• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Fıtrat, din ve hizipler

Fethullah Gülen: Bamteli: Fıtrat, din ve hizipler

Soru: Rum Sûresi’nin 30. ayet-i kerimesinde zikredilen “hanîf”, “fıtrat”, “halkullah” ve “din-i kayyim” ifadeleri nasıl anlaşılmalıdır? Bunların peşi peşine sıralanmasında nasıl bir münasebet söz konusudur? (00:19)

  • Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

    فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفاً فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
    “O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt. Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler, anlamazlar.” (Rûm, 30/30)

    (00:40)
  • Esasları Allah’ın mesajlarına dayanan ve Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tebliğ ve temsil edilip yaşanan/yaşatılan İslâm semavî bir dindir.. ve bu dini inanarak hayatına hayat kılan da, mü’min ve müslimdir. Onun temel ve bâtınında iman, iz’an ve teslim; zâhirinde de itaat, inkıyat ve sâlih amel vardır. Selef, bu dini; “İnsanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla bizzat hayra sevk eden ilâhî kanunlar mecmuası.” şeklinde tarif etmişlerdir ki, işte böyle dinamik bir sistemin, hayata hayat kılınıp temsil edildiği ölçüde dünyevî-uhrevî semerelerinden söz edilebilse de; aksine, hayattan dışlandığı takdirde onun hakkında müspet herhangi bir şey söylemek zor olsa gerektir. Lügat itibarıyla, iman ve islâm arasında bir fark söz konusu olsa da; islâmın imansız, imanın da islâmsız olamayacağı kabul edilen en sağlam görüştür. İman bir bâtın, islâm ise onun kavlî, fiilî, hâlî ortaya konması mânâsında bir zâhirdir.. ve işte din-i hak dediğimiz ilâhî nizam da bunların mecmuundan ibarettir.. evet din; iman ve islâmın bütün şube ve fakültelerinin hayata hayat olmasının ilâhî unvanıdır ve bu sistemin böylece kabul edilip yaşanması mü’mince bir tavır ve onu bu şekilde temsil eden de dindardır. (01:39)
  • Hanîf; eğriliği bırakıp doğruluğun peşinde giden demektir; bu mânâ ile örfte Hazreti İbrahim milletine isim olmuştur ki, başka dinlerden, batıl mabudlardan uzaklaşıp yalnız bir Allah’a yönelen ve “Şirk koşmaksızın tek Allah'a inanan” (Hac, 22/31) manasına gelmektedir. Yukarıdaki ayet-i kerimede geçen “hanîfen”; şirkin ve ilimsiz olarak hevaya tabi olmanın tam zıddı olan hakka meyli, doğruluğu, tevhidi ifade etmektedir. (02:55)
  • Şirkin büyüğü küçüğü, gizlisi açığı, farklı çeşitleri vardır; birini Cenâb-ı Hakk’ın icraatına ortak kılma açık ve çok büyük bir şirk olduğu gibi, yapılan güzel şeyleri başkalarına gösterme, duyurma, alkış peşinde koşma, ahiret hesabına yapılan işlerde dünyevî beklentilere girme gibi hususlar da bir çeşit şirktir. (03:50)
  • Fıtrat kelimesi lügat itibarıyla hilkat, insanın yaratılışında var olan hususlar, karakter, maya, tabiat, mizaç, arızasız kusursuz yaratma, Peygamberlerin yolu, Din-i mübîn, kâlb-i selim ve âdetullah manalarına gelmektedir. Bazı âlimler, fıtratı “ilk yaratılış” şeklinde ele almış; bu anlayışlarını teyid etmek için Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın ismi olarak anılan “Fâtıru’s-Semâvâti ve’l-arz – Göklerin ve yerin yaratıcısı” tabirini nazara vermişlerdir. Istılah açısından ise, fıtrat; her insanın Allah’a inanmaya ve O’na kulluk etmeye meyilli bir hal üzere yaratılması demek olup ulvî hakikatleri kabul ve anlama kâbiliyetidir. (09:07)
  • İnsanın bütün organlarının, cevherlerinin, latifelerinin ve zahirî-bâtınî hâsselerinin (duyularının) bir yaratılış hikmeti ve her birinin kendilerine has vazifeleri vardır. Tabiat itibarıyla, insan dünyaya gönderiliş hikmetini anlama, ubûdiyete ait sorumluluklarını kavrama ve hep hayır peşinde olma temayülüyle yaratılmıştır ki buna da “fıtrat” denir. Bozulmamış fıtrat, sürekli hakka müteveccih bir istikamet takip eder. Bu itibarla, selim fıtrata sahip insan, kendini bildiği andan itibaren Hakk’ı tanımaya ihtiyaç duyar, devamlı O’nu arar ve O’na kulluk sayesinde rahatlar. Evet, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Ne var ki, özünde temiz olan fıtrat, sonraki su-i istimaller neticesinde kirletilmiş olabilir. Dolayısıyla, şayet, fıtrat korunamaz ve onun selametini muhafaza yolunda gerekli tedbirler alınamazsa, insanın küfür cereyanlarından herhangi birisine kapılıp gitmesi de mümkün ve muhtemeldir. (12:48)
  • Her yeni doğan çocuk temiz bir fıtrat üzere doğar. O adeta gelip ağaç olmaya ve meyve vermeye istidatlı bir tohum gibidir. O tohumun temiz bir zemine bırakılması, sonra da bırakıldığı yerde gelişirken temiz bir hava ile havalandırılması, temiz şualarla şualandırılması, temiz su ile sulanması ve tımar edilmesi onun fıtratını koruması, yaratılış hikmetine göre bir keyfiyet alıp hayatı öyle götürmesi için şarttır. Bu hususta aile, okul ve çevre gibi faktörler çok önemli birer rol oynarlar. (14:30)
  • İnsanın yoldan çıkıp dalâlete sürüklenmesi üç ihtimalden iki ihtimaldir. Doğruyu bulup doğruya yürümesi, ardından doğruyla buluşması ise üç ihtimalden bir ihtimaldir. Şöyle ki, bir insan, iradesinin hakkını vermez, doğru yolun gereklerini yerine getirmez, yamuk yumuk hareket ederse onun dalâlete gideceği muhakkaktır. İkinci olarak, insan olduğu yerde durup âtıl kalırsa onun yine dalâlete gitme ihtimali vardır. Geri kalan bir ihtimal ise, insanın iradesinin hakkını verme, kendini zorlama ve böylece hidayete mazhar olma yoludur. Evet insan, bir ihtimalle hidayete ulaşır. Fakat o, bu ihtimal ve alternatifi kullanmazsa, bu defa iki alternatifle dalâlete sürüklenmeyle karşı karşıya kalır. Demek ki insanın doğruyu bulup o istikamette hayatını sürdürmesi çok ciddi bir cehd ve gayret istemektedir. (16:43)
  • Kur’an-ı Kerim’de Sünnetullah ve âdetullah da denilen “halkullah”ta tebdil ve tahvil olmayacağı (el-Ahzâb, 33/62; Fâtır, 35/43; Feth, 48/23) bildirilmiştir. Tebdil, bir şeyi başka bir şeyle değişmeyi, tahvil ise bir durumdan başka bir duruma dönüşmeyi ifade etmektedir. Bu âyetlerde gelecek zaman kipi kullanılarak “Sen Sünnetullah’ta kesinlikle hiçbir değişiklik bulamazsın ve bulamayacaksın!” buyurulmuştur. Bu durumda Sünnetullah teriminin, Allah Teâla’nın küllî hükümlerini ve O’nun hikmetini gerçekleştirmek için ortaya koyduğu yolu/nizamı ifade ettiği söylenebilir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şer’î hükümlerde bazı farklılıklar bulunsa da esas maksatlarda farklılık bulunmadığını ifade eden Râgıb el-İsfahânî (ö.502/1108), “Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın!” (Fetih, 48/23) âyetinde de Allah’ın ezelden beri geçerli kanunları bulunduğunun vurgulandığını söyleyerek, âyette geçen Sünnetullah kavramının dinî hükümler anlamında da yorumlandığını belirtmektedir. (19:09)
  • Pakistanlı âlim İnamullah, kendisine ikinci Einstein nazarıyla bakılan Sir James Jeans’ı zaman zaman ziyaret eder. Çoğu zaman atomlarından galaksilerine kadar bu muhteşem nizamın baş döndürücü ahengi karşısında onun adeta hayranlıkla kendinden geçtiğini görür. Bir gün “İnamullah, hayret ediyorum! İlmin bu kadar gelişmesine rağmen, ilim yuvalarında hala inkârın hükümran olmasına hayret ediyorum.” der. İnamullah bu sözü bir girizgâh kabul ederek, “Üstad, biliyor musun, Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyedilen Kur’ân-ı Kerim’de bir âyet var. Allah şöyle ferman buyuruyor:

    إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ
    “Allah’tan, kulları arasında ancak âlimler hakkıyla korkar.” (Fâtır, 35/28)

    Jeans, bunu duyunca irkilir; “Bunu Hazreti Muhammed mi söylüyor? Öyleyse, O hak peygamberdir!” der. (21:43)
  • Fıtratı duyma, şirkten uzaklaşmaya bağlıdır. İnsan küçüğü büyüğüyle şirkten ne ölçüde uzak kalırsa, o nisbette de fıtratın kanunlarını duymaya, görmeye ve okumaya başlar. (23:04)

Soru: Rum Sûresi’nin 31 ve 32. ayet-i kerimelerinde, hizip hizip ayrılıp âidiyet mülahazasıyla böbürlenmek müşriklerin bir sıfatı olarak anlatılıyor? Bu ilahî beyanın mü’minlere verdiği mesajları lütfeder misiniz? (25:25)

  • Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

    مُنِيبِينَ إِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِكِينَ مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعاً كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
    “Başka her şeyden geçerek O’na tam gönül verin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı hakkıyla ifa edin. Ve asla dinlerini parça parça edip kendileri de öbek öbek olan o müşriklerden olmayın. Öyle ki her hizip, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.”

    (25:55)
  • Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup, O’nun emirleri ve yasakları zâviyesinden, yeniden O’nunla muvâfakat ve mutâbakata ulaşma gayretidir. Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhâlefetten muvâfakata, muârazadan mutâbakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutâbakat ve muvâfakatin sorgulanması bahis mevzuudur. İnâbe, tevbe ile evbe (O’ndan başka her şeye kapanma) arasında bir yöneliştir. (26:30)
  • Takvâ; haramlardan kat’i olarak içtinap etme, farzları arızasız-kusursuz yerine getirme, vacipleri kemal-i hassasiyetle ifa etme, şüpheli şeylerden tevakkide bulunma ve şüpheli olduğu mülâhazasıyla bazı mübahlara karşı bile tavır belirleme demektir. Hazreti Pir’in takva ile alâkalı ortaya koyduğu çerçeveye bakınca, onun, yumuşatıcı bir üslûpla, meseleyi daha yaşanılır ve herkesi kapsayacak bir şekilde ele aldığı görülür. Mesela bir yerde o, “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” diyerek bize takva adına bir çerçeve sunar. Hazreti Pir’in ilhama, vâridâta veya bir hutura binaen ortaya koyduğu bu takva tarifini, şartların ve konjonktürün hakiki mânâda takvayı yaşamaya müsait olmadığı ve bir kısım kırılma, arıza ve zaruretlerden dolayı âzamî takvanın yaşanamadığı dönemlerde, hiç olmazsa, haramlardan içtinap edip farzları arızasız kusursuz yerine getirmek suretiyle muhataplarını takva serasına ve onun vaad ettiği güzelliklerden istifadeye çağrısı şeklinde anlayabiliriz. (27:57)
  • Ayetteki inâbe ve takva emirleri bir yönüyle meselenin nazarî yanını ifade ediyor; namaz ise, işin amelî buudunu ve o iki fazilete erişmenin yolunu gösteriyor. (30:10)
  • Sünnet ve nafile namazlar “cebren linnoksan”dır; yani, farz namazlardaki noksanları tamamlar, eksiği gediği giderir. Cenâb-ı Hak sünnet namazları ve diğer nafileleri edâya, ekstradan bir yakınlık va’dinde bulunmuştur. Onları hafife almak ve geçiştirmek katiyen doğru değildir. (30:47)
  • Milletimiz namazın eda edilmesini, “namaz kıldım” tabiriyle dile getirir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da namazın bize bir vazife olarak verilmesinde kullanılan kelime “ikâme”dir.Bunun manası ise, bütün mâsivâdan sıyrılarak namazı, iç ve dış şartlarıyla tastamam yerine getirme, Allah’ın bize tahmil ettiği bu emanetin hukukuna kemal-i hassasiyetle riayet etme ve o âbideyi kendine has renk, desen ve çizgileriyle arızasız ve kusursuz bir şekilde ortaya koyma demektir. (31:47)
  • Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) bir hadis-i şerifinde “Beş vakit namaz, herhangi birinizin evinin önünden akan ve günde beş defa yıkandığı, suyu bol bir nehre benzer. Allah, beş vakit namaz sayesinde günahları temizler.” buyuruyor. Demek ki namazın faydalarından biri de insanı günahlarından temizlemesidir. Dahası, her gün beş-on kere Allah’ın huzuruna gelip O’ndan yardım isteyen bir kul, kolay kolay günah işleyemez. Böylece namaz insanın geçmiş günahlarını temizlemekle kalmaz, onun yeni bir günah işlemesine de engel olur. (34:30)
  • “Dinlerini parça parça edip kendileri de öbek öbek olan o müşriklerden olmayın. Öyle ki her hizip, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” beyanı, öncelikle, Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ ettiği din-i kayyimi kendi beşerî yorumlarıyla değiştirip farklı farklı yol ve yöntemlere din kisvesi giydiren, Allah yolundan uzaklaşıp grup grup ayrılan kimseleri anlatmaktadır. Bununla beraber (merhum Hamdi Yazır’ın da ifade ettiği gibi) burada Allah’ı bir bilmenin tam zıddı olan müşrikliğin yanında, açık ve gizli şirkin her türlüsünden kaçınılması da ima edilmiştir: Bu itibarla da ayetin mesajı daha şümullü olarak şöyle anlaşılabilir: Hak yoldan uzaklaşarak dinlerini ayırıp grup grup, öbek öbek hale gelenlerden olmayın; genel fıtratı kavrayacak açık bir ruh ve geniş bir hak vicdanı ile hareket etmeyip herbiri kendi özelliğine, kendi çıkarına, dar kafasıyla kendi kuruntusuna göre ayrı bir önder arkasına düşerek grup grup, bölük bölük ayrılan ve sadece kendisini hak zannedip kendi meşrebiyle böbürlenen kimselerden de olmayın. (37:10)
  • Kitap ve Sünnet’e dayanan itikadî ya da amelî mezhepleri bu ayetin şümulüne dahil etmek katiyen doğru değildir. Zira, mezhepler bir zaruretten doğmuştur ve hak mezhep imamları Kitap ve Sünnet’i esas kabul ettikleri gibi kendilerini tek doğru olarak görmezler. Ayrıca, diğer mezheplerin imamlarına karşı da büyük saygı içerisindedirler. Hem de birisi diğeri hakkında “Müslümanların imamı, Ebû Hanîfe, sayfalarda yazılı Zebûr ayetleri gibi, hadis ve fıkha dair eserleriyle memleketleri ve memlekette oturanları süslemiştir. Doğuda, batıda, Kûfe’de (hiçbir yerde) O’nun eşi yoktur.” diyerek şiir yazacak kadar mütevazi ve hakperesttirler. (40:50)
  • Bu ayette bahsedilen talihsizlerden olmamak için farklı hizmet yollarını seçmiş insanlar çok dikkatli yaşamalıdırlar. Zira, şahsî enaniyetler cemaat enaniyetine dayandığı takdirde daha bir kuvvet kazanır. Bu açıdan geleneksel olarak turûk-ı âliye içinde yer alan bir tarikata veya bir cemaat ve harekete mensup olan kişiler, bir taraftan gittikleri yol veya mensup oldukları zatı isabetli görmenin ve ona derin bir muhabbet duymanın yanı başında, diğer yandan başkalarını haksızlığa mahkûm etme gibi bir haksızlığa düşmemelidirler. Kurtuluşun ille de bir tarikat, cemaat veya harekete intisapla mümkün olacağını düşünmek, bir silsile ile gelen bir mürşidin arkasından gitmeyi zarurî görmek ve hatta o zata intisap etmeyenleri dalalette görüp onların kurtulamayacağına inanmak asla doğru değildir. Hazreti Pir’in ifadesiyle, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek, diğer mesleklere adâveti gerektirmez. (42:00)
  • Allah’a giden yollar, Kitab’a ve Sünnet’e uygun olduktan sonra, mahlukâtın solukları sayısıncadır. Bu açıdan da Abdülkadir Geylânî hazretleri de haktır.. Muhammed Bahauddin Nakşibend hazretleri de haktır.. Hasan Şazilî hazretleri de haktır.. İmam Rabbânî hazretleri de haktır.. Mevlana Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de haktır Ebu Hanife de haktır, Malikî de haktır, Şafiî de haktır, Hanbelî de haktır, Sevrî de haktır, Evzaî de haktır. (44:10)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gaflet

Fethullah Gülen: Bamteli: Gaflet

Çeşitleri ve dereceleri de göz önünde bulundurulursa, "gaflet" ne demektir; gerçek gâfiller kimlerdir? "İnsanların hesap verme vakti yaklaştı ama onlar hâlâ koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler." (Enbiyâ, 21/1) mealindeki ayet-i kerime bize ne ifade etmektedir?

  • Gaflet; dalgınlık, şuursuzluk, kendinde olmama; gâfil de çevresinde olup bitenlerden habersiz, her zaman şaşkın ve hem Hak'la hem de halkla münasebetleri açısından dikkatsiz yaşayan demektir. Uyur-gezer gibidir gafil; yürür, fakat yürüdüğünün farkında değildir. Bir şeyler yapar ama, ne yaptığını tam kestiremez. Hedefsizdir, çok defa abesle iştigal eder; eder de hep yürüdüğü yollara ve içinde yaşadığı zamana yenik düşer. Doğrusu, onun davranışlarında bir gaye aramak da beyhudedir; zira o bakıp da görmeyen, işitip de anlamayan öyle bir şaşkın ve öyle bir dalgındır ki, bazen etrafında cereyan eden kızıl kıyamet hâdiselerden bile habersiz yaşar. (00.51)
  • "İnsanların hesap verme vakti yaklaştı ama onlar hâlâ koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler." (Enbiyâ, 21/1) mealindeki ayet-i kerimeyle, insanlar, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkarılıp amellerinin hesabını verecekleri günün uzak olmadığı hususunda uyarılmaktadırlar. Zira, Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in peygamber olarak gelişi insanlık tarihinin büyük bir bölümünün geride kaldığını göstermektedir. Allah Resûlü, konu ile ilgili değişik hadis-i şeriflerde, kendisini gurub mesajcısı, kıyametin habercisi ve en büyük alâmeti olarak anlatmaktadır. (01.20)
  • Umumi manadaki kıyametin yanı sıra toplumlar ve tek tek insanlar için hususi kıyametler de söz konusudur. Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn, Mekke'nin fethi... müşrikler için birer kıyametti. Evet, onlar her hezimette bir kıyamet yaşadılar; zamanın farklı dilimlerinde o "büyük son"u hatırlatan "son"larla karşılaştılar. (03.58)
  • Gafletin çeşitleri vardır: Mukadder âkıbeti düşünmeme, âhirete hazırlık yapmama ve öteler için hazırlanmama bir gaflet olduğu gibi, vazife ve sorumlulukları yerine getirme mevzuunda dikkatsiz ve dalgın davranma da bir gaflettir. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz'in, "Allah Teâlâ, ne dediğini bilmeyen insanın gafilce ve ciddiyetsizce yaptığı duayı kabul etmez!" beyanı da bu hakikati vurgulamaktadır. (08.00)
  • Eşya ve mahlukâtı "ma hulika leh" çizgisinde, yani yaratılış hikmetine uygun şekilde kullanmama da bir gaflettir. (10.23)
  • Geceyi bütünüyle uykuda geçirme ayrı bir gaflettir. (12.04)
  • İslam âleminin ve Müslümanların şu andaki perişan halini görmeme ve ümmet-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) için dua etmeme çok büyük bir gaflettir. (14.07)
  • Her şeyi sebeplere bağlamak ve Müsebbibü'l-esbâb'ı hatırdan uzak tutmak da bir gaflettir. (17.09)
  • Gençlik ve sıhhat, en önde gelen iki gaflet sebebidir. Mali imkanların geniş olması, hâne tutkusu, ikbal arzusu, siyaset yolu, kazanma hırsı gibi, değişik alanlarla alâkalı pek çok gaflet sebebi vardır. (18.06)
  • Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in "Bazen kalbimin buğulandığı oluyor da Allah'a günde yüz defa istiğfâr ediyorum." sözünün manası... (22.45)
  • İnsanın içten içe kendini beğenmesi de bir gaflettir ve şefkat tokatıyla cezalandırılmasına sebeptir. "Andolsun Allah size birçok yerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti; ama o, hiçbir yarar sağlamamıştı. Derken bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelivermişti.. nihayet bozularak arkanızı dönüp kaçmaya başlamıştınız. Sonra Allah, Resûlü'nün ve mü'minlerin üzerine sekînesini (güven veren rahmetini) indirmiş ve sizin görmediğiniz askerler gönderip kâfirleri azaba çarptırmıştı (bozguna uğratmıştı)."(Tevbe, 9/25-26) mealindeki ilahî beyan, hem de Ashab-ı Kiram gibi güzide bir topluluk arasındaki bir kısım gençlerin bir anlık düşüncelerinden misal vererek, bu hususa dikkat çekmektedir. (26.56)
  • Huneyn'de, Müslümanların düşman karşısında bozguna uğradıkları bir hengâmede, etrafındaki birkaç yakın ashabıyla yapayalnız kalan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), "Ben peygamberim, yalan yok. Ben Abdulmuttalib'in torunuyum, yalan yok. Allah'ım bize yardım gönder." diyerek öne atılmış; Allah'ın inayeti, üzerlerine inen "sekine" desteği ve meleklerin te'yidi ile hezimeti zafere çevirmişti. (30.00)
  • İnsanın kendini ve yaptıklarını beğenmesi, iç çöküntüsünün emaresidir; bu bozukluk istiğfar ile tamir edilmezse tehlikeli bir kopuşa sebebiyet verir. (31.03)

Gafletin Büyüğü ve "Yangın Var!.."

Soru: 1) "Gafleti dağıtan bir iksir varsa, o da zikrullahtır" buyurmuştunuz. Sebeplerinin ve çeşitlerinin çokluğu nazar-ı itibara alınırsa, gafletin türüne göre farklı zikirlerden bahsedilebilir mi?

Gençler İle Hasbihal (2)

Efendimiz’in her sözü, lâl ü gûherdir; onun için demişler ki: كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin sözleri, sözlerin sultanıdır.” Her sözü O’nun, sultandır; bu da öyle: “Sizin gençlerinizin en hayırlıları, yaşlılara benzeyenlerdir.” Ölüm emareleri etrafında tüllenmeye başlamış gibi yaşayan, dünyaya baktıkça hep karşısında, gözünün önünde, âhiret tüllenen gençler… Hayatlarını ona göre dizayn eden gençler… “Nasıl olsa bir gün öleceğiz!” diyen gençler… İşte öyle gençler.

Öyle de oluyor; öbür türlü -ikinci şıkta ifade edildiği gibi- de oluyor. Bu gençler, belki sizin ihtiyarlarınızdan da, ihtiyarlarınızın ihtiyarlarından da daha hayırlıdır. “İhtiyarların en şerlisi de, hevâ-i nefsine uymuş, pek çok günah etmiş kimselerdir.” Leyla Hanım’ın Naat’ındaki ifadelerle, “Huzura k(h)angi yüzle varayım yâ Rasûlallah!” diyecek hale gelmiş insanlar… “Hevâ-i nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura k(h)angi yüzle varayım yâ Rasûlallah!” der Leyla Hanım. Ağzın şeker şerbet yesin, annem benim!..

Genç, bir yönüyle, böyle âhiret için yaşayan… Mus’ab İbn Umeyr’in temsil ettiği fütüvvet… “Hep Mus’ab’ına hayranım!” dedim bir Naat’ta. Hazreti Mus’ab aklıma gelince gözlerim dolar. İbn Cahş, aklıma gelince -halazâde- gözlerim dolar… Onlar, dünyada yaşamışlar ama hep gözlerinde âhiret tüllenmiş. Daha genç yaşında iken, dünya nedir bilmemiş, mâsivâ üzerine katiyen eğilmemiş… “Dünyasına, dünyasına / Aldanma dünyasına / “Dünya benim!” diyenin / Gittiydik dün yasına.” Öyle bakmışlar dünyaya. Mus’ab, öyle centilmen, öyle dahi bir insan ki!.. İnsanlığın İftihar Tablosu, Medine’ye mürşîd göndermeyi düşünürken -daha genç yaşında, 20 yaşında- onu gönderiyor. Demek ki o kıvamda; öyle bir adanmışlık ruhu var. Başka bir sevda, gözlerinin içine girmemiş; hiçbir şey, başını döndürmemiş.

Hazreti Mus’ab, annesini de idare ediyor. Annesi putlara tapıyor; her gün değişik tehditler filan: “Annenim ben! Sana sütümü/emeğimi haram ederim!” falan diyor. “Anne, ben sana hiç kusur etmem, haksızlık yapmam! Günah işlemem sana karşı. Ama beni yolumdan döndüremezsin! Ben, rehberimi buldum, adım adım O’nu takip ediyorum!” cevabını veriyor. Evet, bu çok önemli bir şeydir o yaşta. Hani biz olsak, ben olsam, akılsız, ya onu kırarım veya beri tarafta kusur ederim. Ne anneyi kırıyor, ne İnsanlığın İftihar Tablosu ile münasebetlerinde bir kusura giriyor. Bu kıvamdaki bir insan…

İnsanlığın İftihar Tablosu, insan keşşafıdır; insanlara bakınca, tavırları, davranışları, sözleri, sazları, vurgulamaları ile onları hemen keşfeder, “Ne işe yarar bu?!” diye. Medine’ye birini gönderirken, Mus’ab İbn Umeyr’i gönderiyor. Bir sene sonra da yetmiş insan ile İkinci Akabe Biatları’na geliyorlar. Ağza kolay; puta tapan insanlar bunlar. Orada başında hep kılıçlar kavis çiziyor; “Otur kardeşim!” diyor, “Bir dinle. Beğenmez isen yine ne yapacaksan yap; benim boynum hazır burada, karşı koyacak halim yok!” Yetmiş kadın, erkek, genç insanı, insan hissiyatını kontrol altına alarak, Allah Rasûlü’nün emrine getiriyor. Öbür sene biraz daha artıyor, öbür sene… Ve bir gün orası “Dâru’l-Hicret” oluyor. “Gençlerin en hayırlısı, ihtiyarlara benzeyen…”

Hayırlı ihtiyar

“Yaşlıların en fenası ise gençler gibi yaşayandır.” Hafizanallah… Girmiş altmış yaşına, yetmiş yaşına, seksen yaşına, hâlâ hevâ-i nefsinden sıyrılamıyor bir türlü; onun güdümünde hareket ediyor. Aklına ne eserse onu yapmaya çalışıyor; sövüyor, sayıyor, gıybet ediyor, iftirada bulunuyor; kendi gibi düşünmeyen insanlar, başkalarını cennetlere götürseler bile “Harap olsun o Cennet!” diyor, “Yıkılsın, yerle bir olsun o Cennet!” diyor. Hafizanallah; böyleleri var.

Hiç gördünüz mü siz sahabe-i kiramın yaptığı hizmetleri yapmaya çalışan bu Hizmet erlerine yapılan eziyetler karşısında bir ses çıkaranı?!. İşkenceler, öldürülen çoluk-çocuk, hapishanelerde annesinden dünyaya yeni gelmiş çocuklar, gençler, delikanlılar… Türkiye’nin kıvamında, en entelektüel insanları ya sürgün edilmiş ya hapse atılmış. Merhum Akif’in dediği gibi -Evet, Akif’in Abdülhamid’e karşı söylediği şeylerdir bunlar- bunca mezâlim… Mezâlimi irtikâp eden insanlar yapıyorlar onu; gözlerini kırpmadan yapıyorlar.

Fakat beri taraftan “Müslümanım!” diye onların arkasından sürüklenenlerden bir tanesi de çıkıp demiyor: “Yahu biraz fazla olmadı mı bu?!. Bu insanlar ne yaptılar, nedir günahları bunların? İşte okuyorlar bunlar, ilim elde ediyorlar; kardeş gibi sarmaş-dolaş oluyorlar; dünya kardeşliğini tesise çalışıyorlar; dünyanın dört bir yanında örnek oluşumlar sergilediler. Ne yapıyorlar ki, bunlara siz böyle yapıyorsunuz; ‘terör örgütü!’ diyorsunuz.” Bir tanesi kalkıp bu mevzuda o yanlış anlayışa, sapık anlayışa “Yahu yeter; fazla oldu biraz!” demedi.

Toplum, nasıl çürümüş, onu ona göre değerlendirin. Çürümüş, tefessüh etmiş toplum tamamen. O tefessühâtı da yeniden formuna koymak, yani deformasyonu gidermek, yeniden formalize etmek size düşüyor, Allah’ın izni-inayetiyle. İki üç asırlık bütün ihmalleri kaza etmek size düşüyor Allah’ın izniyle.

Böyle yaşadığınız takdirde -çünkü hepiniz kıvamınızdasınız, elhamdülillah- o zaman ihtiyarlardan bin defa daha hayırlısınız. Efendimiz’in “hakiki kardeşim” dediği de işte sizlersiniz belki.

Ama bu arada bazı yaşlılar da başını almış gidiyor; nereye gideceği belli değil, pusulasız bir gemi gibi nerede aborde olacağı belli değil. Giden yaşlılar var altmış yaşında, yetmiş yaşında, seksen yaşında. Yaşlarının ne ifade ettiğinin de farkında değiller.

Avamca bir deyiş; bizim Erzurumlular kullanırlardı, benim de çocukluğumdan aklımda kalmış. Yaşları belli kademelerde ele alıp değerlendirme:

Yaş on -anne-baba nezdinde- bülbül dalına kon. -Sevimli, kucaktan kucağa, hep sevgiyle tebessümler ile karşılanır.-

Yaş yirmi, yumruk değirmi (yuvarlak).

Yaş otuz, yumruk topuz. (Biraz daha -günümüzün insanları gibi- cânî.)

Yaş kırk, sakalı bırak, bıyıkları kırk.

Yaş elli, her şey belli.

Yaş altmış, gelmiş-gitmiş.

Yaş yetmiş, işin bitmiş.

Yaş seksen, kafa biraz noksan.

Yaş doksan, ha varsan ha yoksan.

Bundan ders almayan bir insan, “Ha varsan, ha yoksan!” Bundan ders almayan insanın insanlığında şüphe vardır.

İmanı en kâmil mü’minler

Esasen dinin önemli bir yanı, “ahlak”tır. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ diyor. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celilini seslendirme mülahazası ile Kalem Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, en yüksek ahlak üzerinesin!” deniyor.

O, karşı tarafın mütemerritlerine, mütemerrid Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, İbn Ebî Muayt gibi kimselere, bir şey anlatmak mümkün değil. Bunlar, kafalarını -siyasiler gibi- tamamen kendi hayat felsefelerine kaptırmış; ne derseniz deyiniz size bir yumruk sallarlar. Fakat o Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi kimseler, Aşere-i Mübeşşere gibi kimseler, hemen yurdunu-yuvasını terk edip Habeşistan’a giden kimseler, sonra Medine-i Münevvere’ye giden kimseler…

Kadınlar da öyleydi; mesela Ümm-i Seleme validemiz dâhiydi, o bir dâhi idi. Ümm-i Meymune validelerimiz gibi kadınlar, “Hicret!” denince hiç gözlerini kırpmadan hemen kalktı, dağarcığının içine üç-beş eşya koydu, Medine’nin yolunu tuttular. Ümm-i Seleme validemiz, aynı zamanda Habeşistan’a da hicret edenlerdendir. Belli bir süre sonra dönüp geliyor Medine-i Münevvere’ye. Ve bunların sayıları çoktur. Sadece Ezvâc-ı Tâhirât arasında yerlerini alan değişik kabileden annelerimiz… Hepsi farklı farklı kabilelerdendir; çünkü onlar, Efendimiz ile kendi kabileleri arasında bir koordinasyon tesis ederler. Eve ait, kadınlığa ait meseleleri o aileler içinde, yakın akrabaları içinde onlara götürür-getirirler. Rahat girip çıkacakları evleri vardır orada. Onların yaptıkları da Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin yaptığından geri değildir. (Radıyallahu anhüm ecmaîn.)

Fakat Siyer Felsefesi yazılamamış; yazılsa da onlar için -önemleri ölçüsünde- o meseleye yer verilememiş. Ben bu mevzuda teessürümü yaşarım. Haşa, Sahabe-i kirama, Tâbiîn-i ızâma karşı değil. “Siyer felsefesi yazıldığı zaman, Megazî yazıldığı zaman, Tabakât ortaya konduğu zaman, niye konumları itibarıyla onlara yer verilmemiş?” filan diye. Bunu söylerken, “Acaba hiç yer verilmedi mi?” denebilir. Hayır, yer verilmiştir belki fakat değerleri ölçüsünde değildir. Türkçemizdeki başka bir ifadeyle, değerleri ile “mebsûten mütenasip” (doğru orantılı) değildir.

Şimdi biz de çok defa şunu tekrar ediyoruz: Bir yerde öyle ideal bir toplum, küçük çapta bile olsa… Mesela şu kadar bir şey olsa… Evet, üç yüz insan… Var mı üç yüz insan? -İki yüz elli kadar, üç yüze yakın.- Evet, üç yüz insan; bu kadar insan bir araya gelmişler, böyle kaynaşmışlar, sarmaş-dolaş olmuşlar, muânaka yapıyorlar, boyun boyuna sarılıyorlar. Bunu deyince/görünce, “Yahu bunları böyle bu ölçüde bir araya getiren nedir? Siyaset yok, siyasî kazanım yok, burada dünyaya bakan bir yön yok; onlar neye dilbeste olmuşlar, ne için koşturuyor bu insanlar?” derler. En azından bir merak uyandırır o. Yani, bir yerde ideal bir toplum oluşturulduğu zaman, zannediyorum, o her şeyiyle okunmaya başlanacaktır, Allah’ın izni-inayetiyle.

Antrparantez; siz böyle bir şeye namzetsiniz. Bizim arkadaşlarımız/hemşirelerimiz böyle bir şeye namzettirler. O ütopyayı oluşturmak… Farabî’nin “el-Medinetü’l-Fâzıla”sı gibi bir şey oluşturduğunuz zaman, çok ciddi bir alaka, dünyada bir imrenme oluşacaktır, Allah’ın izni-inayetiyle. Değerlerini alacaklar onun, “Ahlak-ı Hasene”sini alacaklar onun.

