Ey sevgili hoşgeldin!..
Soru: Resulullah Efendimizin (sas) sevgisini gönlümüzde daha derince duyabilmemiz ve O'nu (sas) anlatırken söylediklerimizin başkalarına da tesir etmesi hangi hususlara bağlıdır?
Soru: Resulullah Efendimizin (sas) sevgisini gönlümüzde daha derince duyabilmemiz ve O'nu (sas) anlatırken söylediklerimizin başkalarına da tesir etmesi hangi hususlara bağlıdır?
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:
Şeytan, günümüzde, gemi azıya almış. Çünkü insî şeytanlardan ordular teşkil etmiş. Kullandığı argümanlar da İslamî argümanlar. Formalara bakınca, İslamî forma fakat oynadığı oyun, insanları şirazeden çıkarma istikametinde. Sanki “Siyasî İslam!” deyince, her şey tamam oluyor; ondan sonra başka yerde birileriyle -bağışlayın- bohemce bir hayatınız olabilir:“Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir! Öyleyse, irtikâpta bulunabilirsiniz.”Doğru, Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir; kurban olayım o Gafûr’a, o Rahîm’e!.. Fakat, heyhat, bu hakikat nerelerde, nasıl suiistimal ediliyor?!.
Hazreti Pîr de bu tehlikeye işaret ediyor; şeytanın önemli oyunlarından bir tanesi; size öyle fısıldar: “Allah Raûf’tur, Rahîm’dir.. Latîf’tir, Kerîm’dir, Rahmân’dır, Azîz’dir, Mu’iz’dir, Râfi’dir Dolayısıyla endişe etmeyin günah işleseniz de!” der. Fakat günah uyuşturucu gibidir; insan bir kere o istikamette yola çıktı mı, açıldı mı, ilk adımı attı mı, o sonra atılacak adımların bir yönüyle dürtükleyici, zorlayıcı referansıdır. Neylersiniz ki, “Yahu yapılıyor böyle! İşte Allah Tevvâb’dır; tevbeleri kabul eden Zât-ı Akdes-i Ecell u A’lâ’dır. Niye bu kadar endişe duyuyorsunuz?!.” derler. Hatta bir de size sitem ederler: “Ne diye günah işleyen insana karşı böyle olumsuz şeyler söylüyorsunuz? Allah Tevvâb değil mi? Niye ümidini kırıyorsunuz? Neden onu ye’se atıyorsunuz!..” Bu da şeytanın kullandığı ayrı bir argümandır.
En tehlikeli şeytan, Hazreti Âdeme zelle yaşatan şeytan değildir, insan suretindeki şeytanlardır. Onlardan daha tehlikelisi de “Ben Müslümanım!” diyen fakat şeytanî yolda adım adım onu takip eden kimselerdir. Onun için “Şeyâtîne’l-insi ve’l-cinn” (En’âm, 6/112) denmiş, “insî ve cinnî şeytanlar.” O, cinnî.. “Mâricü’n-nâr”dan (Rahman, 55/15), “ateşin özü”nden yaratılmış. Dolayısıyla da herhalde “Ateş umurumda değil benim!” diyor. Amma oraya gittiğin zaman görürsün, seni kerata.. umurunda mı değil mi, anlarsın o zaman onu. Fakat arkasından sürüklenen sürüler, onlara ne demeli? Ne demeli?!.
Asrı, Müslümanlık hesabına, şeytanın avenesi böyle kirletti. Bütün İslam dünyasında aynı kirliliğe şahit olmak mümkündür. Aynı sürçmelerin, -hayır estağfirullah, sürçme değil tepetaklak gitmelerin- her yerde olduğuna şahit olabilirsiniz. Belki başka şeyler değil de, -zannediyorum- Müslümanlığın yeniden gelip hayata hayat olması mevzuunda, bu türlü şeyleri görme, sizi inkisara uğratır, ümidinizi kırar. Öyle bir ümit inkisarı yaşadığından dolayı Akif:
“Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile,
Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile,
Kaç hakiki Müslüman gördüm, hep makberdedir,
Müslümanlık bilmiyorum amma galiba göklerdedir.”
diyor. Allah, inayetini bizlerle beraber eylesin. İnsî cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza buyursun; bizi Müslüman görünüp de şeytanın rolünü/senaryolarını oynayan kimselerden yapmasın.
Senaryo, bir yönüyle Kur’an dayanaklı, Sünnet dayanaklı, öyle gösteriliyor; “Allah!” deniyor, “Peygamber!” deniyor Ama -bağışlayın, lütfen bağışlayın- her türlü “halt” yeniyor.
Yanlış dediğimiz, ettiğimiz, söylediğimiz şeylerden dolayı, Sana sığınırım Allah’ım. Denen her şey Sana doğru bir adım attırmalı. Her şey birkaç santim daha ileride Sen’i sevdirmeli!
Evet, diyeceğimiz şeylerle O’nu sevdirmeliyiz ki, O da bizi sevsin. حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Sevdirin Allah’ı kullarına ki, sevsin Allah da sizi!” Siz sevince, sizi serfiraz kılar. Dünyanız da ma’mûr olur, ukbânız da ma’mûr olur. Hiç farkına varmadan, sürpriz aşamalarla birdenbire kendinizi Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında, O’na uymuş muktedîlerden biri gibi görürsünüz. Allah, orada bizi O’nunla haşr u neşr eylesin. Liyakat var mı, yok mu?!. Kıtmir’in en büyük arzularından bir tanesi: Oraya gittiğim zaman, hani cennetin hurisi, gilmanı benim çok umurumda değil. O’nun mübarek ayaklarına kapanıp doyasıya onları yalamak.. O’nun ayaklarına kapanıp doyasıya onları yalamak İçimin sesi olduğu kanaatindeyim! İster inanın, ister inanmayın! Başka sevdam da olmadı; olsaydı zaten siz onun emarelerini de görürdünüz..
Sevdam o oldu. Amma, önde öyle insanlar var ki, benim o sevdama bakınca, onu deryada damla gibi görüyorum. O mevzuda o deryaları sinelerinde taşıyan insanlara Allah bizi bağışlasın.. Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali’lere bizi bağışlasın.. Şâh-ı Geylâni’lere, Şeyhü’l-Harrânî’lere, Ebü’l-Hasan el-Harakânî’lere, Marufü’l-Kerhî’lere, Menbicî’lere, Nakşibendî’lere, Hazreti Pîr-i Mugân Şem’-i Tâbân Ziyâ-i Himmet Bediüzzaman’lara, hâs talebeleri Tâhir Mutlu’lara, Hasan Feyzî’lere, Hafız Ali’lere, Albay Hulusî beylere, Zübeyir Gündüzalp’lere.. arslanlara Allah bizi onlara bağışlasın!..
SORU: Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, mahiyet ve şahsiyeti itibariyle fevkalade duyarlıydı; hem menfi hem müspet hadiseleri çok derinden duyuyordu. Ayrıca, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) izzet, sabır ve hilm gibi sıfatları en mükemmel şekilde temsil ediyordu. Bu iki hususa rağmen, Cenâb-ı Hak, O’na, “Onların lafları seni üzmesin.” (Yûnus, 10/65); “Onların söylediklerine karşı sabret, onlardan güzel bir tavırla uzak dur!” (Müzzemmil, 73/10); “Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme!” (A’râf, 7/199) buyuruyor. Bu emirler Efendimiz’e ne ifade ediyordu, bugün de bize neler ifade etmeli?
CEVAP:Estağfirullah Meseleyi -min gayri haddin- dar idrak, iz’an ve kavrayışımla ifade edecek olursak:
Birinci husus: Yüksek bir donanıma sahip Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem).. Türkçemize geçmiş ve Türkçeleşmiş bir kelime var, “onur” dediğimiz şey. O, büyük insanlarda ziyadesiyle mevcuttur. Onlarda o izzet, o itibar, o şeref, o onur duygusunun içtenleştirilmesi söz konusudur. Yani bir sinek bile gözlerinin önünde terbiyesizce uçsa, ondan bile rencide olurlar. Evvelâ o tabiat zarafeti, o tabiat inceliği, o “melekleşme” göz önünde bulundurulmalı. Ne gibi? Hazreti Cebrail’e kalkıp deseler ki “Sen biriyle bohemlikte bulunmuşsun!” Estağfirullah Nefyederken bile söylemekten hicap duyuyorum. Ona ne kadar dokunur bu mesele. لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “(Melekler) asla Allah’a isyan etmezler ve kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler.” (Tahrim, 66/6) Allah’ın emrettiği şeyi, kılı kırk yararcasına yaşarlar; yasakladığı şeylerden de fersah fersah uzak dururlar.
İşte öyle birine öyle bir gayyayı gösteriyorsun, öyle bir gayyayı diyorsun ki, şimdi onun o mevzuda duyacağı rahatsızlığı biraz kendi donanımıyla, meseleleri içtenleştirmesiyle, Allah karşısındaki konumuyla değerlendirmelisin. Bir hükümdara “Sen birinden şöyle bir şey çalmışsın!” demek.. düşünün bunu Bu, sıradan, sokaktaki insana, bir haramiye, bir hırsıza demek gibi değildir. Ona ne kadar batar. Bakmayın bugün hırsızlık, irtikâp karşısında utanmayanlara!.. Bütün bütün hayâ hissinden mahrum kimseler olabilir ama mesele öyle değil. “Senin urban, numarası-drobu itibariyle sana uymadı!” demek bile, öyle bir sultanı, öyle bir rencide eder ki!.. Evvela bu zaviyeden, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüksek donanımı itibariyle onların dedikleri şeyler karşısında çok rencide oluyordu.
