• Anasayfa
  • Herkül Nağme - Fethullah Gülen Web Sitesi

436. Nağme: Sızıntı

436. Nağme: Sızıntı

Senelerdir hissiyatımıza tercüman olan Sızıntı Dergisi hangi şartlarda ve hangi mülahazalarla yayın hayatına başlamıştı? Sızıntı’dan maksat hâsıl olmuş mudur? Ondan daha ziyade istifade edebilmenin vesileleri nelerdir?

Elinizdeki bu dergi (Sızıntı) ile hizmet edenler, yaptıkları vazifeyi onun tirajıyla sınırlı görürlerse aldanmış olurlar. Zira o, muhteva zenginliği, tertip-tanzim güzelliği ve ilimleri ele alıştaki yenilikleri itibarıyla, kendisini misal olarak kabul eden bütün mecmuaların ruhuna girip onlarla yaşadığından, bütününün sayısına denk tirajı olduğu söylenebilir.

Bu itibarla, Sızıntı için tiraj kaygısı söz konusu değildir; o inşaallah bundan sonra da dünya ve ukbâyı birden kucaklayan yumuşak ve asude iklimiyle en çok okunan, sevilen, kabul edilen ve elden ele gezdirilen mevkutelerin başında gelecektir.

Şu kadar var ki, çağına hitap ettiği aynı anda ruhunu da koruyan ve daha uzun süre sesimize-soluğumuza tercüman olacağını haliyle ortaya koyan Sızıntı’yı daha çok insana ulaştırmak ve başkalarının da ondan istifadesini sağlamak onu sevenlerin vazifesi olsa gerektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

437. Nağme: Fethullah Gülen Hocaefendi’nin müzakere aşkı ve ders halkası

437. Nağme: Fethullah Gülen Hocaefendi’nin müzakere aşkı ve ders halkası

Fethullah Gülen Hocaefendi, 1980 ihtilalinde altı sene sürekli yer değiştirmek zorunda kaldığı dönemde bile oradan oraya arabayla giderken tek kişiye olsun ders anlatmaktan dûr olmadı. Halkasındaki talebe sayısı bazen üç bazen beş, kimi zaman elli kimi zaman yüz oldu. O, altmış küsur yıldır talim ve tedrisle meşgul bulunduğu ve bunu çok önemli bir vazife saydığı gibi, bugün de her türlü probleme rağmen bir grup ilahiyat mezunu talebeye ders veriyor.

Muhterem Hocaefendi’nin onca senedir devam eden rahle-i tedrisinde dönem dönem farklı sahalarda eserler okundu ve zaman zaman değişik okuma usulleri takip edildi. Bu cümleden olarak, 31 Mart 2010 tarihinde müzâkereli tefsir ve fıkıh okumaya başladık.

Her günkü dersin ilk bölümünde (ikinci bölüm aynı metotla fıkıh dersine ya da kitap özetlerine ayrılıyor) önce tefsirleri müzakere edilecek olan ayetleri okuyoruz; sonra o ilahî beyanların meallerini çeşitli kitaplardan karşılaştırıp Hocamızın tercihlerini kaydediyoruz.

Akabinde merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı eserinden ilgili yerleri kelime kelime okuyoruz. Onu müteakiben her arkadaşımız kendi elinde tuttuğu tefsir kitabından farklı hususları, açıklamaları, nükteleri dile getiriyor. Nihayet, muhterem Hocamız hem aralarda açıklamalar yapıyor hem de arz edilen tevcihler içinde en uygun olanlarına işaretlerde bulunuyor.

Tefsir müzakeresi için her bir arkadaşımızın mesul olduğu eserlerden bazıları şunlar:

İmam Mâturîdî “Te’vilâtü’l-Kur’ân”; Zemahşerî “Keşşâf”; Fahreddin Râzî “Mefâtihu’l-Gayb”; Beyzâvî “Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl”; Ebu Hayyân “Bahru’l-Muhît”; Ebu’s-Suûd “İrşâdu Akli’s-Selîm ilâ Mezâyâ-i Kitâbi’l-Kerim”; Tantavî Cevherî “el-Cevâhir fî Tefsiri’l-Kur’âni’l-Kerim”; Seyyid Kutup “Fî Zilâli’l-Kur’ân”; Molla Bedreddin Sancar “Ebdau’l-Beyân”; Kurtubî “el-Câmiu li Ahkâmu’l-Kur’ân”; Şihâbuddin Âlûsî “Rûhu’l-Meânî”; İmam Suyûtî “Durru’l-Mensûr”; İsmail Hakkı Bursevî “Rûhu’l-Beyân”; Ebu Hasan Burhâneddin Bikâî “Nazmu’d-Durer fîtenâsubi’l-Âyâti ve’s-Suver”; Muhammed Cerir Taberî “Câmiu’l-Beyân”; Diyanet Tefsiri “Kur’ân Yolu”; Molla Halil Es-Si’ırdî “Basîratu’l-Kulûb fî Kelâmi Allâmi’l-Ğuyûb”; Vehbi Efendi “Hulâsâtu’l-Beyân”; Vahîduddin Han “Tezkîru’l-Kur’ân”; Muhammed b. Ali Eş-Şevkânî “Fethu’l-Kadîr”; Said Havva “el-Esas fi’t-Tefsîr”; Zağlul en-Neccâr “Tefsiru’l-âyâti’l-kevniyye”; Aliyyu’l-Kârî “Envaru’l-Kur’ân ve Esraru’l-Furkan”; İbn Kesir “Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm” ve Bediüzzaman Said Nursî “Risale-i Nur Külliyatı”

Merak edenler olduğu için belirtelim: Dersi mescidde yaptığımız ve Kur’an tefsiri okuduğumuz için geleneğe uygun şekilde -dizlerinde rahatsızlık olanlarımız hariç- yere oturup rahle kullanıyoruz. Mescid adabını gözeterek -genellikle- ders boyunca “takke” takıyoruz.

Muhterem Hocamızı ders talim ettiği esnada ilk defa görenlerin çok şaşırdığı hususlardan biri de ondaki lügate bakma ve sözlüklerle haşir neşir olma hassasiyeti. Hocaefendi zaman zaman “Sizleri bilmiyorum; ama ben her gün sözlükten birkaç kelimeye bakarım.” diyor. Dilin doğru öğrenilmesi ve kelimelerin nüanslarıyla bellenmesi adına talebelerinin de sık sık lügate başvurma alışkanlığını kazanmalarını istiyor.

Ders sırasında “el-Müncid” devamlı hazır bulunur. Hocamız, ihtiyaç anında “Lisanu’l-Arab”, “Tacu’l-arûs”, “en-Nihaye fi garibi’l-hadîs” gibi kaynaklara da müracaat ediyor. Arapça bir kelimenin Türkçe karşılığını bulmak için Âsım Efendi’nin “Kamus-u Okyanus” ve “Ahter-i Kebîr” gibi lügatlere başvuruyor. Farsça kelimeler için daha çok “Ferheng-i Farisî” gibi lügatlere bakıyor. “Misalli Büyük Türkçe Sözlük” adlı 3 ciltlik lügati ve “Ötüken Türkçe Sözlük”ü beğeniyor, sık sık bunlara başvuruyor. Hocaefendi, mahallî diller ve lehçelerle alâkalı sözlük çalışmalarını da çok önemli, ciddi ve takdire değer gayretler olarak görüyor; kitaplığımızdaki “Derleme Sözlüğü” en çok istifade edilen eserler arasında bulunuyor.

Fıkıh dersinde ise, ana kitap olarak Ali el-Kârî Hazretleri’nin (1606), “Fethu Bâbi’l-inaye bi şerhi’n-Nukaye” adlı -Hanefi fıkhı merkezli dört mezhebi delilleriyle birlikte mukayeseli ele alan- eserini (Arapça okuyup tercüme yaparak) kelime kelime takip ediyoruz.

“Fethu Bâbi’l-inaye bi şerhi’n-Nukaye” adlı eserle mukayeseli olarak okunan diğer kitaplardan bazıları şunlar:

Sadru’ş-Şerîa “el-Vikaye”; Burhanettin Maze “el-Muhîtü’l-Burhanî”; Mergınani “Hidaye”; Şeyhzade “Mecmau’l-Enhur”; İbn-i Abidin “Haşiyetü Reddi’l-Muhtar”; İbn-i Abidin “Haşiyetü Reddi’l-Muhtar”; İbn-i Abidinzade “Hediyyetü’l-Alaiyye”; Vehbe Zuhayli “el-Fıkhu’l-İslamî ve Edilletuhu”; Heyet “Diyanet İslâm İlmihali”; Esad Muhammed Saîd Sağarcî “el-Fıkhu’l-Hanefî ve edilletuhu”; Ömer Nasuhi Bilmen “Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu”.

Ders halkamızda farklı ülkelerden arkadaşlarımız da var. Türkçe öğrenmenin yanı sıra İlahiyat eğitimi de alıp aramıza katılanlardan ikisi: Almanya’dan Gökhan ve Hindistan’dan İ’caz Hocalarımız. Ayrıca, Kazakistan’dan Albert (Alparslan), Mısır’dan Salih ve Kırgızistan’dan Nurullah kardeşlerimiz de Türkçe ve İlahiyat eğitimi aldıktan sonra halkamıza dâhil olan arkadaşlarımızdan.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

438. Nağme: Algı operasyonları ve hevâ yılanına karşı mücadele

438. Nağme: Algı operasyonları ve hevâ yılanına karşı mücadele

Fethullah Gülen Hocaefendi dünkü sohbetine Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin tehditler karşısındaki cesaret, tevekkül ve Hakk’a teslimiyetlerinden bahis açarak başladı.

Normal şartlarda insanın ürkeceği, korkacağı ve telaşa kapılarak ne yapacağını şaşıracağı yer ve hallerde bile Sahabe efendilerimizin

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

deyip metafizik gerilim içinde beklemeye durduklarını anlattı. Kur’an-ı Kerim’de iman kuvveti ve Allah’a teslimiyet sayesinde asla sarsıntı yaşamayan müminlerin sena edildiğini, ezcümle şöyle dendiğini vurguladı:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine, ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun!’ dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallah ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ demişlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/173)

Fethullah Gülen Hocaefendi bu konuyu şerh ederken şunları söyledi:

“El-alem senin mumlarını söndürüyorsa, projektör peşinde olmalısın, yakmalısın onların gözlerini kamaştıracak ve yaptıklarına bin pişman edecek şekilde.”

“Durma, düşmenin önüne geçilmez, en korkunç, en insafsız sebebidir. Duranlar dökülürler. Durmamak lazım. Tekvinî emirlerde Allah (celle celaluhu) o koca sistemleri sürekli hareket ettiriyor. Her şey hareket ediyor. “Allah, her an çok farklı icraatta bulunur.” Allah ahlakıyla ahlaklanın. Bütün imkânlar, çareler, sebepler elinizden silinip gitse, yeniden sebepler bularak, icat ederek her an ayrı bir şe’nde bulunmak keyfiyetini sergilemelisiniz. Yoksa zaman, dişleri arasına alır, ‘Siz bana göre değilsiniz’ der, çiğner, atar.”

