Müteferrik mucize ve haberler
Gaybî haberler, beşerin güç, tâkat ve idrak ufkunu aşan konulardandır. Zira insanın, ne ilim ve irfanı ile ne de akıl, mantık ve idraki ile bunlara muktedir olması düşünülemez; düşünülemez zira bunlar birer mucizedir. Kelime itibarıyla "acz" kökünden türetilmiş olan mucize, "âciz bırakan, acze düşüren" mânâlarına gelir.
Dinî literatürde mucize, insanların yapmaktan âciz kaldıkları ve ancak peygamberlerin eliyle Allah (celle celâluhu) tarafından yaratılıp ortaya konulan ve onların nübüvvet davasını destekleyen harikulade ve olağanüstü bir vak'a demektir. Allah'tan başka hiç kimsenin yapamayacağı ve yapmaktan âciz kaldığı ve kalacağı bu mucizeler, aynı zamanda mü'minlerin imanlarını takviye, inkârcıları ilzam niteliğini taşımaktadır.
İnsanoğlu, hiçbir şeyi yoktan var edemez. O, ancak mevcut nesneler üzerinde değişik araştırma, keşif, tespit ve terkipte bulunabilir. Bundan dolayı da, insanın ortaya koyduğu icat ve keşiflerin enginliği ne olursa olsun yine de o, kat'iyen bir mucize değildir. Evet mucize Allah'a (celle celâluhu) ait bir harikadır ve onun aynı zamanda peygamberlik davasına iktiran etme gibi bir hususiyeti vardır.
İşte Kur'ân-ı Kerim, bu hakikate işaretle,
وَمَۤا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ
"Yeryüzünde (O'nu) âciz bırakamazsınız. Sizin Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur." (Şuarâ sûresi, 42/31)
buyurur ki, bu âyet-i kerimeyi lazımî mânâsı ile ele alacak olursak, burada konuyla alâkalı şöyle bir işaretten bahsedilebilir:
Siz, yeryüzünde herhangi bir mucize meydana getiremez ve Allah'ın dilediğinin dışında da hiçbir şey yapamazsınız. İlimlerde terakki edebilir, değişik teknolojilerde başarılı olabilir ve çok önemli tespitlerde bulunabilirsiniz; meselâ kimya ilminde değişik tahlil ve terkiplerde bulunabilir, var olan elementlerin sayısıyla oynayarak farklı şeyler ortaya koyabilir, laboratuvarlarda sentetik olarak yeni elementler meydana getirebilir, maddenin en küçük temel yapı taşı olan atomu ve içindeki elektron, proton ve nötron gibi parçacıkları keşfedebilir, elektronların saniyede 1.000-150.000 km hızla proton ve nötrondan oluşan çekirdek etrafında döndüğünü, proton ve nötronları meydana getiren kuarkları keşfedebilirsiniz.
Yine atomu parçalayarak atom bombası yapabilir, böylece 1 kg uranyum çekirdeğinin bölünmesiyle 2.500 ton kok kömürünün vereceği enerjiyi açığa çıkartabilir, hidrojenin yeni yeni terkiplerini keşfedip büyük bir tahrip gücüne sahip olan hidrojen bombasını yapabilirsiniz; ama sizin bütün bunları yapmanız kat'iyen bir mucize değildir. Amerika'yı keşfeden kişi sadece mevcudu keşfeden bir kâşiftir.. siz de öyle...
Haddizatında atomları yaratan Allah'tır. Göklerin ve yerin dizgini O'nun elinde, her şeyin açılıp kapanması ve farklı şekiller alması da O'nun meşîet ve iradesiyledir. İnsanın kalbinden, en uzak gök cisimlerine kadar her şeyi her an elinde tutan ve bu iki farklı âlem arasında sürekli değişik münasebetler kuran Cenâb-ı Hak'tır. Atomların, partiküllerin içinde hep O'nun kurduğu program vardır ve bu programı devam ettirme de yine O'na aittir. Binaenaleyh sizin yaptıklarınız, sadece bir kısım mevcudu keşiften ibarettir. Dolayısıyla sizin herhangi bir mucize meydana getirmeniz söz konusu değildir. Mucizeleri meydana getiren Allah'tır (celle celâluhu). Peygamberlik davasına matuf olanlarda da vesile Resûllerdir.
