Mucizeler diliyle Kur'ân'ın gösterdiği ufuklar
1. Mucize-sebep münasebeti
Nebiler, değişik toplumların, mânevî olduğu gibi maddî terakkilerinin de rehberidirler. Toplumlar, onların gösterdikleri yoldan gittikleri, onları izledikleri sürece hem dünya hem de ahiret saadeti yoluna girmiş ve kurtulmuş olurlar.Nebilere ait mucizelerde de toplumların terakki, huzur ve saadetiyle alâkalı önemli mesajlar vardır. Aynı zamanda bu zatların sunmuş oldukları mesajlar ve göstermiş oldukları mucizeler kendi dönemleriyle de sınırlı değildir. Her mucize, bir yönüyle nebinin nübüvvetine, diğer bir yönüyle de hayatî bir hakikate ve gelecekte ortaya çıkacak bir açılıma işaret etmektedir.
Meselâ, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Süleyman'la (aleyhisselâm) alâkalı: "Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de yine bir aylık mesafe olan rüzgârı Süleyman'a (onun emrine) verdik..."[1] buyrulmaktadır ki, âyet-i kerimede ifade edilen rüzgâr, bilinen rüzgârlardan değil, Hz. Süleyman'ın emrine verilmiş özel bir rüzgârdır. Süleyman (aleyhisselâm), emrine verilen bu rüzgârla, –Cenâb-ı Hakk'ın kendisine lütfettiği böyle bir mucize ile– bir günde vasıtasız olarak havada bir aylık yol katederek dilediği yere gidebiliyordu.
Vasıtasız olarak semalara çıkıp havada gezmek, terakki adına insanoğlunun ilerleyebileceği en son sınırdır. Beşer, bugüne kadar havada sürtünme meselesini aşmış, yerçekimini halletmiş ve havada uçmayı başarmıştır. Kur'ân-ı Kerim'in havada uçulabileceğine işaret eden bu âyetini çok iyi anlayan İsmail Cevherî, Hazarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan gibi kimselerin yaptıkları uçuş denemelerini, bu âyetin mü'min ruhlarda uyardığı azim ve heyecana bağlamıştır.
Onlar, henüz uçma fikrinin pratiğe dökülmediği bir devirde Galata kulesinden Üsküdar'a kadar uçmayı başarmış.. roketle semaya çıkma denemeleri yapmış.. dahası bazıları itibarıyla bu uğurda canlarını feda ederek şehit olmuşlardı. Ne var ki daha sonra gelen kimseler, hem Kur'ân'a hem de Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta vaz'ettiği kanunlara sırtlarını dönmüş, seleflerinin açtıkları bu yolda yürüyememiş ve bu düşünceyi daha ileri götürememişlerdir. Hatta bu kabîl atılımları gereksiz bulmuş ve tenkit bile edebilmişlerdi...
Bu âyet aynı zamanda bize gelecek adına da ümit dolu mesajlar fısıldamaktadır. Bu mesajlara göre mü'minler için, Kur'ân'ın âyetleri yanında, kâinatta cari kanunlara da uygun hareket edildiği ölçüde, ulaşmayacakları zirve yoktu ve mucizeler de işte bu zirveleri işaretliyordu.
Her nebinin mucizesi, tenasüb-i illiyet prensibine uygun olmasa da bir kısım sebepler üzerine bina edilmiştir. Meselâ, Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) sâdır olan harikulâde hâllere bakacak olursak; O, bir defasında susuz olan ordusunun su ihtiyacını gidermek için parmaklarından şakır şakır su akıtır.[2] Tabiî önce parmaklarını esbâb-ı âdiye içine sokar; yani onları bir miktar suya daldırır veya üzerine su döktürür. Bir başka defasında ise 300 civarında sahabiyi doyurmak için bir-iki avuç hurmayı değerlendirir ve Allah'ın yaratmasıyla onu bereketlendirir.[3]
Evet, Allah (celle celâluhu), insan, sebepler dairesi içinde bulunduğu sürece sebepleri tamamen ortadan kaldırmamaktadır. O, peygamberlerden sâdır olan mucizeleri dahi cüz'î sebepler vasıtasıyla lütfetmekte ve bununla sebeplerin ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Hz. Musa'nın (aleyhisselâm) harikalar meydana getiren asâsını taşa vurup su fışkırttığı mucizesinde taşın içindeki az bir miktar suyun bu mucizeye mesned teşkil etmesi ve asânın bir vasıta olarak kullanılması bu hakikati teyit eden ayrı bir misaldir. Elindeki kitabın ahkâmına harfiyen tâbi olan ve Allah'ın huzurunda âdeta gassalin elindeki bir meyyit hâline gelen Hz. Musa'nın, bütün heva ve hevesini terk edip onların üstüne çıktığı noktada harikulâde nevinden ve hiç beklemediği bir yerde elindeki cansız asâsının yine cansız bir madde olan taşa temas etmesiyle 12 adet kaynak fışkırıvermişti ki, bu da aynı türden bir hâdiseydi.