“Ümitsizlik ve çaresizliğe düşmemeli.. ruha felç yaşatmamalı!.. Günümüzde çokça yapılan algı operasyonları sizde o duyguyu hâsıl etmek için yapıldı. ‘Böyle yaparak bunları dağıtabilir miyiz?’ Yahu neyi dağıtıyorsunuz? İmana, Kur’an’a gönül vermiş ve Muhasibî ifadesiyle “Kur’ânî mantıkîlik” içinde bir araya gelmiş insanlar riyâha maruz tibn-i bîkarar (rüzgârın önünde o yana bu yana savrulan bir kuru yaprak/saman çöpü) değil ki hemen bir esintiyle savrulup sağa-sola gitsin. Kocaman kocaman çınarları deviren rüzgârlar bile -Allah’ın izniyle- onlardan bir yaprak koparamaz.”

“Korkan kendi iradesini felç eder. Hem ölüm bizim için Cenâb-ı Hakk’ın Firdevs’ine girmeye ve cemal-i bâ-kemalini müşahede etmeye vesile ise, zalimlerin eliyle gelmesi bizi sevindirir. Mesele o şekilde bile böyle karşılanıyorsa (nihayet ölüme dahi böyle bakılıyorsa), yedi cihan bilmeli ki, bu meseleye bu şekilde gönül vermiş insanlarla (başa çıkılamaz); Rabb’in inâyeti, kilâeti, vekâleti, hıfzı, hırzı ve hısn-ı hasîni ile kimse onlara bir şey yapamaz.”

Hocaefendi bu konudaki sözlerini tamamlayınca hevâ ile ilgili bir sual sorduk. Zira geçen sabah tefsir dersinde,

وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَى
“Ama kim de Rabbinin divanında durmaktan korkarsa ve nefsini hevâ ve hevese uymaktan dizginlerse, onun varacağı yer de olsa olsa cennettir!” (Nâziât, 79/40-41)

ayet-i kerimeleri üzerinde durulurken, Fudayl bin Iyaz hazretlerinin şu sözü zikredilmişti:

“Amellerin en faziletlisi hevâya muhalefet etmektir.”

Fethullah Gülen Hocaefendi’ye “Hevâya muhalefetten maksat nedir ve bu hangi hususları içerir?” sorusunu tevcih ettik.

Özetlediğimiz giriş kısmı ve bu soruya verilen cevap faslını 33 dakikalık sesli ve görüntülü dosyalar halinde arz ediyoruz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

439. Nağme: İltifat çağrısı ve vuslat koridoru: Ölüm

439. Nağme: İltifat çağrısı ve vuslat koridoru: Ölüm

Fethullah Gülen Hocaefendi dünkü sohbetine merhum kardeşi Seyfullah (Sıbgatullah) Ağabey’in vefatının hatırlattıklarıyla başladı.

Bir süre sonra Hocaefendi'ye şu suali sorduk:

Ölümün sevimli yüzünü anlatan geçen Cuma Hutbesi’nde, mevtin, müstakîm ruhlar için bir iltifat çağrısı ve iç içe vuslatlar koridoruna girme olduğu ifade edildi. Ölümün bir iltifat çağrısı olması ne demektir? İç içe vuslatlardan maksat nedir?

İlk bölümü ve cevap faslını beraberce 23:39 dakikalık sesli ve görüntülü dosyalar halinde arz ediyoruz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

440. Nağme: Bir ilâhî âdet: Tedrîcîlik

440. Nağme: Bir ilâhî âdet: Tedrîcîlik

Cenâb-ı Allah, kâinâttaki her şeyi “Ol!” deyivermekle en mükemmel şekilde varlığa erdirebileceği halde, bütün mekânın ve eşyanın mevcudiyetinin belli vakitlere bağlanmasını; mahlukâtın yavaş yavaş ve adım adım varlık sahasına çıkıp belli bir zaman içinde olgunlaşmasını murat buyurmuştur. Evet, varlık âleminde her şey takdîr-i ilahî ile belirlenen bir süreye bağlı olarak şekilden şekle, tavırdan tavra intikâl ettikten sonra belli bir vaziyete ulaşmaktadır. Zaman, eşyanın üzerinde tesirini icra etmekte ve hadiseler, zamanın keskin dişleri arasında öğütüle öğütüle meydana gelmektedir.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ifadeleriyle: “Ol!” dediğinde cihanları bir kerede var eden Kudreti Sonsuz, kâinatı altı zamanda yaratıyor.. insanı, çağlar ve çağlar geçtikten sonra varlığa nezarete memur ediyor.. yavruyu anne karnında –hem de onca çile ve onca ızdırapla– aylarca tutuyor.. yumurtadan civcive olan o minik mesafeyi haftalar içine serpiyor ve uzatıyor.. deniz derinliklerinde mercana, ne kanlar ne kanlar kusturuyor; kusturuyor da ondan sonra gün yüzüne çıkma vizesi veriyor.. suları bir sırlı teenni ile bulutlaştırıyor; bulutları akıl almaz bir takdirle damlalaştırıp yerin bağrına indiriyor.. zeminin bağ ve bahçelerini zamanın tığına takıp, mevsim atkıları arasında ve sabırla bir dantela gibi örüyor; örüyor ve bize ilâhî ahlâkı talim ediyor

Bu ilahî ahlak, Kur’an-ı Kerim’in ceste ceste inen ayetlerinde ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun tebliğ metodunda da kendisini gösteriyor. Emir ve yasaklar, bir başka ifade ile teklifî hükümler birden bire değil, belli zaman aralıkları ile nazil oluyor. İlahî emirlerden önce adeta kalb ve kafalar rehabilite edilerek her şeyi kabule hazır hale getiriliyor.

İşte, bu ilahi âdete, Kur’an-ı Kerim’in tenzil keyfiyetine ve Efendimiz’in tebliğdeki üslubunun önemli bir derinliğine “tedrîcîlik” deniliyor. Tedrîc; adım adım, azar azar, derece derece ilerlemek manasına geliyor. Hadiselerin yavaş yavaş, mertebe mertebe, zaman zaman ve belli bir vakte bağlı şekilde cereyan etmesine “tedrîciyye” (tedrîcîlik) adı veriliyor.

İnsanın, özellikle de her mefkure kahramanının, çevresinde bir nizam dahilinde meydana gelen hâdiselerden ders alması, sebep ve netice münasebetini gözetmesi ve eşyâ arasında bulunan tertibe riayet etmesi gerekiyor. Fıtratta carî kanunları görmezlikten gelmemesi; sebepleri gözetmeden netice beklememesi; zamana ve mesafelere karşı tahammülsüz davranarak birkaç merdiveni birden atlamaya yeltenmemesi icap ediyor.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bir makalesinde “Çocuksu ve aceleci ruhlar, bu teenniyi nasıl telakki ederlerse etsinler ezelden beri ilâhî âdetler, var olduğu günden bu yana tekvînî emirler, hep böyle cereyan etmiş, böyle cereyan ediyor ve böyle cereyan edecektir. Beklenen her şey olacaktır ve O’nun vaad ettiği günler doğacaktır; ama bu, kaderle tespit edilen ölçüler içinde olacak ve mevsimi geldiği zaman doğacaktır.” diyor.

Bu hakikatlerden hareketle aziz Hocamıza şu soruyu tevcih ettik:

“Ezelden beri ilâhî âdetlerin ve var olduğu günden bu yana tekvînî emirlerin hep bir teennî ve tedrîcîlik üzere cereyan ettiği anlatılıyor. Hem tekvînî hem de teşrîî emirlerdeki bu tedrîcîlik ferdî ve ictimâî hayatta denge adına bize neler ifade etmektedir?”

Bu sorunun cevabını, mukaddime faslıyla beraber 36:53 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

441. Nağme: Allah’ın bilmesi sana yetmez mi?

441. Nağme: Allah’ın bilmesi sana yetmez mi?

  • Ne celâlin cefâsı ne cemâlin rengârenk tecellisi/sefâsı insanı değiştirmemeli; o ciddi bir ufuk birliği içinde hep O’na müteveccih olmalı.
  • Hizmette önde ücrette gerilerin gerisinde bulunmalı.. bir başka deyişle, hizmette Fatih, ücrette Ulubatlı Hasan gibi olmalı. Fatih gibi hizmet etmeli, Ulubatlı Hasan gibi ruhunun ufkuna yürümeli.
  • Böyle dönemlerde hiçbir şey olmamış gibi hizmete devam etmek, hatta hızı biraz daha artırmak çok önemlidir. Şu kadar var ki, hız ikiye katlanırken o ölçüde de tedbir, temkin ve teyakkuz artırılmalıdır.
  • Eskiden sadece temel değerlerinize düşman olanlar sizin karşınıza çıkıyorlardı fakat şimdi Abdullah İbni Übeyy İbni Selüllerle kuşatılmışsınız gibi bir hal var. Bugün -bazıları itibarıyla- bir nifak şebekesiyle karşı karşıya bulunulduğunu hatırdan dûr etmemek lazım.
  • Selef-i sâlihîn tarafından zamanınıza kadar taşınıp omuzunuza yüklenmiş emanetleri muhafaza etmek için gereken bütün tedbirleri almak zorundasınız.
  • Tam bir tecrid ve tecerrüd düşüncesi içinde her şeyi tâlî görerek sadece aslî olana yoğunlaşmak gerekmektedir. Aslî olan nedir? Mefkûre ve ruh âbidemizin ikâmesi
  • Ölesiye hizmet etmek fakat ücrete ve mükâfata dilbeste olmamak lazım. Hizmette bir kısım beklentilere girmek o işi akim bırakır.
  • Yetiş imdada, yetiş ki yangın var!..
  • Bugün aklıma geldi ki, hizmet eden insanlar hayatlarının sonuna doğru ad ve unvanlarını değiştirsin, kendilerini bilinmezlik ırmağına salsınlar!..
  • Öbür tarafta hayırla yâd edilmedikten sonra burada sena edilip anılmanın hiçbir manası/kıymeti yoktur.
  • Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün namazını oturarak kılıyordu. İkâme ettiği nafile bir namazdı. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), namazdan sonra sordu: “Yâ Rasûlallah! Bir rahatsızlığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz?” Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi: “El-Cû’ yâ Ebâ Hüreyre! Günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık takatimi kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.”
  • Mü’min, insanlar arasında yâd edilme sevdasına tutulmamalı, hatta kendini unutturmalı. Her şeyi bilen ve asla unutmayan Zât’ın bilmesini yeterli görmeli.
  • “Nasıl yaşarsanız öyle ölür, nasıl ölürseniz öyle diriltilir ve haşredilirsiniz.”
  • İnsanın gözleri dünyaya ne kadar açıksa, öteye o ölçüde gözleri açık gider. Hazreti Üstad’ın doktorluğunu yapmış olan Sadullah Ağabey, “Kızımı gelin edemedim.. oğlumu everemedim.” diye diye ölen ve ruhunu teslim ettikten sonra sol gözü bir türlü kapanmayan bir hastasının halini yorumlarken demişti ki: “Sol göz dünyaya, sağ göz âhirete bakar. Tûl-i emel ile, dünyada daha yapacak işleri olduğunu düşünerek öldüğünden sol gözü açık gitti.”
  • İki gözünü de dünyaya teksif eden ahireti göremez. Hâlbuki dünyaya dünyalığı ahirete de ebediliği ölçüsünde teveccüh etmek lazımdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

    وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا
    “Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas sûresi, 28/77)

    âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret yurdunu ara” derken “ibtiğâ” fiilini kullanıyor ki bu, “Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete, ahiret kadar değer ver!” demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de “nasibi unutmama” esasına bağlı kalınmalıdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

442. Nağme: Ölümü vuslat görenler zindanı pire ısırması bilirler!..

442. Nağme: Ölümü vuslat görenler zindanı pire ısırması bilirler!..

Malumunuz olduğu üzere, hemen herkes bugün ülke çapında 400 kişinin gözaltına alınacağı ve bunların yüz ellisinin gazeteci olduğu haberini konuşuyor. Zaman, Bugün ve Taraf gazetelerinin genel yayın yönetmenlerinin yanı sıra merkez ve muhalif medyadan gazetecilerin hedeflendiği söyleniyor.

Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önceki sohbetine bu haberle alakalı cümlelerle başladı ve Hizmet gönüllülerinin genel mülahazalarını anlattı.

  • Ölüm üzerlerine yedi başlı bir canavar şeklinde gelse, onlar o kapıyı dosta vuslat kapısı gördüklerinden tebessümle karşılarlar. Ölüme böyle bakan insanları onun berisindeki tehlikeler hiç endişelendiremez ki!.. İçeriye atacaklarmış!.. Zannediyorum, dün içeriye attıkları insanlar meseleyi Kur’an okuyarak ve gülerek karşıladıkları gibi yarın öbür gün içeriye atacakları insanlar da öyle karşılayacaklardır. Onlar da ölümü -Firavun’un karşısında- Seyyidina Hazreti Musa gibi gülerek karşılayacaklardır. Gözü dönmüş dinsiz ve densizlerin tecavüzleri karşısında ölümü gülerek karşılayan Hazreti Zekeriya, Hazreti Yahya ve Hazreti Mesih gibi gülerek karşılayacaklardır.
  • Hazreti Üstad diyor ki: “İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.”
  • Hiçbir peygamber Nemrutlara ve Firavunların işlerini kolaylaştırmamıştır. Zâlimin işini kolaylaştırmak da vebaldir.
  • Kim Allah için olursa, Allah da onun için olur.
  • Biz ölüme öteden beri şeb-i arûs (düğün gecesi) nazarıyla baktık.

Fethullah Gülen Hocaefendi, başlıklarına işaret ettiğimiz mevzular üzerinde durduktan sonra kendisine şu soruyu tevcih ettik:

Soru: Özellikle sosyal medyada yeni bir algı operasyonundan bahsediliyor. Onca üst üste komploya ilaveten birkaç aydır pek çok masum insan gözaltına alındı, tutuklandı ve şimdi bunların artarak devam edeceği konuşuluyor. Bu türlü hadiseler karşısında hem birinci dereceden mağdurların hem de onları tanıyan ve sevenlerin mü’mince tavırları nasıl olmalıdır?

Bu soruya cevap sadedinde, Hocaefendi, şu mevzulara temas etti:

  • Çok önemli hakikatlere gönül vermiş insanlar iğne ucuyla iğnelenme gibi bu türlü hadiseler karşısında ne ürker, ne titrer, ne de bir refleksle ona karşılık vermeye çalışırlar. Çünkü onlar öyle ciddi meselelere konsantre olmuşlardır ki, değil bu türlü şeyler, Mus’ab b. Umeyr gibi, bir kılıç darbesiyle bir kolunu indirseler, başka bir kılıç darbesiyle öbür kolunu indirseler, bu defa da başını uzatacak “İnsanlığın İftihar Tablosu’na bir şey olmasın!” diyeceklerdir.
  • Meseleye bu zaviyeden bakan insanlar, zannediyorum, bu türlü ayak oyunları karşısında katiyen ve katibeten paniğe kapılmazlar. Paniğe kapılmak şöyle dursun, “Cenâb-ı Allah bizi imtihan ediyor bu türlü şeylerle. İnşaallah bunlar bizim arınmamıza vesile olacaktır.” derler. Zira değişik bela ve musibetler karşısında -ki onlara sabır da sabrın türlerindendir- dayanma bir ibadettir. İnsana -menfi yönden- öyle sevap kazandırır ki, insan namaz kılmakla o sevabı elde edemeyebilir, hacca gitmekle o sevabı elde edemeyebilir. Bela ve musibetler başına sağanak sağanak yağdığı zaman “Küfür ve dalalet dışında her hal için Allah’a sonsuz hamd ü sena olsun!” diyebilme çok önemlidir.
  • Meseleye bu şekilde kilitlenmiş bir insan, pire ya da kene ısırması nev’inden bu türlü şeyler karşısında katiyen sarsıntı yaşamaz. Zaten sarsıntı yaşamayanlar da yaşanmayacağını fiilen gösterdiler. O bacılarımız ellerinde Kur’an-ı Kerim adliyenin/hapishanenin önünde Kur’an okudular. İçeriye atılanlar dar hücrede teravih namazını bile aksatmadılar. Orada kuru yerlerde yataksız, yorgansız, döşeksiz yattılar ama katiyen şikâyet etmediler. Bu halleriyle hem imanlarının gereğini -nifaka karşı- ortaya koydular hem de arkadan birilerinin başına bu türlü hadiseler gelirse, yapmaları gerekli olan şeyler mevzuunda ders verdiler. “İşte böyle olacak!” dediler. İçeriye giren içeriye girecek. Onun akraba ve taallukâtı, annesi, babası, kardeşi, evladı, eşi, dostu.. onlar da fevkalade bir metanetle bu meseleyi karşılayacak, katiyen sarsıntıya meydan vermeyecekler.
  • O dışarıdakiler adeta içeridekilere imrendiler; “Bizi de alsınlar, orada medrese-i Yusufiyeyi beraber paylaşalım!” dediler. Allah’a bu ölçüde inanmayan insanlar bunun nasıl bir zevk-i ruhani ifade ettiğini bilemezler!.. Nasıl adeta cennete girmiş gibi bir neşve vesilesi olduğunu bilemezler!..
  • Yapılan tamamen insanları psikolojik bozgunluğa sevketme maksadına matuf. Günümüzün moda tabiriyle, algı operasyonu.. ve korkutma, sindirme.. bilemiyorlar ki, onlar üzerlerine geldikçe bunlar güçlenecekler, tıpkı mikroplar üzerine gelip durdukça insanın immun sisteminin güçlenmesi gibi. Bilmiyorlar ki, yumruklandıkça güçlenir iman etmiş insanlar. Bilmiyorlar ki balyozlandıkça bunlar çelikleşirler. Bilmiyorlar ki, ayaklar altında ezildikçe, Allah’ın izin ve inayetiyle, granitleşirler ve parçalanıp bölünmezler.
  • Birinci dereceden mağdurların yakınları ve sevenleri hiçbir şey olmamış gibi davranmalı. Cenâb-ı Hakk’a samimi kalble, daha derin bir keyfiyette teveccüh etmeli. Kur’an’a sımsıkı sarılmalı. Teheccüd namazını bugüne kadar aksatmışlarsa onu artık tam eda etmeli. Teheccüd namazlarını dualarla taçlandırmalı. Enbiyâ ve asfiyanın maruz kaldığı şeylere bizi maruz bıraktığından dolayı Allah’a hamd etmeli.
  • İçten içe üzülme olabilir fakat iradenin hakkını vererek onu baskı altına almamız gerekir. Meşguliyetlerimizi biraz daha artırarak elimizi kolumuzu bağlayacak duygulardan sıyrılmamız icap eder. “Ben usanmam gözümün nuru cefadan amma / Ne kadar olsa cefadan usanır candır bu!” (Keçecizade) Biz de insanız; bir tekme yiyince sarsıntı olması normaldir; fakat sarsılıp kalmamamız lazım. Hadiseleri “Hizmet’te daha hızlı yürüyün!..” ikazı şeklindeki dürtmeler olarak değerlendirmemiz lazım.
  • Bir gün gelecek, siz istemeseniz de, onlar ettiklerini bulacaklar. Siz de Allah’ın izni ve inayetiyle murat ettiğiniz şeye nail olacaksınız. Sonra, bugün o arkadaşların, onların ailelerinin ve yakınlarının çektikleri sıkıntıları geçmişte yaşanmış birer menkıbe şeklinde anlatıp güleceksiniz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

443. Nağme: Ashâb-ı Uhdûd ve bir ölüp bin dirilenler

443. Nağme: Ashâb-ı Uhdûd ve bir ölüp bin dirilenler

قُتِلَ أَصْحَابُ الأُخْدُودِ النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ إِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ إِلاَّ أَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
“Ayât ve mucizeler zâhir ve bâhir iken, hazırladıkları çukurları, tutuşturulmuş ateşle doldurarak inanmış kimseleri içine atıp yakan, bu esnada hendeklerin çevresinde oturup dinlerinden dönmeleri için müminlere yaptıkları işkenceleri zevkle seyreden o zalimler kahrolsunlar. Onların müminlere bu işkenceyi yapmalarının tek sebebi, müminlerin göklerin ve yerin yegane hâkimi, Azîz ve Hamîd (mutlak galip ve bütün övgülere lâyık) Allah’a iman etmeleriydi.” (Burûc, 85/4-7)

Evet, Ashab-ı Uhdûd’un kimler olduğu, ne zaman ve nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivayetler vardır. Zaten Kur’an da bu hadiseyi yer, zaman ve fâillerini belirtmeden zikretmektedir. Anlaşıldığına göre, dönemin zalim kralı, Allah’a inananları dinlerinden çevirmek, kendi sapık anlayışına döndürmek için onlara eziyet ederdi. Tekili “hadd”, çoğulu “uhdûd” olarak adlandırılan uzunlamasına ve derin hendekler, çukurlar, kanallar kazdırmış ve içlerine büyük ateşler yaktırmıştı. Allah’a imanda ısrar edenleri işkenceden geçirtir, sonra da ateşe attırırdı. Zalim ve avenesi, insanlıktan öylesine uzaklaşmışlardı ki, hendeğin etrafına oturur yaptıkları bu vahşeti zevkle seyrederlerdi.