"Yeryüzünde (O'nu) âciz bırakamazsınız. Sizin Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur." (Şuarâ sûresi, 42/31) âyet-i kerimesinde sadece "yer" zikredilmekte, "Siz ne yerde ne de gökte, Allah'ı âciz bırakamazsınız." (Ankebût sûresi, 29/22) âyet-i kerimesinde ise yerle beraber "gök" de zikredilmektedir. Bunun mânâsı ise "Sizler yerde mucize diyeceğimiz bir harika meydana getiremeyeceğiniz gibi, göklerde de getiremeyeceksiniz." demektir.
Kur'ân-ı Kerim'in değişik âyetleri ile belli ölçüde göklere çıkılacağına işaret etmesi, bir gün insanoğlunun sınırlı da olsa bir kısım gök tabakalarına çıkacağına işaret etmektedir ki, böyle bir başarının harika olmadığı açıktır. Bir kere göğe çıkmak isteyen, yerde Allah'ın koyduğu kütle, ağırlık, sürat ve yerçekimi kanunlarını hesaba katmak zorundadır. Bu sebeple de insanın gerçekleştireceği bu iş bir mucize olmayıp, sadece Allah'ın yarattığı atmosferden, matematik ilminden ve örnek cisim ve modellerden istifade ederek onları taklit etmekten ibarettir.
Ayrıca, yukarıda zikredilen âyetlerden şu hususları anlamak da mümkündür:
1. Her şey bir kısım prensiplere bağlıdır, ama bu noktada beşerin herhangi bir müdahalesi söz konusu değildir. İnsanoğlunun bir kısım prensipler vaz'ederek eşyanın özüne, esasına, mahiyetine müdahale etmesi mümkün değildir, zira o konudaki temel kaide ve prensipleri vaz'eden sadece ve sadece Allah'tır (celle celâluhu).
2. Bundan başka bu âyetler, günümüzün insanına: "Bugün yeryüzünde başarı üstüne başarılarınızla artık her şeyi yapabileceğinize inanmaktasınız. Yarın göklerde de aynı şeyi yaparak, daha bir cesaretlenerek belki de bu başarılarınızla küstahlaşıp küfür ve dalâletinizi göklerde de ilan edeceksiniz. Ancak, ne yaparsanız yapınız, şunu iyi bilmelisiniz ki bu yaptıklarınızla kat'iyen Allah'ı âciz bırakamazsınız; aksine mucizevî icraatı ve harika sanatları karşısında, hep siz âciz kalacak ve ister istemez O'na (celle celâluhu) döneceksiniz." denilerek ilmin yolunun açık olduğunu ifade etmenin yanında, bilgiyle bir kısım küstahlaşmalar olacağını da işaretlemektedir.
İlimler ilerledi ve ilerliyor; teknolojik başarılar birbirini takip ediyor; ama her şey ta baştan beri Allah'ın vaz'ettiği kanunlar çerçevesinde cereyan ediyor.. ne ilâhî kanunları aşma ne de beşerî mucize... Gerçi dünden bugüne ilim adamları, insanlığın hizmetine pek çok harika şeyler sundular ama, bunların hiçbiri mucize değildir. Aksine bütün bu gelişmelerde, Allah'ın (celle celâluhu), varlığın sinesine vaz'ettiği kurallara bağlı kalınmış ve O'nun meşîeti, iradesi asla aşılamamıştır.
Kur'ân'ın nazil olduğu dönemde, günümüzde olduğu ölçüde uzayla ilgili çalışmalar yoktu; yoktu ama, kapalı bir üslûpla da olsa, Kur'ân umumi maksadın yanında uzaya çıkılabileceğine de işaret ediyordu. Zamanla gelişen şartlar ve ilerleyen feza teknolojisi Kur'ân-ı Kerim'in beyanına uygun şekilde ortaya çıkıyordu; en azından o, ifade aralıklarında günümüzdeki gelişmelere imalarda bulunuyordu.
