Zekâtın Toplanması

Zekâtın Toplanması

  1. Ayrı Fonda Toplama
  2. Başka Cinsle Verme
  3. Zekât Kaçırmak İçin Hile Yapma
  4. Başa Kakma
  5. Açık Veya Gizli Verme
  6. Malın İyisinden ve Helâlinden Verme
  7. Zamanlama İle İlgili Meseleler
  8. Alacakların Zekâtı
  9. Zekât Vermeyenlerin Durumu

Her ferdin, zekâtını, kendi imkânları nispetinde verilmesi gereken yerlere ulaştırması caiz olsa da, zekât için çıkarılan para ve emtianın toplanıp yerine ulaştırılması işinin bir merkez tarafından organize edilmek suretiyle büyük bir malî güç oluşturulmasında ümmet adına büyük maslahatlar vardır. Çünkü bu yapılabildiği takdirde, binlerce kişiden toplanan zekâtlarla büyük bir güç oluşturulacak ve toplumun istikbali adına önemli adımlar atılabilecek ve büyük hamleler yapılabilecektir. Güzel bir organizasyonla, bir köşede unutulan ve elinden tutulmayan hiç kimsenin kalmaması sağlanabileceği gibi, toplanan bu ciddi meblağın, toplumun farklı ihtiyaçlarını karşılamada rolü olması sağlanabilir.

Günümüz kriterleri açısından değerlendirecek olursak, zekâtın bir tür vergi olduğunu görürüz. Ancak bu vergi, ibadet mayalı ve kudsi bir vergidir. Bugün hemen dünyanın her yerinde vergi toplama işini devletler üstlenmiştir. Toplanan bu meblağın dağıtımı da yine devlet tarafından yapılır. Gerçi İslâm’ın takdim ettiği zekât müessesesi, diğerlerine kıyasla çok farklıdır. Zira onda kaynağın kudsiyeti, yani emrin Allah tarafından gelmiş olmasının getirdiği mânevî boyut vardır. Dolayısıyla her yönüyle diğer sistemlerle aynı kefede değerlendirilmesi mümkün değildir. Ancak netice itibarıyla işin odağında madde vardır ve bunun toplanıp dağıtılmasında ciddi bir organizasyona ihtiyaç duyulmaktadır.

Zekât organizasyonu demekle biz, zekât mallarının toplanması ve dağıtımı için gerekli olan düzenlemeleri, bunları yerine getirmede fert ve devletin üzerine düşen vazifeleri, ortaya çıkması muhtemel problemleri aşma yollarını, zekât vermeyenleri dünyevî uhrevî ne tür müeyyideler beklediğini, zekâtın kimlere veya hangi kurumlara verilmesi gerektiğini, zekâtın verilemeyeceği yerleri, kısaca üzerine farz olanlardan alınıp verilmesi gerekli yerlere ulaştırma ânına kadar karşılaşılacak bütün durumları kastediyoruz. Şimdi bunları teker teker ele almaya çalışalım.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi zekâtın organizesinde, fertlerin zekâtlarını bizzat kendilerinin zekât mahallerine vermeleri ve devletin zekâtı mükelleflerden toplayarak ihtiyaç sahiplerine ulaştırması şeklinde iki ayrı uygulama söz konusudur. Birinci durumda, mü’minlerin mallarından çıkardıkları zekâtlar çoğu zaman, kuma düşen damlalar gibi uçup giderken, ikinci durumda, aynı havuzda birleşen küçük birikimlerle büyük işlerin yapılması mümkün olabildiği için biz bu ikinci uygulamayı çok önemli buluyor ve imkân oldukça bunun tercih edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bunun için de konuları işlerken, toplama ve dağıtım işini devletin organizesi şeklinde ele alacağız. Şimdi zekât borcu verilirken/devlet tarafından toplanırken karşılaşılabilecek bazı durumları ele almaya çalışalım.

A. Ayrı Fonda Toplama

Zekât malı olarak toplanan para, mahsul ve emtianın, başka yollarla elde edilenlerle karıştırılmaması gerekir. Zira zekâtın sarf edileceği yerler, Kur’ân âyetiyle tespit edilmiştir ve aynı zamanda zekât alması haram olan kimseler bulunmaktadır. Sair gelirlerde böyle bir durum söz konusu olmadığı için aynı hassasiyete gerek olmayabilir. Ancak zekâtın ayrı bir hususiyeti vardır. Dolayısıyla zekâtın devletin organizesiyle toplanması durumunda böyle bir karışıklığa meydan vermemek için, zekât olarak toplanan malların ayrı bir fonda toplanıp dağıtımının yapılmasında zaruret vardır.

Bu noktada Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hassasiyetini ortaya koyması bakımından Enes İbn Malik’in rivayet ettiği hadis bir hayli dikkat çekicidir. Hz. Enes şöyle diyor: “Bir gün Resûlullah’ı, zekât develerine işaret koyarken gördüm.”[1]

Hadisten anlaşıldığına göre, zekât olarak hazineye gelen mallar hassasiyetle tespit edilmekte ve diğer mallarla karışmasına engel olunmaktadır. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gösterdiği hassasiyeti göstermek de, her dönemde bu işe nezaret eden kimselere düşen bir vazifedir.

B. Başka Cinsle Verme

Toplanacak zekâtın miktarı belli olduktan sonra, bu miktarın başka bir değerle verilmesi, Hanefî mezhebine göre caizdir. Yani örneğin, 40 koyunu olup da bunlardan birini zekât olarak çıkarması gereken biri, zekât olarak bu bir koyunu verebileceği gibi, bunun yerine onun kıymetince altın, gümüş, para, elbise ya da herhangi başka bir mal da verebilir.

