Nasıl bir Kur'ân tefsiri?
Kur'ân'ın genel karakterine ve muhtevasına baktığımızda, onun, insan hayatının bütün cephelerini kuşattığını müşâhede ederiz. Evet, Kur'ân, insanı ilgilendiren hemen her konu ile çok yakından alâkadar olmuştur. O, ezelden ebede kadar, geniş bir dairede insanların içlerini, dışlarını, dünya ve ahiret saadetlerini bir bütün hâlinde ele almış ve seslendirmiştir. Yani Kur'ân, insanın iktisadî ve maddî hayatını tanzim ettiği gibi, vicdanına, sırrına ve letâif-i mâneviyesine ait ruhî cephesini de inceden ince gözler önüne sermiştir.
Evet, onun vaz'ettiği nizam, sadece dünyaya ait bir nizamdan ibaret olmayıp, burayla beraber öteleri de içine almaktadır. Hâsılı o, dünya ve ukbâ dengesini tesis eden en büyük kitaptır.
Eğer Kur'ân, insanların sadece maddî yapısına hasr-ı nazar etseydi ve sadece maddî saadetlerini teminle yetinseydi –ki bugün batıda daha çok böyle tek yönlü ve madde yörüngeli, bedene ve cismaniyete hizmet eden, dolayısıyla gerçek bir mutluluk vaadedemeyen bir anlayış hükümferma bulunmaktadır– vicdanları nazar-ı itibara alıp insanın iç âlemine, mânevî duygularına yönelmeseydi, hiç şüphesiz bu onun için ciddî bir eksiklik olurdu ve bu eksiklik, her an insan ruhu üzerinde kendini hissettirirdi.
Dünya ve ahiret saadeti, ancak iç ve dış yapının âhenkli beraberliğiyle teessüs edebilir. Bu itibarladır ki, Kur'ân, hedeflerinden biri olarak, insan hissiyatını dikkate almış, yer yer onu hatırlatmış ve onun üzerinde durmuştur. Her şeyden evvel ona dikkatle baktığımızda daima muhataplarının düşünce seviyesinin gözetildiğini görürüz. Öyle ki, fikren onun içine giren herkes, kendi ruhî enginliklerine ait bir kısım çizgileri onda bulabilir. Bence Kur'ân'ın bir önemli hususiyeti de işte buradadır. İnsan, hiç olmazsa yirmi dört saat içinde bir saat kendini onda aramalı ve bulmaya çalışmalıdır.
Evet, Kur'ân insana hitap etmekte ve Kâinâtın Yüce Yaratıcısı, o Kitab'ın diliyle insanla konuşmaktadır. Öyleyse bu Kitap, insanın hem maddî hem de mânevî yapısını şerhedecek ve onun içtimaî yapısını seslendirdiği kadar ledünniyatını ve letâifini de eleveren bir hususiyet taşıyacaktır. Aslında insan ister ki, okuduğu kitap, onun içini okşasın, hissiyatına mümâşat etsin; onu tehlikelere karşı uyardığı gibi menfaatlerine karşı da duyarlı kılsın; hatta ailesini, milletini, ailesinin ve milletinin aklını ve iradesini de yönlendirsin.
Dikkatle bakabilenler için bütün bu özellikler Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'da mevcuttur. Hatta onun her âyetinde bunlar vardır. Ama derinlemesine Kur'ân'a vâkıf olunmamışsa, yani eksiklik insandan kaynaklanıyorsa, hadisin yaklaşımıyla, Kur'ân bir vadide, insanlar da bir vadide hayat sürüyorlarsa,[1] böyle bir topluma onun hidayet kaynağı olması düşünülemez. Müslüman milletlerin birkaç asırlık derbederliklerinin gerçek sebebi de bu olsa gerek. Bu perişaniyetin giderilmesi de, yeniden ümmetin Kur'ân'a yürekten dönmesine bağlıdır.
Eğer yeryüzünde Kur'ân düşüncesinin yeniden soluklanması isteniyorsa, onun insanla alâkalı yorumlarını, toplum telakkisini, Allah-insan-kâinat tefsirini bir kere daha incelememiz icap edecektir. Günümüze doğru gelirken Kur'ân'ın bu yönünün gerektiği ölçüde işlendiği pek söylenemez.. ve hele Kur'ân'ın psikolojik eksenli tefsiri, neredeyse hiç düşünülmemiştir. Oysaki bütün bu hususların insanla ne kadar alâkalı olduğu açıktır.
"Ruh veya nefis ilmi" dediğimiz psikoloji, insanın hakikî melekût ve ledünnî cihetlerini müştereken ele alması gereken bir ilimdir. Bugün Kur'ân'ın işte bu hususları da içine alacak şekilde tefsir edilmesine ihtiyaç vardır. Psikoloji ilmi, şimdilerde pek çok yeni şey söyledi ama insanı gerçek derinlikleriyle ortaya koyamadı. Hatta biraz daha cesurca bir tabirle ifade edeyim: Psikolojinin, Kur'ân'ı önüne almadan, insan psikolojisine ait, akl-ı selimi tatmin edebilecek esaslar vaz'etmesi ve söylemesi imkânsız gibidir.
Bunu belki iddia sayabilirsiniz; ama ben bunu Kur'ân'ın kuşatıcılığına dayanarak arz ediyorum. Çünkü Kur'ân, insan için gelmiş bir kitaptır.. ve o, ilimde, fende ve içtimaiyatta 'insan' merkezli bir medeniyet tavsiye etmektedir. O insan ki, Kur'ân'a göre, koskoca bir kâinat mahiyetinde yaratılmıştır. Baharı, yazı, çiçeği ve arısıyla bütün varlık, onda mündemiçtir. Şairimiz, bu büyük mânâyı Hz. Ali'nin bir sözünü açıklama sadedinde: "Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir" şeklinde seslendirir.
Evet, âlemler onda gizli, o ise varlığın özü gibidir. Kaldı ki, birçok hakikatin, içinde câmî bulunduğu bu insan, sabahtan akşama, akşamdan sabaha birçok değişik atmosferde sürekli bir kısım psikolojik ve ruhî hâllere mazhar olur veya maruz kalır. Öyle ki, bazen nebatî mertebeye iner, bazen sadece hava alıp veren bir mahluk hâline gelir, bazen de hayvaniyet mertebesine düşer.. bu mertebede o artık behimî ve şehevî hislerden başka bir şey duymaz. Buna karşılık, onun öyle bir ânı da olur ki, o dakikada kâinat ayağının önünde bir top gibi kalır. Düşünce ufku itibarıyla gider ta Arş-ı A'zam'a uzanır, Sidre'yi gömlek gibi giyer ve Resûlullah'ın ayağının ulaştığı noktaya yaklaşır ve bütün mâsivâyı geride bırakır. İlim bu durumu, laboratuvarların dar dünyası ve dar imkânları arasına sığdıramaz. Zaten onun bunu ölçüp-biçebilecek bir kıstası da yoktur.
Şimdi, bütün bunlar sadece sevk-i tabiî ile izah edilebilir mi? İnfialler, refleksler, heyecan ve hisler, gözyaşları, öfke ve gazabın bin türlüsü, nasıl böylesine basit bir tabirle izah edilebilir ki?..
[1] Bkz.: el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-usûl 4/98.
- tarihinde hazırlandı.