Zekâtın Ferde Kazandırdıkları
h. Malı “Kenz” Olmaktan Kurtarır
m. Maddenin Esiri Olmaktan Kurtarır
a. İhtiyaçların Esiri Olmaktan Kurtarır
Zekât, eda edilmesi gerekli bir fariza olmasının yanında, tatbik edildiğinde birçok problemi kendiliğinden halledecek büyük bir kuvvete sahiptir. O, bu özelliği itibarıyla hem vereni hem de alanı maddî-mânevî huzura sevk eder. Böylesi fertlerden müteşekkil bir toplum da bir huzur cemiyeti hâline gelir. Zira bu toplumda zengin, kendi üzerine düşeni yapmış, fakir de Allah’ın kendisi için takdir ettiği hakkı elde etmiştir ve böylece olması muhtemel birçok içtimaî huzursuzluğun önü alınmıştır. Zekât gibi bir sosyal dayanışmanın uygulama sahası bulamadığı cemiyetlerde karşılaşılacak hazin tablolara ise koskoca bir dünyanın acınası hâli buna en canlı misaldir!
Zekât, zengine mal ve mülkün hakiki sahibini hatırlatmakta, Allah’ın mülkünden bir tevziat (dağıtım) memuru gibi verirken, fakire yukarıdan bakma gibi yanlış mülâhazalardan zekât vereni korumaktadır. Ayrıca fakirin, zenginlerin kapısına gidip el açmasının önüne geçilmiş, fakirlik yerinde tespit edilerek ihtiyaçlar giderilmiş olmaktadır.
Böyle bir ortamda zengin, Allah’ın kendisine verdiği mülkte yine Allah’ın istediği şekilde tasarruf etme imkânına sahip olduğu için ellerini açar ve “Bana verdiğin malı, Senin istediğin yerlerde tasarruf imkânı da verdiğin için Sana hamd ederim Allahım! Zira mülk Senin olduğu gibi hamd de Sana aittir.” diyerek şükrünü Rabbine takdim eder.
Zekât, Allah’la irtibatı ciddi ve sağlam tutmanın bir ifadesidir. Her şeyden önce insan, ibadetlerinde başını secdeye koyup, سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلَى “Senin şanın ne yücedir! Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim.” dediğinde, bir kudsî hadis-i şerifin ifadesiyle, Allah (celle celâluhu) ona yaklaşır ve onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli.. olur.[1] Aynı şekilde, hâlis niyeti ortaya koyup, canın yongası dediğimiz malını gerçek sahibine vermekle kulun ulaşacağı mertebeleri kestirmek de mümkün değildir. Bu ancak, gizli-açık her şeyin ortaya döküldüğü ahiret gününde belli olur.
Bu yönüyle zekât, malı-mülkü, hakiki mâlik ve melikine iade etmek suretiyle ebedileştirmenin adıdır. Bununla insan, sahip olduğu mülkü yeri ve zamanı geldiğinde tereddütsüz verebildiğini göstermekte ve kalben dünyayı terk ettiğini anlatmaktadır.
Zekât, çok yönlü bir ibadettir; onunla fertler, bir taraftan vazifelerini eda ederlerken, diğer taraftan da maddî ve mânevî birçok arızadan korunmuş olurlar. Zekâtın ferde kazandırdıklarıyla ilgili şunları söyleyebiliriz:
1. Veren Açısından
Dünya tohum atma yeridir. Atılan tohumun hasadı, ahiret yurdunda gerçekleşecektir. Bu dünya cehd, hasbilik ve diğergâmlık yurdu olmasına mukabil, bu civanmertliklerin karşılığının eksiksiz verileceği yer ise ahirettir.
Mal kelimesinin –bir tevcihle– “meyl”den türediği düşünülecek olursa, ona fıtrî bir meyille bağlı bulunan insan, canının yongası malından tasaddukta bulunduğunda, Allah’ın bizden istediklerini, nefsinin arzu ve isteklerine tercih etmiş olacaktır. Böyle bir tercihin mükafatı ise ancak görüldüğünde anlaşılabilecek bir değere sahiptir.
Böyle bir tercihle eda edilen zekâtın, onu verene kazandırdıklarını birer başlık altında şöyle sıralamamız mümkündür:
a. Allah’aYaklaştırır
-Kul, Rabbinin kendisi için takdir buyurduğu zekât mükel-lefiyetini yerine getirmekle O’na yaklaşma yoluna girmiş demektir. Yukarıda da işaret edilen kudsi hadis bu kurbeti şu şekilde açıklar:
وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا وَإِنْ سَأَلَنِي لَأُعْطِيَنَّهُ وَلَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لَأُعِيذَنَّهُ
“Kulumun bana kurbet yolunda yapacağı en güzel ve önemli şey, benim kendisine farz kıldığım ibadetlerdir. Farzlardan sonra nafile ibadetler de eda etmek suretiyle Bana yaklaşmaya devam eder, neticede ben onu severim. Sevdiğim bir kulumun da işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse veririm, Bana sığınırsa sığındığı şeyden onu muhafaza ederim.”[2]
Zekâtın kalbî ve ruhî hayatımız açısından Allah’a yaklaştırıcılığı, farz bir ibadet olmasının yanında, aynı zamanda hiss-i semahatin de (cömertlik) bir ifadesi olması itibarıyladır. Zira Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadislerinden anladığımız gibi cömertlik, insanı Allah’a yaklaştıran en önemli hususlardan biridir:
السَّخِيُّ قَرِيبٌ مِنَ اللهِ قَرِيبٌ مِنَ الجَنَّةِ قَرِيبٌ مِنَ النَّاسِ بَعِيدٌ مِنَ النَّارِ وَالبَخِيلُ بَعِيدٌ مِنَ اللهِ بَعِيدٌ مِنَ الجَنَّةِ بَعِيدٌ مِنَ النَّاسِ قَرِيبٌ مِنَ النَّارِ وَالْجَاهِلُ السَّخِيُّ أَحَبُّ إِلَى اللهِ عَزَّ وَجَلَّ مِنْ عَابِدٍ بَخِيلٍ
“Cömert; Allah’a yakın, Cennet’e yakın, insanlara yakın, Cehennem’den uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzak, Cennet’ten uzak, insanlardan uzak, Cehennem’e yakındır. Cimri âbiddense, cömert cahil Allah katında daha sevimlidir.”[3]
Cömertlik, Allah’ın “Cevâd” (Cömert) ismiyle rezonansa geçmenin adıdır. İnsan, yaptığı işlerde ne ölçüde esma-i ilâhiye ile münasebet hâlinde ise, neticede elde ettiği faydalar da aynı nispette olacaktır. Bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللهَ جَوَادٌ يُحِبُّ الْجَوَادَ وَيُحِبُّ مَعَالِيَ الْأَخْلَاقِ وَيَكْرَهُ سَفْسَافَهَا
“Allah ‘cömerttir, cömert olanı sever, yüksek insani vasıfları sever, süfli huyları sevmez.”[4]
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’tan uzaklığın remzi olan şirk bataklığına sapmışları zikrettiği bir yerde onların ayırıcı sıfatları olarak, ahirete inanmamalarının yanında zekât vermemelerini zikreder:
وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ الَّذِينَ لاَ يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ بِالآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
“Müşriklerin vay haline! Zekât vermez, ahirete de inanmazlar.”[5]
Vermek Allah ahlâkıdır. Allah ahlâkıyla ahlâklanmak ise, her zaman ve her yerde ayağın daima sağlam zemine basılması demektir.
Demek ki zekât, fakiri zengine yaklaştırdığı gibi zengini de Ganiyy-i Mutlak olan Allah’a yaklaştırmakta, kul ile Rab arasındaki münasebeti de temin etmektedir.
b. Zekât Bir Yatırımdır
Dünya hayatının çalışma, tohum ekme ve çabalama yeri olduğu üzerinde bir nebze durmuştuk. Bütün bunların tastamam karşılığının verileceği yer ise, şüphesiz ahiret âlemidir. Orada Allah’ın şaşmaz ve şaşırtmaz terazileri işleyecek ve herkes burada yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir. Burada hayırlı işler yapıp yümünlü bir hayat sürenler orada hayırlara gark olurken, hep şerrin peşinde dolaşıp şirretliği fazilet sayanlar da şerirlerle beraber Cehennem’in şerarelerinde çığlık çığlık yardım feryatlarında boğulacaklardır. –Öyle bir duruma dûçar olmaktan Rabbim muhafaza buyursun– Kur’ân’ın ifadesiyle;
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
“Her kim zerre miktar hayır işlerse, mutlaka orada onu görecektir. Zerre kadar şerre bulaşan da orada onu mutlaka görecektir.”[6]
Mademki dünya çalışma, hâlis, katışıksız amellerde bulunma ve cömertlik sergileme yeridir. Öyleyse fırsat geçmeden sahip olduğumuz imkânları bu istikamette kullanmalı ve bütün bu civanmertliklerin karşılığının verileceği bir günün mutlaka geleceği inancıyla ahiret adına yatırımlar yapmalıyız.
