İslâm’da Zekât
Zekât, İslâm’ın üzerine bina edildiği beş temel esastan biridir. Din, bu esaslar üzerinde kaimdir. Bunlardan birinin olmadığı yerde sağlıklı bir İslâmî hayattan bahsetmek mümkün değildir. Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) feraseti içinde, Müslüman olup önceden İslâm’ın bütün mükellefiyetlerini kabullendiklerine dair ahit verdikleri hâlde, daha sonra, “Namaz kılar, oruç tutarız ama zekât vermeyiz!” diyen kabilelerin savaş ilanıyla tehdit edilmesi,[1] bu prensiplerden birinin dahi ihmaline müsaade edilemeyeceğini göstermektedir.
İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını görmek için infakta bulunmak, Allah ahlâkıyla ahlâklanmanın bir gereği ve emaresidir. Kendi ahlâkıyla ahlâklanan kimseleri ise Allah, asla ihmal etmeyecek, dünyevî ve uhrevî hüsrana uğratmayacak ve rububiyetine yakışır şekilde mükâfatlandıracaktır. Bunun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma”yı tavsiye buyurmak[2] suretiyle ümmetine, kurbet-i ilâhiyeye giden yolu göstermektedir. Bunun mânâsı, Cenab-ı Hakk’ın, zât-ı ecell ü a’lâsına ahlâk edindiği ulvî hasletleri, kendi faniliğimiz ve beşerî kalıplarımız çerçevesinde yaşamaya çalışarak O’nun kurbet koridorlarından gelen esintilerle hayatımıza yön vermemiz demektir.
Böylesine ehemmiyet arz eden bir ibadetin, Asr-ı Saadet’ten başlayarak geçirdiği safhaları ve bu farklı dönemlerdeki iktisadî durumu bir nebze de olsa arz etmekte yarar var. Bu sebeple Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminden başlayıp Raşid Halifeler devrine kadar zekâtın seyrini ortaya koymaya, daha sonra da bir mukayese yaparak İslâm’la diğer dinlerin konuya bakışlarını arz etmeye çalışacağız.
1. Asr-ı Saadette Zekât
Zekâtın farz kılınışı konusuna geçmeden evvel, istihsal ve istihlak, yani üretim ve tüketim açısından o günkü durum, hazinenin genel hâli, bu konudaki denge ve paradaki canlılık açısından Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dönemindeki iktisadî yapılanmaya kısaca temas etmekte fayda görüyoruz.
Peygamberliğin başlangıcından Medine devrinin son senelerine kadar, iktisadî hayat adına çok ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Bu sıkıntıların büyük çoğunluğu Mekke devrinde gerçekleşmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Hatice Validemizin malı da dâhil olmak üzere elinde ne varsa hepsini, insanları Allah’a davet uğrunda eritmiştir. İlk defa İslâm’la serfiraz olanlar genellikle fakir insanlardı; zengin olanlar ise zaten her şeylerini bu yolda feda etmeye hazırlardı ve öyle de yaptılar. Hatta denilebilir ki bu sıkıntı, Huneyn savaşının sonuna kadar devam etti.
Mevzua bir başka perspektiften baktığımızda saadet asrında çok sade bir yaşantının hükümferma olduğunu görürüz. Yine karşımıza kazanma ve harcamada dupduru bir hayat çıkmaktadır. Bununla birlikte devlet hazinesinin, gelir-gider açısından ulaştığı denge ve ekonomik hayatta ölü yatırımların azlığı sebebiyle parada yaşanan canlılık, oldukça dikkat çekicidir.
Şimdi de bu hususu kısaca izaha çalışalım.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları bir taraftan iman noktasında zirvelere ulaştırma gayreti içindeyken, diğer taraftan da onların içtimaî hayatlarına eğiliyor ve cahiliye döneminden kalma bir takım yanlış fiillerden onları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bu, aynı zamanda cemiyetin çok yönlü bir yükseliş vetiresine girdiğinin göstergesiydi. Bu yükseliş hızlanarak devam etti ve çok kısa bir müddet içinde semerelerini vermeye başladı.
