• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Elest bezmi, ahde vefâ ve Hak’la münasebet

“Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de ahdimi yerine getireyim.” ilâhî beyanı gibi âyet-i kerimelerde vefalı olunması istenen husus, herhangi bir mevzuda verilen sözler midir; yoksa, hatırası her insanın fıtratında meknî bulunan ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine karşılık “Elbette Rabbimizsin!” cevabıyla ortaya konan mukavele midir?

  • “Elest Bezmi” sözü, Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık ruhların “Elbette Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diye cevap verdikleri anı ifade etmektir. (00:38)
  • Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun!” (Bakara, 2/40) (01:08)
  • Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde; harbe giderken vezirleri Celâleddin Harzemşah’a demişler: “Sen muzaffer olacaksın!”; o da onlara, “Ben Allah’ın emriyle cihad etmekle mükellefim. Galip veya mağlup etmek Allah’ın vazifesidir.” diye cevap vermiş. Hazreti Üstad’ın burada Cenab-ı Hak için de “vazife” kelimesini kullanması belâgâttaki “mukabele” sanatıyla alâkalıdır. (Bu açıdan mukabelenin bahis mevzuu edildiği bir yerde “Allah’ın vazifesi” demekte şer’î bir mahzur olmayabilir. Bununla beraber, Allah Teâlâ’ya saygının gereği olarak belâgâttaki mukabeleyi hiç gözetmeden “şe’n-i Rubûbiyet” demek de tercih edilebilir.) İşte, “Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.” ilahî beyanında benzer bir mukabele söz konusudur; Cenâb-ı Hak, insana verdiği değeri adeta onunla bir anlaşma yaparak göstermektedir ki, insana düşen de o mukavelenin şartlarına riayet etmektir. O, kendisine düşen yanıyla o mukaveleyi bozmazsa, Allah Teâlâ onu kat’iyen nakz etmeyecektir. (02:33)
  • Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Rabbinin Âdem evladından, misak aldığını da düşünün: Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurmuş, onlar da “Elbette!” diye ikrar etmişlerdi. Kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu!” yahut “Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koştular, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları sebebiyle bizi imha mı edeceksin?” gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu ikrarı aldı. (A’raf, 7/172-173) (05:00)
  • Bu âyette Cenâb-ı Allah, Kendisini Rab kabul ettiklerine dair insanlardan ikrar aldığını bildirmektedir. Bu ahdin zaman ve mekânı hakkında farklı anlayışlar mevcuttur. Âyet-i kerime, bu esas prensibi kesin olarak ortaya koymakla beraber, işin cereyan tarzını kesin olarak bildirmediğinden anlayış farkları ortaya çıkmıştır. Şöyle ki:

    a. Babasının sulbünden ayrıldığı sırada olmuştur.

    b. Baba sulbünden çıkıp ana rahmine düşerek yumurtayı döllemesiyle ceninin oluşmasını müteakip ruh üflenme vaktinde olmuştur.

    c. Büluğa erme çağında Allah’ın nimetlerine ve rububiyetine bizzat şahit olmaları tarzında olmuştur. Bu yorumu yapanlar âyette temsilî (sembolik) bir anlatım olduğunu düşünürler ve derler ki: Allah varlığının, birliğinin delillerini kâinata yerleştirmiştir. Kendi varlıklarına yerleştirdiği akılları da buna tanıklık etmiştir. Bunları yapmakla, insanın Rabbini ikrar etmesi için bütün şartları hazırlamasıyla âdeta onun şahitliğini almış saymıştır.

    d. İnsanlığın babası Hazreti Âdem’in sulbünden kıyamete kadar gelecek bütün zürriyetini çıkarıp onlara, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Onlar da: “Elbette” dediler. Ve o gün takdir kalemi, kıyamete kadar olacak şeyleri yazdı, bitirdi. Bu son izah aslında çeşitli tariklerden hadis olarak rivâyet edilmiştir. Tefsircilerin ekserisi bunu kabul ettikleri gibi, müslümanlar arasında en yaygın inanç da budur. Bütün insanların aslını teşkil eden genlerin, bütün insanların Babasının sulbüne sığabileceğini genetik biliminden öğrenmekteyiz. Allah rûhlar aleminde bu ilk ahdi almış olup, bizlerin “kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza mani yoktur. Allah’ın kudreti böyle yapmayı dilemişse öyledir. Vallahu a’lem. (05:30)
  • Bu sözleşme ve sözleşme içindeki sual-cevap, cismâniyete göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (celle celalühü) bütün varlıklara, kendi mahiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkattan yükselen sesleri, sadâları dinler.. anlar ve yerine göre onları is’âf eder, yerine getirir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hazreti Allah, aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, onlarla mîsâklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lâfzî” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyan olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “kelâm-ı nefsî”nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir. Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dairede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dairenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dairelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir. Bu itibarla, Cenâb-ı Hakk’ın zerrelerle konuşması, sistemlere emirler vermesi, terkipler, tahliller yapması, çok yüce buutlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün olmayacaktır. Allah Teâlâ zerrelerle mukavele yapacak, moleküllerle mukavele yapacak, hücrelerle mukavele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukavele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz. Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa... (07:00)
  • İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, her şeyi bir kemâle doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve mîsâk almış olabilir ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatinin çok üstünde, Kafdağı’ndan ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “varetme” teklifine “evet” demesinden ibaret sayılabilir. Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya “teklif ve kabul” söz ve beyanla değil gibidir. Buna binâen, bir kısım tefsirciler bu mukaveleye istiâre-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevap verilmiş ve öyle hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyanla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir. Aslında, bin bir çeşit hitap ve bin bir çeşit cevap sahibi Rabbin, “hitap ve cevap” indeksini nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüften sâlim olamaz. (08:28)
  • Konuşurken ve düşünürken Cenab-ı Hakk’ın “tenzihî sıfatlar”ını mutlaka nazar-ı itibara almak lazımdır. Bunlara “selbî sıfatlar” da denir; acz, fakr, zaaf, ihtiyaç, yeme-içme, doğma-doğurma ve zamana bağlı olma… gibi eksiklik ve kusur sayılan evsaftan Allah Teâlâ’nın münezzeh ve müberra bulunduğunu gösteren bu ifadelerin bir kısmını İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle sıralar:

Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.
Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, “İhlâs” içinde zikreder Allah.
Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde ne yerlerde, ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah
Hudâ vardır velî, varlığına yok evvel ü âhir;
Yine ol varlığıdır kendinden, gayrı değil vallah.
Bu âlem yoğ iken ol var idi, ferd ü tek ü tenhâ;
Değildir kimseye muhtaç O, hep muhtaç gayrullah.
Âna hâdis hulûl etmez ve bir şey vacib olmaz kim;
Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.

  • Elest bezmi ile alâkalı mülahazalarda da selbî sıfatlar nazara alınmalı, Cenab-ı Hakk için zaman söz konusu olmadığı hep hatırda tutulmalıdır. (11:30)
  • Soruya mevzu teşkil eden Bakara Suresi’nin 40. ayet-i kerimesinin başında doğrudan İsrailoğulları’na hitap vardır: “Ey İsrail’in evlatları! Hatırlayın ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi! Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun!” İsrail, Yâkub (aleyhisselam)’ın lakabı olup İbranîce’de “Allah’ın kulu” “Allah’ın seçkini” mânasına geldiği bildirilir. Bu hitap tarzında, Yahudileri iman etmeye bir teşvik vardır. Yani: “Ey Allah’ın seçkin bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat Ehli! Bu vasfınıza ve o aslınıza lâyık bir tutum izleyin!” Allah Teâlâ Hazreti Âdem ve evladından, Kendisi tarafından gelecek olan talimata uymalarını istemiştir. Bunu bir ahid tarzında bildirmiştir. İsrail evlatlarının Tevrat’ı kabul etmeleri ile de, bu ahid Tevrat’la pekiştirilmiş, geleceği bildirilen peygamberlere ve son peygamber Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselam)’a iman ederek bu ahdi yerine getirmeleri emredilmiştir. (12:47)
  • Cenab-ı Hakk’ın “Size yeni bir gül devri yaşatacağım” şeklinde bir va’d-i ilâhîsi varsa ve Allah Teâlâ bu va’dini şart-ı adî planındaki sizin bazı tavır ve davranışlarınıza bağlamışsa, sizinle bir ahid yapmış demektir ve maksudunuza ulaşabilmeniz bu ahde vefalı olmanıza vâbestedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: اَلَّذِينَ إِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَاٰتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ “Onlar öyle kimselerdir ki, şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.” (Hacc, 22/41) (14:10)
  • Buraya kadar anlatılanlara dikkat edilirse, görülecektir ki; âyet-i kerimelerde vefalı olunması istenen husus, o “elest bezmi”ndeki hakikat-i misakiyye ile beraber, haricî vücut nokta-yı nazarından emirleri yerine getirip getirmememizi ve sözlerimizi tutup tutmamamızı da içine alan geniş alanlı bir hakikattir. Alvarlı Efe Hazretleri’nin şu sözleri de bu mukaveleyi ifade etmektedir.(17:00)

Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan / Eyyub gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan / Ahvalini sormaz mı?
Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed,
Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?

Çay Faslından Hakikat Damlaları… (18:45)

  • Adanmış ruhlar için en büyük tehlikelerden biri, belki de birincisi; şu birim bu birim, şu bölüm bu bölüm, şu iş için koşma bu iş için koşma… istikametinde mesailerini tüketmek suretiyle vazifelerini yapmış olduklarını düşünmeleri ve bunu yaparken, Allah ile münasebetlerini, Rasûl-ü Ekrem ile irtibatlarını hiç görüp gözetmemeleridir. (20:17)
  • Hak rızası için insanlığa hizmet yolunda yapılan işlere gerçek derinliğini kazandıracak olan husus, Allah ile münasebettir. Hizmetlerimiz, bizi Allah ile irtibatımız konusunda bir derinliğe ulaştırmıyor, O’nunla münasebetlerimizi geliştirmemize vesile teşkil etmiyorsa, bir şey yaptığımız zan, vehim ve aldanmışlığıyla nefsimiz hesabına koşup duruyoruz demektir. (21:40)
  • Derinleşme azmi içinde olmayanlar hiç farkına varmayacakları şekilde sığlaşır ve zamanla tamamen dışlanırlar. Dolayısıyla, insan, sürekli derinleşme peşinde bulunmalıdır. Çünkü, bütün kötü ahlâkın kaynağı gelişme gayretinde olmamak, olduğu yerde saymak ve mevcutla yetinmektir. Sürekli değişim, tebeddül ve tagayyür; farklı şekil, farklı renk, farklı şive ve farklı desenlerle her zaman bambaşka güzellikler sergileme, insanın hedefi olmalıdır. O, her yeni gün, “Rabbim, bugün Seni dünden daha derin duyuyorum. Keşke dün de bana bunu duyursaydın.” diyebilmeli ve duymadaki derinliğini her zaman bir perde daha yükseltmeli; ertesi gün daha derin, sonraki gün biraz daha derin olmaya çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) günde yetmiş ya da yüz defa istiğfar etmesindeki sır da, terakkideki seyrinin bu şekilde olmasındadır. O, devamlı yükseldiğinden dolayı, her an arkada bıraktığı dûn mertebelere bakmış ve her basamakta bir önceki için “estağfirullah” demiştir. (22:56)
  • Bir hapishane hatırası… (25:47)
  • Selef-i sâlihîn efendilerimiz “geceleri ruhban, gündüzleri fürsan” gibiydiler. Onlar, gece boyunca tam birer rabbanî idi; herkesin derin uykuya daldığı demlerde onlar kendilerini ibadet ü taate verirler, mukaddes ızdırapla ağlar dururlar, aşk u iştiyakla Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarırlardı. Gündüz ise, cihad meydanındaki bir yiğit süvari misillü heyecanla kıpır kıpırdılar; yerlerinde sessiz sakin kalamazlar, irşad adına yapılması gerekenleri yerine getirmek için sürekli şevkle koşarlardı. (28:00)
  • Şûbe b. Haccac (ibn-i Verd) hadiste zirve insanlardan birisiydi; hadis diye rivayet edilen bir sözü ağzına alıp hafif bir dolaştırdığında çok rahatlıkla bu “Peygamber kokmuyor!” diyecek kadar o işin mütehassısı bir insandı. Bununla beraber, mekruh vakitler dışında hep namazla meşgul olur; bu enginliğini gizlemek için de hassas davranırdı. O ve emsali büyük zatlar, bu ilim derinliği ve ilim ufkuyla beraber aynı zamanda ibadet delisi ve Allah meftunu kimselerdi. (29:34)
  • Nikbinlik, hâdiselere iyi tarafından bakma, bazen güzel görünmeyen şeyleri dahi güzel görecek kadar iyimser olma demektir. Bedbinlik ise, her şeyi olumsuz yanıyla ele alıp değerlendirme, hâdiseleri bütünüyle karamsar görme ve böylece ümitsizliğe düşme ruh hâlidir. Hakiki mü’min mutlak mânâda ne nikbin, ne de bedbindir; o, hakikatbindir. Evet, o, görülmesi gerekeni görür ve Allah’ın izn u inayetiyle mevcut durum karşısında yapılması gereken her ne ise, iradesinin hakkını verip onu yapmaya çalışır. (31:07)
  • Ne sadece koşup duran insan.. ne de halvete çekilip yalnızca “ibadet” diyen insan.. koşup durduğu aynı anda halveti de yaşayan, halveti hareketlerinin içine yerleştiren insan… işte peygamberler yolunda olan kahraman!.. (32:43)