Hadis-i şerifte yine ifade buyuruluyor: “Bir insanın amelleri içinde güzel ahlaktan daha yüksek bir şey yoktur.”deniyor Mizanda ağır basacak, ötede terazinin kefelerini kıracak bir amel var ise, o da güzel ahlaktır.

Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurmuş: تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlakı ile ahlaklanınız.” Yani, herkesi iyilikle kucaklayın; biri size “bir arpa boyu” iyilikte bulunmuş ise, siz onu “bir adım”a çevirmeyi ihmal etmeyin. “Bir adım” ile mukabelede bulunulmuş ise şayet, “adım”a, “adımlar” ile mukabelede bulunmayı ihmal etmeyin. Şayet normal bir “gezme” şeklinde size doğru gelinmiş ise, siz “koşarak” ona doğru gitme mukabelesinde bulunmayı ihmal etmeyin!.. Bunun gibi… İlahî ahlak, bu; Kudsî hadis ifade ediyor: “Kulum Bana bir karış gelirse, Ben bir adım gelirim. Bir adım gelirse, gezerek gelirim…”

Hâşâ, Allah gezmeden, adım atmadan, yürümeden, yer değiştirmeden münezzehtir.

“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.
Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.”

diyor İbrahim Hakkı hazretleri, Tevhidnâme’sinde. “Hudâ Rabb’im, nebîm hakkâ Muhammed’dir Rasûlullah.” diye başlıyor, sallallâhu aleyhi ve sellem.

Bunun gibi, hiç aksatmadan onu yaşıyorsa bir insan, nabzı tutulduğunda hep kalbinin atışları aynı ise, kalbi ritmik atıyorsa, inandırıcı olur. Dün başka, bugün başka, yarın başka yaşayan kimseler hiç inandırıcı olamazlar, Allah göstermesin!.. Hani bir de çirkin misalini arz edeyim onun: Bir kilise haziresinde veya havra haziresinde, manastır haziresinde Türkiye’deki genel manzarayı uzaktan seyretseniz, “Müslümanlık!” deseler buna, zannediyorum herkesin dilinin ucuna kadar gelen mülahazalar şunlardır: “Aman, Allah göstermesin!” Bir Suriye’yi görseler, Müslümanlık adına “Aman, Allah göstermesin!” derler. Bugün İslam dünyasında imrendiricilik kalmamıştır.

Bunu -inşaallah- o Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân’ın yolunda sizler, Efendimiz’in mesajları olarak gerçekleştireceksiniz, Allah’ın izni-inayetiyle. Ben bu mevzudaki inanç ve kanaatimi hiç kaybetmedim. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın lütfunun bir çeşit tecelli dalga boyunda zuhurlarısınız.

Ahiret azığı

Beğendiğim bir insan vardı: Hüsrev Hoca. Hiç görmedim ben. Arnavut idi, çok vukufluydu. Bir dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yapan Yaşar Tunagür hocanın da hocası, İstanbul’da hocası. Öyle çok vukuflu; talebelerine ders takrir ediyor. -Bir-iki küçük hususu arz edeyim; sıkılmadınız ise.- Yaşar hoca der ki: -Makamı Cennet olsun; o da Cennet’te inşallah, o da Cennet’te. Her şeye rağmen bize “inşaallah” demek düşer.- Bir gün talebe arkadaşlar ile -Mahmud Bayram hoca da o talebelerden birisi; hizmetimizi çok severdi, bayılırdı.- beraber derse giriyoruz. Baktık ki kapının önünde tabut var, teneşir var, kazanlarda su da kaynıyor. İçeriye girdik, oturduk. Hiçbir şey yokmuş gibi, hoca bize dersi takrir etti.

Antrparantez: Hüsrev Hoca “Tavzîh” okutuyor, Teftâzânî’nin. Felsefi düşünceyi Müslümanlaştıran adamlardan birisidir Teftâzânî. Seyyid Şerif Cürcânî ile muasırdır. (Ankara Savaşı’nda) Çubuk’a gelinceye kadar da Timurlenk’in ordusunda, onlar, serkârlık yapmışlardır. Öyle birisi Teftâzânî. Hüsrev Hoca onun “Tavzîh”ini okutuyor.

Son günlerinde, yatakta idi, en son durumlarında yatakta uzanmış, tefsiri elinde zor tutuyordu; bazen de kayıyordu kitap. Bir gün düştü elinden. Hıçkıra hıçkıra ağladı: “Allah’ım, bu kadarını bile yapamıyorum, artık kitabı elimde tutamıyorum, beni bağışla!” O hâle gelinceye kadar yapması gerekli olan şeyi yapmış. O hâle gelinceye kadar… Yatakta… Ya-tak-ta…

İşte o Hüsrev Hoca’ya o gün soruyorlar; “Hocam bu nedir, bu kaynayan su, kazan, filan?” Hani ben onu bütünüyle insanî hislerden tecrîd edilmiş olarak görürüm. Fakat “Hocam bu nedir?” denince, o “Yok bir şey” diyor; “Bizim, üniversitede okuyan bir kızımız vardı; vefat etmiş de onun için; burada yıkayalım, gömelim diye!..” Yapacağı şeyi yaparken, ne eşinin ölmesi, ne kızının ölmesi, ne şu, ne bu… Ben bu yüksek insanın kalbsiz olacağına ihtimal vermiyorum. Fakat nerede o kalbi kullanacaksın, nerede insanî değerlere sahip çıkacaksın, İ’lâ-i Kelimetullah için çırpınıp duracaksın; bunları birbirine karıştırmamak lazım.

Evet, işte Hazreti Pîr-i Mugân’ın durumu da o; dünyayı elinin tersiyle itmiş. İnsanlığın İftihar Tablosu bir gün Hazreti Ebu Bekir de yanında olduğu zaman, birden bire, karşısında hiçbir şey olmadığı halde eliyle böyle (bir şeyi iter gibi) yapmış. O, adeta kendinden geçtiği ve bir daha kendine döndüğü o durumda, “Sorduk” diyor, “Yâ Rasûlallah, ne yaptın?!” Buyuruyor ki: “Dünya temessül etti Bana. ‘Sana kendimi kabul ettireceğim!’ dedi, Ben, ‘Bana kendini kabul ettiremezsin! Git!’ dedim. Döndü bana ‘Sana kabul ettiremeyeceğim ama Senden sonrakilere kabul ettireceğim!’ dedi.” Hazreti Ebu Bekir’e bir gün öyle buzlu-muzlu bir bardak su verilince, onu büyük bir nimet olarak görüyor, dudaklarına götürüyor; içmeden geri getiriyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bu vakayı hatırlatıyor. Bir bardak su bile…

Fütüvvet

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih bir hadis-i şeriflerinde, كُلُّ مَوْلُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ “Her çocuk, İslam fıtratı üzerine dünyaya gelir.” Mâsumdur mutlaka. Yemin etseniz ki, “Vallahi, Billahi, Tallahi, bu, Cennet’e girer!” yemininizde hânis olmazsınız, günah işlemiş olmazsınız, hilâf-ı vâki bir beyanda bulunmuş olmazsınız. İnsan öyle tertemiz bir fıtrat ile gelir dünyaya. Onun için eskiler, rüşde ermemiş çocukları yağmur duasında, Husûf-Küsûf namazlarında yanlarına alır, onlara da “Âmin!” dedirtirlermiş. Böyle, mâsum. Biraz evvel içeriye girerken, bir-iki tane küçük vardı; ben onlara aynı şeyi söyledim; “Siz günahsızsınız, bana da dua edin!” dedim. Birisi eski talebelerimden birinin oğlu idi. Neyse söylemeyeyim, utanır; onu bilirim, ağlar o hemen; bilirim onu çünkü elli senedir tanıyorum. Şimdi o mâsum çocukları, böyle, dua ettirirlermiş. Çok ciddî gâye-i hayallerimiz var bizim, mefkûrelerimiz var, ideallerimiz var. Bunları Cenâb-ı Hakk’ın tahakkuk ettirmesi için onların dualarına sığınırız, vesayetine gireriz onların; “Onlar da bize dua etsinler!” deriz. Bu, hep öteden beri büyüklerin yapageldikleri şeylerdendir. Ve öyle de olmuştur Allah’ın izni-inayeti ile.

Evet, “Fütüvvet, nefsini Benden tertemiz aldığın gibi yine Bana tertemiz iade etmendir.” deniyor. Öyledir. Allah (celle celâluhu) temiz bir fıtrat ile bizi dünyaya gönderiyor: لَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ “Muhakkak, Biz insanı en mükemmel donanım ve surette yarattık.” (Tîn, 95/4) ayetinde de onu görebilirsiniz. Ama ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ “Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.” (Tîn, 95/5) Sonra, iradesini kötüye kullanması ile, meyelân veya meyelândaki tasarrufu ile onu esfel-i sâfilîne ittik. Ama orada kalmıyor. إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ “Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır. Onlara ise hiç eksilmeyen bir mükâfat vardır.” (Tîn, 95/6) İman eder, amel-i sâlih yaparsa, o ufku ihraz eder.

Şimdi bunu tamamlama esasen şununla olur; bunun ikinci mısraı -o tabiri kullanmak caiz ise- ikinci mısraı şudur: Onu da hadis olarak aktarılan bir beyanla ifade etmek lazım: تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ، وَتُحْشَرُونَ كَمَا تَمُوتُونَ “Nasıl yaşamışsanız, öyle ölürsünüz; nasıl öldüyseniz, öyle dirilirsiniz.”Bir yönüyle, işte o iman ve amel-i sâlih ile meseleyi taçlandırdığınız zaman, namaz ile meseleyi taçlandırdığınız zaman, o başlangıçtaki temizliği yeniden kazanmış olursunuz.

İmam Rabbanî hazretlerinin buyurduğu gibi, “Namazı öyle bil ki, o, Mü’minin miracıdır.” Efendimiz, Miraç’ını semaları aşarak, Cenâb-ı Hakk’a mülâki olmakla taçlandırdı. Sizler de günde beş defa şuurlu, bilerek, bir yönüyle gönlünüzü O’na vererek o namazı kılarsanız, aynen Miraç yapıyor gibi olursunuz. “Namaz, Mü’minin miracıdır.”

Alvar İmamı hazretleri de -Efe hazretleri derdik biz ona-

“Namaz, dinin direğidir, nurudur,
Sefine-i dini namaz yürütür,
Cümle ibadetin, namaz piridir,
Namazsız, niyazsız İslam olur mu?!.”

diyor. O olmayınca, olmaz; o olunca da her şey oluverir, birden bire oluverir.

Bu açıdan da hedef dünyaya geldiğimiz gibi yine tertemiz Rabbimize mülâkî olmaktır. إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Allah’tan geldik, Allah’tanız; bir yönüyle O’nun tecellileri ile, O’nun halkı (yaratması) ile, O’nun inşası ile, O’nun ibdâsıyla. Yeniden O’na dönüyoruz.” diyoruz. O (celle celâluhu) bizi dünyaya tertemiz gönderdiği gibi, dünya levsiyâtı ile üstümüzü başımızı -çocukların önlüklerini kirlettikleri gibi- kirletmeden, yeniden tertemiz bir hal ile Rabbimize mülâkî olmayı bin can ile arzu ediyoruz. Vesselam.

Gençler ve Emanet

Entegrasyon, asimilasyon

Çok eski yıllarda John O’Connor ile görüşmüştüm. “Gençlik, yeni nesiller mabetten, Allah’tan, peygamberden uzaklaşıyor!” diye serzenişte bulundu. Hatta o seviyedeki terbiyeli adama yakışmayacak bir söz söyledi: “Bu durum karşısında Tanrının yerinde olmayı hiç istemezdim!” Ben, nezaketle, onun o düşüncesini tadil etmeye matuf, “Ömrünü tamamen bu işe vermiş bir kardinalin, bu mevzuda, Ulûhiyet hakkında böyle demesi çok şık düşmedi!” dedim. “Çok haklısınız” dedi, “hata ettim ben!” Çok terbiyeli bir adamdı. Evet, buradaki gençlerin mabetten uzaklaşma halleri var.

Şunun için dedim bunu: Buraya birisi geldiğinde ısrarla bize şöyle dedi: “Aman burada asimilasyona karşı dikkatli olun! Bu toplum içinde erimeyin! Kendi değerlerinizi koruyun! Sizden evvel münferit gelen değişik toplumlar, burada Amerika toplumu içinde eridiler!” Böyle dedi, dert yandı ve bize yerimizde durmamızı, değişmememizi ısrarla tavsiye etti.

Zannediyorum, siz sıkı durursanız, değişmezseniz, asimilasyona karşı kararlı bulunursanız… Tabii bu toplumun bir ferdi olarak, birer ferdi olarak esasen… Amerika toplumu artık… Siz nereden gelirseniz geliniz, bu önemli değil; artık bundan sonra siz bu Amerika toplumu içinde, Amerika toplumunun birer ferdisiniz. Onda kusur etmemek lazım ama herkesin kendi değerlerini koruması da ayrı bir mesele, detayına kadar.

 Kaçamak bir şey yapmamak lazım: “Biz namazlarımızı bunların içinde kılarken, şöyle düşünürler, böyle düşünürler. En iyisi, bunlar ile beraber olduğumuz zaman, namaz kılmayalım. -Tâife-i nisâ (kadınlar) olarak- başımızı kapatırsak, onlar bir tavır alırlar!” (Bunlar kaçamaktır.) Oysaki kendi değerlerimize sımsıkı bağlı olmanın yanında, aynı zamanda onlara, onların değerlerine, dinî değerlerine, millî değerlerine saygılı olursak, daha inandırıcı oluruz. Kaçamaklar, insanları ürkütücü olur; “Ne çeviriyorlar, ne fırıldak peşindeler?” falan derler. Bence ne isek, onu ortaya koymalıyız; fakat o şekil -esasen- onların değerlerine saygılı olmaya da mâni değildir. Belki bunu daha evvel de -Fakir- âcizâne arz etmişimdir. Ee benim arz etmem de bir kıymet ifade etmeyebilir. Sizler benden iyi biliyorsunuz, bu işin içindesiniz; Cenâb-ı Hak, sa’yinizi meşkûr etsin.

Kamplarda/kitap okuma programlarında geçirilen duygulu ve aydınlık dakikalar

Ben, 1960’lı yıllarda, İzmir’de üçüncü kampı yaptım. Fakat üçüncü kampta bile bu kadar insanımız yoktu ve bir tek yerde kamp yapılıyordu. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın sizin sa’y ve gayretinize ihsan ettiği bir başarı, bir lütuftur. Evet, kendi ülkemizde, Müslüman olan insanlar… Ben idareci idim Kestanepazarı’nda; oranın iki yüz talebesi vardı. Demek ki onu da götürememişim. Dıştan gelenleri vardı; çadırlarda bir kamp yapılıyordu.

Fakat Cenâb-ı Hakk ihsan etti; şimdiki kamplar herkesin iştirak edeceği şekilde, modern şartlara uygun; yeme, içme, yatma… Size tuhaf gelir de -mesela- ilk iki kampta yemeği de ben yapıyordum. Altmış talebe, yetmiş talebe, yüz talebe; yemeği de ben yapıyordum. Dün de birisi hatırlattı, latife-vâri söyledim: Sütlaç yaptığım zaman, çadırımın önünde oturuyordum; kazanla getirip koyuyorlardı. Kepçeyi elime alıyordum, onlar da kendi çanaklarını ellerine alıp geliyorlardı. Ben onların çanaklarına birer kepçe sütlaç atıyordum; اِشْرَبِ الْحَلِيبَ، صَلِّ عَلَى الْحَبِيبِ (sallallâhu aleyhi ve sellem) diyordum. Onların da hoşuna gidiyordu: “Süt iç; Allah Rasûlü’ne salât u selâm oku!”

Modernizasyon, bu meseleyi daha bir yaşanır, daha bir yapılır hale getiriyor. Ne anne ne baba ne de talebeler bu mevzuda ürkmüyorlar, irkilmiyorlar. Elhamdülillah… Bir de bu kadar insan… Ama bu bütünü değil bu işin; değişik eyaletlerde arkadaşlar aynı programı yapıyorlar; buradaki, halkadaki arkadaşların her birisi de bir yere gitti, hâlâ gidiyorlar, bir yerlere gidiyorlar. Ve bence Müslümanlığın güzelliğini, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği din sisteminin güzelliğini burada sergileme, burada gösterme, çok önemli bir şey.

Evet, sizin bu insanlarınız… Genç, ihtiyar, küçük, büyük… İşte zannediyorum ortaokul talebesi, bazıları lise talebesi, üniversite talebesi, sizin dediğiniz gibi… Bazen gözümün ısındığı insanlar da var. Belki herkes o kıvamda o işe hâhişkâr olmayabilir; fakat o sinerji, herkesi o çizgiye getirebilir. Beraber olma… Namazın cemaat ile kılınmasının meşruiyeti… Hatta Ahmed İbn Hanbel gibi bir âlimin “Namazın rükünlerinden” sayması onu… Ve onun bir diğer kavli de onun vâcib olması, cemaatin vâcib olması.

Zannediyorum o cemaatteki omuz omuza verme, o heyecan teâtisi, heyecanın ondan ona, ondan ona geçmesi ve bu sayede çok ciddî bir sinerji ile geriye dönme mevzuu çok önemli. Hazreti Pîr’in ifadeleri içinde, siz burada böyle halka olduğunuz gibi -hani buradaki halka gibi- arkada da bir halka, arkada da bir halka, arkada da bir halka… Bu halkalar devam ediyor ta Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar; meleklerin halkasına kadar devam ediyor. Dediğiniz her şeyi, onlar da diyor; sizin âcizâne dediğiniz şeyin yerine -esasen- koskocaman korodan bir ses gibi çıkıyor orada: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Allah’ım! Tek ubudiyet ne demek; biz hepimiz bu halkalar içindeki insanlar olarak Sana kullukta bulunuyoruz ve o kulluk adına da yardımı yine Sen’den istiyoruz!” deme gibi meseleyi gayet ulvî şekilde ele alma mevzuu; cemaat.

Şimdi bu meseleyi sadece bir namaz açısından da ele almamalı. Hani namaz kılarken oluyor cemaat; Cuma’da, bayramda ayrı bir şey oluyor, formatla oynamak suretiyle. Haşa ona formatla oynama demeyeyim; fakat Cenâb-ı Hakk’ın takdiri. Şimdi Cuma başka, bayram başka, bazı mübarek geceler başka, günde beş vakit başka. Bunlar bir de böyle değiştirilmek suretiyle her birisinin kendine göre bir tadı, bir halâveti var esasen; mânevî gıda gibi bunlar. Ve onları birer gıda gibi duyanlar da zamanla duyuyorlar ne demek olduğunu; onlar bu dediğim şeyleri de anlarlar. Fakat biz aynı zamanda insanımıza, gençlerimize, kardeşlerimize, dostlarımıza, taraftarlarımıza, sempatizanlarımıza, bizimle aynı yolda yürüyenlere, aynı güzergâhı takip edenlere aynı zevki, aynı ruhânî zevki, aynı ruhânî hazzı tattırıyor, tattırmaya çalışıyor ve duyurmaya çalışıyoruz.

Sizden sonra gelecek neslin kıvamı

Evet, bugün sizin yaptığınız şeyleri gelecekte yapacak bu arkadaşları birer mimar gibi yetiştiriyorsunuz. “Sizden sonra ne olacak?” falan dedirtmiyorsunuz. İşte bu arkadakiler ne diyorsa, o olacak. Evet… Bu açıdan onların kıvamı, tam formlarını kesp etmeleri -Allah’ın izni-inayeti ile- o emanetin hiçbir zaman sahipsiz kalmayacağını gösteriyor.

Ahlak ve evsâf çok önemlidir. Bir hadis-i şerifte, إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ  (bir rivayette de وَأَعْمَالِكُمْ var) “Allah sizin suretlerinize bakmaz; asıl, kalblerinize (ve amellerinize) bakar.” buyuruluyor. “Allah (celle celâluhu) sizin suretlerinize bakmaz.” derken, bunu, şeklinize, mahiyetinize, fizyonominize, boyunuza, posunuza, edâ-endamınıza, yüz takallüslerinize, bakışlarınızdaki büyüleyiciliğe bakmaz şeklinde anlamak gerekir. Bunlara bakmıyor; وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ Diğer rivayet, وَأَعْمَالِكُمْ “Allah, sizin kalblerinize bakıyor ve amellerinize bakıyor (celle celâluhu).”Sizi değerlendirme kategorisinde ele alırken, ona bakıyor.

Şimdi bu zaviyeden, esasen her mü’minin her sıfatı mü’min olmayabilir. “Mü’minim!” diyor fakat “ahlâk-ı âliye”den nasibi yoktur, hafizanallah; ibadet ü taat ile alakası yoktur. Böyle, “Allah’a inandım!” falan diyordur ama o mevzuda, münasebetini güçlendirme/değerlendirme mevzuunda herhangi bir gayreti de yoktur onun. Aynı zamanda yalan söyler, iftira eder… Hani günümüzde bir kısım jurnallerin, medya mensuplarının hep yalan söyledikleri, iftira ettikleri, tenakuzdan tenakuza (yani zıt şeyden zıt şeye, birbirine ters şeyler içinde ondan ona) uçtukları gibi… Ondan ona uçmaları, ondan ona doğru kanat çırpmaları; bunlar günümüzde çok yaşanan şeyler ve bunların hepsi kâfir sıfatı. Bunlara karşı insanlarda bir nefret hissi uyarma; daha doğrusu kâmil insan olma, doğruluk ile, istikamet ile yaşama duygusu hâsıl etme çok önemlidir.

Hani bir Türk atasözü vardır, Türk kültürüne vâkıf olanlar bilirler ama burada doğmuş, burada neş’et etmiş olanlar hatırlayamayabilirler: “Yalancının mumu, yatsıya kadar…” derler. Ee iftira da öyledir, birini karalama da öyledir, ayrıştırma da öyledir, birinin gıybetini etme de öyledir. Bunun gibi ne kadar “mesâvi-i ahlak” diyeceğimiz, kötü ahlak, kötü huy varsa, bunların hepsi -böyle- birkaç adım küfre yakın şeylerdir. Hafizanallah, insan umursamadan bunları tekrar edip duruyor ise, hiç farkına varmadan bir gün “cup” diye onun göbeğinde kendisini bulur.

Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “İnsan, günah işlediği zaman -diyelim ki yalan söylediği zaman, yalan yazdığı zaman, yalan ile iftira ile birini karaladığı zaman- kalbinde bir leke meydana gelir.” “Kalb” derken, içimizde kan pompalayan o “sanevberî” organın melekûtî buudu. Eskiler böyle derdi eski tıpta, anatomide; sanevberî, çam kozalağı demek. Vallahi, çam kozalağı gibi de değil; o kadar mükemmel ki!  Onun da kendi içinde, o anatomi ile o kadar değişik misyonu/fonksiyonları falan var ki!.. Bunlar nazar-ı itibara alınırsa, kâinatın bir hülasası… (Bu antrparantez idi.) Orada bir leke olur, leke meydana gelir ve kalbde meydana gelen her leke, başka bir lekeye çağrıdır, aynı zamanda. Dolayısıyla zaman gelir, artık o, hakkı hiç duymaz olur; fenalıktan da rahatsızlık duymaz; eder eyler, yine kalkar zil takar oynar.

Evet, bu mevzuda kararlı durmak, kendi değerlerimizi korumak; uzaklaşmamaya bakmak kendi değerlerimizden, Allah’ın izniyle… Böylece insan bir gün onları tabiatının bir derinliği haline getirmiş, içine o kadar sindirmiş olur ki, yemek gibi, içmek gibi, uyumak gibi diğer beşerî ihtiyaçlar gibi, garîze-i beşeriyeler gibi, onları da hiç o mevzudaki emirleri düşünmeden yapmaya başlar. O mevzudaki emirleri nazar-ı itibara almadan, tabiatının gereği olarak, âdetâ bir içgüdü ile hep o istikamete sürüklenir, farkına varmadan.

O bizim kıldığımız namaz, oruç, hepsi… O mevzudaki emirleri nazar-ı itibara alarak, o dürtü ile onlara gidiyor değiliz; belli bir alışma artık, belli bir ihtiyaç… Mesela hiç Teheccüd bilmeyen bir insan, o Teheccüd’ü beş-altı ay kılsa, bir gün kaçırsa, zannediyorum kalkar onu kaza eder. Evet, inanıyorum buna. Aynen onun gibi, bir Evvâbîn’i kaçırsa, “Yahu niye?” der. Hani beş vakit namaz değil; nafile, “zevâid” diyoruz buna. “Kurb-i Nevâfil”e vesile oluyor bunlar. Kudsî hadiste Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Farzları yapar, nafileleri de yaparsa, gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum!” Bunlar da müteşâbih ifadeler; yani, artısı ile mukabelede bulunurum, mukabelede artısı ile bulunurum!” diyor. Aynen bunun gibi, o işi yapa yapa tabiatının bir derinliği haline gelir; artık hep yapmaya durur onu. Kötülükler de öyledir, iyilikler de öyledir. 

Sarp yokuşlara, kandan irinden deryalara aldırmadan

Dünyanın değişik yerlerine, sizin vefalı arkadaşlarınız, açıldılar. Ellerine çantalarını aldı, oralara öyle gittiler. “Dünyevî herhangi bir beklenti, âhirete âit işleri -hatta dünyevî işleri bile- akîm bırakır.” Ama onlar, dünyevî beklentiye de uhrevî beklentiye de girmediler. “Dünya kardeşliğini dünyanın dört bir yanına duyurmak için -Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajları içinde duyurmak için- önümüze neresi çıkarsa oraya gidelim!” dediler. Sonra bu, öyle tatlı, öyle şeker-şerbet bir şey oldu ki!.. Ben o dönemi de hatırlıyorum, daha sonra makineden kuraların çekildiği dönemi de hatırlıyorum; böyle külahın içine sığmayacak kadar, her sene çok değişik yerlere insan gitti. Hayret ediyorum; gittiler, okullar açtılar; yirmi sene oldu, otuz sene oldu, kırk sene oldu orada. Aynı zamanda sevgi zeminine otağlarını kurdular; herkes tarafından hüsn-ü kabul görmeye başladılar.

Düşünün ki, günümüzde bir kısım düşmanlığa, kine, nefrete hayatını programlamış insanlar, senelerden beri açık-kapalı tahribat için uğraşıyorlar. Arkadaşlarımızın, o genç arkadaşlarımızın, çiçeği burnunda delikanlıların gittikleri yerlerde tüttürdükleri o ocaklar, tutuşturdukları o mumlar hala pır pır yanıyor, o cihanı aydınlatıyor. Tahribatlarına rağmen yüzde on nispetinde ancak tesirleri olabildi. Oysaki tahrip, kolaydır. Hani diyor ya Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân: Bir çocuk, kocaman bir binayı, içine bir bomba atar, harâb eder. Fakat böyle bir binanın yapılması, on sene, yirmi sene ister. Hele “Eski deseni tam işleyeceğiz!” falan deyince, orada iç dekorasyonu falan da düşününce, zannediyorum çok zamanınızı alır sizin. Şimdi, meslekleri tahrip etmek olan insanlar, etek etek para döküyorlar dünyanın değişik yerlerinde; fakat -Allah’ın izni-inayeti ile- tahrip düşünceleri ancak yüzde on nispetinde tesirli olabildi.

Ruhunun abidesini ayakta tutabilen insanın nezd-i Ulûhiyet’teki durumu

Cenâb-ı Hak, çok değişik şeyler lütfetti; inşaallah lütfettiği şeyler, lütfedeceği şeyler adına en önemli referanstır. Allah, Kendi yolunda yürüyenleri ve belli kazanımlar sergileyenleri, hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır. Bir verdiğini iki vermiş, iki verdiğini üç vermiş… Öyle diyor: “Kulum, Bana bir karış gelirse, Ben ona bir adım giderim.” Mukabeledir bu; Allah, adım atmaktan münezzehtir, mukaddestir. “O, bana bir adım attığı zaman, Ben, gezerek gelirim ona. O, gezerek gelince, Ben, koşarak…” Hep sizin yaptığınız şeyin önünde ve üstünde bazı şeyler ile mukabelede bulunuyor, karşılığını veriyor. Bir yapıyorsun, on veriyor; on yapıyorsun, yüz veriyor. Kudsî hadis-i şeriflerinde, Cenâb-ı Hak, öyle ifade buyuruyor bunu.

Bu açıdan da ister dünyevî hizmetleriniz, isterse O’na karşı vazife ve sorumluluklarınız; bunların hiçbiri boşa gitmez. Ama Enbiyâ-ı ızâm dâhil hiçbir kimse de esasen bu mevzuda bazı şeyler çekmeden umdukları şeylere nâil olamamışlardır. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sözleri, sözlerin efendisidir; kendisi insanlığın efendisi, sözleri de sözlerin efendisidir. Buyuruyor ki: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ، وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ “Cennet, mekârih ile (tabiatının muktezası olarak insanın çok da hoş karşılamayacağı şeyler ile) kuşatılmıştır. Cehennem de insanın şehevî duyguları, garîze-i beşeriyesi, yeme-içme-yatma gibi istekleri, daha başka cinsî arzuları ve onların arkasından koşmaları ile kuşatılmıştır.”

İşte onları aşma, onlara katlanma, o “ikrâh” kelimesinin işaret ettiği insanların zorlanarak yapacağı şeyler, insana öyle şeyler kazandırır ki!.. Onun için, hani onun bir gereği sanki, أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu, peygamberlere; ondan sonra da derecesine göre Allah’a en yakın olanlara!..”

Şimdi, kayma zemininin çok güçlü, çok tesirli olduğu bir dönem.. böyle yabancı bir ülke.. burada görenek, gelenek falan… Bütün bunlar, insanların ruhlarında çok ciddî tahribat yapar. Böyle bir şey olmasına rağmen, kendi değerleri ile dimdik, bir âbide gibi hep ayakta duran bir insan, ruhunun âbidesini her zaman dimdik ayakta tutan bir insan, zannediyorum, nezdi-i Ulûhiyet’te öyle şeylere erer ki, aklımız ermez bizim bunlara!..

Peygamber Efendimiz’in yirmi üç senelik Risâlet hayatı

Enbiyâ-ı ızâm da öyle olmuş. Hani çok küçük bir örnek ama meselenin O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait olması itibarıyla çok kıymetli bir örnek: Mekke-i Mükerreme’de Efendimiz’e kırk yaşına kadar “Emîn; en doğru insan!” diyorlar. Çok meseleyi, O’nun hakemliğine müracaat ederek çözüyorlar.

Hatta Kâbe-i Muazzama’ya Hacerü’l-Es’âd’ın konması hadisesini düşünebilirsiniz. Ben “Es’âd” (mutlu, en saadetli) diyorum; “esved” siyah demektir. O saadetli taş hâlâ Kâbe’nin köşesindedir; tavafa başlama noktasındaki köşededir o; kapıya da yakındır, Kâbe’nin kapısına da yakındır. Onu yerine koyma mevzuunda tartışma yaşanıyor; her kabile kendinden birinin koymasını istiyor. Benî Teym, Benî Adiyy, Benî Hâşim, Benî Mahzûm çok defa birbirleriyle cedelleşirlerdi; cedelleştiklerinde de onu tam maddî bir kavga ile noktalarlardı. Noktalı virgül değil, noktayı koyarlar; birbirlerinin canına okurlardı orada. O zaman da böyle çaresiz kalıyorlar; neredeyse yine herkesin eli kılıcın kabzasında, bir şey yapacaklar. İnsanlığın İftihar Tablosu -zannediyorum o zaman yirmi, yirmi beş yaşlarında- daha genç yaşında kendisini öyle tanıttırmış: Emîn. “Ha işte Muhammed, Abdulmuttalib’in torunu geliyor, O’na soralım!” diyorlar. O da hemen orada onlara bir akıl veriyor: “O taşı, böyle bir serginin içine koyun; battaniye gibi bir şeyin -battaniye sözünü ben diyorum- bir sergi gibi bir şeyin içine koyun. Bu kabilelerden her biri onun bir köşesinden tutsun; onu götürsün oraya koysun!” Mekkeliler, “Yahu ne güzel isabet ettin!” diyorlar. Çok mevzuda fikir danışıyorlar kendisine, “Emîn!” diyorlar. Gözlerinin içine yabancı, çirkin bir hayal girmemiştir; öyle tanıyorlar.

Düşmanlıkları Peygamberlik geldikten sonra… Lât, Menât, Uzzâ, İs’âf, Nâile putları karşılarına çıkıyor onların, onları bir şey zannediyorlar; özür dilerim, kıvır-zıvır, kendi elleriyle yaptıklarını bir şey zannediyorlar. Dolayısıyla O’na karşı düşmanlık duyguları tetiklenmiş oluyor. Ama on üç sene… Düşünün on üç sene… Hele o üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot var ki!.. Boykot… Aynen günümüzdeki Ferâinenin, kadınları, çocukları zindanlara koyup, bazılarını öldürüp, bazılarını âdetâ yurt dışına kaçsın diye zorlayıp yaptıkları mezâlim gibi… İki-üç senedir, dört senedir aynı şeyi yapıyorlar orada. Çokları acından ölüyor. Nihayet üç senenin sonunda o fermanı -bir de Kâbe’nin duvarına ferman asmışlar- iki güçlü kabilenin reisi yırtıyorlar; Kâbe’ye geliyorlar, o fermanı alıp yırtıyorlar. “İnsan, kendi vatandaşına, arkadaşına, kardeşine bu zulmü yapmaz!” diyorlar. Tabii onlara Cenâb-ı Hak ne sevap ihsan eder, onu bilemeyiz; hüküm vermeyelim fakat öyle bir şey İnsanlığın İftihar Tablosu, Ebu Tâlib, Hatice (Hadîce) validemiz ve Ashâb-ı Kiram için çok kıymetli oluyor.

Hatice validemiz, anaların anası; dünyanın bütün anaları bir araya gelse, onun ifade ettiği kıymeti ifade etmez. Efendimiz’e daha vahyin ilk faslında sahip çıkıyor. O’nu yalnızlıktan kurtarıyor. Bu, Hatice validemiz… Mübarek… Hadîce’nin manası da “erken doğan”dır, hakikate erken uyanan, varlığı erken idrak eden demektir.

Evet, bozuluyor o boykot ama yine rahat durmuyorlar. Nihayet Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) -hâşâ ve kellâ- öldürülmesine karar veriyorlar. Cenâb-ı Hak da Hicret emri vermiş. Medine-i Münevvere’ye gidenler gitmişler. O da çok ağır şartlar altında hicret ediyor. Allah koruyor o upuzun yolda. Dört yüz elli kilometre, beş yüz kilometre kadardır ama at ile, katır ile, yaya giderseniz, bu, günler alır. Ve her zaman yakalanma ihtimali vardır. O, yolda bile sıkıntı çekiyor.