Fazilet, mükemmel cemiyetlerin lazım-ı gayr-ı müfarıkı (ayrılmaz bir özelliği) ve herkes için ulaşılması gereken bir idealdir. Asr-ı Saadet, bizim için bu noktada da nümune bir tablo çizmektedir. O dönemde, haksız kazancın ortadan kaldırılmasının yanında, fertlerin her alanda olduğu gibi kazanma meselesinde de fazilet yarışı içinde oldukları bir gerçektir. Zira o dönem insanları Kur’ân’dan aldıkları,
وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ
- “İnsan için emeğinden başkası yoktur ve emeğinin karşılığı da mutlaka görülecektir.”[3] dersiyle çalışmanın kutsiyetini kavramışlardı.
Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَا أكَلَ أحَدِ طَعَامًا قَّطُّ، خَيْرًا منْ أنْ يَأْكُلَ ِمنْ عَمَلِ يَ ِد ِه، وَإنَّ نَ ِبيَّ ا ِللَّه دَاوُدَ عَلَيْ ِه السَّلمُ كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ “Kişi kendi emeğinden daha hayırlı bir şey yiyemez. Şüphesiz Allah’ın Nebisi Dâvûd (aleyhisselâm) kendi el emeğini yerdi.”[4] ifadesiyle, başta sahabe efendilerimiz olmak üzere bütün ümmetine, çalışmaya giden yolları gösteriyordu.
Yine istiğna prensibini ashab arasında yerleştirmek için İnsanlığın İftihar Tablosu şöyle buyuruyordu:
لَنْ يَحْتَطِبَ أحَدُكُمْ حُزْمَةً عَلَى ظَهْرِهِ خَيْرٌ مِنْ أنْ يَسْألَ أحَدًا فَيُعْطِيَهُ أوْ يَمْنَعَهُ
“İpinizi alıp sırtınızda odun taşımanız, verene-vermeyene el açmanızdan hayırlıdır.”[5]
Hayatlarını semavî ölçülerle dizayn eden o altın topluluk için bunlar çok şey ifade ediyordu ve âdeta cüz’i iradelerini bu beyanlara teslim etmenin rahatlığıyla hareket ediyorlardı. Elbette bu ifadeler, onlar arasında hemen hüsnükabul görmüş, yaşanır hâle gelmişti. O derece ki sahabi, atın üzerindeyken elindeki kamçısı düşünce bile, onu başkalarından istemekten istiğna ediyor ve bizzat kendisi inip alıyordu.[6] Zira Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları dilenmekten, başkalarına el açmaktan menetmişti ve onlara göre her türlü isteme, dilencilik kapsamına giriyordu.
Aynı şekilde o güne kadar toplumun belini kıran amansız bir illet olan faiz, tamamen iktisadî hayattan sökülüp atılıyor ve toplum böyle büyük bir kambur ile yaşamaktan kurtarılıyordu.
Âdeta her fert,
مَثَلُ الْمُؤْمِنِينِ فِي تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعَاطفِهِمْ مَثَلُ الْجَسَد إذَا اشْتَكَى منْهُ عُضْوٌ تَدَاعَى لَهُ سَائرُ الْجَسَ ِد ِبالسِبالسَّهَ ِر وَالْحُمَّى
“Müslümanların birbirlerini sevme, merhamet etme ve şefkat göstermedeki misalleri tek bir bedenin azaları gibidir; bir uzuv rahatsız olsa, bütün beden acı çeker, uykusuz kalır.”[7] ölçüsünü rehber edinmiş ve kendi şahsî hayatını unutmuştu. Herkes, din kardeşinin daha iyi yaşayabilmesi için kendi rahatından feragat eder duruma gelmişti.
Kazançta durulaşıp saflaşmanın yanında, harcama ve tüketimde de müthiş bir denge vardı. İsraftan tamamen uzaklaşılmıştı. Toplumda israf ekonomisi olarak tanımlanacak herhangi bir yara yoktu. Çoğu zaman zaruri ihtiyaçlardan bile fedakârlık ediliyor, para ve emtia, dinin ikâmesi ve muhtaçların görülüp gözetilmesi istikametinde daha değerli bir yerde kullanılıyordu.