Aslında bu hüküm, zekât miktarlarını bildiren bazı hadislerin muhtevasında da mevcuttur. Mesela beş devede bir koyunun verilmesi veya beş yaşında bir deve vermesi gereken bir insanın, bu elinde bulunmadığı takdirde dört yaşında bir deve ve buna ilaveten iki koyun veya yirmi dirhem vermekle mükellef tutulması, bunun zaten uygulandığını göstermektedir. Aynı şekilde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hurmanın zekâtının üzüm ve üzümün zekâtının da hurma ile tahsil edilebileceğini bildirdiğine de şahit olmaktayız.[2]

Gerek yukarıda zikredilen hadislere, gerekse daha başka naslara dayanarak Hanefi mezhebi, zekâtın, mutlaka zekâta konu olan malın bizatihi kendisinden verilmesinin gerekmediğini beyanla, kıymet olarak yani başka çeşit malla da ödenebilirliğini kabul etmiştir. Bu noktada mal sahibi muhayyerdir: Zekâtını ister zekât düşen malından verir; isterse başka bir mal veya nakit olarak verir.

C. Zekât Kaçırmak İçin Hile Yapma

İnsan, ne yaparsa yapsın Allah’ın bilgisi dışına çıkamaz. Kur’ân’ın ifadesiyle, bir hardal tanesi olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yeryüzünde herhangi bir yerde de gizlense, yine ilm-i ilâhîden kaçamaz.[3] O, insanın alenen yaptıklarını da derununda gizlediklerini de bilendir. Zira yaratıcı O’dur ve yarattığında mutlak tasarruf da yine O’na aittir.

Hususiyle inanan bir insanın, –hâşâ– O’ndan bir şeyler kaçırmayı düşünme gibi bir garabet içine girmesi düşünülemez. Ancak henüz iman içinde oturaklaşmamış bazı kimselerin, dünya hayatının cazibesine aldanarak zekât mükellefiyetinden kurtulma adına değişik hilelere(!) sapma ihtimali her zaman söz konusudur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu ihtimali nazara alarak ikazda bulunmuş ve böyle bir hareketten ümmetini menetmiştir. Enes İbn Malik’den gelen bir rivayette Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir’e (radıyallâhu anh) şunları yazdırdığı bildirilmektedir:

وَلاَ يُجْمَعُ بَيْنَ مُتَفَرِّقٍ وَلاَ يُفَرَّقُ بَيْنَ مُجْتَمِعٍ خَشْيَةَ الصَّدَقَةِ

“Zekât korkusundan dolayı ayrı ayrı bulunan zekât malları birleştirilmez ve toplu bulunanların da arası ayrılmaz.”[4]

 Zekât mükellefiyetinden kurtulmak için hileye başvuran insanlar, aslında kendilerini aldatmaktadırlar. Zekâtı devletin topladığı bir yerde belki devleti kandırabilirler ama her şeye nigehbân olan Allah’ı –hâşâ– nasıl kandıracaklar!? Zekât her şeyden önce bir ibadettir ve ibadet, kulla Rabbi arasındaki bir ilişkidir. Zekâttan mal kaçırmak için yapılan böylesine bir hilenin hiçbir mantığı yoktur. Zira Allah’a karşı hile olmaz, O’nun ilminin dışında yaprak bile düşmez ve O, gizli açık her şeye, bunun da ötesinde kalblerden geçenlere bile muttalidir.

Kim ne yaparsa yapsın, ortaya konulan her şey kaydedilmektedir ve bütün sırların ortaya döküldüğü gün her şey gün yüzüne çıkacaktır. İnanan bir insanın, asgari seviyede verdiği zekâtla yetinmeyip daha fazlasını verme yollarını araması gerekirken, böylesi bir düşünce içine girmesi ancak iman zaafiyetiyle izah edilebilir.

D. Başa Kakma

Mülk Allah’ındır ve O (celle celâluhu), mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsanların eşya üzerindeki mülkiyeti, Allah’ın mülkiyetine kıyasla izafîdir. O, bazısına verir; vermek suretiyle imtihan eder. Bazısına da vermez; vermemek suretiyle imtihana tâbi tutar. Dolayısıyla zekât verme konumundaki şahıs iyi bilmelidir ki, verdiği şey aslında kendi mülkü değildir; geçici bir süreliğine idare ve tasarrufuna verilmiş bir emanettir sadece. Zekâtın verilmesini emreden Zât, o mülkün gerçek sahibidir ve zekâtın kimlere verileceğini de O bildirmektedir.

Hâl böyle olunca; bir malı, mal sahibinin direktifleri doğrultusunda fakire ulaştıran bir tevzi memuru, bir ulak, bir postacı mesabesinde olduğunu idrak eden zengin, kibir ve gurura kapılmayacağı gibi, yaptığı bu işi fakirin başına kakmayı düşünmesi de mümkün değildir.

Kur’ân, infak mevzuu üzerinde durduğu pek çok yerde, ısrarla, malı verenin Allah olduğunu vurgular.

 وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Kendilerine ihsan ettiğimiz şeylerden infak ederler.”[5] أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ“Size rızık olarak verdiklerimizden infak edin.”[6] âyetleri bunlardan yalnızca iki tanesi. Öyleyse kulun, malı sahiplenerek kibir ve gurura girmeye hiçbir surette hakkı yoktur.