Elsiz, Dilsiz ve Gönülsüz (Zaruri Bir Tenbih)

Soru Yerine: (Bu sohbetin birinci bölümü) şimdiye kadar haksız tenkid ve taarruzlara “Sükutun Çığlıkları”yla mukabele etme yolunu seçen Muhterem Hocamızın, gün geçtikçe şiddeti artan isnad, itham, iftira ve insafsızca karalamalara karşı bir cevap verilmesini isteyen dostlarına hitaben, zaruri gördüğü bir tenbihtir.

  • Hakiki mü’min, iyiliklerini hemen unutur ve onları hiçbir vesileyle hatırlamayacak ölçüde nisyana mahkum eder; kötülüklerine gelince, yetmiş sene önce işlemiş olsa da onların en küçüğünü bile unutmaz, her aklına gelişinde cinayet işlemiş gibi suçluluk duyar ve tevbe duygusuyla Allah’a yönelir. (01:08)
  • Birkaç asırdan beri kabahatimiz, dünyayı kendi duygu ve düşüncemizden mahrum etmemizdi. Şimdi belli açılımlar oluyor; fakat onlarda da kendimizi ifade ediyor ve meseleyi popülizme bağlıyorsak, onun da tesir ve bereketi kalmaz. Kim bilir belki de bir kısım insanların tepki göstermeleri, sizin çok güzel bulduğunuz şeyleri sorgulamaları, sürekli yumruk sallamaları ve okyanusları aşacak şekilde yüzünüze şamarlar indirmeleri, yaptığınız işleri milimi milimine Allah’a bağlamadığınızdan dolayıdır. (02:35)
  • Dün daha az saldırı vardı; hizmet küçüktü ve göze ilişmiyordu; dolayısıyla da çok göz değmiyor, kıskançlık ve haset olmuyordu. O günlerde sizi mahalle bekçisiyle takip ediyor ve size o ölçüde bir değer atfediyorlardı; engelleme mevzuunda da o kadar bir gayret gösteriyorlardı. Bir gün geldi takibi daha ciddi ele aldılar. Fakat bugün meseleyi uluslararası servislere emanet ettiler. Artık bir yerde bir fitne çıkarıyor ve onu her vasıtayı kullanarak dünyanın dört bir yanına yayıyorlar. (06:30)
  • Küreselleşen bir dünyada yeryüzünün hemen her yanında gürül gürül bir ses haline gelmezseniz, bulunduğunuz yeri bile size haram ederler. Sesinizi soluğunuzu dünya çapında bir koro ve milletinizi her yanda sevilen bir toplum haline getirmelisiniz. Öyle ki, yerkürenin herhangi bir yerinde size bir fiske vurulduğu zaman bütün dünyanın inlemesini temin etmelisiniz. (10:25)
  • Siz boy atıp geliştikçe ve bütün dünyada hüsn-ü kabul gördükçe, kıskançlık cephesinin de büyüyeceğini akıldan çıkarmamalısınız. Bu, yakın dairede rekabet halinde kendisini hissettirir.. müslümanlığı içine sindirememiş kimselerde haset ve çekememezliğe sebebiyet verir.. sizi temel değerleriniz itibarıyla hiçbir zaman kabul etmeyen insanların içinde de kin, nefret, taarruz ve düşmanlık duygularını tetikler. (11:22)
  • İnsafsızca karalamalar, isnad, iftira ve saldırılar karşısında biz ancak meşru müdafaaya başvurabilir; tashih, tavzih ve tekziblerde bulunabilir; şayet kötülükte ısrar edenler olursa, haklarında tazminat davaları açarız. Bunlar meşru haklarımızdır; fakat, asla onların yaptıkları gibi saldırganlığa girmeyiz. Yumruk sallamalarına karşı yumruk sallamayız. Onlar “Bir tokat da oradakine (okyanus ötesindekine) vuralım!” deseler de biz onlara tokatla mukabelede bulunmayız. (14:15)
  • Madem meseleyi insanlık eksenli götürüyoruz; öyleyse, Yunus’un ifadesiyle, dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz yaşama mecburiyetindeyiz. Başkaları bize karşı insanca davranmasa bile, biz kat’iyen mukabele-i bilmisil (bir davranışa aynıyla karşılık verme) mülâhazalarına girmemeli, maruz kaldığımız bir kötülüğe benzer bir kötülükle karşılık vermeyi aklımızdan bile geçirmemeli ve her şeye rağmen mutlaka Müslüman karakterinin gereklerini yerine getirmeliyiz. (15:29)
  • Yumruk sallayanlar, beyin insanı değil, ruh insanı değil, kalb insanı değiller; onlar insanî değerlerini baskı altına alıp mahkum etmişler. Böyleleri kendi karakterlerinin gereği olarak kine, nefrete, saldırganlığa ve yumruğa başvurabilirler. Fakat, siz de kendi karakterinizin gereğini ortaya koymalı, olsa olsa onlara acımalısınız ama asla aynıyla mukabelede bulunmamalısınız. (16:45)
  • Biz en zor günlerde, en amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile tel’ine, bedduaya “âmin” demedik, kimseye lânet ve kahriye okumadık. Belki onlar hakkında en acı tercihimiz, onları Allah’a havale etme şeklinde oldu. Havale etme, “Allah’ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap!” demektir. Kaldı ki, ben havale etmeyi bile Allah’tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getirdim hayatım boyunca. Hâlâ da aynı alternatifle beraber söylüyorum: “Allah’ım hidayetlerini murad buyurduklarını hidayet eyle, onların gözlerini de hakikate aç, kalblerini sevgiyle donat. Yok öyle murad buyurmuyorsan, Sana havale ediyorum, ne istersen onu yap!” diyorum. (17:45)
  • Altmışlı yıllardan bu yana her gelen darbede ben bir bakıma silindirlendim. Daha askere gitmemiş bir insan olarak silindirlendiğim gibi askerde de paletlerin altında kaldım. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta hep paletlerin altında kaldım. On küsur senedir de burada yaşamaya mecbur kaldım. Ülkemin bir avuç toprağına canımı elli defa feda ederim ama ben burada hasret çekiyorum. Fakat, bana bunu yapan o kaba kuvvet temsilcilerine de, onları tahrik edenlere de, medyada onların hislerine tercüman olanlara da hiçbir zaman “Allah cehenneme koysun, Allah’tan bulsunlar” demedim. Belki kayıtlar altına alınmış havalelerle “Allahım, Sen Erhamurrâhimîn’sin; ne olur, rahmaniyet ve rahimiyetinle onlara da bir kapı aç, Senin engin rahmetini görsünler!” dedim. (18:35)
  • Gelecekte kin, nefret ve adavet daha da büyüyecek. Sizin kalbinizde de şefkat, re’fet, muhabbet ve kucaklama hissi daha bir güç kazanacak. Siz de Hazreti Mevlânâ’nın yaptığı gibi herkese bağrınızı açacaksınız. Hani, adamın biri, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî hazretlerine, “Hain, alçak.. sen Hristiyanlara bile el uzatıyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun. Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun.” diyerek bir düzine hakarette bulunur. Hazreti Mevlânâ ona sadece “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” demekle iktifa eder. (20:27)

Soru: Yapılan ısrarlı dualara rağmen uzun süre devam eden şahsî dertler söz konusu olunca “Dua duayı kesmiyor!” yaklaşımına sığınıyoruz. Bir milleti, bir toplumu ya da bir hareketi ilgilendiren kronik problemler için de aynı mülahaza geçerli midir? Binlerce ağızla niyaz edildiği ve sebepler yerine getirildiği halde bazı yerlerdeki müşkillerin çözülemeyişinin ardında hangi hikmetler olabilir? (21:35)

  • Dua, sebepler üstü bir talebin Cenâb-ı Hakk’a arzı ve Hakk’ın gizli-açık her şeye nigehban bulunduğuna inancın da ilanıdır. (22:15)
  • Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, “Allah Teâlâ, ne dediğini bilmeyen insanın gafilce ve ciddiyetsizce yaptığı duayı kabul etmez!” buyurmuştur. (22:40)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir kul, ellerini kaldırır ve Allah’tan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icâbet edilir.” Efendimiz, “Acele nasıl olur yâ Rasûlallah?..” diye sorulduğunda da şöyle mukabelede bulunmuştur: “Dua ettim ettim, kabul olmadı” der (de vazgeçer), işte bu yanlıştır; dua yerine gelene kadar ısrar etmek gerekir.” Evet, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) “şeksiz - şüphesiz, kabûl olacağından emin olunarak” dua edilmesini tavsiye buyurmuştur. (25:16)
  • Hazreti Üstad diyor ki: “Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani, dua kendi kendini kaldırmadığından, anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir, kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye iltica eder. Onun için, otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi. Hem dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor; menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.” (26:40)
  • Mümkünse toplu halde dua etmek lazımdır. (27:28)
  • Kulun, Cenâb-ı Hakk’a en yakın olduğu hâl, secde hâlidir. “Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade / İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!” Secde aynı zamanda mutlaka kabul görecek duaların mahallidir. (28:10)
  • Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, “Duanın en süratli kabul olanı, bir insanın bir başkasının gıyabında yaptığı duadır” buyurmuştur. Evet, bizahri’l-gayb, yani bir insanın haberi olmadan onun gıyabında yapılan dualar makbuldür. (30:50)
  • Şayet bizde hem milletimize hem de İslam dünyasına karşı azıcık mürüvvet hissi varsa, Cennet’e girme, Cehennem’den azâde kalma, dünyevî bazı isteklerimizin gerçekleşmesi veya sıkıntılarımızın giderilmesi gibi meselelerle alâkalı dua etmenin yanı başında, hatta bunları küçük görerek, önce âlem-i İslam’ın problemlerini sıralamamız, “Ne olur Allahım, kalblerimizi ve bütün ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalatü vesselam) kalblerini, hallerimizi, fikirlerimizi, zahirî-batınî his ve latifelerimizi ıslah buyur; kalblerimizi İslamiyet’e çevir ve onda sabit kıl!” diye ciddi bir vefa hissiyle, boğulmak üzere olan ve çırpınan birini bataklıktan çıkarıp kurtarıyor gibi bir heyecanla yalvarıp yakarmamız icap eder. (31:20)
  • Cenâb-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de “Bana dua edin ki size karşılık vereyim.” (Mü’min, 40/60) buyuruyor. Bu, ne bizim ne de başkalarının mesajı; doğrudan doğruya O’nun kendi beyânı.. “Dua edin icabet edeyim” diyen –hâşâ– bir âciz değil, her şeye gücü yeten, Kâinatın Sultanı.. “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara, 2/186) mealindeki ayet de ayrı bir dua çağrısı. Böyle olunca, Cenâb-ı Hakk’ın bu vaadine ve davetine binaen biz de ellerimizi açıp sürekli O’na dua etmeliyiz. Dua ederken de, himmetimizi âlî tutmalı; yakın çevremizden başlayarak inananları ve bütün insanlığı kucaklamalıyız. (32:50)
  • Kabulü geciken duaları ikinci bir imtihan olarak görmek gerekir. Evet, başa gelen musibet ya da giderilmesini istediğimiz bir ihtiyaç imtihan olduğu gibi, bunlarla alâkalı yaptığımız duaların bir türlü kabul mührü görmemesi de ayrı bir imtihandır. Bize düşen, “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş...” deyip kavlî ve fiilî duada ısrar etmek; vicdanlarımızda “Siz mi geldiniz?” şeklinde değerlendireceğimiz bir emare ve bir işaretin yankılanacağı “eşref saati” beklemektir. (34:50)

Emânet

Fethullah Gülen: Emânet

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez.”

