Zekât Verilmesi Gereken Mallar - Diğer Mallar

Zekât Verilmesi Gereken Mallar - Diğer Mallar

  1. Arabanın Zekâtı
  2. Gayrimenkuller
  3. Rikâz
  4. Ziraî Mahsuller
  5. Ticaret Eşyası

C. Arabanın Zekâtı

İnsanın zaruri ihtiyaçları arasında ev, ev eşyası, giyecek, yiyecek ve içeceğin yanında binek vasıtası da sayılmaktadır. Meseleye zaruri ihtiyaç maddeleri açısından bakıldığında binek vasıtasına zekât düşmeyeceği anlaşılmaktadır. Ancak ev ve eşyada olduğu gibi arabada da lükse kaçma, normal bir araba ile giderebileceği ihtiyacını bunun üç-beş katı hatta bazen çok daha fazla fiyat vererek lüks arabalarla giderme meselesine gelince, burada zekâtın söz konusu olacağını söylemek mümkündür. Zira bunlar, lüks eşya olmaları sebebiyle havaic-i asliye sınırlarını aşmışlardır ve ihtiyat açısından maliyetleri göz önünde bulundurularak zekâtları verilmelidir.

Böyle davranmak, servet düşmanlığı şeklinde zuhur edebilecek birçok komplikasyonun önünü daha baştan alır ki, zekâtın içtimaî hayat adına getirdiği maslahatlar adına bu çok önemlidir. Dolayısıyla bir yanda ille de lüks arabaya bineceğim diyen kimselerin önüne engel konulmazken, diğer tarafta fakirin iştahı kabartılarak zengine karşı kin ve nefretle dolmasının önüne geçilmiş olur.

Araba binek vasıtası olarak kullanılmıyor, ticareti yapılıyorsa, sair ticari emtia gibi değerlendirilir ve 1/40 oranında zekâtı verilir. Ama araba, bir işte kullanılıyorsa kendinden değil, getirdiği gelirden zekât verilir. Bilhassa büyük şehirlerimizde çalışan taksi, dolmuş ve otobüslerle, şehirlerarası yolcu taşımacılığı yapan vasıtalar bu sınıfta zikredilebilir. Aynı şekilde yük taşımacılığında kullanılan kamyon ve tırlar da gelirlerinden zekât verilecek vasıtalardandır. Hava taşımacılığında kullanılan vasıtalar da aynı kategoride değerlendirilmelidir. Yine aynı şirket bünyesinde, şirketin maksatları doğrultusunda çalıştırılan vasıtaların durumu da aynıdır ve bunlar, fabrikalardaki alet ve makinalara benzerler. Yani bu aletlerin kendilerine zekât düşmez fakat getirdiği gelir, mükellefin sair gelirlerine katılarak, nisaba ulaştığı takdirde 1/40 oranında zekât verilir.

D. Gayrimenkuller

İslâm’ın ortaya koyduğu zekât sistemi sadece menkul kıymetlerle sınırlı olmayıp gayrimenkul alanındaki yatırımları da içine alır. Dolayısıyla arsa, daire ve fabrika gibi değerlerden de zekât verilmesi gerekir.

Başta Hanefi mezhebi olmak üzere fakihlerin çoğunlu ğuna göre, aslî ihtiyaçlar haricinde bulunan ev, daire, apartman, iş hanı gibi gelir getiren mülklerin gelirlerinden zekât verilir. Fakat diğer bir kısım fukaha, mülkün fıkhî ifadesiyle “rakabe”sinden, yani kendinden/aslî kıymetinden zekât verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Günümüz şartları açısından bakıldığında, bu bana daha isabetli bir yaklaşım gibi geliyor. Zira bugün gayrimenkul, çok defa yatırım amaçlı, yani ticarî niyetle elde ediliyor. Dolayısıyla onun ticarî eşya statüsünde değerlendirilerek zekâtının verilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Meseleyi biraz daha netleştirecek olursak; gayrimenkul, ya ekilip biçilen veya yatırım amaçlı elde bulundurulan arsa veyahut binadır. Şayet arsa ekilip biçiliyor ise, onun hükmü bellidir: Çıkan üründen, el emeğinin durumuna göre 1/10 veya 1/20 miktarında zekâtı verilecektir. Bu durumda mülkün kendisinden zekât alınmaz. Ancak eğer arsa sahibi, “Ben bunu ticarî amaçla aldım ve onun için tutuyorum.” derse, o takdirde ticarî eşyaya nispetle arsanın mülk değeri üzerinden zekâtını vermesi gerekir. Yani bu şahıs, bir milyar değerindeki arsasının zekâtı olarak yıllık 25 milyon lira zekât vermekle mükelleftir.

