Zekâtın Topluma Kazandırdıkları
- Sınıf Kavgalarını Önler
- Orta Sınıfı Kuvvetlendirir
- İçtimaî Hastalıkları Yok Eder
- Toplumu Faizden Kurtarır
- Toplumu Potansiyel Suçlardan Kurtarır
Zekâtın hem alan hem de veren adına fertlere sağladığı faydaların her biri, aslında topluma da racidir ve azımsanmayacak maslahatları haizdir. Zira toplum, fertlerin huzur ve güveni ile, fertler arasındaki birlik şuurunun tesisi nispetinde huzur bulur. Bu açıdan bakıldığında zekât, zengin ve fakir adına oluşturduğu atmosferle cemiyetteki problemleri halletme adına önemli fonksiyonları yüklenmiş bir ibadet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Zekâtın, özellikle toplumu doğrudan ilgilendiren fayda ve maslahatlarını ana hatlarıyla, sınıf kavgalarını önlemesi, orta sınıfı kuvvetlendirmesi, içtimaî bir kısım hastalıkların önünü alması ve toplumu faiz belâsından kurtarması şeklinde özetlemek mümkündür.
1. Sınıf Kavgalarını Önler
Cemiyetteki sosyal dayanışmanın temin ve devamı, kitleler arasında kavgayı körükleyecek boşluklar bırakılmamasına, tabakalar arasında uçurumlar meydana gelmemesine bağlıdır. Yani aristokrat kesim halktan uzak düşmemeli, zenginle fakirin arasındaki bağ kopmamalıdır ki, toplumda kopukluklar yaşanmasın, anarşiye zemin hazırlanmasın. Cemiyetteki sosyal tabakalar arasında bu irtibatı temin eden en önemli dinamik, hiç şüphesiz yardımlaşmanın yaygınlaşmasıdır.
Yardımlaşmanın olmadığı bir cemiyette, tabakalar arasındaki uçurumlar büyüyecek, aşağı tabakadan yukarı tabakaya saygı ve muhabbet yerine kin ve nefret çığlıkları yükselecek; yukarı tabakadan da aşağı tabakaya merhamet ve ihsan yerine zulüm, tahkir ve tahakküm yağacaktır.
Tarihte, sosyal hayatı tabakalara ayırarak yaşamaya çalışan hiçbir devletin, uzun ömürlü bir saadet dönemi göremediğine şahit olmaktayız. Muvakkat bir zaman diliminde nail oldukları zahirî saadetleri ise, genelde kuvvetin disipline edilmesinden kaynaklanmış; sosyal problemler patlama noktasına geldiğinde ise o devlet, tarih sahnesindeki yerini bir başkasına bırakmış, aradığı saadeti bulamama bir tarafa, onun enkazı altında can vermiştir. İnsanlık tarihi, bu tür sosyal hadiseler neticesi yıkılıp gitmiş devletlerin, devletçiklerin mezarlığı gibidir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),
الزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ الْإِسْلَامِ
“Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.”[1] buyurmakla, fertler arasındaki uçurumları ortadan kaldırmada zekâtın önemini vurgulamaktadır. Yani zekât, fertleri ve hasbelkader oluşmuş tabakaları birbirine bağlayan, aralarında bağ kuran bir köprü mesabesindedir. İçtimai hayatta bu köprü teşekkül ettiğinde cemiyet, sınıflar arasındaki kavgalardan kurtulmuş ve sahil-i selamete ulaşmış olacaktır. Zira bu köprü, fakirliğin bir uçta, zenginliğin de diğer uçta kalmasının önüne geçecek, servetin daima belli ellerde toplanmasına mani olacak, bir orta sınıf meydana getirecek ve bunlar neticesinde sosyal hayatın huzura kavuşmasına sebep olacak sağlam bir bağdır.
2. Orta Sınıfı Kuvvetlendirir
İslâm, zekât prensibiyle içtimaî hayattaki kutuplaşmaları önlerken aynı zamanda merkezde, orta sınıf tabir edilen kesimin kuvvetlenmesini hedeflemiştir. İçtimaî hayatta, imkânı olmadığından dolayı iş yapamayan kimselere zekât verilmek suretiyle yeniden onlara iş yapabilme imkân ve fırsatı veren İslâm, cemiyette tufeyli ve asalak olarak başkalarının sırtından geçinen kimselere müsaade etmemekte; bilakis onları yeni ve zinde güçler olarak cemiyete kazandırmaktadır.
İslâmî prensipler itibarıyla orta sınıfın güç kazanması, sadece sadaka ve zekâta da bağlı bırakılmamış; bunun için başka yollar da ihdas edilmiştir. Mesela savaş dönemlerindeki ganimetlerin taksimi ile ilgili bir âyette, malın zenginler elinde dolaşan bir meta olmamasının hedeflenmesi vurgusu yapılmaktadır:
مَا أَفَاءَ اللهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاءِ مِنْكُمْ
“Allah’ın, peygamberine verdiği, fethedilen yerlerin ganimetleri, Allah’a, Resûlü’ne, (sadaka ve zekât almaları haram olan O’nun) yakın akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve (yolda kalan) yolcuya aittir. Ta ki (o mallar), yalnız zenginler arasında dolaşan bir güç/servet olmasın.”[2]
Para veya emtianın sadece zenginlerin elinde dolaşması, zengin sınıfı daha zengin, fakirleri de daha fakir hâle getirir. Hâlbuki Cenab-ı Allah, malı yalnız bir sınıfın faydalanması için değil, bütün insanların istifade etmesi için yaratmıştır. Eline para geçenler, bu paranın sadece kendilerine ait olmadığını, onda başkalarının da hakkı olduğunu bilecek ve malında tasarrufta bulunurken bunu gözetecektir. Evet, zekât mükellefiyeti, mal sahiplerine âdeta şunu söylemektedir: “Elindeki malın hepsi senin mülkün değil. O, bir kısmını kendin ve ehl ü iyalin için, diğer kısmını ise Allah’ın bildirdiği başka ihtiyaç sahipleri ve toplum için kullanacağın bir şeydir. Hepsini kendin için kullanmaya hakkın yoktur. Kendi hakkın olanın dışında kalanlarda sen sadece bir vasıta ve emanetçisin. Emanete hıyanet edemezsin. Onu sahibine ulaştırmakla mükellefsin. Her hak sahibine hakkını vermeden elindeki mal kirli kalır, temizlenmez.”
İşte zekât vesilesiyle orta sınıf kuvvet kazanmakta, zengin ve fakir olmak üzere iki uç noktada kalanlar arasında köprü kurulmakta ve böylece cemiyet huzur soluklar hâle gelmektedir.
3. İçtimaî Hastalıkları Yok Eder
İnsanların toplum içinde huzurlu bir atmosfer oluşturup beraberce yaşamalarına mâni olan en önemli hususlardan biri, maddeye dayalı sınıf farklılıklarının oluşmasıdır. Zenginlerin yoksulları görmezlikten geldiği bir cemiyette ihtiyaç içinde olanların kin ve nefret duygularından salim olarak zenginlere bakmaları mümkün değildir ve bu durumda toplumun fertleri arasında ciddi kavgalar zuhur edeceği kesindir. Bu kuru bir iddia değil, cihan çapında gerçekleşen sayısız tecrübelerin neticesi insanlığın idrak ettiği bir hakikattir.