Bu hal aslında pek tabii idi. Zira mü’minin kazancı da, tüketimi de ilâhî prensipler çerçevesi içinde olmalıydı. O, ne Rabbin gazabını celp edecek israfa ne de diğer insanların iştahını kabartacak mahiyette bir harcama içine girebilir. Hiçbir hayra medar olmayan, kimseye fayda getirmeyen, herhangi bir potansiyeli harekete geçirmeyen, cemiyet bünyesinde ölü bir mıntıkayı canlandırmayan tüketimlerin, mü’minin hayatında yeri yoktur. Mü’min için, düştüğü her ortamda yeni rüşeymlere hayat bahşeden bir harcama söz konusu olmalıdır ve o kutlu dönem bunun canlı misalleriyle doludur.
Böyle olduğu içindir ki kin ve nefret, başka toplumları kırıp geçirmesine rağmen mü’minler arasında kendine yer bulamamış ve toplumsal hayatta her fert üretici ve aktif hâle gelmişti. Dinin, hayatı kucaklayan diğer yönleri de harekete geçirildiğinden ve din bir bütün olarak yaşandığından dolayı içtimaî rahatsızlıklar bütünüyle ortadan kalkmış, sıkıntılar asgari seviyeye inmiş, hatta bazıları itibarıyla büyük ölçüde sıfırlanmıştı. Öyle ki, bu içtimai yapının gelişerek devamı sayesinde ileriki yıllarda öyle bir seviyeye ulaşılmıştı ki, sadaka ve zekât vermek isteyenler, bunları alacak şahıs bulamadıklarından dolayı üzüntü ile geri dönerken, devletçe işe el atılmış ve onları, böyle bir vecibeyi yerine getirmekten mahrum bırakmamanın çareleri bulunmaya çalışılmıştı.
ıı.Hazinede Denge
Mekke hayatı bilinmezlerle doludur. Orada bir merhaleye kadar tebliğ açıktan yapılamadığı gibi, yeni teşekkül etme durumunda olan Müslümanların malî yapısı da tam netlik kazanmamıştır. O dönemde hemen her şey, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve birçok sahabinin kendi imkânları dâhilinde yaptıkları malî fedakârlıklarla yürüyordu; malın toplanması ve dağıtımıyla ilgili sistemleşmiş bir ünite henüz yoktu. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam), kendisine ulaştırılan yardımları, ihtiyaç hissedilen yerlere ya bizzat kendisi ya da bazı sahabilerin eliyle ulaştırıyordu.
Medine döneminin ilk yıllarında da nispeten devam eden bu şartlar, bir müddet sonra yerini bolluk ve berekete bıraktı. Gerek Müslümanlardan alınan zekât, öşür ve sadakalar, gerekse maddî cihadın getirdiği fey ve ganimetler hazineyi doldurdu. Zaten Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) hazineyi müthiş denecek ölçüde dengeli kullanıyordu. Kesinlikle ölü yatırıma tek kuruş hacanmıyor ve eldeki imkânlar sadece olması gereken yerlere sarf ediliyordu. Bunun yanında gerekli yerlere yapılan harcamalar da yine dengeyi bozmayacak şekildeydi.
ııı.Parada Canlılık
Bu dönemin ticarî hayatında hüküm süren alışveriş, hem takas veya mal mübadelesi diyebileceğimiz usûl üzere hem de günümüzdeki şekliyle para karşılığı emtia usûlü üzere yapılıyordu. O gün kullanılan para birimleri, dirhem ve dinardı. Dirhem gümüşten, dinar ise altından yapılıyordu. Bunların, para birimi olma özellikleri yanında, zatî değerleri de vardı. Her yönüyle yeni teşekkül eden bu toplumda, hemen her alanda var olan canlılık paraya da aksetmiş, iktisadî hayata hareket gelmiş ve neticede her türlü mübadele unsurunda müthiş bir canlılık meydana gelmişti. Öyle ki toplumda artık âtıl ve cansız hiçbir şey yoktu. Ruh ve kalb plânındaki diriliş, âdeta çarşı-pazara, oradan da fertlerin cüzdanlarına aksetmiş ve böylece her şey canlı bir keyfiyete ulaşmıştı. Dolayısıyla bu dönemde âtıl paralara, stoklara, altın ve gümüş yığınlarına rastlamak âdeta mümkün değildi. Hatta çoğu zaman, kadınların boyunlarındaki ve kollarındaki takılar bile bu durumdan nasibini alıyor, çarşı-pazarda ayrı bir canlılığa vesile oluyordu.