Madem Kur’ân’ın ifadesiyle, yaptıklarımızın karşılığını orada tastamam görecek ve ahiret hayatımız adına kazanç ufkuna ulaşacağız. Öyleyse bugünden elimizi tez tutup, malımızla ahiret hayatımız için bir şeyler takdim etmeli ve orası adına yatırımlarımızı sağlam yapmalıyız. Bunun yolu da Allah’ın bize ihsan ettiği imkânlarla elde ettiğimiz mallarımızın bir kısmını, yine O’nun istediği yerlere harcamaktan geçmektedir. İşte zekât, ahiret adına böyle büyük bir yatırımın ifadesidir.
c. Cimriliği Ortadan Kaldırır
Mal sevgisi ve cimrilik duyguları, diğer duygular gibi, belli hikmetler için insan fıtratına konulmuştur. İnsan, sahip olduğu latife ve duyguları yerinde kullandığı takdirde önemli faydalar elde edecek olsa da, bu konuda ifrat ve tefrite düştüğünde kendisi için önemli kayıpların söz konusu olacağı bir yola girmiş olacaktır. İnsanın mala düşkün yaratılmasını da bu çerçevede düşünebiliriz.
Kur’ân, أُحْضِرَتِ الْأَنْفُسُ الشُّحَّ “Nefislere, “şuhh” (hırs, mal sevgisi) yerleştirilmiştir.”[7] şeklindeki âyetiyle, dünya nimetlerine tamahın, hırsın, cimriliğin insanın mayasına yerleştirildiğini bildirmektedir. Fakat bu duygu, insana, malını koruması ve malıyla mülküyle dünyayı imar etmesi için verilmiştir. Evet, bu duygu, Rabbimiz tarafından takdir buyrulan sınır ve çerçeve içinde değerlendirildiği sürece dünyalar imar olur. İfrat ile sınırını aştığında ise nice ümranların yıkılmasına sebebiyet verir. Dünyaya karşı aşırı hırsları sebebiyle helâk olan geçmiş ümmetlerin durumu dediklerimizi teyit eden birer ibret örneğidir. Bu noktada Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
إِيَّاكُمْ وَالشُّحَّ فَإِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِالشُّحِّ أَمَرَهُمْ بِالْبُخْلِ فَبَخِلُوا وَأَمَرَهُمْ بِالْقَطِيعَةِ فَقَطَعُوا وَأَمَرَهُمْ بِالْفُجُورِ فَفَجَرُوا
“Dünya malına karşı hırslı olmaktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, bundan dolayı helâk oldular. Mal hırsı onları cimriliğe sevk etti de vermeleri gerekli olanı vermediler; akrabalık bağlarını kesmeye sevk etti de kestiler; yine fısk u fücura, günah işlemeye sevk etti, onlar bunu da yaptılar.”[8]
Zekâtın emredildiği âyetlerden birinde,
خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِمْ بِهَا
“Onların mallarından sadaka al ki o sadaka vasıtasıyla onları temizleyesin, kirlerinden arındırasın.”[9] ifadesi vardır. Bu âyetten hareketle zekâtın, fakiri kin ve nefret gibi duygulardan, zengini de cimrilik hastalığından temizleyeceğini söylemek mümkündür.
Kazanç içinde başkalarının da hakkının bulunduğu düşüncesini kabul ettiren zekât müessesesi, aynı zamanda insandaki maddeperestlik duygusunu da temizler. Gerçek mülkün sahibini idrakla insana, “Allah’ın mülkünden yine Allah’ın emriyle, O’nun tayin ettiği yerlere veriyorum.” dedirtir ve böylelikle cimrilik fikrini ortadan kaldırır. Bir insandan cimrilik düşüncesinin uzaklaşması ise, onun Allah’a yaklaşmasını, kurtuluşunu netice verir. Zira Allah şöyle buyurur:
وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Kim nefsinin hırslarından, cimriliğinden kurtulursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[10]
-Bunun aksine, Cenab-ı Allah’ın bize ihsan ettiği nimetleri başkalarıyla paylaşmamak ise, insanın ebedî hayatı adına tehlikeli bir zeminde dolaşması demektir ki,
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
“Allah’ın kendilerine lütfu ile bol bol verdiği nimetlerde cimrilik edip harcamayanlar, sakın bu hali kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır! Bu, onların hakkında şerdir. Cimrilik edip de vermedikleri malları, kıyamet günü boyunlarına dolandırılacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır (Bütün mülk O’na aittir ve O’na kalacaktır). Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”[11] mealindeki âyet bu akıbeti hatırlatmaktadır.
d. Rahmete Vesiledir
Zekât, kulu Rabbine yaklaştırmasının yanında O’nun rahmetine nail olmaya da en büyük bir vesiledir. Malumdur ki Allah’ın (celle celâluhu) rahmetine en çok nail olanlar, O’nun emirleri doğrultusunda hareket edenlerdir. Başkalarına merhamet edip ihtiyaçlarını gidermek, ilâhî rahmete çıkarılmış bir davetiyedir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
الرَّاحِمُونَ يَرْحَمُهُمُ الرَّحْمَنُ ارْحَمُوا مَنْ فِي الأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ
“Birbirlerine merhamet duygularıyla muamele edenlere Rahmân merhamet eder. (Öyleyse) siz, yeryüzündekilere merhamet edin ki Allah da size merhamet etsin.”[12] derken bu hakikati ifade etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim, zekâtın, Allah’ın rahmetini celbettiğini şu ifadeleriyle anlatır:
وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالَّذِينَ هُمْ بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ
“Rahmetim her şeye şamildir. Onu, takva dairesinde yaşayanlara, zekât verenlere ve âyetlerimize inananlara nasip edeceğim.”[13]
Buna benzer diğer bir âyet-i kerime de şu şekildedir:
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
“Namazı kılın, zekâtı verin, Resûle de itaat edin ki, merhamete mazhar olasınız.”[14]Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, şu hadisleriyle yoksulun elinden tutmanın, zayıflara, muhtaçlara yardım etmenin, anne-babaya infakta bulunmanın Allah’ın rahmetine vesile olduğunu ifade buyurmuştur:
أرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ نَشَرَ اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ رحمَتَهُ وَأَدْخَلَهُ الجَنَّةَ: مَنْ آوَى مِسْكِينًا وَرَحِمَ الضَّعِيفَ وَرَفِقَ بالمَمْلُوكِ وَأَنْفَقَ عَلَى الوَالِدَيْنِ
“Şu dört özelliği kendisinde toplayanı Allah (celle celâluhu) rahmetiyle kuşatır ve onu Cennetine kor: Yoksulu koruyan, zayıfa merhamet eden, köleye yumuşak davranan ve anne-babasının ihtiyaçlarını karşılayan.”[15]
Aynı zamanda zekât, belâ ve musibetlere karşı bir siperdir ki, bu da rahmet-i ilâhiyenin ayrı bir tecellisidir. Zekât farizasının yerine getirilmediği durumlarda, Allah’ın rahmetinin de kesileceğini yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bildirmektedir:
لَمْ يَمْنَعْ قَوْمٌ زَكَاةَ أَمْوَالِهِمْ إِلَّا مُنِعُوا الْقَطْرَ مِنَ السَّمَاءِ وَلَوْلَا الْبَهَائِمُ لَمْ يُمْطَرُوا
“Mallarının zekâtını vermeyen topluluğa semadan rahmet kapıları kapanır, bir damla yağmura hasret kalırlar. Şayet masum hayvanlar da olmasaydı onların yağmurdan hiç nasipleri olmazdı.”[16]
Demek oluyor ki hem dünya hem de ukba adına Merhameti Sonsuz’un rahmetini celbedecek en önemli hususlardan birisidir zekât. Zekât müessesesinin bulunduğu yere ilâhî rahmet sağanak sağanak gelir. Olmadığı yerler ise bir damla rahmete muhtaç gider.
e. Zekât Temizliktir
Zekâtın kelime anlamı, ‘temizlik’tir. Evet, zekât umumi bir temizliktir. Zekâtın farziyetini bildiren âyet, bu temizlenmeyi hedef olarak gösterir:
خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِمْ بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ
“Onların mallarından bir sadaka al ki bu sadaka vasıtasıyla onları temizlemiş, kirlerinden arındırmış olasın. Ve onlara dua et. Senin hakkındaki duan, onlar için huzur vesilesidir.”[17]
Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerden aldığı sadaka ve yaptığı dua ile onları maddîmânevî kirlerden temizlemiş ve onlara, maddî-mânevî huzura giden yolları açmıştır.