  • Nimetlerin en küçüğü karşısında bile Cenâb-ı Hakk’a karşı gürül gürül şükretmeli; “Küfür ve dalâletten (sapıklıktan) başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun!” demeli.
  • Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, şöyle buyurmuştur:

    مَنْ لَمْ يَشْكُرِ الْقَلِيلَ لَمْ يَشْكُرِ الْكَثِيرَ وَمَنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرِ اللّٰهَ
    “Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez. İnsanlara teşekkürde bulunmayan Allah’a da şükretmez.”

  • Hakiki bir mü’minin en önemli özelliklerinden birisi bela ve musibetlere karşı sabır, nimetlere de şükür ameliyesi içinde olmasıdır. Bu manayı ifade eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

    عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ؛ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ، وَلَيْسَ ذٰلِكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ
    إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ

    “Mü’minin her hali şâyân-ı takdir ve güzeldir. Onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için söz konusu değildir. Çünkü o, herhangi bir nimete mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.”

  • Meseleye bu açıdan bakınca, zannediyorum, bazen fırtınaların şiddetli seyretmesi, bazen dalgaların tsunamiye dönmesi ve bazen ağaçların yerinden söküleceği şekilde hortumların esmesi karşısında “Allah var, ne gam var!..” deriz. “O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu Ataullah İskenderânî?!.

Allah, size bambaşka lütuflarda bulundu!..

  • Cenâb-ı Hakk’ın size, bu heyete ekstradan çok önemli lütufları oldu. Bunları görmezlikten gelmemek lazım. Allah Teâlâ size, vefalı Anadolu insanına bugüne kadar istikamet içinde önemli hizmetler gördürdü, gördürüyor. Raşid Halifeler müstesna, şefkatleriyle, re’fetleriyle, insanî değerlere saygılarıyla, başkalarını doğru okumalarıyla, çok ciddi empatileriyle bütün dünyada hüsn-ü kabule mazhar olmuş başka bir hareket göstermek neredeyse zordur.
  • Yürüdüğünüz yol peygamber yolu olduğu sürece.. yürüdüğünüz yol sahabe yolu olduğu sürece.. makama, mansıba, payeye dilbeste olmadığınız sürece.. dünyevî çıkarlar karşısında peylenmediğiniz/satılmadığınız sürece.. birilerinin vesayeti altına girmediğiniz sürece.. yaşatma duygusunu yaşamanın önünde gördüğünüz sürece.. bir manada, dünyaya bakarken gözlerinizi aşağıya doğru eğip öbür tarafa bakarken kemal-i hassasiyetle gözlerinizi yukarıya diktiğiniz sürece.. ve hep güneşe müteveccih bulunup gölgeye takılmadığınız sürece Allah’ın izin ve inayetiyle bu iş de devam eder.
  • İnşaallah siz bu ihlas-ı etemmi ve ihsan-ı etemmi belli ölçüde sergilemişsinizdir, Cenâb-ı Hak da ondan dolayı sizi bu lütufla serfiraz kıldı. Düşünün ki mübarek milletimiz, ister gaye-i hayal bayrağını, ister dil bayrağını, ister kültür bayrağını, isterse de insanî değerlere saygı bayrağını yüz yetmiş küsur ülkede böyle bin dört yüz tane okulla hiçbir zaman temsil etmemiştir. Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ!.. Allah, termite kubbeler yaptırtıyor; O’na binlerce hamd ü sena olsun.

Zalim ne yaparsa yapsın; her şey yok olsa, “Vira Bismillah!..” der, yeniden başlarız!..

  • Bir şart-ı âdî olarak vifak ve ittifakınız bu muvaffakiyetlere bir vesile teşkil etmiş olabilir. Birliğiniz, beraberliğiniz, kenetlenmeniz, bünyân-ı marsûs gibi birbirinize bağlanmanız tevfik-i ilahinin vesilesi olması açısından, Allah sağanak sağanak tevfikini başınızdan aşağıya yağdırmıştır.
  • Bu açıdan gezerken, otururken, kalkarken, hiç durmadan “Elhamdülillah alâ külli hâl ” desek, yine de bu büyük nimetin şükür, hamd ve senasını yerine getirmiş olamayız.
  • Duyguda, düşüncede, histe, ihsasta ve ihtisasta bu mülahazayı koruduğumuz sürece Cenâb-ı Hak kim bilir daha ne lütuflarda bulunacaktır.
  • Bakmayın şimdi muhalif esen rüzgarlara.. tsunamiye dönüşen dalgalara.. zalimlerin hayhuyuna.. mazlumların iniltisine Takılmayın bunlara!.. Allah sizinle beraberse, bunların hepsi çok yakın zamanda savrulup gidecektir hazan yemiş yapraklar gibi!..
  • Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zalime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.”
  • Kaldı ki, bugün birileri her şeyi yok etseler; hizmet yuvalarını seddetme gayreti içine girenler tam tehcîre, tenkîle, ibâdeye, ta’yire, tahfîfe giderek düşündükleri şeylerde başarılı olsalar; meleklerin alkışladığı bütün hayır müesseselerini kapatsalar; Anadolu insanının samimiyet zemini ve samimiyet kuvve-i inbâtiyesinde neşv ü nema bulan bu hizmeti bütünüyle yok etseler, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu işe gönül vermiş insanlar “Vira Bismillah!..” der, yeniden başlar ve üç beş sene sonra meseleyi aynı kerteye ulaştırırlar.

Emânet.. Allah’ın, Rasûl-ü Ekrem’in ve Selef-i Salihînin Emaneti..

  • Nefsimiz, imanımız, ibadetlerimiz her şeyimiz emanet olduğu gibi, yüce dinimiz, hizmet düşüncemiz, dünya görüşümüz ve hayat felsefemiz de bize emanettir. Bunlar, dün seleflerimizin omuzlarına konmuştu; bugün bizim üzerimizde bulunuyor; yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Bu emanetleri deformasyon görmüş bir halde devretmek doğru değildir. Şayet, biz emanetlere sahip çıkmaz, onları gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, istikbalin sahiplerini bir ruh travmasına maruz bırakmış oluruz ki, bu hem Allah’a, Peygamber’e, davaya ihanet, hem seleflerimize karşı vefasızlık, hem de yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlıktır. Bu itibarla da Allah’ın, Rasûlullah’ın ve seleflerimizin emaneti olarak omuzlarımızda bulunan değerleri zayi etmemek için çok hassas davranmamız icap etmektedir.
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” buyuruyor. Bütün hayatı, dünya ve mâfîhâyı istihkar edecek fedakâr insanlar sayesinde namının bir gün güneşin doğup battığı her yere ulaşacağına işaret ediyor ve gayb-bîn gözüyle bunun olacağına dair bilgi veriyor. Aynı zamanda kendisine inanan aklı başında insanlara hedef gösteriyor; adeta “Ben bunu diyorum, siz de bunu gerçekleştirmeyi gâye-i hayal edinin!” diyor ve bizden Hazreti Fatih’in “ne güzel kumandan” müjdesi ve hedefi peşinde koşması gibi, oturup kalkıp hep bu gayeyi düşünmemiz gerektiğine işaret buyuruyor.
  • Üzerimizde öyle bir emanet bulunuyor ki, Raşit Halifeler’den müceddidlere, müçtehitlere kadar bir hayli babayiğidin, kâmil insanın bu hizmette dahilleri vardır. Bunların hepsini saymak saatler alır; onu yüksek irfanlarınıza havale ederek, meseleyi sadece günümüze getirip arz etmek istiyorum.

Hazreti Üstad ve halis talebeleri “Niçin emanete hıyanet ettiniz?” demezler mi?!.

  • Hazreti Bediüzzaman, bu emaneti sonraki nesillere sağlam ulaştırabilme yolunda çeşitli bahanelerle senelerce zulüm görmüştür. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar acı ve ızdırap yudumlamıştır.
  • Binaenaleyh, Hazreti Üstad’ın ve halis talebelerinin de bizim üzerimize yükledikleri bir emanet yükü vardır. Ötede “Biz kendi dönemimizde hıyanet etmedik buna, değişik korumalarla bunu size intikal ettirdik. Sonraki emin ellere teslim etmek size düşüyordu. Niye ihanet ettiniz? Emanete hıyanet münafıklık sıfatıdır.” diyebilirler. Bu açıdan da onların emanetine hıyanet etmeden bu meseleyi samimiyetle götürmek lazımdır.

Merhum Turgut Özal’ın emaneti

  • Rahmetlik Turgut Özal özüyle, sözüyle dört başı mamur bir müslümandı. Yakından tanıma imkânı oldu. Ve çok vefalı davrandı. Kıtmir’in ne haddine Çankaya’ya davet edilmek ama defaatle davet etti; “Ben seni arka kapıdan içeri alırım!” diyordu, öyle bakıyordu meseleye. Fakat size zarar verir diye kabul etmedim, hiçbirini kabul etmedim. Yakında birisinin öyle bir teklifini de yine onun için kabul etmedim. Şimdi biri sizinle görüşünce, ona hemen bir nam takılıyor; o da o mülahazayla mahkûm ediliyor. Onu öyle bir duruma düşürmemek için kabul etmedim.
  • 1980’den 86 senesine kadar dolaştım sağda solda, kaçmadım O dönemde askerlik yapan ne kadar arkadaşımız varsa, bazıları için iki üç defa, askeri kışlaya gidip hepsini ziyaret ettim. Billboardlarda resmim vardı, ismim de yazılıydı. Umursamadım onu. Belki de arkadaşlarıma “Boş verin, bu da geçer yahu!” demek için askerî kışlaların içine girdim, onlarla görüştüm. En son Burdur’daki arkadaşı ziyaret etmiştim. Demek o zaman deşifre olmuşuz, yakın takibe almışlar. Sonra ikinci kez, Hazreti Üstad’ın “Benim vekilim!” dediği o mübarek talebesi, yakın tarihte vefat eden merhum Mustafa Sungur’un oğlu Nur Sungur’u -ki o bir dönemde Kestanepazarı’nda Kıtmir’in talebesiydi- ziyarete gittim. Tespit etmişler, derdest ettiler; silah dayadılar karnıma, içeriye götürdüler.
  • O zaman rahmetlik Turgut Özal başbakandı. Evet, o da başbakandı, başkaları da başbakan; hakkı olmayanlara Allah o fırsatı vermesin!.. O gece dahiliye vekilini, hariciye vekilini, adliye vekilini hususi olarak topluyor; “Fethullah Hoca’yı falan yerde derdest etmişler, derhal salıversinler!..” diyor. Sabah bizi uyandırdılar, ifadeye çağırdılar, biraz sonra birisi geldi, dedi ki: “Yahu bu gece bütün tel hatları birbirine karıştı. Başımıza iş açacağız, bırakalım bunları, gitsinler!..” Sonra “Burdur aramıyor, bunları İzmir arıyormuş, oraya götürelim.” dediler. “Olur” dedik. İzmir’e götürdüler. Beni arayan şef, istihbarat müdürü, hepsi geldi, elimi sıktılar, “Hocam, çok geçmiş olsun!” falan dediler. “Hani siz beni arıyordunuz?” deyince, “Biz aramıyoruz sizi!” dediler. Merhum Turgut Özal ağırlığını koymuştu; bu insanca bir ağırlık koymaydı. Allah onu da Efendimiz’le beraber Firdevs ile sevindirsin.
  • Sadece o değildi. Hizmet’in Asya’da yeni yayıldığı zamanlarda oraları ziyaret edeceği vakit, “Okullar adına referans olmak için hususi gidiyorum, niye arkadaşlar gelmiyorlar?” diye Kıtmir’e haber gönderdi. Ben de bir-iki arkadaştan rica ettim. Hususi gitti, Asya’da dolaştı, daire çizdi ve uğradığı her devlet reisine dedi ki “Bu işe ve bu arkadaşlara ben kefilim, bırakın açabildikleri kadar okul açsınlar!..” Dolayısıyla, bir Turgut Özal emanetidir bu. Ahirette davacı olur o. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam ile beraber haşr u neşr olsun inşaallah.

Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in civanmertlikleri

  • Süleyman Bey, nereye koyarsanız koyun, cumhurbaşkanı iken, belki otuz tane devlet başkanına mektup yazdı. Neden? Milletimize müyesser olmuş böyle bir hizmetin devam ve temadisi adına. Nereye koyarsanız koyunuz!.. İnsanlık damarıyla, bir yönüyle dine olan saygısı damarıyla, kendi vatanında meydana gelen fedakâr bir kısım kimselerin hizmetlerini alkışlama hesabına rahatlıkla bu mektupları yazmıştı. Onun açısından da bu mesele bir emanettir. Bir de Süleyman beyi ahirette hakkınızda davacı haline getirmeyin!.. “Ben elli tane mektup yazdım, siz niye bu işi yarı yolda bıraktınız? Yürüdüğünüz doğru yolda neden takılıp kaldınız?” der. O yaptığı iyi şeyler de inşaallah onun vesile-i saadeti olmuştur. Herkes hakkında hüsn-ü zannımız var.
  • Bir garip şey daha anlatayım size: Bülent Ecevit. Yetiştiği kültür ortamı itibarıyla bahiste bulunmayacağım. Ankara’daki ve İstanbul’daki evine gittim. Ben bir kıtmirim sadece, fakat 30-40 sene cami kürsülerinde halka bir şeyler anlatmaya çalıştım; o da bunun hatırına, yemin ederim size, ceketinin düğmelerini düğmeleyerek karşıladı. Televizyona geldi, aynı saygıyla karşıladı.
  • Dahasını söyleyeyim size: Amerika’da henüz beş on tane okul varken, bir arkadaşımız yanına sık sık gidip geliyordu. Bir defa uğradığında “Amerika’da on tane mi, yirmi tane mi charter school açıldı. Bu okullarda talebe yüzde otuz nispetinde seçmeli Türkçe öğreniyor.” deyince, Bülent Bey sevinçle yerinden kalkıyor, heyecanla “Amerika’da da Türk dili öğretiliyor!” diyor, memnuniyetini ifade ediyor.
  • Bülent Bey zirvedeyken ben Vatikan’a gittim. O zaman büyükelçiye telefon etmiş. Büyükelçi iki-üç gün bizden ayrılmadı, rehberlik yaptı ta Papa’yla görüşmeye gideceğimiz zamana kadar. Görüşme vakti, saygıyla eğilip “Hocam, ben resmi bir devlet memuruyum, sizin ziyaretiniz resmi olmadığından müsaade buyurursanız buna iştirak edemeyeceğim!” dedi. O da bu mevzuda bir civanmertlik sergilemiş ve o okullara arka çıkmıştı. Bir yönüyle onun da sizin sırtınıza yüklediği bir emanettir.

Dikenliklerde boy atanlar gül bahçelerinden rahatsızlık duyarlar!..

  • Bugüne kadar herkes, Allah’ın izni ve inayetiyle sahip çıktı; sahip çıkanlardan Allah ebeden razı olsun. Bu arada Abdullah Gül beyin bir-iki yere telefon ettiğini de şayan-ı şükran ve takdir olarak yâd etmeden geçemeyeceğim. Problemin olduğu bazı yerlere telefon etti, onu da şükranla yâd ederim.
  • Ama birileri de var ki!.. Güney Afrika’da Selimiye’nin tipik bir örneği inşa ediliyor; külliye, sağlık sitesi, yurt, okul yapılıyor. O ülkeyi gezmeye gidiyor; o külliye duvarının kenarından geçiyor. Rica ediyorlar, “Bir içeriye girseniz?!.” İnadından içeriye girmiyor, hasedine yenik düşüyor. Daha sonra da o haset ona daha korkunç tahribatlar yaptırtıyor. O hasedin önü alınamayan çağlayanına bir kere yelken açtıktan sonra, günah deryasından, haset deryasından, hemz ü lemz deryasından geriye dönmeye fırsat bulamıyor.
  • Kur’an-ı Kerim ferman buyuruyor:

    قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ
    “De ki: Herkes yaratılışına göre davranır, kendi karakterinin gereğini sergiler.” (İsrâ, 17/84)

    Biri “Yapın, açın!” der. Öbürü de üst üste “Kapatın, yıkın, önünü alın, durdurun bunları!” der, “Çünkü bunlar dünyayı sulayacaklar, toprağın kuvve-i inbâtiyesinde yeni bağlar ve bahçeler meydana getirecekler; zinhar buna fırsat vermeyin. Zira tımar ederlerse, bu hâristan (dikenlik) gülistana döner, bostana döner, bağistana döner. Benim ne gülistana, ne bostana, ne de bağistana tahammülüm yoktur, çünkü ben bir hâr (diken/lik) çocuğuyum, bana da hâristan düşer!” Sana hâristan düşsün!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Emanet'te gulûl

Soru: 1 وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَغُلَّ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ ayet-i kerimesinde çirkinliği anlatılan ve kebâirden kabul edilen “gulûl” ne demektir? Gulûl’ün çerçevesini ve günümüz insanlarının bu ayetten alması gereken mesajları lutfeder misiniz?

  • Âl-i İmrân Suresi’nin 161. ayet-i kerimesinin meali şöyledir: “Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı bir iş değildir. Her kim hıyanet edip de ganimetten veya kamuya ait hasılattan bir şey aşırır, bunu da gizlerse, kıyamet gününe o vebâlini aldığı şeyler, boynuna asılı olarak gelir. Sonra her kişiye kazandığı şeylerin mükâfat veya cezası eksiksiz ödenir. Ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar.” (01:30)
  • Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) beşerin efendisi olduğu gibi, İnsanlığın Efendisi’nin sözleri de insan sözlerinin efendisidir. İnsanlığın İftihar Tablosu aynı zamanda, bütün güzel sıfatların ve ahlak-ı hasenenin de en büyük temsilcisidir. Ayette ifade edildiği üzere, eğer hiçbir nebi gulûl yapmamışsa, o şecere-i mübarekenin en münevver meyvesinin öyle çirkin bir işten fersah fersah uzak olacağı evleviyetle zâhirdir. (03:23)
  • Gulûl; hakkı olmayan bir şeyi almak, ona el uzatmak, ondan yararlanmak; kamu malından gizli bir şey aşırmak, emanete hıyanet etmek, ganimetten mal kaçırmak gibi manalara gelmektedir ki, ekseriyetle devlet mallarında su-i istimâl de bu türden bir günahtır. (04:23)
  • Bazen bir koyun, bir tavuk, bir yumurta.. bazen devlet hazinesine ait bir çuval para.. bazen liyakatsizliğe rağmen ele geçirilen bir makam, mansıp ve paye.. bazen de bir tahakküm vesilesi ve balyoz indirme bahanesi gulûl sayılır. Hakkın olmadığı halde sahiplendiğin, gasbettiğin, gayr-i meşruyu meşru göstererek değişik yollarla elde ettiğin her imkan gulûldür. (07:11)
  • Bu âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulüyle alâkalı olarak değişik birkaç hadise nakledilmektedir ki daha çok yaygın olan ve kabul gören rivayet şudur: Uhud savaşında ganimet toplamak üzere yerlerinden ayrılan bazı kimseler hakkında nâzil oldu. Bunlar: “Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kim ganimet olarak bir şey almışsa, o onundur.” deyip ganimetleri taksim etmeyeceğinden korkarız.” demişler ve bu yüzden Rasulullah’ın (aleyhi ekmelüttehaya) “Benden emir almadıkça yerlerinizden sakın ayrılmayın” sözünü unutarak ganimet toplamaya koşmuşlardı. Bunun üzerine, Allah Rasulü “Ganimette hainlik edeceğimizi ve size pay vermeyeceğimizi mi zannettiniz?” buyurdu da bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu mesele bahis mevzuu olduğunda şu husus mutlaka akılda tutulmalıdır: Asr-ı saadette, yeni müslüman olmuş bazı kimseleri teşvik etmek ve mücahedede onları cesaretlendirmek için ganimet vaad edilmiştir; şu kadar var ki, Ashab-ı Kiram’ın hemen hepsi “Ben bunun için müslüman olmadım, ben müslüman oldum ki, şuradan bir ok yiyip şehadete ereyim!..” diyecek kadar civanmert insanlardır. (08:45)
  • Belli noktaları tutan insanlar çok hassas yaşamalıdırlar. Zira, sizin en büyük krediniz halkın güvenidir. Halk size güveniyor; “Bunlar yemiyorlar, içmiyorlar, çalmıyorlar, çırpmıyorlar; yok bunların hayatında spekülasyonun zerresi!” diyor, sizi destekliyor. Öyleyse, onların güvenine layık olmalı ve gulûl sayılabilecek en ufak bir şeyden bile uzak durmalısınız. Mesela; “Kimse Yok Mu” çok önemli hizmet yapıyor; dünyanın neresinde bir kırılma, bir çatlama olursa, onu tamir etmek ve en azından bir sargı sarmak için hemen harekete geçiyor, bütün imkanlarıyla seferber oluyor. Bu yardım gönüllüleri insanlığın imdadına koşarken milletimizin himmetini arkalarına alıyorlar. Öyleyse, orada ya da benzer kurumlarda çalışanlar, sadece Allah rızası için çalışmalıdırlar. Orada çalışanların başka gelirleri yoksa ve mesailerinin tamamını oraya veriyorlarsa, onlara belli kanun ve kurallar çerçevesinde bir ücret takdir etmek lazımdır. Fakat, “Nasıl olsa böyle bir imkan var, biz de üst seviyeden bir gazetecinin aldığı maaş kadar maaş alalım.” ya da “Dünyanın dört bir yanına gidip duruyoruz, bu da bizim hakkımızdır!” deyip ihtiyaçtan ve normalden fazla ücret almak da gulûldür. İşte o zaman hak yoldayken kaybetme ya da doğru yolda yürürken dökülüp kalma söz konusu olur. Aklıma ilk önce “Kimse Yok Mu” geldiği için onu zikrettim, ama bu husus her müessese için geçerlidir; bir okulun, bir üniversiteye hazırlık kursunun ya da bir kültür lokalinin başındaki kimseler de topluma hesap verme hassasiyetiyle yaşamalıdırlar. (12:20)
  • Hazreti Üstad da hesap verme sadedinde, “Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim Bu tavuğun yazın çıkardığı bir küçük yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.” diyor. Yediği yumurtaların nereden geldiğini dahi açıklıyor. Evet o, mahkeme-i kübrayı düşünerek, daha buradayken millete hesap veriyor; nasıl yaşadığını anlatıyor, iaşesinin kaynağını belirtiyor, iktisad düsturuna dikkat çekiyor. Biz de kılı kırk yararcasına yaşama mecburiyetindeyiz. Ağzımıza koyduğumuz şu lokmalar hakkımız mı, değil mi? Acaba ne yiyor, ne içiyoruz? İşte, bu türlü sorularla her an hayatımızın muhasebesini yapmalıyız. (16:05)
  • Sahih-i Buhari ve Müslim’de rivayet edildiğine göre, Ebu Hureyre (r.a.) şöyle diyor: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün aramızda ayağa kalktı, “gulûl”ü zikretti, durumunun büyüklüğünü anlattı ve şöyle dedi: Kıyamet gününde birinizi boynunda böğüren bir deve ile görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der. Ben: “Ben sana yardım edemem. Ben sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet gününde birinizi, boynunda kişneyen bir at ile görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der. Ben: “Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet gününde birinizi, boynunda meleyen bir koyunla görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der. Ben: “Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet gününde birinizi, boynunda bağıran bir nefisle görmeyeyim. Bana gelir ve: “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der. Ben: “Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet gününde birinizi boynunda hereket edip ses çıkaran kağıtlarla görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der. Ben: “Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet gününde birinizi boynunda bir zırh ile görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der Ben: “Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim” derim. (19:10)