Bir ihtiyaç ânında kadınların himmetine müracaatta bulunan Allah Resûlü’nün, onlardan da infak etmelerini istemesi ve neticede ortaya bırakılan bilezik, küpe gibi zinet eşyalarının teşkil ettiği yekün bunun en çarpıcı misalidir.
b.Mükellefiyet Olarak Zekât
Mekke döneminde genellikle iman esasları üzerinde durulduğu, ahkâma ait meselelerin –büyük çoğunluğu itibarıyla– Medine döneminde farz kılındığı hemen herkes tarafından bilinen hususlardandır. Dolayısıyla Mekke’de inen sûrelerde zekâttan bahsedilse bile, farz bir müessese olarak bugünkü mânâda zekât, Medine’de, hicretin ikinci senesinde ele alınmıştır.
Başta da söylediğimiz gibi Mekke’de inen sûrelerin bir kısmında zekât ıstılahî anlamının dışında tezkiye ve temizlik gibi mânâlarda kullanılmış, bazı âyetlerde ise daha önceki peygamberlerle onların ümmetleri arasındaki münasebetlerle ilgili olarak zikredilmiştir. Bununla birlikte bu âyetlerin bir kısmında, mü’minler anlatılırken, onlara ait bir sıfat olarak zekât verdiklerinden bahsedilmiştir. Başka bir âyette de malın artması düşüncesiyle faiz olarak alınan para bulaşmış malın Allah katında bir bereketi olmayacağı için aslında artmayacağı, ancak Allah rızası gözetilerek verilen zekâtın malda devamlı artışa sebep olacağı anlatılmaktadır.[8] Mekke’de inen bir başka âyette ise müşrikler kınanırken, onların ortak özellikleri olarak zekât vermemeleri ve ahireti inkâr etmeleri nazara verilmektedir.[9]
Yine Mekke’de inen şu âyette, toprak mahsulü olan hububat ve bilhassa meyvelerden bahsedildikten sonra,
كُلُوِا مِنْ ثَمَره إذَا أثْمَرَ وَآتوُا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَ ِاد ِه وَلَ تُسْ ِرفُوا ِإنَّهُ لَ ي ِحُبُّ الْمُسْ ِر ِفينَ
“(Bütün bu bitkilerin, ağaçların) her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin, hasat günü de hakkını verin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”[10] denilerek, bir nevi öşre hazırlık yapılmış ve israfla tasadduk arasındaki farka dikkat çekilmiştir.
Habeşistan’da bulundukları sırada Cafer İbn Ebî Talib’in, Necaşî karşısındaki konuşmasında namaz ve zekâttan bahsetmesi,[11] Mekke döneminde bu ibadetler hakkındaki hazırlık aşamasının şahıslarda oluşturduğu kanaati göstermesi bakımından önemlidir. Zira zekât, daha evvel de bir münasebetle üzerinde durulduğu gibi Kur’ân’da büyük çoğunlukla hep namazla beraber zikredilmiştir. Yalnız ilk başlarda bahis mevzuu edilen namaz ve zekâttan maksat, günlük beş vakit namaz ve şartları ile nisabı belli olan zekât değil, mutlak mânâda namaz ve zekâttır. Zira o gün için bu ibadetler, birer fariza olarak yerine getirilmiyordu. Bütün bunlar bize, Kur’ân’ın, insanları hidayete davet ederken kullandığı “tedricilik” metodunu, zekâtla ilgili olarak da kullandığını göstermektedir.
Evet, bu tedricilikte zekât, ilk plânda başka mânâlarda kullanılarak dikkatler onun üzerine çekilmiş, ardından önceki ümmetlerin faziletlerinden bahsedilirken o faziletlerden biri olarak zekât vermeleri zikredilmiş ve böylelikle malî mükellefiyet hususunda merak uyandırılmış, daha sonra da mü’minlerin vasıfları methedilerek kâfirlerin zekât vermedikleri üzerinde durulmuş ve mü’minin zekâttan asla vazgeçemeyeceği anlatılmıştır.