Oraya gidiyor; haydi, Bedir harbi; Uhud harbi, ikinci senesi; beşinci senesi, Hendek savaşı. Hendek savaşında bile yirmi bin insan ile geliyor, orada otağlarını kuruyorlar. Bütün Medine-i Münevvere’yi yerle bir edecekler. Evet, Hendek savaşı beşinci Hicrî yılda. On üç sene Mekke’de, beş sene de Medine-i Münevvere’de; on sekiz sene; yirmi üç senelik peygamberlik döneminden beş sene kalıyor geriye. Hoş, ondan sonra da rahat olmuyor ya!.. Bu defa bakıyorsun bir Romalılar geldi, bir İranlılar tehdit etmeye başladı, bir Huneyn’deki insanlar -bunlar yaman okçular, onlar- geldiler; orada da yine rahat bırakmıyorlar. Sürekli أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ Biri gidiyor, öbürü geliyor; biri gidiyor, öbürü geliyor.

Yılmayın, usanmayın, ye’se düşmeyin!..

(Bu sırada elektronik ekrana yansıyan tablonun okunmasıyla devam ediyor sohbet.) Ama endişe etmeyin; “Şafak çoktan söktü, ufukta ışık cümbüşü / Zulmetler hırıltıda, soluk soluğa nurlar // Çözülüyor bir bir ufkumuzdaki sis-duman / Ve sökün söküne her yanda yeni bir bahar.”

Çekmişler yani, çekmişler. Bazı Türkler, Arapçadan alınmış bir sözü kullanırlar; esasen Arapça kaidelerine göre de aykırıdır o; اَلْمُؤْمِنُ بَلَوِيٌّ derler. Hani doğru olacaksa şayet, بَلِيٌّ demek lazım. “Mü’min, belâya maruz bir insandır; belâlı bir insandır mü’min.” Mü’min, belâdan âzâd olmaz.

Ben, yarım yamalak imanı olan bir mü’minim. Evet, sadece ümidimi sizin içinizde bulunmaya bağlamışım. Sizlere Cenâb-ı Hak “Geçin! Ben Sırât’tan geçme izni verdim size. Cennet’in kapısına kadar yürüyebilirsiniz; girdirme izni Bana ait.” buyurduğunda, ben de arkadan takılıyorum size: “Oh!.. Dünyada ne güzel bunların içindeydim.” O ulûfe-i şâhânelerde, hani Osmanlı padişahlarının ziyafet, ikram, kese-i Hümayun dağıttıkları dönemde, bazen de tufeylîler -çağrılmadan gelen insanlar- iştirak ederlermiş. “Tufeylî, sen de gel!” derlermiş; orada hakkı olmadığı halde ona da bir şeyler ikram ederlermiş. İşte öyle!.. Öyle ama bu yarım-yamalak Müslümanlığı ben hakikaten Cennet’teki sultanlığa bile değiştirmem; Cennet’teki sultanlığa bile değiştirmem. Çünkü yarım yamalak da olsa gönlümü O’na kaptırmışım; “İnsanlığın İftihar Tablosu ve Allah’ım!” demişim.

Erzurumluların bir duası vardır; bir mısralık bir şey: “Az ağrı, âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an.” Bu mısra böyle tek başına endişe duyar, “Ne olur ne olmaz, yıpratırlar beni!” diye; bir şey ilave edeyim: “Nihayet rü’yet u Rıdvân, niam-ı cinân.” İyi, değil mi? İnsanın alacağı bir şey kalmıyor artık. Yahu sizden Türkiye’de yerinizi almışlar, ne ifade eder, ne yazar ki?!. Onların dünya dedikleri şey nedir? Dünya… Bir kere adından belli; horlanacak şey. “Denî” kelimesinden, “aşağı” kelimesinden. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beyanı ile, اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ، وَطَوَالِبُهَا كِلاَبٌ “Dünya, bir cife yığınıdır; onun talipleri, arkasından koşanlar da kilâbdır.” “Kilâb” kelimesinin Türkçesini söylemiyorum.

Ama yılmayın, usanmayın, ye’se düşmeyin!.. İnsanlık çok defa sarsılmış, çok defa her şey yokluk kertesine varmış; fakat yeniden -Allah’ın izniyle- derlenip toparlanmıştır. Her şey aynı kıvama ulaşmış; insanlık her şeye eski kıvamını kazandırmış ve sonra o yıkılma, o çözülme dönemini bütün bütün unutmuş ve tarihe gömmüştür. Vesselam.

Gençlerle Hasbihâl

Zannediyorum, Üstad hazretlerinin reçete olarak verdiği o husus çok önemli: “Teâvün düsturunun teshîli” diyor… “Mesâînin tanzimi”, “a’mâlin taksimi” ve en sonunda da “teâvün düsturunun teshîli” diyor. Zannediyorum, bir bast-ı zaman gibi, az bir zaman içinde çok iş yapmaya vesile olabilecek bir yöntem o.

Musibetlerden kurtuluş için

Mesâî, çok iyi tanzim edilmeli; hayatımızın içinde ne yapıyorsak, yapacaksak, yarınlar adına neyi planlamışsak, o mevzuda bir kere mesâî çok iyi tanzim edilmeli. Yani, ne kadar evde duracağım? Ne kadar anneme-babama kemerbeste-i ubudiyet içinde mukabelede bulunacağım? Ne kadar uyuyacağım? Ne kadar ayakta duracağım? Ne kadar kitap mütalaa edeceğim? Ne kadar…

Bu durumda olan arkadaşların, böyle önemli şeye dilbeste olmuş, yüksek bir gaye-i hayale bağlanmış insanların aktüalite ile çok meşgul olmamaları lazım. Bizi doğrudan doğruya, evvelen ve bizzat alakadar etmeyen (mâlâyânî) şeylere karşı mesafeli durmamız lazım. Bu mevzuda kırmızı çizgimiz, o olmalı; işlerimiz baştan düzenli olarak hep belli bir plan içinde realize edilmeye çalışılmalı.

“A’mâlin taksimi” diyoruz; yani, herkes ne yapabilecek ise, temayülü ne ise, ruh ve kalb ibresi neyi gösteriyor ise, bence o istikamette yol almalıdır. Yoksa öbür türlü bilmediği/istemediği/sevmediği bir patikada yürüyor gibi olur; çok zamana mal olur. Ben burada çok kıymetli arkadaşlarımızın on senede, on beş senede doktora yaptıklarına şahit oldum. Ee bir ömür bu!.. On ayda yapılabilecek şeyleri, dört seneye serpiştirmişler; dört sene insanı meşgul ediyorlar. Kestirmeden bir şeyler yapılsa; böyle temel disiplinler iyi verilse, matematikteki bir problemi çözme gibi, çözmesi onlara bırakılsa… Zannediyorum bir dört senelik İmam Hatip’i, üç senelik ortaokulu -veya tersi onun- o yedi seneyi insan herhalde iki-üç seneye sığıştırabilir. Üniversite de öyle; o üniversitede verdikleri şeye göre o da iki senede, üç senede olabilir. Böylece insan hayatının en canlı olduğu dönemde, böyle dinamizminin en güçlü olduğu dönemde millete yararlı olur, faydalı olur.

Bir de burada esas benim üzerinde durmak istediğim; bu iki disiplinin yanında üçüncü bir disiplin. Üstad’ın ifade ettiği, “teâvün düsturunun teshîli” (herkesin birbirine kolayca yardım etmesi) çok önemli geliyor bana. “Teâvün” kelimesi, Sarf ilminde, iştikakta, esasen مُشَارَكَةٌ بَيْنَ اْلإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا “müşâreketun beyne’l-isneyni, fesâiden” sözü ile ifade edilen sigadan; yani, iki kişinin veya daha fazla insanın, bir problemi çözme mevzuunda kafa kafaya vermeleri, ortak akla müracaat etmeleri.

Şimdi bir arkadaşımız doktora yapıyor ise şayet, ona yardım etme… Öyle arkadaşlar vardır ki birikimleri itibarıyla kitapları bilirler, kaynakları bilirler mesela. Şimdi o arkadaşa onlar, yardımcı olmalıdırlar. Mesela birisinin kompoze kabiliyeti çok yüksektir; kalemi eline aldığı zaman, şakır şakır yazar. Zannedersiniz ki yazdığı şeyler bizim kendi dünyamızdan Firdevsî’nin o dâsitânî kitapları gibi şeylerdir. -Firdevsî, İranlı, İranlıların övündükleri bir şairdir.- Öyle bir kabiliyeti vardır. Bir meseleyi kompoze etme mevzuunda da o, arkadaşına/kardeşine, arkadaşlarına/kardeşlerine yardımcı olmalıdır. Böylece zamanı büzme/daraltma, çok kısa zamanda taşı-eritebilecek damlalar halinde mermerin bağrına dökülme… Bunu da bir Türk atasözünden mülhem dedim: “Mermeri aşındıran suların akışı değil, devam ve temâdîleridir.”

Bencillik bağlarından kurtulmanın ve beden insanı olmaktan sıyrılmanın yolu

Bu husus, kendini böyle okumaya vermiş arkadaşlarımız için. Hani bazıları vardır ki, babalarının yanında, kendi işlerinin içinde; öyle de olabilir. Bazıları, siyasî alana atılır, orada ona göre hizmetler görebilirler. Fakat hani bizim arkadaşlarımız genelde bir gaye-i hayali olan insanlar ki, yine Hazreti Pîr, Şem’-i Tâbân, Ziyâ-i Himmet’in ifadesiyle, “Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse, ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.”

Çok yüksek bir ideal… O “gâye-i hayal” diyor; zannediyorum Fransızcadaki bu “ideal”in karşılığı ki Ziya Gökalp de ona “mefkûre” demişti. Yüksek bir ideale dilbeste olma, sürekli onu hedefleme böyle… O, hayatında onun “on iki”si olmalı; vuracaksa on ikiden vurmalı, ondan. Öyle bir gâye-i hayal olmalı. Öyle yüksek bir hedefe dilbeste olursa bir insan, onun beri tarafında değersiz şeylere karşı gönül kaptırmaz. Evet, o, onun “Leyla”sı olmalı; kendisi de o işin “Mecnûn’u olmalı. Leyla’yı gördüğü zaman bile, onu tanımayacak şekilde bir “Leyla”cı olmalı. Tanımayacak şekilde, öyle mest ve sermest olmalı ki, evet, tanımamalı onu…

Bunun gibi, yüksek bir gayeye tâlip olmuş arkadaşlarımız/hemşirelerimiz gibi kimseler, onun berisindeki her şeyi pes şeyler saymalı, onlara karşı çok iltifat etmemeli. O pes şeyler dağınıklığa sebebiyet verir. Onun için diyor ki: “Öyle bir gâye-i hayal olmazsa veya nisyan edilse, unutulsa veya insan tenâsî etse…”Unutuyor gibi bir tavır alsa… Bu da yine biraz evvelki iştikâk kipinden; “tenâsî”. Eskiden, eski tıpta kullanılırdı: “Temâruz”. Hasta olmadığı halde hasta görünme; bu da o demektir. Esasen unutmadığı halde, unutma tavrı içinde bulunma. “Ezhân, enelere döner.” Zihinler, enâniyete döner, bir egoist olur, egosantrist olur, narsist olur insan, hiç farkına varmadan.

Onun için, Allah ile irtibatlı, çok yüksek hedeflere talip olmalı!.. “Ne yapsam ki O’nun hoşnutluğunu ve rızasını kazansam?!. Ne yapsam ki, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı memnun etsem! Teşrif buyursa, benim kalbime otağını kursa, benim gecelerimi nurlandırsa. Keşke, her gece öyle olsa!..” İnsan, gönlünü bunlara kaptırınca, zannediyorum artık bir deli, bir sevdalıdır; başka şey görmez, düşünmez. Hazreti Ebu Bekir çizgisi, Ömer çizgisi, Osman çizgisi, Ali çizgisi, daha yüzlerce… (Radıyallahu anhüm ecmaîn.) Mus’ab İbn Umeyr çizgisi… Ben, o iki kolunun Uhud’da biçildiğini kitaplarda görmüştüm fakat önemli bir hoca efendi vaaz ederken kürsüde -kendisine saygım vardı- dinlerken şu ilaveyi yapmıştı: Bir darbe de boynundan yemiş, işte o zaman yıkılmış; fakat yüzünü toprağa kapamış, “Aman kimse görmesin!” diye. “Melekler bana derlerse: Hala boynun vardı da senin, Rasûlullah’a niye iliştiler?!” falan. “Utanıyorum ya Rabbim, Senin huzuruna çıkmaya!..”

O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kadar dilbeste olmak… Bu, O’na doğru atılan adımdır, adımlardır. Siz bir adım atarsanız, on adım ile mukabele görürsünüz. Kudsî hadis ifade buyuruyor ve bunu Zât-ı Ulûhiyet diyor: “Kulum, Bana bir karış gelirse, Ben, bir adım gelirim. O bana bir adım atarsa, Ben, gezerek gelirim.” Böyle diyor ki, bunlar teşbihe, tecsime, hayyize, mekâna, Cenâb-ı Hakk’ın otağını kurmasına delalet ettiğinden dolayı biz aynıyla tercümeyi mahzurlu buluyor, onun yerine “mukabelede bulunur” diyoruz.

Sözlerinizin muhatap gönüllerde tesir uyarması için

Sizin âlemden beklediğiniz şey ne ise, âlemin sizden beklediği de aynı şeydir. Bir şeyler bekliyorsanız, bir şeylerin beklendiğini bilmeniz lazım. Sözlerin tesiri önemlidir; biraz evvel “Firdevsî” dedim, Firdevsî gibi konuşabilirsiniz veya Mevlânâ Celâleddin-i Rumî zenginliğinde ya da ifade zenginliği itibarıyla -tabii üzerinde durduğu konular hepsininkinden daha önemli- Hazreti Bediüzzaman’ın ifade zenginliği ile… -Üzerinde durulmadık bir husus; üzerinde durulması gerekli olan bir mevzu: Her konuyu o konu ile alakalı çok zengince kelimeler ile, nüanslara dikkat ederek nasıl ifade ediyor, öyle…- Şimdi öyle, o tarzda, o üslup ile çok yukarıdan anlatsanız, hatta biraz Jules Verne hayali ile anlatsanız, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” veya “Bay Tekin Göklerde” gibi anlatsanız bile, zannediyorum çok cazip gelmeyebilir. Fakat onların diyeceğiniz şeyler üzerinde im’ân-ı nazar etmeleri, konsantrasyona geçmeleri, sizin hal ve tavırlarınıza bağlıdır. Hâl ve tavır mercekleriniz ile size bakarlarsa ancak diyeceğiniz şeylere de kıymet atfederler.

Çok acele etmeden… Mesela sizin arkadaşlarınız, bizimkiler bazı yerlerde kafa karıştıracağı âna kadar, on sene, on beş sene; onu da geçti… Çünkü doksan birden (1991) itibaren başladı bizim ihtiyarî hicretlerimiz, dünyanın dört bir yanına. Evvelâ ana yurdumuz olan Orta Asya’dan başlandı. Azerbaycan’a gittiler; hatta Rusların işgalinden evvel gittiler, o işgalde arkadaşlarımız orada idi. Sadettin bey de orada idi; tanırsınız herhalde, orada idi. Bana telefon ettiler, “Ne yapalım?” dediler. “Kalın orada!” dedim, “Ancak o zaman vefâ tavrınızı sergilemiş olursunuz; onlar için gittiğinizi göstermiş olursunuz; kendiniz için, ülkeniz için, memleketiniz için oraya gitmediğinizi ortaya koymuş olursunuz.” Ee Haydar Aliyev’in gönlünü fethetti bu mesele. O işgalde Fakir’in de kürsüde bayılması olmuştu; ona karşı dayanamamış bayılmıştı. Onu çok önemsediler mesela o insanlar. Yani, onları kendinizden aziz bilmeniz lazım; o tavır…

Şimdi “Acaba doğru mu bu?!” dediler. On sene, on beş sene sizin kalbinizin ritmine baktılar, nabzınıza baktılar, “Allah, Allah! Hep ritmik atıyor bu! Bu kalbde hiçbir ahenksizlik yok! Bir insan bu kadar zaman hep aynı çizgide olamaz!” dediler. Böyle bir inanma oldu, “tavır”a inanma oldu, “temsil”e inanma oldu, “hâl”e inanma oldu.

Resûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin temsil yönü

Fakir, arz ederim her zaman; İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bir “tenzîl” durumu var, bir “tebliğ” durumu var. Yani, Kur’an-ı Kerim’i Allah “inzâl” buyuruyor, ceste ceste; “tenzîl”, onun için dedim. Efendimiz aldığı o mesajları insanlara “tebliğ” ediyor, ifade buyuruyor. Bir de esasen “temsil” durumu var O’nun. Siyer’e baktığımız zaman görüyoruz ki, Sahabe-i Kiram üzerinde -esasen- en müessir olan şeyler, daha ziyade O’nun temsili. Söylediği sözlere değer kazandıran, onları üveyik gibi kanatlandıran, semâvîleştiren, O’nun mübarek ahvali. O, sabaha kadar ayakları şişmeden yatmıyor, ayakta kemerbeste-i ubudiyet içinde duruyor. Ee buna Hazreti Âişe validemiz de bayılır, Hafsa validemiz de bayılır, başka validemiz de bayılır. Hadice validemiz de buna bayılmıştı, O’nun bu haline. O tebliğe, insanın sunacağı şeye, o söze, o beyana, o baş döndürücü fesahate, belagate esasen değer kazandıran husus, deyip-ettiği şeyleri harfiyen yaşamasıdır.

Nitekim Kur’an-ı Kerim buyuruyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ * كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah indinde şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/2) “Ne diye yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz!” Bu “Madem yapmıyorsunuz, söylemeyin!” demek değildir; aslında, “Madem bunları söylüyorsunuz, öyle ise dediğiniz şeyleri evvelâ temsil ederek ortaya koyun!” manasınadır. Dilinizden o kelimeler dökülürken, başkaları hayallerinde âdeta bir perdede, bir sinema şeridinde görüyor gibi sizin hâl ve tavırlarınızın dediğiniz şeylere uygunluk içinde olduğunu müşahede etmeli. Bu iki şey birbirine inzimam edince, inandırıcı olur.

Bu açıdan da bizim başkalarına nüfuz etme mevzuunda bir inandırıcılık süremiz olmalı; zamanımızın bir kısmını ona ayırmalıyız. Hakikaten onca zaman bizi, hatta mümkünse dimağımızı, nöronlarımızı dinleseler, böyle hep aynı sesi alsalar, aynı âhenk içinde alsalar. O insanlar inanırlar bize, diyeceğimiz şeylere de inanırlar. Onun için tavır istikameti, davranış istikameti çok önemlidir.

Duruş çok önemlidir esasen. İnsan, nerede duruyor ise, nasıl duruyor ise, nasıl tekmil verme vaziyeti sergiliyor ise, bu çok önemlidir; fakat ondan daha önemli bir şey vardır,  o da “duruşta temâdî”; uzun süre o istikamette öyle kalma ve senin o olduğunu ortaya koyma!.. “Evet, ben, bundan başka değilim!” Sözün, beyanın, bakışın, mimiklerin, göz irisinde işaretlemelerin senin hep aynı şeyi, aynı noktayı hedeflemeli!.. Zannediyorum bu inandırıcı olur. Ağzınızı açıp konuştuğunuzda “Ha bu, hal ve davranış istikameti insanının hal ve davranışını aksettiren beyanları!” falan derler ve işte o zaman karşı koymazlar.

Zannediyorum, eğer o tavır ve davranış istikametini koruyabilseydik, bugün çok kimse Müslümanlığı din olarak kabullenmese bile, hakikaten en azından “Bunlar ile geçim olur!” diyecekti.

Sonra bir de bütün bunların ötesinde şu hakikat var: Siz, bu yolda samimi yürüyorsanız, O size inayet buyurur. Biraz evvelki mülahazalarla, kendi dırdıriyâtım içinde geçtiği gibi, siz Cenâb-ı Hakk’a karşı bir adım atarsanız, O da gelme mukabelesinde bulunur; siz gelme tavrını sergilerseniz, koşma mukabelesinde bulunur; koşma mukabelesine karşı siz tavırlarınızı ayarlar, biraz daha üveyikliğe dönerseniz, O da üveyik mukabelesinde bulunur. Daha hızlı şeyler var ise, kuşlar var ise, daha hızlı uçaklar var ise şayet, öyle bir mukabelede bulunur. “Mukabele” diyoruz bunlara.

Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.
Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah

diyor, İbrahim Hakkı hazretleri, Tevhidnâme’sinde.

Evet, onun için acele etmemeli. اَلتَّأَنِّي مِنَ الرَّحْمَنِ، اَلْعَجَلَةُ مِنَ الشَّيْطَانِ “Teennî (temkin ve sükûnetle hareket etmek) Rahman’dan; acele ise Şeytandandır.” Hazret-i Sâhib-i Zîşân (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle buyuruyor. Teennî; temkin, atacağı adımları bilerek atmak, sürçmeyecek, düşmeyecek yerlerde yürümektir ki, bunlar çok önemlidir. “Vakitsiz hedefe şitâb eyleyen kaybeder.” diyor; vakitsiz… Her şeyin vaktini, zamanını çok iyi belirlemek lazım; âdetâ bir iftar vakti gibi… O vakitten biraz evvel orucunuzu açarsanız, o gün akşama kadar boşuna aç durmuş olursunuz; sonraya bırakırsanız da kerahet irtikâp etmiş olursunuz. Çünkü Sâhib-i Şeriat, orada إِلَى الْمَغْرِبِ “Akşama kadar”diyor. Onun gibi, bu miadı çok iyi belirlemek lazım, kollamak lazım. Vakt-i merhûnu gelince, ona göre diyeceğimiz-edeceğimiz şeyi dememiz lazım. Yavaş yavaş, adım adım…

Düşünün ki, İnsanlığın İftihar Tablosu… Yine Kendisi hadis-i şerifte buyuruyor: إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ “Hakiki Mü’min görüldüğü zaman, Allah hatırlanır.” Sahabe, Tabiîn, Tebe-i Tâbiîn içinde bu kıvamda insanlar vardı. Bir meclise girdiklerinde tavır ve davranışlarından âdetâ lafz-ı celâle dökülürdü; ondan, “Allah!” derdi millet hep. İnsanlığın İftihar Tablosu o idi. إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ İnsaflı bakınca; garaz, hased, çekememezlik olmayınca… Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl, Ka’bu’l-Eşref; bunlar, sindirememiş, hazmedememişlerdi; Allah Rasûlü, onların aralarında onca zaman kaldığı halde, temerrütlerini devam ettirdiler. Ama Abdullah İbn Selâm, insaflı idi; Allah Rasûlü’nün mübarek çehre-i dırahşanını görünce, “Vallahi, bu çehrede yalan yok!” dedi, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dedi. İnsaf ile bakanlar, öyle dediler.

Bir gün onlar için gönül kapıları kale kapıları gibi aralanacak

Şimdi zannediyorum bir gün -inşaallah- sizin çehrenize bakan kimseler, evlerine gidip çaylarını içtiğiniz zaman, onlar sizin evinize gelip sizin çayınızı içtikleri zaman, sizinle içli-dışlı olacaklar, kaynaşacaklar. Kültürümüzün güzelliklerini onlara verirken, onların kültür güzelliklerini alırken, karşılıklı… Buna alış-verişte “te’âtî” denir; siz bir şey veriyorsunuz, mukabelesinde onlardan da bir şey alıyorsunuz. Bu alışveriş böyle devam ettiği sürece, zannediyorum, bunlar çok ciddî bir sıcaklığa sebebiyet verecek; dediğiniz şeyleri de o sıcaklık içinde kabullenecekler. Efendim, kazanımdır bu.

Ne o mevzuda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun kullandığı yöntemlerde/argümanlarda ne de samimiyette inhiraf göstermeden, yürüdüğümüz yolda yürürsek, esasen, o şehrâhı insanlar görmezlikten gelmeyecekler. Yürünen yol, bir şehrâhtır ama bugün yanlış temsil edenler onu patika haline getirmişlerdir.

Evet, burada yine antrparantez bir şey diyeyim: Türkiye’de bugün sergilenen Müslümanlığa dışarıdan, bir kilisenin haziresinden, bir havranın haziresinden baktığınız zaman, “Müslümanlık!” dediklerinde, “Aman Allah göstermesin!” derdiniz. Zannediyorum böyle derdiniz; çünkü mide bulandırıcı bir tavır var.

Öyle değil; esasen ütopyalarda olduğu gibi, böyle baktıklarında hayran olmalılar. Arkadaşlarımızda biraz da o ruh haleti hissedildiğinden, geçende misyoner mahiyetinde birisi gelmişti buraya fakat Müslümanlığa öyle hayranlık duyuyor ki!.. Kelimesi kelimesine ifade edemem tabii, aklımda kaldığı şekliyle, dedi ki, “Ben, sizin arkadaşlarınızı tıpkı Seyyidinâ Hazreti Mesih’in havarîleri gibi görüyorum!” Efendim, yaşatma duygusunu, yaşama zevkine tercih etmişler!.. Dünyanın dört bir yanına -böyle- tohumlar gibi saçılmışlar. Toprağın altında çürüyorlar -çünkü kendileri için yaşamıyorlar- ama bir başağa yürüyecekleri muhakkak!.. Bu ilaveler bana ait.

Evet, O’nun ile geceleyenler, hep O’nu heceleyenler, mutlaka bir gün Ebced’e çıkarlar, bir gün “Fatiha” derler, bir gün “Amme” derler, bir gün de “Bakara” der, diyeceklerini tamamıyla ifade etmiş olurlar.

Allah razı olsun, zahmet etmişsiniz. Bu türlü şeyler (çiçek buketi hediyesi) fazladan; sizin gelmeniz, gülden-çiçekten daha önemli. Allah razı olsun.

Bu temiz gönüllere, Cenâb-ı Hakk’ın, nasıl teveccühte bulunacağını kestirmek mümkün değildir. İnşaallah bir gün bu gönüllere, cihan, kapılarını kale kapıları gibi aralayacak; kendi kendilerine “Buyurun!” edecektir inşaallah. Biz o ütopik tavrı sergilemeli, o cazibedar güzellikleri ortaya koymalıyız.

İnşaallah, (söz alıp konuşan misafir) hemşiremizin iç dökerek dediği gibi, tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına saçıldınız.  Esasen “O’nu bulan neyi kaybetmiştir ki; O’nu kaybeden, ne bulmuştur ki?!.” Öyle bir şeye talip olmuşsunuz ki, bütün dünyalar onun yanında bir damla etmez!.. Allah âfiyet-i dâime ihsan eylesin.

Elektronik tabloda, Fuzûlî’den bir söz çıktı:

Canımı Cânân isterse, minnet canıma,
Can nedir ki, onu kurban etmeyem Cânân’ıma?!.

Evet, kâfiyesini o koydu. Kafiye, oldu mu?!.

Hakkınızı helal edin!.. Baş ağrıttığım endişesini de taşıyorum.

İnşaallah, Cenâb-ı Hak, sağlığım hayırlı ise onu lütfeder; başka zaman da yine rûberû görüşür, sizden daha güzel bişâretler/müjdeler alırız!..

Gerçek haya

Çay Faslından Hakikat Damlaları (00:53)

  • Kulluk, bir şehrahta (büyük cadde, şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol, otoban) yürümek kadar kolay; bir patikayı aşmak, dar bir köprüyü geçmek kadar da zordur. (01:15)
  • Yunus Emre’nin, “Bu yol uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var.” sözleriyle anlattığı bu yolda rehbersiz gidilmez!.. (02:30)
  • Ne hoş söyler Niyazi-i Mısrî: “Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş...” (04:40)
  • Alvarlı Efe Hazretleri der ki: “Öyle bir dildâre dil ver eyleye dilşâd seni / Öyle bir dâmeni tut ki ede ber-murâd seni!” Yani, öyle bir sevgiliye gönül bağla ki, gönlünü şâd etsin. Öyle bir eteğe yapış ki, seni muradına erdirsin. (05:50)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ebû Zer hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur: “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlaslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden de haberdârdır.” (07:04)
  • Siyer kitaplarında anlatıldığına göre, Hazreti Ömer efendimiz vefat ettikten sonra Hazreti Abbas (radiyallahu anhüma) onu rüyada görmek için adeta can atıyor. Fakat, hemen her zaman o arzuyla gözlerini yummasına rağmen tam altı ay boyunca onu hiç göremiyor. Nihayet altı ayın sonunda Hazreti Ömer’i rüyasına misafir ediyor. Bu beklemenin sebebini soracak olunca Hazreti Ömer “İşin içinden ancak sıyrılabildim; hesabım yeni bitti!” diyor. (08:50)
  • Engin muhasebe şuuruna sahip kutlulardan biri de, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı Hazreti Âişe Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında birdenbire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da, “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar. (12:46)
  • Hazreti Ömer (radiyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu. (17:20)
  • Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste “İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem.” buyurmaktadır. Evet, dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar, orada korkularla kıvranacak; burada havf (korku) içinde yaşayanlarsa, ahirette emniyet ve huzur içinde olacaklardır. (18:32)

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde Allah Teâlâ’dan hakkıyla haya etmek gerektiğini ifade buyuruyorlar. Hakkıyla haya etmiş olmanın şartları nelerdir? Zât-ı Ulûhiyetle alâkalı yazıp çizerken ve konuşurken gözetilmesi gereken bir hayadan da bahsedilebilir mi? (19:00)

  • Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; sofîye ıstılahında, Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek mânâsına gelir. (19:00)
  • Allah Teâlâ’nın sıfatı olarak “hayiy” çirkinlikleri bulunmayan; bağış, nimet ve ihsanı terk etmeyen demektir. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Allah hayâ, edeb sahibidir, (hayiyy) günahları, ayıpları örtendir; hayâyı, edebi, edep yerlerini örtmeyi sever. Biriniz guslettiği zaman avret yerlerini örtsün.”(19:44)
  • Haya, Hazreti Suheyb’in fıtratına öyle nakşolmuştu ki, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onun hakkında şöyle buyurmuştu:

    نِعْمَ الْعَبْدُ صُهَيْبٌ لَوْ لَمْ يَخَفِ اللهَ لَمْ يَعْصِهِ

    “Suheyb ne yüksek bir karakterdir; –muhalfarz– Allah’tan korkmasa da günah işlemez.” (20:22)
  • Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü vesselam) gerçek hayayı şu hususlara bağlamıştır:

    اِسْتَحْيُوا مِنَ اللهِ تَعَالَى حَقَّ الْحَيَاءِ، مَنِ اسْتَحْيَى مِنَ اللهِ حَقَّ الْحَيَاءِ فَلْيَحْفَظِ الرَّاْسَ وَمَا وَعَى وَلْيَحْفَظِ الْبَطْنَ وَمَا حَوَى وَلْيَذْكُرِ الْمَوْتَ وَالْبِلَى، وَمَنْ أَرَادَ اْلآخِرَةَ تَرَكَ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنّْيَا، فَمَنْ فَعَلَ ذَلِكَ فَقَدِ اسْتَحْيَى مِنَ اللهِ حَقَّ الْحَيَاءِ

    “Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! Âhireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.” (20:55)
  • Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan,

    1. Kafasını ve kafasının içindekileri kontrol altına alsın! (21:58)
    2. Batnını ve midesindekileri kontrol altına alsın! (26:15)
    3. Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! (28:33)
    4. Âhireti dileyen, dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır. (29:50)
  • Müslümanlık bir baştan bir başa bütünüyle edeptir; Allah’a karşı edep, Peygamber’e/peygamberlere karşı edep ve derecesine göre herkese karşı edep.. Kur’ân atmosferinde edep, Hak’tan halka uzanan çizgide, seviye, vazife, misyon ve konum keyfiyetine göre kuşatıcı bir durum arz eder. Onun buyrukları ve irşadları çerçevesinde her mü’min bir edep insanıdır ve her insanın bu edep örfânesinden de mukadder bir payı vardır: Anne ve babaya karşı edep, Allah takdiri; ulemâya, ümerâya saygı, Kur’ân fermanı; hak dostlarına, hak yolunda olan idarecilere, sonra bütün vatandaşlara hatta bir mânâda bütün insanlığa karşı saygı ve edep, kendi çerçevesinde Müslüman olmanın gereğidir. (32:22)
  • Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) varlığı, varlığımızın gayesini öğrenmemize vesile olmuştur. O, varlığın çehresini aydınlatan bir nur kaynağı, kâinatın ille-i gayesidir. Kâinat fabrikasının temel ürünü, en kıymetli meyvesi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir. O’nun varlığı, bir yönüyle kâinatın mebdeidir; taayyün-ü evvel bir çekirdek gibi O’nunla başlamıştır. Sonra bi’setiyle, vazife ve misyonuyla O, kâinat ağacının meyvesi olarak da sonda gelmiştir. Bu zaviyeden bakınca Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) çok şey borçluyuz. İşte bundan dolayı, her ne zaman O’nun adı anılsa salâvât getirmeyi vâcip sayanlar olmuştur. Fakat hiç kimse Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı celîli anılınca, her defasında “celle celâlühû” gibi bir ta’zim ifadesi söylemeye “vâcip” dememiştir. Zira O’nu hakkıyla zikretmek ve O’nun nimetlerine karşı layıkıyla senâda bulunmak mümkün değildir. O’nu hakkıyla zikretmek bizi aşkın olduğundan, bu vâcip görülmemiştir. (33:18)
  • Cenab-ı Hakk’ın isimleri, sıfatları ve fiilleri söz konusu olduğunda, onları diğer varlıklar için anlaşılan mânâ, mikyas ve çerçevesiyle değil, o müteâl Zât’ın münezzehiyeti, mukaddesiyeti esasına göre ele alarak yorumlamak ve tenzih esprisine bağlı kalmak da Allah’a karşı edep ve saygının gereğidir. Bu cümleden olarak, muhâdaa, keyd, mekr, istihza, hizy ve emsali kelimeler mutlaka ulûhiyet hakikatine ve şe’n-i rububiyete uygun birer te’vil ve üslupla ifade edilmelidir. Mesela; Kur’an-ı Kerim’de şöyle ayetler mevcuttur:

    يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ

    “Şüphesiz münafıklar Allah’ı aldatmaya kalkıyorlar, hâlbuki Allah onların aldatmalarını boşa çıkarıyor (ve oyunlarını başlarına çeviriyor).”(Nisâ, 4/142)

    وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِرينَ

    “(Düşmanlar) tuzak kurdular. Allah da tuzaklarını başlarına doladı. Allah, hileleri boşa çıkarmakta pek güçlüdür.” (Âl-i İmrân, 3/54) İşte, Cenâb-ı Hakk’ın bu âyetlerdeki mukabelesini, “Hâlbuki kötü tuzak, sahibinin başına dolanır.” (Fâtır, 35/43) çerçevesinde anlamak lazımdır. Çünkü kötü fiillerin Allah’a isnadı münasip olmadığı gibi apaçık bir saygısızlıktır. (36:42)
  • Zât-ı Ulûhiyet yakışıksız sözlerle anılmamalıdır. Evet, O’nu her zaman yâd etmeliyiz; fakat, bunu ciddi bir lisan nezahati içinde yapmalıyız. En edibâne duygularımızı O’nu ifade ederken kullanmalı, O’nu anarken en güzel kelimeleri seçmeliyiz. (37:55)
  • Allah’a karşı edepten sonra peygamberlere ve hususiyle de Peygamber Efendimiz’e (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) karşı edep gelir. Rasûl-ü Ekrem’e karşı edep, O’na itaatin Hakk’a itaat sayıldığının bilinmesi ve O’nun Allah’la münasebetleri örnek alınarak her konuda hedeflediği hususların takip edilmesi demektir. Daha sonra da anne-babaya, alimlere, Hak dostlarına, Hak yolunda olan idarecilere, bütün vatandaşlara ve hatta bir manâda bütün insanlığa karşı saygılı olmak gerekir. (38:38)
  • (Bir gece yarısı Hocamızın elinde bir tomar kağıt, gözlerinde de yaş vardı. O, kağıtları yakmak için ateş arıyordu. “Ehadiyet-Vâhidiyet” yazısını yazmaya başlamış; birkaç gün süren fikir ve duygu fırtınasından sonra Zât-ı Ulûhiyetle alâkalı yazının birkaç sayfasını tamamlamış; bir madenci tavrıyla altın arar gibi uygun kelime ve tabirler aramış; yanlış bir şey söylemekten korkarak, tir tir titreyerek bazı ifadeler kullanmış ve sonra çok ağlamış, yanımıza çıktığında da ağlamasına devam ediyordu. “Ya Rabbi! Yoksa, Ulûhiyet hakikatlarını çok mu hırpalıyorum? Kendi nefsimden mi konuşuyorum yoksa?” diyordu. Yazdıklarını, aldığı bütün notları, o bir tomar kağıdı ve üç-beş günlük emeği yakmaya niyetlenmişti.) O gecenin hatırlatılması üzerine Muhterem Hocamızın gözyaşları… (41:30)

Gerçek Zenginlik

Zalimlerle aynı safta yer almadık!..