Soru: 2) İki çeşit idareciden bahsediliyor: Birincisi, emanetçisi olduğu imkânları beraber çalıştığı kimselere bol bol dağıtıp onların gönüllerini kazanıyor. Diğeri ise, eli altındakilerin ihtiyaçlarını hiç görmüyor ve nezaretine memur olduğu imkânları onlara asla kullandırmıyor. Bu misaller zaviyesinden, ideal bir idareci nasıl olmalıdır? (22:08)

  • Halk arasında: “Marifet iltifata tabidir.” şeklinde yaygın olarak kullanılan bir söz vardır. Belki pek çok insan için böyle bir disiplin söz konusu olabilir. Yani halk iltifatta bulunduğu takdirde bazı insanlar marifetlerini döktürür, kabiliyetlerini sergilerler. İltifat, umumi manada insanlar için teşvik edici bir unsur, hatta bir ihtiyaç olarak görülebilir. Fakat adanmış bir ruha göre, iltifat marifete tabidir. Siz yapmanız gerekeni yapar, ortaya koymanız gerekeni ortaya koyarsınız; bunun sonucunda âlem ister iltifat eder, isterse etmez; meseleyi asla buna bağlı götürmezsiniz. Hatta çok defa onların iltifatlarını gördüğünüzde: “Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lutf ile ihsan nedendir” der, nefsinizi sorgulamaya durursunuz. (22:34)
  • Başarılı olan insanları mükafatlandırmak suretiyle başarılı olabilecek kimselerin sayısını artırmış olursunuz. Bu açıdan, idareciler, mevcut şartları da mutlaka nazar-ı itibara alarak ve imkanlarını çok iyi hesaplayarak, iyi koşan bir kimseye koşmanın hakkını verebilirler. Yoksa, taraftar toplamak, ekip yapmak, kendine göre bir hale oluşturmak ve kendini onların içinde bir ay gibi görmek de haksızlıktır ve gulûl sayılır. (24:25)
  • Adam kazanma adına sadece kendisine teveccüh edenlere bir şeyler verme ve kendisini tutup destekleyenleri faydalandırma bir ifratsa, hiç kimseye bir şey vermeme, hakkı olanların hakkını bile ödememe ve her şeyi elinin altında bulundurma da bir tefrittir. İkinci gruptakiler de, elleri altındaki insanların hiç olmazsa ihtiyaçlarını görecek ya da en azından başarılı olduklarında onları mükafatlandıracak kadar, nezaretine memur oldukları imkanlardan onları faydalandırmaları icap eder. (25:06)
  • Şahsı adına saçıp savurma ne kadar mezmumsa, kabiliyetlere karşı sessiz kalma da o kadar mezmumdur. (26:33)
  • İnsanın, şahs-ı manevînin kredisini kendi hesabına kullanması da gulûldür. (27:53)
  • Bir de başarıları sahiplenme gulûlü vardır. Umum bir cemaatin, bütün bir heyetin ve topyekün bir milletin sa’yine terettüp eden bir neticeyi sadece bir şahsa mal etmek milletin hakkını yemek demektir. (30:09)

Emanette Emin miyiz?

Büyüklerimizin, "Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl." şeklinde dua ettiklerini görüyoruz. Emanetten maksat sadece can mıdır; vazifelerimiz, müesseselerimiz ve muhatap olduklarımız açısından, kısacası iman hizmeti zaviyesinden "emanet" tabirini değerlendirir misiniz?

  • Verilen ve kazanılan her şey emanettir. Her emanet ise, bir çeşit nimettir ve kendi cinsinden şükrü gerektirir. (01.00)
  • Her fert için vücud bir emanet, onun yüksek insanî değerlerle donanımı ayrı bir emanet; iman en değerli emanet; Cennet arzusu ve oraya girebilme istidadı, yöntemi, daha ötesinde Hak cemâlini müşâhede edebilme kabiliyeti apayrı birer emanettir. (03.05)
  • İman ve ibadet emanetlerine ihanet etmiş olmamak için sürekli Cenâb-ı Hakk'a tazarru ve niyazda bulunmak, O'nun himayesine ve inayetine sığınmak lazımdır. Nitekim; Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) "Allahümme ya Mukallibel kulûb, sebbit kalbî ala dînike - Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle." ve "Allahümme ya Musarrifel Kulûb, sarrif kulûbenâ ilâ tâatik - Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!" dualarını dilinden hiç düşürmemiştir. (04.45)
  • Nefsimiz, imanımız, ibadetlerimiz... her şeyimiz emanet olduğu gibi, yüce dinimiz, hizmet düşüncemiz, dünya görüşümüz ve hayat felsefemiz de bize emanettir. Bunlar, dün seleflerimizin omuzlarına konmuştu; bugün bizim üzerimizde bulunuyor; yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Bu emanetleri deformasyon görmüş bir halde devretmek doğru değildir. Şayet, biz emanetlere sahip çıkmaz, onları gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, istikbalin sahiplerini bir ruh travmasına maruz bırakmış oluruz ki, bu hem davaya ihanet hem de yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlıktır. (06.03)
  • Hazreti İsa'yı (aleyhissalâtü vesselam) titreten hesap.. "Şefaat hadisi"nde dikkat çekilen Mesihî mahcubiyet.. ve Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in temkini... (09.40)
  • Dostlarınıza fevkalâde makamlar verip onları şişireceğinize, mübalağalarla onların boyunlarını kıracağınıza ve başkalarını da kıskançlığa sevkedeceğinize, onlara karşı fevkalâde sadâkat gösterip kardeşliğin hakkını verin. (14.15)
  • Allah Resûlü, "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaad ettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder." buyurmuş; bazı rivayetlerde, hemen her zaman en haince düşmanlık duygularını dostâne tavırlar içinde icra etmeyi de nifak emaresi olarak zikretmiştir. Evet, kendisine bir emanet verildiğinde ona hıyanet eden kimse, emniyetten uzaklaşması ölçüsünde imandan uzaklaşmış ve o kadar da küfre açık hale gelmiş olur. Bu itibarla, yalanın, ahde vefasızlığın ve emanete ihanet etmenin öyle çeşitleri vardır ki, onlar insanı tam bir münafık haline getirir. Bu kötü fiilleri işleyenlerin hepsi münafık olmasa bile, hemen herkes bir yalan menfezinden nifaka düşebilir; bir emanete ihanet çukurundan küfre yuvarlanabilir; sözünde durmama ya da hayâsızca düşmanlık yapma gibi günahlar sebebiyle münafıklar safına kayabilir. (16.53)
  • Ümmet-i Muhammed'in (aleyhissalâtü vesselam) uhdesindeki en büyük emanetlerden biri de Kur'an-ı Kerim'dir. (20.13)
  • İhmal, hıyanet sayılır mı? (22.23)
  • Emanet bildiği bayrağı yere düşürmeyip emin ellere teslim etmek için can atan ve Hazreti Halid'i görünce "Bunu senin için taşıyordum; bunun sahibi sensin!.." diyen adanmış ruhun verdiği ders... (23.40)

Emanette Emin miyiz?

Soru: “İlk hak başka, temsille gelen hak daha başkadır. Eğer hak, kendi değerleri ölçüsünde temsil edilmiyorsa, geriye alınır ve hakikî temsilciler yetişeceği âna kadar da nisbî iyiliği önde olanlar arasında dolaşır durur.” buyuruluyor. Bu sözden, hizmet erleri için hangi mesajlar çıkarılabilir?

Emanette Gulûl

Soru: 1) وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَغُلَّ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ ayet-i kerimesinde çirkinliği anlatılan ve kebâirden kabul edilen "gulûl" ne demektir? Gulûlün çerçevesini ve günümüz insanlarının bu ayetten alması gereken mesajları lutfeder misiniz?

  • Âl-i İmrân Suresi'nin 161. ayet-i kerimesinin meali şöyledir: "Emanete hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı bir iş değildir. Her kim hıyanet edip de ganimetten veya kamuya ait hasılattan bir şey aşırır, bunu da gizlerse, kıyamet gününe o vebâlini aldığı şeyler, boynuna asılı olarak gelir. Sonra her kişiye kazandığı şeylerin mükâfat veya cezası eksiksiz ödenir. Ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar." (01:30)
  • Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) beşerin efendisi olduğu gibi, İnsanlığın Efendisi'nin sözleri de insan sözlerinin efendisidir. İnsanlığın İftihar Tablosu aynı zamanda, bütün güzel sıfatların ve ahlak-ı hasenenin de en büyük temsilcisidir. Ayette ifade edildiği üzere, eğer hiçbir nebi gulûl yapmamışsa, o şecere-i mübarekenin en münevver meyvesinin öyle çirkin bir işten fersah fersah uzak olacağı evleviyetle zâhirdir. (03:23)
  • Gulûl; hakkı olmayan bir şeyi almak, ona el uzatmak, ondan yararlanmak; kamu malından gizli bir şey aşırmak, emanete hıyanet etmek, ganimetten mal kaçırmak gibi manalara gelmektedir ki, ekseriyetle devlet mallarında su-i istimâl de bu türden bir günahtır. (04:23)
  • Bazen bir koyun, bir tavuk, bir yumurta.. bazen devlet hazinesine ait bir çuval para.. bazen liyakatsizliğe rağmen ele geçirilen bir makam, mansıp ve paye.. bazen de bir tahakküm vesilesi ve balyoz indirme bahanesi gulûl sayılır. Hakkın olmadığı halde sahiplendiğin, gasbettiğin, gayr-i meşruyu meşru göstererek değişik yollarla elde ettiğin her imkan gulûldür. (07:11)
  • Bu âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulüyle alâkalı olarak değişik birkaç hadise nakledilmektedir ki daha çok yaygın olan ve kabul gören rivayet şudur: Uhud savaşında ganimet toplamak üzere yerlerinden ayrılan bazı kimseler hakkında nâzil oldu. Bunlar: "Hazreti Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) "Kim ganimet olarak bir şey almışsa, o onundur." deyip ganimetleri taksim etmeyeceğinden korkarız." demişler ve bu yüzden Rasulullah'ın (aleyhi ekmelüttehaya) "Benden emir almadıkça yerlerinizden sakın ayrılmayın" sözünü unutarak ganimet toplamaya koşmuşlardı. Bunun üzerine, Allah Rasulü "Ganimette hainlik edeceğimizi ve size pay vermeyeceğimizi mi zannettiniz?" buyurdu da bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu mesele bahis mevzuu olduğunda şu husus mutlaka akılda tutulmalıdır: Asr-ı saadette, yeni müslüman olmuş bazı kimseleri teşvik etmek ve mücahedede onları cesaretlendirmek için ganimet vaad edilmiştir; şu kadar var ki, Ashab-ı Kiram'ın hemen hepsi "Ben bunun için müslüman olmadım, ben müslüman oldum ki, şuradan bir ok yiyip şehadete ereyim!.." diyecek kadar civanmert insanlardır. (08:45)
  • Belli noktaları tutan insanlar çok hassas yaşamalıdırlar. Zira, sizin en büyük krediniz halkın güvenidir. Halk size güveniyor; "Bunlar yemiyorlar, içmiyorlar, çalmıyorlar, çırpmıyorlar; yok bunların hayatında spekülasyonun zerresi!" diyor, sizi destekliyor. Öyleyse, onların güvenine layık olmalı ve gulûl sayılabilecek en ufak bir şeyden bile uzak durmalısınız. Mesela; "Kimse Yok Mu" çok önemli hizmet yapıyor; dünyanın neresinde bir kırılma, bir çatlama olursa, onu tamir etmek ve en azından bir sargı sarmak için hemen harekete geçiyor, bütün imkanlarıyla seferber oluyor. Bu yardım gönüllüleri insanlığın imdadına koşarken milletimizin himmetini arkalarına alıyorlar. Öyleyse, orada ya da benzer kurumlarda çalışanlar, sadece Allah rızası için çalışmalıdırlar. Orada çalışanların başka gelirleri yoksa ve mesailerinin tamamını oraya veriyorlarsa, onlara belli kanun ve kurallar çerçevesinde bir ücret takdir etmek lazımdır. Fakat, "Nasıl olsa böyle bir imkan var, biz de üst seviyeden bir gazetecinin aldığı maaş kadar maaş alalım." ya da "Dünyanın dört bir yanına gidip duruyoruz, bu da bizim hakkımızdır!" deyip ihtiyaçtan ve normalden fazla ücret almak da gulûldür. İşte o zaman hak yoldayken kaybetme ya da doğru yolda yürürken dökülüp kalma söz konusu olur. Aklıma ilk önce "Kimse Yok Mu" geldiği için onu zikrettim, ama bu husus her müessese için geçerlidir; bir okulun, bir üniversiteye hazırlık kursunun ya da bir kültür lokalinin başındaki kimseler de topluma hesap verme hassasiyetiyle yaşamalıdırlar. (12:20)
  • Hazreti Üstad da hesap verme sadedinde, "Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim... Bu tavuğun yazın çıkardığı bir küçük yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı." diyor. Yediği yumurtaların nereden geldiğini dahi açıklıyor. Evet o, mahkeme-i kübrayı düşünerek, daha buradayken millete hesap veriyor; nasıl yaşadığını anlatıyor, iaşesinin kaynağını belirtiyor, iktisad düsturuna dikkat çekiyor. Biz de kılı kırk yararcasına yaşama mecburiyetindeyiz. Ağzımıza koyduğumuz şu lokmalar hakkımız mı, değil mi? Acaba ne yiyor, ne içiyoruz? İşte, bu türlü sorularla her an hayatımızın muhasebesini yapmalıyız. (16:05)
  • Sahih-i Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Ebu Hureyre (r.a.) şöyle diyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün aramızda ayağa kalktı, "gulûl"ü zikretti, durumunun büyüklüğünü anlattı ve şöyle dedi: Kıyamet gününde birinizi boynunda böğüren bir deve ile görmeyeyim. Bana gelir ve "Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş" der. Ben: "Ben sana yardım edemem. Ben sana tebliğ ettim" derim. Kıyamet gününde birinizi, boynunda kişneyen bir at ile görmeyeyim. Bana gelir ve "Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş" der. Ben: "Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim" derim. Kıyamet gününde birinizi, boynunda meleyen bir koyunla görmeyeyim. Bana gelir ve "Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş" der. Ben: "Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim" derim. Kıyamet gününde birinizi, boynunda bağıran bir nefisle görmeyeyim. Bana gelir ve: "Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş" der. Ben: "Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim" derim. Kıyamet gününde birinizi boynunda hereket edip ses çıkaran kağıtlarla görmeyeyim. Bana gelir ve "Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş" der. Ben: "Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim" derim. Kıyamet gününde birinizi boynunda bir zırh ile görmeyeyim. Bana gelir ve "Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş" der Ben: "Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim" derim. (19:10)