Kırmızı Bülten.. Fe ni’me ve bihâ (ne güzel ve hoş, baş göz üstüne)!..

Ashab-ı Uhdûd ile alakalı çok önemli hususlara ve alınması gereken ibretlere geçmeden önce sohbetin sonunda yer alan üç paragrafı aktarmak faydalı olacaktır. Muhterem Hocaefendi hasbihalini şu cümlelerle bitirdi:

“Azîmet” (Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmaya çalışmak) deyip yolunda sabit kadem olan insanlar, cephelerini belli ettiler, bir bünyan-ı marsus (kurşunla perçinlenmiş yapı) gibi birbirlerine kenetlendiler; olup bitenleri sanki geçmişte olmuş vakalarmış gibi gülerek, tebessümle anlatıyorlar. Kendimi katarsam fahirlenme olur ama çoğunuz gibi ben de o arkadaşların yerinde olmak isterdim.

Zannediyorum şimdi Ekrem Bey’in yerinde, Hidayet Bey’in yerinde ve onların arkadaşlarının yerlerinde olmayı arzu eden çok insan vardır. “Onlara oldu da Cenâb-ı Hak neden bu lütfu bizden esirgedi?!.” Hâşâ, Allah esirgemez. Acaba zaafımıza binaen mi Cenâb-ı Hak bizi öyle bir şeye maruz bırakmadı? Zayıf mıydık acaba? Biz göz dolduran bir tavır, bir durum sergilemedik mi acaba bize gelmedi bu mesele?

Bu arada, istidradî şunu da diyeyim: Kırmızı bülten falan.. tuttururlarsa, ederlerse şayet fe ni’me ve bihâ (ne güzel ve hoş, baş göz üstüne)!.. Ama bütün bunlarla bir sindirme meselesi hedefleniyorsa, katiyen bilmeliler ki, hakiki mü’minler hiçbir zaman nifak düşüncesi karşısında eğilmemişler, hele secdeye asla kapanmamışlar, hep dimdik durmuşlardır Allah’ın izni ve inâyetiyle!..

Şu konuları göz önünde bulundurmak, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu sohbetini daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır:

“Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.”

Ashab-ı Kirâm’ın ilklerinden Hâbbab bin Eret (radiyallahu anh) İslam dinini tercih ettiği dönemde, Müslümanlığı açığa vurmak, mal, can, izzet ve haysiyetin ayaklar altına alınmasına razı olmak demekti. Buna rağmen Hazreti Habbâb, kimseden korkmadan Allah Rasulü’nden duyduğu yüce hakikatleri anlatmak için fırsat kollardı. Kendisi Ümmü Enmar lakaplı müşrike bir kadının sultası altındaydı; demirciydi, kılıç yapardı. Rasûlullah onu çok sever, zaman zaman yanına çağırır, hususi iltifatta bulunurdu. Bunu öğrenen kadın kızgın demiri alıp o gün için kölesi olan Hazreti Habbâb’ın boynuna sürterek ona işkence etmeye başlamıştı. Daha sonra da henüz 15-20 yaşlarında bir genç olan bu büyük sahabi, boynuna kızgın demirler takılarak kavurucu güneşte bırakılmış, sırtına yakıcı taşlar konulmuş ve bu şekilde derisi eriyinceye kadar işkence edilmişti. Fakat Hazreti Habbab onca ızdırap ve eziyet karşısında bir sabır ve sadakat âbidesi olarak dimdik durmuştu.

Bir gün Hazreti Habbâb, İnsanlığın İftihar Tablosu’na, kendisini dağlayan Ümmü Enmar hakkında şikâyette bulunmuştu da Şefkat Peygamberi “Allahım Habbâb’a yardım et!” diye dua buyurmuştu. Daha birkaç gün geçmeden kadın, dayanılmaz bir baş ağrısına yakalanmıştı. Izdırabından feryâd u figân ediyor; sürekli kafasını yumrukluyordu. Nihayet, kendisine dağlama yaptırmasını tavsiye etmişlerdi. Ümmü Enmar, çaresizce Habbâb (radiyallahu anh)’tan istekte bulunmuş; o da uzun bir süre kızgın demir ile kadının başını dağlamıştı. Cenâb-ı Hak, adeta mazlumun âhının yerde bırakılmadığını ve bazen mahkeme-yi kübraya da havale edilmeden zalimin misliyle cezalandırıldığını göstermişti.

Bir defasında Hazreti Ömer (radiyallahu anh), sahabe efendilerimize müşriklerden çektikleri sıkıntı ve ızdırabları sormuştu. Hazreti Habbab öne çıkarak, “Ya Emirelmü’minîn! Şu sırtıma bak!” demişti. Hazreti Ömer, Habbâb bin Eret’in sırtındaki yara izlerine nazar edince, hayretle “Bugüne kadar böylesini hiç görmemiştim!” mukabelesinde bulunmuştu. Hazreti Habbâb şunu söylemişti: “Müşrikler, benim için bir ateş yaktılar ve beni ateşin içine attılar. Bir adam ayağıyla göğsüme bastı. Ateş her yanımı sardı. İşte o ateşi, en sonunda, vücudumdan eriyen yağ ve sırtımdan akan kan söndürdü.”

Habbab bin Eret (radıyallahu anh), kızgın çakıllar üzerine sırtüstü yatırılıp göğsüne kendinden ağır taşların yüklendiği o günlere dair bir hatırasını anlatır ve der ki: Allah Rasûlü, Kâbe’nin duvarının dibine oturmuştu. Başını da örtmüştü. Yanına vardım, “Ya Rasûllallah, Cenâb-ı Hakk’a dua etmez misin, bize yardım eylesin!” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (aleyhissalâtü vesselam) şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkenceler gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi. Etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine gevşeklik göstermezlerdi. Allah, bu dini tamamlayacaktır; ancak siz acele ediyorsunuz.”

“Sabret anneciğim sabret!..”

İhtimal Allah Rasûlü, muzdarip sahabiye, gördüğü işkence cinsinden bir zulmü haber vermiş; sonra da onu müjdelemiş; “Taraklarla etleri kemiklerinden ayrılırdı da yine de onlar Allah’tan ve dininden vazgeçmezlerdi. Allah va’dini yerine getirecek, güllerinizi açtırıp, bülbüllerinizi öttürecek ama siz acele ediyorsunuz!” demişti. Rivayetlere göre, işte bu münasebetle, Ashab-ı Uhdud’dan da bahseden Burûc Sûresi nazil olmuştu. Bu Surede, Kur’an-ı Kerim, hendekler içinde ateşler yakarak inananları içine atıp sadistçe seyreden o günün Neronları’nın vahşetinden bahsetmekte ve aynı zamanda İslâm milletlerini tahakkümleri ve tasallutları altına alan istismarcı müstemlekecileri işaretlemektedir.

Ashab-ı Uhdud, inananları ateş dolu hendeklere atıp cayır cayır yakarken, biri kucağında, ikisi de eteklerinden tutmuş üç çocuklu bir kadının getirildiği ve dininden dönmezse çocuklarıyla beraber ateşe atılmakla karşı karşıya bırakıldığı da rivayet edilir. Kahraman kadın imanı uğruna çocuklarıyla birlikte ölümü çoktan göze almıştır; işkencelere rağmen dinini terketmez. Bunun üzerine önce büyük çocuğu, sonra diğeri gözlerinin önünde ateşe atılır. Yüreği parçalanan anne, gözyaşı yerine yanaklarından kan akıtır ama ilahi rızayı kazanmak uğruna sabreder. Sıra kendisine geldiğinde bir an tereddüt yaşar; çünkü kucağındaki masum yavrusunu düşünür. Annenin halinde imandan gelen bir vakar, metanet ve sükunet vardır; fakat içinden kopan feryad, Arş-ı A’layı titretir. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk kundaktaki bebeği konuşturur; “Sabret anneciğim sabret. Dininde sebat göster ve bırak kendini ateşe. Çünkü sen Hakk üzerinesin, Allah seninle beraber.”

قُتِلَ أَصْحَابُ الأُخْدُودِMüminler affetseler de dine ve imana dokunanların affolunmayacaklarını işaret edercesine Kur’an “kutile” sözüyle “kahroldular, kahrolsunlar, canları çıksın, lanete uğrasınlar” diyor o zalimler hakkında. Müslümanlara komplolar kuranlar, işkenceler edenler, hapishane hapishane dolaştıranlar, ölmeden mezara koymaya uğraşanlar kahrolsunlar. Zaman geçmiş, asırlar değişmiştir ama küfrü temsil eden bütün firavunlar, bütün mütekebbirler, bütün mağrurlar aynı hava içinde olmuşlardır. Değişen sadece işkence şekilleridir. Öncekiler ateşlere atmışlar, testere ile parçalamışlardır; sonrakiler de kendi karakterleri ve zamanlarının usulleri zaviyesinden çeşitli eza ve cefalar yapmışlardır/yapmaktadırlar. Ne ki, bütün zulümlere ve engellemelere, bütün yumruklama ve tekmelemelere rağmen halis müminleri yollarından çevirememişlerdir ve çeviremeyeceklerdir. Tiranlar vurdukça yeni yeni filizler çıkmış, yeni yeni şuleler yanmıştır. İnşaallah, bundan böyle de hiç durmadan filizler yeşerecek ve şuleler parıldayacaktır.

Bir ölüp bin dirilen yiğit

Ashab-ı Uhdud’la alâkalı, hemen her tefsir kitabında anlatılan bir vak’a daha vardır. Müslim, Tirmizî ve Ahmed İbn Hanbel’in Müsnedi gibi bir kısım hadis kitaplarına dayanılarak anlatılan hâdise şudur: Bir kralın bir büyücüsü vardır. Yaşı epeyce ilerleyen büyücü, krala “Ömrüm sona yaklaştı. Bana bir çocuk ver de ona büyü öğreteyim.” der ve kralın kendisine verdiği çocuğa büyü öğretmeye başlar. Fakat çocuğun eviyle büyücü arasında bir rahip (henüz İslam gelmeden önce kendi döneminde Allah’ın gönderdiği Peygambere iman edip onun dinine hizmet eden bir bilge) vardır ve çocuk bir gün o rahibin yanına uğrar. Rahibin anlattığı şeyler çocuğun daha çok hoşuna gider.