İkincisi: Onların dedikleri şeyler, sadece O’nun nübüvvetiyle, peygamberliğini ilanıyla ve mesajıyla alakalı değildi. Allah’ı tanıtmasıyla da alakalı.. bu dünyanın fani olduğunu ifade etmesiyle de alakalı.. ve bekânın öbür âlemde olduğunu anlatmasıyla da alakalıydı Bunlar ise, onu öyle üzüyordu ki!.. Neden? Çünkü akıbete bakarak meseleyi değerlendiriyordu.
Hani her zaman âcizane arz ettiğim gibi: Mirac’a çıkıyor, orada o baş döndürücü, bakış bulandırıcı şeylere şâhit oluyor. Zât-ı Ulûhiyeti gördüğü bile çokları tarafından ifade ediliyor; Kadı Iyaz, Şifâ-ı Şerif’inde ifade ediyor, Aliyyü’l-Kârî yazdığı şerhte ısrarla üzerinde duruyor, Nizâmî Mahzen-i Esrâr’ında “Başlarındaki gözleriyle gördü!” diyor. Bu mevzuda daha değişik insanlar da sayabilirim. Şimdi Bed’ü’l-Emâlî’deki ifadeye bakın:
يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ
وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ
فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ
فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ
“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî, s.50-54) Hazreti Üstad’ın ifadesiyle de, binlerce sene mesudane yaşanan dünya hayatı Cennet’in bir saatine mukabil gelmediği gibi, Cennet’in de binlerce sene hayatı Cemâlullah’ı rü’yetin bir dakikasına mukabil gelmeyecektir.
Fakat O (sallallâhu aleyhi ve sellem) -kurban olayım- görüyor O’nu (celle celâluhu). Bütün kâinatın çehresine serpiştirilen güzellikler ne ise, Mir’ât-ı ruhuna aksediyor. “Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür dâim.” Ama gördükten sonra, insanların o türlü ilahi lütuflardan, o türlü mazhariyetlerden mahrum kalmamaları için dönüyor. İşte Abdulkuddüs onu diyor: “Vallahi öyle makamları ihraz etti ki, yemin ediyorum, ben o makamları ihraz etseydim, geriye dönmezdim!” O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyüklüğü Neden? Elinden tutup herkesi oraya götürmek için
Şimdi düşünün, insanlar, başlarını almış gidiyorlar. Bir sele kendilerini kaptırmış gidiyorlar ki, şâirin ifadesiyle, “isyan deryasına yelken açmışlar, kenara çıkmaya koymuyor onları!..” Bunu görünce O (sallallâhu aleyhi ve sellem), mahzun olur mu olmaz mı, tasalanır mı tasalanmaz mı?!. Bu zaviyeden de sadece şahsı ve onuru adına değil, “insanların âkibeti” adına da hüzün duyuyordu
Bir de göz göre göre O’nun çok iyi bildiği, marifetini çok iyi içtenleştirdiği, karşısında el-pençe divan dururken bayılacak hale geldiği Zât-ı Ulûhiyet’e karşı, öyle hakaretler ediliyor ki!.. Hâşâ ve kellâ, onun yerine Lât’lar, Menât’lar, Uzzâ’lar, İsâf’lar, Nâile’ler konuyor. O Mahbub-u Mutlak, O Memduh-u Mutlak, O Sübhân-ı Mutlak, O Allah-ı Mutlak. O’na (celle celâluhu) yapılan bu hakaretler karşısında, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzülmeyecek de kim üzülecek?!.
O açıdan, dar dairede sadece böyle “gelip kulağına çalan şeyler, olumsuz ve negatif sözler karşısında tasalanıyordu, üzüntü duyuyordu” şeklinde anlamak, meseleyi kendi darlığımız çerçevesinde ele almak olur. O’nu, Muhammedî Ruh, Muhammedî ufuk (sallallâhu aleyhi ve sellem) açısından ele almak lazım. Bunların hepsine birden bakarak ve daha başka hususlara da ihtimal vererek وَلاَ يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ beyanını okumak lazım. “İşte onların bu mevzulardaki -onlara ait olması itibariyle, sizin huzurunuzda söylemem, sizi rahatsız etmesin- dırdırları, güft ü gû’ları, seni mahzun etmesin, tasalandırmasın!” (Yûnus, 10/65)
Bakın ona da işaret var, meseleyi siyaka bağladığınız zaman görüyorsunuz: “İzzet, Allah’a aittir.” Varsın onlar, Zât-ı Ulûhiyet’i, -hâşa ve kellâ- dâire-i Ulûhiyet, dâire-i Rububiyet, dâire-i Zât altına çeksinler; kendilerine göre, başka yerlere koysunlar; mekân isnadında bulunsunlar; -hâşâ- “Melekler O’nun kızlarıdır!” desinler, “Putlar, bilmem nesidir!” desinler. Esas “izzet”, Allah’a aittir. Yegâne gâlibiyet, aziz olma ona aittir. Hâşâ ve kellâ, ne “esmâ”sına, ne “sıfat”larına, ne “Zât”ına, ne “şuûnât”ına, ne “itibârât”ına zerre kadar lekenin konmayacağı bir tek Zât vardır, o da Ehad u Samed, Hayy u Kayyûm, Rahmân u Rahîm, Rabbü’l-âlemîn Allah’tır.
Bir de şimdi, bu siyaktaki meseleye bakın: إِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ “Şurası bir gerçek ki, bütün izzet, üstünlük ve şeref Allah’ındır. O, Semî’ (her sözü hakkıyla İşiten)dir, Alîm (her şeyi hakkıyla Bilen)dir.”(Yûnus, 10/65) Allah öyle Azîz, bütün izzet O’na ait. Fakat o insanlar, kendi seviyelerinden O’na karşı öyle saygısızca, öyle edepsizce laflar ediyorlar ki, buna Hazreti Ruhu Seyyidi’l-Enâm’ın gönlü dayanamıyor ve tasalanıyor. Onun için Cenâb-ı Hak, tesliye, teselli, ta’dil sadedinde buyuruyor: “Çok üzülme, kendini helak etme bu mevzuda. Allah Azîz’dir; onlar öyle deseler de, demeseler de. Allah, yegâne Azîz’dir, izzet bütünüyle O’na aittir!”
Diğer meseleleri de, kısmen bu kategori içinde mütalaa edebilirsiniz: وَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَاهْجُرْهُمْ هَجْرًا جَمِيلًا“Onların söylediklerine karşı sabret, onlardan güzel bir tavırla uzak dur!” (Müzzemmil, 73/10) Diyegeldikleri -yine- güft ü gû’ları karşısında, Sen, sabırlı ol!. “Dedikleri şey üzerine”, o sanki onun üzerine gelmiş gibi Elinden geldiğince, -böyle- güzellikle onlardan uzak durmaya bak!
Bu meseleyi de umumî olarak ele alabilirsiniz. Hani günümüzde de oluyor: Sizin için şöyle böyle demişler; mesela “terör örgütü” demişler, mesela “paralel” demişler, mesela “haşhaşî” demişler, mesela “sülük” demişler Şimdi her denen şeyi üzerinize alırsanız, “Ha bunu dedi, acaba ben ne desem?!” derseniz, hatta açıktan açığa yazmasanız, çizmeseniz bile bunlar nöronlarınıza çarpıp orada iz bıraktığı zaman, korteksinize çarpıp veya hafızanıza çarpıp orada kaldığı zaman, sizi rahatsız eder. Elden geldiğince bu türlü şeyleri güzellikle savmaya bakın.
Başka bir ayette ifade buyurulduğu gibi: وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen, kötülüğü en güzel karşılıkla savmaya bak. Bir de görürsün ki, seninle arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 41/34) Hasene ve seyyie bir değildir. Hasene, güzelliktir; seyyie de kötülüktür. Birileri, sana karşı kötülük yaptı, sen iyilikle sav onu! Hepsi olmasa bile, çokları bakarsınız, birden bire candan dost haline gelir. Onlar kötülük yapıyorlar diye ille de o şekilde karşılık vermek değil, evvela yapılması gerekli olan şey, iyilikle savmaya bakmak.
Evet, o dönemde de maddî manevî ezâ ve cefâ oluyor; balyozlar inip-kalkıyor. Allah Rasûlü, ashabının çektiği şeyleri görüyor. Engin bir vicdanı var. Hani bir söz var, o mülahazayla meseleyi ele alabilirsiniz, biraz O’nun vicdanının enginliğini ifade eden bir ifade: “Ateş, düştüğü yeri yakar. Bu doğru, objektif, herkes için. Fakat bütün âlemi kucaklayan engin bir vicdan için esas olan duygu: Ateş nereye düşerse, beni yakar!” Myanmar’a ateş düşmüş, beni yakar o.. Endonezya’ya ateş düşmüş, beni yakar.. Irak’a ateş düşmüş, beni yakar Ha “ben!” derken, “kâmil mü’min”i kastediyorum, benimle alakası yok, ben Mü’min’lerin Kıtmir’iyim. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun engin vicdanını, O’nun ruh enginliğini, kucaklayıcığını, re’fetini, şefkatini bu zaviyeden ele alacaksınız, bu zaviyeden alma mecburiyetindesiniz.
Allah, Kendine (celle celâluhu) ait iki ismi, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında da kullanıyor; O’na رَءُوفٌ رَحِيمٌdiyor. Raûf ve Rahîm. Râif değil, Râhim değil; “Raûf” ve “Rahîm” mübalağa kipidir; “çok şefkatlidir, çok içtendir”manalarına gelir. Olumsuz bir şey karşısında cayır cayır yanar O.. ve “çok merhametlidir, herkese kucağı açıktır.” (Tevbe, 9/128) Şimdi böyle bir insanı alın, böyle bir tipi düşünün Haşa, Frenkçe tabirle “prototip” demek doğru değil. Doğrusu, “insân-ı kâmil”. Cîlî’nin ifadesiyle “insân-ı kâmil”; eksiksiz, kusursuz, mutlak insan dediğiniz zaman, aklınıza gelecek bütün Peygamberlerin hususiyetini câmî, makam-ı cem’in sahibi, hatta cem-u cem’in sahibi Hazreti Ruhu seyyidi’l-enâm.