Zekât, çok yönlü bir manevi temizlenmenin adıdır. Onunla hem zekâtı verilen mal, hem veren hem de alan muhtemel pek çok kirden arınmış olur.
Bir hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zekât ve sadakanın başta kendisi olmak üzere bütün âline (soyuna) haram olduğunu bildirdiği yerde,
إِنَّ هَذِهِ الصَّدَقَاتِ إِنَّمَا هِيَ أَوْسَاخُ النَّاسِ لَا تَحِلُّ لِمُحَمَّدٍ وَلَا لِآلِ مُحَمَّدٍ
“Şüphesiz ki bu zekât ve sadakalar, insanların kirlerinden ibaret olup onlar, Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun ailesine helâl değildir.”[18] demekle dolaylı olarak insanların elinde bulunan malların kirini sadaka ve zekâtın temizleyeceğine işaret etmektedir.
Yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
إِنَّ اللهَ لَمْ يَفْرِضِ الزَّكَاةَ إِلَّا لِيُطَيِّبَ مَا بَقِيَ مِنْ أَمْوَالِكُمْ
“Allah, zekâtı, malınızın geri kalanını temizlesin diye farz kıldı.”[19] derken de aynı noktaya dikkat çekmektedir. Bu demek ki, zekâtı verilen mal, bu kirli kısım ayrıldıktan sonra temiz hâle gelmektedir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi zekât veren şahıs, Kur’ân ve hadislerde çirkinliği ortaya konan mal sevgisi, dünya hırsı, cimrilik gibi hastalıklardan kurtulmakta ve böylece bunlar sebebiyle gelen günahlardan temizlenmiş olmaktadır. Ayrıca zekât, dünyada ebedî kalma ve devamlı mal biriktirme gibi duygularla beslenen tûl-i emeli de ortadan kaldıran önemli bir faktördür.
Alan el durumunda bulunan kimseler de zenginlere karşı içlerinde beslemeleri muhtemel kin ve nefreti, cömertlik hissiyle coşup kendilerine el uzatanların bu civanmertlikleri karşısında eritirlerken, aynı zamanda Allah’a isyan duygularının yeşermesine müsait bir iklim olan fakirlikten ve muhtemel bir psikozdan kurtulmuş olurlar.
f. Malı Bereketlendirir
Zekâtı verilen mal zahiren eksiliyor gibi görünse de aslında Rahmeti Sonsuz’un bereketine mazhar olduğu için artar. Zira bütün kevn ü mekân elinde olan Allah (celle celâluhu), zekâtını veren insana malını artırma yollarını ilham eder ki, bu hükmü destekleyen –bilhassa esnaf arasında meşhur olmuş– birçok misal ve mesel vardır. Evet, kalbler elinde olan Allah (celle celâluhu), istediği ve hikmeti iktiza ettiği zaman kalbleri, emrini yerine getirip zekâtını veren kimselere meylettirir de o insanın ticaretinde sürpriz canlanmalar görülür.
Dahası, zekât ve sadaka olarak verilen miktarın malı eksiltmeyeceğini, bilakis artıracağını Cenab-ı Allah vaat buyurmuştur:
وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِنْدَ اللهِ وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ
“Mallarınızın artması için alıp verdiğiniz faizin Allah katında artırdığı bir şey yoktur. Fakat Allah’ın rızasını dileyerek zekât verenlere gelince işte onlar, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır.”[20]
Bu âyet-i celile, artırma düşüncesiyle mallarını faize yatıranların, gerçekte maksatlarının aksiyle tokat yiyeceklerini, Allah’ın rızası istikametinde tasaddukta bulunanların ise, verdiklerinden daha fazlasıyla berekete nail olacaklarını anlatır. Bu mânâyı destekleyen başka bir âyet-i kerimede ise şöyle buyrulmaktadır:
يَمْحَقُ اللهُ الرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ
“Allah, faizi (faiz kaynaklı paranın değerini, bereketini) azaltır, kıymetsizleştirir. Sadakaları ise nemalandırır, bereketlendirir.”[21]
Bir başka âyette ise infakta bulunanlar için,
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ وَمَا أَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِ
“De ki, ‘Rabbim kullarından dilediğine rızkını bol, dilediğine de az verir. O’nun yolunda infak ettiklerinizin yerine Allah başkasını ihsan eder ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”[22] teminatı vardır.
Sadaka ve zekât verme konusunda, şeytan ve nefs-i emmarenin menfi baskısının rolü büyüktür. Her ikisi de zekât ve sadakanın malda eksikliğe sebep olacağını ve neticede fakirlik gibi bir problemle karşı karşıya gelineceğini telkin eder. Mevlâ-yı Müteâl Hazretleri, onların bu türden aldatıcı telkinlerine mukabil bizlere şu uyarıda bulunarak işin gerçek mahiyetini haber vermektedir:
الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَاءِ وَاللهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلًا وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur (fakir düşeceğinizi söyleyerek sadaka vermekten geri kalmanızı ister) ve size çirkin şeyleri yapmayı salıklar. Allah ise size kendi katından mağfiret ve lütuf vaat ediyor. Şüphesiz Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilendir.”[23]
Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadaka ve zekâtın malı eksiltmediğini, bilakis onun artmasına sebep olduğunu, مَا نَقَصَتْ صَدَقَةٌ مِنْ مَالٍ “Sadaka (zekât), maldan hiçbir şey noksanlaştırmaz.”[24] sözleriyle anlatmaktadır. Evet, sadakası çıkartılan mala Allah bereket verir, dolayısıyla zahirdeki noksanlaşma telafi edildiği gibi fazlası da gelir. Öte yandan, Allah yolunda infakın uhrevi getirisinin büyüklüğü sebebiyle, az fedakârlıklarla çok büyük sevap kazanmak mümkün olur.
Şu hadis-i şerif de bu mânâyı desteklemektedir:
مَنْ أَدَّى زَكَاةَ مَالِهِ طَيِّبَ النَّفْسِ بِهَا يُرِيدُ بِهَا وَجْهَ اللهِ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ فَلَمْ يُغَيِّبْ شَيْئًا مِنْ مَالِهِ
“Kim, malının zekâtını gönül hoşnutluğuyla ve Allah’ın rızasını ve ahireti düşünerek eda ederse, malından hiçbir şey kaybolmaz.”[25]
Zekâtın hem Hak katında hem de halka karşı bir teminat olduğunu yine Muhbir-i Sadık Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğreniyoruz:
حَصِّنُوا أَمْوَالَكُمْ بِالزَّكَاةِ وَدَاوُوا مَرْضَاكُمْ بِالصَّدَقَةِ وَأَعِدُّوا لِلْبَلَاءِ الدُّعَاءَ
“Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedavi edin, belâlara karşı dualarla hazırlıklı olun.”[26] Yani fakirin gözü zenginin malında olmayacak.. eli ve dili, kendisine verilen zekâtla ulaşılan sosyal dayanışma sayesinde servet sahiplerine uzanmayacak.. ve siz, başkaldırmaya müheyya bir sınıfın önünü, daha aklına kötü duygular gelip taht kurmadan evvel kesmiş; malınızı, sağlam kale ve surların koruması altına almış, güvene kavuşturmuş olacaksınız.
Bir kudsî hadiste Allah’ın,
يَا ابْنَ آدَمَ أَنْفِقْ أُنْفِقْ عَلَيْكَ
“Ey Âdemoğlu, infak et ki, Ben de sana infakta bulunayım.”[27] sözünü nakleden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sadakanın Allah tarafından nasıl artırılıp çoğaltılacağını da şu sözleriyle anlatmaktadır:
مَا تَصَدَّقَ أَحَدٌ بِصَدَقَةٍ مِنْ طَيِّبٍ وَلَا يَقْبَلُ اللهُ إِلَّا الطَّيِّبَ إِلَّا أَخَذَهَا الرَّحْمَنُ بِيَمِينِهِ وَإِنْ كَانَتْ تَمْرَةً فَتَرْبُو فِي كَفِّ الرَّحْمَنِ حَتَّى تَكُونَ أَعْظَمَ مِنَ الْجَبَلِ كَمَا يُرَبِّي أَحَدُكُمْ فَلُوَّهُ أَوْ فَصِيلَهُ
“Helal malından –ki Allah helalden başkasını kabul etmez– sadaka veren birisinin sadakasını Rahman olan Allah alır. Bu tek bir hurma tanesi bile olsa Rahman’ın elinde öyle büyür, bereketlenir ki Uhud dağından daha büyük olur. Nasıl siz bir tayı ya da deve yavrusunu alır büyütürsünüz, işte aynen öyle.”[28]
Görüldüğü gibi zekâtı verilen mal, Allah’ın teminatı ve Resûlü’nün müjdeleriyle, eksilme değil, bilakis artma durumundadır ve zekâtını tastamam verenlerin nail oldukları ihsanlar bunun açık delilidir.