M. Akif diyor ki: “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile / Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile // Kaç hakiki müslüman gördüm, hep makberdedir / Müslümanlık bilmiyorum amma galiba göklerdedir.” Doğruya çağrı ifadesi.. kendimizi gözden geçirme ifadesi.. kendimiz ile yüzleşme ifadesi… Ölü müyüz, diri miyiz; o şehrâhta mı yürüyoruz, patikalarda düşe-kalka yol almaya mı çalışıyoruz? Bu belli değil, bazı kimseler itibarıyla, bazı coğrafyalar itibarıyla… Bunlara “coğrafya kirlenmesi” diyebilirsiniz. Neş’et edilen zemin kirlenince, o zeminin başakları da öyle kirli oluyor. Bir dâne tohum, bir tane zehir başağı oluyor; zehir başağı oluyor ve milletin başına bela kesiliyor. İşte bunları nazar-ı itibara alarak, koca şair Mehmet Akif, “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile!” diyor.

Mü’min için kendi ile yüzleşme çok önemlidir. İnsan, kendinde kusurları/suçları aramaz ise, zannediyorum, derdine göre bir reçete oluşturamaz. İnsanın kendi derdine olan reçetesi, kendi eliyle yazılan reçetedir; çünkü hastalığın teşhisi, onun tarafından yapılmaktadır/yapılacaktır. Evet, birinin dediği gibi: “Gördüler beni ki halim perişan / Cem oldu Eflatun Aristo Lokman // Nabzıma el vurdu bin bir tabibân / Dediler derman yok buna ne çare!” (Seyyid Nigârî) İnsan, kendi nabzını tutmalı, kendi kalbinin ritimlerine kulak kesilmeli. Her atışında “Hû” diyor mu kalb? Değilse bir bıçak çalıp, köpeklere bir lokma et diye atmalı onu. Bence onu kirletmemeli. Çünkü onun arkasında o “Latife-i Rabbâniye” var; ruhun ilk basamağı… Onunla insan ruh iklimine, ruh âlemine yükselir; ruh âleminden sır âlemine yükselir; sıfât-ı Sübhâniye’nin tecelli alanlarını temaşaya durur; sürekli âdetâ mest u mahmur olur, kendinden geçer.

Yerinde sayan insanlar, yerlerinde sayar dururlar da kendilerini bir şey zannederler. Sizler, çoğunuz itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın ilk lütfu, ilk ihsanı olarak basamak atlamaya muvaffak oldunuz, Allah’ın izniyle. Evvelâ hemen şunu arz edeyim: Zâlimler ile beraber aynı çizgide bulunmadınız. Size, bunu binlerce hamd u senâ ile, Cenab-ı Hakk’a karşı derin bir minnet duygusu halinde ifade etmek düşer: Allah’a binlerce hamd u senâ olsun ki, insanları derdest edip içeriye atan zâlimler ile beraber, aynı safta olmadık!.. Haklı-haksız ayırt etmeden herkese haksızlık yapanlarla beraber olmadık!.. Anneyi evladından ayıran Firavunlar ile beraber olmadık!.. İbn Selûl’ler ile beraber olmadık!.. Allah’a binlerce hamd u senâ olsun!.. Belki olmamız gerekli olan noktada bulunamadık fakat insanı gayyaya götürebilecek noktada da Allah bulundurmadı bizi; O’na binlerce hamd u senâ olsun!.. Allah, zalimlere de hidayet eylesin! Allah, mü’minlere zulmeden münafıkları, ikiyüzlülükten halâs eylesin; tevhîd-i hakikiye i’lâ buyursun!..

İkiyüzlülük kadar çirkin bir şey yoktur dünyada; o, küfürden ve şirkten daha çirkindir. Onun için Kur’an-ı Kerim, onları ifade ederken buyurur ki: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ اْلأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا “Şu kesindir ki münâfıklar Cehennem’in en alt katındadırlar (dibindedirler). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) Münafıklar, Cehennem’in en derin çukurunda/gayyasındadırlar ve onlara asla bir yardımcı da yoktur/bulamazsınız!..

Nifak, şirkten ve küfürden daha tehlikelidir. Nifak, tehlikelidir ama en tehlikelisi de nifak adına dinî argümanları kullanma nifakıdır: Abdest almadan namaz kılmalar.. namaz kılanlar içinde görünmeler.. İslamî argümanları kullanmalar.. “Kur’ân!” demeler, “Sünnet!” demeler… Sorsanız ki “Bakara Sûre-i celilesi neyden bahsediyor?” Yemin edeceğim, zannediyorum, derler ki “Galiba Bakara’dan bahsediyor.” Deseniz ki “Kehf Sûresi neyden bahsediyor?” Bilemezler, yemin ediyorum bilemezler. Hatta onlara deseniz ki, “Elem tera… (Fîl) Sûre-i celilesi, kaç hakikate parmak basıyor, neler ifade ediyor?” Bilemezler… Çünkü belki bir Kur’an kursunda, bir İmam Hatip’te yarım yamalak bir Arapça öğrenmişlerdir ama işin arka planına nüfuz etmeyi hiç düşünmemişlerdir. “Yetti!” demişler, kendilerine etmişler!.. Bugün size edenler -esasen- işte o “Yetti!” diyenler ve kendilerine edenlerdir.

Biliyor gibi görünenler, bilmiyor olmanın altında cahilce ezilenler!.. Bilemezler, Muavvizeteyn (Felak ve Nâs Sûre-i celîleleri) neyden bahsediyor? Hangi sebeple nâzil olmuştu? Ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) o iki mübarek sûre ile münasebeti nasıl olmuştu? İhlas ve Muavvizeteyn… Nerede, ne münasebetle Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlarla sıkı bir münasebete geçmişti, onlar ile el açmıştı, Hazreti Rabbü’l-Âlemîn’in dergahına yönelmişti, O’nun rahmet eşiğine baş koymuştu ve halâs dilemişti?!. İnanın, bilemezler bunları… Bilemezler, çünkü meselenin kabuğunu aşamamışlar, özüne ulaşamamışlar. İşin iç yüzünü bilemiyorlar; sadece dünyada bir saltanat uğruna o mübarek argümanları kullanıyorlar.

Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.” İşte o dinî argümanları kullananların arkasında يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا “Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.” (En’âm, 6/112) beyanıyla anlatılan “İns ve Cin şeytanlar” vardır. Kur’an’ın ayeti bu… Birbirlerine onlar, şeytanca düşünceleri sinyal halinde gönderirler. İçlerindeki şeytanlar da -esasen- sinyal çözen memurlar gibi onları çözerler; insanın kalbine gönderirler, nöronlarına gönderirler ve insan, bir kalb ve nöron kirliliğine maruz kalır. Dolayısıyla, hipnoz yapılmış gibi onların arkasında sürüklenir gider. Bir illüzyonla onların arkasından sürüklenir gider; koyunların onları yemek üzere olan kurdun arkasına takılıp gitmeleri gibi, işlerini kolaylaştırma adına sürüklenir gider.

Faziletli mü’min

Büyüklerin hayat tarzlarına bakılırsa, tâ Hazreti Âdem’den Hazreti Nuh’a, ondan da diğer enbiya ve asfiyâya kadar, bunlar, ellerinin emekleriyle geçimlerini temin etmişler. Bugün bir şey bulmuş, yemişler ise, yarını hiç düşünmemişler. “Günde iki defa yemek yemek israf olur; Allah, bizi yemek yemek için yaratmadı.” demişler. Çünkü “Dünyanın lezzetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır.” Burada “Tatmaya izin var, doymaya yok!” Bu son söylediğim iki cümle, Çağın Sözcüsü’ne ait.

“Dünya nimetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır.” كَمْ حَسَّنَتْ لَذَّةً لِلْمَرْءِ قَاتِلَةً * مِنْ حَيْثُ لَمْ يَدْرِ أَنَّ السَّمَّ فِي الدَّسَمِ “Nefis insana, nice öldürücü lezzetleri öyle şirin göstermiştir de insan onun yağın içinde zehir sunduğunu bilememiştir.” Bûsîrî, kasidesinde diyor. Nice lezzetleri, o insan için öldürücü bir şey olarak kullanmıştır; zavallı bilmiyor ki balın içinde -esasen- zehir var!.. Dudağına değdirdiğin zaman, sen, o balın lezzetini duyuyorsun ama midene indiği zaman, zehir, hükmünü icrâ ediyor ve seni alıp götürüyor. İşte dünya lezzetleri budur!.. Bu mülahaza ile, bu düşünce ile, bu hayat felsefesi ile hareket etmişler; saltanatlarının zirve yaptığı dönemde de bu incelikten taviz vermemişler.

Hazreti Davud aleyhisselam, zırh yapmak suretiyle rızkını temin ediyor. Çok defa insanlardan uzak duruyor; devleti idare etmenin dışında hep inzivada yaşıyor. Kudsî hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak diyor: “Yâ Davud, neden inzivaya çekildin?” Cenâb-ı Hak ile -bilmiyorum, tabir caiz ise- “başbaşa” olmak, daha doğrusu “maiyyet yaşamak” veya “Hazîratü’l-Kuds ile postnişin olmak” için… Biz de istemiyor muyuz onu?!. اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَعِيَّتَكَ “Allah’ım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı diliyoruz.” demiyor muyuz?!. Öyle yüksek bir ufku intihap ediyor, orada yaşıyor. Âdetâ Cenâb-ı Hak, emrin ağırlığı ile onu insanların içine döndürüyor.

Daha evvel de bir soru münasebetiyle -zannediyorum- arz etmiştim: Sormuştunuz; insanlardan uzlet ederek dışarıda halvet yaşamak mı, yoksa insanların içinde bulunarak onların eziyetlerine katlanmak mı? Bence insan, insanların içinde bulunduğu zaman, onlar için yararlı olacaksa, ufuk değişikliğine vesile olabilecekse, onların nazarlarını Güneşe tevcih edebilecekse, gölgelerini arkalarına almalarına vesile olacaksa, insanların içinde durmalı ve onlardan gelecek şeylere katlanmalı. Sizin mesleğiniz… Toplumun içinde durup insanlardan gelen eziyetlere katlanmanın, tecerrüt ve halvetten daha hayırlı olduğunu beyan buyuran hadis-i şerif de sizin mesleğinizin çerçevesini çiziyor. Bu yolda yürüyorsunuz.

İnsanların Allah’la farklı münasebetleri

Yine Çağın Sözcüsü’ne sözü verelim; diyor ki: “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.” Çalışıp kazanabilirsiniz, mal-mülk gelebilir. Hazreti Osman, sahabe-i kiram içinde çağın en zenginlerinden idi; Hazreti Abdurrahman İbn Avf, en zenginlerinden idi. Fakat o zenginlik, azıcık kendisini gönüllerde hissettirince, hafizanallah, insanı sürüm sürüm hâle getirir. Onun için Allah Rasûlü, o çok sevdiği, gözü gibi aziz tuttuğu, Aşere-i Mübeşşere’den olan sahabî hakkında, “Ben, ashabımın Cennet’e girdiğini gördüm; Abdurrahman İbn Avf, sürüne sürüne giriyordu.” buyurmuştu. Zenginliğinden dolayı… Bunu duyunca -Canım kurban olsun!..- bütün servetini Allah yolunda infak etmiş; adeta “Onlar beni sürüm sürüm hale getirecekse şayet…” demişti.

Şimdi, çok zengin olabilirsiniz ama kalbî alakanız o mevzuda o kadar azdır ki!.. İnsanlar, teveccüh ettikçe tiksinti duyarsınız; bir yönüyle, o çoğaldıkça tiksinti duyarsınız: “Nasıl yapayım ki ben bunu elden çıkarayım!” dersiniz. Gazzâlî, bu mevzuda meseleyi inceden ince bir üstünlükte, zirvede götürüyor. Bazen diyor ki “Bir insanın bir günlük yiyeceği varsa, ikinci güne tâlip olması, hırstır, tamadır.” İkinci derecedeki insanlar için de ikinci ayın yiyeceğine talip olmayı hırs olarak nitelendiriyor. En dûn, en aşağı mertebe saydığı basamaktaki bazılarına için ise, ikinci senenin rızkını biriktirip stoklamayı hırs olarak görüyor. Fakat bu, kalbî alakaya bağlıdır. Yani, kimileri “Olsun; ne olur ne olmaz?!” derler. Yahu Allah varken, artık “Olmaz!” yok; orada her şey “Olur!”luk çizgisindedir, orada “Ne olur ne olmaz!” diyemezsin.

Hazreti Gazzâlî, meseleyi kendi inceliği açısından böyle götürüyor. Fakat bir insan, hakikaten o mevzuda hırs göstermeden, mal-mülk kendi kendine şakır şakır akıp geliyor ise, aksın gelsin! Sonra bir gün Allah’ın (celle celâluhu) o lütfu hırsızlığa veya gaspa uğrayabilir. Şimdi şakîlerin, Ali Baba eşkıyası misillü gelip milletin malının üzerine konduğu gibi, birileri gelip konabilirler.

Sevgili bir dostumuz… Birinin yanında çalışarak kazanmış; cami yapmış, Kur’an kursu yapmış, bir sürü insana bakmış. Öyle şeyler yapmış ki, bin tane cömert mü’minin yapamadığını yapmış. Fakat gelmiş eşkıya, hepsinin üzerine birden konmuş. Ama bir sofrada akşam yemeği yerken bana, beni teselli adına, tebessüm ederek şöyle dedi: “Ne var Hocam?!. Allah verdi, Allah aldı!.. Allah verdi, Allah aldı!” İşte, mal-mülk onun sinesine gelip oturmamış… O, onlara hâkim olmuş ama onlar ona hâkim olamamışlar! O, onları kul-köle olarak kullanmış; kul-köle olarak onların emrine girmemiş!.. İnsan olarak, Allah’a kul olma sayesinde, hürriyetini korumuş.

Allah’ın bana lütfettiği en önemli nimetlerden, pâyelerden bir tanesi, benim hür olmamdır!.. Hür olmam da yalnız Allah’a kulluktan geçer. Allah’a hakkıyla kul olmayan, bin türlü şeye kul olur. Günümüzde bilmem kimin arkasından sürüklenip giden, illüzyona maruz o zavallılar, bin türlü şeye kul olmuş, şirk içinde yüzüp gidiyorlar. “Allah!” deseler de müşrik, “Peygamber!” deseler de müşrik, “Kur’an!” deseler de müşrik, “Kitap!” deseler de müşrik. Açık söylüyorum; müşrik, şirk koşuyorlar Allah’a. Riya yapana da Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “O, müşrik!” diyor. إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ الشِّرْكُ الْأَصْغَرُ Tenbîhü’l-Gâfilîn’in birinci bahsi olan İhlas bahsinde bu konu işleniyor. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ اَلشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” Buyurmuş; sahabe-i kiramın وَمَا الشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Küçük şirk ne demektir?” sorusuna da اَلرِّيَاءُ “O, riyadır; görünme arzusudur.” cevabını vermiştir. “Şirk-i asgar” nedir? Riya, gösteriş, âlâyiş, iç beğeni, ucub, dışa karşı caka, kibir, gurur, fahirlenme, zırhlı arabalar ile yürüme, halk içinde görünme, bin tane koruma ile bir yerden bir yere gitme… Bütün bunları yapanlar, çalıma kul olmuş bendelerdir; şeytanın güdümünde olmuş bendelerdir bunlar.

Şimdi böyle bir servet, Allah belasıdır ve Allah Rasûlü’nün -esasen- kendisinden Allah’a sığındığı şey de budur. Böyle bir servetten Allah’a sığınmak lazımdır ve Bûsîrî’nin, kasidesinde, “içinde zehir olan bal” dediği şey de budur. İnsan, hakikaten dünyayı kalben terk etmeli ve belki fakir olmalı… Ha kendi kendine gelirse, gelsin. Sonra gelenlerin bazılarını elinin tersiyle iter, “Gidin Allah’ı severseniz; başıma bela olmayın!” falan der. Fakat “Biz kalacağız!” derlerse şayet, onları da birilerine vermek üzere kabul eder. Âişe validemiz gibi… Ne geliyor ise kendisine, hepsini dağıtıyor. Ama mübarek annemiz buyuruyor ki, “Bazen bizim evimizde üç ay geçerdi de su kaynamazdı ve bir şey de pişmezdi!” Soruyor yeğeni Urve, ablasının oğlu soruyor; diyor ki, “Hala, ne ile geçiniyordunuz?” Validemiz, “İki siyah ile.” diyor, Arapça “tağlîb tariki” denir bu meseleye. Hurma ile su cem edilince, “esvedeyn” tabir edilir. Validemiz de “bi’l-esvedeyn” diyor, yani “İki siyahla, su ve hurmayla geçiniyorduk!” diyor.

İşte, bu manada hakikaten kendisini dünyalık talebinden uzak tutma… “Aman!.. Gelecek mal, başıma bela olacak, dünyayı bana sevdirecek ve beni Allah’tan edecek ise şayet, hafizanallah, olmaz olsun o!” Türkçemizde bu tabiri kullanırız böyle bir meseleyi anlatırken: “Olmaz olsun o!” Bir “olmazsa olmaz” var; o, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğudur, o olmazsa olmaz!.. Buna gelince, bu, “Olmaz olsun!” Olmaz olsun bu…

Fakirlerin cenneti fakirliğin küfre denk tutulması

Onun için, hadis-i şerifte “Ümmetin fakirleri, Cennet’e, zenginlerden beş yüz sene evvel girecekler.”deniyor. Öbürleri demek ki, Mahşer’de bekleyecekler veya A’râf’ta duracaklar. A’râf, Cennet ile Cehennem ortasında bir yer. Kur’an-ı Kerim’de A’râf ile alakalı değişik tefsirler var. Böyle “ortada” insanların durumunu ifade etmek üzere, merhum Cemil Meriç, günümüzün pek çok mü’minine “A’râftakiler” demişti. A’râftakiler; ne tam o cephede, ne de tam bu cephede… يَدْخُلُ فُقَرَاءُ أُمَّتِي الْجَنَّةَ قَبْلَ أَغْنِيَائِهِمْ بِنِصْفِ يَوْمٍ مِنْ خَمْسِ مِائَةٍ عَامٍ “Ümmetimin fakirleri zenginlerden (ahiret ölçüleriyle) yarım gün, beş yüz sene evvel Cennet’e girecektir.”buyuruyor.

Başka bir hadis-i şerifte, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu duası rivayet ediliyor: اللَّهُمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا، وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا، وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ “Allah’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak vefat ettir ve miskinler arasında haşret!..” Miskinlik, fakirlikten de öte bir şeydir; bir yönüyle, kumda sert yerde, bir hasır üzerinde yatma, yorgansız ve döşeksiz olma demektir. Onun için, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu anlatırken, “Mübarek yanları, yumuşak döşek görmemişti.” diye anlatırlar.

Hani Hazreti Ömer vakası meşhurdur: Îlâ hadisesi münasebetiyle, Efendimiz’in, zevcelerinden rahatsız olduğunu duyunca, Hazreti Ebu Bekir de, o da hemen koşarlar. Hazreti Ebu Bekir, kendi kızının, Âişe validemizin, canlar kurban mübarek anamızın yakasından tutar; Hazreti Ömer de kendi kızı Hafsa validemizin yakasından tutar; “Benim Efendim’i nasıl rahatsız edersiniz?” derler. Sonra, Efendimiz’in bulunduğu o daracık hücredeki cumba gibi yere gider; daracık, bu kadarcık bir yerde bulunan Efendimiz’in yanına çıkar. Efendimiz orada uzanmış duruyordur. Kalktığında, mübarek yanında hasırın bıraktığı izleri görür; gözyaşlarını tutamaz, hıçkıra hıçkıra ağlar. “Niye ağlıyorsun ya Ömer?” sorusu karşısında “Kisrâlar, Hüsrevler, Roma İmparatorları şöyle saltanat ve debdebe içinde…” -Bütün Firavunlar aynen; bugünkü manasıyla zırhlı arabalar içinde; onlar da o gün altın işlemeli eyerli atlar üzerinde, onların saltanatı da öyle. Ve yüz tane yaver-maver ile, koruyucu ile hareket ediyorlar.- “Ama Sen, Allah’ın Rasûlü ve Habibisin, Rasûl-i Zîşân’sın!..” Peygamber Efendimiz, hiç tavrını değiştirmeden şu yumuşak sözlerle mukabelede bulunur, hiçbir şey yokmuş gibi: أَمَا تَرْضَى أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا الْآخِرَةُ “Yâ Ömer! İstemez misin dünya onların olsun, âhiret bizim olsun?!.”

Evet, اللَّهُمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا “Allah’ım! Beni miskin olarak yaşat!” وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا “Miskin olarak vefat ettir.” Bilmiyorum nasıl bir kefen buldular; O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman nasıl bir kefene sardılar, bilemiyorum. Hani, Hazreti Mus’ab için denen bir şey vardı; sahabî ağlayarak anlatıyor. Uhud’da Efendimiz’in önünde Peygamber kalkanı. Bir dönemde de Peygamber sözcüsü. Bir sene içinde -o gün için- mütemerrid insanlardan, Medinelilerden kadın-erkek, çoluk-çocuk sadece Akabe’ye getirdiği yetmiş küsur insan… Genç, yüzüne bakmaya doyamazsınız, Yusuf-i sânî. Ama dünya zevki namına bir şey bilmiyor. Ömrü hep Rasûlullah’ın önünde -bir yönüyle- annesiyle mücadele ede ede, daha sonra Medine-i Münevvere’de ölümü göğüsleye göğüsleye geçen; başında kılıçlar kavis çizmesine rağmen, umursamadan, dediğini diyen Mus’ab İbn Umeyr. Uhud’da da Efendimiz’in önünde en son kahramanlığını, en son fedakârlığını sergiliyor. Kol yok, kanat yok, kelle kopmuş, bacaklar kopmuş. “Ee bir kefene sarıp da yerine koyalım.” diyorlar; arıyorlar ama bir kefen bulamıyorlar. Diyor ki sahabî: “Ayaklarını kapattığımız zaman, başı açık kalıyordu, başını kapattığımız zaman ayakları açık kalıyordu.”

Böyle yaşamışlardı. Gerçek yaşama adına örnekler sergilemişlerdi. “Gerçek yaşama, bu resim çerçevesinde oluyor!” demişlerdi. Zannediyorum Allah Rasûlü de buna benzer… İşte, belki aradılar, bir kefen buldular… Kurban olayım; biz kendi düşüncemiz itibarıyla, “Zümrütten zebercetten, altından, gümüşten örgülenmiş değişik şeylere Seni sarsaydık! Seni ölümsüzlüğün kucağına öyle atsaydık! Ruhunun ufkuna öyle yürüseydin!..” derdik. Ama zannediyorum O, bunlardan memnun olmazdı; “Hayır, ben halimden memnunum!” derdi; “Beni giydiğim bir elbiseye, sırtımda olan bir gömleğe -şayet- sarıp gömerseniz, o, benim hoşuma gider.” Çünkü öyle buyuruyor: “Allah’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür.” وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ “Miskinler zümresinde haşr u neşr eyle!” Bu, O’nun duası…

Bu, meselenin bir yönü; kalben fakirliği talep etme, dünyayı elinin tersiyle itme, dünya ve mâfîhâya kapalı yaşama… “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir!” Efendim, ârif odur; zahidin üstünde. Ama isterseniz, şöyle de diyebilirsiniz: “Dünya ve mâfîhâyı bilen “âşık” değil / Âşık oldur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir.” Sahib-i iştiyak; bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir… Öyle yaşamış ve ruhunun ufkuna üveyik gibi öyle kanatlanmış, öyle yükselmişti. Cenâb-ı Hak bizi, O’na bağışlasın, o ruh ile serfirâz kılsın!..

Bu, kalben itilecek şeyleri itmenin ifadesi ama bir de meselenin diğer yanı var: Bazı kimseler için, كَادَ الْفَقْرُ أَنْ يَكُونَ كُفْرًا “Fakirlik, neredeyse küfür olacaktı.”Hemen hemen… Dilden anlayanlar bilirler; “Kâde” (كَادَ) “ef’âl-i mukârebe” arasındadır. Ona “neredeyse” manasını verebilirsiniz, “hemen hemen” diyebilirsiniz. “Fakirlik, neredeyse, hemen hemen küfür olacak bir şey.”

Hafizanallah, bir yönüyle, Cenâb-ı Hakk’ın verdiğiyle kanaat etmezse bir insan.. bir öğün bile olsa, onu Allah’ın bir nimeti olarak görmezse şayet.. iki günde bir yemek bile olsa, onu Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak görmezse… Hafizanallah, böyle kanaatkâr olmayan bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini görmeyen bir insan, hafizanallah, farkına varmadan küfrün mâil-i inhidam olan kenarında bulunuyor demektir; neredeyse, hemen hemen o çukura yuvarlanacak demektir o.

Bakın, iki mesele birbirinden çok farklı. Birisi, öbür şeylere kanaat edip o mevzuda, onun dışındaki her şeyi elinin tersi ile itme. Beriki, bir yönüyle aç gözlülük yapma, verilen şeylere kanaat etmeme, “Hel min mezîd – Daha yok mu?!.” deme… Öbürü marifet, muhabbet, zevk-i ruhânî adına “Hel min mezîd! – Daha yok mu?!.” diyor, “Daha yok mu?”; marifet adına, aşk u iştiyâk-ı likâullah adına “Daha yok mu?!” diyor. Beriki de -zannediyorum- Kârûn gibi…

Bunu da yine Söz Sultanı ifade buyuruyor, diyor ki: “İnsanoğluna iki dağ altın-gümüş verilse, bir üçüncü dağı ister.”Hafizanallah, böyle, Cenâb-ı Hakk’ın verdiğiyle kanaat etmeyip “Hel min mezîd!” diyen.. bunlara eriştiği halde, bir tanesini yeterli bulmayan.. öbürünü yeterli bulmayan.. onu da yeterli bulmayan.. hatta bunlardan bir tanesi elinden gidince -Neûzu billah- belki de Cenâb-ı Hakk’a karşı küfre girecek şekilde nankör tipler vardır. İşte bunlar için Allah Rasûlü, كَادَ الْفَقْرُ أَنْ يَكُونَ كُفْرًا buyuruyor.

Dünyada îsâr ruhuyla yaşayanlar

Böyle, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek… Geldiğinde, alıp bir yerde stok yaparken bile niyet edip birilerine vermek, açları doyurmak, fakirlerin imdadına koşmak, Hazreti Osman-vâri, Abdurrahman İbn Avf-vâri, Hazreti Ebu Bekir-vâri…

Zengin bir aileye mensup idi Hazreti Ebu Bekir; fakat zannediyorum halife olduğu zaman esasen Sunh’ta kalıyordu. Medine’nin içinde oturacağı bir eve verecek kirası yoktu; onun için evi beş kilometre mesafedeydi, Medine’ye beş kilometre mesafede. Halife seçildiği zaman, hâlâ Sunh’ta koyunları sağarak geçimini sağlıyordu. Birinin koyunlarını sağarak geçiniyor, Halife… “Ben, milletin malını alamam!” diyor. Oysaki -zannediyorum- kendisine gelen şeyleri kabul etseydi, onun da bir eli balda, bir eli kaymakta olurdu. Fakat daha ötede bir şeyi var esasen…

Ruhunun ufkuna yürürken diyor ki: “Evimde bir testi var benim; bu testiyi benden sonra halife kim olur ise, ona götürün!”Ee halife, Hazreti Ömer efendimiz seçiliyor, intihap ediliyor. Kendisine testi götürülünce, onu kırıyor; içinden bir mektup çıkıyor: “Bana halkın orta seviyesi veya dûn seviyesinde bir maaş takdir etmiştiniz. Fakat birazı bana fazla geliyordu; ben araştırdım, baktım ki, bana halkın üstünde, sıradan insanın üstünde bir maaş takdir etmişsiniz. Onun için ben o fazlalığı bu testinin içine bıraktım. Onlar, hazinenin hakkıdır; benden sonraki halifeye teslim edin!”

Hazreti Ali’yi de öyle görürsünüz. “El-Adâletü’l-ictimayyetü fi’l-İslam” (İslam’da Sosyal Adalet) kitabında deniyor ki: Bazen yaz gününde kışlık elbise, kış gününde de yazlık elbise; ne bulursa onu giyiyor. Ama Türkiye kadar otuz coğrafyada hâkim bir devletin başındaki insan… “Yâ Emire’l-mü’minîn!” diyorlar… Gerçek Emîrü’l-mü’minîn… “Yâ Emire’l-mü’minîn, yaz gününde bu kışlık elbise?!.” “Ee nereden bulayım ben parayı da yazlık elbise alayım onunla!..” Bazen de kış gününde yazlık elbise, onu bulmuş; “Yahu bir kışlık elbise yok muydu, sen bu yazlık elbiseyle kış günü…” denince, “Ee nereden bulayım ben o parayı ki, kışlık elbise alayım?!” diyor. El-Adâletü’l-ictimayyetü fi’l-İslam (İslam’da Sosyal Adalet)…

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Cennet’in kapısının önüne gelince, malını-mülkünü, servetini infak eden zenginler…”Sizin bazı kardeşleriniz gibi… Şimdi onların malına-mülküne eşkıya el koydu. Okullar yapıyor, üniversiteler yapıyor, yurtlar yapıyor, “Fakir talebeler burada kalsın, barınsın, okusun; inanmış insanın eliti yetişsin!” falan diyorlardı. Evet, onlar zenginliklerini öyle değerlendiriyorlar. Diğerleri de o mevzuda hakikaten onların istediği, arzu ettiği kıvamda insanlar olarak yetişiyor; duyguları-düşünceleri, iman enginlikleri ile başkalarını da o çizgiye çekiyorlar, daha doğrusu Peygamber güzergâhına davet ediyorlar. Ve Cennet’in kapısında o zenginler ile yetişmelerine vesile oldukları âlimler karşı karşıya geliyorlar.

Ağniyâ (zenginler), ulemaya diyorlar ki: “Siz, âlimlersiniz, önce siz buyurun içeriye!” Âlimler de diyorlar ki, “Hayır, siz okullar yaptınız, yurtlar yaptınız, pansiyonlar yaptınız, bizi yetiştirdiniz; bu hak, sizindir; esasen sizin önce girmeniz lazım buraya!” Bu, îsâr ruhunu ifade ediyor orada… Herkes orada neyi hak etmiş ise, bir yönüyle o, ona karşı kullanılıyor. Onlar, “Siz ilim sayesinde bizi bu işe yönlendirdiniz; onun için biz, onu yaptık!”diyorlar. Diğerleri de diyorlar ki, “Bizim âlim olmamız mevzuunda siz bize destek oldunuz, imkânlar hazırladınız, biz de öyle okuduk, öyle elit sınıf olarak yetiştik!” Orada öyle bir îsâr ruhuyla, onlar onlara, onlar da onlara… En son ağniyâ, ulemâyı ikna ediyor; “Siz madem peygamberlerin vârislerisiniz, buyurun önce siz içeriye girin!”falan diyorlar. Şimdi o, öyle önemli bir yerdir ki, dünyada Pennsylvania’ya girmek, Sydney’e gitmek, New York’a gitmek, New Jersey’e gitmek, bilmem Everest Tepesi’nin başına çıkmak… Öyle değil!.. Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika hayatına mukabil gelmeyen Cennet’e girme mevzuunda bir îsâr ruhu, başkalarını kendine tercih etme ruhu orada sergileniyor.

Zenginlik-fakirlik ve hesap

Bu konuda bir de menkıbe… Menkıbelerde asla bakılmaz, fasla bakılır ama gerçekten öyle de olmuş olabilir. Harun Reşid, Abbasî halifelerinden. Yanında ulemadan Fazl’ı gezdirir; Fazl, Medine-i Münevvere’de Fudayl İbn Iyaz ile onu buluşturur. Fudayl İbn Iyaz (rahmetullahi aleyhi) hazretleri, Harun Reşid’e nasihat eder; Harun Reşid’i hıçkıra hıçkıra ağlatacak nasihatlerde bulunur: “Allah, sana bu imkânı verdi; bu serveti öyle kullanasın diye mi verdi? Sen, bir fakir gibi yaşamalıydın, esas milletini gözetmeliydin; İslam’ın dört bir yana yayılması, Ruh-u Revân-i Muhammedî’nin şehbal açması için ölesiye gayret sarf etmeliydin!..”Hıçkıra hıçkıra ağlıyor ama kendisi “Yahu yeter!” demiyor. Orada Fazl, “Yeter!” diyor, “Padişahı çok ağlattın, yeter!” diyor. Harun Reşid, bu işte. Böyleleri, yanlarında çok defa kusurlarını yüzlerine vuracak -Hâşâ Behlûl Dâne’ye palyaço demek doğru değil!- palyaço gibi insanlar bulundururlarmış; eskiden de öyle imiş, menkıbeler öyle diyor. Bunlar böyle birkaç takla atarlar, büyüklerin huzurunda, bir komiklik yaparlar, bir mizah yaparlar, sonra da onun bir kusuru yüzlerine vururlarmış.