Allah’ın ihsan ettiği maldan bütün insanların faydalanamadığı, başka bir tabirle sınıf farklılıklarının doğurduğu olumsuzlukların ortadan kalkmadığı, yani imkân ve güç bakımından üst tabakanın alt sınıfa olan tazyiklerinin giderilemediği cemiyetlerde madde, hiçbir zaman mutluluk getirmemekte; aksine huzursuzluğun menşei olmaktadır. Böyle bir durumda ne fakir, ihtiyaçlarının giderileceğinden, ne de zengin, malını koruyabileceğinden emindir. Yardım eli uzatılmayan fakir için, kendince bulduğu bir kısım yanlış metotlarla o malı elde etmek artık bir alternatif olmuştur. İhtiyaçlarını meşru yollardan gideremeyen bir insanın –hele bu insan imandan ve ahlâkî değerlerden yoksun ise– gayrimeşru yollara sapacağına yeryüzü çok şahit olmuş ve hâlen de olmaktadır.
İşte zekât, insanları gayrimeşru zeminlerde arayışa girmekten koruyan, onların sıkıntılarını meşru çizgide çözüme ulaştıran bir sistemdir.
Bu mânâya işaret eden bir âyette şöyle denilmektedir:
وَأَنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللهِ وَلَا تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ
“Ey iman edenler, Allah yolunda infakta bulunun, (infakta bulunmamak suretiyle) kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”[3] Evet, âyet-i kerime, “İnfak etmemek suretiyle kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” diyor. Konuya, âyetin sebeb-i nüzulüyle ilgili olarak anlatılan hadisenin ışığında bakmak, âyeti daha doğru anlamamızı sağlayacaktır:
İslâm orduları, nebevî müjdeye nail olmak için İstanbul önlerindedir. Karşılarında koca bir Rum ordusu vardır. İslâm ordusu da sayı olarak ondan az değildir. Müslüman askerlerden biri tek başına düşman ordusuna hamle yapar, ta aralarına kadar girer. Bunu gören diğer Müslümanlar, yukarıdaki âyete telmihle, “Sübhanallah! Kendini tehlikeye atıyor!” derler. “Mihmandâr-ı Nebi” Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri de oradadır. Allah yolunda mücahedeye doymamış, ilerleyen yaşına rağmen orduyla beraber oralara kadar gelmiştir. Bu sözü duyunca şöyle der: “Kardeşlerim! Âyeti yanlış anlıyorsunuz! O âyet, biz Ensar topluluğu hakkında nâzil oldu. Allah İslâm’ı aziz kılıp dine omuz verenler çoğalınca, Peygamber Efendimiz’den gizli kendi aramızda şöyle konuştuk: ‘Mallarımızla ilgilenemedik, zayi oldu gitti. Ama artık Allah İslâm’ı galip kıldı, davayı sahiplenenler arttı, dolayısıyla bize çok fazla ihtiyaç kalmadı. Artık biraz malımızla mülkümüzle ilgilensek, bağımıza bahçemize baksak.’ İşte biz tam bu kabil düşüncelere dalmıştık ki Allah, Peygamber’ine bu âyeti indirdi ve bizim ağzımızın payını verdi. Âyetteki “kendini tehlikeye atma”, cihadı bırakıp mala mülke dönme arzumuz idi.”[4]
Bu şuuru benliğinin derinliklerine kadar hisseden Hazreti Ebû Eyyub, bir daha memleketine dönemedi, dönmeyi de istemedi. İstanbul önlerinde vefat etti ve o gün bugündür o mübarek şehrin manevi tapusu olarak orayı şereflendirmektedir.
Yine Sahabe efendilerimizden Hazreti Huzeyfe de (radıyallâhu anh) aynı hükmü tasdik eder ve âyetin, Allah yolunda infak ile ilgili olarak nâzil olduğunu söyler.
Görüldüğü gibi kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmamıza sebep olarak gösterilen mesele, Allah yolunda infakta bulunmayışımızdır. Bu ise, Allah yolunda maddî-mânevî cihaddan geri durup benlik merkezli bir hayatın tercih edilmesinin insanı ve toplumu nasıl büyük bir tehlikenin kucağına ittiğini göstermektedir.
Kendilerine zekât verilecek yerler arasındaki tek bir sınıfın bile ihmalinde ciddi tehlikeler zuhur eder. Bu tehlikelerin hemen ilk etapta akla gelenleri, sınıflar arasındaki mesafenin büyümesi neticesinde anarşinin hâkimiyeti, düşmana karşı hazırlıklı olamama ve bunun neticesinde de caydırıcı gözükememedir. Böyle bir toplumun başkalarının iştahını kabartacağında ise şüphe yoktur. İnfak düşüncesi yerleşmemiş toplulukların, düşmeleri durumunda tekrar ayağa kalkmaları ve kaybettikleri mücadele ruhunu yeniden kazanmaları ise çok zordur.
Anarşi ve huzursuzluğun en önemli sebeplerinden birisi, hiç şüphesiz ki aristokrat sınıfın sorumsuzca yaptığı aşırı harcamalardır. Bunların yaşadığı lüks ve şatafatlı hayat, toplumun bir kesimini anarşiye sevk etmekte ve böylece cemiyetteki huzuru dinamitlemektedir. Zira bu tarz yaşam, muhtacın iştahını kabartmakta ve zenginin malına nefretle baktırmaktadır. Bu ise fakirin, zengini bulunduğu konumdan alaşağı etmek için her türlü hareketi meşru görmesine sebep olmaktadır.
Evet, muhtaç insanların gecekondularda hayat sürmesine mukabil, zenginin mevsimlik ev değiştirmesinin veya fakirlerin evlerine servis araçlarında balık istifi gitmesine karşılık, zenginlerin son model arabalarla dolaşmasının işçiyi tahrik etmeyeceğini düşünmek, hayatın ne demek olduğunu bilmemenin ifadesidir.
İşte fakirin, serveti sebebiyle kendisine düşmanlık beslediği zengin, elinin altındaki servetinden vermek suretiyle fakirin yüzünü güldürecek ve böylece onun nefretini muhabbete çevirecektir. Kendisine öfkeyle bakan insana semahat ve inayet elini uzatmakla zengin, onunla kardeş olduğunu hissettirecek ve mübarezede tebessüm eden adam gibi kin, nefret ve düşmanlığa galip gelecektir.
Meseleye daha farklı bir açıdan baktığımızda, Allah’ın kendisine verdiği imkânlardan infak etmeyen kimse, haklarını vermemek suretiyle muhtaçlara zulmettiği gibi, vazifesini yapmadığından dolayı da kendine zulmetmiş olacaktır. Evet, Allah (celle celâluhu), zalimi sevmez. Bu durumda Allah’ın gazabını celbedici tavrı ortaya koyan bizler, kendi kendimize zulmediyoruz demektir.