Aynı zamanda böyle bir malın artması için her gün meleklerin dua etmeleri de mevzubahistir ki, bunu da yine Allah Resûlü’nün şu sözünden öğrenmekteyiz:
مَا مِنْ يَوْمٍ يُصْبِحُ الْعِبَادُ فِيهِ إِلَّا مَلَكَانِ يَنْزِلَانِ فَيَقُولُ أَحَدُهُمَا اَلّلهُمَّ أَعْطِ مُنْفِقًا خَلَفًا وَيَقُولُ الْآخَرُ اَلّلهُمَّ أَعْطِ مُمْسِكًا تَلَفًا
“Her sabah gökten iki melek iner de biri, ‘Allahım, infak edene daha fazla ver.’ diye dua ederken, diğeri, ‘Allahım, malını elinde tutup başkalarıyla paylaşmayanın malını telef et.’ diye beddua eder.”[29]
g. Mala Ebediyet Kazandırır
Dünya fani ve içindekiler de fenaya gitmektedir. Dünyada hiçbir şey ebedî olmadığı gibi, dünyanın kendisi de fenanın kollarında ademe mahkûmdur. Sahip olunan mal ve onu elde edenlerin burada kalıcı olmadığı da muhakkaktır.
Demek ki dünya bir uğrak yeridir ve burada kalmanın sınırlı bir zamanı vardır. Kişi ne kadar çok mal elde ederse etsin ancak bu sınırlı vaktin müsaadesi nispetinde ondan istifade edebilecektir. Bununla birlikte insanda bulunan ebediyet arzusu bir realitedir ki, ebedî âleme iştiyak için insanın mahiyetine dercedilmiş bir müşevviktir. Bunun içindir ki insan mal biriktirir durur. Bu arzunun sevkiyle elde edilen mâmelek ise, onu hiçbir zaman tatmin edememekte ve derdine çare olamamaktadır.
Aslında bu bir çıkmaz değildir; insan elde ettiği şeyleri ebedî hayatı adına değerlendirdiğinde, bu hissini müspet yola kanalize etmiş ve büyük yatırımın adımlarını atmış sayılır. Bu yatırıma esas teşkil eden iki önemli husus vardır. Bunlar, mal ve canın Allah yolunda kullanılması ve yeri geldiğinde bu uğurda feda edilmesidir. Bu yapıldığı takdirde, mal ve cana ebediyet kazandırılmış ve karşılığında büyük mükâfatlar elde edilmiş olacaktır. Malı ebedileştirmenin yolu, bütün çeşitleriyle infak; canı ebedileştirmenin yolu da Allah yolunda mücahededir. Nitekim Allah (celle celâluhu) Yüce Beyanında şöyle buyurur:
إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ
“Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını Cennet mukabilinde satın almıştır.”[30]
Akabe biatları esnasında, Allah Resûlü’nün tekliflerine “evet” dediklerinde, karşılık olarak elde edecekleri şeyin ne olacağını soran ensara, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Cennet” cevabını vermiştir.[31] Evet Cennet, mal ve canın Allah yolunda kullanılmasına mukabil, ebedî âlemde verilecek mükâfattan başka bir şey değildir.
Sadaka ve zekâtın, daha dünya hayatında, ahiret adına malı ebedileştirme fonksiyonunu Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu ifadelerinde de görmek mümkündür:
يَقُولُ ابْنُ آدَمَ مَالِي مَالِي وَهَلْ لَكَ يَا ابْنَ آدَمَ مِنْ مَالِكَ إِلَّا مَا أَكَلْتَ فَأَفْنَيْتَ أَوْ لَبِسْتَ فَأَبْلَيْتَ أَوْ تَصَدَّقْتَ فَأَمْضَيْتَ
“Âdemoğlu ‘malım, malım!’ der durur. Hâlbuki ey Âdemoğlu! Malım dediğin şey, ya yiyip tükettiğin, ya giyip eskittiğin ya da tasadduk edip ebedileştirdiğin şeyden başkası değildir.”[32]
Demek ki şu fani âlemde sahip olunan malın, baki âleme ait bir sermaye hâline getirilmesi mümkündür ve bunun yolu da zekât ve sadaka gibi infak çeşitlerinden geçmektedir.
h. Malı “Kenz” Olmaktan Kurtarır
Sözlükte hazine, define anlamlarına gelen “kenz”; İslam ıstılahında, zekâtı verilmeyen, gerekli yerlere sarf edilmeyip bir yerde yığılıp bekletilen mal demektir.
Bilindiği gibi mal biriktirip stoklar meydana getirme, iktisadî hayatta ciddi krizlere yol açmaktadır. Bunun neticesinde halkın büyük bir çoğunluğu mağdur olmakta ve sonuçta içtimaî hayatta kutuplaşmalar meydana gelmektedir. İşte İslâm, bu ve benzeri sebeplerle stokçuluk, ihtikar ve karaborsacılığı yasaklamıştır. Malın belirli kimseler tarafından stok edilerek piyasadan çekilmesi, sun’i fiyat artışlarına sebep olur ve birkaç kişi veya kurum, büyük menfaatler elde ederken, alma gücü sınırlı olan büyük bir kitle ciddi sıkıntılara sürüklenir. Elbette bu bir zulümdür ve cemiyet içinde ciddi rahatsızlıklar meydana getireceği âşikârdır. İslâm, zekât ve sadaka gibi mükellefiyetlerle bu tür rahatsızlıkların daha baştan önünü alır.
Evde veya bankada pasif hâlde duran paranın hiç kimseye bir faydası yoktur. Onun faydası ancak kullanıldığı ve tedavüle sokulduğu takdirde ortaya çıkacaktır. Bu sebepledir ki İslâm, tasarruf etme, herhangi bir iş için sermaye oluşturma veya muhtaç durumdaki insanlara yardım etme gibi herhangi bir maksat gözetmeksizin biriktirilen mala “kenz” ismini vermiş ve Müslümanları bundan kaçınmaları noktasında şiddetle uyarmıştır. Piyasada suni daralmalara ve fiyat artışlarına sebep olmak ve böylece daha çok para kazanmak için mal stoklamak, İslâm nazarında çok kötü bir fiildir.
Evvelâ Kur’ân-ı Kerim, bu hususta oldukça sert ikazlarda bulunur:
وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هَذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ
“Altını gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş Cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara: ‘İşte!’ denilecek, ‘İşte biriktirdiğiniz mallar! Şimdi mal yığmanın vebalini tadın bakalım’”[33]
Mal biriktirme, mal stoklama, neticeyi düşünerek daha fazla maddî güce sahip olma düşüncesiyle yapılır. Sonuç itibarıyla stokçuluk, bu işi yapanın, bir gün bunun üzerinden büyük kârlar elde edeceği düşüncesini mayalamakta ve kişiyi o “müjdeli gün” için beklentiye sevk etmektedir. İşte Kur’ân, bu hırsla mal biriktirip kenz yapanlara, beklentilerine göre hitap ederek şimdiden “müjde” veriyor.. veriyor ama vaat edilen müjde hiç de onların bekledikleri gibi değil.. bu müjde, beraberinde sevinç çığlıkları değil ızdırap iniltileri getirmekte.. elemle karışık, insanı hacalet ve sıkıntıdan iki büklüm eden bir azabın müjdesi...
Zekâtı verilmeyen altın, gümüş ve diğer emtianın, ahirette sahibine verecekleri eziyeti hadis-i şerifler de anlatmaktadır. Hadislerden anladığımız kadarıyla, zekâtı verilmeyen altın ve gümüş, kızdırılmış levhalar hâlinde sahibinin vücuduna bastırılacak ve onlarla sahiplerinin vücutları dağlanacaktır. Yine zekâtı verilmeyen deve, sığır, koyun gibi hayvanlar, olduklarından daha büyük hâle getirilip sahiplerine eziyet edeceklerdir.[34]
Daha fazla mal ve mülke sahip olma hırsıyla biriktirilen ve içinden Allah’ın hakkı çıkarılıp gerekli yerlere harcanmayan mâmelek, bütünüyle sahibine ızdırap vermiş; onu, dünya lezzetlerini elde etme hırsının altında her türlü lezzetten mahrum bırakmıştır. Netice itibarıyla dünyada stokçuluk yaparak zengin olacağını zanneden ancak varlık içinde yokluk çeken bu şahıs, ahirette ‘kendi ameli cinsinden ceza’ ile karşılığını görecek, burada ektiklerini orada biçecektir.