Aslında bu, Kur’ân’ın tebliğ metodudur ve dini tebliğde, insanla bütünleşmiş birçok yanlış alışkanlıkların koparılıp atılmasından; namaz, zekât ve oruç gibi bedenî ve malî güç isteyen ibadetlere kadar birçok meselede bu tedricilik prensibi esas alınmıştır. Bu ise Allah’ın, kullarına olan merhametinden başka bir şey değildir. İnsanlara, birden bire mükellefiyetlerle altından kalkamayacaklarını zannedecekleri bir atmosfere sokmadan, alıştıra alıştıra ve kendi gönül rızalarıyla huzuruna yaklaşabilecekleri yolları gösterme, ilâhî rahmetin tecellisinden başka bir şey olmasa gerek.
Farz Kılınması
Zekâtın, nisap ve şartlarıyla birlikte verilmesi gerekli bir vecibe olarak farz kılınması, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ancak Medine döneminde, orucun farz kılınmasından sonra ve hicretin ikinci senesinde vuku bulmuştur.
Zekâtın farziyetini anlatan birçok âyet ve hadis vardır. Bunlardan bir kısmını şöylece zikredebiliriz:
Âyetler:
وَأقِيمُوا الصَّلةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ “Namaz kılın ve zekât verin.”[12]
أقِمْنَ الصَّلَةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ “Namaz kılın ve zekât verin.”[13]
أقَامُوا الصَّلَةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ“Namaz kılar ve zekât verirler.”[14]
أقَامَ الصَّلَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ“Namazı kılar, zekâtı da verir.”[15]
لَئِنْ اَقَمْتُمُ الصَّلٰوةَ وَاٰتَيْتُمُ الزَّكٰوةَ “Şayet namaz kılar, zekât verirseniz…”[16]
وَأقَامُوا الصَّلَةَ وَأنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَنِيَة “Namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık olarak infak ederler.”[17]
خُذْ مِنْ أمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيِهِمْ ِبِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلَتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ “Onların mallarından sadaka al ki o sadaka vasıtasıyla onları temizleyesin, kirlerinden arındırasın. Ve onlara dua et; çünkü Senin duan, onlar için huzur sebebidir.”[18]
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِنَ اللهِ وَالله عَلِيمٌ حَكِيمٌ “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak fakirlere, düşkünlere, zekât üzerinde çalışan (zekât toplayan) memurlara, kalbleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, köle azadına, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur (toplanan zekât, ancak bu sayılan yerlere verilir). Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”[19]
Hadis-i Şerifler:
Başta Sahih-i Buhârî ve Müslim olmak üzere hemen bütün hadis kitaplarında zikredilen ve “Cibrîl hadisi” olarak bilinen hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine İslâm sorulunca,
الِسْلمُ أنْ تَعْبُدَ اِللهَ وَل تُشْرِكَ ِبِهِ شَيْئًا وَتُقيمَ الصَّلةَ وَتُؤَ ِدّيَ الزَّكَاةَ المَفْرُوضَةَ وَتَصُومَ رَمَضَانَ
- “İslâm, yalnızca Allah’a ibadet etmek, O’na hiçbir şekilde hiçbir şeyi ortak kabul etmemek, namaz kılmak, farz olan zekâtı vermek ve Ramazan orucu tutmaktır.”[20] buyurarak zekâtın, İslâm’ın temel esaslarından bir vecibe olduğunu bildirmektedir.
İslâm’ın beş temel esasının anlatıldığı bir başka hadislerinde Allah Resûlü şöyle buyurmuştur:
بُنِيَ الِسْلمُ عِلَىِ خَمْسِ شِهَادَةِ أنْ لِ إِلَهَ إِلَّ الله وَأنِّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ وَإقَام الصَّلةَ وَإيتَاءِ الزَّكَاة وَالحَجِّ وَصَوْم رَمَضَانَ
“İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, Allah’ın Resûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucu tutmak.”[21]
Bahreyn dolaylarında yaşayan Abdülkays topluluğu, Mudar kabilesinin tecavüzlerinden korkmaları sebebiyle Efendimiz’in ziyaretine sadece savaşların durduğu “haram aylarda” gelebileceklerini bildirmişler ve Efendimiz’den, kendilerine Cennet’in kapılarını açacak tavsiyeler istemişlerdi. Bu talepleri karşısında İnsanlığın İftihar Tablosu’nun onlara emrettiği, dinin esası sayılan şeyler şunlardı: Allah’a iman ve Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun Resûlü olduğuna şehadet, namaz, zekât ve Ramazan orucu.[22]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Muaz İbn Cebel’i (radıyallâhu anh) Yemen’e gönderirken şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Oraya ulaştığında ilk olarak onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun Resûlü olduğuna davet et. Şayet bu hususta sana itaat ederlerse Allah’ın, günde beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bu hususta da sana itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir sadakayı (zekâtı) da farz kıldığını haber ver. Şayet bu hususta da itaat ederlerse, zekâtlarını toplarken mallarının en iyilerini alma; mazlumun bedduasından da çekin. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.”[23]
Bâdiyeden (şehir hayatından uzaktan, çölden) gelen birisi ile Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında şöyle bir konuşma geçer:
- Ya Muhammed! Bize senin elçin geldi ve senin, Allah tarafından gönderildiğini söylediğini ifade etti?