Soru: 2) İki çeşit idareciden bahsediliyor: Birincisi, emanetçisi olduğu imkânları beraber çalıştığı kimselere bol bol dağıtıp onların gönüllerini kazanıyor. Diğeri ise, eli altındakilerin ihtiyaçlarını hiç görmüyor ve nezaretine memur olduğu imkânları onlara asla kullandırmıyor. Bu misaller zaviyesinden, ideal bir idareci nasıl olmalıdır? (22:08)

  • Halk arasında: "Marifet iltifata tabidir." şeklinde yaygın olarak kullanılan bir söz vardır. Belki pek çok insan için böyle bir disiplin söz konusu olabilir. Yani halk iltifatta bulunduğu takdirde bazı insanlar marifetlerini döktürür, kabiliyetlerini sergilerler. İltifat, umumi manada insanlar için teşvik edici bir unsur, hatta bir ihtiyaç olarak görülebilir. Fakat adanmış bir ruha göre, iltifat marifete tabidir. Siz yapmanız gerekeni yapar, ortaya koymanız gerekeni ortaya koyarsınız; bunun sonucunda âlem ister iltifat eder, isterse etmez; meseleyi asla buna bağlı götürmezsiniz. Hatta çok defa onların iltifatlarını gördüğünüzde: "Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lutf ile ihsan nedendir" der, nefsinizi sorgulamaya durursunuz. (22:34)
  • Başarılı olan insanları mükafatlandırmak suretiyle başarılı olabilecek kimselerin sayısını artırmış olursunuz. Bu açıdan, idareciler, mevcut şartları da mutlaka nazar-ı itibara alarak ve imkanlarını çok iyi hesaplayarak, iyi koşan bir kimseye koşmanın hakkını verebilirler. Yoksa, taraftar toplamak, ekip yapmak, kendine göre bir hale oluşturmak ve kendini onların içinde bir ay gibi görmek de haksızlıktır ve gulûl sayılır. (24:25)
  • Adam kazanma adına sadece kendisine teveccüh edenlere bir şeyler verme ve kendisini tutup destekleyenleri faydalandırma bir ifratsa, hiç kimseye bir şey vermeme, hakkı olanların hakkını bile ödememe ve her şeyi elinin altında bulundurma da bir tefrittir. İkinci gruptakiler de, elleri altındaki insanların hiç olmazsa ihtiyaçlarını görecek ya da en azından başarılı olduklarında onları mükafatlandıracak kadar, nezaretine memur oldukları imkanlardan onları faydalandırmaları icap eder. (25:06)
  • Şahsı adına saçıp savurma ne kadar mezmumsa, kabiliyetlere karşı sessiz kalma da o kadar mezmumdur. (26:33)
  • İnsanın, şahs-ı manevînin kredisini kendi hesabına kullanması da gulûldür. (27:53)
  • Bir de başarıları sahiplenme gulûlü vardır. Umum bir cemaatin, bütün bir heyetin ve topyekün bir milletin sa'yine terettüp eden bir neticeyi sadece bir şahsa mal etmek milletin hakkını yemek demektir. (30:09)

En büyük hüsran

Fethullah Gülen: Bamteli: En büyük hüsran

Çay faslından hakikat damlaları…

  • Sözlük açısından “doğruluk” demek olan istikamet; ıstılah itibarıyla, itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır. Şu kadar var ki, istikâmetin de dereceleri söz konusudur. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir rivayette, “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı!”; diğer bir rivayette ise, “Hûd Sûresi ve benzerleri belimi büküp saçlarımı ağarttı” buyurmuş; “Hûd Sûresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.”sözü ile فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd sûresi, 11/112) âyetine işârette bulunmuştur. Evet, Allah Rasûlü “İstikâmet üzere ol!” emrini kendi kulluk ufkuna göre çok derin anlamış ve hayatını o çizgide sürdürmüştür. (01:33)
  • Bilgi, nazarîde kaldığı sürece insanı yönlendirmeye yetmez; onun insan tabiatına mal olması lazım. (04:20)
  • Senin maiyyet-i ilahiyeye taht kurman, Allah’a ait alâkanın senin gönlüne taht kurmasına bağlıdır. Rasûl’ün maiyyetine (sallallahu aleyhi ve sellem) taht kurman, O’nun senin gönlüne taht kurmasına bağlıdır. Ona karşı alâkanı “Keşke Mus’ab’ın olsaydım!.. Keşke Enes gibi pabuçlarını göğsüme alsaydım, hep gözümün içine bakacağı anı kollasaydım!..” mülahazalarıyla süslemenin ve duygu/düşünce dünyanı bunlarla örgülemenin öbür tarafta sana dönüşü çok farklı olacaktır. (05:57)
  • Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem):

    الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا

    “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslâm’a bağladım.” (Maide Suresi, 5/3) buyurmak suretiyle rızasını ekmeliyet ve etemmiyete bağladığını ifade ediyor. (08:50)
  • Gelecek, Allah’ın veli kullarına emanettir. (10:00)

Soru: Kehf Sûresi’nin sonunda, dünya hayatında çok iyi işler yaptıklarını sanan bazı mağrurların âhirette en büyük ziyana uğrayan kimseler olacağından bahsediliyor. Burada sâlih bir dairede bulunuyor görünen ve hep sâlih ameller işlediğini zanneden ama ötede en ziyade hüsrâna düşen talihsizlerden olmamak için davranışlarımızda ve hizmetlerimizde öncelikle hangi hususlara dikkat etmeliyiz? (12:35)

  • Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

    قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالاً الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعاً

    “De ki: Yapıp ettikleri yönünden âhirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildirelim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında işledikleri hep boşa gidecektir; halbuki kendilerinin güzel güzel işler yaptıklarını sanırlar.”(Kehf sûresi, 18/103-104) (13:10)
  • Bu ilahî beyanlar bir yönüyle kafirlere bakar, bir yönüyle ehl-i dalalete bakar ve bir yönüyle de günaha giren, kötülüklerden bir türlü sıyrılamayan kimselere bakar. Fakat aynı zamanda bu ayetler, mücâhedenin mebdei olan hicretinde ve hicretinden sonra yapıp ettiği hizmetlerinde kendini ifade maksadı güden, alkışlanma arkasına düşen, parmakla gösterilme mülahazasına giren, elde ettiği makamları kendi çıkar çarklarına kullanan ve böylece hiç farkına varmadan hüsranın göbeğine otağını kuran insanlara da bakar. (16:33)
  • Ayetlerde geçen “Habita” kelimesi, bir hayvanın zehirli bir bitki yemesi sonucu karnının şişmesi, sonra da patlayıp ölmesi anlamına gelir. Bu kelime müşriklerin ve riyakârların yaptıkları iyi işlere son derece uygun düşmektedir. Çünkü bu işler parlak ve şişkin görünürler, onlar da bu işlerin iyi, başarılı ve kârlı olduğunu sanırlar; fakat ahirette bunların hiçbir değerinin olmadığını görülür. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: “Kıyamet gününde şişman ve iri cüsseli nice adam gelir ki, Allah katında bir sivrisineğin kanadının ağırlığı kadar bile değeri yoktur.”(22:52)
  • Amelin ruhu ihlastır. Dava-yı nübüvvetin vârisleri hizmetlerini hiçbir ücrete bağlamamalı ve hep ihlasla hareket etmelidirler ki, ötede o büyük hüsrana düşmesinler. İnsanlık âleminin medar-ı iftiharları enbiyâ-yı izâm efendilerimiz, hayatları boyunca hep istiğna ruhuyla yaşamış; isteyeceklerini yalnız Allah’tan istemiş, dertlerini yalnız O’na açmış; eda ettikleri risalet vazifesi, yaptıkları hizmet ve fedakârlıklar karşısında da hiç mi hiç beklentiye girmemiş, ücret talebinde bulunmamışlardır. Kur’ân-ı Kerim pek çok yerde bu hususa dikkat çekmiş; meselâ Şuarâ Sûresi’nde Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut ve Hz. Şuayb (ala nebiyyina ve aleyhimüssalâtü vesselâm) gibi peygamberlerin,

    وَمَۤا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلٰى رَبِّ الْعَالَمِينَ

    Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ, 26/109) sözlerini nazara vermiştir. (25:19)
  • Hizmet erleri hep şu niyaz mülahazaları içinde bulunmalı ve buna yaraşır şekilde hareket etmelidirler:

    اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ اَللَّهُمَّ اِلَى مَاتُحِبُّ وَتَرْضَى

    “Allah’ım bizi bağışla, başka değil Senin affını dileniyoruz, Senden maddî manevî sağlık ve afiyet istiyoruz, her şeyden öte ve her talebin üstünde Senin rızanı diliyoruz. Allah’ım bizi değersiz işlerin peşinde sürüklenmekten muhafaza buyur, gönüllerimizi hoşnutluğunu kazanmamıza vesile olacak tavır ve davranışlara yönlendir; sevdiğin ve razı olduğun hallere ve amellere bizi muvaffak kıl.” (27:00)
  • Kehf Sûresi’nin başında kulluğa dikkat çekildiği gibi sonunda da İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şahsında yine kulluğa, sâlih amele ve ihlasa vurguda bulunuluyor:

    قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلاً صَالِحاً وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَداً

    “De ki: Ben sadece sizin gibi bir insanım. Ancak şu farkla ki bana ‘sizin ilahınız tek İlahtır’ diye vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı (likaullahı) umuyorsa, makbul ve güzel işler işlesin (amel-i sâlihe sarılsın) ve sakın Rabbine ibadetinde hiç bir şeyi O’na ortak koşmasın.”(Kehf sûresi, 18/110) (30:20)
  • Bu ayet de kafirler, müşrikler ve münafıklar için bir ihtar olduğu kadar mü’minler için de bir ikazdır. Zira, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir” buyurunca sahabe efendilerimiz “Küçük şirk nedir?” demişler; Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) de “Riya” karşılığını vermişlerdir. Bir rivayette, eşşirkü’l-esğar yerine eşşirkü’l-hafî (gizli şirk) ifadesi vardır. Nedir Allah’a gizli gizli eş-ortak koşmak? Gizli şirk ya da yerine göre büyüğü kadar tehlikeli olan küçük şirk; gösteriş yapmak, duyurma peşine düşmek, alkış beklemek, her fırsatta varlığını hissettirmeye çalışmak ve hizmetlerini dünyevî ücretlere bağlamaktır. (36:49)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

En büyük tehlike ve boykot

Fethullah Gülen: En büyük tehlike ve boykot

Bir duygu birliği oluşturup asgari müştereklerde buluşmalı!..