Diğer bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), zekâtı verilmeyen malın kıyamet günü kocaman bir yılan şekline girerek sahibine eziyet vereceğini anlatmaktadır.[35] Hadisin Buhârî’deki rivayetinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yılanın, sahibini elmacık kemiklerinden ısıracağını ve “Ben senin malınım, ben senin kenzinim.”[36] diyerek azap edeceğini anlatır ve arkasından da şu âyeti okur
وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
“Allah Teâlâ’nın fazl u kereminden kendilerine verdiği malda cimrilik edenler, sakın bu yaptıklarını kendilerinin hayrına sanmasınlar. Bilakis o, onlar için şerdir. Cimrilik edip de zekâtını, sadakasını vermedikleri o mal, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.”[37]
Bütün bunlar elbette inanan insanların, hiç malının olmaması gerektiği mânâsına gelmez. O da mal sahibi olabilir, olmalıdır da. Ancak inanan bir insan, malını yalnızca nefsi, hevası ve dünyalık lezzetler için kullanamayacağını, malın mülkün hakiki sahibi tarafından kendisine verilen bu mal ile eda edeceği uhrevi vazifelerinin de olduğunu idrak etmelidir. Bu noktada zekât, Müslümanın yapmakla mükellef olduğu en önemli vazifelerdendir. O, malı kenz olmaktan çıkarır ve sahibini, bahsini ettiğimiz tehditlerden korur:
كُلُّ مَالٍ أَدَّيْتَ زَكَاتَهُ وَإِنْ كَانَ تَحْتَ سَبْعِ أَرَضِينَ فَلَيْسَ بِكَنْزٍ، وَكُلُّ مَالٍ لَا تُؤَدِّي زَكَاتَهُ فَهُوَ كَنْزٌ وَإِنْ كَانَ ظَاهِرًا عَلَى وَجْهِ الْأَرْضِ
“Zekâtını ödediğin mal yerin yedi kat altında gömülü bile olsa kenz değildir. Zekâtını ödemediğin mal açıkta da olsa kenzdir.”[38]
مَا بَلَغَ أَنْ تُؤَدَّى زَكَاتُهُ فَزُكِّيَ فَلَيْسَ بِكَنْزٍ
“Zekâtı verilecek miktara ulaşıp da zekâtı verilen mal kenz değildir.”[39]
مَنْ أَدَّى زَكَاةَ مَالِهِ فَقَدْ أَدَّى الْحَقَّ الَّذِي عَلَيْهِ وَمَنْ زَادَ فَهُوَ أَفْضَلُ
“Zekâtını eda eden, üzerindeki hakkı eda etmiş demektir. (Farz olan miktardan) daha fazla vermek ise daha faziletlidir.”[40]
إِذَا أَدَّيْتَ زَكَاةَ مَالِكَ فَقَدْ أَذْهَبْتَ عَنْكَ شَرَّهُ
“Malının zekâtını eda ettiğinde, onun şerrini kendinden savmış olursun.”[41]
إِذَا أَدَّيْتَ زَكَاةَ مَالِكَ فَقَدْ قَضَيْتَ مَا عَلَيْكَ
“Malının zekâtını eda ettiğinde, üzerine düşeni yapmış olursun.”[42]
Hâsılı, malının zekâtını veren kimse, Hak katında malını kenz olmaktan kurtardığı gibi, böyle bir şahsa halk da mal yığan cimri insan nazarıyla bakmayacaktır. Zira o, Allah’ın kendisine verdiğinin hakkını vermiş, fakir ve yoksulu gözetmiş, böylece kendi üzerine düşeni yerine getirdiğinden dolayı da mesuliyetten kurtulmuştur.
i.Tûl-i Emeli İzale Eder
İnsan ebede namzet yaratılmıştır ve onda bulunan birçok duygu ebediyeti istemektedir. Ebediyetin ukba buudu kavranamadığında mesele dünyaya hasredilmekte, bunun neticesi olarak da dünyaya aşırı bağımlılık ortaya çıkmaktadır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanın bu hâlini şu hadisleriyle çarpıcı bir şekilde ifade buyurur:
لَوْ أَنَّ لِابْنِ آدَمَ وَادِيًا مِنْ ذَهَبٍ أَحَبَّ أَنْ يَكُونَ لَهُ وَادِيَانِ وَلَنْ يَمْلَأَ فَاهُ إِلَّا التُّرَابُ وَيَتُوبُ اللهُ عَلَى مَنْ تَاب
“Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, iki vadi olmasını ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.”[43]
Bir başka hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle der:
يَكْبَرُ ابْنُ آدَمَ وَيَكْبَرُ مَعَهُ اثْنَانِ حُبُّ المَالِ وَطُولُ العُمُرِ
“Âdemoğlu büyüdükçe onunla birlikte iki özellik daha büyür: Mal mülk sevgisi ve tûl-i emel.”[44]
Bir başka hadis:
قَلْبُ الشَّيْخِ شَابٌّ عَلَى حُبِّ اثْنَتَيْنِ: طُولُ الْحَيَاةِ، وَحُبُّ الْمَالِ
“İnsan yaşlanır da onda iki şey genç kalır: Uzun yaşama arzusu ve mal sevgisi.”[45]
Dünya sevgisi ve tûl-i emel, insana dünyayı imar etmesi, dünya adına yapacağı işlerde boşvermişliğe girmemesi için verilmiştir. Bu duyguda istikamet tutturulamadığında ifrata ve tefrite düşülerek; bir tarafta dünya tamamen terk edilmekte, diğer tarafta da her şey dünyadan ibaret görülüp ahiret düşüncesine yer verilmemekte ya da unutulmaktadır. Hâlbuki İslâm, her iki durumu da tasvip etmemekte; dünyaya dünya, ukbaya da ukba kadar kıymet verilmesini istemektedir.
Hiç şüphesiz ferde bu dengeyi kazandıracak âmillerden birisi zekâttır. Cenab-ı Allah’ın verdiği malın, O’nun emrettiği nispette ve gösterdiği istikamette verilmesi demek olan zekât, ebedî âlemi hatırlatmakta, insan fıtratındaki dünya sevgisi ve tûl-i emeli ebedî âleme göre şekillendirmekte ve bu duyguların yüzünü ahirete çevirmektedir. Çünkü âyet ve hadisler, Allah yolunda verilen her şeyin ukbada karşılığının verileceği konusunda bizi temin etmektedir. Bu ise yapılanların, dünyanın dar çerçevesini aşıp ukbanın sınırsız buudlarına göre yapılmasını gerektirmektedir. Zekât, malın fani, ömrün sınırlı, dünyada ebedî kalmanın imkânsız ve ahirete gidişin mecburi olduğunu hatırlatarak insanı ebedî âleme hazırlar. Ve bu yönüyle de ahiret için teşvikçi olur. Bu da insan için büyük bir kazançtır.
-Değişik hikmetlere mebni olarak dünya ve içindekiler insana cazip göstermiş fakat Kur’ân-ı Kerim’de bu fani şeylerin değil de Allah nezdinde olanların güzelliğine dikkat çekilmiştir:
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ
“Kadın, çoluk çocuk, yığın yığın altın ve gümüş, salma atlar, hayvanat ve mahsulat sevgisi insanların içine yerleştirilmiş ve bunlara duyulan arzu onlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının vaad ettikleridir. Ulaşılacak en güzel şeyler ise Allah katındadır.”[46]
Bu âyet-i kerime, Allah’ın insana verdiği fıtrî özellikleri anlatmakta, sonra da ahireti nazara vererek, yaratılıştan gelen bu fıtrî meyillerin tevcih edileceği ciheti nazara vermektedir. Yani bir tarafta insan fıtratına konulan dünya sevgisi ve hırs, öbür tarafta ise bunu itidale çekecek zekât gibi dinî ahkâm söz konusudur. Âyet-i kerimede sayılan dünyevî güzellikler karşısında istikameti koruyabilmek için sahip olunması gereken hususlardan biri, malik olduğumuz şeylerde başkalarının da hakkının bulunduğu gerçeğini göz ardı etmemektir.