Kur’ân, genel hükümlerden bu mânâyı çıkaramama duru-munda kalanlar için de açıktan ikazda bulunmuş ve inananları, verdiğini başa kakmaktan şu ifadelerle menetmiştir:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالْأَذَى كَالَّذِي يُنْفِقُ مَالَهُ رِئَاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لَا يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُوا وَاللهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

“Ey iman edenler! Verdiğiniz sadakaları, başa kakma ve (fakire) rahatsızlık vermekle boşa çıkarmayın, geçersiz kılmayın! Böyle yaparsanız durumunuz, Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye infak eden kimsenin durumuna döner (onlar nasıl yaptıkları infaktan hiçbir sevap kazanamazlar, siz de o duruma düşersiniz). Üzerinde toprak olan bir taş, yağmur yağdığında nasıl cascavlak kalır (işte onların durumu da böyledir, yaptıkları infakın sevabı tamamen silinir gider, hiçbir şey kalmaz), yaptıkları işlerden ellerine hiçbir şey geçmez. Allah, kâfirleri, nimetlerine karşı nankörlük yapanları doğru yola eriştirmez.”[7]

Bu açıdan bakıldığında zekât, bir yandan zengini tevhit çizgisine çekerken, fakiri de zengin karşısında ezilmekten kurtarmaktadır. Zamanında bu inceliği kavrayan ecdadımızın, altınları bir keseye koyup, üzerine de “Bu sana helâldir.” yazarak, fakirin ulaşabileceği bir yere koyduğunu, böylelikle kendisi de devreden çıkarak, fakirin mahcubiyet duymasına müsaade etmediklerini, tarihimizin şanlı sayfaları olarak okuyoruz.

E. Açık Veya Gizli Verme

Sadaka ve zekâtın gizli verilmesi mi yoksa açıktan verilmesi mi daha faziletlidir? Bu, duruma göre farklılık arz eder.

Bazen açıktan vermek efdal olurken, bazen de başkalarına hissettirmeden vermek daha faziletli olur. Kur’ân ve Sünnet bize her iki durumla ilgili bilgiler vermektedir.

Konuyla ilgili bir âyet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: إِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَ وَإِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ “Sadakaları açıktan vermeniz ne güzeldir. Ama onları fakirlere gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”[8]

Şu âyet-i kerimede de malın hem gizli hem de açık verilebileceği ifade edilmektedir: الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلَانِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ “Mallarını gece ve gündüz, açık ve gizli olarak infak edenlerin mükâfatı, Rableri katındadır. Onlar için korku yoktur ve mahzun da olmazlar.”[9]

Görüldüğü gibi Kur’ân, gizli vermenin de açık vermenin de güzel olduğunu söylüyor. Farz olan zekâtın alenî, nafile sadakanın gizli verilmesinin faziletine dair kanaat, ulemanın bu âyetlere yapmış olduğu bir yorumdur. Farz ibadetler, mü’minin terk etmesi mümkün olmayan vazifesidir. Vazifelerin ifasına riyanın girmesi daha zordur, zira benzer durumdaki herkesin mükellef olduğu bir iştir. Nafileler ise riya ihtimaline daha açıktır.

Aynı zamanda, açıktan vermede, başkalarını teşvik vardır. Gizli vermede ise, İslâm’ın hoş karşılamadığı övünme ve gösteriş yapma gibi mezmum sıfatların ortaya çıkışına engel olma söz konusudur. Onun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir gölgenin bulunmadığı o günde, Allah’ın hususi gölgesinde gölgelenecek yedi grup insanı sayarken, وَرَجُلٌ تَصَدَّقَ أَخْفَى حَتَّى لاَ تَعْلَمَ شِمَالُهُ مَا تُنْفِقُ يَمِينُه “Sadaka veren, bunu yaparken de, sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek derecede gizli yapan kimse...”[10] sözleriyle sadakasını gizli verene de yer vermiştir.

Bundan hareketle diyebiliriz ki, nafile sadakanın gizli verilmesi, çoğu zaman daha faziletlidir. Allah’ın bilsin, yeter. Bu, tevhid düşüncesi adına da çok önemlidir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), buna dikkat çektiği bir yerde, اَلْبِرُّ لَا يَبْلَى وَالْإِثْمُ لَا يُنْسَى وَالدَّيَّانُ لَا يَمُوتُ فَكُنْ كَمَا شِئْتَ فَكَمَا تَدِينُ تُدَانُ “İyilik eskimez, günah unutulmaz, Deyyân (Herkesi hesaba çekip iyiliklere mükafat, kötülüklerin de cezasını verecek olan Allah) da ölmez; öyleyse istediğin gibi ol, nasıl yaşarsan öyle muamele görürsün, ne yaparsan karşılığını bulursun.”[11] buyurmaktadır.

Öte yandan, yukarıda da belirttiğimiz gibi farz ibadetlerin açıktan eda edilmesinde bazı maslahatlar vardır. Böylelikle bunları hem başkalarına da hatırlatmış ve ibadetlere karşı umumi bir seferberlik havası oluşturmuş, hem de akıllara gelebilecek suizanlardan kurtulmuş, başkalarını da suizan etmekten kurtarmış olursunuz.