"Hz. Musa (çölde) kavmi için su istemişti de biz ona: 'Asân ile taşa vur!' demiştik. O vurunca da derhal (taştan) on iki kaynak fışkırmıştı."[4] âyet-i kerimesi böyle bir hâdiseyi haber vermektedir.
Bu mucize, beşerin en sert kayaları sinesinde barındıran zeminin altından su ve hayatî şeyler çıkarma mevzuunda varacağı nihai nokta ve son sınırdır. İnsanoğlu, hiçbir zaman bunu aşamayacak ve bir asâ ile Hz. Musa'nın yaptığı işi yapamayacaktır. Fakat Hz. Musa (aleyhisselâm), gösterdiği bu harikulâde işle, yerden su çıkarma mevzuunda insanoğluna bir son sınırı işaretlemektedir ki, Cenâb-ı Hakk'ın vaz'ettiği kanunlara riayet eden beşer, bir asâ ile olmasa da elindeki değişik santrifüjlerle en sert toprak tabakalarından dahi sular çıkarabilecektir.
2. Hz. Süleyman'ın mucizeleri
a. Kuşlardan istifade etmek
Kur'ân-ı Kerim, "Süleyman, Davud'a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi..."[5] buyurarak, Hz. Süleyman'a (aleyhisselâm) verilen bir mucizeden bahsetmekte ve bu vesileyle bizlere, kendi dar dünyamızın dışında yeni açılım ufukları göstermektedir.
Bu âyet-i kerimeden ilk anladığımız şey, bir mucize olarak Hz. Süleyman'a kuşların dilinin öğretildiği gerçeğidir. Kur'ân, bu hakikati ifade ettiği dönemde kuşların kendilerine göre konuşup anlaştıkları bir dilleri ve anlaşma yollarının olduğu bilinmiyordu. İnsan dışındaki canlıların konuşmadıkları zannedildiği için de eski mantıkçılar, insanı "İnsan, hayvan-ı nâtıktır (konuşan hayvandır)" şeklinde tarif ediyor ve konuşmayı, onu diğer canlılardan ayıran temel vasıf olarak görüyorlardı. Onları kendi anlayışları içinde bırakalım; meseleyi çok iyi anlayan "Mantıku't-tayr" isimli eserin yazarı Feridüddin Attâr, Lafonten'den asırlarca önce kuşları konuşturuyor ve hayvanların dili konusunda bize iç içe kapılar aralıyordu.
Âyet-i kerimedeki "kuş dili" ifadesinden kuşların kendilerine göre bir dillerinin olduğu ve hemcinsleriyle bu yolla konuştukları anlaşılabilirse de burada esas vurgulanmak istenen şey bunun daha ötesinde bir şeydir. O da, beşerin kuşların dillerini öğrenebileceği ve çeşitli aletlerden de istifade ederek kuşların yaşayışlarına vâkıf olup onlar vasıtasıyla pek çok şeyi başarabileceğidir.
b. Metafizik varlıklardan istifade etmek
Bu konuya temas sadedinde Kur'ân, "Şeytanlar arasından da, onun (Hz. Süleyman) için dalgıçlık yapan (ve inciler çıkaran) ve bundan başka işler görenler de vardı."[6] âyetiyle, şeytanlar arasından Hz. Süleyman'a hizmet edenlerin bulunduğu bildirilmektedir ki, bundan insanların cin, şeytan ve ruhanîler gibi fizik ötesi varlıklarla muhabere yapabilecekleri ve onlarla, değişik yollarla diyalog kuracakları ve anlaşma tesis edebileceklerini anlamak mümkündür. Günümüzde bu varlıklarla irtibat kurmak ve onlardan değişik sahalarda istifade etmek adına pek çok çalışma yapılmaktadır.