Mal hırsı ve dünya sevgisi lüks ve şatafat içinde yaşama tutkusunu da beraberinde getirir ki bu da israfa açılan kapıdır. İsraf da çoğu zaman insanın gayrimeşru yollara kaymasına sebebiyet verir. Zira çoğu zaman eldeki imkânlar, tahayyül edilen hayatın teessüsünde yetersiz kalır. İşte zekât, bu türlü komplikasyonların önüne geçerek insanın bitme-tükenme bilmeyen mal sevgisini ve tûl-i emel duygusunu kırmakta ve onun istikamet çizgisi üzerinde kalmasını temin etmektedir.
j. Duaya Vesiledir
Zekât, çok yönlü olarak duaya vesile olur. Kur’ân’ın ifadesiyle o, başta Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasına vesile olduğu gibi, zekâtı alanın duasına da vesiledir. İhtiyaç içinde olan kimsenin elinden tutan bir zengin için, ihtiyacı giderilen şahıs da, onun yakınları da dua edeceklerdir. Bütün bunların yanında zekât, meleklerin duasına da vesile olmaktadır.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, zekât ve sadaka verenlerle ilgili Allah Resûlü’ne tavsiyesi şudur:
وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلَاتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ
“Onlara dua et; çünkü Senin duan, onlar için huzur vesilesidir.”[47]
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenab-ı Hakk’ın emrine imtisal etmemesi düşünülemez. Abdullah İbn Ebî Evfâ (radıyallahu anh) anlatıyor:
Birileri sadakalarını, zekâtlarını getirdiği zaman Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o zata, ailesine dua eder, “Yâ Rabbi! Filanlara rahmetinle muamele eyle!” derdi. Babam da zekâtını getirdiğinde Allah Resûlü bizim için de dua etti:
اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى آلِ أَبِي أَوْفَى
“Allahım, Ebû Evfâ’nın ailesine merhametinle muamele eyle.”[48]
Birçok âyette olduğu gibi buradaki dua etme emri de, sadece Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsına münhasır değildir. Bilakis bütün Müslümanları içine almaktadır. Kaldı ki sadaka ile, zekâtla başkalarının yardımına koşanlar için dua etmek, insanî hislerin ve fıtratın bir gereğidir. Hiçbir kimse, ihtiyaç içinde kıvrandığı bir sırada kendisine yardım eden ve elinden tutan biri için “Allah razı olsun” demeyi çok görmez. Belki de bu, gayriihtiyarî olarak lisanın fıtrata tercüman olmasıdır. Sadaka ve zekâtla ihtiyaçları giderilen aile, veren şahsa dua ederlerken, çoğu zaman o aileyi tanıyan kimselerin de bu dualara iştirak edecekleri unutulmamalıdır.
Sadaka ve zekâtın vesile olduğu dualardan biri de meleklerin duasıdır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hususu, daha önce de zikrettiğimiz şu ifadeleriyle anlatmıştır:
مَا مِنْ يَوْمٍ يُصْبِحُ الْعِبَادُ فِيهِ إِلَّا مَلَكَانِ يَنْزِلَانِ فَيَقُولُ أَحَدُهُمَا اَلّلهُمَّ أَعْطِ مُنْفِقًا خَلَفًا وَيَقُولُ الْآخَرُ اَلّلهُمَّ أَعْطِ مُمْسِكًا تَلَفًا
“Her sabah gökten iki melek iner de biri, ‘Allahım, infak edene daha fazla ver.’ diye dua ederken, diğeri, ‘Allahım, malını elinde tutup başkalarıyla paylaşmayanın malını telef et.’ diye beddua eder.”[49]
Görüldüğü gibi zekât, çok yönlü olarak duaya vesile olmaktadır ve dua, mü’min için, Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmaya ve rahmetini celp etmeye vesilelik edecek en önemli bir kredidir.
k. Günahlara Kefarettir
Cenab-ı Hak, kullarına olan rahmetinin neticesi olarak, yapılan ibadetleri kurbete vesile kılarken, aynı zamanda onları, hata ve kusurların affına da birer sebep kabul etmektedir. Abdest, namaz, oruç gibi ibadetlerin, getirdikleri sevaplar yanında, günahlara kefaret olduklarını, değişik âyet ve hadislerden –doğrudan veya dolaylı olarak– öğreniyoruz.
Bir âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
لَئِنْ أَقَمْتُمُ الصَّلَاةَ وَآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَآمَنْتُمْ بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمُ اللهَ قَرْضًا حَسَنًا لَأُكَفِّرَنَّ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلَأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ
“Eğer namazlarınızı kılar, zekâtlarınızı verirseniz; peygamberlerime inanıp onlara destek çıkarsanız ve Allah adına karz-ı haseni yaygınlaştırırsanız, elbette günahlarınızı affeder ve sizi, altlarından ırmaklar akan Cennetlere yerleştiririm.”[50]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, şu sözleriyle, yapılan ibadetlerin günahlar için birer kefaret vesilesi olduğunu ifade buyurmuştur:
فِتْنَةُ الرَّجُلِ فِي أَهْلِهِ وَوَلَدِهِ وَجَارِهِ تُكَفِّرُهَا الصَّلاَةُ وَالصَّدَقَةُ وَالأَمْرُ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّهْيُ عَنِ المُنْكَرِ
“Kişinin evi, ailesi ve komşusuyla alakalı maruz kalacağı fitnelere karşı namaz, zekât, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’lmünker kefarettir.”[51]
Şüphe yok ki bu konuda serdedilebilecek daha pek çok âyet-i kerime ve hadis-i şerif mevcuttur.
l. Emniyeti Temin Eder
Zekât vermekle mü’min, bir taraftan vazifesini yapıp Allah’a karşı kulluk mükellefiyetini yerine getirmenin huzurunu yaşarken, diğer yandan da başına gelmesi muhtemel arzî ve semavî felâketlere karşı kendini koruma altına almış olur.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen ilk vahyin ardından, üzerinin örtülmesini isteyip endişe izhar edince, Hazreti Hatice Validemizin O’nu teselli etme adına söylediği şu sözler çok manidardır: “Allah’a yemin olsun ki O Seni asla zayi etmeyecektir. Zira Sen, akrabalarını ziyaret eder, hep doğru söyler, başkalarının yüküne omuz verir, yardım eder, misafir ağırlar ve sıkıntıya dûçar olanlara yardımcı olursun.”[52]
Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Habeşistan’a hicret için yola çıktığında yolda İbn Dağınne ile karşılaşır. İbn Dağınne ona, nereye gittiğini sorar. Hazreti Sıddık, “Kavmim bana eziyet edip, hayatı yaşanmaz hâle getirmekle beni Mekke’den çıkardılar.” cevabını verir. Bunun üzerine İbn Dağınne, “Nasıl olur! Allah’a yemin olsun ki sen, akrabalık bağlarını gözetir, ihtiyacı olanların imdadına koşar, güzel işler yapar ve herkese maddî-mânevî destek olursun. Geri dön, bundan sonra benim güvencem altındasın.” diyerek Hazreti Ebû Bekir’i Mekke’ye geri çevirir.[53]
Örneklerden de anlaşılacağı üzere, maddî-mânevî iyilik ve ihsanlar, Hak katında da halk katında da büyük değer ifade etmektedir. Her çeşidiyle sadaka ve zekât da bu iyilik yollarının başında gelmektedir.
m. Maddenin Esiri Olmaktan Kurtarır
Zekâtın başka bir faydası da, kişiyi maddeperestlik ağından kurtarmasıdır. Zaten İslâm, insanların sadece Yüceler Yücesi Allah’a yönelmesini, O’nun dışındaki her şeyin esaretinden sıyrılıp tevhide ermesini istemektedir. Şayet insan, maddenin hâkimi durumundayken onun mahkûmu olursa, yaratılış gayesinden sapmış sayılır.
Aslında dünyadaki her şey insan için yaratılmıştır. O, eşyayı, İslâm’ın kendine çizdiği yol istikametinde kullanmaya memurdur. Aksi takdirde madde –hâşâ– mabud seviyesine çıkarılarak duygu, düşünce ve fiillerde sapmalar meydana gelecektir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde bu hastalığa işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
تَعِسَ عَبْدُ الدِّينَارِ وَالدِّرْهَمِ وَالقَطِيفَةِ وَالخَمِيصَةِ إِنْ أُعْطِيَ رَضِيَ وَإِنْ لَمْ يُعْطَ لَمْ يَرْضَ
“Altın, gümüş, kadife ve ipeğin kullarına yazıklar olsun! Bunlara nail olduklarında hoşlarına gider, sevinirler; nail olamamayı ise hazmedemezler.”[54]
Bu hastalığın en önemli çaresi yine zekâttır. Zira zekât, onu eda eden şahsın kalbindeki mal sevgisini ebedî âleme endeksli olarak dizayn etmekte, onu maddenin esiri olmaktan kurtarmaktadır.
Zekâtın faydaları adına buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, ilk plânda idrak edilebilen maslahatlar olarak değerlendirilebilir. Onun burada zikredemediğimiz daha nice fayda ve maslahatları olduğu gibi, ilerleyen zamanın yorum ve tefsirleri, kim bilir daha nice hikmet ve faydalarını ortaya koyacaktır. Ayrıca maddî plânda idrak ufkumuzu aşan şeylerin yanı sıra, mânâ itibarıyla yakalayamadığımız hususların da olabileceğini hatırda tutmak gerektir.