Bir gün halkın gittiği yol üzerine korkunç bir canavar çıkar. Çocuk yerden bir taş alır ve “Allah’ım, eğer Sen rahibin yaptıklarını büyücünün yaptıklarından daha çok seviyorsan bu hayvanı öldür, insanlar yollarına gitsinler.” diyerek taşı atar. Canavar ölür, insanlar da yollarına giderler. Çocuk bu olayı rahibe anlatınca, rahip “Oğlum, sen şimdi benden üstünsün. Bundan ötürü imtihan edilebilirsin. İmtihan anında beni ele verme.” der. Gün geçtikçe çocuk daha bir seviye kazanır ve meşhur olur; öyle ki körü, abraşı ve diğer hastaları iyileştirmeye başlar. Derken, bir gün kralın âmâ olan bir nedimi de kendisini iyileştirmesi için çocuktan istekte bulunur; çocuğun ona karşı cevabı “Ben kimseyi iyi edemem, ancak Allah iyi eder. Eğer Allah’a inanırsan, O sana şifa verir.” şeklinde olur. İyi olan nedim, kralın yanına gidince, kral hayret eder ve bunu kimin yaptığını sorar. Nedim de, “Rabbim iyi etti.” diye cevap verir. Kralın, “Yani ben mi?” sorusuna ise, “Hayır, benim de Rabbim, senin de Rabbin olan Allah.” cevabını verir. Kral, “Senin benden başka Rabbin mi var?” diye nedime çıkışır ve ona eziyet etmeye başlar.

Yapılan işkenceye dayanamayan nedim, sonunda çocuğun ismini söyler. Kral, çocuğu çağırtıp ondan da aynı cevabı alınca, ona da işkence etmeye başlar ve bu fikrin rahipten çıktığını öğrenir. Kral üçünü de çağırarak dinlerinden dönmelerini ister ve onları ölümle tehdit eder. Bunlar inançlarında ısrar edince, rahibi de, nedimini de testereden geçirir; çocuğa gelince, onu da yüksek bir dağdan aşağıya atmaları için adamlarına teslim eder. Ne var ki çocuk, “Allah’ım, beni bunlardan kurtar.” diye dua edince, dağ sarsılır ve kralın adamları aşağı yuvarlanır.

Adamlardan kurtulan çocuk da, tekrar kralın yanına gelir ve adamlarının başına gelenleri anlatır. Kral, bu kez çocuğu başkalarına teslim eder ve eğer dininden dönmezse onu denizin derin bir yerine atmalarını emreder. Çocuk, duasıyla onlardan da kurtulur ve krala gelerek, söylediklerini yapmadığı sürece kendisini öldüremeyeceğini bildirir. Ardından da insanları bir yere toplayıp, kendisini bir dala asmasını, sonra da torbasından bir ok çıkararak, “Çocuğun Rabbi olan Allah’ın adıyla.” diyerek atmasını ve ancak bu şekilde kendisini öldürebileceğini ifade eder. Kral, çocuğun söylediklerini yapar; ok çocuğun bağrına saplanır ve çocuk ölür. Olup bitenleri izleyen halk ise, biz çocuğun Rabbine inandık derler. Bunun üzerine kral, hendekler kazdırıp içlerini ateşle doldurtur ve inananları o hendeklere atar

Bir dönemde yaşanmış böyle bir hâdise, kendine has şartları göz önünde bulundurulmak suretiyle her asır için önemli mesajlar ihtiva etmektedir. Anlaşılan o ki, o dönemde bir gence el uzatılmış, onunla meşgul olunmuş, sinelerde olgunlaştırılan ilhamlar onun ruhuna boşaltılarak yeni bir toplum ve yeni bir nesle doğru ilk adım atılmış.

Kıssanın kahramanı o gençte bir peygamber mantığı seziliyor; ihtimal o da peygamberlik mânâsına ait bir hakikati temsil ediyordu ve Allah da onu eşrara karşı koruyordu. Öyle ki, teslim edildiği adamların kimisi dağdan aşağı düşüp ölüyor, kimisi de denizde boğulup gidiyordu. Tabiî bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın ona vermiş olduğu bir kuvve-i kudsiye sayesinde oluyordu. Ne yapıp yapıp onu öldürmeyi düşünüyorlardı, ama nafile, Allah (celle celâluhu) fırsat vermiyordu. İhtimal biraz da demokratik davranıyor ve çocuğun toplum içinde uyarmış olduğu teveccüh veya bir mânâda fitneden ötürü hemen tepesine binip öldüremiyorlardı. Belki de onu öldürmenin bir kısım içtimaî komplikasyonlar doğurabileceği endişesi de taşınıyordu. Bu mevzuda açık bir şey olmamakla birlikte, bütün bunları satır aralarından çıkarabilmek mümkündür.

Sonra “Halkı topladıktan sonra beni bir dala asacak ve sadağından çektiğin bir oku ‘Çocuğun Allah’ının adıyla’ deyip atacaksın.” diyor. Ve şehit olup gidiyor; şehit olup gidiyor ama değerini bularak gidiyor; geride bıraktığı ses, arkadakilere yetip artıyor; madde temelinden sarsılıyor ve Allah’ın varlığı bütün vicdanlarda duyuluyor. (Son kısım Prizma-4 kitabından alınmıştır.)

[1] Bkz. Bürûc sûresi, 85/4-9.
[2] Ashab-ı Uhdûd kıssası için bkz.: Müslim, zühd 73; Tirmizî, tefsîru sûre (85); Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/17.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

444. Nağme: Fâili meçhul cinâyetler iftirası ve canlıların yaşama hakkı

444. Nağme: Fâili meçhul cinâyetler iftirası ve canlıların yaşama hakkı

Fethullah Gülen Hocaefendi dünkü sohbetinde şu iki ayet-i kerime ışığında İslam’ın hayata verdiği değeri, adam öldürmenin vebalini ve yaşama hakkına bakışını anlattı:

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ أَنْ يَقْتُلَ مُؤْمِنًا إِلاَّ خَطَئًا وَمَنْ قَتَلَ مُؤْمِنًا خَطَئًا فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ وَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ إِلاَّ أَنْ يَصَّدَّقُوا فَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ عَدُوٍّ لَكُمْ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ وَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ فَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ وَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةً فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ تَوْبَةً مِنَ اللّهِ وَكَانَ اللّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
“Mü’minin mü’mini öldürmesi olacak iş değildir, ancak yanlışlıkla olursa başka. Kim yanlışlıkla bir mü’mini öldürürse mü’min bir esir (köle) âzad etmesi ve öldürülenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir; ancak onlar diyetten vazgeçip bağışlarsa o başka. Eğer yanlışlıkla öldürülen, kendisi mü’min olmakla birlikte, size düşman bir topluluktan ise, öldürenin mü’min bir köle âzad etmesi gerekir. Eğer öldürülen, aranızda anlaşma bulunan bir topluluktan olursa, vârislerine teslim edilecek bir diyet ile mü’min bir köle âzad etmesi gerekir. Bunları yapmaya gücü yetmeyenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için ard arda iki ay oruç tutması gerekir. Allah alîm ve hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Nisâ, 4/92)

مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاءَ تْهُمْ رُسُلُنَا بِالبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا مِنْهُم بَعْدَ ذَلِكَ فِي الأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
“İşte bundan dolayı İsrail oğullarına kitapta şunu bildirdik:Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur. Rasûllerimiz onlara açık âyetler ve deliller getirmişlerdi. Ne var ki onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâla yeryüzünde fesat ve cinayette aşırı gitmektedirler.” (Mâide, 5/32)

Bu ilahi beyanların mesajlarını aktarırken sözü son günlerde belli ihanet mahfillerince dillendirilen “fâili meçhul cinayetler iftirası”na getiren Hocaefendi, değil insan öldürmek en küçük bir canlının hayatına kastetmenin bile hakiki mü’minlerden fersah fersah uzak olduğunu söyleyip, kendi hayatına dair çok dikkat çekici misaller verdi.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

445. Nağme: İzzetle yaşamalı ve hizmet ederken ölmeli!..

445. Nağme: İzzetle yaşamalı ve hizmet ederken ölmeli!..

  • O’na yöneldiğimiz, ruhumuzun ufkuna doğru kanat açıp bir üveyk gibi yükseldiğimiz zaman bir hizmet başında olmalıyız.

Hizmet felsefemizde maddî silaha hiç yer olmadı, olamaz

  • Hazreti Halid, son anlarını yaşarken “Ey Yermük, ey Mute, ey Halid’in günleri.. geçin gözümün önünden birer birer!..” der; bir fırtına gibi arkasından koşup durduğu ölümü yatakta karşılıyor olmaktan dolayı inkisarla kıvranır; hıçkıra hıçkıra ağlayışını görüp “Neden ağlıyorsun?” diyen bir sahabîye şöyle cevap verir: “Vücudumda bir para kadar yara almadık yer kalmadı. Senelerce i’la-yı kelimetullah yollarında ölüm kovaladım. Fakat, görüyorsunuz, şimdi eli kolu bağlı, yatakta ölüyorum.” O büyük kahraman rahat döşeğinde ölmeyi kendi adına bir utanma sebebi sayar. Evet, koşarken ölmek.. bir hizmetin başındayken Allah’a yürümek, kanatlanmak!..
  • Maddi kılıç kınına girmiş. Sizin hizmet felsefenizde topun, tüfeğin, kılıcın, kalkanın yeri yok. Siz onları kendi düşünce mezarlığınıza gömmüşsünüz çoktan. Onun için silahlı harekete karşı fevkalade duyarlı olmuş ve toplumu uyarmışsınızdır o mevzuda.
  • Kur’an’ın elmas düsturlarıyla, akl-ı selim, hiss-i selim ve ruh-u selimin dinamikleriyle, gerçek insan olmanın gerektirdiği şeyler ne ise, o mesajı sunarak -ki ona isterseniz “meseleyi evrensel insanî değerler yörüngesinde götürme” diyebilirsiniz; “insana kendi gerçek değerini hatırlatma yolunda hareket” diyebilirsiniz; “insana bir kere daha ahsen-i takvime mazhariyetini hatırlatma hizmeti, felsefesi, düşüncesi” diyebilirsiniz- işte o istikamette bir hareket halindeyken öteye yürümeli.
  • Kulluklardan sıyrılmanın yolu Allah’a samimi kulluktan geçer. Günümüzün insanının, hatta mü’min suretindeki nifaka yelken açmış insanların, kaybettikleri alan da işte bu alandır. Bir türlü şeye kulluk yaptıklarından dolayı yürekten Allah’a kul olamıyorlar.
  • İnsanı mutlak huzura kavuşturacak iksir “tevhid”dir.

İzzet, Allah’a, Rasûlü’ne ve Mü’minlere aittir

  • Siz hizmet ederken, dokunacak ve incitecekler; çünkü, ehl-i dünya alternatif istemez. Bütün meziyetlerin kendilerine mal edilmesini ister. Onlara karşı da -incinebilirsiniz- ama gönül koymayın. Nâilî-i Kadîm gibi deyin:

    Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab şâd olsun
    Benimçün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun.