Hâsılı, bir yandan Kur'ân-ı Kerim, insana yerde ve göklerde aczini, zaafını hatırlatıp, onun ortaya koyacağı bütün keşif ve tespitlerin harikulâde görünümünde âdiyattan hâdiseler olduğuna dikkatleri çekiyor, diğer yandan da çok zor olmasına rağmen insanoğlunun bir gün semalara çıkacağına imada bulunuyordu. Evet eğer böyle bir ima söz konusu olmasaydı, "Siz ne yerde ne de göklerde Allah'ı (celle celâluhu) âciz bırakamaz (veya mucize îkâ' edemezsiniz)." beyanının bir anlamı kalmazdı.
Ne var ki, semaların ulaşılacak bölgelerine de yine, Allah'ın (celle celâluhu) koyduğu kurallarla, O'nun güç, kuvvet ve hâkimiyeti ile ulaşmak mümkün olabilecektir. "Ey cin ve ins toplulukları! Yer ve göklerin dairesini aşmaya gücünüz yetiyorsa haydi aşınız!.. Doğrusu ilahi kudret ve kuvvet olmadan siz arz ve sema çemberini aşıp onların içine giremezsiniz." (Rahman sûresi, 55/33) fehvâsınca, havasızlık, yerçekimi, sürtünme, değişik kozmik hâdiseler türünden pek çok engel vardır ki, bunlar ancak Cenâb-ı Hakk'ın vaz'ettiği kanunların bilinip değerlendirilmesi ölçüsünde aşılabilecektir.. ve tabiî, O'nun koyduğu kurallarla elde edilen bu başarılara da kat'iyen mucize denemez. Bu hususta modern yorumcuların teferruat nev'inden ifade ettikleri önemli detaylar üzerinde durulabilirdi. Ancak biz bu kadarlıkla iktifa edeceğiz.
2. Nakil ve binek vasıtaları
Bu konuda da Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, Asr-ı Saadet'ten kıyamete kadar gelecek olan bütün nesillere ima ve işaretleriyle hemen her devir insanının ufkunu ve ilmini aşkın mucizevî haberler vermektedir. Bu türden haberleri ihtiva eden âyetlerin birinde şöyle buyrulmaktadır:
وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمِيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزِينَةً وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ
"Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve bir de ziynet olsun diye (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil ve binek vasıtaları) yaratacaktır." (Nahl sûresi, 16/8)
Kur'ân'ın nazil olduğu dönem düşünülecek olursa, insanların binekleri –âyet-i kerimede de gösterildiği gibi– sadece at, deve, eşek ve katır gibi hayvanlardan ibaretti. O gün hemen bütün dünyada binek olarak bunlar kullanılıyordu. Seferler bunlarla yapılıyor, bunlarla kervanlar tertip ediliyor ve ticaret eşyaları bunlarla taşınıyordu.. ve bunlar aynı zamanda göz alıcı birer ziynet ve süs eşyası gibiydi. Öyle ki, onlarla meşgul olmak, herkes için bir eğlence ve haz konusu idi.
İşte âyette önce bu binek ve ziynet vasıtaları zikredildikten sonra, "Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil ve binek vasıtaları) yaratacaktır." demek suretiyle sizlere binek ve eğlence vasıtaları olarak daha sonra yaratacağı şeylere işarette bulunur. "Yaratma" mefhumu Arapça'da "halk" kelimesi ile ifade edilir. Her ne kadar günümüzde bazen yanlış olarak insanların yaptıkları fiiller için kullanılıyor olsa da o, Allah'a mahsus bir iştir ve o yoktan var etmek demektir. İnsanın meydana getirdiği nesneler yoktan var etme değil, mevcuttan inşâ sayılırlar ve aslında o da yine Allah'ın izni ile olmaktadır. Geriye dönelim: "Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil ve binek vasıtaları) yaratacaktır." beyanı bugün, insanoğlunun ilmi, irfanı ve Allah'ın ona ihsan ettiği imkânlar neticesinde denizde, karada ve havada onun keşf, icat ve inşâsı ile daha nice nakil ve binek vasıtaları vardır ki, hepsi de Allah'ın (celle celâluhu) bizlere birer ihsanıdır. Hatta bu husus günümüzde bilinen nakil vasıtalarıyla da sınırlı değildir. Allah gelecek nesillere, kim bilir daha ne tür seyahat nakil ve binek vasıtaları ihsan edecektir!..