2. Alan Açısından
Bir ibadet olarak zekâtın, verene dünyevi-uhrevi faydaları olmasının yanında, alana bakan da pek çok fayda ve hikmetleri vardır. Bunlardan bazılarını belirtmek gerekirse:
a. İhtiyaçların Esiri Olmaktan Kurtarır
Zenginlerden alınıp fakirlere verilmek suretiyle içtimaî hayatta büyük boşluk ve uçurumların kapanmasına vesile olan zekât, insanları ihtiyaçlarının esiri olmaktan kurtardığı gibi, onları, fakirlikle birlikte gelmesi muhtemel olan hırsızlık ve gasp gibi suçlardan da uzak tutar. Evet, toplumda adi suç olarak bilinen birçok problemin altında, fertlerin, ihtiyaçlarını karşılayacak maddî imkânlara sahip olamamaları yatmaktadır. Buna, fertlerin, kendilerini kontrol altında tutacak seviyede bir imana sahip olmayışı da eklenince insanları bu türlü suçları işlemekten uzak tutacak çok fazla mani kalmamış demektir. Bugün dünyanın pek çok yerinde bunun çok çarpıcı misallerini görebiliriz. Hatta hırsızlık bir tarafa, buralarda, cüz’i bir meta için cinayet bile irtikâp edebilecek sayısız insanlara rastlanmaktadır.
İslâm’ın ortaya koyduğu zekât müessesesi bütün unsurlarıyla işletildiği takdirde bu türden bütün suçların zeminini ortadan kaldırma adına çok önemli bir tedbir alınmış olur. Evet, zekât emrine uyulan bir toplumda zengin, kulluğunu yerine getirmenin huzurunu yaşarken, fakir de fakr u zaruret hâlinin ebedî olarak devam etmeyeceğini bilmenin verdiği rahatlığı yaşayacaktır. Dolayısıyla toplum içindeki ihtiyaç sahipleri, zenginler tarafından aranan birer insan hâline gelecek ve itibar göreceklerdir. Zira kendisine zekât farz olan kişi, bu farizayı yerine getirebilmek için fakirin varlığına muhtaçtır. Aynı zamanda verdiği malın hakiki sahibinin Allah olduğunun, kendisinin bu hususta sadece vasıta olduğunun şuurunda olan bir zengin, verirken fakire minnet etmeyecek, bilakis onu, farizasını yerine getirme noktasında iş ortağı gibi görecek ve aziz bilecektir.
Öte yandan, sağlıkla ilgili arızalardan salim bir kimse için fakirlik, arızî bir durumdur ve ilk fırsatta o durumdan kurtulmanın yollarını araştırmalıdır. İşte zekât ve zekâtla açılan kapılar, fakr u zaruret içinde kıvranan kimseler için bir çıkış yolu olma potansiyeline sahiptir. Zira fakir, zekât müessesesi kanalıyla kendisine ulaşan malla maddi açıdan bir nebze rahatlayacağı gibi, o malı iyi değerlendirebildiği takdirde fakirliğin ağından tamamen kurtulma şansını da elde edebilecektir.
Meselenin bir de mânevî boyutu vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gelip başa çatmadan önce sakınılması gereken yedi husustan birisini de, Rabbi unutturan fakirlik olarak saymaktadır.[55] Çünkü insan, yokluğun cenderesinde can çekişirken çoğu zaman yaratılış gayesini unutmakla karşı karşıya kalır. Bu ise dünyada çekilen perişaniyet yanında ahiret perişanlığına da sebep olacaktır. İşte zekât kurumu, fakirleri böylesi bir kötü akıbetten de kurtarmaktadır.
b. Çalışma Gücü Kazandırır
Zekât, nasıl malın stok edilmesini önlemek suretiyle ona ayrı bir canlılık kazandırıyorsa, aynı zamanda maddî imkânsızlıklardan dolayı cemiyette atıl hâlde duran bir kesimi de iş yapabilen kimseler hâline getirir.
İslâm’ı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde onun, tembellik ve boş oturmanın karşısında olduğunu, fertleri devamlı zinde ve canlı olmaya teşvik ettiğini müşahede ederiz. Dinin bu noktadaki irşatlarıyla beslenen bir ferdin eline, atlama taşı olarak kullanabileceği imkânlar verildiğinde, elde ettiği çalışma gücüyle memleket ekonomisine büyük katkılar sunacak ve bu da netice itibarıyla iktisadi hayatta ciddi bir hareketlenmeye yol açacaktır.
Evet, zekâtla memleket çapındaki bütün ölü noktalara hayatiyet üflenen bir ülkede üretim hızla ivme kazanacak ve böyle bir ülke pek çok problemini aşabilecek bir potansiyele sahip olacaktır. Ne var ki bugün, eline imkân verilip yol ve yordam gösterilmediği için genç nüfusun kahve köşelerinde heder edildiğine şahit olmaktayız.
c. Çalışmaya Teşvik Eder
Zekât; fakir, miskin ve borcu olanlar için sermaye teşkil ederek onları maddî sıkıntılarından kurtarmanın yanında, çalışmaya olan iştiyaklarını da yenileyen, artıran önemli bir dinamiktir.
Zekât, kimi sığ fikirli kimselerin zannettiği gibi fakirleri tembelliğe sevk eden bir faktör değildir. Aksine o, fertleri çalışmaya teşvik eden bir ibadettir. Nitekim, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları alan el olmaktan sakındırmış ve daima vermenin saygıya layık olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
اليَدُ العُلْيَا خَيْرٌ مِنَ اليَدِ السُّفْلَى
“Yukarıdaki el aşağıdaki elden hayırlıdır.”[56] Yukarıdaki elden kasıt, veren el; aşağıdakinden kasıt ise alan eldir. Vermeyi ifadede, “yed-i ulyâ” denerek Türkçemizdeki lafız ve mânâda ‘ulvî’ sözcüğüyle aynı kökten türemiş bir kelimenin, almayı ifadede ise “yed-i süflâ” denerek yine Türkçemize de geçmiş ‘süflî’ sözcüğüyle aynı kökten gelip aynı mânâyı ifade eden bir kelimenin kullanılmış olması da ayrıca manidardır. Alan el kim olursa olsun, ‘yed-i süflâ’dır. Demek ki alma, – zaruri haller dışında– İslâm’ın tasvip etmediği bir hareket tarzıdır. Zira o, çalışıp kendi el emeğini yemeyi teşvik etmekte ve hatta bunu, kişinin niyetine göre sevap kazanmaya vesile saymaktadır.
Bu hadisleriyle Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) veren eli üst, alan eli de alt olarak tavsif etmiş, sevap ve fazilet bakımından veren elin alandan daha üstün olduğunu söylemiştir. İnsanın şeref ve haysiyeti açısından bunlardan biri “ulvilik” ise, diğeri “süflilik”tir. Selim tabiatları vermeye teşvik etme ve almadan uzak tutma bakımından hadisteki üslup fevkalâde beliğ ve bu üsluba esas teşkil edecek malzeme de başka ifadelerle değiştirilemeyecek şekilde yerli yerindedir.
Hadiste “Alan el şerlidir.” şeklinde bir üslup kullanılmaması da, ihtiyaç hâlinde alma durumunda kalmanın mahzursuzluğuna işaret etmektedir ki bu da Nebi beyanının inceliğine ayrıca delalet eder.
Bütün bu mânâlar mahfuz olmakla beraber, bu hadisi, “Veren el, alan elden üstündür.” şeklinde tercüme etmek de eksik olur. Zira hadiste kullanılan kelimeler, yukarıda zikredilen mânâların karşılığıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mecazi bir üslup tercih etmiştir. Onun için sadece “veren el” veya “alan el” ifadeleri, olsa olsa bu mânâlardan bir tevcih olabilir; fakat katiyen anlatılmak istenilenin bütünü değildir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu sözleriyle âdeta bize şu tavsiyelerde bulunmaktadır: “Kendinizi daima aziz tutunuz. İstemekle, alan olmakla, dahası dilencilikle kendinizi hor ve hakir kılmayınız. Hem fert plânında hem de devlet bazında, hiçbir zaman alan el durumuna düşmeyin; her zaman veren el olma durumunu korumaya çalışın. Böylece hep üstte olur ve izzetinizi korursunuz. Şunu unutmayın ki üst daima emniyet içinde döküp saçar; alt ise endişeyle toplar, endişeyle yaşar. Siz, hâkim el olun; mahkûm el olmayın.”