إِنَّ اللهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Allah, hiçbir şekilde insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmetmektedirler.”[5] hakikati bize bunu ifade etmektedir.
Vermemek suretiyle kendine zulmedene Allah (celle celâluhu) başkalarını musallat edecek ve onun için hayat yaşanmaz hâle gelecektir. Hadis diye meşhur olmuş bir söz bunu ne güzel ifade eder:
الظَّالِمُ عَدْلُ اللهِ فِي الأَرْضِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ
“Zalim, Allah’ın yeryüzündeki adaletidir; onun eliyle cezayı hak edenleri cezalandırır, sonra döner onu da cezalandırır.”[6] Allah (celle celâluhu), vazifesini yapmayan zengin güruha fakiri musallat eder ve onun için cemiyeti yaşanmaz hâle getirir. Berikinin yaptığını da karşılıksız bırakmayıp, ondan da bu hareketinin hesabını sormayı ihmal etmez. Evet, Allah (celle celâluhu), imhal eder (mühlet verir) ama asla ihmal etmez; yeri ve zamanı gelince zalimin hesabını, bir daha iflah etmeyecek şekilde görüverir.
Evet, mal sevgisinden dolayı zekât vermeyip onu fakirden sakınanlar, yaptıkları bu zulüm sebebiyle maksatlarının aksiyle tokat yiyecek ve mallarını kendi başlarına belâ edeceklerdir.
İşte zekât, her toplumda olması muhtemel bu türlü içtimaî hastalıkları, daha baştan tedavi etmek suretiyle peşin olarak önlemekte ve bununla da içtimaî hayatın kıvamını temin etmektedir. Şunu da ifade etmek gerekir ki, şayet zamanında fakirlerin elinden tutulsa ve onlara sahip çıkılsaydı, günümüzde birçok devletin başını ağrıtan gailelerin önü daha baştan alınmış olacak ve hali hazırdaki pek çok sosyal problem zuhur etmeyecekti.
4. Toplumu Faizden Kurtarır
Faiz, mutlu azınlığın daha fazla servet ve mala kavuşmaları adına, vazgeçemedikleri bir sömürü şekli olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Tarihte nice milletler, faiz illetinden kurtulamadıkları için kıvrım kıvrım kıvranmış ve bilhassa fakirlerin iliklerine kadar sömüren bu belânın tasallutu altında ademe mahkûm olmuşlardır.
Gelecek adına ideal bir toplum olma ümidini taşıyanlar, hiss-i semahati coşturup cemiyette cömertlik havasını hâkim kılamaz, diğer yandan da öldürücü bir zehir olan faiz illetinden kurtulamazlarsa, problemler ve handikaplar devam edip gidecektir. Yani böyle bir cemiyetin çekeceği daha çok çile var demektir.
Fakirin daha da fakir, zenginin de daha zengin olmasını netice veren faizi Allah (celle celâluhu), bütün çeşitleriyle haram kılmış ve aslında faizle malda herhangi bir artışın mümkün olmadığını beyan buyurmuştur. Zira faiz, bereketsizliği beraberinde getiren bir sistemdir ve o sistemin karşısında Allah ve Resûlü’nün sistemi vardır. Allah ve Resûlü’nün getirdiği sistemi bir kenara bırakıp, bu tür şeytanî sistemlerin peşinde koşanlar da Kur’ân’ın ifadesiyle Allah ve Resûlü’ne harp ilan etmişler demektir.[7]
Kur’ân’da faiz yasağı ele alınırken onun karşısına hep Allah yolunda infak, zekât sadaka konmuştur. Faizle alakalı âyetler hep infak ayetlerinin arasında gelmiştir. Kur’ân’da faizden bahsedilmeden hemen önce, bahis esnasında ya da hemen sonrasında hep infak vurgusu vardır.[8] Bundan anlıyoruz ki bu iki şey birbirinin rağmına gelişir, birbirinin mukabili, zıddı, alternatifidir. Faizin çaresi yani bir toplumdan faizi kaldırmanın yegâne vesilesi, insanları Allah için vermeye, başkalarına iyilik yapmaya, başkaları için yaşamaya, ahireti dünyanın önünde tutmaya alıştırmaktır. Tersten söyleyecek olursak, bir yerde infak, sadaka, zekât müessesesi yoksa orada faiz gibi, tefecilik gibi cemiyeti temelinden sarsacak problemlerin olması kaçınılmazdır.
Nâzil olduğu dönemde yaygın olan bu illetten mü’minleri kurtarmayı hedefleyen Kur’ân, bunu, tedrîcîlik prensibine uygunluk içinde yapmış, insanlığı bu illetten kurtaracak ahkâmı dört merhalede vaz etmiştir.
1. Merhale: Faizin haram kılınmasına giden süreçte ilk adım daha Mekke devrinde atılmıştır. İlk olarak, Mekkî sûrelerden olan Rum sûresinde, fazla mülk elde etmek gayesiyle yapılan faizli muamelelerin, aksi netice vereceği söylenmiş, bu hususta zekâtla mukayese yoluna gidilmiştir:
وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِنْدَ اللهِ وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ
“Başkalarının parasının içinde artsın diye faizle verilen paranın Allah katında bir artışı olmaz. Ama Allah’ın hoşnutluğunu dileyerek zekât verenler var ya, işte asıl artan mal, onların malıdır.”[9]
Evet, faize yatırılan mal, zahiren artıyor gibi görünse bile aslında bereketi olmayacağından noksanlaşacaktır. Zira Allah, onun bereketini almış, mal sahibi farkına varsın veya varmasın, rahat yaşayayım derken kendi rahatının temeline dinamit koymuştur.
Meseleye âyette kullanılan ifadeler zaviyesinden baktığımızda, kelimelerin her birinin tam bir mutabakat içinde bu temayı kuvvetlendirdiğini, faiz yüzünden malın bereketinin gideceğini ve miktarının azalacağını, sadakayla da nemalanıp artacağını ifade ettiklerini görmekteyiz. Bir tarafta Allah (celle celâluhu), riba (faiz) ile malın bereketsizliğe maruz kaldığını ifade ederken, diğer yanda aynı kökten gelen bir kelimeyle sadakanın berekete vesile olduğunu âşikâr bir şekilde anlatmaktadır. Demek ki esas olan zahirî artış değil, ilk bakışta ve görünüşte malda bir artma olmamasına rağmen hakikatte Allah’ın vereceği berekettir.
Madem vaat eden O’dur, O vaadinden asla dönmez. Sadakalara sağanak sağanak bereket yağdıran O’dur. Bugüne kadar yaşanan ve hâlen yaşanmakta olan, gelecekte de çok misalini göreceğimiz binlerce örnek de bunun açık delilidir. Cemiyetin huzur ve saadet içinde yaşaması, faizi terk edip zekât ve sadakaya sarılmasına vâbestedir.