- Doğru söylemiş.
- Peki semayı kim yarattı?
- Bu dağları kim dikti ve bu şekilde kim tahkim etti?
- Semayı ve arzı yaratan ve bu dağları böyle diken adına soruyorum, seni Allah mı gönderdi?
- Senin elçin, günlük bize beş vakit namazın farz olduğunu söylüyor.
- Doğru söylemiş.
- Seni gönderen adına söyle, Allah mı böyle emretti?
- Senin elçin, mallarımızın zekâtını vermemiz gerektiğini söylüyor.
- Doğru söylemiş.
- Seni gönderen adına söyle, Allah mı böyle emretti?
- Senin elçin, Ramazan orucunun bize farz olduğunu söylüyor.
- Doğru söylemiş.
- Seni gönderen adına söyle, Allah mı böyle emretti?
- Yine senin elçin, gücü yeten için haccın farz olduğunu söylüyor.
- Doğru söylemiş.
Bu konuşmadan sonra adam arkasını dönüp giderken, “Seni hakla gönderene yemin olsun ki, söylediğin kadarını yaparım, ne fazla ne az!” deyince, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: لَئِنْ صَدَقَ لَيَدْخُلَنَّ الْجَنَّةَ “Şayet doğru söylüyorsa mutlaka Cennet’e girer.”[24]
Bu hadisin Sahih-i Buhârî’deki rivayetinde, gelen şahsın şu sözlerine de yer verilmiştir: “Senin getirdiğin şeylerin hepsine iman ettim. Ben kavmimin elçisiyim. Ben, Sa’d İbn Bekr kabilesinden Dımâm İbn Sa’lebe’yim.”[25]
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine biat eden sahabeden, zekât vermeleri sözünü aldığı da çok bilinen hususlardandır.[26]
Bu hadislerin yanında, hangi maldan ne kadar zekât verileceğini bildirdiği her yerde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kullandığı ifadeler, aynı zamanda zekâtın vazgeçilmeyecek bir farz olduğunu göstermektedir ki, bu konu ileride tafsilatıyla ele alınacaktır.
Aslında burada zekâtın farz oluşuna dair daha fazla delil zikretmek mümkündür. Yalnız biz, bunların bir kısmı, konu işlenirken ve ihtiyaç anında zikredileceği için burada bu kadarlıkla iktifa ediyoruz.
Devletin Organizesi
Kur’ân’ın, zekâtın sarf edileceği yerlerden birisi olarak, وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا “Zekât işinde çalışanlar…”[27] ifadesiyle zekât memurlarına yer vermesi, bunun daha çok bir devlet organizesiyle gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Muaz İbn Cebel’i (radıyallâhu anh) Yemen’e zekât toplama vazifesiyle (âmil olarak) gönderdiğini en güvenilir hadis kaynakları nakletmektedir.[28]
Sahabe arasındaki genel eğilim de zekâtlarını âmiller vasıtasıyla beytülmale vermek şeklindeydi. Efendimiz’in âhiret diyarına hicret etmesinden sonra da sahabe, zekâtlarını Hazreti Ebû Bekir’e ve onun âmillerine, ondan sonra da Hazreti Ömer’e ve onun âmillerine vermeye devam etmişlerdir.
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), zekât memuru olarak vazifelendirdiği sahabilerden bildiğimiz bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Muaz İbn Cebel (radıyallâhu anh), Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), Übey İbn Ka’b (radıyallâhu anh), Zeyd İbn Harise (radıyallâhu anh), İbnü’l-Lütbiyye (radıyallâhu anh), Mahmiye İbn Cez’ (radıyallâhu anh), Ebû Râfi’ (radıyallâhu anh), Kays İbn Sa’d İbn Ubade (radıyallâhu anh), Muhammed İbn Mesleme (radıyallâhu anh) ve Ubade İbn Samit (radıyallâhu anh).