Binalarda da durum farklı değildir. İnsanın oturduğu evden başka dairesi veya apartmanı varsa ve bunu ticaret için elinde tutuyorsa, binanın o günkü rayiç bedeli hesaplanarak zekât bunun üzerinden verilmelidir. Yukarıda belirttiğimiz üzere kirası için elde tutulan binalar hakkında fukahanın farklı yaklaşımları vardır. Fakat günümüzde, zekâtın farz kılınmasındaki sebep ve hikmetleri de gözeterek, kiraya verilen binaların asıl değerleri üzerinden zekât vermek daha doğru gözükmektedir. Ayrıca bu görüş mesârif-i zekâtın (kendilerine zekât verilen sınıflar) hakkını gözetme anlamına geldiği için İslâm’ın ruhuna daha uygun ve ümmetin maslahatına da daha muvafıktır.

Şunu da belirtmek gerekir ki ibadetlerde ihtiyatlı olmak asıldır. Dolayısıyla zekâtın vacip olup olmadığında tereddüt oluşan durumlarda mü’minlerin, işin ihtiyat tarafını esas tutup zekâtlarını vermeleri daha uygundur. Bu takdirde elde edilecek sevap ve mükafat da daha fazla olacak yani kul, ahiret yatırımını daha da artırmış olacaktır. Öte yandan, paraya ihtiyaç duyulan bir dönemde maddî açıdan fedakârlık yapan kimseler, –inşâallah– niyetlerinin büyüklüğü nispetinde mükâfat göreceklerdir.

E. Rikâz

Rikâz kelimesi, hem madenler hem de insanlar tarafından yeraltına gömülmüş hazineler ve defineler olmak üzere yer altından çıkan bütün değerleri içine alan genel bir kavramdır. Allah Resûlû (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyur-

muştur: فِي الرِّكَازِ الخُمُسُ “Rikâzdan beşte bir zekât vermek gerekir.”[1]

Bundan hareketle Hanefi mezhebinin nokta-i nazarı altın, gümüş, demir, bakır, kurşun gibi katı olup eritilerek bir kalıba dökülebilen her çeşit madenden % 20 oranında zekât alınması şeklinde tezahür etmiştir. Buna göre, eritilmeye müsait olmayan yakut, zümrüt, mermer, kireç gibi maddelerle, sıvı olup katılaşmayan civa ve petrol gibi değerlerden zekât alınmaması gerekir. Ancak hadisin ifadesindeki umumiliğe bakılacak olursa –bilhassa bugünün şartlarında– her türlü rikâzdan % 20 zekâtın alınması daha uygun görünmektedir. Her ne kadarلَا زَكَاةَ فِي حَجَرٍ “Taşlara zekât yoktur.”[2][3] şeklinde bir hadis varsa da hadis ulemasınca oldukça zayıf kabul edilmiştir.[4] Bu sebeple yukarıdaki sahih hadisin hükmünü sınırlandırabilecek durumda değildir. Öyleyse, maslahat prensibinin de ışığı altında “Rikâzdan beşte bir zekât vermek gerekir.” hadisinin umumi ifadesine dayanılarak bu değerli taşlara da zekâtın gerekeceğine hükmetmek da ha uygundur.

Konunun biraz da örfle ilgili yönüne dikkat çekmekte fayda vardır. Tedvin döneminin şartlarıyla günümüzün ticarî ortamı arasında birçok noktada farklılık bulunduğu dikkat çekmektedir. İlk dönemlerde kıymetli taş çeşitlerine rağbetin, günümüzdeki seviyede olması elbette mümkün değildi. Hele petrol gibi bugün hayatın önemli bir parçası hâline gelen bir madde, o gün için ya hiç bilinmiyor veya bilinse de ona, ne işe yaradığı netleşmemiş bir şey olarak bakılıyordu. Dolayısıyla bunların zekâtını tespitte, (arz-talep münasebetinde olduğu gibi) örfün hükümleri önemli rol oynuyordu.

Günümüz şartları da göz önüne alınarak, bu bilgiler ışığında yeraltından çıkan her türlü madenden % 20 nispetinde zekâtın gerektiğini söylemek mümkündür. Bilhassa uğruna fırtınalar koparılan petrol zekâttan muaf tutulmamalıdır.