Âyet, zekât ve sadaka yolunu tercih etmeyip faiz patikalarında saadet arayanların, arzu ettikleri şeyleri asla elde edemeyeceklerini ortaya koymaktadır. Riba, zahiren bir artış ifade eder; ancak bu zahirî fazlalık, aslında malın eriyip gitmesinin üzerine çekilen örtüdür. Zira kendilerine verilen para karşılığında belli oranda faiz veren kişi ve kuruluşlar, aslında elde ettikleri bu parayı değerlendirerek yüksek meblağlar kazanmakta ve bunun da ancak küçük bir miktarını para sahiplerine vermektedirler. Meseleye naslar açısından değil de sadece iktisadî prensipler zaviyesinden baktığımızda bile, realitede paranın nasıl değer kaybettiği ortaya çıkmaktadır. Fertlerden faiz karşılığı para toplayıp yaptığı yatırımlarla palazlanan nice müesseseler vardır ki, piyasaya arz ettikleri ürünlerin fiyatının üzerine, insanlara verdikleri faiz fazlalığını da koymak suretiyle nasıl çift yönlü kâr içinde olduklarını bilmek için iktisatçı olmaya gerek yoktur.
Üzerinde durmaya çalıştığımız bu âyet-i celilede faizle zekât karşılaştırılarak birinde bereketsizlik ve yokluğun, diğerinde ise mükâfat ve bereketin vurgulanması, zekâtın, cemiyette faizi kaldırıp bereket ekonomisini hâkim kılmada yüklendiği önemli misyona da işaret etmektedir.
2. Merhale: Bu merhalede, Yahudilerin, kendilerine yasak olduğu hâlde faiz alıp-vermeleri sebebiyle, aslında helâl olan birçok nimetten istifadeden mahrum kaldıklarını anlatan Kur’ân, aynı zamanda faizin İslâm nazarında da çirkin bir şey olduğu imasını yapıyor ve Nisâ sûresindeki bu âyetle mü’minleri nihâî hükme biraz daha hazırlıyordu:
فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبِيلِ اللهِ كَثِيرًا وَأَخْذِهِمُ الرِّبَا وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
“Yahudilerin, zulümleri, insanları Allah yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklanmış olmasına rağmen faiz almaları, haksız yere başkalarının mallarını yemeleri yüzündendir ki Biz, kendilerine daha önce helâl kılınan bazı temiz nimetleri haram kıldık ve içlerinden kâfir kalanlara can yakıcı bir azap hazırladık.”[10]
3. Merhale: Bu üçüncü merhalede Kur’ân, ilk defa olarak mü’minleri faiz yemekten açık bir şekilde menediyor ve bunu, Cahiliye Arapları’nın faiz muamelelerini hatırlatarak yapıyordu. Ama Âl-i İmran sûresindeki bu âyet henüz faizin ahiretteki feci encamından bahsetmiyor ve onu son merhaleye saklıyordu:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبَا أَضْعَافًا مُضَاعَفَةً وَاتَّقُوا اللهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler! Kat kat artıp duran faizi yemeyin, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.”[11]
4. Merhale: Bu son merhalede artık yasak, daha kuvvetli ifadelerle dile getiriliyor ve Bakara sûresinin şu âyetleri, hâlâ faizle iştigal edenler için büyük tehditler ihtiva ediyordu:
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لَا يَقُومُونَ إِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَانْتَهَى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللهِ وَمَنْ عَادَ فَأُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
“Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimse gibi kalkacaklardır. Bu, onların, ‘Alışveriş de faiz gibidir (Faizin alışverişten ne farkı var?).’ demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Kendisine Rabbinden öğüt erişip faizden vazgeçen kimsenin önceden aldığı onundur ve işi Allah’a kalmıştır. Faize tekrar dönenler ise, Cehennemliktirler ve orada ebedî kalacaklardır.”[12]
Peşi sıra gelen âyet-i kerimelerin ifadeleri, bu yasağı iyice zihinlere kazımıştır:
يَمْحَقُ اللهُ الرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَإِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَالِكُمْ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ
“Allah, faizle geleni yok eder, sadakaları ise artırır, bereketlendirir. Allah, günahkâr ve inkârcıları sevmez. İman edip yararlı işler işleyen, namaz kılan ve zekât verenlerin mükâfatları Rableri nezdindedir. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve daha önceden kalan faiz alacaklarınızı da bırakın! Mü’min iseniz bunu yapın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah ve Peygamberi tarafından açılacak bir savaş ile karşı karşıya kalacağınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”[13]
Görüldüğü gibi son âyet-i kerime, faizli muamele yapmayı, Allah ve Resûlü’ne harp ilanı olarak değerlendirmektedir. Allah’a karşı harp ilan etmenin neticesi ise, O’nun rahmet ve mağfiretinden mahrum kalmaktır. O’na ilk isyan bayrağını çeken, başkaldırıp mübareze etmeye kalkışan,
أَأَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طِينًا “Balçıktan yarattığın birine secde mi edeceğim?”[14] diyen şeytan olmuştur. Haddini bilmeden Allah’a karşı meydan okuma tavırlarına girmek, ancak şeytana yakışan bir fıtrat deformasyonudur.
O, خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ “Onu balçıktan, beni ateşten yarattın.”[15] felsefesinin arkasına sığınarak, kadr ü kıymeti yüksek ateşin, ayaklar altında hor ve hakir toprağa secde etmeyeceği diyalektiğine dayanıyor; kibir, enaniyet ve gururunun altında, Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmasına davetiye çıkarıyordu. Neticede lanet damgasını yiyecek, hor ve hakir olarak rahmet-i ilâhiyeden ebediyen uzaklaştırılacaktı.
Meseleye, âyette veriliş keyfiyeti açısından baktığımızda, haram olduğunu bildiği hâlde hâlâ faizle iştigal edenlerin de, rahmet-i ilâhiyeden kovulmalarının söz konusu olduğunu anlıyoruz. Zira faizde ısrar eden, Allah’a, daha doğrusu O’nun emirlerine karşı bir mübareze ve mücadele içine girmiş demektir. Böyle bir haddini aşmışlığın neticesi ise gayet açıktır: Allah’ın haram kıldığı böyle bir meselede hâlâ ısrar edip faiz yemeye devam eden kimse, şeytan çarpmış gibi yaşayacak, şeytan çarpmış gibi haşrolacak, şeytan çarpmış gibi emekleye emekleye Allah’ın huzuruna getirilecek ve mahkeme-i ulyâ’da kaçıp saklanacak delik arayacaktır.
Onların bu hâle düşmelerinin sebebi, haram kılınan faizi, helal kılınan alışverişle aynı görmeleridir. Bakış ve görüş açısı değişince, eşya ve hâdiseleri değerlendirmede denge de bozulmakta ve ortaya işte böylesi garabetler çıkıvermektedir. Kur’ân’ın ifadelerine dikkat edecek olursak, onların mesele hakkındaki sözlerinin bu fıtrat deformasyonunu nasıl ele verdiğini görme imkânına kavuşuruz. “Alışveriş de faiz gibidir.” Bu sözleriyle onlar, faizi alışverişe benzetmeyip, aksine, alışverişi faize benzetiyorlardı. Yani sanki faiz asıl, alışveriş tâbi idi. Bir başka deyişle, “alışverişin meşruiyetinde şüphe olur da faizin meşruiyetinde olmaz” dercesine bir ifade tercihleri vardı. Hâlbuki Cenab-ı Allah, aradaki farkı kesin bir hükümle, net ifadelerle ortaya koyuyordu: “Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır.”