Harun Reşid, işte onca saltanatın hâkimi; o gün Bağdat, İslam payitahtı; o, halife orada. O kocaman Bağdat, merkez; memleketin bir ucu Medine-i Münevvere’ye, Şam’a dayanıyor, bir ucu Mısır’a, Afrika içlerine dayanıyor, Anadolu’ya dayanıyor; o kadar servet ve zenginlik var. Behlûl Dâne, Harun Reşid’e “Sen bir fırını kızdır; oraya gidelim, ben sana göstereyim; nasıl…” diyor. Fırın kızdırılıyor. Artık fırının binası mı, yoksa içi mi kızdırılıyor; ateş söndürüldükten sonra mı diyor? “Sen, şuraya gir; Cenâb-ı Hakk’ın sana lütfettiği/verdiği şeylerin hesabını ver!” diyor. Oraya giriyor. İşte “Bağdat, -varsa- Basra, bilmem neresi, Belh…” falan demeden kendini dışarıya atıyor, ter-kan içinde.. Hesabını veremiyor… Bu defa Harun Reşid, ona “Ee pekâlâ sen gir, hesabını ver orada!” diyor. O da ateşli fırının içine giriyor; orada “Peynir-ekmek, don-gömlek!” diyor dışarıya çıkıyor. Peynir-ekmek, don-gömlek!.. Evet, onun o yanı; öbürünün de o yanı… Meşrû dairede olsa bile… Menkıbelerin aslına değil, faslına bakılır; bize ifade ettiği şeyler açısından değerlendirmek iktiza eder.

Cenâb-ı Hak, (fakirlik-zenginlik karşısındaki) konumumuzu onların (sahabe ve selef-i sâlihînin) konumu gibi eylesin inşâallahu teâlâ!.. Ben, olamadım; size onu tavsiye etmeye de hakkım yok!.. Gerçi dünyada bir dikili taşım olmadı, dünya zevki namına da bir şey bilmedim. İmamlık yaptığım dönemde… -Belki bunu söylemek doğru değil.- İmamlık yaptığım dönemde bile Üç Şerefeli Cami’nin penceresinde kaldım. O dönemde, zannediyorum, üç gün müydü, dört gün müydü, ekmek bile bulamadığımdan dolayı, bayram günü kürsüye çıktığımda, bir kaşık bal almıştım, bayılma geçirdim; meğer aç karnına bal bulantı yaparmış, kürsüde sürekli içim bulandı. Çünkü aldığım maaş belli idi; onunla Büyük Doğu alıyordum, Hür Adam alıyordum; dağıtıyordum onları. Beş tane geliyor ise, “On beş tane gelsin, onunu ben alayım.” diyordum; “Onunu ben alayım!” O gün böyle hizmet ediliyordu, “Onunu ben alayım.” diyordum. Öyle… Ama yine de…

Dikili taşın olmayabilir.. pencerede yatıp-kalkabilirsin.. bir tahta kulübe içinde, döşeksiz altı sene geçirebilirsin.. Fakat bunlar, Efendimiz’in hayatı, Ebu Bekir’in hayatı, Ömer’in hayatı gibi değil!.. Ben, nankörlük yaptım, onların yolunda yürüyemedim, hırz-ı cân edemedim!.. Herkes de kendi durumunu ona göre mukayese etsin!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Girdili-çıktılı aktarmalar ve suizan virüsü

Fethullah Gülen: Bamteli: Girdili-çıktılı aktarmalar ve suizan virüsü

  • En büyük kayıp, kazanma kuşağında kaybetmedir. Kaybedenler zaten kaybediyordur, Allah kurtarsın; fakat, mü’minlerin kaybetmesi çok acıdır. (00:55)
  • Şeytan, bir parça dahi olsun iyilik düşünmeyen, tamamen fesada kilitlenmiş ve kötülük duygularıyla dopdolu bir varlıktır. Cenâb-ı Hakk’a başkaldırdığı andan itibaren o, insanın en büyük düşmanı olmuştur. Şeytan ve insî-cinnî yardımcıları beşere en büyük zararı verebilmek için öncelikle insanlara en faydalı olan şahısları hedef alır ve onlara hücum eder. Bu hususla ilgili bir menkıbe anlatılır: Ehl-i dünya veya bînamaz bir insan camiin bahçesinden geçiyormuş. O esnada elinde bir sürü gem olan birisini görmüş. Yanına sokularak kim olduğunu sormuş. O da, “Ben şeytanım!” diye cevap vermiş. Bu sefer elindeki gemlerin ne işe yaradığını sormuş. Bunun üzerine şeytan: “Şu camide gönlünü Allah’a vermiş âbid insanlar var. Dışarıya çıktıklarında, onları o atmosferden uzaklaştırıp kendi peşimden sürüklemek için bu gemleri elimde tutuyorum.” demiş. Adam kendisi için de bir gemin olup olmadığını merak etmiş ve şeytana, “Benim gemim hangisi?” diye sormuş. Şeytan, “Senin için geme lüzum yok ki, sen zaten küçük bir işaretle arkamdan koştura koştura geliyorsun!” demiş. (01:55)
  • Şeytan, bir kısım kimselerin etrafında kötü bir atmosfer oluşturur; orada laubalîlik estirir, bâtılı tasvir ettirir, nefret hislerini alevlendirir ve insanın mahiyetindeki şehevî, gazabî duyguları harekete geçirir; böylece ağına düşürdüğü o şahısların bakışlarını bulandırır, başlarını döndürür. Evet, o vesveselerini sürekli üfler durur; onun insî borazanları da o üflemeleri yaldızlı sözlerle ve diyalektiklerle sese dönüştürürler. Aldatmak için yaldızlı (içi bozuk, dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler. Yani vahyeder gibi seri bir ima ve işaretle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. Bu açıdan da insî cinnî şeytanlardan gelebilecek hücumlara karşı latifelerimizi güçlendirmemiz, onlardaki nefsanî/şeytânî tuzaklara tepki gücünü artırmamız ve bu konuda Kur’an-ı Kerim’in talim buyurduğu üzere Allah’a sığınmamız gerekmektedir:

    وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ
    “Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından (atmosferimi kirletmelerinden) Sana sığınırım!” (Mü’minûn Sûresi, 23/97-98)

    Nitekim, “Kur’ân okumak istediğin zaman, o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl Sûresi, 16/98) mealindeki ayet-i kerime, İlahi Beyan’dan tam istifade edebilmenin bile öncelikle istiâzeye bağlı olduğunu ifade etmektedir. (06:55)
  • Şeytan, en olumlu işlerin içine girdiler yaparak onu bulandırmaya/karartmaya çalışır. Ehl-i dünya da bazen “girdi” bazen de “çıktı” yapmak suretiyle insanları aldatmaktadır. Siz güzel bir söz söylemiş, güzel bir tevcihte bulunmuşsunuzdur; fakat, başından sonundan onları biraz kırpınca kuyruğu gitmiş, kulakları kesilmiş, dudağı burnu koparılmış bir şey kalır ortada. (09:15)
  • Aramızda “Haziran Fırtınası” şeklinde maruf bulunan, “bant furyası” ya da “intikam almak için fırsat kollayan kimselere sünuh eden mevsim” de denebilecek olan günlerde girdili çıktılı montajların en çirkinleri hazırlanmıştı. Mesela; C, birilerinin nazarında çizgisi olmayan, istediği gibi yaşayan kafirin teki; fakat sen diyorsun ki “Arkadaş, ‘C kafirdir’ diyemezsiniz!” Sadece oradan o “diyemezsiniz”i kırptığında ne kalıyor geriye?!. “Falan kafirdir” kalıyor. (10:10)
  • Yine mesela bazı gazetecilerle otururken elektronik levhada bir cümle çıkıyor: “Bazen güç ve kuvvet insanı kör ve sağır hale getirebilir.” Tam o esnada gazetecilerden biri soruyor, “O ne demek?” Siz de “Bazen güç ve kuvvet insanı başkalarını hesaba katmaz hale getirebilir.” diyorsunuz. Fakat, onlar kendi duygu ve düşüncelerine göre, hakaret sayılabilecek bir tabirle, bunu ifade edince, karşı taraf “Nasıl böyle bir şey der?” diyor. Oysa ki siz belli bir cümleye bağlı olarak, farklı bir münasebetle, konjonktür farklılığı içinde bir şey söylüyorsunuz ama o şeyin yeri değiştirilince, konjonktür kayması olunca, atmosfer farklılaşınca o mesele farklı manalara geliyor. O mesele o farklı manalarla sunulunca bir sürü gönlü yıkmış oluyorsunuz. (12:00)
  • Biri hakkında kötü düşüncelere sahip olmaya “sû-i zan” denir. Cenâb-ı Hak, bir ayet-i kerimede, sû-i zannın çirkinliğini ifade sadedinde, “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı (ism) günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.” (Hucurât Sûresi, 49/12) buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki Nur Müellifi, dört büyük hastalığı sayarken, yeis, ucb ve gurur ile beraber sû-i zannı da zikretmiş ve insanın hüsn-ü zanna memur olduğunu belirtmiştir. (14:55)
  • Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ
    “Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa, gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât Sûresi, 49/6)

    Müfessirlere göre, söz konusu ayet, Benî Mustalik kabilesiyle alâkalı bir haber üzerine gelişen hadiseler münasebetiyle nâzil olmuştu. Velid bin Ukbe, Mustalik oğullarının zekat vermeye yanaşmadıkları ve Peygamber Efendimiz’le savaşmak için hazırlık yaptıkları şeklinde bir haber ulaştırmıştı. Bu haber karşısında çok heyecanlanan bazı sahabiler hemen saldırıya geçmek gerektiğini söylemiş ve âsilerin çabucak cezalandırılmaları istikametinde görüş beyan etmişlerdi. Haddizatında o birkaç sahabinin fevrîlikleri, Allah’ın dinine bağlılıklarından, kalblerindeki iman aşkından, küfre ve isyana karşı duydukları öfkeden dolayıydı. Mustalik oğullarının, Allah Rasûlü’nün emrine itaat etmediklerini ve zekat vermeye yanaşmadıklarını duyar duymaz, gönüllerindeki din gayretiyle hemen ayağa kalkmış ve Rasûl-ü Ekrem’e isyan eden bu kabileyle savaşmak üzere yola koyulma niyetlerini izhar etmişlerdi. Fakat, Allah Rasûlü (sallâllahu aleyhi ve sellem) onların savaş isteklerini hemen kabul etmemiş, önce durumun incelenip haberin doğru olup olmadığının tesbit edilmesi lazım geldiğini söylemiş ve bu vazife için de Hazreti Halid’i görevlendirmişti. Hazreti Halid (radiyallahu anh) gece vakti Benî Mustalik mahallesine varmış, gözcülerini onların arasına göndermiş ve kendisi de etrafı kontrol etmişti. Gözcüler geri dönünce, Mustalik oğullarının İslam’a bağlı olduklarını, onların ezanlarını duyduklarını ve namazlarını gördüklerini haber vermişlerdi. Sabah olunca Hazreti Halid bizzat Mustalik oğullarına gitmiş; onların kat’iyen isyan etmediklerini, biatlarını koruduklarını, zekatı bir vazife bildiklerini ve onu îfâ etmeye gönülden razı olduklarını görmüştü. Şahit olduğu manzara karşısında çok memnun kalan Hazreti Halid durumu Rasûlullah’a iletince, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) “Tedbirli davranmak Allah’tan, acele ise şeytandandır.” buyurmuştu. İşte, bu olayın akabinde hükmü kıyamete kadar kalacak ve benzer meselelerde müslümanlara hep ışık tutacak olan söz konusu ayet indirilmişti. (16:00)
  • Girdi ve çıktılar, en güzel sözleri bile hakiki manalarından uzaklaştırırır. Mesela, Rasûl -i Ekrem Efendimiz’in,

    رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ
    “Nice oruç tutanlar vardır ki, nasipleri sadece açlık ve susuzluktur. Nice namaz kılanlar da vardır ki, nasipleri sadece yorgunluk ve zahmettir.”

    hadisinde “nice” anlamına gelen “rubbe” kelimesi cümlenin başından koparıldığı zaman ortaya bambaşka bir mana çıkar. (20:50)
  • İçleneceği içleyen ve dışlanacakları da dışlayan her huzur eri, ihsas ve ihtisaslarını değişik şekilde ifade etse de, besteler ve nağmeler aynıdır. Zira onların mir’ât-ı ruhlarına akseden, tecelli-i Zât envârı ve sübühât-ı vech şuâlarıdır. Vâkıa, aynaların ve kabiliyetlerin istidat ve istiâblarına göre bazen duyuş, seziş ve seslendirişler farklı farklı olabilir; hatta bazı fıtratlar bu durumda iltibaslara da düşebilir; burada esas olan temkin, teyakkuz ve “usûlüddîn” prensiplerine bağlılıktır. Bize düşen ise, onlara ait bir kısım farklı iltibaslara mâkul birer mahmil bularak, böyleleri hakkında suizan kapılarını kapalı tutmak olmalıdır. Mesela, Muhyiddin ibn Arabi’nin vücud mülahazaları ve “Ene’l-Hak” diyen Hallac-ı Mansur hazretlerinin sözleri hüsnüzanla te’vile tabi tutulmalıdır. Ezcümle, Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, Şam’da baskıya uğradığı bir zaman ayağını yere vurur ve “Sizin taptığınız tanrı, benim ayaklarımın altındadır.” der. Bazıları onun bu türlü sözlerini ilhadına bir sebep sayarlar. Hâlbuki hazret, muhataplarının Karun gibi gönüllerini paraya kaptırdıklarını ve âdeta ona tapmaya başladıklarını düşünmektedir. Onların taptıkları bu tanrının, ayaklarının altında olduğunu ifade etmesinin ise, ayaklarının altında gömülü bulunan büyük bir hazineye işaret olduğu nice zaman sonra anlaşılmıştır. (21:52)
  • Biz hepimiz insanız; söylediğimiz sözleri başından kestikleri, sonundan kopardıkları, ortadan deldikleri zaman su-i tevile uğramayacak şekilde beyanda bulunamayız. “Ben öyle bir konuşayım ki ne girdilerle ne de çıktılarla beni mahkum edemesinler!” İnsanın gücü yetmez buna. Mesela siz (terör işleyen, canlı bomba olup masum insanların canına kasteden ve İslam’ın aydınlık yüzüne zift püskürten kimselerden bahsederken) diyorsunuz ki: “Böyle hainler, böyle aşağılık mahluklar var müslümanların içinde.. Yahudilerin içinde de böyle aşağılık mahluklar olmuştur.. Hristiyanların içinde de olmuştur. Bugün de var mı yok mu? ( ) Öyle müslümanları, Allah akıllarını başlarına getirsin, insaf versin, yoksa yerin dibine batırsın! Böyle davranan yahudiyi de Allah yerin dibine batırsın.” Fakat, bu cümlelerin başında zikrettiğiniz sıfatları ve şartları, mesela “Böyle davranan ” kaydını koparttıkları zaman geriye “Yahudîyi Allah yerin dibine batırsın!.. Musevîyi Allah yerin dibine batırsın!” kalıyor. Sonra “Konuşmanın falan dakika falan saniyesinde al sana bu kelimeler!..” deyip üstü üste vesika gibi şeyler yığmak suretiyle, bir de yanlış tercümelerle çok büyük kötülüklere ve suizanlara sebebiyet veriyorlar. Günümüzde bunları acı acı müşahede ediyoruz. Bütün bunlarda “tebyin”e gitmeme, arkasını araştırmama meselesi var. Demiyorlar “Orijinal bantta, sözün önüne arkasına bir bakalım! Girdi var mı, çıktı var mı?” Aceleci ruhlar ve zaten önyargılı/şartlanmış olan kimseler, hemen o ilk duyuma binaen bir hüküm veriyorlar; dolayısıyla düşmanlıklar, kinler, nefretler tetiklenmiş oluyor. (26:44)
  • Suizan bir hastalıktır; aynı zamanda o öyle bir virüstür ki siz onu ortaya attığınız zaman başkalarına da bulaştırmış olursunuz. (32:28)
  • Bir insan hakkındaki haberlerle ilgili hüküm verirken onun dünya görüşü, hayat felsefesi, durduğu yer ve o zamana kadarki gidişatına da bakmak lazımdır. Mesela; gönüllü olarak hizmete kendini vermiş ve adanmış insanların dünya adına dikili bir taşları yok. Bunlara yalvarsanız “Allah aşkına, peygamber aşkına, ne olur, gelin siz de siyasete girin, milletvekili olun, müsteşar olun, müdür olun.” deseniz, şöyle mukabele ederler: “Git Allahını seversen! Elhamdulillah her anlayışta bu işi temsil eden insan var. A istiyorsanız, A çizgisinde insan var; B istiyorsanız, B çizgisinde insan var Madem hemen her düşüncede insan var, onlar temsil ediyorlar bu işi; siz bunlardan hangisini yararlı görüyorsanız, ülkeye ve millete faydalı görüyorsanız, onu intihab edersiniz, seçersiniz. Fakat o işin içine girme, ille nemalanma, yararlanma, bir makam bir paye sahibi olma hırsıyla oturup kalkmak doğru değil. Mesleğimiz itibarıyla, Hazreti Pîr’in sözüne sonuna kadar sadığız: Euzu billahi mineşşeytani vessiyaseti: Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırız. Bu Allah’a sığınılacak bir şey değil, fakat biz, kendini i’lâ-yı kelimetullaha adamış, ruhunun âbidesini ikâmeye adamış insanlar, mesleğimiz itibarıyla ondan Allah’a sığınırız.” (34:52)
  • Bir de konumu itibarıyla insanlara bakıp öyle hüküm vermek lazım. Siz birisi hakkında bir şeyler düşünüyorsunuz. O elli yaşına girmiş, altmış, yetmiş, yetmiş beş yaşına girmiş ve o güne kadar bu mevzuda en küçük bir istekte bulunmamışsa, ondan sonra kalkıp onun hakkında olumsuz şeyler düşünmek sizde bir fikir inhirafının var olduğunu gösterir; siz hiç farkına varmadan bir düşünce kayması yaşıyorsunuz demektir. Bu itibarla da insanlar hakkında hüküm vermeden önce numara ve drop arama çok önemlidir; o zaman pek çok meselede “Bunlar, bu insanların diyeceği/edeceği şey değildir.” denecektir. (37:13)
  • Bize düşen şey; “Biz mü’minlerin bu türlü olumsuz şeylere tenezzül edeceklerine ihtimal vermiyoruz. Müslümanlara kötülük yapacaklarına, yaptıkları hizmeti engelleyeceklerine, yaptıkları hizmette onlara çelme takacaklarına ihtimal vermiyoruz.” mülahazası içinde meseleye yaklaşmak ve böylece musibeti/belayı ikileştirmemektir. (41:10)
  • Genel duamız şudur:

    يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لَناَ شَأْنَناَ كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْناَ إِلَى أَنْفُسِناَ طَرْفَةَ عَيْنٍ وَلَا أَقَلَّ مِنْ ذٰلِكَ
    “Yâ Hayyu, yâ Kayyûm (gerçek hayat sahibi ve kâinatı ayakta tutan), rahmetin hürmetine Senden yardım diliyoruz; her halimizi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar, hatta ondan daha kısa bir vakit olsun bizi nefsimizle başbaşa bırakma!”

    (41:54)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gizli enginlikleri bulunan sevgili kullar

Fethullah Gülen: Bamteli: Gizli enginlikleri bulunan sevgili kullar

Çay faslından hakikat damlaları: Baharı heceleyen nesiller

  • Karda kışta ve karanlıkta doğup neş’et etmiş insanlar, baharı yazı ve ışık dünyasını hiç bilemezler. Bilmedikleri için de bunların gelmesini ya da gerçekleşmesini beklemez, hatta hayal bile edemezler. (00:50)
  • Aramadın ki, bulasın! (03:20)
  • Ebu Hüreyre hazretleri Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

    مَنْ خَافَ أَدْلَجَ وَمَنْ أَدْلَجَ بَلَغَ الْمَنْزِلَ
    Ahiret hesabıyla alâkalı endişeleri olan kimse gece yolculuğuna çıkar ve yol boyu teyakkuz halinde olur. Yola gece erkenden çıkan da varacağı menzile mutlaka ulaşır. (Tirmizi, Kıyamet, 18; Müstedrek, 4/343)

    (03:33)
  • Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),

    بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ
    Bu din, kendisini bilmeyen, hâl ve dilinden anlamayan insanlar arasında neş’et etti. Bir gün gelecek, ilk ortaya çıktığı anki garipliğine tekrar dönecek ve bir kere daha gurbet yaşayacak. Müjdeler olsun gariplere!.

    buyurmuş; sonra da

    Onlar, bozguncuların yakıp yıktıklarını yapıp ıslah etmekle uğraşan kimselerdir.” diyerek garipleri tavsif etmiştir. (Müslim, İman/232; Tirmizî, İman/13)

    (04:54)
  • İslam’ın gurbetini ve ümmetin garipliğini vicdanında duyan muzdarip şair Mehmet Akif, “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”nde şu yanık nağmeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın dergahına yönelmiştir:

    Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed.
    Aylar bize hep Muharrem oldu!
    Akşam ne güneşli bir geceydi...
    Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
    Alem bugün üç yüz elli milyon
    Mazlûma yaman bir âlem oldu:
    Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;
    Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
    Beyninde öten çanın sesinden
    Binlerce minâre ebkem oldu
    Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum,
    İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
    Ümmeti bırakma böyle mazlum.

    (08:37)
  • Dert çok.. ama derman da var!..(09:26)

Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak tarafından sevilen kulların vasıflarını sayarken önce “takvâ ile serfiraz” ve “mâsivâdan müstağnî” olmayı zikrediyor; sonra da “gizli enginliklere sahip bulunma”yı nazara veriyor. Bir mü’minde gizli enginliklerin bulunması ne demektir? (10:30)

  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam)

    إِنَّ الله يُحِبُّ الْعَبْدَ التَّقِيَّ الْغَنِيَّ الْخَفِيَّ

    buyurarak, Mevlâ-yı Müteâl tarafından sevilen kulların üç önemli vasfını zikretmiş;

    Allah takvâ ile serfiraz, masivâdan müstağnî ve gizli enginlikleri bulunan kulları sever.

    mealindeki bu beyanıyla “takvâ”, “istiğnâ” ve “iç derinliğine sahip olma” özelliklerine dikkat çekmiştir. (11:05)
  • “Takvâ” kelimesi, gayet iyi korunma ve sakınma demek olan vikâye kökünden gelmektedir. Takvâ, kısaca “Allah’ın emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi” şeklinde tarif edilmiştir. Tam ihlasa ermek için her çeşit şirk şâibesinden sakınmak gerektiği gibi, kâmil takvâyı elde edebilmek için de şüpheli şeylerden de bütün bütün kaçınmak icap eder. Nitekim,

    Bir kul, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz!

    mealindeki hadis-i şerif gibi pek çok beyân-ı nebevî “sağâir” dediğimiz küçük günahlardan da kaçınmayı ve Kur’ân’ın “lemem” dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir. Bu açıdan, takvâ-yı tâmm, ancak küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden de sakınmakla elde edilebilir. (11:35)
  • Kâmil bir takvâyı temsil etmek, günümüzün şartları içinde çoklarına imkansız gibi gelir; dolayısıyla, meseleyi herkes için o çizgide ele almak dinin “teysir” (kolaylaştırma) ilkesiyle çelişir. Bu açıdan da bugün takvâ, -Nur Müellifi’nin yaptığı gibi- “farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma” tarifiyle ortaya konarak onun zarûrî ve câmi’ iki esası nazara verilmeli; takvâ dairesi bu denli geniş tutularak, hiçbir mü’minin dışarda kalmaması sağlanmalı; bununla beraber insanlar daha üst mertebelere ulaşma ümidiyle şahlandırılmalı ve herkesin iradî olarak adım adım kâmil takvâya doğru yürümesi temin edilmelidir. (13:30)
  • Hadis-i şerifteki, “ganî” kelimesi, “Allah’ın verdiği nimetlere kanaat ettiğinden kat’iyen başkasının eline bakmayan, hep müstağnî davranan, gönlü zengin, beklentisiz” manalarına gelmektir. (14:27)
  • Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, takvâ ve istiğna gibi iki mübarek vesileye derinlik katıp mahbubiyet yolunu bütün bütün açacak olan üçüncü bir husus zikretmektedir. En az ilk ikisi kadar ehemmiyetli olan bu vasıf, insanın iç derinliğine, gönül zenginliğine, ruh enginliğine sahip olması ve bunu bir sır gibi başkalarından saklamasıdır. Evet, bazı şeylerin gizli kalması matluptur; bunların başında da insanın iç derinliği ve şahsî faziletleri gelir; samimi bir kulun, mazhar olduğu hususî ihsanları mahfî tutması ve kendi faziletlerini sayıp dökmekten kaçınması gerekir. (15:17)
  • Sofiyye arasında “ebdâl” denilen insanlar bu hafî kullar zümresinden sayılabilir. Ebdâl, “bedîl” kelimesinin çoğulu olup temiz, safderûn, derviş adam mânâlarına gelen ve evliyâullahtan halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında kullanılan bir tabirdir. Bütün kötü hasletlerden sıyrılmış, mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekâvete karşı duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş bu hak erleri üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi “evliyâullah”dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselerdir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. (16:50)
  • Böyle müttakî, müstağnî ve hafî kulların Hazreti Mevlâ ile bambaşka münasebetleri vardır; onlara “sübjektif mükellefiyet kahramanları” dense sezâdır. Onlar, zaman zaman kendi nefislerinden dahi kıskanacakları aydınlık vakitlere ve sürpriz, eşsiz ilahî lütuflara mazhar olurlar. Ne var ki, Hak Dostları, Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu nurlu dakikaları ve o münevver zaman dilimlerinde lutfettiği ikramları, keşf ü kerametleri hep gizlemeye çalışırlar. Cenâb-ı Hakk’ın hususî teveccühlerinin ve o teveccühlerin değişik ikramlar şeklindeki tezahürlerinin saklı kalmasına çok dikkat eder ve bunları kimseyle paylaşmak istemezler. O’ndan gelen hususî ihsanların gizli birer armağan olduğunu düşünür ve bir sır gibi sadece Veren ile verilen arasında kalması gerektiğine inanırlar. Dolayısıyla, mazhar oldukları o fevkalâde hallerden kimseyi haberdâr etmemeye gayret gösterirler; yalana girmemeye ve insanları aldatmamaya da dikkat ederek, halk nazarında âhâd-ı nastan bir insan olarak bilinmek için olabildiğine sığ görünürler. (18:40)
  • Hakikat planında habibullah, Hazreti Muhammed Mustafa’dır (sallallahu aleyhi ve sellem); zılliyet planında ise,  bu müttakî, müstağnî ve hafî kullar da habibullahtır. Ehlullah'tan bazıları meseleye tedellî (en âlâdan başlayıp aşağı doğru gitme) zaviyesinden yaklaşmış ve “Allah sevmeyince siz sevemezsiniz; O sizden razı olmayınca, siz rıza ufkuna ulaşamazsınız.” demişlerdir. Onlar biraz da eşyanın perde arkasına göre hüküm verdiklerinden dolayı, Cenâb-ı Allah’ın hoşnutluğunun önce geldiğini, kulun Allah’tan hoşnut olmasının ise onu takip ettiğini söylemişlerdir. Nitekim ayet-i kerimelerde

    Allah onlardan, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. (Maide, 5/119; Beyyine, 98/8)

    denilmiş ve önce Allah’ın hoşnutluğu zikredilmiştir. Cenâb-ı Hak, Mâide Suresi’nin 54. ayet-i kerimesinde –meâlen– şöyle buyurmaktadır:

    Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi hakkıyla bilir).

    (21:27)
  • Derin olup sığ görünmek mü’minlik emaresi olduğu gibi, sathiliğine rağmen gizli enginliklere sahipmiş gibi davranmak da bir nifak alâmetidir. Halkın nazarında nice şişirilmiş insanlar vardır ki, onların Hak nezdinde sinek kanadı kadar dahi kıymetleri yoktur. Aksine, kapı kapı kovulan ve asla önemsenmeyen kimseler de vardır ki, onlar Hak katında mahbub ve çok değerlidir. İşte, asıl talihliler, “Dışıyla mukassî, içiyle muallâ; fevvâre değil, girdap gibi muammâ” olan bu müberrâ gönüllerdir. Muhbir-i Sâdık (sallallahu aleyhi ve sellem)

    Nice saçı başı dağınık insanlar vardır ki, bir meselede Allah’a kasem etseler, Allah onları kasemlerinde yalancı çıkarmaz. (Onların duaları kabul görür.) Berâ b. Malik bunlardandır.

    buyurmuştur. Sahabe efendilerimiz, Hazreti Berâ’nın dualarının çabucak kabul edildiğine o kadar çok şahit olmuşlardır ki, savaş meydanında sıkıştıkları bir anda gelip “Savaşı kazanacağımıza yemin et; Allah senin yeminini boşa çıkarmaz!” dedikleri rivayet edilmektedir. (27:50)
  • Duası anında kabul görenlerden biri de Sa’d b. Ebî Vakkas hazretleridir. Öyle ki, bir gün Kûfe sokaklarında yürürken bir adamın büyük sahabîlere sövüp saydığını duyar. Güzel konuşması, hakaret etmemesi için adamı uyarır. Saygısız adam inat eder. Bunun üzerine Hazreti Sa’d “Sesini kesiyor musun, yoksa beddua edeyim mi?” der. Adam, büsbütün küstahlaşır ve “Beni tehdid mi ediyorsun?” karşılığını verir. İşte o zaman Sa’d b. Ebî Vakkas ellerini açar ve “Allah’ım, şu adama haddini bildir; diğerleri de bundan ibret alsınlar, tâ ki böyle insanların aleyhine ulu orta konuşmalar olmasın.” diye dua eder. Daha aradan bir-iki dakika geçmeden nereden çıktığı bilinmeyen bir deve kalabalığın bulunduğu yere koşar, cemaatin içine dalar; birini arıyormuşçasına oraya buraya hamle yapar ve sonunda gidip saygısızca konuşan o adamı ayaklarının altına alır, üzerinde tepinir. Biraz sonra adamın acı acı feryatları kesilir ve etraftakilerin şaşkın bakışları arasında son nefesini de verir. (28:10)
  • Hak nezdinde mahbub ve makbul olma konusunda da Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz başta olmak üzere enbiyâ-yı izâm, hulefâ-yı râşidîn ve Berâ b. Malik ile Sa’d ibn-i Ebi Vakkas gibi sahabe-yi kiram efendilerimiz asliyet planında; sair evliya, asfiya, ebrar ve mukarrabîn zılliyet planında düşünülmelidir. Günümüzün garipleri de zılliyet planında (zılliyetin zılliyeti de denilebilir) o hâfî kullardan sayılabilir. Onların çoğu, takvâ ile serfiraz ve masivâdan müstağnî olmanın yanı sıra, “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu da gönlüne yerleştiren ve gizli enginlikleri bulunmasına rağmen olabildiğine mukassî görünen insanlardandır. Onlar, vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında iç dünyaları itibarıyla derinlerden derindirler; fakat, kendilerini aşmışlığın ifadesi olarak da her zaman halkın arasında onlardan bir fert ve aktif bir hizmet eridirler. Arz u semâda seçkin ruhlar pâyesiyle alkışlanırken dahi ciddî bir melâmet ruhuyla kendilerini sıfırlamasını bilirler. Bundan dolayıdır ki, bu güzel halleri, geri çevrilmez bir dua yerine geçmiş ve gittikleri yerlerde gönüllerin kapıları onlar için ardına kadar açılmıştır. (30:18)
  • “Sığ görünen deryalar” ve “hafî kullar” da diyebileceğimiz günümüzün karasevdalıları hakkında, Cenab-ı Allah’ın lütf u keremiyle, sevgi ve hüsn-ü kabul vaz edilmiş bulunduğuna en güzel delillerden biri olarak Hacı Ata’nın memleketinden gelen talebeleri gördüm. (35:04)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gönül Dili, Ramazan ve Referandum

/>Soru: 1) Farklı makalelerinizde ve bilhassa bir kısım insanların kin ve öfkeyle gerildiği demlerde, "Gelin Gönüllerimizle Konuşalım" çağrısında bulundunuz. Gönülle konuşmak ne demektir, bu çağrılar hangi mesajları ihtiva etmektedir?

Gönül Ufkunda Diriliş

Asırlar var ki, kalb dili ihmale kurban gitti

Enâniyet, Hak ve hakikat ile aramıza girdiğinden dolayı, kendi gönül dünyamıza küsuflar (güneş tutulmaları) yaşatıyoruz. Allah’tan bir kopukluk yaşanıyor ki, hiç sorma!.. Üç-beş temiz vicdan, bu mevzuda vicdanın güdümünde veya Latife-i Rabbâniye’nin güdümünde bir şeyler yapma cehd u gayreti içine -belki- girmişti ama daha yolun başında gulyabaniler önünü kesti; eşkıya, “Yürüyemezsiniz bu yolda!” dediler; şeytanın avenesi eşkıya…

Zihinler kirli, kalbler kirli, duygular kirli; deftere sürekli kir akıyor. Evet, bir Hak dostu “Bakma, yâ Rab, sevâd-ı defterime!” diyor. İkinci mısrayı ben biraz değiştiriyorum. “Yak -yakacaksan- onu, benim yerime!..”

Fakat o âdet-i İlahiye, öyle değil; defterde ne yazıyorsa ve hayat nasıl bir güzergâhta cereyan etmiş ise, öbür taraftaki muamele de ona göre olacaktır. Senin “Benim yerime defteri yak!” demenle durum hiç değişmeyecektir. Senin ahvâline, yaşadığın hayata, -esas- hayatında kalbin ile kendini ortaya koymana bakılacaktır. إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَمْوَالِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, sizi ona göre kıymetlendirmez. Bilâkis sizin kalblerinize, davranışlarınızdaki samimiyete bakar ve hakkınızda buna göre hüküm verir.” Bazı rivayetlerde وَأَعْمَالِكُمْ ziyadesi vardır. Allah, şeklinize-şemâilinize değil.. falan millet, filan milletten olmanıza değil.. falan konumda, filan konumda bulunmanıza değil.. onlara bakmıyor. وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ -Hutbede bahis mevzuu edilen- “kalb”lere bakıyor.. onun temayüllerine bakıyor.. ritminde her zaman “Hû!” sesinin duyulmasına bakıyor.. her zaman “O!” diyor mu kalb, her zaman mızrabı yemiş ve “O!” diye inliyor mu o kalb; ona bakıyor.