Bu teşvik mânâsı söz konusu olduğunda nafile ibadetler, hususiyle nafile sadakaların açıktan ifa edilmesi de daha faziletli olabilir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde bunun örneklerine de rastlamak mümkündür. O, Müslümanların himmetine başvurmak gerektiğinde herkesi infak etmeye çağırmış ve bunu açıktan yapmıştı ki, böyle bir atmosferde herkes elinden geleni vermeye koşuşmuştu. Hazreti Osman gibi zengin sahabiler servetlerini ortaya dökmüş, günlük geliri iki kilo hurma olan da bir kilosunu getirmek suretiyle örfaneye iştirak etmişti. Öte yanda hanım sahabiler de bu yarışta unutulmamış, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların da himmetlerine müracaat etmişti. O annelerimiz de meseleye can u gönülden sahip çıkmış, Hazreti Bilal’in açtığı sergi, küpeler, bilezikler, yüzüklerle dolmuştu.

F. Malın İyisinden ve Helâlinden Verme

Buraya kadar takdim etmeye çalıştığımız meselelerde bir esas olarak hassasiyetle dengenin üzerinde durulduğunu müşahede ettik. Her konuda insanları ifrat ve tefritlerden koruyarak bir denge vaz eden ve kendisine inananları “ümmet-i vasat” (en hayırlı, dengeli, adaletli ümmet) kılmayı hedefleyen İslâm’ın, her alanda ortaya koyduğu bu müthiş dengeyi, zekât verme ve onu toplamada ortaya koyduğu esaslarda da görmek mümkündür.

Bu denge açısından bakıldığında İslâm, zekâtı toplamakla görevli kimselere, “İnsanların mallarının en iyisini almaktan kaçının.”[12] derken, zekât verme konumunda olanlara ise, en kıymetli ve sevilen malların tasaddukunun, iyilikte zirveye ulaşmanın vesilesi olduğunu hatırlatmaktadır. Bunu ifade eden bir âyet, لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilikte zirveye ulaşamazsınız.”[13] şeklindedir.

Bununla ilgili bir hadiseyi, Enes İbn Malik (radıyallâhu anh) şöyle anlatmaktadır: “Üvey babam Ebû Talha, mal olarak ensarın en ileri gelenlerindendi. En çok sevdiği malı da, Mescid-i Nebevi’nin karşısındaki Beyruha isimli hurmalığı idi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) oraya girer ve onun temiz suyundan içerdi. Bu âyet nazil olunca Ebû Talha (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) giderek, ‘Allah, kitabında, ‘Sevdiğiniz şeyleri infak etmedikçe iyilikte zirveye ulaşamazsınız.’ buyuruyor. Benim en çok sevdiğim malım Beyruha’dır. Öyleyse o şu andan itibaren Allah için sadakadır. Mükâfat ve sevabını Allah’tan umuyorum. Onda istediğin gibi tasarrufta bulunabilirsin yâ Resûlallah!’ dedi. Buna mukabil Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem),  بَخْ ذَلِكَ رَابِحٌ ذَلِكَ مَالٌ رَابِحٌ قَدْ سَمِعْتُ مَا قُلْتَ فِيهَا وَإِنِّي أَرَى أَنْ تَجْعَلَهَا فِي الْأَقْرَبِينَ “Ne güzel! Ne kârlı bir mal! Söylediklerini işittim. Ancak bana kalırsa sen onu akrabaların arasında paylaştır.” buyurdular ve Ebû Talha, onu akrabaları ve amca oğulları arasında taksim etti.”[14]

Evet, anlaşılan o ki, Allah nezdinde hüsnükabul görmek isteyenler, kalb ve gönüllerini bağladıkları, hoşlarına giden şeyleri Allah yolunda verip sarf etmekle, Allah’ın lütuflarına bir nevi davetiye çıkarmış ve O’nu memnun edecek bir yola girmişler demektir. Şayet insanın, Cennet’e girme ve O’nun lütuf ve nimetlerinden istifade etme düşüncesi varsa, Allah’ın yarattığı ve sa’y u gayretle elde edilen nimetlerin güzellerini, gönül hoşnutluğu içinde ve gönülleri hoş etmek maksadıyla vermelidir ki, Allah da ona hem bu dünyada hem de ötelerde bitmez tükenmez servetler nasip etsin.

Allah (celle celâluhu) güzeldir, ancak güzel ve temiz olanı kabul eder. Hazreti Ebû Hüreyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: 

مَنْ تَصَدَّقَ بِعَدْلِ تَمْرَةٍ مِنْ كَسْبٍ طَيِّبٍ وَلاَ يَقْبَلُ اللهُ إِلَّا الطَّيِّبَ وَإِنَّ اللهَ يَتَقَبَّلُهَا بِيَمِينِهِ ثُمَّ يُرَبِّيهَا لِصَاحِبِهِ كَمَا يُرَبِّي أَحَدُكُمْ فَلُوَّهُ حَتَّى تَكُونَ مِثْلَ الجَبَلِ  

“Kim temiz kazancından bir hurma bile tasadduk aderse –ki Allah sadece temiz olanı kabul eder– Allah, onu kabul eder, alır ve sizden birinizin tayını terbiye ederek büyüttüğü gibi onu büyütür, dağ gibi yapar.”[15]

Yine Hazreti Ebû Hüreyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir başka hadislerinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللهَ طَيِّبٌ لَا يَقْبَلُ إِلَّا طَيِّبًا وَإِنَّ اللهَ أَمَرَ الْمُؤْمِنِينَ بِمَا أَمَرَ بِهِ الْمُرْسَلِينَ

“Ey insanlar! Allah, güzeldir ve sadece güzel olanı kabul eder. Allah, mü’minlere de, peygamberlere emrettiğini emretmiştir.” Peygamberlere şunu emretmiştir: يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا، إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ “Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin ve güzel işler yapın. Ben sizin bütün yaptıklarınızı bilirim.”[16] Mü’minlere de şunu emretmiştir:  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.”[17]