Şimdi böyle bir fıtratı, böyle bir tabiatı düşünün: Bilal’in göğsüne taşlar konmuş -canım çıksın- ve aynı zamanda sıcak kumda beyni kaynıyor.. Yâsir’i öldürüyorlar orada, Sümeyye’yi, kadını öldürüyorlar Yani günümüzün canavarları gibi, kadın-erkek demeden herkesi derdest edip içeriye atıyorlar.. insanları çarmıhlara geriyorlar.. boykotlar ilan ediyorlar.. her türlü mahrumiyete maruz bırakıyorlar Bütün bunları o ince vicdan, o kucaklayıcı vicdan, o raûf ve rahîm görüyor, biliyor. Allah, Kendi ismini vermiş; “Ben Raûf’um, Rahîm’im.. Benim Habibim de Raûf ve Rahîm’dir..” لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ “Size kendi aranızdan, (bizzat içinizde doğup büyümüş) bir Rasûl geldi: bırakın azaba düçar ve müstahak olmanızı, bir sıkıntıya bile uğramanız O’nun yüreğine oturur; size çok düşkün olup üzerinizde titrer; mü’minlere karşı son derece şefkatli ve son derece merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) “Raûf, Rahîm” diyor, Allah’ın ismi bu.. İşte böyle bir vicdanın başkalarının maruz kaldığı eziyetlerde duyacağı ezâyı, cefâyı siz varın hesap edin!..
“Onların söylediklerine karşı sabret, onlardan güzel bir tavırla uzak dur!” (Müzzemmil, 73/10) Dedikleri ve ettikleri neler varsa, neler söylüyorlarsa.. Zât-ı Ulûhiyet hakkında, öbür dünya hakkında, nübüvvet hakkında, Kitap hakkında Kur’an-ı Mucizü’l-beyan’a “şiir” demek, “kehânet mahsulü” demek, “cin, peri ifadesi” demek O’nun Allah’tan geldiğine kat’iyyen inanan temiz ve engin bir vicdan (sallallâhu aleyhi ve sellem).. Allah ile münasebet içinde olan bir vicdan.. O’na (celle celâluhu) mir’ât-ı mücellâ olan bir vicdan O’nun bunlardan ne kadar teessür duyduğunu/duyacağını siz hesap edin!.. Allah (celle celâluhu) burada yine O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) diyor ki: وَاصْبِرْ Sabret!..
“Sabir”, esasen çölde, zehirli bir otun adıdır; “sabır” kelimesi de oradan alınmış, fiilleştirilmiştir. Onun için bir sözde deniyor ki: “Sabır, mebdei itibariyle zehir-zemberek bir şeydir; neticesi itibariyle de şeker ve şerbettir.” Başta katlanmak, bir yönüyle bir tohum atmaktır, toprağa tohumu atma gibi bir şeydir ki işte o zehir zemberektir. Zehiri zembereği toprağa atıyorsun, sonra üzerinde raksediyorsun; onun sonucu olarak, مَنْ صَبَرَ ظَفِرَ“Sabreden zafere erer.” sırrı görünüyor; birdenbire güller açıyor, bakıyorsun üzerlerinde şebnemler var ve bakıyorsun yanı başında bülbüller şakıyıp duruyor..
Evet, وَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ “Onların söylediklerine karşı sabret!” (Müzzemmil, 73/10) Fiil, müzari kipiyle gelmiş, süreklilik ifade ediyor; bugün, yarın, yarından sonra da diyecekler, öbür gün de diyecekler; bugünün kefere, fecere ve münafıkları da diyecek, yarınkiler de diyecekler. Tabiat-ı beşeriyeyi doğru okuduğundan dolayı, kendi muasırlarının o mevzudaki güft u gû’ları karşısında rahatsız olduğu gibi, genetik olarak arkadan gelen nesillerde de aynı dırdırı duyuyor ve aynı zamanda o mevzuda da dişini sıkıp sabretmek -kurban olayım!- O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşüyor. Bütün bunlar karşısında, bir taraftan, dişini sık, sabret; bir diğer taraftan da “mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesi” ile mukabelede bulunma!.. Elden geldiğince o meselelerin çok içine dalma!.. Bir yönüyle bâtılı tasvir etmek suretiyle, kendi saf zihnini de başkalarının zihinlerini de idlâl etmemeye bak!..
Zaten şu ayet de bu hususlara cevap gibi; خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Sen afv yolunu tut, örf ile emret ve kendini bilmezlerden sarf-ı nazar eyle!” (A’râf, 7/199) Sen af yolunu tut, ona sımsıkı sarıl!.. Örfü, marufu, Allah’ın emirlerini de emret, tavsiye et, yaygınlaştır.
“Örf” tabiri iki manada kullanılır: a) Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şeylerdir ki, bu, ümmetin hâssasıdır: كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ “(Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız.” (Âl-i İmrân, 3/110) b) Bir de “örf”, gelenek ve an’ane demektir. Dinin kalibre edici, süzgeçlerinden süzülmüş olan, sizin âdetlerinizden dinin mahsurlu görmediği ne varsa, ona da aynı zamanda “örf” denir.
“Sen afv yolunu tut.”وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ “Örf ile emret!” (A’râf, 7/199) Yani, onların da yadırgamayacağı, aklın da maruf bulacağı, aynı zamanda vicdan-ı selim’in “evet!” diyeceği, hiss-i selim’in “evet!” diyeceği şeyleri onlara söyle!.. وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Kendini bilmez cahillerden de sarf-ı nazar eyle!..”Burada عَن, bu’d-i mücâvezet içindir, “i’râz et, yüz çevir!” demektir.
Câhillerden, elden geldiğince, sarf-ı nazar edin!.. Çünkü, sürekli onlara döner, onlara bakar, onlara kulak verir, onları dinler, hep bir şeyleri onlarda okumaya çalışırsanız, çok rahatsız edici şeyler gelir çarpar size.. onlardan gelen şimşekler, çarpar. Dolayısıyla da, esas konsantre olmanız gereken meseleye konsantre olamazsınız.. hizmetinizde aksamalara sebebiyet verirsiniz. Onun için Hazret-i Pîr-i Mugân, “Çoktan beri elime gazete almıyorum, başkalarından duydum!” diyor Lahikalar’da. Neden? Çünkü o dönemde de, aynen zift medyası gibi, hep iftiralar, tezvirler savuruyorlar. Onlarla meşgul olunca, Kur’an-ı Kerim’in içine, deryalara derinlemesine dalan bir dalgıç gibi, dalıp da oradan inci-mercan çıkarmak mümkün olmaz. Benim kafam, sokakta ayağa düşmüş laflarla meşgul olduğu takdirde, ben konsantre olmam gereken hususlara yoğunlaşamam; im’ân-ı nazarda bulunmam gerekli olan şeyler -bir yönüyle- tâlî derecede kalır. Oysa iki elimiz var, dört elimiz dahi olsa, esas, sarılıp ikame etmeye çalıştığımız dâvâya yetmez! Diyor ya: “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!” Önemli ölçüler bunlar.
Bu açıdan da, “Falan şöyle demiş! Filan böyle demiş!” Bütün bunlar güft ü gû’dan ibarettir. (Daha “dırdır”ı tekrar etmem, sizi rahatsız eder; “güft ü gû” da Farsça; o da aynı manaya geliyor, Türkçemize geçmiş; “güft ü gû”, “dedikodu”.) Böyle dedikodularla iştigal ederseniz, zihin dünyanız, düşünce dünyanız, tefekkür dünyanız, bunlarla işgale uğrar; dolayısıyla yapmanız gerekli olan şeylerde değil de sermayeyi orada kullanmış olursunuz. Bir-iki insan, elden geldiğince tashih adına, tavzih adına, tekzip adına, tazminat adına, o türlü densizce lafları, güft ü gû’yu takibe vazifelendirilebilir; onlar takip ederler tâ umumun hakkı yenmesin.. kuzu-koyun kurda kaptırılmasın.. ve bu arada “ezhân-ı nezîhe” de onların telvisâtıyla kirlenmesin. Bu maksatlarla bir-iki insan meşgul olabilir. Aksi halde, herkes televizyonda, İnternet’te, şimdi telefonlarda, o türlü levsiyâta dalarsa, zannediyorum, nezîhata dalmaya fırsat kalmaz.. nezîhâtın hakkı, nazîfâtın hakkı çiğnenmiş olur.
Ona meydan vermemek için, وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Cahilin cehlinden i’râz et!” (A’râf, 7/199) deniyor. Evet, anonim bir söz vardır; çok eskiden, tâ on sekiz yaşımdayken, bir daktilocudan duymuştum. Eskiden avukatların yerinde onlar dilekçe filan yazarlardı. Bir süre Artova’da kalmıştım, orada böyle bir dava vekili vardı, görüşüyordum, ondan kulağımda kalmış; o levhalara da yazdım onu, kendi elimle: “Câhil ile etme ülfet, aklının miktarı yok / Sırtı çullu, kendi merkep, boynunun yuları yok!”Sâdi-i Şirâzî de Gülistan’ında der ki: “Sohbet-i bâ nâdan, alâmet-i nâdânist.” Yani; câhillerle sohbet etmek, câhillik alametidir. Yine Türk şiirimiz içinde vardır: “Nâdan ile sohbet, zordur, bilene / Zira nâdan, söyler ne gelirse diline!”Câhillerinin laflarının durumu bu ise, bunlarla meşgul olmak, füzûliyatla iştigal sayılır.
