Bu vahdet ise gayet açık bir şekilde bunların bir tek ve eşi-menendi bulunmayan Cenâb-ı Hak tarafından yaratıldığını göstermektedir.

Şimdi de, bütün bu anlatılanlarda o geniş yorumlara açık hususiyetlerin Kur'ân'daki özetini görmeye çalışalım:

"Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphe içinde iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı bir et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki, böylece size (kudretimizi) gösterelim. Biz dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra da sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız..."[21]  ifadeleriyle buyuran Kur'ân, anne karnındaki yavrunun, dünyaya gelinceye kadar geçirdiği embriyolojik safhaları anlatmaktadır ki başka bir âyet-i kerime bu safhaları daha bir net şekilde ortaya koymaktadır:

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
"Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi alaka yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Şimdi bak da Allah'ın ne mükemmel yaratan olduğunu düşün." [22]

"Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir sülâle (öz)den yarattık."

Âyet-i kerimede geçen سُلَالَةٍ kelimesi سَلّ masdarından türetilmiş bir kelimedir. سَلّ, bir şeyi bir şeyden incelik ve yumuşaklıkla sıyırıp çıkarmak, سُلَالَةٍ ise bir şeyden sıyrılıp çıkarılan bir "öz" mânâsına gelmektedir. İşte insan, ilk önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış özel bir sülâleden yaratılmıştır. Bu fasıl, ilk insan olan Hz. Âdem'in yaratıldığı, dolayısıyla insan cinsinin ve onun organlarının yaratılmasının başladığı ilk merhaledir.

"Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe hâline getirdik."

Yani bu sülâleyi (özü), sağlam bir karargâh olan قَرَارٍ مَكِينٍ rahimde nutfe hâline getirdik. "Karâr-ı mekîn", nutfenin beslenmesinin, emniyetinin, rahat ve huzurunun temin edildiği sıcak ve emin bir yuva olan "rahim"dir.

"Sonra nutfeyi alaka yaptık."

Bu âyet-i kerime, küçük bir hücre olan nutfenin, rahimde, belli bir zaman sonra kan pıhtısı görüntüsünde büyük bir hücre kitlesi hâline geldiğini ve rahmin cidarlarına yapışarak orada beslendiğini bildirmektedir. "Alaka" kelimesinin karakteristik yapısından nutfenin hem bir kan pıhtısı hâlinde olduğu, hem de rahme alâka peyda edip onun duvarına yapıştığı anlatılmaktadır.

"Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline soktuk..."

Kısa bir zaman sonra ise, bu kan pıhtısı hâlindeki alaka, zâhirî görünümü itibarıyla çiğnenmiş bir et parçası hâline gelmektedir.. evet, "mudğa", mikroskop altında değil de çıplak gözle ağızda çiğnenmiş biçimsiz bir et parçası şeklinde değerlendirilmektedir.

"Bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik..."

Şöyle-böyle bir et parçası görünümünde olan bu küçük canlının ilk hücreleri daha sonra kemik ve kıkırdak hâline gelmektedir. Esasen bütün bunlar, ancak modern görüntüleme metodlarıyla görülebilecek hâdiselerdir. Çünkü insanın çıplak gözle anne karnındaki yavrunun kemik hücrelerinin kas hücrelerinden ayrı olduğunu görmesi mümkün değildir. Evvelâ, yavrunun çok şeffaf bir kıkırdak hâlinde olan kemikleri yaratılmakta daha sonra ise kas hücreleri yaratılmaktadır.

İşte Kur'ân-ı Kerim'in, "Bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık." mu'ciz-beyan ifadeleri böyle bir özetle çok önemli bazı hususlara dikkati çekmektedir. Âyet-i kerimede ilk defa kemiklerin yaratıldığı, daha sonra ise o kemikler üzerine kas hücreleri yaratılarak bir elbise gibi ona giydirildiği ifade edilmektedir ki üzerinde durulması gereken bir konudur.