    (Allahım, şad olmayan şu gönlümü yıkanlar mutlu, mesud ve bahtiyar olsunlar; benim için ‘Murada ermesin!’ diyenler muratlarına kavuşsunlar!..)
  • Muvakkat, bir-iki günlük mutluluk için yol yön değiştirmek kaypaklık ve muhakemesizliktir. Öyle olmaktansa izzetle ölmek daha iyidir.
  • Münâfıkların önderi Abdullah İbn Übey İbni Selül idi. Peygamberimizin hicretinden önceki liderlik konumu sarsıldığı için, ömrünün sonuna kadar O’nu çekemedi. Her fırsatta mü’minler arasında fitne çıkarmaya çalışır, onların kuvve-i maneviyelerini kırmaya uğraşır, günümüzdeki moda tabirle sürekli algı operasyonları yapardı. Kendisinde izzet ve mü’minlerde zillet tevehhüm eden baş münafık ve hempalarının bir halini Kur’an-ı Kerim şöyle anlatır:

    يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ
    “Hem derler ki, ‘Medine’ye bir dönelim; göreceksiniz aziz olan, zelil olanı oradan dışarı atacaktır.’ Oysa izzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerindir. Ne var ki münafıklar bunu bilmezler.” (Münâfikûn, 63/8)

Bir Mü’min, münafık karşısında asla boyun eğmez!..

  • Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde dünden bugüne olagelen şeyler hep olagelmiştir; bugün de olacak bunlar, yarın da olmaya devam edecektir. Öyleyse bize, durduğumuz yerde sâbit-kadem olmak düşer.
  • Son ferdine kadar.. Herkesi ifnâ etseler, en son fert bile orada yine merhum Kutup gibi diyecek ki: “Bir mü’min katiyen bir münafıktan özür dilemez!..” Bir mümin bir münafıktan özür dilemez.. ayağına gitmez.. temennada bulunmaz.. “Senin dediğin gibiymiş!” demez.. değişik yâvelere düşmez!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

446. Nağme: Adanmış ruhlar tehditlere teslim olmamalı!..

446. Nağme: Adanmış ruhlar tehditlere teslim olmamalı!..

Fethullah Gülen Hocaefendi bu sohbetine duanın manasını, önemini ve nasıl olması gerektiğini anlatarak başladı; sağlam bir tevhid düşüncesiyle,

  1. Mutlaka dua etmek
  2. Duada ne dediğini bilmek
  3. Meseleyi gönlün diliyle seslendirmek

lazım geldiğini vurguladı.

Hizmet gönüllülerinin bir yönüyle ızdırar halinde olduklarını ama bunun da cebrî lutfî bilinmesi ve kabzların nihayet bastlara inkılab edeceğine yürekten inanılması gerektiğini belirten Fethullah Gülen Hocaefendi, “Kabz öyle bir kuluçkadır ki o altındaki zaman yumurtalarından -civciv olarak- bastları size armağan eder.” dedi.

Bir villaya safınıza geçenler, iki villayı görünce size de yüz çevirirler!..

Söz düşünce şu suali tevcih ettik:

“Hazreti Üstad’a ‘Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için, benden zahiren teberrî ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrîsini ve bana karşı içtinablarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevî riyaya, vicdansızlığa hamledip, o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.’ dedirten hadiseler nelerdir? Bu hal günümüzde de söz konusu mudur?”

Bu soru üzerine Fethullah Gülen Hocaefendi, dünden bugüne farklı farklı dönekliklerin olageldiğini, din ve amel mürtedlerinin yanı sıra hizmet mürtedlerinden de bahsedilebileceğini, Hazreti Üstad’ın tatlı siteminin bu son grupla alakalı olduğunu ifade etti.

Makam sevdası, zevke düşkünlük, rahat yaşama arzusu ve lüks tutkusu gibi hastalıklar sebebiyle bir nevi esarete düşmüş ve yoldan dönmüş hizmet mürtedleri, amel mürtedleri ya da akide mürtedlerinin günümüzde de mevcut olduğunu misalleriyle dile getirdi.

Bu arada, bir kısım beklentiler ya da endişeler sebebiyle yirmi-otuz sene beraber olduğu insanlara sırtını dönen ve onlar hakkında gıybetlere, iftiralara giren kimselerin katiyen umduklarına nail olamayacaklarını; hayatlarını dünyaya göre programlamış bir cephe tarafından satın alınsalar bile kendilerine katiyen itimad edilmeyeceğini ve bir müddet kullanılıp atılacaklarını söyledi. Onlar hakkında herkesin, “Bunlar şimdi senelerdir beraber oldukları insanlara sırtlarını döndükleri gibi günü gelince bize de sırtlarını dönerler. Bir villa verdiğimiz zaman bize gelen insanlar, kalkar birisi bir gün iki villa verirse, bu defa onlara giderler. On bin alıyorlarsa birisi yirmi bin verince ona giderler. Dolayısıyla bize de vefalı olmazlar!..” şeklinde düşüneceğini belirtti.

Yalancıya “kezzab” deyip şehadete yürüdü!..

Daha sonra aziz Hocamıza günümüzde bazı kimselerin yalan ve iftiralara ortak olmaya zorlandıklarını ve paralel paranoyası zımnında değişik tehditler altında kaldıklarını hatırlatarak “ikrah” ile ilgili bir soru sorduk. Malumunuz olduğu üzere, “ikrah” bir kimseyi istemediği bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya zorlamaktır. Istılahta ise; “ikrah” bir kimseyi korkutmak veya tehdit etmek suretiyle rızası olmaksızın bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya haksız yere zorlamaktır.

Fethullah Gülen Hocaefendi, Asr-ı Saadetten bir misal vererek adanmış ruhların “ruhsat”larla değil “azîmet”lerle amel etmesi gerektiğini vurguladı.

Peygamberlik iddia eden yalancı Müseylime, iki sahabeyi yakalamıştı. Onlardan birincisine, “Muhammed hakkında ne dersin?” diye sormuş; o da “O, Allah’ın Peygamberidir” cevabını vermişti. Müseylime, “Benim hakkımda ne dersin?” diye sorunca o da ölüm korkusuyla “Sen de!..” demişti. Bunun üzerine Müseylime onu serbest bırakmıştı. Akabinde ikinci sahabeyi getirtip ona da “Muhammed hakkında ne dersin?” diye sormuş; yiğit insan “O, Allah’ın Peygamberidir” cevabını vermişti. “Benim hakkımda ne dersin?” diye sorunca sahabi önce “Ben sağırım!..” demiş; Müseylime sorusunu üç kere tekrar etmiş, o her defasında aynı cevabı vermişti. Ondan istediği cevabı bir türlü alamayan ve sonunda “Sen kezzabsın!” itabını duyan Müseylime, yüce sahabiyi şehit etmişti. Bu haber kendisine ulaşınca, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurmuştu: “Birinci sahabi, Allah’ın kendisine verdiği ruhsatı tercih etti; onda beis yok. İkincisi ise hakkı açıkça haykırıp onun uğrunda kendisini feda etti. İşte ona mübarek olsun, ne mutlu ona!..”

Bu hadiseyi hatırlatan Fethullah Gülen Hocaefendi, şunları söyledi:

“Adanmış ruhlar ruhsatları kullanmamalı, zalimden özür dilememeli. Özür şöyle dilenir: Deyip ettikleri yalanları, iftiraları, intikam duygularını, hırsızlıklarını, haramîliklerinı itiraf ederek ‘Biz milletten özür diliyoruz!’ derlerse şayet, bu bir yönüyle günah işlemiş bir insanın tevbe etmesi gibidir, Allah onu kabul eder, biz de kabul ederiz. Yoksa onlardan özür dilemek, onlar gibi olmak demektir. Öyle olmaktansa ölmek daha iyidir. Çünkü ölüm hakiki mü’min için şeb-i arûstur.”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

447. Nağme: Geniş manalarıyla israf ve iktisat

447. Nağme: Geniş manalarıyla israf ve iktisat

Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ünde merhum Ali Ulvî Kurucu Ağabey, ‘Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilakis fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesiyle ölçen bir dâhidir.’ diyor. Bu tespitle alakalı mülahazalarınızı lütfeder misiniz? Fikir, zihin, istidat, nefis ve nefeste iktisat nasıl olur veya olmalıdır?

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

448. Nağme: Metânetimizin temeli ve imtihanın kaybedenleri

448. Nağme: Metânetimizin temeli ve imtihanın kaybedenleri

Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbete şu beyitle başladı:

Şafak çoktan söktü, ufukta ışık cümbüşü,
Zulmetler hırıltıda, soluk soluğa nurlar.

Bu mülahazanın bir çeşit dua ve ümit terennümü olduğunu söyleyerek, fetret devrinin bazı muvahhidleri tarafından İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da ızdırar ölçüsünde böyle bir intizarla beklendiğini anlattı.

Hizmet Hareketi’nin dünya çapında hüsn-ü kabul gördüğüne değinen Fethullah Gülen Hocaefendi, bu muvaffakiyette Cenâb-ı Hakk’ın sevk ve inayetinin çok açık olduğunu dile getirdi. Allah’ın bu büyük nimetinin görülmemesinin bir nankörlük sayılacağını, meseleye “tahdis-i nimet” zaviyesinden yaklaşılması gerektiğini belirtti.

“Tahdîs-i nimet” sözünün “Allah’ın ihsanlarına karşı şükür duygusuyla dolmak ve O’nun lütuflarını ilan etmek” demek olduğunu; bir başka ifadeyle, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesi manasına geldiğini vurguladı.

“Rahmeti gazabına sebkat eden Cenâb-ı Allah bu kadar sübhanî lütuflarda bulunduktan, sizleri böylesine ümitle şahlandırdıktan ve reca güzergâhına yönlendirdikten sonra bu nimetleri elinizden alarak size bir inkisar yaşatmaz.” diyen aziz Hocamız, bunun şartı olarak İmam Gazzali hazretlerinden bir misalle yolda takılıp kalmamak gerektiğini hatırlattı:

İmam Gazzali Hazretleri yolda kalanların haline şöyle bir misal verir: Bir adam Bursa gibi bir şehirden kalkar, İstanbul misali güzel mi güzel bir beldeye gitmek üzere yola çıkar. Bir süre ilerledikten sonra, yol meşakkati ve yorgunluk ağır basar, biraz dinlenmek ister. Müsait bir yer ararken, bir su kenarı bulur. Şırıl şırıl akan su, meyveli ağaçlar, serin gölgelikler, bülbül gibi şakıyan kuşlar, tatlı tatlı öten kuşçuklar, etrafta uçuşan rengârenk kelebekler bütün bu güzellikleri görünce oraya hayran kalır, adeta büyülenir ve bir ağacın gölgesine otağını kurar. Suyun çağlamasını dinlemeye, kelebeklerin uçuşunu seyre, ağaçların meyvelerinden yemeye ve serinlikte dinlenmeye durur. Çok geçmeden de içinde bulunduğu halin cazibesine vurulur ve dalar gider, İstanbul güzelliğindeki o diyarı unutur. Başlangıçta o beldeyi kastederek azm-i râh etmiş olsa da, önüne çıkan güzellikler sebebiyle maksadından vazgeçer ve yol yorgunu olarak oraya yıkılıp kalır.