Son bir husus da şudur: Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki: ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ “Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!..” (En’âm, 6/91) Münkirler, o türlü faydasız iş ve sözlere dalıyorlar; Zât-ı Ulûhiyet (celle celâluhu) için şunu diyorlar, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için bunu diyorlar, vahiy için onu diyorlar.. dinin emirleri için şöyle, ukbâ için böyle diyorlar Bir yönüyle böyle pisliğe dalmayı Kur’an-ı Kerim başka bir yerde şöyle nazara veriyor: مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ وَلَمْ نَكُ نُطعِمُ الْمِسْكِينَ وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ الْخَائِضِينَ وَكُنَّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ “Sorarlar: ‘Nedir sizi Cehennem çukuruna sürükleyen?’ Diğerleri: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ diye cevap verirler. ‘Yoksullara yemek vermez, ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik. Bâtıl bataklığına dalanlarla birlikte biz de dalardık. Din Günü’nü (hesap ve cezayı) yalanlar dururduk.’ derler.” (Müddessir, 74/42-46)
Cehenneme girenlere soruluyor da, onlar dört beş şey sayıyorlar, bir tanesi de bu: وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ الْخَائِضِينَ “Batakçılarla düşüp kalkıyorduk!” Gayyalara gömülenlerle, duygu-düşünce inhirafı yaşayanlarla, ağzı- gözü bozuk kimselerle; kalbi selim değil, ruhu selim değil, düşüncesi selim değil, hissi selim değil.. duygusunda, düşüncesinde, bütün muhakemelerinde neseb-i gayr-ı sahih sözler eden kimselerle beraber oluyorduk.
İşte bu ayet-i kerimede, iyilikleri görmeyen ve nasihatlere kulak vermeyen öyle kimselerden uzak durmak ve onları kendi bataklıklarında bırakmak gerektiği anlatılıyor: ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ Bırak onları, terk et onları; daldıkları şey içinde oynayadursunlar! Bir kere daldıkları şey, bir “gayyâ”.. “zift gayyâsı”; yalanlarıyla, iftiralarıyla, tezvirleriyle, zihinleri kirletmek için. Tabir-i diğerle, kendi zihinlerinin kirini, ruhlarının kirini, hislerinin kirini, vicdanlarının kirini başkalarına da atmak için. Onları onun içinde bırak; onunla oyalanadursunlar, oynayadursunlar!.. Oyundan sonuç alınmaz çünkü oyun esasen bir fiil değildir; amel değil, san’at değil, fiil değil, “oyun” diyor, (لُعْب) diyor. Zaten dünyaya bakan yanıyla hayat da bir oyun: إِنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ “Dünya hayatı, ancak bir oyun, oyalanma ve eğlenmeden ibarettir.” (Muhammed, 47/36) Onlar da o “le’ib u lehv”e dalmış, baş aşağı gayyaya yuvarlanmışlar.
Şu halde, ذَرُوهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ، يَلْعَبُونَ، يَلْعَبُونَ Bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar.. oynayadursunlar.. oynayadursunlar!.. Bugün kim onlar? Zift medyası ashabı!..
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
أَفْضَلُ الْفَضَائِلِ أَنْ تَصِلَ مَنْ قَطَعَكَ وَتُعْطِيَ مَنْ مَنَعَكَ وَتَصْفَحَ عَمَّنْ شَتَمَكَ (وَتَعْفُو عَمَّنْ ظَلَمَك)
“Faziletlerin en üstünü; aranızdaki akrabalık ve dostluk bağlarını koparanı senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman, sana sövüp sayana, çirkin sözler söyleyene müsamahalı davranman ve (bir rivayette de) zulmüne maruz kaldığın insanı bağışlamandır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438) Bu hadis-i şerifin ihtiva ettiği hakikatleri ve verdiği mesajları lütfeder misiniz?
إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ
فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ
Soru: 1) Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde “îsâr”; insanın, başkalarını kendisine tercih etmesi, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olması şeklinde tarif ediliyor. Îsâr sadece tasavvuf ıstılahı olarak kullanılan bir kavram mıdır? Günümüzün karasevdalılarının fedakârlığın sahâbîcesiyle, dört bir bucağa, yedi cihana yetişmeye çalışmaları da “îsâr ruhu” ile izah edilebilir mi?
âyetiyle -Ashab-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak- işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte budur. (01:08)وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ
“Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9)
(01:35)وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ
“Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.”
Soru: 2) Îsâr hasletinin dereceleri anlatılırken, önce “Hak yolunda ve ehl-i iman uğrunda gerekirse candan geçmek” ele alınıyor. İkinci sırada, “riyâset ve makam mevzuunda her türlü fedakârlıkta bulunmak” zikrediliyor. Daha sonra da maddî refah ve mutlulukta başkalarını düşünmek, mal ve kazancından infak etmek, ilim ve fikir sahibi olmanın hakkını vermek gibi iyilikler sıralanıyor. Riyâset ve makam konusundaki fedakârlıklar daha mı zordur ki diğerlerinin önüne alınmıştır? (17:52)
Soru: Geçenlerde "Fedakârlık ya Hû!.." buyurdunuz; sonra kendi hattınızla da yazdığınız bu cümle levha yapılıp asıldı. Size bu sözü söylettiren mülahazalar nelerdir; fedakârlık ifadesiyle hangi hususları kastediyorsunuz? İman hizmeti yolunda yapılanları fedakârlık olarak mı yoksa mesuliyet şeklinde mi değerlendirmek gerekir?
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, önceki senelerde Ramazan ayı yaklaşırken, “mealli mukabele” teklifinde bulunmuştu.
“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahî maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”
diyen Hocamız, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etmişti.
Birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.
Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Pakistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan, Arnavutluk, Tacikistan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.
Dostlarımıza bir fikir vermesi için CANLI YAYIN şeklinde paylaştığımız ve A’râf Sûresi’nin 164. ayetinden başlayıp 9. cüz’ün son 10 sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.
Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, önceki senelerde Ramazan ayı yaklaşırken, “mealli mukabele” teklifinde bulunmuştu.
“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahî maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”
diyen Hocamız, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etmişti.
Birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.
Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Pakistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan, Arnavutluk, Tacikistan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.
Dostlarımıza bir fikir vermesi için hafta sonu bu senenin ikinci CANLI YAYINı şeklinde paylaştığımız ve Tâhâ Sûresi’ni (16. Cüz’ün son 10 sayfasını) okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.
Cenâb-ı Hak ihlas lütfetsin; hepimizin hatimlerini kabul eylesin.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, önceki senelerde Ramazan ayı yaklaşırken, “mealli mukabele” teklifinde bulunmuştu.
“Kur’an-ı Kerim’in manasını anlamasa da, ciddi bir saygıyla, fevkalade bir tazimle, konsantre olarak, tam teveccüh ederek onu okuyan yine sevap kazanır. Ne var ki, onda ilahî maksatları izlemek, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir. Bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır.”
diyen Hocamız, mesai ve meşguliyetleri müsaade ettiği ölçüde, mü’minlerin günlük mukabeleyi ikiye ya da üçe bölmelerini, böylece zamanı biraz daha uzun tutarak okudukları ayetlerin meallerine ve muhtevalarına da bakmalarını tavsiye etmişti.
Birkaç senedir burada (Pennsylvania’da) muhterem Hocaefendi’nin de iştirak ve rehberliğiyle mukabeleyi sabah ve ikindi namazlarından sonra yaklaşık ikişer saat olmak üzere iki fasıl halinde yapıyoruz. Her fasılda Kur’an-ı Kerim’den on sayfa okuyor, daha sonra ayetlerin mealleri üzerinde duruyor ve gerektiğinde farklı eserlere müracaat ediyoruz.
Muhterem Hocaefendi’nin mevcudiyeti ve açıklamalarının yanı sıra, ders halkamızda Almanya, Hindistan, Pakistan, Mısır, Avustralya, Azerbaycan, Arnavutluk, Tacikistan ve Kırgızistan’dan talebe arkadaşlarımızın da bulunması mukabeleye ayrı bir lezzet katıyor.
Dostlarımıza bir fikir vermesi için hafta sonu bu senenin ikinci CANLI YAYINı şeklinde paylaştığımız ve Rahman Sûresi’nden başlayıp 27. Cüz’ün son 10 sayfasını okuduğumuz mukabelemizin o bölümünü -seyredemeyenler ya da yeniden izlemek isteyenler için- arz ediyoruz.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye’de yaşanan korkunç darbe girişimi sonrası yapmaya başladığı basın toplantılarına dün de devam etti.
Önceki gün New York Times, Financial Times, Sky News, CNN, The Guardian ve Reuters başta olmak üzere dünya medyasında önemli yer tutan kuruluşların temsilcileri röportaj talebiyle Hocaefendi’yi ziyaret etmişlerdi.
Dün de on farklı ülkenin televizyon ve gazetelerinden gelen muhabirler özellikle gündemle alakalı pek çok soru sordular.
Hocaefendi, tevcih edilen bütün sualler üzerinde genişçe durdu; Hizmet Hareketi’nin maruz kaldığı zulmün sebeplerini, R. T. Erdoğan’ın düşmanlık ve nefret içeren söylemlerinin saiklerini, darbe girişiminin hangi maksatlarla ve kimler tarafından yapılmış olabileceğini, dünden bugüne darbeler karşısındaki duruşunu, Türkiye’ye iade talebine dair söylentilerle ilgili görüşlerini, darbe teşebbüsü esnasındaki ve akabindeki şiddet görüntülerine ilişkin mülahazalarını ve Hizmet gönüllülerine yönelik mesajlarını içeren cevaplar verdi.
Bazı medya kuruluşlarının yaptıkları özel mülakatları önce onların yayınlamalarını bekleyerek, basın toplantısı şeklinde cereyan eden röportajlardan seçtiğimiz soru cevapları arz ediyoruz.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Soru: 1) İnsanlığa hizmet adına müşterek yapılan işlerde koştururken kardeşler arasında bazen ciddi fikir ayrılıkları ve kalb kırıklığına sebebiyet verecek ölçüde münakaşalar olabiliyor. Farklı düşüncelerin kavgayı netice vermesinin sebepleri ve bunun çözüm yolları nelerdir?