Aynı zamanda bu âyet-i kerimede, kendisine hem peygamberlik hem de saltanat lütfedilen bir nebinin durumu arz edilerek, mânevî yönü itibarıyla dört başı mamur olduğu gibi, maddî yönüyle de muasırları üzerinde hükümran olan üstün bir toplumun durumu anlatılmakta ve böyle bir durumu ihraz edebilmek için takip edilmesi gereken yol gösterilmektedir. Aslında bununla, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için sadece teknik sahadaki gelişmeler yeterli olmadığı, olamayacağı ve maddenin sınırlılığı içinde halledilemeyen daha pek çok mesele bulunduğu/bulunacağı hatırlatılmaktadır. Ve bu meselelerin çözümü ise ancak metafizik varlıklardan istifade etmekle mümkün olacaktır. İhtimal gelecekte, devletlerarası bir kısım muhaberelerde cinlerden istifade etme de gündeme gelebilir. Hz. Süleyman'ın, hiçbir alet ve edevata ihtiyaç hissetmeden şeytanlardan bazılarını değişik işlerde kullanması, bu sahada beşerin ulaşabileceği en son sınırı göstermektedir.
c. Eşyanın suretinin veya kendisinin nakli
Cenâb-ı Hak, bir başka âyet-i kerimede, eşyanın naklini şu şekilde ifade eder:
"Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) erbab-ı ilimden bir zat (Hz. Süleyman'a): 'Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm' dedi."[7]
Bu âyette, Hz. Süleyman'ın kendisinin bir mucizesi veya yine onun bir mucizesi olarak İbn Mesud'a göre Hızır'ın, İbn Abbas'a göre ise Hz. Süleyman'ın veziri Âsaf b. Berhıyâ'nın kerameti olarak Sebe melikesi Belkıs'ın tahtını göz açıp kapama gibi çok kısa bir zaman dilimi içinde ta Sebe'den Hz. Süleyman'a getirmesi anlatılmaktadır.[8] İşte bu âyet –burada anlattığı gerçek mahfuz– gelecekte eşyanın suretinin veya kendisinin nakledilebileceği mevzuunda bir kısım ipuçları vermekte ve insanları bu mevzuda düşünüp araştırmaya sevk etmektedir.
Eşyanın aynıyla ve suretiyle nakledilmesinin yanında, suretleri sadece iki buuduyla nakleden televizyonların, hâlihazırdaki durumları itibarıyla çok geri sayıldıklarını söyleyebiliriz. Gelecekte belki daha çok buudlarda suret nakleden aletler icat edilecektir. Hatta bu âyet-i kerimeden teknik ve teknolojinin –günümüzdeki seviyesi itibarıyla imkânsız gibi görülse de– bir alıcı cihaz bulunmadan nakil meselesini gerçekleştirilebileceği üzerinde de durulabilir..
3. Hz. Mesih'in mucizeleri
Hz. Mesih'le (aleyhisselâm) ümmet-i Muhammed arasında ciddî bir alâkanın var olduğu söylenebilir. Her şeyden evvel, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Hz. İsa'nın halef-selef olmaları söz konusudur. Nebiler Serveri, Hz. Mesih'le arasındaki işte bu sıkı irtibatı ifade sadedinde "Ben, İsa'ya herkesten daha evlâyım. Zira onunla benim aramda hüsnükabul görmüş bir nebi yoktur."[9] buyurduğu rivayet edilir ki, böyle bir münasebetin neler vaadettiği bizim idrak ufkumuzu aşar. Ayrıca Hz. Mesih de Allah'tan ümmet-i Muhammed içinde bir fert olmayı dilemiştir ki, bu da üzerinde durulmaya değer bir konudur.