Şayet, insanlara asıl hedefleri ve varıp ulaşmaları gereken ebedî meskenleri sürekli hatırlatılmazsa, -hafizanallah- herkesin -aynı o yorgun yolcu gibi- şirin bir gölgeliğe, lezzetli birkaç meyveye, câzibedâr bir güzelliğe takılıp yolda kalması ve oracığa yığılması muhtemeldir. Dolayısıyla, her insanın bu mevzuda her yeni gün bir kere daha takviyeye ihtiyacı vardır.

Bu hakikatlerin hülasası sadedinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in “Dünyada bir garip, yahut bir yolcu gibi ol, nefsini kabir ehlinden say!” nasihatini ve “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki?!. Şu yeryüzündeki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden yolcunun haline benzer.” hadisini zikreden Fethullah Gülen Hocaefendi, şu iki sözün tedâîleriyle ilk faslı noktaladı:

  • Hedefi belli olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez.
  • Pusulasız giden geminin rotası denizin dibidir.

Daha sonra Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu soruyu yönelttik:

Hazreti Üstad, bilhassa mahkeme ve hapishane dönemlerinde ısrarla talebelerine uhuvvet ve ittifakı hatırlatan mektuplar yazıyor. “Sizlerin kalb, ruh ve aklınızı itham etmem. Fakat nefis, hevâ, his ve vehim bazen aldatıyorlar.” buyuruyor. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde de nefis, hevâ, his ve vehme yenik düşmeme adına tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

Fethullah Gülen Hocaefendi, Üstad hazretleri döneminden günümüze kadar hapishanelerdeki muameleden misaller vererek cevaba başladı. Sorgu ve tutukluluk hallerinin sıradan insanlar üzerindeki tesirlerine temas ederek, gerçek yiğitlerin o zor şartlarda belli olduğunu dile getirdi. Nefis, hevâ, his ve vehmin hadiseleri nasıl büyüttüğünü ve içinden çıkılmaz belalarmış gibi gösterdiğini açıkladı.

Hazreti Üstad döneminde sırf Nur talebelerini tıraş ettiğinden dolayı “Belki bir şey bulaşmıştır!” denilerek onlarla beraber hapse atılan bir berberin ibretlik hatırasına temas eden Fethullah Gülen Hocaefendi, o türlü hallerde en büyük tehlikenin atf-ı cürüm meselesi olduğunu söyledi. Kendi başından geçen bir hadiseyi naklederek, bazı zayıf kimselerin kendilerini kurtarma telaşıyla başkalarını suçluymuş gibi gösterdiklerine dikkat çekti. İnsanların atf-ı cürümle birbirlerini karalamalarının hiçbirine faydasının olmayacağını, bilakis birbirini suçlamanın musibeti ikileştireceğini dile getirerek şunu ilave etti:

“Yine Üstadımızın ifade ettiği gibi, ehl-i dünya, ehl-i dalalet hiç inanmayacaktır; onları o mevzuda o kötü işlerde kullanacak, bir yönüyle dinlerinin temelini sarsacak, sonra da ‘dönek herifler’ diye partal eşya gibi kaldırıp bir tarafa atacaktır.”

Geçmişe ve musibetlere kader açısından, geleceğe ise irade ve teklif zaviyesinden bakmak gerektiğini hatırlatan Fethullah Gülen Hocaefendi ümitlerimize fer verecek ve musibetleri nazarımızda şirinleştirecek vesileleri sıraladı.

Fethullah Gülen Hocaefendi, hasbihalinin sonunda şöyle dedi:

“İstediğini Allah’tan isteyen hiçbir zaman mahrum kalmamıştır. İstediğini dünyadan isteyen insanlar da istediklerine çok uzun boylu sahip olamamışlardır. Kazanan sizlersiniz. Kaybettirmek isteyenler.. esas kaybedenler de onlardır. Size kaybettirmek isteyenler, kaybedenler onlardır! Kaybediyorlar!..”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

449. Nağme: Gurbet, güzel ahlak ve katlanan vazife

449. Nağme: Gurbet, güzel ahlak ve katlanan vazife

لَا تُعَادِ النَّاسَ فِي أَوْطَانِهِمْ
قَلَّمَا يُرْعَى غَرِيبُ الوَطَنِ
وَإِذا مَا شِأْتَ عَيْشًا بَيْنَهُمْ
{خالِقِ النَّاسَ بِخُلُقٍ حَسَنٍ}


İnsanlara bilhassa kendi yurtlarında düşmanca davranma!
Çünkü gurbette yaşayan kimse, çok nadir gözetilir.
Şayet başka bir ülkenin vatandaşları arasında yaşamak istiyorsan,
İnsanlara karşı her zaman güzel ahlaklı ol!”

Fethullah Gülen Hocaefendi’ye özellikle küresel bir köy haline gelen dünyada bu sözün neler ifade ettiğini ve farklı ülkelerde yaşayan insanların öncelikle nelere dikkat etmeleri gerektiğini sorduk.

Soru cevap faslından önce, gamsızların çoğunlukta olduğu bir dünyada mukaddes ızdırap yudumlamanın kıymetini anlatan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hem selim vicdanları muhasebeye sevkeden ilk ifadelerini hem de sualimize cevap sadedinde söylediklerini günün nağmesi olarak arz ediyoruz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

450. Nağme: O yâr değilse, bütün dünya alkışlasa ne fayda?!.

450. Nağme: O yâr değilse, bütün dünya alkışlasa ne fayda?!.

Bir talebesi, Bediüzzaman Said Nursî hazretlerine hitaben yazdığı mektubunda ona ve eserlerine karşı duyduğu hayranlık ve medyuniyet hislerini ifade ederken diyor ki:

“Aziz Üstad, hizmetin göklerde gezsin ve siz destanlarda geziniz.”

Hazreti Bediüzzaman, bu risaleyi Lahikalara dâhil ederken mezkûr cümleye şu hâşiyeyi (dipnotu) ekliyor:

“Bu kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, her şey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek, Cenâb-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki,

وَاجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلاٰخَرِينَ
“Bana, arkamdan hayırla yâd edilmeyi nasip et.” (Şuarâ Sûresi, 26/84)

buna işarettir. Said”

Hazreti Üstad, bu dipnotta ihlas hakikatiyle alakalı çok hayati bir problemi hallediyor. Ortaya konulan bir amel karşısında insanların takdir ve alkışlarına nasıl bakmak lazım geldiğini illet, müreccih, müşevvik ve alâmet-i makbuliyet kavramlarını kullanarak açıklıyor.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

451. Nağme: Kutsala saygı, teröre lanet

451. Nağme: Kutsala saygı, teröre lanet

Fethullah Gülen Hocaefendi bir hafta önce, 9 Ocak 2015 Cuma günkü Bamteli sohbetinde sözlerine “gönüllere girme” konusuyla başlamış; sonra insanlara verilebilecek “en büyük hediye”nin ne olduğunu anlatmış; akabinde aşağıdaki sualimiz üzerine, âhirzaman fitneleri, kutsala saygı ve terör hadiseleri ile ilgili çok hayatî esaslara dikkat çekmişti.

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in âhirzamanın dehşetli hadiselerinden ve fitnelerinden haber vermesinin hikmetleri nelerdir? Mü’minler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gayb-bîn gözüyle ve engin şefkatiyle dile getirdiği bu konudaki hadislerden gerektiği ölçüde istifade edebilmişler midir?

Fethullah Gülen Hocaefendi bu soruya cevap sadedinde hem son olayları değerlendirmiş hem de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kitabu’l-fiten ve’l-melâhim” başlığı altında nakledilen hadislerinde âhirzamanda cereyan edecek hadiseleri anlatmasındaki hikmetleri ve mü’minlere verdiği mesajları açıklamıştı.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

452. Nağme: Ağla ey gözlerim!..

452. Nağme: Ağla ey gözlerim!..

Gözyaşları fitne ateşini de söndürebilir!..

  • Keşke muttasıl teheccüde kalksa ve ağlasalar. Seccadelerini ıslatsalar o gözyaşlarıyla, sonra da kalksa sıksalar; onu bir yönüyle vasıta yapsalar!.. Eğer cehennemin kıvılcımlarını söndüren de gözyaşları ise, onların dünyada söndüremeyecekleri hiçbir fitne ateşi yoktur.
  • Fakat bunu insanlardan nasıl istersiniz ki?!. “Ne olur kalkın, ağlayın, dövünün. ‘Allahım başımıza gelenler bizim dikkatsizliğimizden, meseleyi teyakkuz içinde götürmeyişimizden, gafletimizden, verdiğin nimetlerin kadrini bilmeyişimizden ise, Sana sığınırız, n’olur Allahım!’ deyin!..” şeklindeki bir talebi nasıl seslendirirsiniz?!. Teklif etmedim fakat çent defa, bugün bile aklımdan geçti.
  • Dilhun olunsa, gözyaşları ceyhun haline gelse, kim bilir ne fitne ateşlerini söndürür o. Cehennem ateşlerini söndüren, fitne ateşini söndürmez mi? Ama o dahiyeler karşısında konumumuzun, durumumuzun farkında değiliz. Nerede duruyoruz, neler oluyor, bu konumda olan insanların neler yapması lazım geliyor, onu bilemiyoruz.

Aman, tesbihinizin taneleri yanıp kapkara olmasın!..

  • Şayet Cenâb-ı Allah’ın sana olan mevhibelerini ve varidatını, emanette emin bir emanetçi gibi koruyup seninle O’nun arasında bir sır olarak saklayamıyorsan, “Allahım onu bana verme!” demelisin. “Söylet.. sancıyla söyleyeyim, hep bir kıtlığın insanı gibi söyleyeyim.. fakat hiçbir zaman bir damla yağmur üzerime düşmesin.. çünkü ben emanette emin değilsem, fâş ederim onları.. fâş edince, haylûlet vâki olur.. başkaları Seninle benim arama girmiş olur.. dolayısıyla ben hüsuf-küsuf yaşarım!..” diye inlemelisin. Bu konuda çok yiğit, mert olmak lazım ki Allah’a karşı yapılan şeylerde farklı mülahazaları nazar-ı itibara almak nâmertliktir.
  • Bir Hak dostu büyük vecd içinde tesbih çekiyor; Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber dedikçe kâinatın zerrelerinin de kendisiyle beraber zikrettiğini duyuyormuş. Bir aralık yanındaki talebe aklına gelmiş ve ona da işittirircesine sesini yükseltmiş. Tam o esnada Hazretin önünde manevi bir perde açılıvermiş, başka bir buud aralanmış. Bakmış ki elindeki tesbihin her tanesi bir yıldız gibi ışık saçıyor, parıl parıl parlıyor; sadece bir tesbih tanesi ise adeta simsiyah, yanık ve kupkuru görünüyor. Hazret hayretle meseleyi anlamaya çalışırken bir ses duymuş: Yıldız gibi olan taneler sırf Allah rızası için yaptığın zikirle çekilmiş olanlar; o kupkuru ve simsiyah tane ise “duysunlar, desinler, görsünler” düşüncesiyle nurunu kaçırdığın zikirden geriye kalan.
  • Duaya, evrâd ü ezkâra alıştırma adına bazen toptan, beraber okuma tercih edilebilir. Fakat zannediyorum onun esası kendi kendimize evin duvarlarıyla başbaşa kaldığımız zaman, sadece O’nun duyduğu bir yerde okumaktır. Hatta içimizden geçmeli: “Allahım Sana teveccüh ettiğim şu dakikada, şu kiramen kâtibini de al, onlar da duymasınlar; Seninle aramdaki sırra onların da muttali olmasını istemiyorum.” Bu elimizde değil, onlar kenara çekilseler bile yazarlar halimizi fakat o kadar kıskanç olmak lazım.
  • Allah’la münasebetimizi çok canlı tutmalıyız. Bununla beraber, O’nunla münasebetimizin aramızda kalması konusunda da o kadar hassas olmalıyız.