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesinden ve sırasıyla Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anhümâ) devlet başkanı olmasından sonra da Enes İbn Malik, Abdullah İbn Sa’di, Ebû Ubeyde İbn Cerrah ve İmran İbn Husayn gibi kimselerin zekât memurluğu vazifesini ifa ettikleri yine bilinen hususlardandır.
2. Hulefa-i Raşidin Dönemi
Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra devlet başkanlığı vazifesini ilk olarak deruhte eden Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) duruşu, zekâtın hem önemini gösterme hem de içtimaî hayatta tatbikini ortaya koyma yönüyle çok manidardır.
Değişik bahanelerle zekât mükellefiyetinden kaçmak isteyenlere karşı o, net bir tavır ortaya koymuş ve gerekirse Resûlullah döneminde zekât olarak alınan miktarın en küçüğünü bile vermeyenlere karşı savaş ilan edeceğini afak-ı âleme ilan etmiştir.
Hâdiseyi Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatından sonra Ebû Bekir (radıyallâhu anh) hilafete geçti. Bu arada bir kısım kabileler dinden dönmüştü. (O, dinden dönenlerin yanında zekât gibi bazı mükellefiyetleri yerine getirmek istemeyen kimselere de savaş ilan etmek isteyince) Ömer (radıyallâhu anh), ‘Ey Ebû Bekir! Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Lâ ilâhe illallah’ deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Kim ‘Lâ ilâhe illallah’ derse –Allah hakkı müstesna– bana karşı malını ve canını garanti etmiş olur. Hesabı ise Allah’a aittir.’ dediği hâlde sen nasıl o insanlarla savaşırsın?’ şeklinde itiraz etmiş, bunun üzerine Ebû Bekir (radıyallâhu anh), ‘Vallahi namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka mücadele ederim. Çünkü zekât, malın hakkıdır. Allah’a yemin olsun ki Resûllullah devrinde verdikleri bir oğlağı bile bana vermezlik ederlerse onları bu hareketlerinden menetmek için savaşırım.’ dedi. Bunun üzerine Ömer (radıyallâhu anh), ‘Allah’a yemin olsun ki bu, Allah’ın, Ebû Bekir’in kalbine hakikati ilham etmesinden başka bir şey değildir. Neden sonra ben de bunun hak olduğuna kanaat getirdim.’ dedi.”[29]
Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh), kararlılık ve dinî meselelerdeki hassasiyeti “Namaz kılarız ama zekât vermeyiz.” düşüncesini bertaraf etmiş ve böylelikle zekât müessesesi yeniden rayına oturmuştur. Onun döneminde, Hazreti Ömer, Ebû Ubeyde ve Muaykıb İbn Ebî Fatıma gibi kimseler zekât organizesinde vazife almışlardır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde henüz çekirdek halinde olan beytülmal (devlet hazinesi), Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) hilafetinde sistematize edilmiş ve belli esaslara bağlanarak sağlam temeller üzerine oturtulmuştur.
Zekât müessesesinin sistemli şekilde işletilmesi neticesinde, Hulefa-i Raşidin’in beşincisi kabul edilen Ömer İbn Abdülaziz devrinde orta tabakanın kuvvetlendiği ve zekât verilecek fakirin kalmadığını görüyoruz. Zaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu neticeyi gayb-aşina gözüyle çok önceden görmüş ve şu sözleriyle bunun müjdesini vermiştir:
تَصَدَّقُوا فَإِنَّهُ يَأْتِي عَلَيْكُمْ زَمَانٌ يَمْشِي الرَّجُلُ ِبِصَدَقَتِهِ فَل يَجِدُ مَنْ يَقْبَلُهَا يَقُولُ الرَّجُلُ لَوْ جِئْتَ ِبِهَا ِبِالمْسِ لَقَبِلْتُهَا فَأمَّا اليَوْمَ فَلَ حَاجَةَ لِي ِبِهَا
“Tasadduk edin; zira çok yakında öyle bir zaman gelecek ki bir insan, elinde sadakası (zekâtı) ile dolaşacak da onu kabul edecek kimseyi bulamayacak. Öyle ki, birine vermek istediğinde, vermek istediği kişi, ‘Şayet dün gelseydin kabul ederdim. Ama şimdi ihtiyacım yok.’ diyecek.”[30]
Başka bir hadislerinde ise Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mal çoğalıp sadaka verilecek kimse kalmayacağı âna kadar kıyametin kopmayacağını bildirerek bu hakikate işaret etmektedir.[31]
İşte Hazreti Ömer’in torunu Ömer İbn Abdülaziz dönemi, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdesini verdiği bu hâle şahit olmuştur. Zira zekât, fonksiyonunu eda etmiş ve fakir zümreyi cemiyete orta sınıf olarak kazandırmıştır. Neticesinde de normal şartlarda kimsenin zekâta ihtiyacı kalmamıştır. Alacak kimse bulunamayınca, çare olarak zekât ve sadaka vermek isteyenlerin elinde kalan parayı devlet toplamak zorunda kalmıştır.