Ayrıca bu âyet-i kerimede, bir yandan ilim adamlarının himmet ve gayretleri şahlandırılıp, ilim âşıkı ruhlar araştırmaya sevk edilmekte, diğer yandan da bilinen şeylerden yola çıkılarak, bilinmeyen şeyleri keşfetmeye işaret ve tembihlerde bulunulmaktadır. Aslında, bu ve benzeri âyetler hemen her zaman Müslümanları çalışmaya teşvik etmekte ve onları yeni yeni ufuklara yönlendirmektedir. Ama ne acıdır ki, son birkaç asırdan beri Müslümanlar, çok ciddî bir fikir tembelliği ve atalet yaşamaktadırlar. Eşya ve hâdiselerden kendilerine açılan onca kapı karşısında Kur'ân'a saygıları, hakikate saygıları, imanları ve Kur'ân'ın sarih işaretleri ile kendilerine gelip hakikat aşkı ve ilim aşkı ile şevklenecekleri yerde, ruh, kalb ve akılları itibarı ile hep âtıl yaşamaktadırlar.
Ümidimiz o ki, bundan sonra olsun, Kur'ân'a yeniden sahip çıkacak bir nesil bu hususun gerektirdiği hassasiyeti göstererek bizi içine düştüğümüz fikir tembelliğinden, hakikat körlüğünden kurtarır ve bize kendimiz olma yollarını gösterir.
Bilindiği gibi günümüzde semaya belli vasıtalar ile çıkılmaktadır. Âyet-i kerimede ise –bu sadece bir işaret de olabilir– semalara vasıta ile çıkmanın yanında, vasıtasız çıkmaya da işaret edilmektedir. İlim, teknik ve fen ilerlediği ölçüde, ihtimal ilim adamları bir gün bunu da başaracak ve Allah böyle bir nimeti olduğunu da ortaya koyacaktır. Ayrıca âyet, çalışan ve aklını kullananlara özel olarak seslenmekte ve onların ümit ve meraklarını kamçılamaktadır. "Semaya hangi vasıtalarla çıkılır? Bunun için neler gereklidir?" onu zamanın yorumuna bırakarak gaybî bir tarzda, onlarla semaya çıkılacak her nevi vasıtaya işaret etmekle kalmayıp aynı zamanda insanları böyle bir gayeyi gerçekleştirmeye de teşvik etmektedir.
Arz edeceğimiz şu âyet de –ilâhî maksat mahfuz– yeni yeni vasıtaların icat edileceğine işarette bulunup, araştırma âşıklarına yeni hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için de bir kısım koordinatlar vermektedir:
وَاٰيَةٌ لَهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِه۪ مَا يَرْكَبُونَ
"Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için büyük bir ibrettir. Onlar için, bunun gibi binecekleri daha başka şeyler de yaratacağız." (Yâsîn sûresi, 36/41-42)
Evet, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın lütfettiği nimetlerden biri de insanların denizlerde seyahat ettikleri gemilerdir. Âyetin nazil olduğu dönemde sadece rüzgârın esişine göre yol alan veya küreklerle yürüyen oldukça iptidaî ve basit gemiler vardı. Âyet-i kerimede, nimet ve minnet hususları korunadursun, "Onlar için bunun gibi binecekleri daha başka şeyler de yaratacağız." buyrularak gelecekte icat edilecek olan buharlı gemiler, transatlantikler, motorlu vapurlar, denizaltılar, elektrik atom ve hatta güneş enerjisi ile işleyen daha pek çok deniz vasıtalarına işaretlerin bulunduğunu kabulde hiçbir mahsur olmasa gerek.
O günün Müslümanları etseler etseler ancak yelkenli bir gemiyi tasavvur edebilirlerdi. Ama kat'iyen buharlı ve motorlu bir gemiyi ya da bir transatlantiği düşünemezlerdi. Ne var ki, Kur'ân, "Onlar için bunun gibi binecekleri başka şeyler de yaratacağız." diyerek ilim adamlarına doğrudan doğruya bir fikir veriyor ve yeni yeni vasıtalar icat etmek isteyen kabiliyetlere daha engin ufuklar gösteriyordu. Zamanı gelince o gün için kullanılan iptidaî gemilerin yerini daha modern vasıtalar alacak ve Kur'ân'ın işaretleri ile örgülenen hususlar da bir bir gerçekleşecekti.