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) devamla şöyle demiştir: “Sonra da uzun yoldan gelmiş, saçı-başı dağınık, elini açıp ‘Yâ Rabbi! Yâ Rabbi!’ diye dua eden bir adamdan bahsederek, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ وَغُذِيَ بِالْحَرَامِ فَأَنَّى يُسْتَجَابُ لِذَلِكَ

“Yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, haramla beslenmiş, bu durumda duası nasıl kabul edilecek ki!”[18]

Ayrıca insan, vermiş olduğu sadakanın, aynı durumda olup kendisine verildiğini düşünerek hareket etmeli, kendisinin kabul etmeyeceği bir şeyi başkasına vermemelidir. Kur’ân, bu noktada bize şöyle tembihte bulunmaktadır:

وَلَا تَيَمَّمُوا الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنْفِقُونَ وَلَسْتُمْ بِآخِذِيهِ إِلَّا أَنْ تُغْمِضُوا فِيهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ

“Size verilse, yüzünüzü ekşitmeden alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O’nun hazineleri geniştir, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıftır.”[19]

Demek ki Müslümanın, çalışıp kazanırken dikkatli olması, malının içine haram karıştırmaması gerektiği gibi, verirken de malının temizinden, iyisinden ve helâlinden vermelidir.

Asr-ı Saadet’te insanlar Mescid-i Nebevî’ye hurma salkımı getirip bırakırlar, fakirler ondan alır, ihtiyaçlarını giderirlerdi. Bir gün Allah Resûlü mescide girdi ve hurmanın kötü kısmından salkımlar gördü. Elindeki asa ile işaret ederek şöyle buyurdu:

لَوْ شَاءَ رَبُّ هَذِهِ الصَّدَقَةِ تَصَدَّقَ بِأَطْيَبَ مِنْهَا إِنَّ رَبَّ هَذِهِ الصَّدَقَةِ يَأْكُلُ الْحَشَفَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

“Şu sadakanın sahibi isteseydi, daha iyisini tasadduk ederdi. Bu sadakanın sahibi, kıyamet gününde de böyle kalitesiziyle mukabele görecektir.”[20]

G. Zamanlama İle İlgili Meseleler

1. Zekâtın Ramazan’da Verilmesi

Daha önce üzerinde durduğumuz gibi, para, hayvan ve ticari malların zekâtları, bu malların nisap miktarına ulaşmasının üzerinden bir yıl geçince farz olur. Bu da tabii olarak, kişinin, senenin herhangi bir diliminde zekâtla mükellef hâle gelebilmesi anlamına gelir. Ancak memleketimizde teamül hâline gelen uygulama, zekâtın, genellikle Ramazan ayında verilmesidir. Bu âdet iki ana fikre dayanmaktadır: Ramazan’ın bereketinden istifade etme ve ihtiyaç sahiplerinin bayrama sevinçli girmelerini temin etme düşüncesi. Evet, ibadetlerin zamanında ve kendi şartları dâhilinde yapılması bir esas iken, mübarek bir mekân veya zamanda eda edilmesinin kişiye daha fazla sevap kazandıracağı muhakkaktır. Mesela günlük beş vakit namazın Kâbe veya Mescid-i Nebevi’de kılınması, başka yerlerde kılınmasına nazaran daha faziletlidir.

Ramazan ayının fazileti malumdur. O, on bir ayın sultanıdır ve içinde bin aydan daha hayırlı bir gece bulunmaktadır. Dolayısıyla zekât gibi önemli bir farzı eda ederken, aynı zamanda onu Ramazan ayının bereketiyle süsleme, daha fazla sevap kazanmaya vesile olur. Enes İbn Malik Hazretleri’nin rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), buna işaret etmektedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hangi sadaka daha efdaldir?” şeklindeki soruya, “Ramazan’da verilen sadaka”[21] şeklinde cevap vermiştir.

Bu durumda zekâtla mükellef bir mü’min, Ramazan ayını, zekât yükümlülüğünü ifa noktasında kendisi için mali yılbaşı edinmiş olur. Zekât hesabını her senenin Ramazan ayında yapar ve çıkarması gerekli olan zekâtını bu mübarek ayda çıkarıp yerine ulaştırır.

2. Vaktinden Önce Zekât Verme

Zekâtın kişiye farz olmasından önce eda edilmesinde mahzur yoktur. Hazreti Abbas’ın, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), zamanı gelmeden önce zekât vermenin doğru olup olmayacağını sorduğunda, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) buna ruhsat verdiği bilinmektedir. Hatta daha sonra O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh), “Biz, Abbas’ın bu yılki zekâtını, önceki yıl almıştık.”[22] buyurmuşlardır.