O “kalb dili” birkaç asır, belki üç asır, çok gerilerde kaldı; ihmale uğradı, terkedildi. Kazası icap ediyor; bulunduğunuz yerden geriye meseleyi işleterek mi, yoksa gidip tâ o günlerden başlayarak meseleyi yeniden inşâ ederek mi; hepsini kaza etmek gerekiyor. Namazda kazaların îfâsı adına Fıkıh’taki iki şekle binaen bunu söyledim: Kaçırılan şey, ya o vaktin namazından sonra kılınır veya önce edâ edilir. Önce kazaya kalan namazı, sonra o gün edâ edeceğinizi edâ edersiniz; hususiyle “sâhib-i tertib” için bu böyledir; yani namazı hiç kaçırmamışlar, kaçırılmaması icap edeni hiç kaçırmamışlar için… “Yanlış yapmışımdır, hatalı yapmışımdır; namazımı tam, olması gerektiğine göre kılamamışımdır; O’nun huzurunda tam kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunamamışımdır. Ben, bunları yeniden bir kere daha edâ etsem, çok iyi olur; alt tarafı bunun, her gün kıldığım namaza bir o kadarı da ilave etmektir; o kadar!..”

Ama duygu, düşünce ve -esas- gönle ait şeyleri tamir etmek, çok da kolay değil. Gönüllerdeki heyecan dineli asırlar oldu!.. Gözlerdeki yaşlar kuruyalı da asırlar oldu!.. “Asırlar” diyorum… Ve o nispette, bizim Allah’tan uzaklaşmamız da asırlar oldu. Kendi kendimize küsuflar yaşattık, hüsûflar (perdelenmeler, ay tutulmaları) yaşattık. Sırtımızı O’na dönünce, kendi gölgemize takıldık; o da enâniyetimiz idi. “Biz biliriz, biz ederiz; bizim bildiğimiz gibi olur!” dedik; bu yanlış “Bildim!”lere takıldık. Öylesine şeytanın arkasına bir takılma yaşadık ki, hiç sorma!.. Hafizanallah…

Çok küçük bir uyanma vardı. Sağdan-sola yatakta dönme gibi, başını yastıktan kaldırma gibi, bir etrafını temaşa etme gibi hafif bir uyanma vardı ve o, çok şey vadediyordu. Çünkü merkezde/başlangıçta atılan bir adım, çok şey ifade eder; o, sonra atılacak adımları atma adına çok önemli bir referanstır. Merdivenin ilk basamağına adımınızı attığınız zaman, şaka yapıyor olmadığınıza göre, çıkmaya karar vermişsiniz demektir. İşte o mülahaza ile bir “ilk adım” yaşanmıştı, ilk basamağa basılmıştı, daha ileri basamaklara eller atılmıştı ve niyetler -esas- o merdivenin veya o helezonun ya da o miracın son basamağında idi. Fakat neylersiniz ki şeytan, şimdiye kadar hemen her hayırlı işin içine bir şeyler karıştırıp kirlettiği gibi, bu meselenin içine de bir şeyler karıştırdı ve o kazanlar ile ifade edilemeyecek, deryalar ile ifade edilemeyecek ümit ve emel mecmuasını kirletti.

Gönül dünyasının dirilişe muhtaç olduğu bir dönem

Çok şey düşüyor bugün Hak ve hakikate dilbeste olmuş insanlara; çok şey düşüyor.. yeniden, gönül dünyası itibarıyla bir dirilme düşüyor.. bugüne kadar yaptığı şeyleri bir kirlenme kabul ederek, o kirlenmeleri gece kalkıp Rabbi ile baş başa kalarak gözyaşlarıyla yıkamak düşüyor.. seccadeleri ıslatmakla, başını ıslak seccadelere koymakla o kirleri yıkamak iktiza ediyor.

Onu hafife almayın, o gözyaşını hafife almayın; Cehennem’in dağlar cesametindeki kıvılcımlarını söndürecek “Kevser” de odur; belki Kevser’den daha kıymetlidir. Onun için denmiş: “Ağlamayan gözden Sana sığınırım, şeytandan sığındığım gibi!..”

Evet, öyle bir fasla yönelme sath-ı mâilinde, yolların ortasında, tercih etme durumunda bulunuyoruz. İsabetli bir tercihte bulunabilecek miyiz, bulunamayacak mıyız?!. Olduğumuz yerde mi kalacağız, kendimize mi takılacağız?!.

İmmün sistemleri çok zayıf… Bazen bir günlük bir zevk için, bazen kadın-erkek birbirine karışmayla hemen çöküveriyor immün sistemi.. gâye-i hayal, burada tuz-buz oluyor, silinip gidiyor.. bazen büyük bir işyeri.. bazen  bir başarı.. bazen bir pâye.. bazen bir makam.. bazen ellerin şakır şakır vurulması, bir “tasfîk”, bir alkış… Bunlar immün sistemini çökertiyor hemen. Bir yönüyle “iman” zedeleniyor, “âmel-i sâlih” kurumaya yüz tutuyor, “ihlas” arada kaynayıp gidiyor, “ihsan” görünmez oluyor, “aşk u iştiyak-ı likâullah” bütün bütün unutuluyor… İmmün sistemi, manevî anatomideki immün sistemi çöküyor.

İmmün sistemi çökünce insanın fizikî yapısında, bünye değişik virüslere açık hale gelir. Biraz evvel bahsettiğim şeyler de insanın manevî anatomisinin rükünleridir; onda da bir çökme olduğu zaman, manevi yapı hastalıklara açılmış olur. Değişik şeyler ile çöker o… Bazen bir günlük zevke.. bazen birkaç aylık zevke.. bazen birkaç senelik zevke.. bazen de bütün bir ömür bile olsa, bir ömürlük zevke/safâya -hafizanallah- yıkıveririz onu, çökertiveririz onu. Bu defa da şeytanî virüsler müsait buldukları o zeminde otağlarını kurar ve sürekli bizim nöronlarımıza mesajlar gönderirler; “Beni dinleyin!” derler. O kadar çok yanlış sinyal ile karşı karşıya kalır ki insan, ne düşüneceğini, ne edeceğini bilemez. Hatta bazen onları da çözemediğinden dolayı, “İyi mi, kötü mü?!” onların altında kalır, ezilir.

Onun için Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” Çoğaltabilirsiniz: Bir kulak kabartma, bir göz dikme, bir dudak oynatma, bir hiç öyle olmadığın halde öyle görünme, hiç öyle olmadığın halde öyle çalım çatma, hiç öyle olmadığın halde kendini öyle ifade etme… Bütün bunlar, insanı batıran şeylerdir. O Hazret de meselenin sadece çok önemli olan birkaç tanesini söylüyor ama siz, yüz tanesini sayabilirsiniz. “Enâniyet” diyor mu orada, “gurur” diyor mu orada, “kibir” diyor mu orada?!. Demiyor bunları. “Alkışlanma” diyor mu orada, “dünya sevdası” diyor mu orada?!. Bütün bu “pislik”leri, duygu-düşünce itibarıyla ayaklarının altına alıp, naatlar okuyarak veya münâcaatlar okuyarak, onların üzerinde raks etmeyince, insan, hakikate yönelmiş olamaz. Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork; bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir alkış, bir takdir, bir makam, bir pâye, bir mansıp, üç-beş kuruş bir şey, bir dünya rahatı, bir yiyip-içip yan gelip kulağın üzerine yatma… Bütün bunlar hayvanî vasıflar; onlarla batma!..

Oysaki Allah, insanı “ahsen-i takvîm”e mazhar yaratmış. O, bir mir’ât-ı mücellâdır; onda tecelli eden ve görülen bir meclâdır; o meclâda tecelli eden de O’dur (celle celâluhu). Onun için, إِنَّ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمَنِ “Allah (celle celâluhu) insanı, sûret-i Râhman’da yaratmıştır.” Yani; Rahmâniyetine bir ayna olarak yaratmıştır. O öyle muazzam bir varlıktır ki, bakılınca “Olsa olsa, Rabbe ayna, işte bu olabilir!” dedirtecek kadar. Buna “ahsen-i takvim” diyoruz.

İnsan, bu kadar şey almış ise, bence mutlaka vereceği şeyler de olmalı bunun karşılığında. Zaten demiyor mu Hazret, “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.” Allah’a yaptığımız kulluklar, bizim gelecekte alacağımız şeylerin mukaddimesi değil; bugüne kadar aldığımız şeylerin, O’nun verdiği şeylerin şükrü mukabilinde, O’na minnette bulunma mukabilinde, hamd u senada bulunma mukabilinde. Evet, biz, mükâfatımızı çoktan almışız; yaptığımız şeyler de onlara karşı sadece hamd u senâ ve şükürden ibarettir.

Doğru Müslümanlık

Müslümanlığın doğru yaşanmasını, Râşid Halifeler yaşantılarıyla ortaya koymuşlardır. Râşid Halifeler… Birinin döneminde şu andaki Türkiye kadar yirmi olan ülkeler fethedilmiş, insanlar sağdan hizaya gelmiş. Bir ikincisinin döneminde Türkiye kadar kırk… Fakat zannediyorum, hiçbirinin bir tane evi yoktu. Hiçbiri çocuklarından birini kayırmamıştı. Bunlar, ruhlarının ufkuna yürüdüklerinde bir dikili taş arkada bırakmamışlardı. Kendileri olarak Allah’a yürümüşlerdi. Kendileri olarak yürürken bile “Acaba bunun hesabını verebilir miyiz?!” mülahazası ile yürümüşlerdi. Gerçek Müslümanlığı, onlar temsil etmişlerdi ve Allah Rasûlü da onları nazara veriyordu: عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي، وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِSiz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” Sünnet; yol, yöntem demek. عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي Yolum, yöntemim… وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ Râşid, rüşde ermiş ve aynı zamanda hidayete otağlarını kurmuş; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali. Derecesine göre, sonra Sahabe-i kiram, sonra Tâbiîn-i ızâm, sonra -bir kavle göre- Tebe-i Tâbiîn-i fihâm. Ebu Hanifeler de bu son kategori içine girer. (Radıyallahu anhüm ecmaîn.)

İnsan, o çizgide hayatını sürdürdüğü zaman, yanılmaları öyle aza incirâr eder ki, Allah’ın izni-inayetiyle; Allah (celle celâluhu) onu yollarda yüzüstü bırakmaz. O güzergâhı takip ediyorsa ve o izlere basa basa yürüyor ise, hiç farkına varmadan, birden kendisini Cennet’in kapısının ötesinde/içeride bulur. Münker-Nekir, kabirde sual sormaya geldiğinde, “Buna sual sormaya lüzum yok!” derler, “Bu, yapılacak şeyleri, a’lâsıyla yapmış; a’lâsıyla yapmış!..”

Hazreti Ebu Bekir, bir halife, devlet reisi, Emîru’l-Mü’minîn idi. Halife ama Medine-i Münevvere’ye beş kilometrelik mesafede, başkalarının koyunlarını sağmak suretiyle geçimini temin ediyordu. Ve etrafındakilere şöyle demişti: “Halkın orta ölçekte veya en düşük ölçekte geçim standartları ne ise, bana o kadar maaş takdir edin; ben devlet başkanıyım ancak o kadarına hakkım var!” Fakat Hazret herhalde araştırdı, etti, ruhunun ufkuna yürüyeceği zaman. O iki sene, üç ay, şu kadar küsur günlük süre zarfında esas yaptığını yapmıştı; Cennet gibi bir dünyanın blokajını yapmış, statiğini hazırlamış ve arkadan gelen kahraman Ömer gibi bir âbide şahsiyete emanet etmişti. “Ben, emanete riayet ettim mi etmedim mi bilemem; fakat elimden geldiğince çırpındım durdum. Bundan sonra o emanetin emin emanetçisi sensin!” deyip ona vermişti.

Ve bir de yanındaki insanlar vasıtasıyla bir testi göndermişti. Devlet Reisi… Dev-let re-i-si gerçekten o. Şimdiki sahtekarlar, düzenbazlar, milleti aldatan Amnofisler, Ramsesler, İbnü’ş-Şemsler, Hitlerler değil!.. Evet, bir testi göndermişti kendinden sonraki halifeye, içine de bir kağıt yazmış/bırakmıştı: “Ben, araştırdım, ettim; halkın orta ölçekte veya dûn ölçekte geçimi için şu kadar şey veriliyormuş; şu kadar şey ile yaşıyorlarmış. Ben baktım; bana verilen maaş, onun üstünde. Bu fazlalar hazineye ait şeydir; ben onu, benden sonra işin başına geçecek zata emanet ediyorum!” O koca Ömer gözyaşlarını tutamamış, hıçkıra hıçkıra ağlamış; “Senden sonra Müslümanca yaşamaya âdetâ imkân bırakmadın!” demişti. Ama kendisi de onun berisinde yaşamıyordu/yaşamamıştı. Adım adım izler o ve o izler, adım adım Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın izleri.. O izler, Hazreti Cebrail’in izleri, Mikail’in izleri, İsrafil’in izleri.. O izler, insanı Allah’a ulaştıran izler… Adım adım o izlerde doğru yolu takip etmişlerdi. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatini bi-hakkın temsil etmiş, sırât-ı müstakimi bi-hakkın temsil etmiş ve sırât-ı müstakim ile varılacak yere varmışlardı. Onun için buruyor: عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي، وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ

O da darılmasın!..

O benim anam… Bazen, “Annem kıskanır mı?” diye aklımdan geçmiyor değil; çünkü onları, annemden çok seviyorum. “Hazreti Hatice!” deyince… Onu da salât u selamlarım içinde yâd etmeden geçersem “Ben, küstahın birisiyim!” diye düşünüyorum.

Âişe validemize “Anam!” derken… Anam kadar gözümde, hatta onun çok üstünde; anamı kıskandıracak kadar… Anam… Anamı kıskandıracak “Anam!” deme… Her “Anam!” deyişte, kalbin bir mızrap yemiş gibi inlemesi, öyle “Anam!” deme ona… Çünkü Sıddîk’ın kızı Sıddîka.. Peygamberin evinde âbide bir kadın.. dinin yarısını rivayet eden bir râviye… Beş bin küsur hadis rivayet ediyor; Buhari’de olan hadislerden fazla. Bu, sizin dininizin esası demek, Kur’an’ın yorumu demek, Kur’an’ı doğru anlamanın argümanları demek. Ve onları size emanet ediyor: “Alın bunları, birer argüman olarak kullanın, yanlış yollarda yürümeyin, düşe-kalka yürümeyin!”

İşte bu anam diyor ki: “Bazen hilale bakardık, bir geçerdi, bir ay; Recep geçerdi, Şaban geçerdi, Ramazan geçerdi, bizim evimizde sıcak su kaynamazdı.” Soruyor yeğeni “Ne ile geçiniyordunuz?” “El-Esvedeyn” diyor, “İki siyah ile”. Buna tağlîb tariki deniyor; esasen iki şeyi bir araya getirince, bir ad ile ifade ediliyor. Burada da “iki siyah ile” deniyor. Esasen siyah olan “hurma”, galiba Acve hurması, o kerametli bir hurma; diğeri de “su”. “Mâeyn” de diyebilirdi burada, bu defa da hurma, mâ ile beraber zikredilmiş, tağlîb tarikiyle o ona ircâ edilmiş olurdu. “El-esvedeyn; iki siyah ile geçiniyorduk!..”

Ömür boyu, hayatlarını böyle geçiriyorlar. “Ben Mü’minim! Mü’minlerin serkârıyım, Emîrü’l-mü’minîn’im!” diyen, böyle dediği halde Kârûn gibi yiyen.. öyle diyen, Kârûn gibi yiyen.. öyle diyen, Kârûn gibi yaşayan insanlara binlerce “Yuf!” olsun!..

Müslümanlık, iddia değildir

“Mü’min kimdir?” إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ “Görüldüğü zaman, Allah’ın hatırlandığı insandır.” Mü’min, odur; ahsen-i takvîm âbidesidir, mir’ât-ı mücellâdır. Ve tabii hepsinin üstünde esas bir mir’ât-ı mücellâ var ki, O, mutlak manada “Kamil İnsan”dır. “Bir âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür, dâim.”Sallallâhu aleyhi ve sellem.

Günümüzde yeniden kalbimize yönelme.. belki, Latife-i Rabbâniyeye yönelme.. cismâniyetten sıyrılma.. hayvaniyeti bırakma.. bir beden hayatı yaşamayı bırakma.. kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme… O kalb ve ruh rasathanelerine yükselmeyince, görülecek şeyleri de insan göremez, esasen.

Ha ne için bugün bu konular ele alınıyor? Hiç farkına varmadan, Cenâb-ı Hak, bir kısım hayırlara muvaffak kıldı, onu inkâr etmiyorum ben. Merdivenin ilk basamağına adım atılmıştı.. niyet hâlis idi.. “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” hadis idi.. إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ “Ameller başka değil ancak niyetlere göre kıymet kazanır.” hadis idi. Dolayısıyla, o merdivenin başına, o merdivenin üst tarafına çıkılmak ile varılacak yere çıkılacak idi. İlk basamağa veya ikinci basamağa ya da üçüncü basamağa adım atılmış idi. Belli idi; o insanlar, işi sonuna kadar götürecekler idi. -Antrparantez: Cenâb-ı Hak, niyetlerinin mükafatlarıyla onları taçlandırsın inşâallah, hepinizi taçlandırsın inşâallahu teâlâ.-

Şimdi bu türlü önemli şeylerde, Cenâb-ı Hak, muvaffak kıldı. Belki hiç farkına varmadan, bu şeylerin bazılarını kendimizden bilmiş olabiliriz. “Ben bir yerde elime kazmayı aldım, manivelayı aldım; bir okul, bir üniversite yapmak için orada bir ırgat gibi, bir amele gibi çalıştım ve Allah’ın izni ile…” Bakın, böyle de diyebilirsiniz: “Allah’ın izniyle bu müesseseyi kurduk!” falan diyebilirsiniz; yaptığınız şeyi “maşaallah”lı, “inşaallah”lı, söyleyebilirsiniz. Fakat zihninizin ucundan azıcık “Ben yaptım!” mülahazası geçiyor ise, enseden bir tokat yemeye müstahak olursunuz.

Bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı Sübhâniyesini O’ndan bilmek suretiyle, işin artırılmasını ona bağlamak lazım. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım.” (İbrahim, 14/7) “Şükrederseniz, ‘Allah’ım, Sen’den!’ derseniz, Ben de nimetlerimi artırırım, verdiğim şeyleri katlayarak veririm, müzâaf veririm, mük’ab veririm, mük’ab der mük’ab veririm; iki katlı, üç katlı, dört katlı, on katlı veririm.” Hazineleri zengin… Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri, sizin beklediğiniz şeyler ile dolu; Hazreti Cüneyd’e buyurduğu gibi, ibadet u taat ile dolu. Sizin ibadet u tâatinize Allah’ın ihtiyacı yok; maksadınız O’nu hoşnut etmek ise şayet, kendinizi küçük görün ve amelinizde ihlaslı olun!.. Yaptığınız her şeyi Allah için yapın!.. Hazreti Pîr’in ifadesi ile “Allah için işleyin, Allah için başlayın, Allah için konuşun, Allah için görüşün; lillâh, li-vechillah, li-eclillah rızası dairesinde hareket edin. O zaman ömrünüzün saniyeleri, seneler hükmüne geçer.”

Bakın, nasıl bereketli bir kazanç bu; nasıl “bir”ler “bin” oluyor. Öbür türlü, o meseleyi azıcık kendimizden bildiğimiz zaman, hiç farkına vardan “bin”i bir etmiş oluruz. Fakat onu Sahibine verirseniz, “O’na binlerce hamd u senâ olsun; birer aktör olarak bizi bu mevzuda Kendi kader programı çerçevesinde kullandı.” -Hâşâ, ‘senaryo’ demiyorum ben, ‘Kader programı içinde kullandı.’ Demeyi tercih ediyorum.- “Kullanana can kurban!” derseniz şayet, Allah, o zaman sizin birinizi bin yapar.

Evet, zerre kadar kendine bir hisse ayırdığın zaman, hiç farkına varmadan, Allah ile münasebetlerin açısından binleri bir etmiş olursun, belki sıfırlamış olursun. Bütünüyle kendinden biliyorsan, sıfırlamış olursun. Kendini sıfırladığın zaman, Cenâb-ı Hakk’ın sana lütfettiği şeyler karşısında; o zaman da o sıfırın sol tarafına bir rakam konmuş, sıfırlar da çoğaltılmış, dolayısıyla “on” olmuş, “yüz” olmuş, bir üçüncü sıfır konmuş ise “bin” olmuş, bir dördüncü sıfır konmuş ise “on bin” olmuş olur. Allah’ın hazineleri geniştir. لاَ حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” لاَ حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka yoktur. İşte Cennet hazineleri bunlardır.” buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Bir zift kaynağı

Nefis, bir yönüyle, insan mahiyetinde şeytanın şifrelerini çözen şifre memuru gibi bir şeydir. Şeytan, sürekli sinyaller gönderir; nefis, şeytandan gelen o sinyalleri çözer kendine göre, insan hiç farkına varmaz. Dolayısıyla kalbin kapılarını ona açık bıraktığın takdirde, o gelir, oraya otağını kurar. Orada senin alacağın şeyler, sadece şeytanın sinyalleridir; nefis, onları çözüyor: “Di-di-da-dıt / da-da-dıt…” Ondan sonra sen de ona göre hareket ediyorsun. Orada şifre memuru o, nefis; o da şeytan.

Fakat nefis, “Nefs-i Emmâre” olmaktan, “nefs-i hayvanî” olmaktan, yani yiyip içip yan gelip kulağı üzerine yatmaktan kurtulur ise, birinci basamağa çıkılmış oluyor ki, ona “Nefs-i Levvâme” deniyor. Yaptığı bazı şeyleri kınayan, sorgulayan, en iyi işlerinde bile “Bu iş, biraz bulanık çıktı!” diyen/diyebilen nefis. Bu, yavaş yavaş o istikamette bir adım atma demektir.

Bazıları, bu arada, bir “Nefs-i Mülheme” meselesi de oraya koyuyorlar. Siz, bu mülahazaya yükseldiğiniz zaman, kendinizi bu istikamette sorguladığınız zaman, Cenâb-ı Hakk’ın ilham esintileri ile karşı karşıya kalırsınız, destek alırsınız O’ndan. Allah’tan destek alıyor iseniz, Allah’ın izniyle, inayetiyle devrilmezsiniz, yolda kalmazsınız, yüz üstü sürünmezsiniz. Bazıları bu “Mülheme”yi araya sokuyor.

Fakat bazıları da doğrudan doğruya “Nefs-i Levvâme”den sonra, “Nefs-i Mutmainne”ye geçiyor. İtmi’nâna ermiş nefis… Bu da tezekkür ile, tefekkür ile, tedebbür ile, ibadet u tâat ile, Allah’ı anmak ile, sohbet-i Cânân ile olur. Nefs-i Mutmainne… الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Onlar, imân eden ve kalbleri Allah’ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.”(Ra’d, 13/28) Dikkat edin, kalbler/nefisler, ancak Allah’ı yürekten anmakla oturaklaşır.

Alvar İmamı’nın dediği gibi diyeyim; bende o kalb yok ama o derken böyle -haşyetle kıvranır gibi- لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ derdi; âdetâ herkesin kalbinde de mızrap yemiş gibi bir ses duyulurdu. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ Mızrap yemiş bir kalb gibi… “Sen’den başka Ma’bûd-u bil-hak, Maksûd-u bil-istihkak yok! Sen varsın, ey Ma’bûd-u Mutlak, ey Maksûd-u Mutlak, ey Sübhân-ı Mutlak, ey Mezkûr-u Mutlak. Mutlak, mutlak, mutlak; Sen Mutlaksın. Ben ise sadece Senin karşında, Senin yarattığın değişik şeyler ile mukayyed; mukayyedin tekiyim! Bir an, Senden gelen tecelliler kesilirse, ben sıfır ibn sıfır, zero ibn zero olurum.”

Nefis, böyle bir şey ama “Mutmainne”ye gelince, أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin!” أَلاَ tenbih edatı. “Dikkat, bak, dikkat kesilin!.. Kalbler, Allah’ı anmakla itmi’nâna -yalın Türkçe ile “oturaklaşma”ya- ulaşır.” Dolayısı ile -bir yönüyle- o kalb, otağını kurması gerekli yer nere ise, otağını oraya kurar.

Bazıları bunun üstünde bir “Râdıye/Mardıyye” makamından bahsediyor. Bazıları da o “Mutmainne”nin bir yanına “Râdıye”, bir yanına da “Mardıyye” diyorlar. “Râdıye” şu demek: Siz, Allah’tan razı oluyorsunuz, “Allah’ım! ‘Gelse celâlinden cefâ / Yahut cemâlinden vefâ / İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..’ Razı oldum!” diyorsunuz. رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا Hadis-i şerif; “Rabb olarak, Sen’den razıyız; hepimiz razı olduk!”Mazi kipi ile ifade ediliyor; “Tâ dünden razıyız; dünden razıyız.” “Dünden razıyız.” fiil olduğundan dolayı, “Bugün de razıyız.” demek oluyor. Bir de mazi kipi ile ifade edilmesi, “vukuu muhakkak” manasına geliyor; hani dünden/ezelden razı olduğumuz gibi, ebede kadar da o rıza çizgisi işini devam ettireceğiz, Allah’ın izni ile… Bir söz verme: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ “Rabbimizin rubûbiyetinden, din olarak İslam’dan ve İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinden hoşnuduz.” Rabb olarak, Sen’den razıyız; din olarak İslam’dan da razı olduk; elçi ve nebi olarak da Senin elçinden/rasûlünden hoşnuduz, razı olduk!..

Fakat ehl-i tahkike göre, Cenâb-ı Hak, sizin niyetiniz ve yapacağınız şeyler açısından sizin hakkınızda rıza takdir buyuruyor. O (celle celâluhu) -bir yönüyle- rıza tecelli dalga boyunda size baktığından dolayı, siz, O’ndan razı oluyorsunuz. Dolayısıyla O da rızasını pekiştiriyor sizin hakkınızda; siz Allah’tan razı, O da sizden razı. Râdıye, Mardıyye… Bazıları bunu Nefs-i Mutmainne’nin iki kanadı şeklinde mütalaa etmiş; bazıları da “Bir basamak o, bir diğer basamak da o.” demişler. Bu suretle, Mülhemeyi de meseleye katacak olursanız, esasen, nefs-i hayvanî ve Nefs-i Emmâre’den sonra dört tane nefis mertebesi var.

Nefis, ciddi bir seyr u sülûkla müzekkâ hale gelebilir.

Bir de hususî mevhîbe-i ilahiye olarak “Nefs-i Zâkiye ve Sâfiye” var. Allahu a’lem, başta enbiyâ-i ızâm olmak üzere, sonra onların hakiki vârisleri; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi insanların nefisleri… Belki daha aşağıya doğru geldiğiniz zaman… “Aşağı” demek ne demek? Yani, onlar yine her birerleri Kutup yıldızı gibi, bizim başımızın çok çok çok çok çok üstünde… Hazreti Şâh-ı Geylânî gibi, Şâzilî gibi, Necmeddin-i Kübrâ gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî gibi, Mustafa Bekrî-i Sıddîkî gibi, İsmail Hakkı Bursevî hazretleri gibi, İmam Zeynülâbidîn gibi, İmam Cafer-i Sâdık gibi, gibi, gibi… Hacı Bayram Veli hazretleri gibi, Zembilli Ali efendi gibi, Pîr-i Küfrevî gibi, Alvar İmamı Muhammed Lütfî efendi gibi, İhramcızâde İsmail efendi gibi, gibi, gibi, bir hayli Hak dostu… Bunlar, bir yönüyle, birer mir’ât-ı mücellâdır; baktığınız zaman, size Allah’ı hatırlatırlar. إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ Onlara baktığınız zaman, Allah’ı hatırlarsınız. Görüldükleri her yerde, insanlara “Allahu Ekber!” dedirtirler bunlar.

Ve öyle idi; bakışlarıyla, göz irisleriyle ifade ederlerdi, yüzlerindeki takallüsler ile ifade ederlerdi, el-ayak hareketleri ile ifade ederlerdi, ürpertileri ile ifade ederlerdi, inlemeleri ile ifade ederlerdi. Bunlar, bir yönüyle, o Sâfiye ve Zâkiye’nin hakiki manada temsilcilerinin yanında, izafî ve nisbî manada o Safiye ve Zâkiye hakikatinin temsilcileri idi. Allah, onları “müzekkâ” kılmış; yani, tezkiye-i nefse onları muvaffak kılmış.

Tezkiye-i nefis… Hazreti Pîr’in verdiği ölçüler içinde, tezkiye etmemek suretiyle, kendisini gırtlağına kadar pislik içinde yaşıyor gibi görmek suretiyle, “Benden de insan olur mu?” demek suretiyle… Elli defa hacca gitmiş, gelmiş ve her defasında Kâbe’yi tavaf ederken bayılmış. Hacerü’l-Es’ad’i öperken bayılmış. “Esved” yerine “es’ad” diyorum, “Hacerü’l-Es’ad” diyorum ben; “saadetli taş, saadetin tâ kendisi olan taş” demek. Hacerü’l-Es’ad’i öperken kendinden geçmiş. Mültezim’e yüzünü koyduğu zaman hıçkıra hıçkıra ağlamış. Antrparantez arz ediyorum; ben oraya başını koymuş ağlayan insanlar gördüm. Hâlâ aklıma gelince, gözlerim dolar. Orada, hıçkıra hıçkıra ağlayanlar, gerçekten Cenâb-ı Hakk’a gönül vermiş insanlar görürsünüz. İşte, olmuş ise böyle bir şey, Hazreti Pîr’in ölçüleri içinde -başkası kullanmıyor onu- “tahdîs-i nimet” nev’inden, “Allah Allah! Benim gibi bir insana böyle şeyler lütfedilmez ama Allah’ın rahmetinin vüs’atine hayret ediyorum! Ne büyük, Allah (Celle Celâluhu)! Benim gibi insanlar -esasen- sırtına semer vurulması gerekli olan varlıklar; fakat gel-gör ki, onlara atlastan cübbeler giydiriyor.”

Zaten o da öyle diyor hani!.. “Nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, ‘Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.’ Eğer sen tevazukârâne desen, ‘Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?’ O vakit küfrân-ı nimet olur.” Estağfirullah, nerede güzellik?!. Böyle demek, Allah’ın nimetini inkârdır. Doğrusu, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.” demektir. Evet, güzel oldun fakat güzellik, o hil’ata, o cübbeye ait, dolayısıyla da o cübbeyi Giydiren’e ait; sendeki güzellik, izafî bir güzellik…

“Safiye” de dupduru, içine hiçbir şey karışmamış… İşe başlarken arz ettim: Günümüzde içimize, yani kazanlar dolusu, ambarlar dolusu hayrın içine, nefs-i emmâre veya şeytan ya da siyasîler vasıtasıyla bir damla pislik düşünce -bir dam-la pis-lik- kazanlar dolusu, ambarlar dolusu, tertemiz şeyleri, balı kaymağı berbat eder, hafizanallah. Evet, o işin sâfî kalması, içine hiçbir şey karıştırmamaya bağlıdır ki, ismet-i mutlaka, masumiyet-i mutlaka, iffet-i mutlaka enbiyâ-ı ızâma has bir şeydir; onlar içinde de mutlak manada kâmil olan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a aittir.

Zaten insanı yükselte yükselte, esas getirip O’na bağlıyoruz: Zirve İnsan, Âbide İnsan, Gerçek İnsan-ı Kâmil, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’dir. بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu ümmet-i Muhammed’e ki, öyle, devrilmez/sarsılmaz bir Sütun’a, Allah ile irtibatlı bir Sütun’a dayanmışlardır.” (İmam Bûsîrî) Müjdeler olsun bize ki, öyle sarsılmaz, kırılmaz, devrilmez, mübarek, nurânî, bir ucu Miraç’ta, tâ gökler ötesinde ve bir ayağı da sizin/bizim içimizde sağlam/sarsılmayan bir Sütuna dayanmışız. Müjdeler olsun bize, devrilmeyen, kırılmayan bir Sütuna dayanmışız.

Cenâb-ı Hak, o Sütunun arkasında, estağfirullah, o zebercet Sütunun arkasında, o İnsan-ı Kâmil’in arkasında son nefesimize kadar, hatta ondan sonra ahirette de Livâu’l-Hamd isimli sancağı altında haşr ü neşr eylesin!.. Ve O’nunla beraber Cennet’te, Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı sübhanîyesine kaşık çalmakla şereflendirsin!.. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Gönüllere Tûbâ-i Cennet çekirdeği

Fethullah Gülen: Gönüllere Tûbâ-i Cennet çekirdeği

Kötülüklere karşı iyilikte bulunmak ihsandır

Bir taraf olabildiğine kabul edici, sinesini açıcı, herkesi bağrına basıcı olmalı. Diğer taraf dirense bile belli bir süre sonra sizin atmosferiniz içinde onlar da yumuşayacaktır. İnsanlara, kötülükle değil iyilikle mukabele edilmesi gerekir. Kötülüklere karşı iyilikle mukabelede bulunun. İyiliğe karşı iyilikle mukabelede bulunmak ihsan değildir. Kötülüklere karşı iyilikte bulunmak ihsandır.

Adanmış insanların vazifesi, tûba-i cennet çekirdeğini nemalandırmak suretiyle suri Müslümanlıktan, şekli Müslümanlıktan, taklidi Müslümanlıktan sıyırıp insanları kalbî hayata yükseltmektir.

Bir tek insanın gönlünü yeşertiyorsanız dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır

Bir tek insanın gönlünde tuba-i cennet çekirdeğini inkişaf ettiriyorsanız, bir tek insanın “Bir toplumun, bir heyetin, bir milletin” demiyorum, bir tek insanın gönlünü yeşertiyorsanız, bu dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.

Bir tek insanı bu hale getirme istikametinde içiniz kan ağlarken diğer taraftan demet demet tebessümlerinizle etrafa gül demetleri sunuyorsanız, bir tek insan mevzuunda bu kadar çırpınıyorsanız, bu yığın yığın koyunlardan daha hayırlıdır; zayıf hadis ifadesiyle, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlıdır.