  • “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır, anlaşabilir.” (Hazreti Mevlana) Dolayısıyla duygu birliği oluşturmak, en azından asgari müştereklerde buluşmak lazım: İnsanız hepimiz! Hepimiz Allah’ın sanatıyız; Kendini bizimle ifade ediyor; bizi varlığına, birliğine, esmâ-i İlâhiyesine, sıfât-ı Sübhâniyesine şeffaf birer ayna haline getiriyor; kalblerimizi tecelligâh-ı ilâhî yapıyor. Bunlar yetmez mi?!.
  • Sinek kanadı kadar ayrıştırıcı hususlar var ve gördüğünüz gibi bunlar, fil kadar müştereklerin yerini alarak hükümlerini icra ediyorlar. Çok önemsiz şeylerden dolayı insanlar birbirleriyle adeta yaka-paça oluyorlar.
  • Yaka-paça olma tabiat-ı insaniyede var. İnsan iman, İslam, ihsan şuuru, ihlas telakkisi, rıza yörüngesi ve Allah’a karşı aşk u iştiyak duygusu ile o olumsuz hisleri baskı altına alabilir; kurutabilir onları. Dolayısıyla da kurumuş bu çekirdekler, şeytandan gelen sinyalleri almaz artık. Fakat o duygular canlı ise, şeytandan gelen o türlü esintileri, sinyalleri duyarlar; onları deşifre edip çözerler ve sizin çok ulvi duygularınız üzerinde tesir icra etmeye başlarlar hafizanallah.
  • Muktezâ-yı beşeriyeti inkâr etmeye kalkmamak lazım, tabiatımızda var! Fakat Allah Teâlâ o tabiatı tadil etmeye matuf Enbiyâ-ı İzâm’ı göndermiş; onlara kitaplar vermiş; sonra onları uygulatmış, bize yol yöntem öğretmiş. Hallerinde görmüşüz onları, Cenâb-ı Hak gerçekten görmeye muvaffak eylesin, temsillerinde şahit olmuşuz. Bu açıdan da, o olumsuz hisleri baskı altına almak için lazım gelen dinamiklerin hepsi mevcut.

En azılı düşman!..

  • Bir dönemde dinsizle ve imansızla yaka-paça olursunuz. Doğrudan doğruya inancınıza ve Allah ile münasebetinize karşı cephe oluşturmuşlardır; Hazreti Rasûl-u Zîşân’a ve O’nunla münasebetlerinize karşı cephe oluşturmuşlardır. Bunlar -bir yönüyle- belki sizde bir kısım olumsuz gerilimler hâsıl eder. Onlar da size karşı olumsuz tecavüzlerinde sürekli metafizik gerilim içindedirler. Siz hiçbir şey yapmasanız, el kaldırmasanız, bir sözle mukabele etmeseniz bile, sözleriyle, tavırlarıyla, davranışlarıyla sürekli sizi presler geçerler üzerinizden. Bir dönemde öyledir! Ama bunlar görünen düşmanlar olduğu için, bilirsiniz bunları; onlardan ne geleceğini de bilirsiniz. Akrebin ısırdığını bilirsiniz. Dolayısıyla yanınızda dolaşsa bile, kuyruğunu size sokmamasına dikkat edersiniz; problemi kuyruğundadır onun. Bazılarının problem olan yanları da ağızlarındadır, dişlerinin dibindedir; ısırırlar ve zehirlerini dökerler. Fakat bunların ikisi de mübarek mahlûktur, çünkü ne oldukları bellidir. Gördüğünüz zaman bunlara karşı hemen müdafaa vaziyetine geçersiniz.
  • Fakat bir de zehir saçan sinekler vardır; keneler vardır; çok küçük şeyler vardır. Her sene bir virüs, bir mikrop çıkıyor ortaya; mikroskopla ancak görebilirsiniz. Nereden geleceği, sizi nasıl vuracağı belli değil. Bunlar içinizde dolaşırlar böyle ve siz hiç fark edemezsiniz bunları. Çarparlar sizi, felç ederler, kolunuzu kanadınızı kırarlar. Bu açıdan da düşmanın açıktan açığa cephe teşkil edip üzerinize gelmesi kötü bir şeydir ama bir yönüyle savulacak bir tehlike olması itibarıyla çok da kötü değildir. Savabilirsiniz onu; bir cephe, bir mevzi, bir tabye oluşturursunuz; ona göre bir strateji geliştirirsiniz ve def edersiniz. Fakat kendi içinizde bir mikrop ya da virüs olursa -hafizanallah- bilemeyebilirsiniz. Zaaflarımız kuyruk diken akrep gibi aramızda dolaşırsa, yılan gibi diş gösterip dilini sarkıtarak üzerimize gelirse; içimizde olan, evimizde barındırdığımız hubb-u cah hissi, korku hissi, tenperverlik hissi, bohemlik hissi, makam mansıp hissi, servet hissi, rahatlık hissi, yiyip içip yan gelip kulağı üzerine yatma hissi gibi duygular benliğimizi sararsa, işte asıl böyle bir musibet çok tehlikelidir.
  • Bu açıdan, öteden beri insanların başına hep belalar musallat olagelmiştir. Ondan ne enbiyâ kurtulmuştur, ne evliyâ kurtulmuştur, ne asfiyâ ne müctehidîn ne de müceddidîn kurtulmuştur. Çileye maruz kalmayan bir tane bile peygamber yoktur. Çekmeyenler akıbetlerinden endişe etsinler; çekmeleri öbür âleme ertelenmiş demektir. Doğru yolda iseniz çekersiniz; o işten kaçış yoktur. Şu kadar var ki, bazısı doğrudan doğruya preslenir; bazıları da o preslenmeyi görür, vicdan azabı çeker, içten içe ağlar, “Nasıl yapayım? Ben buna yardım etmeliyim ama yardım edemedim. Nasıl vefasız bir insanım?” der, o da öyle çeker. Herkes seviyesine, donanımına, insanî alakalarına ve derinliğine göre çeker.

En zavallı kimseler mü’minken zalimleşenlerdir!..

  • Fakat kanaat-i acizânemce, bu çekmelere belki insan katlanabilir. Şu anda birilerinin sizi preslemeleri, alıp sağa sola savurmaları, insanî haklardan mahrum etmeleri, adalet gözetmeden hakkınızı yemeleri ve hukukunuza tecavüz etmeleri Bunlar, zalimin, gaddarın, hainin yaptığı çok hafif şeylerdir. Ayrıca, zulüm zirve yaptığı zaman, Allah (celle celâluhu) cezalandırır. Dünyada en acınacak insanlar, hele bir de mü’min iseler, başkalarının hukukuna tecavüz eden zalimlerdir. Çünkü size zulmetmişlerse, çok yakın bir gelecekte, Allah (celle celâluhu) onları tepetaklak edecek ve cezalandıracaktır. Bu defa o mazlumlar (!) karşısında sizin içiniz cız edecek, acı duyacaksınız; çünkü insansınız! Zalim insanlığını yitirmiş; siz insanlığınızı yitirmediğinizden dolayı, insanlara karşı alaka duyacak ve acıyacaksınız.
  • “Allah insanlara zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.” (Yunus, 10/44) Zulmetmek suretiyle zulüm muamelesine çağrıda bulunuyorlar. Birilerinin hakkını yemek suretiyle, bir gün bütün haklarının ellerinden alınmasına kendilerini mahkûm ediyorlar. Olmazsa burada, çok yakın bir gelecekte.. can hulkuma geldiği halden başlayarak kabirde Münker ve Nekir’e cevap vermeye, ondan berzah hayatındaki ve mahşerdeki azaba kadar, çok yakın bir gelecekte.. öyle azaplara duçar olacaklar ki, orada, o ezilmişlik içinde şefkat dilenircesine, gözlerini sizin gözlerinizin içine dikecek, “Ne olur hakkınızı bize helal edin!” diyecekler.. ama geçmiş olacak artık o mesele!..

En ağır imtihan: Dava arkadaşlarının birbirleriyle yaka paça olmaları

  • İşte bütün bunlardan daha kötü bir tehlike var: Bir gün bütün dünyanın size açılması.. hizmet eden bazı arkadaşların, kendi ettikleri hizmetin altında kalmaları.. hizmetlerine bakarak “ben” demeleri.. “Bana da şu denmeli! Ben de şöyle gösterilmeliyim! Ben de bir yerden geçerken, millet bana kıyam etmeli, tazimde bulunmalı!..” mülahazaları.. Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı Sübhâniyesi karşısında herkesin kendine bir pay çıkarması.. kendine nispet ettiği şeylerden dolayı bir beklentiye girmesi.. ve aynı dava, aynı daire içinde bulunan insanların birbiriyle yaka-paça olmaları Bu öyle ağır bir musibettir ki; Bedir’deki savaştan daha ağırdır; Uhud’daki savaştan daha ağırdır; Huneyn’deki savaştan daha ağırdır.
  • Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye adına en çok korkulacak husus şudur: Bir gün -hafizanallah- bazılarının -bugün bir kısım kimselerin yaptığı gibi- bazı kazanımlarını kendi refahları, huzurları, mutlulukları, saadetleri adına kullanırken rakip saydıkları insanları ezmeyi de haklarıymış gibi görmeleridir. Öyle olmasın inşaallah!.. İçimizde o duygu varsa, kuyruğunu dikip bizi zehirlemeden evvel, Cenâb-ı Hak emanetini alsın, öbür dünyaya götürsün!..
  • Meşru dairede, ticaretle, yatırımla kazandığımız şeyleri kazanmış olabiliriz. Fakat Kur’an’a, imana gönül vermiş insanlar olarak, giderken arkada bir dikili taş bırakmadan gitmeye Cenâb-ı Hak hepimizi muvaffak eylesin!.. Varsa imkânlarınız -şurada burada sakladığınız bir kefen parası hariç- vasiyetnamenize yazın, onu da mutlaka bir hayır müessesesine vakfedin, hibe edin, bağışlayın. Tâ öbür tarafa öyle saray maray, kapıkulları, halayık, şöhret, debdebe, ihtişam, değişik giysiler gibi hesabının altından kalkılamayacak şeylerle gitmemeye bakın!..
  • İç çekişmeler bitmeyen çekişmelerdir, sonu gelmeyen çekişmelerdir; ona düşmemek için bizim rehabiliteye, kalbî ve rûhî hayata yönlendirilmeye çok ihtiyacımız var. “Dünya bir pislik yığınıdır. Onun arkasından koşanlar da kelblerden başkası değildir!” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ticaretiyle, yatırımıyla, içte ve dışta yaptığı işlerle meşru dairedeki kazanımlar müstesnadır bu mevzuda.