F. Ziraî Mahsuller

Ekip-biçmek suretiyle topraktan elde edilen ziraî ürünlerden alınacak zekâtın adı öşürdür ve arazinin konumu ve sarf edilen emeğe göre farklı hükümler ihtiva etmektedir. Bununla ilgili Kur’ân-ı Kerim’de umumi ifadeler yer almakta ve toprak mahsullerinden zekât verilmesi emredilmektedir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, yüzünüzü ekşitmeden alamayacağınız kötü malı hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah her şeyden müstağnidir, hazineleri geniştir, övgüye lâyıktır.”[5]

Konuyla ilgili diğer bir âyet-i kerime ise şu şekildedir:

وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا أُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ كُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ

“Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin; fakat israf etmeyin. Allah, müsrifleri sevmez.”[6]

Bu konuda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de,

فِيمَا سَقَتِ السَّمَاءُ وَالعُيُونُ أَوْ كَانَ عَثَرِيًّا العُشْرُ وَمَا سُقِيَ بِالنَّضْحِ نِصْفُ العُشْرِ

“Yağmur ve pınar sularıyla sulanan veya suyu kökleriyle emerek kendiliğinden yetişen mahsullerde öşür (onda bir), kuyu suyuyla, taşıma suyla sulanan mahsullerde ise yarım öşür (yirmide bir) zekât vardır.”[7] buyurmaktadır.

Başka bir rivayette ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu,

فِيمَا سَقَتِ الْأَنْهَارُ وَالْغَيْمُ الْعُشُورُ وَفِيمَا سُقِيَ بِالسَّانِيَةِ نِصْفُ الْعُشْرِ

“Nehir ve yağmur suyu ile sulanan mahsulde öşür, kuyu suyuyla, taşıma suyla sulanan mahsulde ise yarım öşür zekât vardır.”[8] şeklinde ifade etmektedir.

Teferruatta bazı farklılıklar olsa bile genel itibarıyla, tabii su kaynaklarıyla yetişen toprak mahsullerinden 1/10, taşıma suyla yetiştirilen ürünlerden ise, 1/20 zekât alınacağı hususunda bütün mezhepler müttefiktirler.

Ebû Hanife mektebi, âyet ve hadislerdeki hükümlerin umu miyet ifade etmesini göz önünde bulundurarak, yerden çıkan her türlü mahsulden öşür alınacağı görüşündeyken, Şafiî medresesi, uzun müddet saklanabilen ürünlerin zekâta tâbi olacağını düşünmektedir. Maliki ve Hanbeli mezhepleri ise, Hanefiler kadar olmasa da sınırları geniş tutarak, daha çok toprak mahsulünün öşür kapsamına gireceğini bildirmektedirler.

Görüldüğü gibi Hanefi mezhebi meseleyi daha kapsamlı değerlendirmektedir. Buna göre bilhassa bazı ülkelerde önemli gelir kaynağı hâlini alan pamuk, keten, yağlı tohumlar, şeker, sebze gibi ürünler de bu kapsamın içine girmekte ve bunlardan öşür alınmak suretiyle fakirlere daha fazla yardım akışı sağlanmaktadır.

Bazı ilmihallerde şöyle bir bilgiye rastlamaktayız:

“Türkiye’deki arazilerin çoğunluğu mîrî arazidir (devlet arazisi) ve mîrî araziden öşür verilmez. Zira bu araziler hakikatte devlete aittir, araziyi ellerinde bulunduran şahıslara ait değillerdir. Bu şahısların yalnız kullanma hakları vardır ve arazide aslında kiracı hükmündedirler. Dolayısıyla devlete verecekleri belli hisse veya vergiler de, kira bedeli hükmündedir. Bundan dolayı böyle bir arazinin ürününden öşür ve diğer bir nam altında zekât gerekmez; zira bir araziden aynı anda hem kira veya haraç hem de öşür alınmaz. Türkiye’deki araziler genelde bu kısımdandır.”[9]

Meseleyi tahlile tâbi tutacak olursak, Osmanlı Devlet-i Aliyesi’nin bidayetinden son dönemlerine kadar pek çok arazinin mülkiyeti, bizzat devlete, emir ve sultanlara aitti. Zira devlet, fethedilen bu toprakları kimseye vermemiş, bütün tebanın yararlanması için mülkiyetini elinde tutmuştu. Bu arazilere arazi-i sultaniye, arazi-i emîriye (veya mîriye) denilmiş ve hükümler de ona göre tespit edilmişti. Buna göre devlet, kendi mülkü sayılan bu araziyi elinde tutan şahıslardan öşür almamış, bir nevi kira ücreti veya vergi almıştır. Bundan dolayı da bu topraklar öşür arazisi (mahsulünden öşür alınan arazi) kapsamında değerlendirilmemiştir.