Soru: 2) Gazap duygusunun insanlığa hizmet adına strateji üretmede bir dinamik olarak kullanılması gerektiğini ifade etmiştiniz. Öfke gibi zâhiren çirkin bir hissin hayırlı işlere vesile olması nasıl gerçekleşir? (08:55)
Soru: 3) Sabrın kurtuluş için bir anahtar olduğu ifade ediliyor. İstişarenin selameti ve bereketi adına da sabrın anahtar olmasından bahsedilebilir mi? (18:43)
Meşrû yolların dışında yol aramamalı.. Makyavelistçe hareket etmemeli.. hep Peygamberler Yolu’nda yürümeli.. istikâmet içinde olmalı.. bütün cihan çok farklı, çok değişik, çok abuk-sabuk yollarda yürüse bile, bu, hakiki mü’mine tesir etmemeli.. o, yol değiştirmemeli, yanlış güzergahlara sapmamalı.. doğru yürüdüğünden dolayı öldürseler bile, el kaldırmamalı.. mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamalı.. Hâbil gibi hareket etmeli, Kâbil gibi davranmamalı!..
Hâbil, hasetle dopdolu kardeşine diyor ki: لَئِنْ بَسَطْتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ لَأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Hiç şüphesiz ben, Âlemlerin Rabbi’nden korkarım.” (Mâide, 5/28) “Bana elini uzatsan, silahınla üzerime gelsen, öldürmeye teşebbüs etsen, ben sana el kaldırmam!” diyor; “Çünkü sen, öyle yapmakla esasen, kaybediyorsun, Cehennem’e yuvarlanıyorsun!”
Sabah, Müslim-i Şerif’te gördüğümüz hadisler çerçevesinde, “İki mü’min birbirini öldürmek üzere teşebbüs ederlerse, maktûl de Cehennem’e gider, kâtil de. Çünkü kâtil onu öldürmeseydi, o (maktûl) onu öldürecekti. İkisi de öldürmeye niyet etmişti.” İkisi de kötülüğe niyet etmişti ve ikisi de niyet ettikleri şeyin cezasını çekeceklerdir.
Evet, hususiyle günümüzde, maddî kılıç -maddî mukabele- kınına girdiğinden dolayı, Kur’an’ın elmas düsturları ile mukabelede bulunmayı bir esas ve bir düstur edinmeli. Ne derlerse desinler, ne ederlerse etsinler, iftiranın -Şâhânesi olur mu?- en denîsini bile irtikâp etseler, o kadar denâete düşmemeli. Yalan söyleseler, “İtiraf!” deyip iftirada bulunsalar, karalasalar, komplolar düzenleseler, sizi halkın nazarından düşürmek için akla-hayale gelmedik şeyler yapsalar, meselâ tâife-i nisâ ile buluşturmak suretiyle size bohemlik isnadında bulunsalar ve halk nazarında kıymetinizi yerle bir etseler, katiyen aynı mukabeleye başvurmamalı. Çünkü gerçek insan olmak, bunlara mânidir; “ahsen-i takvîm”e mazhariyet, bunları yapmaya izin vermez. Allah’ın kıvamında yarattığı bir varlık, böyle kıvamsızlık eseri olan şeylere katiyen tenezzül etmemeli; tenezzül edenler, kendi zilletlerini ortaya koymuş olurlar.
Bu açıdan da tarihin değişik dönemlerinde -Efendimiz’den evvel de Efendimiz’den sonra da (sallallâhu aleyhi ve sellem)- küçük çapta hep bu türlü hadiseler olmuş. Bazen çok büyük fitneler de vuku bulmuş. Mesela; Hazreti Ali döneminde Harûrîlerin hareketi, Hâricîlerin hareketi, Emevîlerin ona karşı çıkması… Bütün bu hadiseler karşısında Hazreti Ali efendimiz asla istikâmetten ayrılmamıştır. Başka bir vesile ile arz etmiştim, O’na demişler ki: “Harûrîler, filan yerde, bir temerküz (bir noktada/merkezde bir araya gelme), bir tahaşşüd (toplanma, yığılma) içindeler; size hücum edecekler. Onlar size hücum etmeden, -yerleri, şu- şu yol, şu yöntem ile hareket ederseniz, tepelerine binersiniz onların!” Fakat, “Ne mâlum bize hücum edecekleri?!.” demiş koca İmam. Ebû Hanife, fetvasını Hazreti Ali efendimizin o beyanına bina ediyor: “Size saldırıları/taarruzları kat’î olmadıktan sonra, mukabelede bulunulmaz; malınıza, canınıza kastetme ihtimali bile olsa!”
O dönemdeki ve sonraki bu fitneler, hadis kitaplarının “Kitâbü’l-Fiten ve’l-Melâhim” bölümlerinde nakledilmiş. (“Fiten” kelimesinin tekili (müfredi) olan “fitne”nin imtihan, meşakkat, sıkıntı, bela, musîbet, rezalet ve azap gibi mânâları vardır. Zamanla bu kelime küfür, günah, ihtilâf, düşmanlık, rüsvaylık ve fısk gibi her türlü kötülük için kullanılmaya başlamıştır. Melâhim ise; melhame kelimesinin çoğuludur; melhame, savaş meydanı demektir.) Müslim-i Şerif’in de sonuna doğru gelirken böyle bir bölüm yer alıyor. Çok hadis kitabında da öyle olmuş. Sonra “Kitâbü’l-Fiten ve’l-Melâhim”de geçen konulara dair müstakil kitaplar da yazılmış; âhirzamanda zuhur edecek şeyler anlatılmış.
Efendimiz’in âhirzaman Peygamberi olması itibariyle, tâ o dönemden başlamış. O’na çektirenler, âhirzamanın o fitne-fesat insanları; Ebu Cehil’ler, Utbe’ler, Şeybe’ler, İbn Ebî Muayt’lar, -bağışlayın- Allah belası daha kimler?!. Fakat O (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini onlara karşı mukabele için hiç uzatmamış; evet, Hâbil gibi hareket etmiş. On üç sene Mekke-i Mükerreme’de… Kitapların satırları, sayfaları, paragrafları, O’nun çektiği şeyi ifade edemez; fakat onlar bir ölçüde anlatılmış ki, insan, başına gelebilecek o türlü şeylerin çirkinliğini görsün; hele arka planı ile anlayabilirse, ne kadar şenî’ şeyler imiş, ne kadar denî şeyler imiş, anlasın!..
İnsanlığın İftihar Tablosu’na, tarihin hiçbir döneminde yapılmayan kötülükler yapılmış. Alvar İmamı hazretlerinin ifadesiyle, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) başına gelen şeyler, Everest tepesinin başına binseydi, birden bire erir giderdi o dağ, Lût gölüne dönerdi. O (Alvar İmamı) böyle demiyor da, “Araya kılıç girerdi!” diyor. Fakat O, elini kaldırmadı, mukabele-i bi’l-misilde bulunmadı. Hatta Bedir savaşında Allah’tan emir geleceği, meşru müdafaa hakkı/izni verileceği âna kadar… أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَاتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَإِنَّ اللهَ عَلَى نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ “Kendilerine savaş açılan mü’minlere, mukabil olarak savaşma izni verildi. Çünkü onlar, pek çok yönden zulme maruz kaldılar. Kuşkusuz Allah, onlara yardım edip zafer bahşetmeye kadirdir.” (Hac, 22/39) âyeti nâzil olacağı âna kadar… Sahabe efendilerimiz, Zeyd İbn Hârise, Hazreti Hamza gibi gözünü budaktan esirgemeyen insanlar, Allah Rasûlü’nün gözünün içine bakıyorlar; “İzin yâ Rasûlallah!” diyorlar. Evvela onların o mevzudaki teslimiyetlerine can kurban!.. O’nun lâl-u güher saçan dudaklarından o mevzuda izin ortaya konacağı âna kadar bir kere O’na teslimiyetlerini izhar ediyorlar, gösteriyorlar. Vaktâ ki o ayet nâzil oluyor, yapılması gerekli olan şeyi yapıyorlar ve Allah’ın izniyle işin üstesinden de geliyorlar.
Karşı taraf, tamamen “tenkîl” mülahazasıyla, “tedmîr” mülahazasıyla, “tetbîr” mülahazasıyla, “ibâde” mülahazasıyla, yani “kökten kazıma” mülahazasıyla üzerlerine geliyor, mekanize birliklerle. Onlar da o güne kadar o ölçüde sistematik bir savaşa girmemişler. Ama Allah emir verince, yapıyorlar. “Münzelîn” (özel indirilen) ve “Müsevvimîn” (nişanlı ve işaretli bulunan) melâike-i kiram, elli türlü velvele ile, gürültü ile iniyor, karşı tarafın moralini bozuyor ve müşriklere orada bir hezimet yaşatıyor. Müslümanların da kuvve-i maneviyeleri -zaten var olan kuvve-i maneviyeleri- bir kat daha zirve yapıyor, Allah’ın izni ve inâyetiyle.