Onun ahir zamanda –ihtimal– bir şahs-ı mânevî olarak ümmet-i Muhammed içinde zuhur edeceği bu duaya bir icabet gibidir. Şimdilerde, Hristiyanlığın tasaffi etmiş efkârıyla Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirmiş olduğu tertemiz esasları tevfik eden bir takım Hristiyanların mevcudiyeti, Hz. Mesih'in ümmet-i Muhammed'le olan yakın alâkasının remzi gibidir. Büyük bir ihtimalle ümmet-i Muhammed, günümüze kadar Muhammediyet gölgesi altında devam ettirdiği maddî-mânevî seyrini, ahir zamanda Hz. Mesih'in gölgesinin de iştirakiyle ayrı bir televvünle sürdürecek ve insanlık, fenle, teknikle alâkalı hususları, Hz. İsa'nın Mesihiyyeti ile mânâlandırarak beşerî harikaları nebevî mucizelere bağlayıp ilimlere yeni blokajlar belirlemek suretiyle asırlardan beri süregelen düalizmi sona erdirecektir.
Daha sonra ümmet-i Muhammed'le tevafuk noktaları temin ve tespit edilerek asgarî müştereklerde bir araya gelinecek ve bu iki cemaatten birisi fen ve tekniğiyle, diğeri de iman ve aksiyonuyla ateizm ve inkârcılığa karşı bir güç oluşturacaklardır. Bu itibarla da Hz. Mesih'e lütfedilen mucizelerin, son dönemde gelişecek olan ilimlerin serhaddi olduğu söylenebilir.
Hz. Mesih'in pek çok mucizesi vardır; ancak biz burada onun kendi ağzından bir kısım mucizelerini haber veren şu âyet-i kerime üzerinde durmak istiyoruz:
وَأُبْرِئُ الْأَكْمَهَ وَالْأَبْرَصَ وَأُحْيِي الْمَوْتٰى بِإِذْنِ اللّٰهِ
"... Ben, Allah'ın izni ile körü, alacalıyı (abraş) iyileştirir ve ölüleri diriltirim..."[10]
Hz. Mesih, bu mucizeleriyle dikkatleri çekmiş, derken çok insanı etrafında toplamış, dejenerasyona uğramış bir dinî telakkinin yerine tevhid akidesini tesis etmiş ve Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) âdeta zemin hazırlamıştır. Daha sonra İslâmiyet de, bazı yanlarıyla tahrife uğramış Hristiyanlık için bir diriliş kaynağı olmuştur. Ümidimiz bir gün o da tasaffi etmek suretiyle İslâmiyet'le omuz omuza verecek ve küfr-i mutlaka karşı mücadele edecektir.
İhtimal Hristiyanlar, ilim ve teknikle, ümmet-i Muhammed de ruh, kalb ve içe doğru derinlemesine gelişerek bazı ortak noktalarda buluşarak aralarında bir vahdet tesis edeceklerdir. Beşer, bir gün Hz. Mesih'ten bir mucize olarak sâdır olan bu harikulâde hâlleri, bir yere kadar ihtimal tekrar hayatiyete geçirme imkânına kavuşacak ve bir nebi vasıtasıyla tıp sahasında son noktayı gösteren Allah'a ve O'nun diğer elçilerine inanacaktır.
Ayrıca âyet-i kerimede, en onulmaz cilt hastalıklarından körlüğe ve asrın vebası olarak nitelendirilen kanser ve AIDS'e varıncaya kadar bütün hastalıkların dermanının bulunabileceğine, hatta ölülerin bile şimdilerin çok ötesinde bir canlılığa kavuşturulabileceğine dikkat çekilip hiçbir hastalıktan dolayı ümitsizliğe düşülmemesi gerektiği bildirilerek, mutlaka bu hastalıkların çarelerini araştırmaya teşvikte bulunulmaktadır. Nitekim Allah Resûlü de, "Allah (celle celâluhu), her ne hastalık vermişse onun devasını da indirmiştir."[11] buyurarak bunu destekleyici bir mesaj vermiştir.