Ne var ki o zamandan günümüze gelinceye kadar toprak statüsü defaatla değişmiş, toprak reformları neticesinde bu arazilerin mülkiyetleri şahıslara devredilmiştir. Durum böyle olunca, önceleri öşür vermekle mükellef olmayan yeni toprak sahiplerinin de, öşür vermekle yükümlü olmaları kaçınılmaz olmuştur. Herkesin mülkiyeti netleşmiştir. Devletin istimlaki bile söz konusu olsa, devlet bunu ancak arazinin bedelini tapu sahibine ödemek suretiyle gerçekleştirebilmektedir.

Öyleyse bahsi geçen hüküm eskide kalmıştır ya da hâlen devlet arazisi statüsünü muhafaza eden mülkler için geçerlidir. Şahısların mülkü olan arazilerden öşür verilmesi gerektiği ise açıktır.

G. Ticaret Eşyası

Kur’ân, ticarî emtiadan zekât vermenin gerekliliğini, şu geniş kapsamlı âyetle ele almaktadır:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنْفِقُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, yüzünüzü ekşitmeden alamayacağınız kötü malı hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah her şeyden müstağnidir, hazineleri geniştir, övgüye lâyıktır.” [10]

Sahabeden Semure İbn Cündeb de (radıyallâhu anh), Al lah Resûlü’nün, ticaret için hazırlanan mallardan zekât vermeyi emrettiğini nakletmektedir.[11]

 Ticarete konu olan alet, makina, yiyecek, giyecek, hayvan, mücevherat, arsa, ev, arazi... her çeşit emtia, ticaret malı kategorisindedir ve zekâta tâbidir. Yalnız bir malın, ticaret malı sayılabilmesi için niyet yani kâr sağlama maksadıyla elde bulundurulması gereklidir. Bu sebeple bir kişiye miras, hibe, vasiyet yolu ile bir mal intikal etse, o da bu malla ticaret yapmaya niyet etse o mal, İmam Ebû Yusuf’a göre mücerret niyetle ticaret malı olmakta ve zekât hesaplamasına dâhil edilmesi gerekmektedir. Fakat fukahadan bazıları böyle bir malın ticaret malı sayılması için mücerret niyeti yeterli görmemiş ve fiilen satışa arz edilmesi gerektiğini söylemiştir.

Ticaret mallarının nisap miktarına gelince bu, 85 gram altın karşılığı olarak tespit edilmektedir. Zekâtı verilecek bu malların kıymeti, sene sonunda piyasa fiyatlarına göre değerlendirilir.

Ticaret malları, bir sene içinde kendi cinsleri veya başka cins bir mal ile değiştirilirse, “havelân-ı havl” (üzerinden bir sene geçmesi) şartında saydığımız sene tekrar başlamaz, devam ettiğine hükmedilir. Mesela bir tüccarın sene başında inşaat demiri varken, bunları satıp halı alsa, sonra onu da satıp tuğla alıp-satmaya başlasa, sene sonunda elindeki mal nisap miktarına ulaşan kıymette ise, zekâtını vermekle mükelleftir.

Ticaret için beslenen hayvanlar, ticaret malı hükmündedir ve % 2,5 nispetinde zekâta tâbidir.

Ticaret mallarının zekâtı, malın bizzat kendisinden % 2,5 oranında verilebileceği gibi, değeri hesaplanıp, toplam değeri üzerinden % 2,5 oranında para olarak da veya başka bir mal ile de verilebilir.

Bu bilgiler ışığında tüccar, sene sonunda sahip olduğu ticarî emtiayı para olarak hesap eder. Bunun üzerine mevcut parasını, alacaklı olduğu paraları ve ticarî satışının karşılığı olan alacaklarına çek, senet, açık hesapta bulunan miktarları da ilave eder, ortaya çıkan miktardan borçlarını çıkarır, sonuçta elde ettiği rakamın % 2,5’unu zekât olarak verir.


[1] Buhârî, zekât 60, müsâkât 3, diyât 25; Müslim, hudûd 45-46.

[2] el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/146

[3] el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/245; İbn Hacer, ed-Dirâye, 1/262.

[4] el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/245; İbn Hacer, ed-Dirâye, 1/262.

[5] Bakara sûresi, 2/267.

[6] En’âm sûresi, 6/141.

[7] Buhârî, zekât 55; Ebû Dâvûd, zekât 11; Tirmizî, zekât 14.

[8] Müslim, zekât 7; Ebû Dâvûd, zekât 12.

[9] Bkz.: Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Toprak Mahsullerinin Zekâtı bölümü. Ayrıca bkz.: Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, 4/85.

[10] Bakara sûresi, 2/267.

[11] Ebû Dâvûd, zekât 3; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/146.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.