Haçlı seferlerinden daha beter durumdayız

Bu dönemde aile fertlerinin dahi birbirine düşman edilmesi nedeniyle Haçlı seferlerine rahmet okutturacak bir tabloyla karşı karşıyayız. Topyekün İslam dünyasında, kendi ülkenizde bile, o korkunç ayrıştırmalar, insanları birbirine düşürmeler O zaman böylesine bir tablo yoktu.

Kur’an surları adına her şeyin yıkıldığı bu dönemde size büyük vazifeler düşüyor. Diriliş erleri için yapılacak çok şey var.

Köksüz birer ağaç gibi devrilecekler

Allah, sahabenin yaptırdığını size yaptırtıyor. Sahabenin yaptığına karşı çıkanlar olsa olsa şeytanın çırakları olabilir. Zulm ile abad olanın sonu berbat olur. Allah zalimi imhal etse de ihmal etmez. Yakında onlara acıyacak duruma geleceksiniz. Bir yönüyle köksüz birer ağaç gibi devrilecekler. Bir bir devrilecek ve sizden yardım, medet, istiane bekliyor gibi acı acı yüzünüze bakacaklar. Esas haklarında ağlanacak birileri varsa onlardır.

Zalimlere eyvallah etmemeli, özür dilememeli

Her devirde inananlara zulmeden zalimler olmuştur. Her zaman hakkın aleyhinde böyle densiz insanlar olmuştur. Her devirde bir kısım Rum Mehmetler çıkacaktır, diğer insanlara kan kusturacaktır, ızdırap çektirecektir.

Bin türlü bela gelse, çarpsa, toslasa, götürüp darağacında assalar bile tebessümle öbür tarafa yürümeliyiz. Darağacına götürdükleri zaman size tebessüm eden Azrail’i görüyor gibi tebessüm ederek öbür tarafa yürümeli. Ama asla Rum Mehmetlere, zalimlere eyvallah etmemeli. Özür dilememeli, hata ettik dememeli. Hata etmediniz. Hatayı başkaları yaptı siz değil.

Unutmamalı, bir mü’min asla bir zalimden özür dilemez.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gruplar Arasında Vifak ve İttifak

Soru: Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer gibi sahabi efendilerimizden itikadî ve amelî mezheplerin imamlarına kadar, seleflerimizin farklı mizaçlarda oldukları düşünülürse, mü'minlerin muhtelif meşrebler etrafında toplanmaları ve değişik hizmet metodları geliştirmeleri tabii görülebilir mi? Bu farklı meşreblerin, ihtilaf ve iftirakı netice vermemeleri hangi hususlara bağlıdır?

Gücün kapıkulu fetvacılar ve ısmarlama iftiralar

Gücün kapıkulu fetvacılar ve ısmarlama iftiralar

Nezaket ve inceliğiyle melekleri dahi imrendiren insanlar da var, kabalık ve küstahlığıyla şeytanları bile ürperten kimseler de!..

Tabiat-ı insâniyede çok korkunç sukût etmeler de var; hayvanın altına düşmeler de var. Ben mi söylüyorum? Kur’an buyuruyor: لَهُمْ قُلُوبٌ لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ بِهَا أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُولَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ “Onların kalbleri vardır, fakat onlarla meselelerin özüne inip gerçeği idrak edemezler; gözleri vardır, fakat onlarla görülmesi gerekeni göremezler; kulakları vardır, fakat onlarla duyulması gerekeni duyamazlar. Bu halleriyle onlar, küçük veya büyükbaş hayvan sürüsü gibi, hatta onlardan daha çok insiyaklarına tâbi, yol bilmez ve güdülmeye mahkûmdurlar. Onlardır gerçeklerden bütünüyle habersiz olanlar.” (A’raf, 7/179) وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!” (En’âm, 6/112) Şeytan ile teâtîde (alış-verişte) bulunuyor; o, ona -halk ifadesiyle- fiskos yapıyor, o da ona fiskos yapıyor. Bazen o ölçüde sukût edebiliyor insan.

Onun için büyük gönül insanı, kalb insanı, “hayvaniyetten çıkmayı, cismâniyeti bırakmayı, kalb ve ruhun derece-i hayatında seyahat yapmayı talim eden” Mevlânâ -şimdikiler folkloruyla müteselli- diyor ki: “Bazen melekler bizim incelik, nezâket ve nezahetimize imrenirler; bazen de şeytanlar, kabalık ve küstahlığımızdan tiksinti duyarlar.” Bu kadar şâirâne ifadeyle, لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ “Muhakkak ki Biz insanı, en güzel şekil ve en mükemmel kıvamda yarattık; sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.” (Tîn, 95/4-5) hakikati -zannediyorum- daha güzel ifade edilemezdi.

Ama “Urvetü’l-Vüskâ” (sağlam kulp, hiç kopmayacak bir tutamak) olarak tutup âlâ-i illiyyîn-i kemâlât”a yükseleceğiniz şey, إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Ancak iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar müstesna.” (Tîn, 95/6) Yürekten, iz’an ölçüsünde, riyazî katiyetin çok üstünde inanma… “İki kere iki dört eder.” Şüpheli bu; çünkü a’dâtın müsâvî olması şüphelidir; o da bazen üç buçuk yapar, bazen de dört buçuk yapar. Fakat öyle inanmalı ki, riyazî katiyetin üstünde ve bir “Yetmez!” mülahazası ile. Buna Hazreti Pîr, “Hel min mezîd kahramanı” diyor. “Kahraman”ı ben ilave ettim; “Hel min mezîd; daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” Seyr ilallah, seyr fillah, seyr maallah, seyr anillâh. O esnada nabzını tutsanız, kalbine kulak verseniz, hâlâ durmadan mırıldanıyordur: “Hel min mezîd / Daha yok mu?!.” Neden böyle diyor? O’na ulaştıktan, O’nda fâni olduktan sonra misyonunu hatırlayarak, bir yönüyle yine halkın içine döndüğü, Efendimiz’in Miraç’tan dönüşü gibi dönmeye muvaffak olduğu zaman bile “Hel min mezîd” diyor. Çünkü nâmütenâhî istikametinde seyr ü seyahat, nâmütenâhidir; bitmez zira “Künh-ü Bârî nâ-kâbil-i idraktir.”

Ondan dolayı Zât’ı açısından O’na “mevcûd-ı meçhul” demiş ehl-i tahkik. Benim sözüm değil, onların beyanı: “Esmâsıyla mâlum, sıfatlarıyla muhât, Zât’ıyla mevcûd-ı meçhul.” Meçhul değil, ihata edilmez, nâ-kâbil-i idrak. Onun için oraya sınır koymuş Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem); Zât’a gelindiği zaman, tevakkufu emretmiş: Âsârını ve ef’âlini düşünün. Enfüste tedebbüre, tezekküre ve teemmüle dalabildiğiniz kadar dalın, mercan adalarına dalıyor gibi. Her dalışta yeni yeni şeyler elde edeceksiniz marifet adına. Fakat mesele Zât-ı Ulûhiyete gelince, -hâşâ ve kellâ- “Nedir?” cevabını akla getirecek, “Kimdir?” cevabını akla getirecek, bir şâirin dediği gibi -o tabiri kullanmıyorum- “Ne idüğü…” tabirini akla getirecek şeylerden tevakkî adına, hemen -bir yönüyle- oraya fikrî/zihnî surlar oluşturmalı. Bu suretle, لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar bulunan)dır.” (En’âm, 6/103) hakikatine sığınmalı; “Sen, Zât’ın hakkında böyle buyuruyorsun.” demeli, “edep temkini” içinde olduğu yere ayağını basmalı!.. Sadece o mevzuda. Öbür tarafta Zât-ı Ecell-i A’lâ (celle celâluhu) Kendini ne kadar ifade buyuracaksa, o kadarına kanaat ederek durduğu yerde durmalı!..

Süfyâniyet çağı; taylasanlısı da saldıracak cübbelisi de!..

Bu, me’âlîye ait meseleyi ifade etmede, kelimelerin yetmediğinin farkındayım ben de. Yetmeyen kelimelerle bazı şeyler ifade edilince, terminolojiye de vâkıf olmayan insanlar, meseleleri sağa-sola çekiyorlar. Gerçi “sağa-sola” diyorlar da, benim gördüğüm, şimdi çok sağa çekilmiyor, hep sola çekiliyor, arkaya çekiliyor, alta çekiliyor. Böyle sağa çekecek insaflı bir adam çıkmıyor, nedense bilemiyoruz. Herhalde Cenâb-ı Hak bu dönemin insanlarını öyle yaptı ki, her şey bu dönemde sola doğru çekiliyor, şeytanın sola doğru çekmesine karşı, insanlar teyakkuza geçsinler diye. Çünkü az önce de geçtiği üzere, يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا “Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.” (En’âm, 6/112) Bazıları, bazılarını aldatacak şeyler, mesajlar, sinyaller veriyorlar. Bazen insanlar, şeytanlara mesaj gönderiyor; bazen de onlar onlara yapıyorlar. Kalbde, Cenâb-ı Hakk’ın tecelligâh-ı Sübhânîsi olan o önemli Latife-i Rabbâniyenin yanı başında “Lümme-i Şeytaniye” var. Orası da Şeytanın gez-göz ve arpacığı karşısında tek hedef; sürekli vesvese oklarını oraya saplıyor ve insan, hiç farkına varmadan, onun güdümüne girebiliyor. Çağımızda bu, biraz daha fazlaca oluyor.

Onun için, böyle apan-sapan -uydurma kelime- insanların apıp sapmalarına çok takılmamak lazım. Bir kere, çağın “Süfyâniyet çağı” olması itibarıyla, herkes takılabilir; taylasanı ile takılan da olabilir, cübbesi ile takılan da olabilir, takkesi ile takılan da olabilir, başı açık takılan da olabilir; takılan da olabilir, takılan da… “Garûr” diyor Kur’an-ı Kerim, sonra da “eş-Şeytan” diyor. فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللهِ الْغَرُورُ إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا“… Dünya hayatı sizi sakın ola ki aldatmasın! Yine sakın ola ki, (o çok hilekâr şeytan dâhil), aldatanlar da sizi Allah hakkında (yanlış bilgi, yanlış inanç ve yanlış yaklaşımlarla) aldatmasın. Şüphe yok ki şeytan, sizin için (sinsi ve hileleri çok) bir düşmandır, öyleyse siz de onu düşman edinin.” (Fâtır, 5-6) Evet, “Garûr” yani mübalağa kipiyle, “çok fena, yavuz aldatan, çok çelmeci, çok el-enseci birisi” dedikten sonra, “O Şeytandır” diyor. İşte, çokları, farkına varmadan o şeytanın güdümüne girebilirler.

İnsanların çoğu da bazı yanlarıyla azıcık parlak bir insan ortaya çıkınca, onun arkasından sürüklenebilirler. “Kitle psikolojisi” denen bir şey var. Senelerce Avrupa’da sosyal ihtilaller olmuş; üç-beş tane sergerdan bunları meydana getirmiş. Birbirlerini boğazlamış, öldürmüş, kırmış-geçirmişler. O, ona “Kapkara!” demiş; o da ona “Kapkara!” demiş. Kimin “kara”, kimin “ak” olduğu belli değil. Birbirlerini yemişler, yamyamlar gibi, hafizanallah. Bu tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde hep devam edegelmiştir. Çağımızda biraz daha yaygınlaşmış olabilir; telekomünikasyonun yaygınlığı, onu da yaygın hale getirmiş olabilir. Bugün, çeşitli muhabere ve muvâsala imkânları var, her şeye çabuk ulaşılabiliyor; bir şey sorduğunuzda, hemen cevabını almak mümkün. Mesela, hadis okuyoruz, metin okuyoruz, ricâle bakıyoruz; “metin kritiği” diyoruz, “rical kritiği” diyoruz. Merak edip hemen bir aletin düğmesine basınca, hadisin metni ve râvîsi bütün hüviyetiyle karşınıza çıkıyor. Nedir, ne değildir; râvî, “sika” mıdır, “mutemed” midir, “mevsuk” mudur, “hâkim” midir, “hâfız” mıdır; yoksa “kezzâb” mıdır, “zayıf” mıdır, hemen karşınıza çıkıveriyor. Dolayısıyla o, hem “olumlu şeyler” adına kullanılabiliyor; belki insanların bazı şeylere ulaşmasını kolaylaştırıyor, süratlendiriyor; hem de “olumsuzluk” adına kullanılıyor.

İnsanların çoğu, olumsuz olduğundan dolayı, şimdi bu telekomünikasyon, bu muhabere ve muvâsala imkânları, olumsuzluk adına son santimine kadar kullanılıyor; hatta yine yabancı dil ile diyelim, “rantabl” olarak kullanılıyor. “Aman, ânını fevt etmeyelim; onu öyle kullanalım ki, kimleri hasım olarak -baştan- ilan etmişsek, onların canlarına okumak için, onları ciğerlerinden sokmak için!” Ve sokuyorlar da!.. Ama gerçek mü’min, yedi can taşıyordur; onun ciğerini elli defa kobralar soksa, Allah’ın izniyle, o ölmez. “Hablü’l-metin” olan “Urvetü’l-Vüskâ”ya sarılınca, Allah’ın izni ve inayetiyle, kuyuya atsalar bile, seyyidinâ Hazreti Yusuf gibi, kendini orada emniyette bulur, sonra emniyetli bir kovaya tutunur, sonra biraz sıkıntı ve meşakkatin akabinde Mısır’da nâzır olur; sonra da kendi dininin bayrağını, inancının bayrağını orada dalgalandırır; şehbal açar nâm-ı celîl-i İlahî, onun vasıtasıyla; ne hayırlara, ne hayırlara vesile olur!..

Devrin Dârü’n-Nedve’si olur da hakikatleri sağından solundan kesip, şeytanca ölçüp biçip hüküm veren Velîd’ler olmaz mı?!.

Bu açıdan da yaramaz mülahazalar, yaramaz düşünceler üzerinde fazla durmamak lazım. “Bâtılı, -haddinden fazla- tasvir, sâfî zihinleri idlâldir.” Onları çok büyütmemek lazım. Kur’ân buyuruyor: قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلًا “De ki: Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır. Kimin daha isabetli olduğunu ise, asıl, Rabbiniz bilir.” (İsrâ, 17/84) Evet, herkes karakterinin gereğini sergiler. “Yalancı”, yalan söyler; “tahrifçi”, tahrif yapar; “ta’yirci”, ta’yîr yapar. İfadeleri ve beyanları değiştiren, siyakından-sibakından koparan, kesen-biçen, yeniden şekillendiren karakterler, her zaman olmuştur.

Ezcümle, Velîd, sözden anlayan birisiydi. Hazreti Hâlid’in babasıydı; diğer bir oğlunun adı da Velîd idi, onu da zincire vurmuştu, din düşmanlığı öyleydi. Fakat Bedir’de de geriye dönmüştü, bazı şeyleri görüyordu; bazı şeyleri görüyor olmasına rağmen, temerrüd ediyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in büyüleyen beyanına vurulmuştu. Semavî Beyan karşısında, aklı başındaysa, kalbi yerindeyse, azıcık ruha ve kalbe açıksa, bir insanın pes etmemesi mümkün değildi. Velîd de bakınca, büyülenmişti orada. Fakat gerçek düşüncesinin aksine bir şeyler demişti.

Kur’an-ı Kerim, onun o andaki halini şöyle anlatıyor: إِنَّهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ * فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ * ثُمَّ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ * ثُمَّ نَظَرَ * ثُمَّ عَبَسَ وَبَسَرَ * ثُمَّ أَدْبَرَ وَاسْتَكْبَرَ * فَقَالَ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ يُؤْثَرُ * إِنْ هَذَا إِلاَّ قَوْلُ الْبَشَرِ * سَأُصْلِيهِ سَقَرَ  “(İnsanların gözünde Kur’ân’ı nasıl mahkûm ederim diye) düşündü, taşındı, ölçtü biçti. Canı çıkasıca, nasıl da ölçtü biçti! Hay kahrolası, gerçekten nasıl da ölçtü biçti! Sonra, (önemli bir şey söyleyecekmiş tavırlarıyla) şöyle bir bakındı. Ardından suratını astı, kaşlarını çattı. Sonra da arkasını döndü ve (vicdanında Kur’ân’ın İlâhî Kelâm’dan başka bir şey olamayacağını kabul ettiği halde) kibrine yenik düştü. Ve ‘Bu,’ dedi, ‘olsa olsa, eski zamanlardan beri büyücülerin nakledegeldiği çok etkili bir büyü olabilir. Beşer sözünden başka bir şey olamaz bu!’ Bundan dolayı, çok geçmeden onu yanıp kavrulmak üzere Sekar’a tıkacağım.” (Müddessir, 74/18-26)

“Kahrolası, geberesi, nasıl da takdirde bulundu?!.” Takdir mi denir ona? Tevbîh, bu ifade. Bir kere daha Kur’an onu beyan ediyor: ثُمَّ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ “Hay kahrolası, gerçekten nasıl da ölçtü biçti!” (Müddessir, 74/20) Lisân-ı nezihiyle, Kur’ân’ın bu tabiri iki defa kullanması, meselenin şenaatini aksettirmesi açısından çok önemlidir; zira Kur’ân’ın ince, nezih, müeddibâne bir tabiri vardır. فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ * ثُمَّ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ “Kahrolası, geberesi insan, nasıl takdirde bulundu?!. Ha sonra yine geberesi insan, nasıl takdirde bulundu!..”(Müddessir, 74/19-20) Nasıl böyle bir şeye imza attı? Nasıl “Evet!” dedi? Nasıl kalktı, o şeyi -ciddi bir meseleymiş gibi- zavallı, cahil, şuursuz, maşerî vicdana, jurnallere, jurnalcilere duyurdu? ثُمَّ نَظَرَ Sonra baktı. ثُمَّ عَبَسَ وَبَسَرَ * ثُمَّ أَدْبَرَ وَاسْتَكْبَرَ Sonra yüzünü ekşitti, bir yönüyle takallüste bulundu. Sonra döndü, sırtını döndü, sonra takıldı kibrine, yuvarlandı. İmana girmeye mani faktör, kibir; “Kalbinde zerre kadar kibri olan insan, Cennete giremez!” buyuruyor, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm. Sonra da “Ne desem, ne desem, ne desem?!.” Bütün bunlardan sonra, hepsinin arkasından… Eğer bunları müteakip dediği o şey ise, “fe”, fâ-i tâkibiyye veya “bu sebeple” veya “kendi şaşkınlığının ifadesi” olarak فَقَالَ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ يُؤْثَرُ “Dedi ki: Bu, olsa olsa, eski zamanlardan beri büyücülerin nakledegeldiği çok etkili bir büyü olabilir.” إِنْ هَذَا إِلاَّ قَوْلُ الْبَشَرِ “Beşer sözünden başka bir şey olamaz bu!” dedi. سَأُصْلِيهِ سَقَرَ “Ben de, çok geçmeden onu yanıp kavrulmak üzere Sekar’a tıkacağım.”Kur’an diyor: سَأُصْلِيهِ سَقَرَ * وَمَا أَدْرَاكَ مَا سَقَرُ * لاَ تُبْقِي وَلاَ تَذَرُ * لَوَّاحَةٌ لِلْبَشَرِ * عَلَيْهَا تِسْعَةَ عَشَرَ “Çok geçmeden onu yanıp kavrulmak üzere Sekar’a tıkacağım. Bilir misin Sekar nedir? Nereden bileceksin ki! O, (içine atılanı) yaktıkça yakar ama bırakmaz ki ölsün. Deriyi kavurdukça kavurur. Başında on dokuz (görevli) vardır.” (Müddessir, 74/19-30)

Azıcık anlayan birisi bile, orada temerrüdü ile, eskiden takılakaldığı şeyler ile, önyargıları ile, şartlanmışlığı ile, o meseleyi doğru olarak gördüğü halde çarpıttı. Onlardan alacağı pâye/alkış veya o “Dârü’n-Nedve”de verilen karara uyma sebebiyle çarpıttı. Dârü’n-Nedve karar verince, birilerinin ona uymaması mümkün değil. Her dönemde Dârü’n-Nedveler olmuştur ve orada bir kısım “senâdîd” (önde görünenler) ve “ekâbir” (büyük başlar) olmuştur. Orada Firavunâne kararlar oluşturulmuştur. Sonra o kararlar, kapıkullarına, halâyıka “Böyle yapın!” filan şeklinde intikal ettirilmiştir. Kapıkulları da, sürüler de, “Onları kes-biç, yeniden şekillendir; iftirada, ta’yîrde, tahrifte bulun!” filan… Falanı karalama, itibarsızlaştırma adına… “Onu itibarsızlaştırınca, arkadakilerini dağıtabilirsiniz!” falan… Görüyorsunuz ki değişmemiş!..

Müminlere şifa ve rahmet olarak inen Kur’ân, mütekebbir zalimlerin ziyanını artırmıştır

Kendini debbağın derisi gibi yerden yere vurmayan, makuliyeti, aklîliği, mantıkîliği yerden yere vurur, hiç farkına varmadan. Öyle bir zavallılaşır ki, tarihin sayfalarında yerden yere vurulur, mahşerde yerden yere vurulur. Bu türlü olumsuzlukları yapanlar da yarınsız insanlardır; yarını yok bunların. كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ * وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ “Bilerek, dünya hayatını âhiret hayatına tercih ederler!” (İbrahim, 14/3) Dünyevî makamlarını, mansıplarını, konumlarını, zırhlı arabalarını, gümüş kaplamalı banyolarını koruma adına böylesine tepe-taklak gitmeyi göze alıyorlar. Evet, burada dediği gibi, سَأُصْلِيهِ سَقَرَ Tepe-taklak Cehenneme yuvarlanmayı göze alıyorlar; hiç farkına varmadan, tepe-taklak…

Bu açıdan da bu inhiraflar karşısında paniğe kapılmamak lazım, gözde büyütmemek lazım. Meseleye bir “karakter” meselesi olarak bakmak lazım; “yalancı insanın işi” diyebilirsiniz buna, “Velid işi” diyebilirsiniz, “Utbe işi” diyebilirsiniz, “Şeybe işi” diyebilirsiniz, “Ebu Cehil işi” diyebilirsiniz. Evet, hep öyle olmuş. Nasıl böyle şifâyâb olan reçeteler, bir yönüyle, bazılarının hastalıklarını azdırmış!.. Tabiatları öyle; bazılarını şirazeden çıkarmış, hafizanallah. Ayetler indikçe, bazıları delirmişler. Bu arada, her ayetin inişiyle delirenlerin yanı sıra, daha ilk ayetlerin inişiyle hakkı bulup ona tutunanlar da olmuş. Temiz fıtrat, önyargısız fıtrat, âbide şahsiyet, Hazreti Ebu Bekir gibi. Allah bizi ona bağışlasın!.. Cenâb-ı Hak, ayağının altına başımı koymayı -siz de var mısınız, başlarımızı koymayı- müyesser kılsın inşaallah. Evet, onu bekliyorum ben; onun, Hazreti Ömer’in, Hazreti Osman’ın, Hazreti Ali’nin -Elfe merrâtin Allah onlardan razı olsun veya elfe elfi merrâtin; bin bin defa, milyon defa Allah onlardan razı olsun.- ayaklarının altına başımı koyacağım ân, iştiyakla beklediğim ândır. Hazreti Ebu Bekir, daha ilk anda elini göğsüne götürdü “Bana anlat!” dedi. Birisi öyle dedi; birisi de ayetler indikçe iyice çıldırdı. On üç sene sağanak sağanak Mekke zeminine ayetler indi. Ve onlar da bunu gördüler. Belki vicdanlarını sâlim duygularla dinledikleri zaman, Ebu Cehil gibi, hakikatin bir yanını ifade ettiler: “Biliyorum, yalan söylemiyor bu adam. Fakat ‘Mekke’nin/Kâbe’nin bakımı/görümü bizde!’ sözünden sonra, bir de kalkıp bu Hâşimoğulları’nın ‘Peygamber de bizden!’ demelerini içime sindiremem!”

Kibir/enâniyet/büyüklük ile zehirlenme, kuvvet ile zehirlenme, kabile/tayfa/parti mülahazasıyla zehirlenme, arkasındaki şuursuz kitlelerin kendisine alkış tutmasıyla zehirlenme… Böyle zehirlenme, insanın sâlim düşünmesine mânidir. İnsanları sefalet ve sukût-i hayale bâis üç şey vardır: Aklın kılleti, ruhun zilleti, vücudun illeti. Alîl insanlar, mantıkları/muhakemeleri yok bunların. Dolayısıyla o “Kamer-i Münîr”i gördüğü halde, “hâle”siyle birlikte gördüğü halde, inen her âyet, sağanak sağanak, onun küfrünü artırdı: وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلاَّ خَسَارًا “Biz Kur’ân’ı müminlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.”(İsrâ, 17/82) إِلاَّ كُفْرَهُمْ Ancak küfürlerini artırır. Küfrünü artırdı ve o küfür ile öldü. Bedir’e öyle geldi; kadınlara raks ettirdi. “Er-Risale” ve “Çağrı”da gördüğünüz gibi, raks ettirerek geldi. “Medine’de onların işi bitiktir!” dedi. Kimin işinin bitik olduğunu Allah gösterecekti. İşleri orada bitti, sinesine yediği bir mızrak ile “Kalîb-i Bedir”e yuvarlandı. Allah Rasûlü, إِنَّا وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّا، فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا؟ buyurdu; “Biz, Allah’ın vadettiğini bulduk; siz de Allah’ın vadettiğini buldunuz mu?”dedi.

Şayet Diyanet’in son raporundaki kıstaslarla (!) sorgulanacak olsa tekfir edilmedik hiç kimse kalmaz

Evet, o rahmet yağmurları/sağanakları âdetâ onları çıldırtıyor, şirazeden çıkarıyor. Onun için de İnsanlığın İftihar Tablosu’na bile olmadık şeyler söylüyor ve kötülük yapıyorlar. Yüzü suyu hürmetine insanlığın yaratıldığı İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem). Hani bazıları bu ifadeye de takılıyorlar. لَوْلاكَ لَمَا خَلَقْتُ الأَفْلاكَ “Sen olmasaydın, Habîbim, kâinatı yaratmazdım!..” Bizim Türkiye’de daha ziyade hocalar, لَوْلاكَ لَوْلاكَ لَمَا خَلَقْتُ الأَفْلاكَ “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, Habîbim, kâinatı yaratmazdım!..” der, Levlâke’yi tekrar ederler. Araplar, لَوْلاكَ لَمَا خَلَقْتُ الأَفْلاكَ derler. Şimdi Kıtmîr bu türlü şeyleri söylerken, hep “hadis diye rivayet edilen…” demişimdir. Fakat “hadis diye rivayet edilen” kaydını kesince oradan, لَوْلاكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاكَ “Mevzu bir şeye -baksana, cahil herif- hadis diyor!” falan… Evet, bir de böyle; bu kesme-biçmenin kerâmeti; “kerâmet”i veya “ihanet”i. Evet, yüzü suyu hürmetine kâinatın yaratıldığı… Üstad Necip Fazıl, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) ile alakalı yazdığı kitaba, “O ki, o yüzden varız!” dedi; “O ki, o yüzden varız!”Tenkit edilecek birisi varsa, onu tenkit etmek lazım.

Şimdi birilerine ait sözleri söylerken, makul bir mahmîle bağlayarak söyleme, âdet-i Kıtmîrâne. Birinin bir sözünü naklediyor, makul bir mahmîle bağlıyorsun. İhtimal, kim, mesela Muhyiddin İbn Arabi bir beyanda bulunmuş… Gördüğünüz gibi, Fütuhât’ı da okuyoruz; İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’ını da okumuştuk daha evvel, Allah’ın izniyle. Netâic’e kendim baktım. Öyle onlara baksalar, sorgulanacak şeyler var onlarda. Efendim, İsmail Hakkı Bursevî hazretleri, “Cenâb-ı Hak bana şöyle dedi!” diyor; siz de onu naklediyorsunuz; “Bana şöyle dedi!” diyor. Hazreti Bayezid… “Hazret” diyor herkes; menkıbelere, o koca kutbiyeti, gavsiyeti ile geçmiş; kutbiyet ve gavsiyet destanlarıyla yâd ediliyor. “Cenâb-ı Hak bana, ‘Yâ Bayezid! Çok ibadet yapmakla, maksadın Cenâb-ı Hakk’a kavuşmaksa, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetlerle doludur. O’na kavuşmayı düşünüyorsan, kendini küçük gör ve amelinde ihlaslı ol!’ dedi.” diyor. Sorgulasınlar onu!.. “Cenâb-ı Hak bana şöyle dedi.” diyen İsmail Hakkı Bursevî’nin Netâic’ini ve “Rûhu’l-Beyân”ını da sorgulasınlar.

O bakışla, daha nicelerinde sorgulanacak çok şey bulabilirler. Mesela, cin mevzuunda, çok kafaları karıştıracak beyanda bulunan İbn Âşûr’u sorgulasınlar. Önemli bir müfessir; eseri bir heyetin tefsir yazarken çok başvurduğu bir kaynak; o tefsiri de bir Ramazan münasebetiyle gözden geçirdik. Orada da kafaya takılan yüz tane şey vardı. Ama bir heyet; o heyetin hatırına ben bir tanesini bile dillendirmedim. Hele ilk baskısında, fuhşu, para ile zina yapmayı tecviz eder mahiyette, bir türlü nikâhı tecviz eden, kendine “ilahiyatçı” diyen bir insanın, mütalaasını bile dile dolamadım. Çünkü o terbiyesizliği onlar yapabilirler; fakat ben terbiyesizliğe karşı kapılarımı da, panjurlarımı da sonuna kadar kapadım; kapıların arkasına da sürgü vurdum. “Terbiyesizliği bir alanda biri yapacaksa, nasıl olsa yapılıyor, onlar yapsınlar. Ben, terbiye dairesi içinde kalmalıyım!” dedim, bir şey demedim. Ha, onlar anlamadılar bunu!.. İnsan iseler, bir gün anlarlar; hâlâ insanlıklarını yitirmemiş iseler, bir gün anlarlar.

Onlar için de denecek o kadar çok şey var ki!.. Neye göre? Otuz tane tefsiri beraber mütalaa ettik mi, etmedik mi? Otuz tane hadis kitabıyla, Müslim-i Şerifi mütalaa ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Bilmem ne kadar şerh ile Buhârî’yi gözden geçirdik mi, geçirmedik mi? Evet, zannediyorum, alanın mütehassısı profesörler bile, Kütüb-i Sitte’yi okumamışlardır. Benim terbiyem müsait olsa, “Kütüb-i Sitte’yi okumayan a be cahil! Sana hadisçi denmez ki!.. Sana ancak -uydurma bir ism-i tasgîr ile diyeyim- ‘hudeysçi’ denir. Zavallı hadisçikçi… Telaffuz da edemiyoruz, zavallı. Zavallı ise bunlar, kendi yaptıkları şeyin mahcubiyetini varıp kendileri yaşasınlar.

Teşbih bilmez, istiâreden anlamaz, mecazı görmez nadanlar, Nesîmî’ye ait bir sözün nakledilişini bile çarpıtıp tekfirlerine bahane yapmışlar

Şimdi, Kıtmîr, sermest-i câm-ı aşk olan (yaratılışı adeta aşkla yoğrulan ve Allah aşkıyla kendinden geçen) birinin sözünü naklediyor. Bunlardan birisi de Mevlânâ Câmi. O diyor ki: يَكِى خَواهْ، يَكِى خَوانْ، يَكِى جُوىْ، يَكِى بِينْ، يَكِى دَانْ، يَكِى گُوىْ “Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor. Biri taleb et, başkalar lâyık değiller. Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar. Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Biri söyle, ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.” Sorgulanır bunlar da: “Her şeyi elinin tersiyle it!”

Biri diyor ki, “Ey sâkî aşkın oduna…” Büyük, kutup sayılabilen büyüklerden; Pîr-i Küfrevî hazretlerinin serkâr halifelerinden bir tanesi. Diyor ki: “Ey sâkî aşkın oduna / Yandıkça yandım bir su ver.” Şimdi, Tasavvuftaki sembolleri bilmiyorsa câhil, siz de bunu bir yerde, bir söz münasebetiyle söylemişseniz, alır değerlendirir. “Ey sâkî aşkın oduna / Yandıkça yandım bir su ver. // Düşeli dilber derdine / Yandıkça yandım, bir su ver!” (…) “Ol suyu kim içse hemân / Kalbe doğar nûr-i cihan / Verir hayat-ı Câvidân / Yandıkça yandım, bir su ver!”

Ve yine diyor ki, o büyük halife: “Sâkiyâ doldur şarabı, vakt-i iftardır bu dem / Ma’mur eyle bu harâbı, lütf-i izhardır bu dem.” “Allah Allah!.. Adam meyhaneci, baksana şu söze!” filan derler; “Sâkiyâ doldur şarabı, vakt-i iftardır bu dem.” Birinin sözünü naklediyorsun… Sermest-i câm-ı aşk olan birinin sözü… “Sâkî” tasavvuf ifadesinde nedir? O, mürşîd-i kâmil. “Şarap” nedir? Aşk, aşk-ı hakiki, iştiyâk-ı likâullah. “Vakt-i iftar” nedir? Bir vuslat ânı. Yakalamış bir ân-ı seyyâle ki, binlerce seneye muadil geliyor. O mülahaza içinde bir şeyi seslendiriyor: “Sâkiyâ doldur şarabı, vakt-i iftardır bu dem / Ma’mur eyle bu harâbı, lütf-i izhardır bu dem.” diyor..

Ve yine mecâzî aşk mahiyetinde söylüyor ama sembol bunlar. Diyor ki: “Dilber-i gülberg isterem, ruhları ahmer olmalı / Fâtih-i Hayber isterem, yanında Kanber olmalı.” Nüshalara geçen şekliyle “gülber” diyor; doğrusu, “gülberg” olmalı, yanak demek. “Bir güzel isterim ki, yanakları kıpkırmızı olmalı!..” diyor. Büyük, kutup… Doksan yaşında söylüyor bunu. “Dilber” ile İnsanlığın İftihar Tablosu kastediliyor. Sembolden haberi yok!.. Teşbihten anlamıyor, cahil!.. Siz onun sözünü naklediyorsunuz orada:

“Dilber-i gülberg isterem, ruhları ahmer olmalı,
Fâtih-i Hayber isterem, yanında Kanber olmalı.
Sahn-ı sînesi nûr ola, cîm-i cemâli hûr ola
Güneş gibi fehûr ola, öylece dilber isterim!..”

Derdi, davası, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm. Sermest-i câm-ı aşk olmuş, kendinden geçmiş. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun güzellikleri karşısında bayılmış ve duygularını ifade etme adına sembollere başvuruyor, teşbihlere başvuruyor, istiarelere başvuruyor. Teşbih biliyorlar mı, istiare biliyorlar mı, bilmiyorum!.. Dolayısıyla “Baksana adam ne dedi?” diyorlar.