Gençlik de nimet yaşlılık da!..

  • Hazreti Üstad, “İhtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem.” diyor. Kanaatimce, ona itimat etmek lazım. Yaşlılık bir yönüyle çok avantajlıdır. Bir yönüyle de şayet ülfet ve ünsiyet perdeleri yırtılamamışsa, meselenin ayne’l-yakînine, hakka’l-yakînine ulaşılamamışsa, iman marifetle bezenememişse, ihtiyarlık yol yorgunluğunu netice verebilir.
  • Mümin için yaşlılık da Allah’ın bir nimetidir. Çünkü bir yönüyle inanan insan, mezara ne kadar yaklaşmışsa, öteye iştiyakı da o derece artar. Üstad’ın ifadesiyle, “ başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

453. Nağme: Çözülmenin önündeki sur

453. Nağme: Çözülmenin önündeki sur

فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا
“Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” (Meryem Sûresi, 19/59)

ayet-i kerimesinde peygamberlerden ve sâlih kullardan sonra gelen hayırsız nesiller anlatılırken “half” kelimesi tercih ediliyor. Aslında “halef”, (ki biz bu kelimeyi hayru’l-halef şeklinde kullanırız) birinin yerine sonradan geçen kimse, babadan sonra kalan oğul demektir. Ayette hususiyle “half” kelimesinin zikredilmesinde şöyle bir mana söz konusudur: Arkadan gelen bu kimseler, sanki evvelkilerin soyundan/yolundan değilmiş ve onlara bütün bütün muhalifmiş gibi yaşıyorlar; öncekilerin hiçbir güzelliği bunların üzerine sirayet etmemiş ve bunlar her şeyin altını üstüne getirmiş ters insanlar.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bu ilahi beyanı da açıkladığı sohbetinde hayırsız nesillerin ilk tersliğinin namazı zâyi etmeleri olduğunu anlattı. Özellikle şu hakikatler üzerinde durdu:

  • Bir insan, namazını kâmil mânâda eda ederse, onun hayatındaki nurlu zaman dilimleri alabildiğine genişler; karanlık anları da daralır. Onun iç dünyasında şeytanlığa, nefsanîliğe açık menfezler daralır; melekliğe, ruhanîliğe dönük kapılar da ardına kadar açılır. Ancak bütün bunlar, namazın şuurluca idrak ve eda edilmesine bağlıdır.
  • “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût Sûresi, 29/45) âyetinin resmettiği namaz, kâmil mânâda bir namazdır. Böyle bir namaz ufkunu yakalayamayanların hata yapması ise kaçınılmazdır. Emredildiği ve Allah’ın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlâs yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse, bugün olmasa yarın mutlaka insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkor. Onu fuhşiyat ve münkerattan alıkoyan bir ibadet, evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalâlet ve dalâlete sürükleyen saiklerden uzaklaştırır; uzaklaştırır zira namaz baştan sona kadar kavlî, fiilî ve hâlî zikrullah ile örülmüş bir ibadettir. Böyle bir zikir, çok büyüktür ve Allah’ın ululuğuna münasip bir keyfiyet arz etmektedir ki “Hiç kuşkusuz Allah’ı zikir en büyüktür.. ve Allah sizin yapageldiğiniz her şeyi bilmektedir.” (Ankebût Sûresi, 29/45) fermanıyla da bu espri hatırlatılmaktadır.
  • Namaz zâyi edilince artık şehevâtın önündeki surlar yıkılmış olur; her türlü arzu ve iştiha, insanı şeytanın yoluna sürükleyen bir dürtüye dönüşür. Öyle ki, şehvetlere tâbi olma zamanla o insanın tabiatı haline gelir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

454. Nağme: “Ey güzeller güzeli Sevgili, gel!..”

454. Nağme: “Ey güzeller güzeli Sevgili, gel!..”

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i anlattığı makale ve sohbetlerinde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çok defa “gel” çağrılarına yer verdiği görülür. Mesela “Vilâdetin Çağrıştırdıkları” başlıklı yazısında Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle seslenir:

“Ey güzeller güzeli Sevgili gel, bir kere daha yeniden misafirimiz ol. Tahtını sinelerimize kur ve bize buyurabildiğin her şeyi buyur. Gel, gönüllerimizdeki karanlıkları kov, bütün benliğimize ruhunun ilhamlarını duyur ve bize yeniden diriliş yollarını göster. Gel, her gün biraz daha azgınlaşan şu zulmetleri güneşlere taç giydiren ışığınla dağıt ve herkesi inleten zulüm ve adaletsizlik ateşini söndürüver. Gel, her şekliyle kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiş şu zavallı ruhların boyunlarındaki zincirleri çöz; sevgiye, merhamete, şefkate hasret giden sinelerimizi muhabbetle, hoşgörüyle coştur. Gel, ruhlarımızı aklın aydınlığı, gönüllerimizi de mantık ve muhakeme enginliğiyle buluştur ve bizi kendi içimizdeki kopukluklardan kurtar.”

 

Bu türlü cümlelerden hareketle, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şöyle bir soru yönelttik:

“İnsanlığın İftihar Tablosu’yla, bilhassa O’nun vilâdetiyle alakalı makalelerde ‘gel’ istirhamıyla başlayan davet cümleleri yer alıyor. Bu çağrının temelinde hangi mülahazalar bulunmaktadır? Beklenen ve arzu edilen bu gelişin keyfiyetini ve gerçekleşmesi için gereken şartları lütfeder misiniz?”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

455. Nağme: Tevbe kaçkınlığı ve sözde dindarlık

455. Nağme: Tevbe kaçkınlığı ve sözde dindarlık

  • Allah’a teveccüh sayesinde aşılmayacak problem yoktur; eğer insan, güneşe doğru yürürse, gölgesini arkasına almış olur; sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur. Allah’a yönelmemiz lazım ki nefis ve enaniyetin gölgesinde kalmayalım.
  • “Seyyidü’l-İstiğfar” olarak anılan şu duayı her sabah dört kere söylemek sünnettir:

    اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لاَ إِلـٰهَ إِلاَّ أَنْتَ خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي ذُنُوبِي فَإِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إلاَّ أَنْتَ
    “Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. İman ve ubûdiyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misâkın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Senin bana in’âm ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve itirâf ettiğim gibi kendi kusur ve günâhlarımı da itirâf ediyorum. Rabbim! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zîra, Senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez, yegâne Gafûr Sensin.”

  • İnsan çok büyük cinayetler işlemiş, kırk haramîlere serkârlık yapmış bile olsa, bir gün edip eylediği cürümlerden pişmanlık duyarak -yürekten- ulu dergâha sığınsa, mutlaka cevab-ı savab alacak ve asla geri çevrilmeyecektir.
  • Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur; affedilmeyen bir günah vardır o da günahı günah görmemektir. Yapılan hatayı hafife alma, büyük günahların en büyüğüdür.
  • Derya kadar büyük günahlar bile istiğfar karşısında damlaya dönüşür.
  • Hak dostu ne hoş der:

    Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl
    Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl.

    (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat, dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nisbetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.)
  • Numan b. Beşîr’in (radıyallahü anh) naklettiğine göre, Allah’ın helal ve haramlarını en iyi bilen Efendiler Efendisi (aleyhi efdalüssalavât ve ekmelüttahiyyât) şöyle buyurmuşlardır:

    إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشْتَبِهَاتٌ لَا يَعْلَمُهُنَّ كَثِيرٌ مِنْ النَّاسِ فَمَنْ اتَّقَى الشُّبُهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ وَمَنْ وَقَعَ فِي الشُّبُهَاتِ وَقَعَ فِي الْحَرَامِ كَالرَّاعِي يَرْعَى حَوْلَ الْحِمَى يُوشِكُ أَنْ يَرْتَعَ فِيهِ أَلَا وَإِنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمًى أَلَا وَإِنَّ حِمَى اللَّهِ مَحَارِمُهُ أَلَا وَإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ
    “Şurası muhakkak ki, helaller apaçık bellidir, haramlar da apaçık bellidir. Bu ikisi arasında ise insanların çoğunun hükmünü bilmediği şüpheli şeyler vardır. Artık kim bu şüpheli alandan kaçınırsa, dinini de, ırzını da temiz tutmuş olur. Kim de şüpheli alana girerse harama girmiş olur. Tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğun sınırlarını ihlal etmesi yakındır. Şunu bilin ki, her melikin bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası vardır ki, eğer o müstakim olursa cesedin tamamı müstakim olur; eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası, kalbdir.”

  • İnsan günaha girmemek için çok dikkatli yaşamalı; fakat yine de kayıp düşerse, hemen kusurunu itiraf ederek tevbeye yönelmelidir.
  • Allah gafûrdur, rahîmdir. Fakat nefis ve şeytan bazen bu yüce hakikati bile aldatmada kullanır; insana “Allah çok bağışlayıcıdır, en büyük günahları bile affeder; bu kadarcık günahtan zarar gelmez.” dedirtir ve onu tevbeden alıkoyar. Oysa istiğfar ve tevbe edildiği takdirde en büyük günahlar bile affedilebilir ama hatada ısrar edilirse, küçük günah sanılan cürümler dahi insanı felakete götürür.
  • Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Allah Teâlâ, ilmi, kullarından söküp almak sureti ile kabz etmez. Lâkin ilmi, âlimleri kabz ederek alır. Âlim kalmayınca da insanlar cahilleri baş edinirler, sonra da onlara sorular sorarlar. Onlar da bilgisizce fetvalar vererek hem saparlar, hem de saptırırlar.”
  • Düne kadar anketlerde Türk toplumunun aşağı yukarı yüzde kırkının beş vakit namaz kıldığından bahsediliyordu. Bu mevzuda ciddi çalışmış bir arkadaşımız dedi ki: “Maalesef şu anda yaptığımız anketler itibarıyla yüzde onsekiz/ondokuz nispetinde beş vakit namaz kılan var. İmam Hatiplerde okuyan talebenin de ancak yüzde on üçü namaz kılıyor.”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.