Bu hadis, devletlerarası münasebetlerde de yanılmaz ve yanıltmaz bir ölçü durumundadır. Eğer biz, “üst el” olabilirsek devletlerarası muvazenede bize de bir yer düşecektir. Bu prensibe uygun hareket edildiği takdirde hâkim bazı güçler tarafından sömürülen devletler/milletler, bellerini doğrultma fırsatı bulacak ve başkalarının esiri olmaktan kurtulacaklar; aksi durumda, hep sömürülen, hep hakir görülen olarak kalmaya mahkûm olacaklardır.
Günümüzde umumi manzara, arz ettiğimiz hususların en açık delilleriyle doludur. Öyleyse hem fert hem de toplum plânında mü’minlere düşen şey, çalışma, gayret gösterme ve bütün İslâm âleminin, bütün insanlığın onlardan beklediklerini yapıp ortaya koymaktır.
Evet, zekât, arızî olarak alan el durumunda olan fakire, izzet-i insaniyeye muhalif durumunu hatırlatmak suretiyle, onu da veren el olmaya teşvik eder. âdeta ona, “Neden bu durumda kalasın ki? Sen de çalış ve veren konumuna yüksel; başkalarından almak yerine başkalarına veren ol!” demektedir.
d. İtibar Kazandırır
Zekâtın, kimlerden ve hangi tür mallardan alınıp nerelere verileceğini bizzat Kur’ân ve Sünnet tayin etmektedir. Bunlar dışında bir yere verilen zekât, insanın üzerinden zekât borcunu düşürmez. Dolayısıyla zekâtın verilebileceği fakiri, ihtiyaç sahibini araştırıp bulmak, zekâtların, ehil olmayanlara gitmemesine çalışmak önem kazanır ki böylece fakir, aranan kimse konumuna yükselmekte ve toplum içinde itibar kazanmaktadır.
Görüldüğü gibi zekât, fakirleri bir köşede unutulma bahtsızlığından kurtarıp aranan şahıslar hâline getirmektedir. Bilhassa cemiyet olarak zekât müessesesi işlerlik kazandığında –Ömer İbn Abdülaziz döneminde olduğu gibi– zekâtı kabul edecek şahıs veya müesseseleri bulma, büyük problemler arasına girecektir. Böyle bir ortamda fakir, zenginin peşinde dolaşmaktan kurtulacak, aksine zengin fakiri arar hâle gelecektir. Zira zenginin elinde hakkını vermesi gerekli bir malı vardır ve bunu ancak vasıfları onu almaya müsait kimselere verebilecektir.
Zenginin nazarında fakir, Allah’ın verdiği mülkü yine O’nun istediği istikamette sarf etmeye sebep olduğundan dolayı, hayırla yâd edilir bir keyfiyet ve mertebeye ulaşacaktır.
e. Kıskançlıktan Korur
Bir tarafta fakir ihtiyaç içinde kıvranırken, diğer tarafta zenginin lüks bir hayat yaşaması, çok defa fakirlerin kıskançlık damarlarının kabarmasına sebep olur. Daha ileri safhada bu, zenginlere duyulan kin ve nefrete dönüşür. Buna bir de zenginin maddî imkânları itibarıyla kendisinden aşağı seviyede olan kimselere yüksekten bakması ve onlara insan olarak değer vermemesi eklenirse, arada telafisi mümkün olmayan uçurumlar meydana gelir. Neticede bu durum, fakir kesimde servet düşmanlığı şeklinde kendini gösterir.
Fakirdeki kin ve nefreti söküp atmanın tek çaresi, zenginin, kendine düşen vazifeyi yaparak onun elinden tutması ve vermekle mükellef olduğu zekâtını ona vermesidir. Bu durumda fakir, zengine, ihtiyacı olduğunda ona yardım elini uzatan bir dost nazarıyla bakacak, onun malında gözü olmayacak, kendine verilenle iktifa edecek ve sıkıntıdan kurtulmasına sebep olduğu için onu imdadına gönderen Allah’a hamd edecektir. Zengin de üzerindeki mükellefiyeti edaya vesile olduğundan dolayı fakire, üstten bakma bir tarafa ihtiramla nazar edecektir. Böylece fertler arasında tam bir kardeşlik şuuru yerleşecek, cemiyetin kavga ve gürültüden uzak bir huzur toplumu haline gelmesi için en sağlam adımlardan biri atılmış olacaktır.
Öte yandan insan, ihsanın kuludur. “Şerrinden korktuğun kimseye iyilik et.” sözü, insan fıtratındaki bir özelliği dile getirmekte ve ona yaklaşım tarzını göstermektedir. Malında gözü olan fakire zekâtını veren zengin, artık fakirden gelmesi muhtemel kötülüklerin önünü büyük ölçüde almış demektir. Zira o, bu hareketiyle fakirin içinde tutuşan kin ve nefret ateşlerini söndürmüş, yerine sevgi ve muhabbet tohumları ekmiştir. Zenginin fakire yardımcı olmadığı yerde ise bu ortamı bulmak katiyen mümkün değildir. İşçi hareketleri gibi huzursuzlukların başında, zamanında müdahele edilmeyen maddî problemler gelmektedir. Çünkü bu hareketlerin altında yatan sebeplerin veya sebep olarak gösterilen meselelerin altında, maddî açıdan tatminsizlik ve bunun yanında belli bir kesimin maddeye hâkimiyeti ve ondan tek taraflı istifade etme düşüncesi yatmaktadır.
[1] Buhârî, rikâk 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 6/256.
[2] Buhârî, rikâk 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 6/256.
[3] Tirmizî, birr 40; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/27.
[4] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 5/332.
[5] Fussilet sûresi, 41/6-7.
[6] Zilzâl sûresi, 99/7-8.
[7] Nisâ sûresi, 4/128.
[8] Ebû Davud, zekât 46.
[9] Tevbe sûresi, 9/103.
[10] Teğâbün sûresi, 64/16.
[11] Âl-i İmrân sûresi, 3/180.
[12] Ebû Dâvud, edeb 58; Tirmizî, birr 16.
[13] A’râf sûresi, 7/156.
[14] Nûr sûresi, 24/56.
[15] el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 4/50.
[16] İbn Mâce, fiten 22.
[17] Tevbe sûresi, 9/103.
[18] Müslim, zekât 167; Ebû Dâvûd, harac 20; Nesâî, zekât 95.
[19] Ebû Dâvud, zekât 32; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/567, 2/363; el-Beyhakî, esSünenü’l-kübrâ, 4/83.
[20] Rûm sûresi, 30/39.
[21] Bakara sûresi, 2/276.
[22] Sebe sûresi, 34/39.
[23] Bakara sûresi, 2/268.
[24] Müslim, birr 69; Tirmizî, birr 82.
[25] İbn Huzeyme, es-Sahîh, 4/52; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/137; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 23/287.
[26] Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 10/128; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/536.
[27] Buhârî, nafakât 1; Müslim, zekât 36, 37.
[28] Müslim, zekât 63; Tirmizî, zekât 28.
[29] Buhârî, zekât 27; Müslim, zekât 57.
[30] Tevbe sûresi, 9/111.
[31] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 3/222; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 8/146.
[32] Müslim, zühd 3; Tirmizî, zühd 31, tefsir 88; Nesâî, vasâyâ 1.
[33] Tevbe sûresi, 9/34-35.
[34] Buhârî, zekât 3; Müslim, zekât 24-27.
[35] Müslim, zekât 28.
[36] Buhârî, zekât 3.
[37] Âl-i İmrân sûresi, 3/180.
[38] el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/82; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 8/163.
[39] Ebû Dâvûd, zekât 3; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/82.
[40] el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/141.
[41] İbn Huzeyme, es-Sahîh, 4/13, 110; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/354; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/547.
[42] Tirmizî, zekât 2; İbn Mâce, zekât 3.
[43] Buhârî, rikâk 10; Müslim, zekât 116-119.
[44] Buhârî, rikâk 5; Müslim, zekât 114.
[45] Buhârî, rikâk 5; Müslim, zekât 114.
[46] Âl-i İmrân sûresi, 3/14.
[47] Tevbe sûresi, 9/103.
[48] Bkz.: Buharî, zekât 64, megâzî 53, daavât 19, 32; Müslim, zekât 176.
[49] Buhârî, zekât 27; Müslim, zekât 57.
[50] Mâide sûresi, 5/12.
[51] Buhârî, mevâkît 4, zekât 23, savm 3, fiten 17; iman 231, fiten 26.
[52] Buhârî, bedü’l-vahy 1; Müslim, iman 252.
[53] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/11.
[54] Buhârî, cihâd 70, rikâk 10; İbn Mâce, zühd 8.
[55] Bkz.: Tirmizî, zühd 3.
[56] Buhârî, zekât 18, vesâyâ 9; Müslim, zekât 94-97
- tarihinde hazırlandı.