Ömer İbn Abdülaziz hazretleri, hilafet müddetinin kısalığına rağmen adaleti temin etmiş, zulmün önünü almış ve hak sahibine hakkını ulaştırmıştır. Zira o, her gün halkının arasına bir münadi gönderiyor ve şöyle ilanda bulunuyordu: “Borçlular nerede? Evlenmek isteyenler yok mu? Fakirler nerede? Yetimler var mı? Gelsinler, onların hepsinin ihtiyaçlarını gidereyim.”[32]
[1] Buhârî, zekât 1.
[2] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 8/184; Hatib el-Bağdadi, Tarih-i Bağdat, 3/701.
[3] Necm sûresi, 53/39-40.
[4] Buhârî, büyû 15; İbn Mâce, ticârât 1.
[5] Buhârî, zekât 50; Müslim, zekât 107.
[6] Bkz.: Müslim, zekât 108; Ebû Dâvûd, zekât 27.
[7] Buhârî, edeb 28; Müslim, birr 66.
[8] Bkz.: Rûm sûresi, 30/39.
[9] Bkz.: Müddessir sûresi, 74/42-44.
[10] En’âm sûresi, 6/141.
[11] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 1/461.
[12] Bakara sûresi, 2/43, 83, 110; Nisâ sûresi, 4/77; Hac sûresi, 22/78; Nûr sûresi, 24/56; Mücadele sûresi, 58/13; Müzzemmil sûresi, 73/20.
[13] Ahzâb sûresi, 33/33.
[14] Bkz.: Bakara sûresi, 2/277; Tevbe sûresi, 9/5, 11, 18; Beyyine sûresi, 98/5; Bakara sûresi, 2/3; Mâide sûresi, 5/55 Enfâl sûresi, 8/3; Tevbe sûresi, 9/71; Neml sûresi, 27/3; Lokman sûresi, 31/4.
[15] Bakara sûresi, 2/177; Tevbe sûresi, 9/18.
[16] Mâide sûresi, 5/12.
[17] Ra’d sûresi, 13/22; Fâtır sûresi, 35/29; Enfâl sûresi, 8/3.
[18] Tevbe sûresi, 9/103.
[19] Tevbe sûresi, 9/60.
[20] Buhârî, imân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, imân 5, 7.
[21] Buhârî, îmân 40, ilm 25, mevâkıt 2, zekât 1, farzu’l-humus 2, menâkıb 5, edeb 98, ahbâr 5, tevhîd 56; Müslim, imân 23-24, eşribe 39.
[22] Buhârî, imân 53; zekât 1.
[23] Buhârî, zekât 62, 40; Müslim, imân 29, 31.
[24] Müslim, imân 6.
[25] Buhârî, ilim 6.
[26] Bkz.: Buhârî, zekât 2; Müslim, imân, 97, 99.
[27] Tevbe sûresi, 9/60.
[28] Bkz.: Buhârî, zekât 62, 40; Müslim, imân 29, 31.
[29] Buhârî, zekât 1, istitâbe 3; Müslim, imân 32.
[30] Buhârî, zekât 9, 16, fiten 25; Müslim, zekât 58.
[31] Bkz.: Buhârî, zekât 9; Müslim, zekât 61.
[32] İbn Kesir, el-Bidâye, 9/208-209.
- tarihinde hazırlandı.