Kur’ân’ın ifadesi, cemiyet içinde çok yönlü bir içtimaî dengenin kurulmasını ön görmekte, bir tarafta hazır yiyici tabakayı çalışmaya teşvik ederken diğer yanda ihtiyaç sahibi kimselerin korunmasını temin etmektedir. Allah, ribanın yani günümüz ifadesiyle faizin, içtimaî hayatı öldüren bir zehir olduğuna hükmetmiş, ona bulaşanların er-geç ayaklar altında payimal olacaklarını bildirmiştir. Ona bulaşan insanlar, muvakkaten gün yüzü görseler bile, bir gün mutlaka karanlıklar içinde bir leyl-i yeldâda çaresiz kalacaklar ve doğmasını bekledikleri şafağı bir türlü göremeyeceklerdir.
Bir diğer yandan faiz ve tefecilik, insanların malına tecavüz mânâsına gelmektedir. İslâm’da mal da, can ve ırz gibi muhteremdir ve korunması gerekir. Bilindiği üzere bu, bütün dinlerde ve hukuk sistemlerinde de üzerinde hassasiyetle durulan bir husustur. “Usûl-ü hamse” (Beş Temel Esas) tabir edilen din, can, akıl, mal ve neslin korunması, İslâm ahkâmının ana maksatları kabul edilir.
كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ دَمُهُ وَمَالُهُ وَعِرْض
“Müslümanın Müslümana kanı, malı ve namusu haramdır.”[16] hadisi de bunu anlatmaktadır. İşte faiz ve tefecilik, korumakla mükellef olduğumuz mala karşı tecavüz mânâsını taşımaktadır ve insanı, başkasının sırtından kazanmaya sevk etmektedir. Dolayısıyla bu, Allah ve Resûlü’nün muhterem saydığı mala tecavüz mânâsı taşımaktadır.
Ayrıca bunlara ruhsat verme, bütün nevileriyle sanat ve üretime ve hatta sanata vurulacak bir darbedir. Çünkü insanlarda cibilli olarak dünya sevgisi, dünya malına karşı tama, kısa yoldan daha çok kazanma isteği vardır. Hâlbuki Allah, insanlara bu arzuyu, dünyayı imar ve ihya etmeleri için vermiştir. İşte faizle bu duygu sû-i istimal edilmekte, parayı faize yatırıp onun nemasıyla geçinme düşüncesi insanları hazır yiyiciliğe sevk etmekte, sonuç olarak da nice kabiliyetlerin körelip gitmesine sebebiyet vermektedir.
Öte yandan faiz, İslâm’ın ruhunda olan ve sosyal yaraları saran “karz-ı hasen” (herhangi bir maddî beklentiye girmeden, sırf Allah rızası için, insanların ihtiyacını giderme düşüncesiyle borç verme) gibi yardımlaşma duygularını da köreltmektedir. Fertler arasında olması gereken bağları yok etmekte ve her ferdi, sadece kendini düşünmeye sevk etmektedir. Böylelikle sosyal bir varlık olarak içtimaî hayata katkıda bulunması gereken insan, diğerlerinden kopuk olarak müstakil bir hayatın peşine takılmakta ve neticede asosyal bir güruh ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir ortamda kimse kimseden borç para alamamakta, küçük müdahalelerle izale edilebilecek arızalar, ancak büyük gürültüler kopardıktan sonra fark edilebilmektedir.
Hâlbuki Kur’ân’ın ifadesiyle verilen borçtan kat kat fazla olarak insana sevap kazandıran, bir ahiret yatırımı olan karz-ı hasen, Kur’ân’ın konu edinerek üzerinde hassasiyetle durduğu bir sistemdir.[17] Elinde imkânı olan herkes, kapısına gelen muhtaç kimselere ya hibe ya da karz-ı hasen olarak yardımda bulunacak ve borç verdiği takdirde verdiği miktarın dışında bir fazlalık beklemeyecektir. O, bu fazlalığı, her şeyi kudret elinde evirip çeviren Zat’tan (celle celâluhu) bekleyecektir. Çünkü o, yapılan yardımları çok daha fazlasıyla sahiplerine iade edecektir. Kullarından vermelerini O talep ettiğine göre, mutlaka onları memnun edecektir.
Çok faziletli ve insan onurunu da gözeten karz-ı hasen müessesesi, basit dünyevi hesaplara kurban gitmemelidir. Bu yüzden mü’min bu konuda çok hassas olmalıdır. Zira Kur’ân, iman edenlere şöyle hitap eder:
وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُوا عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللهَ
“İyilik ve takvada birbirinize destek olun, günahlarda ve başkalarının hukukunu çiğnemede değil. Allah’tan korkun!”[18] Hayır veya şer adına bir işe sebebiyet vermenin, en az o fiili yapanınki kadar sevap veya günahı vardır.
Sosyal hayatta tefeciliği kabul etmek, fakiri kendi dertleriyle baş başa bırakmak demektir. Bu ise, Allah’ın rahmaniyet ve rahimiyet sıfatlarına zıttır. Çünkü Allah (celle celâluhu), bir taraftan zengine mal-mülk verirken diğer tarafta fakiri de kollamakta, nimetlerinden aynı ölçüde istifade imkânı bulamayanları da zekât, sadaka, karz-ı hasen gibi müesseselerle himaye etmektedir. Anadolu tabiriyle, zengine yan çıkıp fakiri problemleriyle baş başa bırakmak, Allah’ın umumi icraatına muhalif bir tavırdır.
Buraya kadar zikrettiklerimiz, faizin haram olmasının hikmetleridir. Mesele bu zikredilenlerle de sınırlı değildir. Burada sayılan ve sayılamayan bütün hikmetlerin ötesinde çok daha önemli bir husus vardır, o da, Allah’ın faizi haram, alışverişi helâl kılmış olmasıdır. Zira bizim hareketlerimize yön verecek olan, bir kısmını bilebildiğimiz, bir kısmını bilemediğimiz hikmetler değil, esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın emir veya yasaklarıdır. Çünkü Allah’a karşı vazife ve kulluğumuzun temelinde O’nun emirleri ve yasakları vardır. Dolayısıyla biz, hikmetleri tali derecede düşünür, evvelen ve bizzat Cenab-ı Hakk’ın rızasını, yine O’nun vaz ettiği ahkâmına uyma yoluyla elde etmeyi hedefleriz. İmam Eş’arî’nin anlayışı içinde, Allah’ın yasakladığını çirkin görüp reddeder, O’nun emrettiği ya da mubah kıldığını da güzel görür, sinemize basarız.