3. Zekâtı Vermede Acele Etme

Kendisine zekât farz olan kimse, bu borcunu geciktirmeden eda etmelidir. Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Hakîm’de müteaddit defa ikazlarda bulunarak, üzerinde borç olanın, başına ölüm gelip çökmeden borçlarını eda etmelerini istemiş, aksi hâlde başına geleceklerden haber vermiştir. Ezcümle: 

وَأَنْفِقُوا مِنْ مَا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُنْ مِنَ الصَّالِحِينَ

“Ölüm gelip çatmadan size verdiğimiz nimetlerden infakta bulunun. Ta ki ölüm gelip çattığında, ‘Yâ Rabbi! Bana azıcık mühlet versen de sadaka verip iyi biri olsam.’ demeyesiniz!”[23]Buna benzer diğer bir âyet-i kerime ise şu şekildedir:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ فِيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ

“Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun ve adam kayırmanın bulunmadığı gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Kâfirler, işte asıl zalim onlardır..”[24] Ayrıca ulema, Kur’ân’ın,

كُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ

“(Allah’ın size ihsan ettiği bağın bahçenin) meyvesinden yiyin. Hasat günü de hakkını verin.”[25] ifadesinden hareketle zirai ürünlerin zekâtının, üzerinden sene geçmeksizin hemen farz olduğunu söylemişlerdir. Âyetteki, “hemen hasat günü hakkını verin” ifadesi dikkat çekicidir.

Evet, ecel gizlidir ve onun vaktini tayin, insan için müyesser değildir. Öyleyse insanın, her zaman ölüme hazır hâlde bulunması önemlidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), borçlu iken ölenin cenaze namazını kıldırmamış, ancak bir başka sahabinin o borcu üstlenmesi neticesinde kıldırabilmiştir.[26] Aslında bu hâdisedeki borç, kul hakkına terettüp eden bir borçtu. Zekâtta ise, hem kul hem de Allah hakkı vardır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hangi sadakanın sevabının daha büyük olduğunu soran bir sahabiye şöyle cevap vermiştir:

أَنْ تَصَدَّقَ وَأَنْتَ صَحِيحٌ شَحِيحٌ تَخْشَى الفَقْرَ وَتَأْمُلُ الغِنَى وَلاَ تُمْهِلُ حَتَّى إِذَا بَلَغَتِ الحُلْقُومَ قُلْتَ لِفُلاَنٍ كَذَا وَلِفُلاَنٍ كَذَا وَقَدْ كَانَ لِفُلاَنٍ

“Sıhhatin yerinde, mala karşı çok hırslı olup fakirlik endişesiyle yaşadığın ve zenginliği ümit ettiğin zaman verdiğin sadakadır. Sakın can boğaza geleceği âna kadar onu geciktirme. O zaman ‘Bu şunun, bu da şunun olsun.’ dersin (ama bunun herhangi bir faydası yoktur. Zira) zaten o, artık (senin değil) onlarındır.”[27]

Bir kudsi hadiste de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın (celle celâluhu), insana hitaben şöyle dediğini nakletmektedir: 

جَمَعْتَ وَمَنَعْتَ، حَتَّى إِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِيَ قُلْتَ: أَتَصَدَّقُ، وَأَنَّى أَوَانُ الصَّدَقَةِ

“Şimdiye kadar mal topladın, biriktirdin de kimseye bir şey vermedin. Tam can boğaza geldiğinde veriyorum diyorsun. Sadaka için iş işten geçmiş değil mi?”[28]

H. Alacakların Zekâtı

Bir kişinin birinde alacağı varsa, yani kendine ait malı var ama kendi elinde değil de başkasının elindeyse, iki durumdan biri karşımıza çıkar:

Kuvvetli Alacak: Bu durumda, alınacak mal, sağlam bir şekilde kayda alınmış ve ödenmesine garanti nazarıyla bakılmaktadır. Eğer durum böyleyse, mal âdeta sahibinin elindeymiş gibi değerlendirilir ve zekâtı geciktirilmeden verilir.

Zayıf Alacak: Bu durumda ise alınacak miktar, –iflas etmiş birinde bulunan alacak gibi– tahsili umulmayan batık alacaktır. Bu tür alacaklar, tahsil edilinceye kadar zekâttan muaftırlar. Fakat bunlar bir şekilde tahsil edildiğinde ne yapılacağıyla ilgili karşımıza iki farklı görüş çıkmaktadır: Bir kısım fukahaya göre bu mal yeni elde edilmiş bir mal gibidir. Dolayısıyla geçmiş senelerin zekâtı verilmez. Fakirin hakkı açasından meseleye yaklaşan diğer bir kısım fukaha ise, geçmiş senelerin zekâtının verilmesini gerekli görürler. Elbette bu alacak tahsil edildiğinde, geçmiş senelerin zekâtını verme, ihtiyata en muvafık olanıdır. Böylece hem daha fazla sevap kazanılmış hem de fakirlerin hakkı zayi edilmemiş olur.

I. Zekât Vermeyenlerin Durumu

Zekât, malî bir ibadettir. Onun, toplumda içtimaî, iktisadî, ahlâkî açıdan oynadığı rol, herkesin malumudur. Bu açıdan zekât vermeme, sosyal hayatı menfi yönde etkileyen bir durumdur. Bundan dolayı İslâm, zekât vermeyenlere karşı, içtimaî hayatta bazı caydırıcı tedbirler öngörmüştür. Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh), zekât vermeyeceklerini söyleyen kabileleri, savaş ilanıyla tehdit etmesi ve bazı fukahanın, zekâtını vermeye fertlerin malının yarısının ceza olarak alınacağı hükmünü vermesi, bunun açık misalleridir. Bu tür dünyevi cezaların yanında, böyle bir davranışa uhrevi olarak da ceza terettüp edeceğini Kur’ân ve Sünnet’in beyanlarından öğreniyoruz.

Meseleyi biraz detaylandırarak ele alacak olursak, zekât vermeyenlere karşı dünya ve ukbada alınacak tavırla onların maruz kalacakları durumları, dünyevi ceza ve uhrevi ceza başlıkları altında ele alabiliriz.