Nesîmî bir şey söylüyor. Bu Nesîmî, maktul olan Nesîmî midir, başka Nesîmî mi? Pîr-i Küfrevî’nin halifelerinden de bir tane Nesîmî vardır. Baştaki, öndeki mısralardan birinde diyor ki: Bana Hak’tan nidâ geldi: Gel ey âşık ki mahremsin! / Bura mahrem makamıdır, seni ehl-i vefâ gördüm.” Onun bu sözünü naklediyorsun; ona ait bir şey. Fakat üstünden-altından koparıp meseleyi çarpıtıyorlar, “Baksana, kendisine Hak’tan nidâ gelmiş!..” Biraz evvel bahsettim; kendilerine Hak’tan nida gelenler, açıktan açığa söylüyorlar. Biz, o kapının kıtmîri bile olamayız; kendimi yüz defa, bin defa ifade ettim. Evet, diyor ki:

“Bana Hak’tan nidâ geldi: Gel ey âşık ki mahremsin!
Bura mahrem makamıdır, seni ehl-i vefâ gördüm.”

(…)

“Nesîmî, Sâki lütfundan bu gün mest-i tecellîdir,
Beni mest eyleyen dâim o meyden Mustafâ gördüm.”

“Bir kadeh şarap içtim ki, onun içinde Hazreti Muhammed Mustafa’yı gördüm” diyor. O semboller, o teşbihler, o istiareler… Fakat Nâdanlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Divânelerin hemdemi divâne gerektir.” (Ziya Paşa) Evet, “Nâdân ile sohbet zordur, bilene / Nâdân söyler, ne gelirse diline.” Ve “Sohbet-i bâ-nâdân, alâmet-i nâdânist.” Sâdî, Gülistan’ında diyor. “Cahil ile etme ülfet, aklının miktarı yok / Sırtı çullu, kendi merkep, boynunun yuları yok.” Onlara demiyorum, başkalarına diyorum ben bunu ama birisi öfkelenmiş, öfkesini alamıyor böyle, belki bunları söylüyor.

Dünyaya peylenip ilmi, hakkı, hakikati ayaklar altına alarak, kesme, biçme ve çarpıtmalarla koca bir camiayı karalayan o yarınsızları Allah’a havale ediyoruz!..

Bırak!.. Cenâb-ı Hakk’ın, Efendimiz’e  فَذَرْنِي وَمَنْ يُكَذِّبُ بِهَذَا الْحَدِيثِ سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ “O halde, bu şerefli Söz’ü (Kur’ân) yalanlayanla Beni başbaşa bırak. Öylelerini bilmedikleri, farkına varmadıkları yerden derece derece helâke sürükleyeceğiz.”(Kalem, 68/44) buyurduğu gibi, sen de her şeyi Cenâb-ı Hakk’a havale et!.. اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ * أَعُوذُ بِاللهِ مِنْ هَؤُلاَءِ كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ * اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهَؤُلاَءِ كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، اَللهُمَّ عَلَيْكَ بِهَؤُلاَءِ كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهَؤُلاَءِ كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ “Allah’ım hepsini Sana havale ediyoruz. Onların bütününden Allah’a sığınıyoruz. Allah’ım o şerirlerin tamamını Sana havale ediyoruz. Allah’ım hepsini Sana havale ediyoruz. Allah’ım hepsini Sana havale ediyoruz. Ey âlemlerin yegane Rabbi, Rabbimiz!..”

Böyle çarpıtmalar… Ama zannediyorum uyanık maşerî vicdan, bunların hepsinin mahiyetinin ne olduğunu görecek, değerlendirecek. Değişik kanallarla, yollarla topluma, maşerî vicdana ulaşacak; herkes neyin ne olduğunu görecek. Birileri iftira, tezvir, tahrif, tağyir ve karalamaları ile tarihin sayfalarına kapkara mevzular olarak intikal ederken, esasen siz de onlar tarafından yâd-ı cemil olarak yâd edileceksiniz.

Çok yadırgamayın!.. Hazreti Nuh’a “sâhir” demişler, “kâhin” demişler, “büyücü” demişler. Hazreti Hûd’a başka bir şey demişler. Hazreti Sâlih’e başka bir şey demişler. Hazreti Musa’ya başka bir şey demişler. Demişler… Efendimiz’e demedik bir şey bırakmamışlar. Demedik şey bırakmamışlar… Demek ki, bu yolda yürüyenlerin kaderi, böyle!.. Onun için, “Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner / Şâd u gam u felek, böyle gelmiş, böyle gider.” “Zuhura gelir -ne ise- hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et, ne elem çek, ne keder.”Bu son ikili mısralar da, Enderûnî Vâsıf’a ait. Keşke onların da Enderûnî Vâsıf kadar iz’anları olsaydı.

Yazık ettiler!.. Ben hakkımı helal ediyorum; öbür tarafa mahsus olanı da. Fakat incittikleri bir maşerî vicdan varsa, “Onları da ben helal ettim!” demek, benim küstahlığıma verilir; “A be terbiyesiz, sen kimsin ki, böyle halka diş gösteren, salya atan insanlara ‘Hakkımı helal ettim!’ diyorsun!..” derler, yakamdan tutarlar. “Isırmak”, başkalarının karakteriymiş. “Salya atmak”, başkalarının karakteriymiş. “Karalamak”, başkalarının karakteriymiş. Kes-biç-yapıştır, tahrif et, tağyir et…

Bırakın onları!.. Maşerî vicdan, yaptıkları şeyleri, çamurları onların yüzüne er-geç çarpacak. Onlar da ettikleri şeylerin nedametiyle iki büklüm olacak ve acındırıcı bir bakış ile sizin gözlerinizin içine bakacaklar. Bugün olmazsa yarın… Ve yarınlar yarını sayılan ya müthiş veya da muazzam bir “yarın”. Bir yarın var ki, hem çok müthiş, hem de çok muazzam. O muazzama tâlip olanlar, bugünün müthiş hadiselerine göğüs germeliler; Hazreti Ali gibi, سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي أَصْبَرُ عَلَى أَشَدَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabırdan daha şiddetlisine sabredeceğimi sabır anlayacağı âna kadar, dişimi sıkıp sabredeceğim!”demeliler.

Hâsılı, Allah, alınıp-satılmaktan, peylenmekten muhafaza buyursun. Evet, ben “fiyat” falan diyemem. Bizim sevdamız, -esasen- gözümüzün nuru, aşk u iştiyak içinde beklediğimiz tek şey, tek şey, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın da “Bunlar da bizdendi!” demesi. Bir iddia yok… Defaatla dedim, siz şahitsiniz; yüz defa demiş miyimdir? “Sizin içinizde bulunduğumdan dolayı, Cenâb-ı Hak, mahşerde bana da ‘Yaramaz, sen de geç!..’ falan der mi?!.” Yüz demiş miyimdir; belki daha fazla?!. Evet, kendime böyle baktım ve bunları başkalarının yaptığı gibi bir “Estağfirullah!” yatırımı için de değil, inandığım için yaptım.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Gül için katlanılan dikenler ve Hak ile ihlâs münasebeti

Fethullah Gülen: Bamteli: Gül için katlanılan dikenler ve Hak ile ihlâs münasebeti

Çay faslından hakikat damlaları: “Bağban bir gül için bin hâre temennâ eyler!”

  • Merak ilmin hocasıdır, dolayısıyla da marifetin, muhabbetin ve iştiyakın da vesilesidir. (00:39)
  • Sizler -inşaAllah- dünyayı imar etmeye namzet görünüyorsunuz. Âidiyet mülahazasına bağlı abartılı sözler söylemekten sakınırım. Mübalağa zımnî bir yalandır. “Siz o’sunuz” diyemem ama “O işe namzet değilsiniz” demek suretiyle de hakkınızda hakâret-âmiz ifadede bulunamam. Her şey Allah’ın (kudret) elindedir; ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran O’dur. (02:45)
  • Siz asırlardan beri her yanıyla rahnedâr olmuş -bütün surlarında gedikler açılmış ve burçları yıkılmış- bir kaleyi tamir vazifesiyle muvazzafsınız. (03:39)
  • Şair der ki: “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, haristan olur.” Gülistan, baharistan, bostan olması mümkün bir kalb/bir irade/bir toplum, terbiye görmezse, diken tarlasına döner. (04:17)
  • Şeytan, kin ve gayzını şu cümlelerle ifade etmiştir: “Öyleyse beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra mutlaka onlara önlerinden-arkalarından, sağlarından-sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.” (A’râf, 7/16-17) Peki, şeytanın sağdan, soldan, önden ve arkadan gelmesi ne demektir?.. (05:35)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz sabah akşam şu duayı tekrar etmiş ve ümmetine de tavsiye buyurmuştur:

    اَللَّهُمَّ احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ وَمِنْ خَلْفِي وَعَنْ يَمِينِي وَعَنْ شِمَالِي وَمِنْ فَوْقِي وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْتِي
    Allahım, önümden ve arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru ve ayağımın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırım.

    (07:25)
  • Şeytanın avanesi sürekli tuzaklar kurduğu gibi, sizinle aynı yüksek duyguları paylaşan insanlar da bazen hasedin çelmesine gelerek, bazen rekabetin elensesine gelerek, bazen de bilemeyerek bir dalaletin kündesine gelerek -hafizanallah- size karşı hasmâne bir tavır alabilirler. (Bize düşen:) Bütün bunları görmezlikten gelerek hiçbir şey yokmuş gibi yola devam etmek.. bir tebessümle geçiştirmek.. Kur’an’ın Furkan sure-i celilesinde buyurduğu gibi “Selam.. esenlik olsun size!..” deyip geçmek.. mukabele-yi bilmisil kaide-i zâlimânesinde bulunmamak.. kendi mevzumuzun dışındaki konulara asıl mevzuymuş gibi bakmamak, onların üzerine eğilmemek.. (08:00)
  • “Yâr için ağyâre minnet ettiğim aybeyleme / Bağbân bir gül için bin hâre hizmetkâr olur.” (Fuzûlî) (09:13)
  • “Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar / Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” (Ketencizâde)Evet, “Ağyâr ateşine yakmadıktan sonra ne yaparsan yap, gam izhar etmem.” demeli. (11:06)
  • Bir şeye konsantre olursanız, başarılı olursunuz; Allah’ın lütfu sizinle beraber olur. Dağılırsanız, efkârınız dağılır, her şeye yetmeyecek hale gelirsiniz. Başka bir münasebetle dendiği gibi; iki elimiz var; dört tane, hatta sekiz tane olsaydı, yine de talip olduğumuz meselenin hakkından gelemezdik. (12:07)
  • Şart-ı adi planında, irademizi, o koskocaman meşiet-i sübhaniye, irade-i sübhaniye, kudret-i sübhaniye deryasına maya gibi çalalım. Nasreddin Hoca ifadesiyle, “Ya tutarsa!..” mülahazasıyla Şimdiye kadar O’nun kapısına samimi bir yürekle teveccüh edenlerden hiç boş dönen olmamıştır. O’nun kapısının dışında, başka kapılar karşısında yorulanlardan da hiç muvaffak olan görülmemiştir. (13:40)
  • “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.”(Nef’î) (15:27)
  • “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa..!”(Taşlıcalı Yahya) (16:30)
  • Efendiler Efendisi “Kul, Rabbiyle dünya arasında muhayyer bırakıldı. O, Rabbini seçti” diye ferman buyurmuş ve “Refîk-i A’lâ” iştiyakıyla ruhunun ufkuna yürümüştü. Hazreti Mevlana da, ölümü düğün gecesi, sevgiliye kavuşma günü olarak tarif ediyor ve “şeb-i arûs” diyor. Bu açıdan, Necip Fazıl’ın ifadesiyle; “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” (17:17)
  • Ne güzel bir söz:

    لَوْ كَانَتِ الدُّنْيَا تَدُومُ لِوَاحِدٍ  -  لَكَانَ رَسُولُ اللهِفِيهَا مُخَلَّدَا
    Şayet bu dünya tek bir kişi için hiç bitmeden sürüp gidecek olsaydı, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onda ebedi kalırdı.

    (18:50)

Soru: Yirmi Birinci Lem’a’da, ihlâsın esasları sayılırken üçüncü olarak “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır.” deniliyor. Bu düsturda hakkın zikredilmesinin hikmetini ve hak ile ihlâs münasebetini lütfeder misiniz? (19:09)

  • Lâfz-ı Celâle, lafza-yı Celal ve İsm-i Âzam da denen “Allah” kelime-i mübarekesi, kendini bize “Esmâ-i Hüsnâ”sıyla bildiren ve sıfât-ı sübhâniyesiyle zihin, mantık ve muhâkemelerimize bir çerçeve vaz’eden, bütün esmânın Müsemmâ-yı Akdesi ve bütün evsâf-ı kemaliyenin Mevsûf-u Münezzehi, ulûhiyet tahtının biricik mâliki ve rubûbiyet arşının sahib-i bîmisali Zât-ı Ecell ü A’lâ’nın adıdır. Seyyid Şerif’in de ifade ettiği gibi, “Allah” lâfz-ı mübareği “min haysü hüve” Zât-ı İlâhiyenin ism-i hâssıdır ve usûlüddin ulemâsınca o bir ism-i Zât’tır. (19:43)
  • Hak kelimesi, hem mastar, hem sıfat hem de Esmâ-i Hüsnâ’dan bir isim. Sabit, muhakkaku’l-vücûd bir gerçek, bir nesne ne ise (mahiyet-i nefsü’l-emriye) ona uygunluk, bâtılın zıddı olmak, kendi olarak bulunmak... gibi mânâlar onun gölgesinde ilk hatıra gelenler.. pay, hisse, nasip, vazife bu kelimeye yüklenen diğer mânâlar. Aslında o, hakikî, nisbî, izafî ve itibarî bütün hakların biricik kaynağı ve kâinatları kuşatan hak gerçeğinin de aslı, esası ve temelidir. (21:10)
  • Vücûd birliği sözcüğüyle ifade edeceğimiz “vahdet-i vücûd”, daha ziyade tasavvufçular arasında bahis mevzuu olan bir meseledir. “Vahdet-i vücûd”, çoklarına göre bir zevk ve hâl meselesi olmasına rağmen, bir kısım kimseler, felsefî bir kisve giydirerek onu farklı anlamak istemişlerdir. Diğer bir kısmı ise, onunla, vahdet-i mevcûd, “monizm” arasında fark görmemişlerdir. Müslümanların düşünce tarihinde oldukça mühim bir yer işgal eden “vahdet-i vücûd” anlayışı, ifrat ve tefrit düşüncelere maruz kalmıştır. Aslında tamamen, Allah’ın zâtıyla alâkalı bu düşünce sistemi, yerinde, ifade ve kelime yetersizliğinden; yerinde, onu şu görülen âleme tatbikten doğan eksikliklerden; yerinde de, felsefî bir hüviyeti olan “panteizmle” arasındaki benzerlikten, hem şimdiye kadar çok farklı anlaşılmış, hem de değişik telâkkilere sebebiyet vermiştir. Sünnet yolunun yolcuları ise, ne vahde-i vüdûda ne de vahdet-i şühuda yönelmişlerdir; onlar her zaman kesret içinde vahdeti müşahede etmiş, Hazreti Zât’ı, kendi sıfât ve esmâ-i hüsnâsı zaviyesinden, mâsivâyı da kendi keyfiyet ve hususiyetleriyle ele almış; Hazreti Hakk’ın müteâl bir varlık olduğunu, izâfî hakikatlerin de O’nun var etmesiyle var olduklarını, kayyûmiyetiyle de devam ettiklerini düşünmüş; her türlü tasavvurda, taakkulde, inançta iltibaslardan uzak durdukları gibi ifadelerinde de ulûhiyet hakikatıyla telifi imkânsız beyanlarda bulunmamışlardır. (21:30)
  • Cenâb-ı Hakk’ın, zat, şuûn, sıfât, esmâ, âsâr ve ef’âliyle alâkalı tecellilerinin yanında sofîler bir de, cemâlî ve celâlî tecelli üzerinde durmuşlardır: Tecelli-i Cemâl: Allah’ın, lütuf, ihsan, şefkat, merhamet.. gibi isim ve sıfatlarının inkişafında müşahede edilen “ehadî” tecellidir. Tecelli-i Celâl: Hazreti Vâcibü’l-Vücud’un, azamet, ceberût ve ululuğunu aksettiren ve ism-i zatın cilve-i âzamı sayılan “vâhidî” tecellilerdir. Bunlardan birincisinin bilhassa Rahîm ism-i şerifiyle münasebettar, ikincisinin de Rahmân ism-i azimiyle alâkalı olduğunda kibâr-ı muhakkikînin ittifakı söz konusudur. (24:24)
  • Merhum Mehmet Akif, Hak ism-i şerifini esmânın en önünde sayıyor ve şöyle diyor:
    Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak,
    Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak;
    Hani Ashab-ı Kiram, ayrılalım derlerken,
    Mutlaka Sure-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
    Çünkü meknûn o büyük surede esrâr-ı felâh,
    Başta iman-ı hakikî geliyor, sonra salâh,
    Sonra hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık,
    Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık.

    (25:00)
  • Allah Teâlâ’nın “Hak” ism-i şerifinin tecellisi, bir yönüyle yeryüzünde ihkak-ı hak şeklinde kendisini gösterir ve adaletin blokajı gibidir; adalet, hak üzerinde cereyan eder. En küçük mahluktan en büyüğüne kadar her şeyin hakkını gözetme çok önemlidir; buna “ihkâk-ı hak” denir ki, bu tabir, haklıya hakkını vermek ve her hakkı usulü dairesinde yerine getirmek manasına gelir. (26:23)
  • İslam, kuvvetin hakkın emrine tâbi olması lazım geldiğini ve hiçbir zaman hakkın kuvvete feda edilemeyeceğini kemal-i ciddiyetle hatırlatmış, herkesi hakka saygılı olmaya çağırmış, her zaman hakkın hâmîsi olduğunu göstermiştir. Bugüne kadar, içtimaî, iktisadî, idarî ve siyasî hayatta kuvvet çok defa hakkın hasmı gibi davranmıştır. Kuvveti esas alan kaba kuvvet temsilcileri her zaman menfaat yörüngeli hareket etmiş, hayatı bir mücadele ve bir boğuşma şeklinde yorumlamış; bu itibarla da güçleri yettiği ve imkânları elverdiği ölçüde başkalarının hukukunu hiç mi hiç önemsememiş, hatta yer yer pek çok insanî hakları çiğnemiş ve bir çılgın gibi kılıcını göklere doğru dikmiş “Kuvvet bende!” diye haykırmıştır. Buna karşılık hakkı esas kabul edip her şeyi ona bağlayanlar, ellerinden geldiğince, şahsî menfaati ve grup çıkarı yerine “Hak rızası” ve “fazilet” demiş yürümüş; Hak isminin değişik tecellileri sayarak bütün haklara karşı saygılı davranmış; bütün insanları kardeşleri gibi kucaklamış ve her zaman onların yardımına koşmuşlardır. (27:20)
  • Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, ‘Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran...’ (Nisâ Sûresi, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti. (28:15)
  • (Hazreti Ömer’in daha önce beyan ettiği görüşe uygun şekilde nazil olan on kadar Kur’an ayeti bulunduğu nakledilir. Bu sayı, İbn-i Hacer’e göre on beş; İmam Suyuti’ye göre ise, yirmi birdir. Bunlara “Muvafakat-ı Ömer” denilir.) Hazreti Ömer’in pek çok tevafuku olduğu halde o, bunların sadece üç tanesini hatırlar. Zaten yapılan iyilikler ilm-i ilâhîde ve meleklerin defterlerinde kaydedildiğine göre, insan iyiliklerinin kâtibi olmamalı; onları hafızasında tutup yer yer ima ve işaretlerde bulunmaya çalışmamalıdır. İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır. Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir beladır. Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duyma.. işte burada da unutmama çok önemlidir.(31:10)
  • İhlas Risalesi’nde şöyle buyuruluyor: “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır.” (33:08)
  • Hazreti Pir diyor ki: “Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı.” (35:14)
  • “Mağara hadisi” olarak da bilinen bir hadis-i şerifte şu hadise anlatılmaktadır: Gecelemek için bir mağaraya sığınan üç kişi, dağdan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp çıkışı kapayınca bir türlü oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları bir ameli vesile kılarak Cenâb-ı Hak’tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. Birinci şahıs şöyle der: “Benim yaşlı ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü. Allahım! Şayet bunu Senin rızan için yapmışsam, yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!” Taş bir miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir. İkinci şahıs ise, “Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim ama bana hiç yüz vermedi. Fakat, bir kıtlık senesinde elime düştü. Ona kendini teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nail olacağım sırada, “Allah’tan kork da iffetime dokunma!” dedi. Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim parayı da geri almadım. Allahım eğer bunu Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!” diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir amel olarak Allah’a arz eder. Üçüncü şahıs ise, şöyle dua eder: “Rabbim, yanımda bir işçi çalıştırdım. Diğer işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de ödemek istedim. Halbuki o, teklif ettiğim ücreti azımsadı ve ‘Ben bunu almam’ deyip gitti. Onunla bir koyuna anlaşmıştık. O gidince ben de koyunun ayrı üremesine zemin hazırladım. Seneler geçti ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline geldi. Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o sürüyü göstererek, ‘İşte bunlar senin hakkındır’ dedim. ‘Ben fakir bir insanım, benimle alay etme!’ deyince; ‘Vallâhi, alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o koyun işte bu hale geldi. Şimdi al götür.’ dedim. Sevine sevine bütün sürüyü alıp götürdü. Rabbim, bunu ben Senin için yaptım. Eğer bu amelimden razıysan mağaranın ağzını aç!” Bu duadan sonra, taş sonuna kadar kayar, mağaranın ağzı açılır ve hep beraber dışarıya çıkarlar. (35:36)
  • İhlas ve samimiyet mü’min sıfatlarıdır. Hazreti Üstad, ihlasın ehemmiyetini vurgularken mü’min sıfatlarının ne kadar önemli olduğuna ve Cenab-ı Hakk’ın sıfatlara göre muamelede bulunduğuna da dikkat çekiyor ve diyor ki: “Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar. Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. (40:57)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gül ve bülbül töresi

Fethullah Gülen: Gül ve bülbül töresi

Allahım kazanma kuşağında kaybettirme!..

  • “Allahım! Bizi Senden uzaklaştıracak ve Sensizliğin mahkûmu haline getirecek her türlü nefsânîlikten Sana sığınırız.” Biz böyle deriz. Böyle demekle Cenâb-ı Hakk’ın arındırması arasındaki münasebeti tam kavrayamayabiliriz. Fakat O’nun eltâf-ı sübhâniyesi ile bizim mukabelede bulunmamız arasında ne zaman bir münasebet var ki? Ne vermişiz ki insan olmayı O’ndan almışız? Ne vermişiz ki karşılığında düşünme kabiliyetini O’ndan almışız? İnsan-ı mü’min olmanın karşılığında ne vermiş de onu almışız? Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ümmet olma şeref ve pâyesini O’na ne vermiş de almışız? İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, “Kardeşlerime selam!..” dediği bahtlılar arasında, boyunduruğun yere konduğu bir dönemde dünyaya gelme ve o boyunduruğu kaldırma şuuruna erme; ne verdik ki onu elde ettik?
  • Bu, kazanma ile kaybetme kuşağı arasında bir nokta. İfade ederken “kader-denk” noktası diyoruz. İnsan ya bütünüyle kazanır ya da bütünüyle kaybeder. Ahir zamanda, boyunduruğun yere konduğu ve işin başa düştüğü bir dönemde, öyle büyük bir kazanma ile ürperten bir kaybetme at başı adeta. Orada meseleyi iyi değerlendirerek, kazanma kuşağında kaybetmemeye bakmak lazım.

Kıvam abidesi olma ile esfel-i sâfilîne yuvarlanma arasında insan

  • A’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta çıkma varken, onun ışıkları bize göz kırparken, esfel-i sâfilîne yuvarlanma.. böyle kötü bir akıbetten Allah’a sığınmak lazım. Onun için, Cenâb-ı Hak reçete olarak neler sunmuşsa, tek kelimesini heder etmeden, tek kelimesine göz kapamadan, o reçeteyi aynıyla kullanmaya bakmak lazım.
  • Tîn Sûresi’nde,

    لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ
    “Biz insanı en mükemmel sûrette yarattık. Sonra da onu en aşağı derekeye çevirip düşürdük.” (Tîn, 95/4-5)

    ayetleriyle işaret edildiği üzere; insanoğlu, iç ve dış donanımı, –kaynağı Hak inayeti– güzellerden güzel sureti, vicdanî genişliği, mahiyet zenginliğiyle bir kıvam örneği ve “ahsen-i takvîm” âbidesidir. Fakat o kendisine emanet edilen mahiyet-i insaniyeyi insana yakışır şekilde koruyamaz, zâhir-bâtın hâsselerini yaratılış gayesi istikametinde kullanmaz/kullanamaz, din ve dünya işlerinde Hak rızasına kilitlenip elinden geldiğince mefsedetlerden uzak duramaz ve başta insanlar olmak üzere herkese, her şeye karşı bir emanetçi gibi titiz davranmazsa, potansiyel olarak yeri “a’lâ-yı illiyyîn” iken, bir şakî olarak aşağıların aşağısı mânâsına “esfel-i safilîn”e yuvarlanıverir.
  • Cenab-ı Hak,

    إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ
    “Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır. Onlara ise hiç eksilmeyen bir mükâfat vardır.” (Tîn, 95/6)

    buyuruyor. Evet, yürekten Allah’a iman eden, imanını iz’anla, onu yakîn ile taçlandıran.. bir de imanını tabiatının bir yanı haline getirmek için amel/aksiyon yönünde hiç kusur etmeyen, işledikçe işleyen, işledikçe işleyen, işledikçe işleyen insanlar müstesnadır. Onlar için bitip tükenmez bir mükafat vardır.

Zorluklar, arzular ve selametli yol

  • İbadet ü taati iç dürtülerle yapacak hale gelmek hedeflenmelidir. O ufuk yakalandığı zaman iş belli ölçüde kolaylaşmış olur.
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

    حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ
    “Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle sarılmış, Cehennem de (bedenî arzu ve iştihâları kabartan) şehevâtla ”

    Evet, Cennet mekârihle, insana ters, ağır ve zor gelen bir kısım hadiselerle kuşatılmıştır. Onlara takılmadan ve o dikenli tarlalardan geçilmeden oraya ulaşılamaz. Cehenneme gelince, o da cismânî, bedenî, beşerî ve garizî hislerle, şehvetlerle, arzularla, bohemlikle, yemekle, içmekle, yan gelip yatmakla ve dünyada ebedî kalacakmış gibi davranmakla kuşatılmıştır.
  • Cenâb-ı Hak, ulemâyı tebcil etmiş ve buyurmuştur ki;

    إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ
    “Allah’tan, kulları arasında ancak âlimler hakkıyla korkar.” (Fâtır, 35/28)

    Allah’tan hakkıyla haşyet duyacak ve iç ürpertiyle her zaman O’nu yâd edecek insanlar ulemâdan bazı kimselerdir. Bütün teologlar, bütün ilahiyatçılar, bütün ilim adamları değil; düşüncelerini, vahy-i semâvî ile test edip doğrulayan, bilip tanıma neticesinde ulûhiyet dairesine karşı hürmet hissiyle dopdolu olan âlimler. Allah’ı gerçekten bilen, selâmetli yolu tehlikeli yoldan tefrik edecek olan da işte böyle âlimlerdir.

Bülbüllerin en güzeli, dikenler üzerinde dahi gülistan nağmeleri döktürendir

  • “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar hâristan olur.” (Havâî) Bağ mutlaka tımar edilmeli; insanlar tımar gayreti içinde bulunmalı; herk etmeli, hernik yapmalı. Ancak o zaman, hiç işe yaramayan ve kuvve-i inbâtiyesini yitirmiş gibi görünen o kupkuru topraklar bile bir de bakarsınız -İnsanlığın İftihar Tablosu’nun eliyle o cahiliye çölleri gülistana döndüğü gibi- gülistana döner.
  • Bülbülün en güzeli, dikenlerin üzerinde dahi gül arzusuyla sürekli içini döken, içini döküp ağlayan bülbüldür. Gülün dalına konup, gülün yapraklarına bakarak ağlamak, her bülbülün yapacağı iştir. Önemli olan dikenlerin üzerinde âh u efgânda bulunmak, gözyaşı dökmek ve “Burayı ne zaman bir gülistan yapacaksın?” mülahazasıyla inlemektir.
  • Dünyada Asr-ı Saadet’ten daha zevkli, daha neşeli, daha iç açıcı, daha inşirah verici başka bir tarihî kesim yaşanmamıştır. İnsanlığın İftihar Tablosu sayesinde!.. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun dünyayı şereflendirmesinden evvel oradaki çirkinlik ölçüsünde bir çirkinlik de hiçbir yerde görülmemiştir. Vahşet diz boyu değil, göbekte de değil, gırtlakta. Denâet gırtlakta. Asilik gırtlakta. Mantıksızlık gırtlakta. Muhakemesizlik gırtlakta. İnsanî hiçbir yanları kalmamış o insanlar tam bir diken tarlası. O (aleyhissalâtü vesselam) diken tarlasında dikenlerin hakkından gelerek, belki yaptığı aşıyla, o dikenleri bir yönüyle gül ağaçları haline getirmiştir. O’nun elinde, O’nun insibağıyla, O’nun fırçasıyla boyaması sayesinde bir zamanlar insanda ürperti hâsıl eden, hatta şeytanlarda tiksinti hâsıl eden o toplum meleklerin imrenebileceği bir toplum haline gelmiştir.
  • Hazreti Mevlana der ki: “Bazen melekler bizim halimize, nezaket ve nezahetimize imrenirler; bazen de şeytanlar bizim tavır ve davranışlarımız karşısında tiksinti duyarlar.”

Bu Hâristan da Bâğistan’a dönüşebilir

  • Katiyen ümitsizliğe düşmemeli. Bazı kimselerin tavır ve davranışlardan şeytanların bile tiksinti duyduğu bir diken döneminde dahi hâristan olan yer birden bire bâğistana dönebilir. Allah’ın izniyle, hazan mevsiminde bir de bakarsınız ki bir nevbahar bütün esintileriyle ve adeta inşirah olup insanların içine akıyor ve herkes tepeden tırnağa bütün nöronlarında onu duyuyor. İnsanlığın İftihar Tablosu o vahşet dönemini öyle bir bâğistana/bostana ve o dikenlerin hepsini gül ağaçlarına çevirmişse, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu oluyor demektir. Bir yerde bir şey olmuşsa, evvela onun imkanı vurgulanmış sayılır. Şu kadar var ki, o dönemde asliyet planında; çünkü o Zat hususi donanımı olan, özel gönderilmiş birisi; temel dinamikleri size de ışık tutacak şekilde, projektörler mahiyetinde sunmuş bir vazifeli. Size de projektörler sunmuş ve adeta demiş ki: Yoksa projektörleriniz, siz de mumlarla, lambalarla, fenerlerle, lükslerle yürüyün bu yolda. Allah’ın izniyle her zaman o hâristanlar bostan ve bâğistan olabilir. Elverir ki bağbanını, bahçıvanı bulsun.
  • Kafaların bozulduğu, ağızların zevzekleştiği, insanların sürekli bir günah fabrikası haline geldiği bir dönemde ille de saksağanların sesine biz de saksağan sesiyle katılalım deyince o saksağan korosu olur. En iyisi mi bir yerde saksağanlar ötüyorsa ve bir ses katılacaksa, bülbül sesleriyle saksağanların sesinin arasına girmeli, onların tesirini kırmalı ve onları bastırmaya bakmalıdır.

Siz doğru yolda olduğunuz müddetçe kötüler size zarar veremeyecektir!..

  • Dedikleri ettikleri şeylere mukabil aynı şenaat ve denaeti işleyerek, aynı seviyesizliğe düşerek aynı şeyleri söylemek değil. Hem zaten sizin sözlüklerinizde, dimağ sözlüklerinizde, kortekslerinizde o kadar yalan, o kadar iftira, o kadar densizlik, o kadar şenaat ve o kadar denaetle alakalı kelime yoktur. Zaten, denaet ve şenaette başkalarıyla yarışa kalkışırsanız, kendinize karşı saygısızlık yapmış olursunuz.
  • Kur’an-ı Kerim’de,

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
    “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide, 5/105)

    buyurulmaktadır. Kendinize bakınız! Siz hidayette iseniz, hidayeti tabiatınızın bir derinliği haline getirmiş iseniz; bir yönüyle her zaman onu duyuyor ve hareketlerinizi hep onun güdümünde götürüyorsanız; kimse size zarar veremez.

Hiç iyilikle kötülük bir olur mu?!.

  • Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Bu cümleden olarak şu ayet hatırlanabilir:

    وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
    “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

    Hasene; güzelliklerin hepsi, imandan İslam’a, İslam’dan ihsana, ihsandan ihlasa, ihlastan yakîne kadar, insanın özündeki, tabiatındaki, donanımındaki güzellikleri inkişaf ettirecek her şeydir. Seyyie’ye gelince, o da tam onun tersi; insanın özündeki bütün güzellikleri dumura uğratacak, yani gülistanı, baharistanı hâristana çevirecek kötülükler mecmuasıdır. Kur’an-ı Kerim diyor ki; hasene, seyyie bir değildir, aklınızı kullanın. Haseneler, insanın her yönüyle insanlığını haykırıyor ve insanın mahiyetindeki gerçek insanlığa, insan-ı kamil olmaya götürüyor. Diğeri de ahsen-i takvime mahsus bütün yıldızları söndürüyor, güneşi batırıyor, ayı bitiriyor, aydınlığı karanlığa boğuyor. Buna rağmen biri seyyieyle karşınıza çıkıyorsa, siz onu iyilikle savın.

Gel kardeşim, bağrım sana da açık!..

  • Şefkat mesleği, herkese karşı merhamet kollarını sonuna kadar açmayı gerektirir. Ezcümle, soluklarını bile insanlık için kullananlardan Mevlâna Celaleddîn Rûmî hazretleri döneminde bazıları ağızlarına ne gelirse söylemekte ve Hazreti Mevlânâ’ya hakaret etmektedirler. Bir gün bir tanesi, “Sen inançsızlara bile kucak açıyorsun, onlarla bir araya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun.” cümlelerinden oluşan ve daha bir düzine hakaretle dolu sözler sarfeder. Hazret, ona tek cümle ile cevap verir; “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” der.
  • Hâsılı, mesleğimizin gereği: Şerrinden endişe duyduğun kimseye dahi iyilikte bulun. Çağır evine, bal-kaymak ziyafeti çek; tadın ne demek olduğunu bilmeyen o insana, bir şey tattır; anlasın acıyı tatlıyı!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.