Ama asıl mesele; bakın, düşünün: Medine-i Münevvere’ye teşrif buyuruyor, ikinci sene burada geçiyor. On üç sene de Mekke-i Mükerreme’de ezâ-cefâ, akla-hayale gelmedik şenâat, denâet, fezâate maruz kalıyor. Fakat Allah Rasûlü, elini kaldırmıyor. Evet, Hâbil gibi davranıyor, Hazreti İbrahim gibi davranıyor, Hazreti Nuh gibi davranıyor. Muztarr kaldığı zaman, (Hazreti Nuh gibi) رَبِّي إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Yenik düştüm Allah’ım! Yardım et!” diyor. Ve diğer peygamberler de aynı şeyleri söylüyorlar. Ömürleri boyunca, insanları hakka-hakikate davet ediyor, göz açmaya çalışıyorlar; ne var ki gözleri kapalı, kulakları tıkalı, kalbleri ölmüş o insanlar, o pozitif seslere karşı hep negatif davranışlarda bulunuyorlar. Fakat hiçbir peygamber, onlara karşı mukabele-i bi’l-misilde bulunmuyor. Bu yol, peygamberler yolu…
Diğerine gelince; bir kısım vehimlere binaen ne zulümler irtikap ediyorlar: “Bunlar da falanlara mensup, bunlar da filanlara mensup!.. ByLock kullanmışlar, dolayısıyla onlardan; tut, at içeriye bunları!..” Çocuklar ölsün, analar ölsün!.. Meriç’i geçerken, aileler boğulsun!.. Yüzlerce aile orada; cesetleri suyun içinde kalsın!.. Fakat bir kin, bir nefret, bir hazımsızlık, bir çekememezlik… Ha böyle bile olsa, bence, mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimânesinde bulunmamak lazım.
Evet, başkaları her şeyi yapabilir; hiç olmayacak şeyleri size isnad edebilirler. Bakın; olmuş şeylerden bahsedeyim size: Birileri dedi mi demedi mi? “Efendim, bunlar, fayları kırmak suretiyle bizi helak edecekler!,.” Yani bu hareket, bu Cemaat içinde, yerin altındaki fayları kıracak şeyler var, büyüler var, esrarengiz güçler var, kuvvetler var!.. O faylar nerededir, onu bilmez bu insanlar; sizin insanınız bilmez fayların nerede olduğunu. Belki Jeologlar (Sismologlar) bilirler; belki zelzelenin önceden olacağını bilirler. Zannediyorum onlar bile şiddeti mevzuunda kat’î bir şey söyleyemezler. Allahu A’lem, “Üç şiddetinde, dört şiddetinde, beş şiddetinde olacak!” derler, altı şiddetinde olur; “altı” derler, üç şiddetinde olur. Onlar bile meseleyi kestirip atamazlar. Ama bir tanesi kalktı dedi ki, “Efendim, bir fay kırılması yapmak suretiyle, bunlar, intikam alacaklar sizden!” Bir gün gökten bir meteor gelse, başlarına düşse, -elli defa hak etmiş olabilirler onu ve Allah da düşürebilir- bulundukları bir yere düşse, “Bunlar gökteki şeytanlara tesir ettiler; o şeytanlar vasıtasıyla bu meteor geldi, bizim başımıza düştü!” derler. Diyebilirler; çünkü şimdiye kadar yaptıkları şeyler, bu türlü şeyleri yapabilecekleri adına birer referans mahiyetinde. Evet, bunu yapabilirler bunlar.
Daha neyi yapabilirler? Bir gün şunu da yapabilirler: İki tane canlı bomba, ortaya sürerler; kendilerinden… Zaten o türlü -böyle- kendini öldüren, kâtil-maktuller vardır; hem kâtildir, hem maktûldür. Ve kendini öldüren, böyle intihar eden insanlar, kâfir gibi ebedî cehenneme giderler. Bunu IŞİD de yapabilir, Boko-Haram da yapabilir, Murâbıtîn de yapabilir; başkaları da yapabilirler, başkaları da yapabilirler. Şimdi, dünyanın her yerinde yapılagelen bir şey halini aldı, ahvâl-i âdiyeden bir şey haline geldi. Böyle iki tane -bağışlayın- sergerdan bulurlar; bunları birbirine düşürürler. Nereden çıkarıyorsun bunu? Şu âna kadar ortaya koydukları tablo, buna kadar yolun açık olduğunu gösteriyor. Sizden biriniz caddede yürürken, bir bayana emretmelerine ve onun sizin boynunuza sarılmasına kadar.. hemen, şip-şak orada fotoğrafınızı çekmelerine kadar.. “Bakın filanın haline!” demelerine kadar.. itibarınızı yerle bir etmelerine kadar… Buna kadar her şeyi yapmaya kararlı görünüyorlar. Çünkü tam bir “ibâde”ye, “tenkîl”e, “tedmîr”e, “tetbîr”e niyet etmişler; bunlar Arapça kelimeler, tamamen bitirme, kökünü kazıma demek.
Bakın dünyanın değişik yerlerinde, o mübarek ışık müesseselerini söndürmek için etek etek para döküyorlar. Hazineyi bitirmişler, bir yerde bir kuruş kalmamış; fakat “Olsun!” diyorlar, “Bunları bitirme, bir gâye-i hayaldir; bunları bitirirsek, kazandık; Nobel ödülü alırız!” Şimdi bütün bunlarla, meseleyi bütüncül bir nazar ile değerlendirdiğiniz zaman, meseleye bütüncül bir nazarla, mahrûtî olarak baktığınız zaman, bu türlü şeyleri de yapabileceklerine ihtimal vermek lazım. Değişik şehirlerde üç-beş tane sergerdan bulabilirler. Birkaç yerde, birden bire, bu türlü şeyleri yapabilirler. Ve onlardan bir tanesine de “Ben, evlere gidip-gelmiştim!” dedirtebilirler; “Bunların okullarından mezundum!” Kendilerinin bile o okullardan mezun olmayanı çok azdır ama öyle dedirtirler: “Ben, bu okullarda okumuştum!” Yani, demek ki, “Bana bu türlü şeyler, o okullarda öğretildi!” Böyle demek/dedirtmek suretiyle, dırahşan çehreli bu Cemaat mensuplarını karalamak için, ellerinden gelen her şeyi yaparlar.
Bir gün birileri denâet ve şenaatlerinin gereği bu türlü şeylere başvursalar bile… İnşaallah, bu türlü şeylere başvurmaya cesaret edemezler, teşebbüs edemezler. Hatta hüsnüzannıma binaen diyeyim: Anadolu insanı, bu kadar alçak, bu kadar hayvan olamaz; كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Hayvanlar gibidirler, hatta onlardan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) denilenlerden olamaz! Bu da benim hüsnüzannım. Fakat bir gün, bu olumsuz şeylere bile teşebbüs etseler, bize düşen şey, Hazreti Hâbil gibi demektir: لَئِنْ بَسَطْتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ لَأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Hiç şüphesiz ben, Âlemlerin Rabbi’nden korkarım.” (Mâide, 5/28) Sen silahınla, kamanla, kordanla (Korda: Bir çeşit eğri kılıç), kılıcınla üzerime gelsen, atom bombanla üzerime gelsen, ben ya evime kapanırım, ya dükkanıma kapanırım ama sana katiyen elimi uzatmam!..
Bunu büyük ölçüde, sen, senin arkadaşların sergiledi; alın teri ile kazandıkları, amele gibi çalışıp yaptıkları okulları, üniversiteye hazırlık kursları, evleri işgal edilirken. Bir kısım işgalciler, mütegallipler, mütehakkimler, mutasallıtlar, mütemellikler gelip o müesseselerin tepesine kondukları halde, mukabele etmediler. İnanarak söylüyorum, televizyonlar gösterdi, gördüğüm şeyleri ifade ediyorum; yüz ekşitmesiyle bile mukabelede bulunmadılar. Yalvardılar, yakardılar, “Hukuk!” dediler ama onlar, hukuku “guguk” anladılar; “adalet!” dediler, onlar adaleti “dalalet” anladılar. Onlar bildiklerine göre hareket ettiler; fakat sizin arkadaşlarınız da kendilerine yakışır şekilde davrandılar. Belki onlardan burada bulunanlar da vardır; dünyanın değişik yerlerine tohum gibi serpilenler de vardır.
Bu da Cenâb-ı Hakk’ın bir takdiridir. Antrparantez arz ediyorum: İstihkâkımıza binaen Cenâb-ı Hak, böyle yapmıştır. İstihkâkımıza binaen böyle yapmıştır ama daha büyük hayırlara vesile kılmak için de böyle yapmış olabilir. Biz, Cenâb-ı Hakk’ın bize lütfettiği avantajları, yerinde rantabl olarak değerlendirmemiş olabiliriz. Mesela neden o imkânlar elimizdeyken, sadece dünyanın yüz yetmiş ülkesinde değil de gidip Merih’te, Utarit’te, Zühal’de, oralarda bile “Acaba inanacak insan var mı?” diye otağlar kurmadık? Neden onun yolunu aramadık?!. Bunu sorabilir Cenâb-ı Hak bize: “Hani sizin Peygamberiniz, yürekten bağlı bulunduğunuz Zat (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!’ demiş, size bir hedef göstermişti. Gayb-bîn gözüyle de bir gün öyle olacağını haber vermişti; لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ ‘İstanbul -kasem olsun- fethedilecektir.’ dediği gibi ‘Benim adım/nâmım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!’demişti. Neden siz, bu hedefi realize etme istikâmetinde bir gayrette bulunmadınız?!.” Bir şefkat tokadı, hafif böyle, böyle…
Ne yaptı bu sizi? Dünyanın değişik yerlerine tohumlar olarak saçtı. Fakat yaptığı şeyde yine hayır vardır. Siz, gittiğiniz her yerde tohum olun!.. Toprağın bağrına düşün, oradaki insanların bağrına serpilin!.. Sonra bir tohum iken, birkaç başak halinde meydana gelin; binlerce dâneyi netice verecek hale gelin! Şimdiye kadar gidilmemiş, anlatılmamış hakikatleri, onlara da anlatın. Bazıları, bütünüyle kabullenir; bazıları, bazılarını kabul eder; bazıları, kendi değerlerinin yanında “Bunlar da birer değerdir!” diyebilir; bazıları, “Bunlar, diyaloga girilebilecek insanlar.” türünden bakar; bazıları, “Bunlar el kaldırmazsa, bunlara el kaldırmamak lazım!” derler… Bütün bunlar, sizin o ince, o nezih, o şeffaf ruhlarınıza karşı, Cenâb-ı Hakk’ın yaratması ile bir mukabeledir; bunların hepsi, kazanımdır.