Evet, nebilerin göstermiş oldukları mucizeler, beşer için terakkide bir son noktadır.. ve Kur'ân-ı Kerim, mucizelerden bahseden bütün âyetleriyle, beşerin, çalışıp çabalayarak bu ufka ulaşmasını teşvik etmektedir. Ne var ki insanlık, bilim ve teknolojide ne kadar ilerlerse ilerlesin ve âyette zikredilen hastalıkları tedavi etme adına kaç çeşit ilaç üretirse üretsin, ölüleri diriltmek için hangi yollara müracaat ederse etsin bunlar, geçici birer müdahaleden ibaret kalacak ve mucizelerin ulaştığı ufka asla ulaşılamayacaktır.
4. Kanunların perde arkası
Bundan önceki bölümlerde Kur'ân-ı Kerim'in teknik ve teknolojik sahalardaki gelişmelere dair işaretler ihtiva eden âyetleri üzerinde durmaya çalışmıştık. Burada bizim arz etmek istediğimiz şey, Cenâb-ı Hak, kudret ve iradesiyle yazdığı kâinat kitabındaki o baş döndürücü nizam ve intizamını ve Kur'ân'ın bize bu nizam ve intizamı özetler hâlinde anlatıp fikir ve irfanlarımızı inkişaf ettirerek, hepimizi kâinat meşherlerinin zümrüt tepelerinde gezdirip zâtına ve ötelere uyarması hususudur.
Her ilmin kendisine mahsus bir kısım sabit hakikatleri vardır. İşte bu hakikatlere dayanılarak çeşitli kanunlar ortaya konulmaktadır. Şekli devamlı surette değişen harflerden müteşekkil bir kitabın okunması mümkün olmadığı gibi, birer harf mahiyetinde olan kanunların sürekli değişmesi de kâinat kitabını okunup anlaşılmaz hâle getirecektir. Evet, kâinattaki kanunlar sabit ve değişmez olduklarından dolayı (buna biz âdetullah diyoruz), insanlar onları keşfetmekte –bu kanunlar keşfedenlere nisbet edilerek anılsalar da (Nevton kanunu, Arşimet kanunu.. vb. gibi)– bu muhteşem kitapta Allah'ın vaz'ettiği esasları, disiplinleri değerlendirmektedirler. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'inde, işte bu sabit hakikatlerin yüzündeki nikabı kaldırarak onların arkasındaki esas sabit hakikat olan isim ve sıfatların tecellîlerini göstermektedir.
Her şeyin sağlam bir şekilde ayakta durabilmesi için sağlam bir mesnede dayanması gerekmektedir. Kâinatta müthiş bir nizam ve intizam vardır. İnsan, varlığın ruhundaki bir takım hakikatlere ancak bu nizam ve intizam vesilesiyle ulaşabilmektedir. Bu nizam ve intizamın muallakta durması söz konusu değildir. Onun da mutlaka sabit bir mesnede dayanması gerekmektedir ki, işte o mesnet Allah'ın "Munazzım" ism-i şerifidir.
Kâinattaki her tekevvün, bir tertip ve tanzime bağlı meydana gelmektedir. Bu tertip, sabit bir hakikattir. Meselâ, bir yavru, sperm ile yumurtanın aşılanmasından, dünyaya geleceği ana kadar geçirdiği zaman diliminde, anne karnında cereyan eden bütün gelişmeler fevkalâde bir tertip ve tanzim içinde cereyan etmektedir. Bu, sabit bir hakikattir. İşte bu hakikate dayanılarak, aşılandığı andan itibaren yavrunun anne karnında, kaç aylık olduğu tespit edilerek gerekli müdahaleler yapılabilmektedir. Ama bu hakikatin de sabit bir mesnede dayanması gerekmektedir ki, o da Allah'ın "Hâlık", "Rezzâk" ve "Musavvir" isimleridir.