Yümün ve bereket vesilesi olan ve aynı zamanda rahmet hazinelerinin çağlayanlar gibi coşup bize doğru akmasına davetiye çıkaran şey, bütün nevileriyle sadakadır. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın muciznüma ifadeleri içinde bu denge vurgulanarak, bir tarafta insanı Allah’a yaklaştıran, onu Cennet’e ehil hâle getiren, toplumun diğer fertleriyle diyaloğu temin eden ve insanı şeytandan ve Cehennem’den alabildiğine uzaklaştıran bu hayır müessesesi nazara verilirken; diğer tarafta mü’mini Allah’tan uzaklaştıran, Cennet’le aralarını açan, insanlarla arasına mesafe koyan, ama Cehennem ve şeytana yaklaştıran ribanın çok yönlü zararına dikkat çekilmektedir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin de ısrarla üzerinde durduğu gibi içtimaî hayatı temelinden yıkmaya yönelik “Sen çalış ben yiyeyim.” ve “Ben tok olduktan sonra başkaları açlıktan ölse bana ne!” şeklinde kendini gösteren iki gayri insanî düşünce tarzını Kur’ân, “Allah, faizle geleni mahveder, sadakaları ise artırır.” veciz ifadesiyle ele alarak kökünden söküp atmakta ve hastalık zuhur edecek yerden şifa pınarları akıtmak suretiyle insanî olanı salık vermektedir. Bunun gerçekleşmesi, her çeşidiyle hayır müesseselerini hayata geçirip, faiz başta olmak üzere şer kapılarını kapatmaya bağlıdır.
Fiilî duruma baktığımızda da ribanın gerçek mânâda bir artışa sebebiyet vermediği, sayısız misaliyle gözler önündedir. Tam köşeyi dönme hesapları yaparken batanların, yatlarında uzanıp sefa sürme hesapları yaparken iflas edenlerin ve artık bir daha sırtının yere gelmeyeceğini düşünürken can ve malından olanların sayısı hiç de az değildir. Sadakayla mal-mülk yanında kitlelerin gönlünü de kazananların, dolayısıyla kâr üstüne kâr edenlerin sayısı da sayılamayacak kadar çoktur.
Evet, riba, sosyal dengeyi yıkıcı, sükûneti mahvedici, fertleri ve toplumları derinden etkileyen bir veba; verme ve iyilik etme hisleriyle dolu bulunma da, sosyal hayatı huzur içinde ayakta tutacak önemli bir iksirdir.
Bakara sûresinin, faiz yasağını nihai olarak bildiren âyetleri, son nazil olan âyetlerdendir. Hatta İbn Abbas Hazretleri’nin (radıyallâhu anhumâ) kanaatine göre bu âyetler, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâzil olan en son âyetlerdir.[19] Dolayısıyla faizin kesin ifadelerle haram kılınması, risaletin son dönemlerine rastlamaktadır. Faizle ilgili son sözü Veda Haccı’nda söyleyen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), aynı zamanda bunun ilk tatbikatını yapmış ve tesirinin daha büyük olması için ilk olarak, kendi yakın çevresinden birinin, amcası Hazreti Abbas’ın alacağı olan faizi kaldırmıştır. Ümmetiyle veda mânâsı da taşıyan bu hutbesinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), kan davası gibi Cahiliye âdetlerinin kaldırıldığını belirttikten sonra sözü faize getirmiş ve şöyle buyurmuştur:
أَلَا كُلُّ شَيْءٍ مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ تَحْتَ قَدَمَيَّ مَوْضُوعٌ وَرِبَا الْجَاهِلِيَّةِ مَوْضُوعٌ وَأَوَّلُ رِبًا أَضَعُ رِبَانَا رِبَا عَبَّاسِ بْنِ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ
“İyi dinleyin! Cahiliyeye ait bütün uygulamalar, şu iki ayağımın altındadır ve kaldırılmıştır. Cahiliye faizi kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım faiz de, Abbas İbn Abdülmuttalib’in alacağı faizdir.”[20] Hazreti Abbas dâhil hiç kimse bu meselede tereddüt göstermemiş, alacakları çuvallar dolusu da olsa faiz terettüp eden miktarı almaktan vazgeçmişlerdi.
Yalnız onların endişesi, bu hüküm gelmeden önceki muamelelerinin durumu ve akıbetiydi. Onlar ancak, endişelerine cevap mahiyetinde gelen bir fermanla rahat nefes alabildiler:
فَمَنْ جَاءَهُ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَانْتَهَى فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللهِ
“Kime Rabbinden bir öğüt geldiğinde (faizle muameleyi) bırakırsa, (haram kılınmadan) önce aldığı onundur. İşi de Allah’a kalmıştır.”[21]
Bir başka âyet-i kerimedede de Cenab-ı Hak, inanıp salih -ameller peşinde koşanların, Müslüman olmadan önce yaptıklarından mesul tutulmayacaklarını şu ifadelerle anlatıyordu:
لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُوا إِذَا مَا اتَّقَوْا وَآمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَوْا وَآمَنُوا ثُمَّ اتَّقَوْا وَأَحْسَنُوا وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“İman edip amel-i salih içinde olanlara, Allah’ın yasak ettiği şeylerden kaçınarak iman ettikleri ve güzel işler yaptıkları, sonrasında da çirkin şeylerden sakınıp iman ettikleri, günahlara karşı tavır alıp, yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) yiyip içtiklerinden dolayı günah yoktur. Allah, ihsan sahiplerini sever.”[22]
Yasaktan önceki uygulamaların durumu böyledir. Ama bundan sonrası için yapılacak şey, Cenab-ı Hakk’ın hükmüne tabi olmaktan başkası olamaz. Bununla ilgili olarak müfessirlerin,
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Ey iman edenler! Ribadan geriye kalanı bırakın. Eğer mü’minseniz böyle yapın!”[23] mealindeki âyetin sebeb-i nüzûlü olarak zikrettikleri şu hâdise oldukça dikkat çekicidir:
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’nin fethini müteakip Medine’ye dönerlerken Mekke valisi olarak Attab İbn Esîd’i tayin buyurmuşlardı. Faizin haram kılınmasından sonra Mekke’deki bazı oymaklar Attab’a gelmiş ve İslâm’a girmeden önceki faiz alacaklarının tahsilini yapma hususunda ruhsat sormuşlardı. Hazreti Attab konuyu Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yazmayı uygun gördü. Allah Resûlü cevaben, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve daha önceden kalan faiz alacaklarınızı da bırakın! Mü’min iseniz bunu yapın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah ve Peygamberi tarafından açılacak bir savaş ile karşı karşıya kalacağınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”[24] âyetlerini de içeren bir mektup yazdı ve faizle ilgili bütün alacak vereceklerin bırakılmasını, inanan bir insanın artık faiz illetinden tamamen uzaklaşması gerektiğini, aksi takdirde Allah ve Resûlü’ne savaş açmış olacaklarını net bir dille bildirdi. Böylelikle bu tür düşüncelerin önü, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kapatılmış oldu.[25] Bakara sûresi 275. âyetin karakteristik ifadelerinden, faiz yiyenlerin, canlarından bezmiş, sa’y etmediklerinden dolayı hayatlarından gayrimemnun, tufeyli gibi başkalarının sırtından geçindikleri için hep tedirgin ve aynı zamanda miskin kimseler olduklarını anlıyoruz. Dünyada böyle yaşayanların, ötedeki akıbetleri de ayniyet arz edecek, sarhoş gibi bir hayat yaşamanın neticesini, şeytan çarpmış gibi haşrolmakla acı acı yaşayacaklardır. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), misal âlemine ait bir tabloyu aktarırken kullandığı ifadeler de, bununla ilgili bize enteresan ipuçları vermekte, faizle iştigal edenlerin ahirette maruz kalacakları acı durumu dile getirmektedir.[26]
Evet, bu akıbet, şeytanın yoluna giren kimselerin içinde bulundukları atmosferin götüreceği noktadır. Nasıl olmasın ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), faiz alana ve verene Allah’ın lanet ettiği gibi, o işe şahitlik yapanın da, kitabet vazifesini yapıp bürokrasisini yürütenin de aynı akıbete dûçar kalacağını, bu lanetten nasibini alacağını anlatmaktadır.[27] İşte Allah ve Resûlü’ne harp ilan etmenin neticesi.. ve işte kazanma hırsının altında kaybetmenin acı faturası!