1. Dünyevi Ceza

İbadetler, imana bina edilen hususlardandır. Dolayısıyla gerçekten inanan bir kimsenin kullukta kaçamak yapması düşünülemez. Ancak içtimaî hayatta boşluğa meydan vermeyen İslâm, en kötü şartları düşünerek, henüz iman, bünyesinde yerleşmemiş bir kısım kimselerin farklı tavırlarına cevap verecek hükümler ortaya koymuştur. Bu hükümlerde ibadet külfetinden kaçmayı, dinin sınırlarını zorlama kabul etmiş ve bunu yapanlar için değişik cezalar tayin etmiştir. Bu konudaki hükümlerin çoğu doğrudan şer’î bir nassa dayanmasa bile, mezhep imamlarının takındıkları tavır oldukça dikkat çekicidir.

Bilindiği gibi zekât, İslâm’ın temeli mesabesinde olan beş esastan biridir. Onunla, içtimaî hayattaki bir kısım kopukluklar giderilir ve topluma huzur hâkim olur. Dolayısıyla zekât, içtimaî yaraları saran bir ibadettir. Kur’ân’ın, üzerinde hassasiyetle durduğu bir ibadeti ihmal, geçiştirilebilecek türden bir eksiklik değildir. Abdullah İbn Mesud (radıyallâhu anh) gibi bir kısım ulema, zekâtı terk eden kimsenin, İslâm’ın hâkimiyetini kabul etmeyen gayrimüslimler mesabesinde olduğunu söylemektedir.[29] Çünkü zekât, fertleri mü’minlerden oluşan Müslüman bir cemiyette yaşayıp sosyal haklardan istifade etmenin önde gelen şartlarından biridir.

Bunun içindir ki İslâmî bir idare, zekât vermeyenlere karşı lakayt kalamaz. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) döneminde olduğu gibi bu konuda bazı tedbirler almalıdır. Bilindiği gibi Ebû Bekir (radıyallâhu anh), “Namaz kılarız ama zekât vermeyiz.” diyenleri, savaş ilanıyla tehdit etmiş, Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) itirazına karşılık, “Vallahi, namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşırım. Çünkü zekât, malın hakkıdır. Şayet Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde verdikleri bir keçi yavrusunu bile bana vermezlerse, onları yola getirmek için mutlaka savaşırım.” cevabını vermiştir. Buna karşılık Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), “Vallahi bu, Allah’ın Ebû Bekir’in kalbine gösterdiği bir hakikatten başka bir şey değildir. Anladık ki, o hak üzeredir.” diyerek onun hakkını teslim etmiştir.[30]

Ayrıca uygulanacak cezanın yapılan amel cinsinden olması prensibince ulemadan bazıları, mal hırsına mağlup olup zekât vermeyen kimselerin ceza olarak malının yarısının alınacağı hükmüne varmışlardır. Fukahanın bu hükümdeki dayanak noktası, Muaz İbn Cebel’in (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadistir. Bu hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),

مَنْ أَعْطَاهَا مُؤْتَجِرًا فَلَهُ أَجْرُهَا وَمَنْ مَنَعَهَا فَإِنَّا آخِذُوهَا وَشَطْرَ مَالِهِ عَزْمَةً مِنْ عَزَمَاتِ رَبِّنَا عَزَّ وَجَلَّ  

“Kim, malının zekâtını, sevabını umarak verirse o, sevabına nail olur. Kim de zekâtını vermezse biz, zekâtı ve malın yarısını (ceza olarak zorla) alırız. Bu,

Rabbimizin kesin hükümlerinden biridir.”[31] buyurmaktadır.[32]

Zekât, günümüz hukuk sistemleri içinde bir yönüyle vergiye benzemektedir. Dolayısıyla meseleye, bir de günümüz vergi hukuku açısından bakacak olursak, benzer uygulamaların bugünkü hukuk sistemlerinde de uygulandığına şahit oluruz. Mükellef olduğu hâlde vergi kaçıran kimselere, hiçbir beşerî sistem lakayt kalamaz ve mutlaka alacağını tahsil yoluna gider.

Vergisini zamanında vermeyen veya kaçırma yollarına tevessül edenleri de cezalandırmayı ihmal etmez. Bu, bazen para cezası olarak tezahür ederken, bazen de hapis olarak kendini gösterir. Çünkü devletlerin ayakta kalabilmeleri ve kendilerinden beklenilen yatırımları yapıp halklarına sosyal güvence verebilmelerinin oldukça önemli bir kaynağı, mükelleflerden alınan bu vergilerdir.

Günümüz sistemlerinde, vatandaşlık borcu olarak değerlendirilen ve eda edilmediğinde değişik cezaların gündeme geldiği vergilerin, İslâm’da ayrı ve birçok yönüyle kendine mahsus özellikler kazanıp, dinin üzerine bina edildiği bir esas ve vazgeçilmez bir ibadet olarak zekât şeklinde zuhur ettiğini görmekteyiz. Dolayısıyla zekât vermeyenlere karşı alınan tavırlar, yalnızca İslâm’ın ortaya koyduğu müeyyideler değil, her sistemin, geleceği için uygulaması zaruri olan bir şeydir. Aradaki fark, işin mânevî cephesi ve ahiretteki durumdur.