Yine cansız gibi görünen tohumlar, toprağın bağrına atıldıktan belli bir süre sonra, önce küçük bir rüşeym, sonra da bir filiz hâlinde arz-ı endam etmektedirler. Derken bu filiz, bir taraftan yerin derinliklerine, diğer taraftan da yukarılara doğru dal budak salmaktadır. Ne var ki, bütün bu tekevvünler de yine kendi kendine olmayıp, "Tane ve çekirdeği yaratan Allah'tır."[12] hakikatine dayanmaktadır. İşte bütün bunlardan anlaşılan şudur ki, her şey lisan-ı hâliyle "Lâ ilâhe illallah" diyerek vahdâniyete şehadet eder ve bizi de bu yüceler yücesi hakikate uyarır.
Allah'ın varlığını, kâinattaki kanunlarla böylesine beliğ bir şekilde dile getiren Kur'ân-ı Kerim'in bu yönü, onun Mütekellim-i Ezelî'nin beyanı bir kitap olduğunun önemli bir referansıdır. İnsanlık, hangi ilim dalında, hangi noktaya ulaşırsa ulaşsın, netice itibarıyla varacağı her zirvede Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığını ve insanlığa yol gösterdiğini görecektir. Bu şimdi tam hissedilmese de yakın bir gelecekte mutlaka görülecektir.
Evet, semavî kitaplar ve bütün nebiler, insanlara maddî-mânevî her sahada ışık tutmuş ve onların hayatlarını tenvir etmişlerdir. Beşer, Allah'ın rızasına ve Cennet'e giden yolu semavî kitaplar ve nebiler sayesinde gördüğü gibi, Allah'ın kâinatta vaz'ettiği kanunlara muvafık hareket etmekle dünyevî başarı ve saadetlere ermeyi de yine onların irşatlarıyla keşfedebilmişlerdir. Evet, beşer, pozitif ilimlerde vahy-i semavînin ışığından istifade ettiği gibi, kalblerin tenviri, ruhların terakkisi ve duyguların hüşyar hâle gelip Hâlık-ı Zü'l-Celâl'i duyması, duyup O'nunla doyması konusunda da yine semavî kitaplar ve nebilere çok şey borçludur.
Biz, buraya kadar mevzuyu müşahhaslaştırmak için tahrife uğramamış ve uğramayacak yegâne semavî kitap olan Kur'ân-ı Kerim'in müspet ilimler ve az miktarda teknolojik gelişmelere işaret eden sadece birkaç âyeti üzerinde durmaya çalıştık. Teknik ve teknolojik gelişmeler arttıkça, Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerinin o sahadaki işaret ve beşaretlerinin neticesi görülecek ve Kur'ân-ı Kerim'in ilâhî bir kelâm olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
5. Kâinattaki kanunlar karşısında insan
Daha önceki bölümlerde de zikredildiği gibi kâinatta, üzerine hükümler bina edilebilecek bir kısım sabit hakikatler ve kanunlar vardır. Kur'ân'ın bu kanunlardan bahsetmesinin bir sebebi, insanların dikkatini çekmek, bu konularda onları düşünmeye, araştırmaya teşvik etmek ve bunları yaparken de, tatbik etmesi gereken metotlar konusunda onlara bir fikir vermektir. Meselâ, Kur'ân-ı Kerim, arzın genişlemesi, atomların, bulutların ve dağların hareket etmesi gibi hususları anlatarak insanı metotlu düşünmeye sevk etmektedir.. İşte bu sayededir ki insan, darmadağınık fikirlerden ve perişan düşünce kırıntılarından daha çok sistemli ve metotlu düşünme imkânını elde edecektir.
Konuyu biraz daha açacak olursak, meselâ, avamdan bir insan, yağmurun yağmasını "Gökyüzünde yağmur bulutları belirdi, yağmur yağacak." şeklinde ifade ederken, Allah'ın, kâinatta cari olan kanunlarını bilen bir bilim adamı aynı hâdiseyi, rüzgârın eserek zıt kutuplu bulutları bir araya getirmesinden, bu bulutlardan yağmurun yağmasına kadar cereyan eden pek çok hâdiseyi değişik alet ve yöntemlerle tespit edip kat'iyete yakın bir şekilde tahminde bulunarak yağmurun yağacağı zamanı bildirir.