Şu anda insanların gelecekte daha ne tür vasıtalar icat edecekleri bilinememektedir. Bilinen bir hakikat varsa o da Kur'ân'ın imalarına göre ufkun her zaman açık olduğudur ki, zamanı geldiğinde pek çok tasarı ve tasavvur, şartlara ve ortama göre realize edilerek bir hayli rüya daha gerçekleşecektir. Bu konuda da modern yorumcuların daha farklı tespitleri olabilir.
3. İleride topluluklar hâlinde İslâm'a girmeler olacaktır
Kur'ân'ın gaybî haberlerinden biri de, insanların bir gün fevç fevç İslâmiyet'e dehalet edeceklerinin onun tarafından müjdelenmesidir. Evet, Kur'ân-ı Kerim:
إِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُوَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللّٰهِ أَفْوَاجًافَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
"Allah'ın yardımı ve fethi geldiği ve insanların fevç fevç Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbini hamd içinde tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri kabul eden biricik Tevvabdır." (Nasr sûresi, 110/1-3)
sûre-i celilesi ile yakın bir gelecekte, insanların fevç fevç İslâmiyet'e dehalet edeceklerini müjdelemişti ki, mü'minlerin gönüllerine inşirah salan bu bişaretin verildiği gün onlara bu konuda ümit verecek herhangi bir emare de söz konusu değildi. Gün geldi bu müjde Mekke'nin fethi ile aynen zuhur etti: Evet Huneyn halkı, Hevâzin kabilesi, Taif ve Necid ahalisi fevç fevç İslâmiyet'e girerek bu bişareti doğruladılar.
Mekke, Ümmü'l-Kurâ (Beldelerin Anası) idi. Fetih öncesinde her taraftan insanlar bölük bölük Kâbe'ye gelir ve orada putlara tazimde bulunurlardı. Fetihle Müslüman olan Ümmü'l-Kurâ halkı, kabile kabile Müslüman olmak üzere Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) meclis-i saadetlerine gelmeye başladı ki, bu fetih ile âdeta bütün gönüller fetholmuştu. Öyleki Veda Haccına gidilen yolda Hz. Ruh-i Seyyidi'l-Enâm binlerce sadık dostu ile muhat bulunuyordu ki, bu da, senelerce önce haber verilen büyük müjdenin tahakkuku demekti.
Ayrıca bu âyetler anlayanlar için İslâm'ın intişarı ve inkişafı ile beraber Resûl-i Ekrem'in vefatını da haber veriyordu. Konu ile alâkalı İbn Abbas'tan (radıyallâhu anh) şöyle bir vak'a nakledilmektedir:
İbn Abbas diyor ki; Hz. Ömer beni, Bedir büyükleri ile birlikte (sohbet ve istişare meclislerine) alıyordu. Bu hâli bazı kimseler hazmedememiş olacak ki, "Bizim onun kadar çocuklarımız var; sen ise onu bizimle aynı meclise kabul ediyorsun!" demiş ve Hz. Ömer'e itirazda bulunmuşlardı. Hz. Ömer de onlara: "Onun kim olduğunu biliyorsunuz!" diye cevap verip meselenin üzerine gitmemişti. Bir gün yine onlarla beraber beni de çağırıp hepimizi aynı meclise kabul etmişti. Bu sefer sırf bu konudaki tercih sebebini onlara göstermek için beni çağırdığını anlamıştım. Hz. Ömer oradakilere: "Cenâb-ı Hakk'ın إِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ kavl-i şerifi hakkında ne dersiniz?" diye sormuştu, onlardan bazıları: "Yardıma ve fethe mazhar olduğumuz zaman Allah'a hamd etmek ve istiğfarda bulunmakla emrolunduğumuzu anlıyoruz." demişlerdi. Bazıları da hiçbir şey söylememişti.
Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bana dönerek: "Ey İbn Abbas, sen de aynı mı düşünüyorsun?" dedi. Ben de: "Hayır!" dedim ve sustum. Hz. Ömer: "Öyle ise ne düşündüğünü söyle." dedi ve bana söz hakkı verdi. Ben de şu açıklamayı yaptım: "Bu sûre, Resûlullah'ın ecelini haber vermektedir. Evet, bu sûrede Cenâb-ı Hak, Resûlü'ne şöyle demektedir: 'Allah'ın nusreti ve fethi geldiği zaman, bil ki bu senin vazifenin bitmesi demektir. Öyle ise hamdederek Rabbini tesbih et ve O'na istiğfarda bulun. O tevbeleri kabul edendir.'"
Bu yorumum üzerine Hz. Ömer: "Bu sûreden ben de senin söylediğini anlıyorum." der.[1] İşte bu cevaptan sonradır ki mecliste bulunanlar Hz. Ömer'in niye İbn Abbas'a bu kadar değer verdiğini anlar ve susarlar.
Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın verdiği bu gaybî haber de aynen zuhur etmiş; afv u mağfirete giden yolları açmak için gelen Nebiler Serveri dilinde afv u mağfiret dilekleri yükselip ruhunun ufkuna ulaşmıştır.
4. Kudüs'ün fethi
Burada kuşbakışı sadece meallerine göz atıp geçtiğimiz âyetler, Kur'ân'ın mucizevî yönlerinden biri sayılan gelecekten verdiği hususlarla alâkalıydı. Mevzuun hacmini aşacağı için, gaybî haberlerle ilgili âyetlerin bütününü sıralamamız elbette ki mümkün değildir. Zira Kur'ân'da 150'den fazla gaybî haberlerle ilgili âyet vardır. Kaldı ki, arz etmeye çalıştığımız âyet-i kerimelerde de sadece sarih haberler türünden olanlara temasla yetinip işârî mânâlarla anlatılmak istenen hususlara hiç mi hiç temas etmedik. Aslında şimdiye kadar müfessirler, işârî tefsirlerde bunlar üzerinde uzun uzadıya durmuş ve onlardan ne hakikat cevherleri çıkarmışlardır.. ve bu mevzuda telif edilmiş dünya kadar kitap mevcuttur. Bunlar arasında Kur'ân'ın kelime ve harflerinden dahi işârî yolla değişik mânâlar çıkaran onlarca müfessir vardır.
Bunlar, bu metotla Kur'ân'dan İstanbul'un fethini, Kudüs'ün Haçlılar tarafından işgal edilip yağmalandıktan sonra tekrar Selahaddin Eyyûbî'nin eliyle Müslümanlar tarafından istirdat edileceği istihracında bulunmuş; dahası bunların tarihlerini bile bildirmişlerdir. Mevzuu müşahhaslaştırmak için bir örnek arz etmede fayda mülâhaza ediyorum:
Kudüs-i Şerif'in, Haçlılar tarafından işgal edilip yağmalanması Müslümanları derinden derine yaralamıştır. Bütün İslâm âleminin kederle kıvrandığı böyle bir dönemde, kendisinden çok şey beklenen ve üzerine aldığı işlerin de üstesinden gelebilen, İslâm'ın yüzünün akı Selçuklu atabeylerinden Nureddin Zengi, evet bu ufuk insan, Kudüs-i Şerif'in Müslümanlar tarafından istirdadından tam 25 sene önce Mescid-i Aksâ'nın ölçülerine uygun bir minber yaptırmış ve onu bir gün Mescid-i Aksâ'ya yerleştiririm ümidiyle, bu minberin yanından her gelip geçişinde sevinç-keder karışımı bir hisle dolup boşalmıştır.
Kendisine, bu minberi niçin yaptırdığını soranlara da o, bu minberi "Mescid-i Aksa için yaptırdım." der dururmuş. "Şu anda Kudüs haçlıların elinde, bu nasıl olacak?" diyenlere de "Ben, İbn Berrecân'ın tefsirinde, Rum sûresine hâşiye düşürülmüş derkenâr bir notta, Haçlıların orada bir kere daha hezimete uğrayacaklarını ve Kudüs'ün yeniden Müslümanların hâkimiyetine geçeceğini, hem de tarihiyle yazılı olarak gördüm. Şimdi İbn Berrecân'ın verdiği o tarihe tam 25 yıl var. 25 yıl sonra ömrüm olursa o minberi oraya koyacağım." dermiş.[2] Ne var ki, Nureddin Zengi'nin ömrü vefa etmemiş; Kudüs'ü fethedip o minberi Mescid-i Aksâ'ya koyma şerefi, onun yetiştirdiği Selahaddin Eyyûbî'ye nasip olmuştur.