Bu hakikat, ancak bilim ve teknolojinin geliştiği ve zigotun doğum anına kadar hemen her ceninin geçirdiği gelişmelerin takip edilebildiği bu asırda muttali olunabilen bir husustur. Tıp ilminin verilerine göre, yedinci haftaya kadar insan yavrusu ile diğer herhangi bir canlının gelişmesi arasında fark yoktur. Bu benzerlik, Darvin'i, Darvinistleri ve NeoDarvinistleri aldatmış olacak ki, onlar bu konuya aşağı-yukarı şöyle yaklaşırlar:

"İnsan, anne karnında geçirdiği safhalarda ilk atalarına benzemektedir. İnsan yavrusu, anne karnında gelişirken bir noktaya kadar diğer hayvanların yavrularıyla farksız olarak gelişir. Bu da insanın menşeinin başka hayvanlarla irtibatlı olduğunu göstermektedir. Menşe birliği, yavrunun embriyolojik gelişmesinin başlangıcında müşâhede edilmektedir. Öyleyse insanın menşei, insan değil hayvandır."

Onların, insan yavrusuyla diğer canlıların yavrularının gelişmeleri arasındaki benzerlikten yola çıkarak vardıkları bu sonuç, imtihan buudlu bir yanılmadır. Çünkü yavruların gelişmeleri arasındaki bu zahiri benzerlik, ancak belli bir noktaya kadar devam etmekte ve o noktadan itibaren insan yavrusu ile insan olma istidat ve kabiliyetinden uzak bulunan diğer yavrular, genomlarındaki programlarının farklılığına göre hemen ayrılmaktadır.

Evet, insan, teçhiz edildiği kabiliyet ve istidatlarıyla inkişaf edip ilerlemekte, diğerleri ise, kendi fıtratları çerçevesinde sıkışıp kalmaktadır. Nitekim âyette, "Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik." ifadesi, خَلْقًا اٰخَرَ(halk-ı âhar) kelimesiyle insan yavrusunun belli bir noktadan sonra diğer yavrulardan farklı bir vetirede yoluna devam ettiğini göstermektedir.

"Şimdi bak ve Allah'ın ne mükemmel yaratan olduğunu düşün."

Yukarıda zikredilen âyetlerin ifadelerindeki âhenk, ton, mûsıkî, insana "İnsanı hor ve hakir bir sudan en mükemmel şekilde yaratan ve sonra da onun bu yaratılış serencâmesini anlatan Allah ne güzel yaratıcıdır!" dedirtmektedir. Evet, Allah (celle celâluhu) ne güzel yaratıcıdır ki, en küçük bir şeyden en mükemmel bir varlığı inşâ ve ihdas etmekte, yarattığı şeyleri en güzel şekilde yaratmakta, hilkat âlemiyle alâkalı meseleleri insanları irşad etmek için onların nazarlarına arz etmekte ve bunları arz ederken akla hayale gelmedik esrarengiz hakikatlere de kapılar aralamaktadır.

20. asırda, Kur'ân'ın mucizevî oluşu hususunda çok şey söylenmiş ve söylenmeye de devam etmektedir. İhtimal ileride, bu asrın insanının ulaşamadığı "Kur'ân ufkuna dair hakikatler" diyeceğimiz daha pek çok sır keşfedilecek, Kur'ân'ın âyetleri ile ilmî araştırmalar değerlendirilerek vicdanlarımız yeni bir Kur'ân çağına uyarılacaktır. Kur'ân'ın âyetleri bir göz, kâinattaki âyât-ı tekviniye ise diğer bir gözdür. Bir başka ifadeyle hakikate ulaşma adına, kâinatı didik didik inceleyip araştıran bilimler bir göz, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan da diğer bir gözdür.