Burada, bu iki insan arasındaki fark, bunlardan biri, hâdiseye çıplak gözle bakıp maksadını basit bir düşünce çerçevesinde ifade ederken, diğeri, sebep ve neticeleri kompoze ederek maksadını sistemli bir düşünce içerisinde sunmaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki eşya, ancak ilim nazarıyla bakıldığında arka planıyla kavranabilecektir.
İşte Kur'ân-ı Kerim, kâinatın, bir nizam ve sisteme bağlı olduğunu vurgulayarak, insanlara sistemli düşünmenin kapılarını aralamakta ve böylece o, insanı darmadağınık düşünce kırıntılarından kurtarıp, sistemli tefekküre ve kâinatı sebep-netice perspektifinden mütalaa etmeye sevk etmektedir ki, bu sayede insanlar, büyük mesele ve problemleri halletme imkânını da elde etmiş olacaklardır. Sistemli düşünme metodunu kavrayan insan, aynı zamanda, düşünce noktasında yüksek ahlâka ermiş, terbiye görmüş ve insan-ı kâmil olma yoluna da girmiş demektir. Bu da meselenin bir başka yönüdür.
Diğer yönüne gelince, insanın beyan derinliğini ihtiva eden bir buud vardır ki bu yönüyle o, hem konuşur hem de muhatap olur ve dinler. Evet, insan bu yönüyle öyle enteresan bir santraldir ki, mekân ötesinden mesajlar alır ve ötelere dilekler sunar. Evet o, yerinde Allah'ın kelâm sıfatına muhatap olur, yerinde de Mütekellim-i Ezelî'ye karşı mütekellim-i hâdis olarak içini döker, arzularını dile getirir. İşte bu yönde insanın ruhen ve kalben terakkisine medar olabilecek önemli bir kaynak ve rehber vardır ki, o da yine bu Kur'ân'dır.
Kâinatta cari olan kanunlar cebrîdir; dolayısıyla da zahiri yönleriyle olabildiğine müsamahasız ve affa kapalıdırlar. Beşer, bunlara bir santim kadar ters düştüğünde, hemen cezalandırırlar. Meselâ, insanın beynine bir kurşun isabet ettiği takdirde kâinat kitabının bir kanunu olarak Allah (celle celâluhu) onu öldürür. Evet, O'nun ayarladığı ve cebrî bir şekle bağladığı bu dolabın kanunları bunun böyle olmasını iktiza etmektedir. Yine bir insan, kendisini yüksek bir yerden boşluğa attığında, (yerçekimi kanunu Allah'ın icraatına bir perdedir) düşen kişi yere çakılıp ölür. Kâinatta şartlı bir determinizma hâkimdir.
Allah (celle celâluhu), kâinatta, bir nokta-i nazara göre "ism-i Zâtıyla", diğer bir nokta-i nazara göre, "ism-i Rahmânıyla" tecellî ederek mutlak planda ve mutlak mânâda öylesine bir hâkimiyet izhar etmiştir ki, bu hâkimiyet karşısında insan belli çerçevede mahkûm ve mecburdur. Ama Cenâb-ı Hak, rahîmiyetinin gereği olarak Kur'ân-ı Kerim'i insanın eline vermiş ve onu muttarit dönen bu cebri dolabın içinde herhangi bir tarafa çarpmayacak şekilde –tabiî Kur'ân'ın rehberliğinde– hedefine sevk etmektedir.