2. Uhrevî Ceza

Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır ve insanın ona muttali olması mümkün değildir. Ahiret, bizim açımızdan gayb hükmündedir. Ancak Allâmu’l-Guyûb olan Yüce Mevlâ, o âlemle ilgili bize malumat vermiştir. Bunlar arasında, zekât vermeyenlerin durumuyla ilgili olanlar da vardır. Mesela bir âyette şöyle buyrulmaktadır:

وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!”[33]

Şu âyet-i kerime de zekât vermeyenlerin ahirette dûçar kalacakları durumu tasvir etmektedir:

وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ

“Allah’ın, kereminden kendilerine verdiklerini infak etmemek suretiyle cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik edip de vermedikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır (kimse bir mala ebedî olarak sahip olamaz, neticede her şey Allah’a kalır). Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”[34]

Aynı mevzu hadis-i şeriflerde de dile getirilmiş ve böylelikle ümmetin, kendilerine zulmetmeden başka bir şey ifade etmeyen böyle bir yola tevessül edip akıbetlerini tehlikeye sokmalarına karşı tembihte bulunulmuştur. Bununla ilgili Ebû Hüreyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerife göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Sahibinin, zekâtını vermediği deve, kıyamet günü en kuvvetli hâliyle sahibinin yanına gelir ve tabanlarıyla onu çiğner. Koyun da kendisindeki zekât hakkını vermediği zaman en kuvvetli ve besili hâliyle sahibi üzerine gelir ve tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla süser..”[35]

Yine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Sakın hiçbiriniz kıyamet günü, zekâtını vermediği davarını, omuzunda bağırır hâlde taşıyıp gelmesin ve yardım isteyerek, ‘Ya Muhammed!’ demesin. O zaman ben ona, ‘Ben senin için hiçbir şey yapmaya malik değilim. Ben ilâhî emirleri sana tebliğ etmiştim.’ derim. Yine sizden hiçbiriniz zekâtını vermediği devesini böğürür hâlde omuzlarında taşıyarak bana gelip de, ‘Ya Muhammed!’ diyerek yardım dilemesin. Ben ona, ‘Ben bugün senin için hiçbir şey yapamam. Ben Allah’ın emir ve nehiylerini sana tebliğ etmiştim.’ derim.”[36]

Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh) rivayet edilen başka bir hadiste Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Kim ki Allah kendisine mal verir de o malın zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen o mal, sahibi için büyük, zehirli bir yılan suretine konulur. Bu azgın yılan o gün mal sahibinin boynuna dolanır da, ağzı ile onun çenesini iki tarafından yakalarve ‘Ben senin (dünyada çok sevdiğin) malınım; ben senin hazinenim’ der.”[37] Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) daha sonra Allah Resûlü’nün şu âyeti okuduğunu ifade etmiştir: “Allah’ın, kereminden kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik edip vermedikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”[38]

Zekâtını vermeyenlerin ahirette görecekleri azapla ilgili başka hadisler de vardır ama biz bu kadarlıkla iktifa ediyoruz.


[1] Buhârî, zekât 69; Müslim, libâs 112.

[2] Bkz.: Ebû Dâvûd, zekât 13; Tirmizî, seyr 41.

[3] Bkz.: Lokman sûresi, 31/16.

[4] Buhârî, zekât 34; Ebû Dâvûd, zekât 4; Nesâî, zekât 5, 10.

[5] Bakara sûresi, 2/3.

[6] Bakara sûresi, 2/254.

[7] Bakara sûresi, 2/264.

[8] Bakara sûresi, 2/271.

[9] Bakara sûresi, 2/274.

[10] Buhârî, ezân 36, zekât 16, rikak 24, hudûd 19; Müslim, zekât 91

[11] Ma’mer İbn Râşid, el-Câmi, 11/178.

[12] Buhârî, zekât 62, 40; Müslim, imân 29, 31.

[13] Âl-i İmrân sûresi, 3/92.

[14] Buhârî, zekât 44, vekâle 15, vesâyâ 17, 26, tefsîr (3) 5, eşribe 13; Müslim, zekât 42, 43.

[15] Buhârî, zekât 8; Müslim, zekât 63.

[16] Mü’minûn sûresi, 23/51.

[17] Bakara sûresi, 2/172.

[18] Müslim, zekât 65; Tirmizî, tefsir (2) 37.

[19] Bakara sûresi, 2/267.

[20] Ebû Dâvûd, zekât 16; Nesâî, zekât 27.

[21] Tirmizî, zekât 28; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/305.

[22] Tirmizî, zekât 37.

[23] Münâfikûn sûresi, 63/10.

[24] Bakara sûresi, 2/254.

[25] En’âm sûresi, 6/141.

[26] Bkz.: Buhârî, kefale 5; nafakat 15; Müslim, ferâiz 14; Tirmizi, cenâiz 69.

[27] Buhârî, zekât 11, vasâyâ 7, Müslim, zekât 92-93.

[28] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 4/210; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/545, 4/359.

[29] Bkz.: Serahsi, el-Mebsût, 2/169 vd.

[30] Buhârî, zekât 1, istitâbe 3; Müslim, imân 32.

[31] Ebû Dâvûd, zekât 4; Nesâî, zekât 4, 7.

[32] Başta Hanefiler olmak üzere fakihlerin çoğunluğunun, daha başka delillere dayanarak, bu hadisin hükmüyle amel etmediklerini hatırlatmakta fayda var.

[33] Tevbe sûresi, 9/34.

[34] Âl-i İmrân sûresi, 3/180.

[35] Buhârî, zekât 3; Müslim, zekât 26.

[36] Buharî, zekât 3.

[37] Buhârî, zekât 3, tefsir (3) 14; Nesâî, zekât 20.

[38] Âl-i İmrân sûresi, 3/180.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.