Bu açıdan, mâruz kalınan şeylere böyle bakmalı, Allah’ın izni-inayetiyle. Ve hakikaten bulunduğumuz yerlerde, konumumuz ne ise, durumumuz ne ise, onu orada rantabl değerlendirmeye bakmalı. İhtimal, Cenâb-ı Hak, buna binaen yapmıştır ama bir şefkat tokadıyla yapmıştır bunu!..
Karşı taraftakiler, “Siz bu meseleyi böyle yapın!” diye sizi böyle tutup savursalardı, “Niye duruyorsunuz Türkiye’de? Gidin dünyanın değişik yerlerine ve kutsalınızı/mukaddeslerinizi bütün âleme duyurun!” şeklinde samimi bir niyet ile söyleselerdi, إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ “Ameller ancak niyetlere göredir.” fehvasınca, niyetlerinin mükâfatını görürlerdi ve hepsi “Cuppp!” diye Cennet’in göbeğine düşerdi. Fakat bir düşmanlığa, bir kine, bir nefrete, bir hasede, bir yok etme mülahazasına binaen, “Bunları yok etmek lazım!” mülahazasına binaen yaptıklarından dolayı, sizin için hayır kapıları açıldı kale kapıları gibi, ardına kadar; fakat onlar da o hayır kapılarını kapattılar, arkasına da sürgüler sürdüler. “Bir daha hayır gelmesin!” diye ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Hayır kapıları bütünüyle kapanınca, şer kapıları ardına kadar açılır. Tâbir-i diğerle, Hazreti Gazzâlî’nin ifadesiyle, “Meleklerin nüfuz edeceği kapılar kapanınca, şeytanların nüfuz edeceği kapılar ardına kadar açılır.” Şeytanların nüfuz edeceği kapıları, ardına kadar açtılar -hafizanallah- ve kendi helâketlerini, felâketlerini hazırladılar.
Bununla beraber, Allah, Erhamürrâhimîn, Rabbü’l-âlemîn’dir. وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ “Eğer Allah, (şirkten daha başka hatalarına kadar) zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı bırakmazdı; fakat O, onları takdir buyurduğu bir vadeye kadar bekletmektedir. Vadeleri gelince, onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.” (Nahl, 16/61) Evet, Allah, her zulmeden canlıyı hemen helak etse, yeryüzünde debelenen bir varlık kalmaz! Hayvanlar, birbirlerini yiyorlar/parçalıyorlar; insanlar, birbirlerine karşı haksızlık yapıyorlar. Her haksızlık yapan, kulağından tutulup ipe götürülse, o zaman yeryüzünde hiçbir canlı kalmaz. Çünkü hepimizin şöyle-böyle bir zulmü vardır.
“Allah, imhâl eder, fakat ihmal etmez!”Mahkemelerin imhâl etmeleri, mehil vermeleri gibi, “Bir kere daha düşünün, bir kere daha düşünün, bir kere daha düşünün!..” der adeta: Hayır istikametinde düşünün; başka yol ve yöntemler -bu mevzuda- ortaya koyun… Bunun için “Allah, imhâl eder, fakat katiyen ihmal etmez!” Ayrıca, “Zulm ile âbâd olanın, âhiri berbad olur!” denmiştir ki, tarih, dünden bugüne bunun binlerce misali ile örgülenmiş -insanın midesini bulandıran- bir dantela gibidir.
Bu açıdan, olup biten şeyleri, رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً نَبِيًّا صلى الله عليه وسلم “Rab olarak, Allah’tan razı olduk. Din olarak İslam’dan hoşnuduz. Peygamber olarak da Allah Rasûlü’nden bütün benliğimiz ile memnunuz!” Allah, bizi bu anlayıştan uzaklaştırmasın!..
Evet, bu ayrı bir konu idi; istidradî olarak ifade ettik. Asıl mevzuya dönecek olursak; onlar her şeyi yapabilirler fakat biz şimdiye kadar ne yaptıysak, o mevzuda kararlı durmalıyız. Cânice, vahşice el uzatanlara bile, mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmamalıyız.
Kur’an-ı Kerim, belki o ruhsatı veriyor, belli bir dönemde. وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Size ikâb ederler ise, misli ile mukabelede bulunabilirsiniz ama bakın, daha a’lâsı var: وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ Dişinizi sıkar, aktif sabır içinde bulunursanız, bu, sizin için daha hayırlıdır.
“Aktif” kaydını koyuyorum; arkadaşlar, terminolojiye vakıf olanlar biliyorlar bunu. Durağan bir sabır değil. “Hele durun, bekleyin, karışmayın bir şeye!” Hayır, öyle değil. Allah sizi hangi konuma itmiş ise, o konumda yapabileceğiniz şeyleri yapabileceğiniz bir sabırdır. Orada şartlar, neye müsait ise, imkânlar neyi elveriyorsa, onları yaparsınız. Buna da “aktif sabır” diyoruz. Bunda, bir sabretme sevabı var, bir de aynı zamanda aktivite/aksiyon sevabı var.
Hiç olmaz şeyler karşısında, olumsuzluklar karşısında, çok ciddî aktiviteler ortaya koymak suretiyle, tarihin seyrini değiştirme, hadiselerin rengini değiştirme ve hadiselere göre yepyeni bir dantela ortaya koyma… Devr-i Risâletpenâhi’de, İşin Pişdârı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ortaya koyduğu gibi, yepyeni bir dantela ortaya koyma, âlemi imrendirme… “Allah Allah! Böyle insanlar da varmış! Tokat yiyorlar, Hazreti Mesih gibi davranıyorlar: Dön öbür tarafına da bir tokat vursun, hınçlarını alsınlar; sonra nedâmeti, pişmanlığı onlar duysunlar!” dedirtme… İşte, günümüz böyle bir gün. Bir gün, biraz evvel bahsettiğim en şenî’, en denî işlere teşebbüs etseler bile, siz, sizin karakterinizin gereğini yapacak, mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunmayacaksınız!…
Bir eski dost, gazetede yazı yazmış; “Seçim sath-ı mâiline girildiğinden, bunlar, bir kısım terör hareketlerine başvururlar!” demiş. Hâlbuki bu camianın insanları, iki senedir belki terör ölçüsünde baskılara maruz kaldıkları halde, yumruklarını bile sıkmadılar. Evet, size soruyorum: Hiçbiriniz gördünüz mü böyle bir şeyi?!. Görmedik!.. Vallahi ben de görmedim! Ha, yemin ediyorum: Vallahi ben de görmedim! Irza tecavüz eder gibi, namusa tecavüz eder gibi davranan kimselere asla mukabele etmediler. Kıtmîr de o binaların bazılarında amele gibi çalıştı. Milletin malı değil, orada o işe gönül vermiş insanların malı. El konduğu zaman… Benim gözümde tütüyor kaldığım odalar. Orada talebelerimle meşgul olduğum yerler gözümün önünde tütüyor. Burnumun kemikleri sızlıyor ama… Kur’ânî tavsiye: وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ Sabrederseniz aktif sabırla, bu sizin için daha hayırlıdır!.. Bu yolu, bu yöntemi seçin, intihap edin! Katiyen gerçek insan olma tavır ve davranışlarınızdan fedakârlıkta bulunmayın!..
Şimdi bu mesele, tarih boyu hep cereyan edegelmiş; Hazreti Ali efendimiz döneminde olduğu gibi, Emevîler döneminde de olmuştur. İşte bir Haccâc’ı düşünün: Yetmiş, seksen bin insan öldürmüş; Tâbiîn’den öyle kimselerin kanına girmiş ki!.. Mesela, bir Saîd İbn Cübeyr; onu da şehit ettiği zaman zaten çarpılmış; bu defa titreye titreye ölmüş, kendisi de ölmüş. Bütün bunları yaparken, esasen serkârının saltanatının devamı adına yapmış: Emevî devleti ayakta kalsın böyle; bunun dışında, onu tam kabul etmeyen, biat etmeyen kimselere gelince, “Bunların hepsinin yok edilmesi lazım!” Irak’a -Irak-ı aceme- ilk defa gittiği zaman demiş ki: “Ey ehl-i Irak, ehl-i şikâk, nifak ve mesâvi-i ahlak! İçinizde çok olgunlaşmış kelleler görüyorum; onları almak da bana düşüyor!” Daha baştan, onlarla ilk karşılaştığı zaman, içinin levsiyâtını bu şekilde onların yüzüne çarpıyor. Ve senelerce o mezâlimi yapıyor orada, onları baskı altına almak istiyor.
Yezîd de yapıyor aynı şeyi, ondan evvel Yezîd yapıyor. Nereye kadar yapıyor? Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) alnından öptüğü seyyidinâ Hazreti Hüseyin’i, Kerbelâ’da, Revân nehri kenarında, otuz-kırk insan, silahsız insanla beraber şehit etmeye varıncaya kadar. O dönemde de cereyan ediyordu bu türlü şeyler. Fakat ne Hazreti Hasan efendimiz, ne Hazreti Hüseyin efendimiz, ne de Hazreti Ali efendimiz katiyen onlara ellerini kaldırmadılar. Hazreti Ali efendimizi biraz evvel arz ettim. Hani, “Harûrîler şöyle yapacaklar Harura/Haravra’da. Efendim, senin için hazırlanmışlar!” dendiğinde “Ne malum bana hücum edecekleri!” falan diyor; bu kadar civanmertçe davranıyor.