İnsan, eşya ve hâdiselere bu iki gözle baktığı takdirde kendisi dahil her şeyi tam görecek, nefsini bilecek ve bunun ışığında da ilâhî irfana ulaşacaktır. Bir Allah dostunun söylediği ve benzerini, Sokrates'in okulunun kapısına yazdırdığı rivayet edilen şu söz bu hakikati ne güzel ifade eder:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
"Nefsini bilen Rabbini de bilir."[23]

9. İnsanın yaratılması

"Kasem olsun Biz insanı, kuru bir balçık, kokusu değişik ve şekillenmiş siyah bir çamurdan yarattık."[24]

Burada, belki istihalelere uğrayıp değişen ve insan biçiminde şekillenen, iç ve dış unsurlarla dengelenen, sonra da ilâhî nefha ile şereflendirilen bu yeni varlık, maddenin-mânânın birleşik noktasında bir varlıktır. Allah (celle celâluhu), onun üzerinde son düzenlemeyi yapıp, onun içindeki umumi âhengi, çevresiyle olan dengesini ve topyekün varlıkla olan münasebetlerini nasıl tesis ettiğini şöyle açıklar: "Ben onu son kez düzenlediğim ve ruhumdan üflediğim zaman, siz (bu hitabın muhatabı bütün melekûtteki asnâf) hemen onun için (imtihan ve inkiyat) secdesine kapanın."[25]

O güne kadar namı-nişanı bilinmeyen, melekûtta mahfuz, mülkte esâmesiz ki Kur'ân: "Dehrin cereyanı içinde öyle bir zaman gelip geçti ki, o dönemde insanın adı bile anılmazdı."[26]  buyurur. Böyle bir varlığı seleflerinin kavrayabilmeleri ve fâikiyetini kabullenmeleri, emre itaatteki inceliğin gözetilmesiyle alâkalıydı. Bu imtihanı kazanan kazandı, kaybeden de kaybetti.

Kur'ân-ı Kerim daha başka âyetleriyle insanın kaderî plandan, değişik hilkat safhalarına kadar merhale merhale yaratılışını öyle bir üslûpla anlatır ki, basiretle bu âyetlere baktığımızda onun anne karnında geçirdiği embriyolojik süreci de görebiliriz. Evet, Kur'ân'da bu iki sürecin de üzerinde hassasiyetle durulmuştur.

Bu süreç içinde açık bir kısım farklı merhaleler söz konusudur. Birinci merhale toprak, ikincisi, "tîn" kelimeleriyle ifade edilen özel çamur; üçüncüsü, insan iskeleti hâline getirilen siyah balçık mânâsına gelen "hame"; dördüncüsü, pişirilmiş, kurutulmuş çömlek benzeri "salsal"dır.. bunlar, belki vetire ve belki oluşum merhalelerini ima etmektedir ki, biz benzer bir sürecin anne karnında da yaşandığını görmekteyiz. Bu safhaların dört veya altı olması fark etmez; bunlardan bazılarının bazılarına ircaı her zaman mümkündür. Önemli olan, değişik mineralleriyle toprak bulamacının safha safha insan yaratılışına esas teşkil etmesidir.

Toprağın bir mineral veya protein çorbası hâline getirilmesinde elbette ki su da çok ehemmiyetli bir unsurdur. Böyle bir karışımı ifade sadedinde Kur'ân: "Kasem olsun Biz insanı süzülmüş bir çamur veya bir özden, hulâsadan yarattık."[27]  âyeti ile insanın özünün çamur olduğunu vurgularken "Biz her canlı nesneyi sudan yarattık."[28]  ifadesiyle de suyun hilkatteki ehemmiyetini vurgulamaktadır. Su ve toprağın ayrı ayrı muhtevalarıyla izdivacı ayrı bir merhaleyi teşkil etse gerek. Bundan sonra şekillenme ve bir sûrete ulaşma faslı gelir ki, Kur'ân buna da, "Andolsun Biz insanı bir kara çamur ve şekillenmiş bir balçıktan halkettik."[29]  âyetiyle işaret eder. Bunu müteakip, tam bir düzenleme, iç ve dış dengeleri sağlama mertebesi söz konusudur ki, onu da Kur'ân-ı Kerim, "Ben onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman derhal onun için (inkıyat) secdesine kapanın."[30]  âyetiyle insanoğlunun, âdeta bir kıblenüma veya mihrap olduğunu hatırlatır.