Evet, İbn Berrecân, Kudüs Selahaddin Eyyûbî tarafından fethedilmeden senelerce önce bu fethi Kur'ân'ın işârî mânâlarından çıkararak müjdelemiştir.
Benzer bir başka haberi, İbn Cerir et-Taberî, Şûrâ sûresinin tefsirinde zikretmektedir ki, İbn Cerir'in tefsiri hem bir rivayet hem de dirayet tefsiri olup, çok fazla işârî mânâlara ehemmiyet vermeyen bir tefsirdir. Bundan yaklaşık 1100 sene önce yazılan bu tefsirde İbn Cerir, حٰمٓ عٓسٓقٓ harfleriyle ilgili şöyle bir hâdise nakleder:
İbn Abbas'a bu harflerin ne mânâya geldiği sorulur. İbn Abbas'ın yanında Hz. Huzeyfe de vardır; ancak İbn Abbas soruya cevap vermeyip yüzünü ekşitir. Aynı soruyu bir kere daha tekrar ederler ama o yine cevaptan kaçınır. Onun cevap vermeme konusundaki kararlılığını gören Hz. Huzeyfe, soruyu soranlara şunları anlatır: "Bu âyetteki حٰمٓ عٓسٓقٓ harflerinin mânâsını anlayamazsınız. Bu harflerle Fırat havzasındaki bir devletten bahsedilmektedir. Orada Resûl-i Ekrem'in neslinden Abdülilâh veya Abdullah isminde bir kişi, bağiler tarafından öldürülecek ve o idare inkıraza uğrayarak Resûl-i Ekrem'in neslinin yönetimdeki hâkimiyeti de sona erecektir."[3]
Ne enteresandır ki, 1958'de Irak'ta ihtilal olunca Peygamber'in torunu olan Abdulilâh bağiler tarafından orada öldürülmüş ve Kur'ân'ın işârî olarak asırlarca önce bildirmiş olduğu haber de tahakkuk etmiştir. 1300 sene önceden verilen bir haberin aynen vuku bulması, beşerin bilgi ufkunu aşan hadiselerden olsa gerek..!
Harf ilmine vukufiyeti olan Muhyiddin İbn Arabî ve Kuşeyrî gibi âlimler de Kur'ân'ın bu yönüyle meşgul olmuş, işaret ve remiz diliyle pek çok esrardan bahsetmişlerdir. Gerçi bu arada bir kısım kimseler işi bütün bütün çığırından çıkararak Hurufiliğe dalmışlardır ama, ifrata-tefrite sapmayan bir hayli yorumcu o argümanları kullanarak Kur'ân'ın çağlara ışık tutacak nice esrarına ulaşmışlardır ki, mevsimi gelince hepsi birer birer zuhur edivermiştir. Bu türlü şeyler, ya Kur'ân'ın remiz ve işaretlerine verilmiş ya da Kur'ân'ın bu müstesna talebelerinin mânevî ufuklarına tecelli dalga boyunda birer tayftan ibarettir.
Aslında bu konuda daha pek çok misal verilebilir. Ancak hepsini burada zikretmek mümkün olmadığından şimdilik bu misallerle yetinmek istiyoruz. Zikredilen bu örneklerden de açıkça anlaşılacağı üzere, Kur'ân, kat'iyen bir beşer sözü olmayıp o, geçmiş ve geleceği bütün detaylarıyla bilen Cenâb-ı Hakk'ın mu'ciz bir beyanıdır.
[1] Buhârî, meğâzî 51, tefsîru sûre (110) 4; Tirmizî, tefsîru sûre (110) 1.
[2] el-Makdisî, er-Ravdateyni fî ahbâri'd-devleteyni'n-Nûriyye ve's-Salâhıyye 3/394-395; el-Âlûsî, Rûhu'l-meânî 1/102.
[3] et-Taberî, Câmiu'l-beyân 25/6.
- tarihinde hazırlandı.