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), irtihal-i dâr-ı beka buyurmalarına seksen gün kala Müzdelife’de, etrafında toplanan mahşerî kalabalığa hitap ederken, artık dinin tamam olduğunu, Cenab-ı Allah’ın ümmet-i Muhammed’e olan nimetlerini tamamladığını ve
O’nun rızasının, ancak İslâm’la elde edilebileceğini bildirmişti. Böylelikle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kamil ve mükemmel dinin esaslarını, kemalde ufuk bir cemaate tebliğ etmiş oluyordu. Ribadan kaçınıp zekâtını vermek de, kalb ve ruh itibarıyla tekemmül etmiş insanların işiydi. Yirmi üç senelik bir olgunluk süreci yaşamış sahabe cemaati de bu olgunluğu gösteriyor ve hiç tereddüt etmeden kemalinin gereğini yerine getiriyordu.
Demek ki cemaat kemale ermeden, menfilikleri kamilen izale etmek mümkün değildir. İnsanlık, teknoloji alanında baş döndürücü bir mesafe katetse veya iktisadî müşkillerini halledip refah seviyesini yükseltmekle sırça saraylara terfi etse bile, zahiren mesut ve bahtiyar görünen bu cemiyetin ömrü sanıldığı gibi uzun olmayacak ve bir kısım sosyal çalkantılar karşısında teslim-i silah edecektir. Bugün için dünyanın imrenerek baktığı bir takım mesut gibi görünen devletlerin, bu içtimai kemale ulaşmadıkları sürece, uzun süre aynı şekilde devam edeceklerine ihtimal verilmemelidir.
Emareleriyle ortada olan bir meselenin varacağı nokta hakkında beyanda bulunmak kehanet olarak değerlendirilmezse şunu söylemek mümkündür: Bir gün gelecek, dünyadaki bütün devletler, bütün iktisadi sistemler aslan görmüş zebralar gibi ribadan kaçacaklardır. İçtimaî bir kanser olan faizin büyük ölçüde, insanların ensesinde bekleyen tehdit unsuru olmaktan çıkacağını ve bunun da yakın bir gelecekte görüleceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Zira yapılanlar, beşer tabiatına terstir. Hilkatin aksini dayatan her sistemin, geçici bir ışık saçsa bile, uzun süre etrafını aydınlatması mümkün değildir. Devamlılığı olacak yol, ancak nebilerin tutup gittiği, sıddıkların yürüdüğü, enbiya ve evliyanın boy gösterdiği yoldur. Bu yol, Kur’ân-ı Kerimde,
وَاللهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
“Allah, selam yurduna davet ediyor ve istediğini sırat-ı müstakime hidayet ediyor.”[28] âyetiyle işaret edilen yanılmaz ve yanıltmaz bir şehrahtır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu âyetlerin şerhini bizzat kendisi yaparak yanlış anlamaların önünü tıkamıştır. Böyle olmasına rağmen, faiz âyeti son inen âyetlerden olduğu, bundan dolayı da pratikteki uygulamalarıyla ilgili bazı detaylara henüz Sahabe’nin bütünü tarafından muttali olunmadan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtihal-i dâr-ı beka buyurduğu için Hazreti Ömer gibi hassas insanlar, endişelerini ortaya koymuşlar ve “Keşke faiz hakkında daha fazla malumat öğrenmiş olsaydık!” temennilerinde bulunmuşlardır.[29] Onun bu sözleri dinin tamamiyetiyle ilgili değildir. Bilakis bu, insanların bu hükümleri algılamada farklılığa düşmemeleriyle ilgili bir duyarlılıktır. Nitekim Hazreti Ömer’e de ondan sonra aynı endişeleri yaşayanlara da yol gösterici bir hadislerinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem),
دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لَا يَرِيبُكَ
“Sana şüpheli gelen şeyleri terk et; şüphesiz olanları al.”[30] buyuracaklardır.
Başka bir hadislerinde de Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), helâl ve haramın açık ve net olduğunu, fakat bunların arasında bazı şüpheli şeyler bulunduğunu, dinî hayatını tehlikelerden uzak tutmak isteyenin bu şüpheli şeylerden kaçınması gerektiğini vurgulayacak ve kalbî hayata dikkat çekecekti.[31] İhtimal, Hazreti Ömer’in arzusu, sınırlardaki mayınlar gibi hassasiyet gerektiren şüpheli şeyler hakkında da bir kısım sınırların konulması, bu konularda sarih ifadelerin bulunması ve insanların, hevalarının esiri olup onlara girmekten kurtulmaları yönündeydi.
Şayet insanlık, kanını emen bu illetten kurtulmak istiyorsa, öncelikle imanın aydınlık dünyasına uyanmalı, emir ve nehiyleriyle Yüce Yaratıcı’nın ifadelerine kulak vermelidir. Bunun akabinde yapılacak şey, bütün üniteleriyle alternatif sistemler oluşturmak, insanların uygulayageldikleri muamele sistematiğinde boşluklara meydan vermemektir. Böylelikle yeni yeni yardımlaşma ve dayanışma müesseseleri tesis edilerek, muhtaçların elinden tutulacak ve fakir-fukara, tefecilerin elinde can çekişmekten kurtarılmış olacaktır.
Netice itibarıyla zekât ve faiz iki zıt kutuptur. Zekâtta fakirin hakkı gözetilip zulmün önü alınırken, faizde zenginin daha da zengin olması yanında fakirin, yoksulluğun kollarında daha fazla perişaniyete itilmesi vardır. İşte İslâm, fakirin ezilmesine engel olduğu gibi, zengine de malından korku ve endişe duymadan istifade etme yollarını göstermektedir. Zekât müessesesinin bütün unsurlarıyla işletildiği bir cemiyette faiz ortadan kalkacak, beraberindeki olumsuzluklar bertaraf edilecek ve topluma huzur ve saadet hâkim olacaktır.