Bu son safha ile artık kâinatta, mânâsının yanında maddesi olan, ruhu ve onunla içli-dışlı bir bedeni olan; fizikî mükemmeliyeti ölçüsünde metafizik derinlikleri de bulunan yeni bir varlık söz konusudur. İnsan, bu seviyeye geleceği ana kadar Kur'ân âyetlerinin işaretleriyle gerçek mahiyetleri ne olursa olsun, tafsilen şu safhalardan geçmiştir: Toprak, çamur, süzülmüş mineraller, yapışkan balçık ve bir şekle bulamaç gibi halitalardan mürekkep her türlü mükemmeliyete açık ilâhî ruhla serfiraz Allah'ın (celle celâluhu) halifesi eşref-i mahluk.. daha sonra insanoğlunun hayatında bütün bu safhalar, insan hususiyeti çerçevesinde teksir edilircesine devam edecektir ki, dikkatle bakanlar için mebde' ile münteha arasındaki bu irtibat her zaman çok renkli bir süreç olarak zevkle temâşâ edilmektedir ve edilebilecektir.

Âdem ve Havva (aleyhimesselâm) ile mucizevî bir yaratılışla başlayan insanoğlu macerası, esbabın perdedarlığı ile âdiyât (sıradan hâdiseler) içinde sürüp gidecektir. İnsanların isteyip dilemesi ve Allah'ın (celle celâluhu) yaratmasıyla temadi edip duran yeryüzündeki insan hayatıyla hedeflenen asıl gaye, Yüce Yaratıcı'yı bilip O'na kullukta bulunmaktır. O, insana irade, şuur, his ve gönül vererek onu bütün varlıkların önüne geçirmesine ve Âdem'in şahsında onu bir mihrap hâline getiren irade ve meşîetine mukabil, insan da O'nu tanıma-tanıtma, sevme-sevdirme vazifesiyle vazifelendirildiğini bilmeli ve mutlaka "ahsen-i takvîm"e mazhariyetinin hakkını eda etmelidir.

[1] Alak sûresi, 96/1.
[2] Alak sûresi, 96/2.
[3] Yûnus sûresi, 10/61.
[4] Yâsîn sûresi, 36/12.
[5] Bürûc sûresi, 85/22.
[6] Mâide sûresi, 5/15; En'âm sûresi, 6/59; Yûnus sûresi, 10/61; Hûd sûresi, 11/6; Neml sûresi, 27/1, 75; Sebe sûresi, 34/3.
[7] Zâriyât sûresi, 51/1-3.
[8] Bkz.: Abdurrezzak, Tefsîru's-San'ânî 3/241; et-Taberî, Câmiu'l-beyân 26/187; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 4/398.
[9] Hicr sûresi, 15/19.
[10] Ra'd sûresi, 13/8.
[11] Rahman sûresi, 55/7.
[12] Ra'd sûresi, 13/8.
[13] Zâriyât sûresi, 51/49.
[14] Kıyâmet sûresi, 75/39.
[15] Ra'd sûresi, 13/3.
[16] Yâsîn sûresi, 36/36.
[17] Târık sûresi, 86/5-7.
[18] Bkz.: Arslan Mayda, “Kur'ân'dan Bir Hakikat Daha: Sırt Omuriliği-Üreme Bağlantısı”, Sızıntı Dergisi, Şubat 2003, sayı: 289, s.13-15.
[19] Nahl sûresi, 16/66.
[20] Mürselât sûresi, 77/20-23.
[21] Hac sûresi, 22/5.
[22] Mü'minûn sûresi, 23/12-14.
[23] el-Münâvî, Feyzu'l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 2/343.
[24] Hicr sûresi, 15/26.
[25] Hicr sûresi, 15/29.
[26] Dehr sûresi, 76/1.
[27] Mü'minûn sûresi, 23/12.
[28] Enbiyâ sûresi, 21/30.
[29] Hicr sûresi, 15/26.
[30] Hicr sûresi, 15/29.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.