Bu yürüyüş esnasında yürüyen merdivenlere binen veya döner kapıların arasından geçen insanların, yükselmek ve içeriye girmek için kendilerini onlara uydurma zorunda oldukları gibi, insan da dönen bu cebrî dolapların içinde, etrafa çarpmamak için Kur'ân'ın rehberliğinde onun prensiplerine riayet etmek suretiyle kendini korumaya almalıdır. Bu dolaplar kendi kuruluş disiplinlerine göre sürekli dönmektedirler. Beşerin bunlara müdahale etmesi de mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla hiçbir hareketin, bunlara ters olduğu müddetçe muvaffak olması söz konusu değildir. Zaten, hiçbir nebi de bunlara ters olarak ümmetine herhangi bir mesaj vermemiştir.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, Kur'ân-ı Kerim ve nebilerin bütün himmet ve gayretleri, insanların nazarlarını bir ölçüde fıtrata çevirmek ve fıtratın değişmeyen kanunlarıyla onların uyumlarını sağlamaktır. Bu itibarla da insan, fıtratla içli-dışlı yaşamalıdır ki, ayakta kalabilsin. Bunu temin edecek olan da ancak Kur'ân ve Sahib-i Kur'ân olan Allah Resûlü'dür (sallallâhu aleyhi ve sellem). Nitekim O, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
"On şey fıtrattandır: Bıyığın kesilmesi, sakalın bırakılması, misvak, istinşak (burna su çekmek), mazmaza (ağza su çekmek), tırnakları kesmek, parmak mafsallarını yıkamak, koltuk altını yolmak, etek traşı olmak, intikâsu'l-mâ (istinca) yapmak."[13]
İlk bakışta, bıyığın, tırnakların, koltuk ve etek altındaki kılların uzaması insanın fıtratının bir gereği olduğu zannedilebilir. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadis-i şerifiyle bunların uzamasının değil, kesilmesinin fıtrattan olduğunu ifade etmiştir. Bundan anlaşılan şudur:
İnsanların her zaman fıtrata ve fıtratın kanunlarına derinlemesine vâkıf olmaları oldukça zordur. Onlar bunu ancak, Kur'ân-ı Kerim ve Allah Resûlü'nden öğreneceklerdir. Nitekim Allah, "(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah, insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında, nizamında değişme yoktur. İşte dosdoğru yol ve din budur; fakat insanların çoğu bilmezler."[14] âyet-i kerimesiyle bu önemli hususu hatırlatmaktadır.
Zaten, kâinattaki bütün canlılara bakıldığında, onlara, Cenâb-ı Hakk'ın değişmeyen bu kanunlarının hâkim olduğu açıkça görülecektir. Şeriat buna Allah'ın vaz'ettiği esaslar mânâsına "fıtrat veya âdet-i ilâhî" der. Bununla, kâinatı yaratan el ile insanı halk eden elin aynı el olduğunu vurgular. Evet, kâinat ile insan arasında âdeta bir şiir âhengi vardır. Ve asıl mesele, insanın Kur'ân'a kulak vererek, kâinattaki o hâkim nizama uygun hareket etmesi ve "şeriat-ı fıtriye"nin kurallarına muhalefetle elimine edilmemesidir.
İnsan, Kur'ân'a kulak verip onu dinlediği, hareketlerini kâinatta cari olan kanunlara uydurduğu ve nizam-ı âleme uygun hareket ettiği nispette ruhen huzura kavuşur ve elemsiz bir lezzet, kedersiz bir zevk elde eder. Aksine o, kâinattaki kurallara riayet ederek bilim ve teknolojide ilerlemeler sağlasa da, Kur'ân'ı dinlemediği ve ona ters düştüğü durumlarda cinayetler, huzursuzluklar, haksızlıklar, şikâyetler ve değişik problemlerden kurtulamaz. Evet, Kur'ân'la beslenmeyen toplumlarda, ilim ve irfan hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, haksızlıkların, cinayetlerin ve daha nice problemlerin önü asla alınamamıştır ve alınamaz da...
[1] Sebe sûresi, 34/12.
[2] Bkz.: Buhârî, menâkıb 25, meğâzî 35, eşribe 31; Müslim, fezâil 45-46.
[3] Bkz.: Buhârî, nikâh 64; Müslim, nikâh 94-95.
[4] Bakara sûresi, 2/60.
[5] Neml sûresi, 27/16.
[6] Enbiyâ sûresi, 21/82.
[7] Neml sûresi, 27/40.
[8] et-Taberî, Câmiu'l-beyân 19/163; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 9/2885.
[9] Buhârî, enbiyâ 48; Müslim, fezâil 143-145.
[10] Âl-i İmrân sûresi, 3/49.
[11] Buhârî, tıp 1; Müslim, selâm 69; Tirmizî, tıp 2.
[12] En'âm sûresi, 6/95.
[13] Müslim, tahâret 56; Tirmizî, edeb 14; Ebû Dâvûd, tahâret 29.
[14] Rûm sûresi, 30/30.
- tarihinde hazırlandı.