5. Toplumu Potansiyel Suçlardan Kurtarır
Toplumun bir tabakası sadece kendi behîmî arzularını tatmin istikametinde müreffeh bir hayat sürerken, diğer yanda fakr u zaruret içinde kıvranan insanların olması, toplumda huzursuzluğun kaynağını oluşturan potansiyel bir tehlikedir. Süslü-püslü vitrinler, çeşit çeşit leziz ve iştah kabartan maddelerle tezyin edilip fakiri yutkunduracak hâlde arz-ı endam ettiğinde, sosyal patlamaların koparacağı gürültü korkunç boyutlara ulaşacaktır. Bir tarafta istediği her şeyi sınırsızca elde etmenin keyfini çıkaran gamsızlar sefa sürerlerken, diğer yanda yiyecek bir parça ekmek bulamayıp başkalarının yuttuğu lokmalarla yutkunanların varlığı, kopacak bu kıyameti haber vermektedir.
Buna bir de iki ucuyla toplumun birbirinden uzaklaşması eklenince, hâdisenin boyutunun daha da büyük olduğu anlaşılacaktır. İslâm’ın, insanların dünyevi ve uhrevi yararına olarak ortaya koyduğu içtimaî prensipler ihmal edildiği sürece bu kavga ve huzursuzluk devam edip gidecektir. Ne zaman ki insanlık, İslâm’ın takdim ettiği çizgiye gelecek ve hareketleriyle kul olduğunu gösterecek, işte o zaman beşerin ağlayan çehresinde tebessümler belirecek ve beklediği huzura kavuşacaktır. Aksi hâlde her iki tarafta odaklaşan kitleler, bir kısım kötü niyetli kimseler tarafından istismar edilerek dejenerasyon bombardımanına maruz bırakılmaya devam edecektir.
Hâlbuki Kur’ân ve Sünnet’te, zikredilen bu toplumsal problemlerin önünü alabilecek pek çok prensip yer almaktadır. Bütün bunlardan yalnızca iki tanesi olan;
لَيْسَ بِالْمُؤْمِنِ الَّذِي يَبِيتُ شَبْعَانَ وَجَارُهُ جَائِعٌ إِلَى جَنْبِهِ “Yanı başındaki komşusu aç iken tok yatan, hakiki mü’min olamaz.”[32] Ve مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”[33] hadis-i şerifleri, İslâm’ın bu konudaki genel karakterini yansıtması adına yeterli olacaktır. Aynı şekilde Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu yardımlaşma düsturları, içtimaî hayatta, fertleri ve taifeleri birbirine yaklaştırmada büyük önem arz etmektedirler. İslâm, bir hayat nizamıdır ve onun prensipleri bir bütün olarak değerlendirilmelidir.
Mü’min, hem çalışma ve kazanmada hem de harcama ve tüketimde, Allah’ın kendisine verdiği ölçüler içinde dengeli olacaktır. Allah’ın helâl kıldığı dairede dolaşacak ve bunun keyfe kâfi geldiği şuuruyla yaşayacaktır. Böylelikle elde ettiklerinde duruluğu yakalayan mü’min, diğer yandan da malını hayır yollarına harcamakla toplumda ortaya çıkması muhtemel problemlerin önlenmesine vesile olacaktır.
Buna ilave olarak zekâtın toplum hayatında içtimaî bir sigorta olması, kitleler arasındaki hoşgörü ve diyaloğu temin etmede önemli bir rol alması, ekonomiye hareketlilik getirerek cemiyeti zinde bir güç hâline getirmesi ve bir taraftan dünya için çalışmanın lüzumunu ima ederken diğer yandan ahiret hayatını hatırlatarak dünya-ukba dengesini kurması gibi birçok husus, zekâtın toplum hayatına kazandırdıkları arasındadır.
Daha önce zikrettiğimiz, zekâtın fertler açısından mevzubahis olan maslahat ve faydalarının hepsini de burada hatırlatmakta fayda vardır. Zira bunların hepsi aynı zamanda cemiyet hayatını imara yönelik olumlu gelişmelerdir.
Bir kez daha ifade edelim ki burada zikrettiklerimiz, birer fikir vermeye vabeste hususlar olup daha söylenebilecek nice fayda ve maslahatların olduğunda şüphe yoktur. Allah (celle celâluhu), asla abes iş işlemez; O, her türlü noksanlıktan münezzehtir. Madem zekâtı cemiyette hâkim kılmayı emreden O’dur. Öyleyse bunda mutlaka pek çok maslahat gizlidir ve zamanla her biri teker teker ortaya çıkacaktır.
[1] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 8/380; el-Beyhakî, Şuabu’l-iman, 5/20.
[2] Haşir sûresi, 59/7.
[3] Bakara sûresi, 2/195.
[4] Tirmizî, tefsîru sûre (2) 19; Ebû Dâvûd, cihâd 22.
[5] Yûnus sûresi, 10/44. Aynı aynı mânâyı ifade eden başka âyetler için bkz.: Bakara sûresi, 2/57, Âl-i İmrân sûresi, 3/117, A’râf sûresi, 7/160, Tevbe sûresi, 9/70, Nahl sûresi, 16/33, Ankebût sûresi, 29/40, Rûm sûresi, 30/9.
[6] el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/49. (Mânâ olarak bu sözü destekleyen bir hadis için bkz.: etTaberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 3/346)
[7] Bkz.: Bakara sûresi, 2/279.
[8] Bkz.: Bakara sûresi, 2/261-281; Âl-i İmrân sûresi, 3/130-136; Nisâ sûresi, 4/160-162; Rûm sûresi, 30/36-45.
[9] Rûm sûresi, 30/39.
[10] Nisâ sûresi, 4/160-161.
[11] Âl-i İmrân sûresi, 3/130.
[12] Bakara sûresi, 2/275.
[13] Bakara sûresi, 2/276-279.
[14] İsrâ sûresi, 17/61.
[15] A’râf sûresi, 7/12.
[16] Müslim, birr 32; Ebû Dâvûd, edeb 35; Tirmizî, birr 18.
[17] Bakara sûresi, 2/245; Mâide sûresi, 5/12; Hadîd sûresi, 57/11, 18; Teğâbün sûresi, 64/17; Müzzemmil sûresi, 73/20.
[18] Mâide sûresi, 5/2.
[19] Buhârî, büyû 25, tefsir (4) 53.
[20] Müslim, hacc 147; Ebû Dâvûd, büyû 5; İbn Mâce, menâsik 76, 84.
[21] Bakara sûresi, 2/275.
[22] Mâide sûresi, 5/93.
[23] Bakara sûresi, 2/278.
[24] Bakara sûresi, 2/278-279.
[25] Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 5/74; et-Taberî, Câmiu’l-Beyan, 6/23.
[26] Buhârî, cenâiz 92, fezâilü’l-Kur’ân (92) 3-7, edeb 120, kader 4, tevhîd 54; Müslim, kader 6-7.
[27] Müslim, müsâkât 106; Tirmizî, büyû 2; Ebû Dâvûd, büyû 4; İbn Mâce, ticârât 58; Nesâî, ziynet 25.
[28] Yûnus sûresi, 10/25.
[29] Buhârî, eşribe 5; Müslim, tefsir 32-33.
[30] Buhârî, büyû 3; Tirmizî, kıyâmet 60; Nesâî, eşribe 50.
[31] Buhârî, imân 39, büyû 2; Müslim, müsâkat 107.
[32] el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/15.
[33] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 1/151, 7/270; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4/356.
- tarihinde hazırlandı.