Hazreti Hasan efendimiz de Peygamber Efendimiz’in bir buyruğunu gerçekleştiriyor: “Benim şu şanlı torunum var ya!.. Bu, bir dönemde fitne zuhur ettiği zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, o fitneyi önleyecek!” Hazreti Ali ile Muaviye döneminde -esas- bir fitne olduğu zaman… Sonradan kendisi halife seçilmiş olan Hazreti Hasan efendimiz; “Ben, hakkımdan vazgeçtim!” diyor; hakkını ona veriyor ve kendisi Medine-i Münevvere’de oturuyor. Fakat her zamanki paranoya yaşayan insanların yaptığı gibi, “Ne olur, ne olmaz!” diye onu zehirliyorlar; “Bugün vazgeçti ama yarın yine bir etraf toplayabilir, bir şey yapabilir!” falan diye zehirliyorlar.
Hazreti Hüseyin de Kerbelâ’da şehit ediliyor. Kırk insan ile gidiyor ama “Irak’a gittiği zaman ne olur ne olmaz; etrafına insan toplayabilir, üzerimize gelebilir. En iyisi mi -muhtemel- o bize saldırmadan evvel, bizim onun kellesini almamız lazım!” mülahazasıyla onu da şehit ediyorlar.
O dönemde cereyan eden o hadiseler, bize bir tenbih idi; arkadan gelenlere, Siyer sayfalarında, paragraflarında bir tenbih idi: “Dikkat edin bunlara!.. Bu beşer, beşeriyetini koruduğu sürece -genlerinde var onun, bir yönüyle- her zaman aynı şeylerle karşı karşıya kalabilirsiniz! İşte bu türlü şeyler ile karşı karşıya kaldığınız zaman yapmanız gerekli olan, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) o tavsiyesine uymaktır. Bu, peygamber yoludur.
El-âlem senin üzerine geliyor; sen bir tebessüm ile onu yumuşatmaya bak. Biraz evvel arz ettim, Hazreti Mesih gibi davranarak, onu yumuşatmaya bak. Çünkü bir taraf fitneyi temsil ediyorsa, öbür taraf da temsil ederse fitneyi, fitne, muzaaf hale gelir, katlanır. Şayet bunda temâdî edilirse, mük’ab hale gelir. -Bu tabir, Ziya Gökalp’a ait; mük’ab, üç buudlu demek.- Üç buudlu fitne haline gelir, hafizanallah. Yani, insanlar birbirlerinden on kilometre değil, yüz kilometre uzaklaşmış olurlar. Ve bu, bir uzaklaşma fasit dairesi -kısır döngüsü- oluşturur. Bu insanların sonra bir araya gelmeleri de âdetâ imkânsız hale gelir. Buna meydan vermemek için birileri yerlerinde oldukları gibi durmalı; karakterlerine uygun bir tavır sergilemeliler.
O gün öyle olduğu gibi, daha sonraki dönemlerde de olmuş, daha sonraki dönemlerde de olmuş… Nitekim Barbaros Frederic’ler, Richard’lar -bizim “Arslan Yürekli Richard dediğimiz kimseler- Müslümanlara o kadar kötülük yaparak Mısır’a kadar gittiler, Sudan’a kadar uzandılar; fakat nedâmet içinde geriye döndüler. Richard, geriye döndükten sonra der ki: “Ben, insanlığı Selâhaddin’den öğrendim! Selâhaddin-i Eyyûbî’den öğrendim insanlığı!”O, İngiltere’ye dönerken, Balkanlarda Kazıklı Voyvodalar var. Selâhaddin, onlar zarar vermesinler diye, bir hey’et ile gönderir onu; onlar, ona zarar vermesinler diye. Hatta o hasım komutanlar hastalanınca, doktor da olduğundan dolayı, Hazret onları tedavi eder. Selâhaddin…
Onun için Akif, onu Fatih ile beraber zikreder, Bülbül Şiiri’nde. “Eşin var, âşiyânın var, baharın var ki beklerdin / Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? / O zümrüt tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun / Cihanın yurdu çiğnense hep, çiğnenmez senin yurdun.”Bülbül Şiiri… Onda der ki: “Selahaddin-i Eyyûbî’lerin, Fatih’lerin yurdu.”Fatih ile at başı hale getirir; çünkü o, insanca davranmıştır. Fatımîler, orada ona ihanet ettikleri halde, Fatımî kadına karşı sırtını döner; “Ben, sizi rahatsız ettiysem, bıçaklayabilirsin beni!” der. Kadın, bıçağı kendi bağrına saplar. Sonra o döner, onu tedavi eder.
Bizim karakterimiz, budur. Müslümanın karakteri, budur. Hazreti Ruh-i Seyyidi’l-Enâm’a bend olmuş insanın karakteri budur. Bend olmuş isen, bendegâna düşen şey, Şehsuvar’ına uymasıdır. O, hangi yolda yürümüşse, nereye doğru gidiyorsa, O’ndan ayrılmamak lazımdır; O’ndan ayrılmak, felaket getirir, hafizanallah. Efendimizin yolu…
Mü’minler, her zaman mü’mince davranacak, mü’mince tavır sergileyecek, dünya çapında, evrensel çapta kendi itibar ve kredilerini koruyacaklardır. “Haa gerçekten tiksinti uyaran şu insanlar var ama ütopyalara mevzu olabilecek şunlar da var! Campanella’nın Güneş Devleti’nde anlattığı insanların önünde, onun sisteminin önünde insanlar… Kuracakları sistemle insanlara huzur soluklatacak, hep oksijen yudumlatacak insanlar da var!.. Böyle bir hareket de varmış. ‘Dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz gerek!’ diyen insanlar da varmış!” dedirteceklerdir. İşte biz böyle davranmak, Müslümanlığın kendisine has o yüksek itibarını koruma adına, her şeye rağmen, canavarların canavarlığına karşı insanî değerlerimizi korumak mecburiyetindeyiz.
Nahoş söz söyledimse, sizden özür dilerim; Allah’tan da affetmesini niyaz ederim. İnsanım, eksiğim-gediğim boyumu aşkındır; kusur edebilirim her zaman ama inandığım şeyleri söylemeye çalıştım. Vesselâm.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
Kendi döneminde, soy kütüğünden, ruh ve mana köklerinden bütün bütün kopulmadığı bir dönemde toplumun iç perişaniyetine bakarak o toplum adına bunları seslendiriyor. Gelse bizim dönemimizi görseydi, o aşk ve heyecan insanı, kalbi durur ölürdü. (04:40)Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir,
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
Hikmet-i dünya ve mâfihâ bilen ârif değil,
Ârif oldur bilmeye dünya ve mâfihâ nedir? (Fuzûlî)
(16:40)Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken,
Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana!..” (Gavsî)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ
“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ortaya çıkarmadan, kolayca cennete girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmran, 3/142)
أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ
“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler.” (Bakara, 2/214)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
(10:50)فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever” (Al-i İmran, 3/159)
HÂCET NAMAZI: (42:35)
Cenâb-ı Allah’a arz edilen ihtiyaçlar, el açanların himmet hislerine göre farklılaşır. Kimileri, hayırlı eş, salih çocuk, geniş ev, bol rızık gibi isteklerinden dolayı hâcet namazı kılarlar; adanmış ruhlar ise, gece gündüz i’lâ-yı kelimetullah hesabına yalvarıp yakarırlar. Bir ihtiyacı, sıkıntısı, derdi ve isteği olan kimse dört rekât namaz kılar, Cenâb-ı Allah’ı sena eder, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm), Enbiya-ı İzâm’a, Melâike-i Kiram’a ve selef-i salihîne salat ü selâm getirir, ümmet-i Muhammed’e dua eder, sonra şöyle yakarışa geçer ve ardından da ihtiyacını zikreder:
لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْعِصْمَةَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لَا تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
اَللّهُمَّ أَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سـُبْحَانَ رَبِّ السَّـموَاتِ السَّـبْعِ وَرَبِّ الْعَـرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
اَللّهُمَّ كَاشِـفَ الْغَمِّ مُفَرِّجَ الْهَمِّ مُجِيبَ دَعْوَةِ الْمُضْطَرِّينَ إِذَا دَعَوْكَ رَحْمانَ الدُّنْيَا وَاْلاخِرَةِ وَرَحِيمَهُمَا فَارْحَمْنِي فِي حَاجَتِي هذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينِي بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ
“Halîm ü Kerîm Allah’tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rabbim, Senden, rahmetinin gereklerini, merhametini celbedecek şeyleri, gerçekleşmesi muhakkak olan mağfiretini, günahtan korunmayı, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan da selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma ya Erhamerrahimîn.
Allah’ım, Sen kullarının ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verirsin. Yüce ve Azim Allah’tan başka ilah yoktur. Halîm ve Kerîm Allah yegâne ilahtır. Yedi semanın ve Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Ey kederleri gideren, tasaları kaldıran, Sana dua ettiklerinde çaresizlerin duasına icabet eden Allahım, ey dünya ve ahiretin Rahman ve Rahîm’i! Şu ihtiyacımın giderilmesi ve tamamlanması hususunda beni başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bana merhamet et.”
Ayrıca; onulmaz gibi görünen bir derdi, bir hastalığı olan kimse de abdest alır, iki rekât namaz kılar; hamd ü sena, salat ü selam ve ümmete dua ettikten sonra şu tevessülün akabinde ihtiyacını dile getirir:
اَللّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيّـِكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي أَتَوَجَّهُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللّهُمَّ فَشَفّـِعْهُ فِيَّ.
“Allah’ım Sen’den diliyor ve dileniyorum, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’i vesile edinerek Sana teveccüh ediyorum. Ey şanı yüce Rasûl (aleyhissalâtu vesselâm) şu hâcetimin yerine getirilmesi için Seni vesile yaparak Rabbime yöneliyorum. Allah’ım peygamberimizi hakkımda şefaatçi eyle.”
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.