Tek arpanın hesabıyla öbür tarafa giderseniz

  • Fakat kendini hizmete adamış, “Ben milletime hizmet ediyorum!” diyen ve bu kategoride olan insanlar, öbür tarafa giderken -Allah’ın izni ve inayetiyle- öyle kalbî ve ruhî bir hayat seviyesinde bir ufukla gitmelidirler ki üzerlerinde tek bir arpanın hesabı bile olmasın. Düşünün, tek bir arpa!.. Gayr-ı meşru dairede ağzınıza tek bir arpa koydunuz mu? Koydu iseniz, kime aitse, ta Fizan’da bir insan da olsa, gidin elini öpün onun, o arpadan dolayı “Hakkını helal et!” deyin.
  • Bu daire içinde bulunanlar, Hazreti Rasûl-ü Zişan’a iktida edenler, Hazreti Pir-i Mugan’ın arkasından gidenler, tek bir arpanın hesabıyla öbür tarafa giderlerse, benim olmasa bile birinin iki eli onların yakasında olacaktır. Tek bir arpa!.. Hizmete adanmış ruhların zerre kadar dünyayla irtibatları olmamalıdır!..
  • “Hikmet-i dünya ve mâ fîhâ bilen ârif değil / Ârif oldur bilmeye dünya ve mâ fîhâ nedir.” (Fuzuli) Öbür tarafa öyle gitmeli ki, Münker Nekir kabirde baktıkları zaman “Ne soracağız buna, adamın hiçbir şeyi yok ki?” desinler. Bu bizim yolumuz. Bu duygu inşaallah sizi bir araya getirecek ve bu duygu etrafında kümelenen sizleri dünyaya ait hiçbir cazibedar güzellik koparamayacaktır. Varsın başkaları gırtlağına kadar dünyaya gömülsün, hayatlarını debdebe içinde sürdürsün, Karun gibi yaşasın; dünya onların olsun, Allah bize yeter, Rasûlullah bize yeter. Rasûlullah’ın yolunda olanlar bize yeter!..

Dünyada sıfırlamak yetmez, öbür aleme giderken hesapları sıfırlamış olmalı!..

  • Varsın başkaları sizi saraylarda yatıyor ediyor zannetsinler. El-âlem biliyor, kendimize göre kirasını veriyor, burada öyle duruyoruz. Onu da kitaplardan gelen telifle ödüyoruz. Fakat hırsızlar herkesi kendileri gibi hırsız zannederler; çalanlar herkesi kendileri gibi çalıyor zannederler. İki huyları vardır onların: Eğer onlara “hırsız” derseniz, hemen sizi hırsız gibi yakın takibe alırlar. Bir de âlemi nasıl bilirsin, kendin gibi; herkesi de kendileri gibi çalıyor çırpıyor bilirler; bir elleri balda bir elleri kaymakta, işte ona göre yiyip içip hayvan gibi kulakları üzerine yatıyor zannederler.
  • Oysaki biz:
  • Râyete meylederiz kâmet-i dilcû yerine / Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
    Heves-i tîr-u keman çıkmadı dilden, asla / Nâvek-i gamze-i dil-dûz ile ebrû yerine
    Severiz esb-i hüner-mend-i sabâ reftârı / Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine

    Yani; gönül alıcı (sevgilinin) boyuna değil biz sancağa meylederiz. Hoş kokulu kâkül yerine tuğa gönül bağlamışız. Sevgilinin kalbe saplanan gamze oku ile kaşlarına bedel ok ve yay hevesi bizim gönlümüzden asla çıkmadı. Gözleri ceylana benzeyen peri suretli bir sanem yerine, rüzgâr gibi giden hünerli atı severiz. (Gazi Giray)
  • Cennetin hurileri gelse -vallahi, billahi, tallahi- ayağımın ucuyla iterim ben onları. Mesleğim, davam, ruh-u revân-ı Muhammedî’nin şehbal açması, dünyada bana bin tane Cennet’ten daha leziz geliyor. Ve şimdiye kadar hayatımın büyük kısmı garibane medreselerde geçti; yirmi yaşlarında cami penceresinde üç senem; sonra iki metrelik tahta kulübede altı senem geçti. Bazen üç dört gün ekmek bulamadığım da olmuştur. Ben bunlarda hiç olumsuzluk görmedim. Olumsuzluğu şunda gördüm: Bir gün o talebeler için açılan çeşmelerden abdest almışsam, ben ondan dolayı korkarım. Bir lokma yemeklerini ağzıma koymadım ve orada yedi-sekiz saat mesai yapıyorum diye bir kuruş para da almadım.
  • Elden geldiğince öbür âleme hesapları sıfırlayarak gitmek lazım. Meseleleri dünyada sıfırlamak yetmiyor; çünkü onu Allah görüyor, maşeri vicdan ona şahit oluyor, günümüzde kaydeden şeyler onları kaydediyor. Siz bugün onları baskı altına alsanız da yarın tarihin sayfalarına simsiyah dökülecek ve her satırıyla bir kere lanet okunacak onlara; “Lanet olsun bu insanlara!..” denecek. Bunu dedirtmemek lazım; birer yâd-ı cemîl olarak, arkada çok hayırlı şeyler bırakarak, Allah’ın izni ve inayetiyle, yüz ak alın açık Allah’ın huzuruna çıkmaya bakmak lazım.

İşkenceler ve boykot

Soru: Muhterem efendim! İlk Müslümanların türlü işkencelere maruz bırakıldıkları, açlık ve susuzluğa mahkûm edildikleri boykot yılları, günümüze bakan yönleriyle nasıl okunmalıdır? Ashâb-ı Kirâm efendilerimizi o zor şartlara rağmen dimdik ayakta tutan ve ümitlerine fer veren vesileler neler olmuştur?

  • Bunların hepsi Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e peygamberlik vazifesinin verilmesinden birkaç sene sonra oldu ki bi’setin sekizinci senesinde de boykot bitiverdi. Fakat mesele sadece o boykottan ibaret değildi; o Müslümanlara karşı işkencenin sadece bir türüydü. Bazıları güneşin altında adeta çarmıha geriliyordu; bazıları taşa tutuluyordu; bazıları yetmiş-seksen derece hararetin olduğu o sıcak kumda -ki öyle yerde beyin kaynar, öyle bir beyin kaynamasında insanlar delirirler, felç olurlar- vücutlarından daha ağır kayalar üzerlerine konuyordu ve bu her gün tekerrür ediyordu. “Dininizden dönün ve ‘La ilahe illallah Muhammedun rasûlullah’ demeyin!” emir ve tehditlerine karşı o babayiğit insanlardan geriye dönen olmuyordu. Bazıları Hazreti Ammar, babası Yasir ve onun hanımı Sümeyye (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi fakir fukara insanlardı. Belki günümüzde olduğu üzere bir kısım kimselerin parayla satın alınması o dönemde de söz konusuydu. Bir taraftan cazibedar şeylerin kendilerine teklif edilmesi, beri taraftan da işkenceden işkenceye hayatın cehennem-nümun hale getirilmesi onları inançlarından vazgeçiremedi.
  • Ashâb-ı Kirâm’ın işkenceler karşısında boyun eğmediğini ve sayılarının her gün artmakta olduğunu gören müşrikler, “Bunlar birbirleriyle ve başka insanlarla Mekke’de temas ediyorlar; vifak ve ittifakları yeni iltihaklara vesile oluyor.” diye o boykot hadisesini sonradan şeytanca bir mülahazayla düşündüler. Rasûl-ü Ekrem ve O’na inananlara karşı korkunç bir boykot ilan edildi. Haşim oğullarından kız alınıp verilmeyecek; çarşıda, pazarda onlarla ticaret yapılmayacak; onlara panayırlardan istifade ettirilmeyecek; hatta sokakta gezinmelerine dahi müsaade edilmeyecekti Bu hususları muhtevi bir metin, bir avuç müslümanın üzerine hücum edip köklerini kazımanın ilanı olarak kudsileştirilip Kâbe’nin duvarına asılmıştı. Bunu yazan kimse kolu kuruyup mefluç hale gelmişti ama hadise çok ağırdı, müslümanlar fevkalade sıkıntı çekiyorlardı.

İlk müslümanlara da denmişti: Size su bile yok!..

  • Boykot yaklaşık üç sene sürdü. İzdivaç yok; gökte yağmur, yerde nebat yok; alışveriş yok, yardım yok, yiyecek yok, ilaç yok Müslümanlar sabır ve metanetle güneşin doğacağı ânı bekliyorlardı.
  • O dönemde -günümüzde olduğu gibi- yaş kuru tefrik edilmeden, değmiş değmemiş demeden herkese çektiriliyordu. Mesela, Ebu Talip ve hanımı da orada çekiyorlardı. Benî Haşim’den kim varsa ve inanan ne kadar insan bulunuyorsa, çölde aç-susuz, kendilerinin tedarik ettiği çadırlar ve çardaklar içinde yaşamaya mecbur bırakılıyordu. Nereden su bulacaklar, nerede ihtiyaçlarını görecekler, nereden nasıl gıda tedarik ederek geçimlerini sağlayacaklar? Bunlar hiç düşünülmüyordu. Günümüzde nasıl binlerce insan dışarıya atılıyor, memuriyetten dışlanıyor, “Bak başının çaresine!” denilerek bir sindirme, bir algı operasyonu yapılıyor; aynı zulüm o dönemde müşrikler tarafından yapılıyordu.
  • Sahabe efendilerimizde öyle bir mukavemet sistemi vardı ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, onların her biri tam insibağa mazhardı. Her biri adeta bir Mehmetçikti.
  • Bazıları Mekke’yi de terk ediyorlardı. Mesela; Cafer bin Ebî Talip bazı arkadaşlarıyla Habeşistan’a hicret ediyordu. Bir dönemde Kâbe’yi tahrip etmeye gelen insanların memleketine hicret ediliyordu. İçlerinde bazı zayıflar, kadınlar, çoluk-çocuk olduğundan dolayı, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kapıyı açıyor; Hazreti Cafer bin Ebî Talip gibi babayiğit bir insanın vesayetinde onları oraya gönderiyordu.
  • Tecrit (boykot) döneminde Kâbe’nin duvarına astıkları fermanla, üç sene aç-susuz bırakılıyorlar ve orada çokları hastalanıyor, maddeten zayıf düşüyordu. Nitekim Hatice Validemiz oradan sıyrıldıktan sonra ruhunun ufkuna yürüyordu. Efendimiz’e kol kanat geren Ebu Talip de hem yaşlılık hem de oradaki işkence, bakımsızlık, görümsüzlük yüzünden vefat ediyordu; onun da mukavemet sistemi yeterli olmadı, o da ruhunun ufkuna yürüdü. İnşaallah bizim bildiğimiz anlayışın çok üstünde bir gidişle öbür tarafa gitmiştir, her zamanki niyetim -Hazreti Ebu Bekir’inki gibi- budur. Efendim’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere ayakkabısını çevirene canım kurban olsun. O bir kere değil, ta çocukluğundan itibaren O’nu bağrına basmış, büyütmüş, nübüvvette kollarını germiş, O’na gelen tehlikelere karşı “burası çıkmaz sokak” demiş. Onu da öyle bilmeli.
  • Sonunda boykot ilan edenlerin içlerinden üç tane insaflı insan kılıçlarını sıyırdılar, Kâbe’ye yürüdüler. İlk defa anayasa gibi Kâbe’nin duvarına asılı o kirli fermanı aldılar, kendilerine mani olmak isteyenlere karşı da dik durdular ve böylece o boykota son verildi.

Cesur münevverler çıkmadı, bari bugün de bir Emile Zola olsaydı!..

  • Keşke günümüzde de entelektüellerden Dreyfus Davası’ndaki Emile Zola’nın yiğitliği gibi -ki aslında bizim tarihimizde öyle binlercesi vardır ama bu konu açılınca ilk planda batıya bakmanın neticesi olarak o akla gelir- bir yiğitliği gösterenler olsaydı. İnsan ne kadar arzu ederdi, alnını yere koyan, secde eden insanlardan bir kaç tanesi, en azından Mekke’deki müşrikler gibi, binlerce ailenin yüreğini sızlatan, binlerce insanı vazifelerini yaptığından dolayı gadre uğratan zalimler güruhuna karşı “yeter artık” falan deyip entelektüelce bir tavır sergileseydi, samimi bir ses yükseltseydi, herkes dilsiz şeytanlık durumuna düşmeseydi, keşke!.. İnsan ne kadar arzu ederdi!.. Ahiretlerini kurtaracaklardı. Maalesef aynı cürmün cezasını paylaşacaklar; birileri cürüm işleyerek, diğerleri de cürüm karşısında sessiz kalarak o cürme iştirak ettiklerinden dolayı, o cürmün cezasını müşterek olarak çekecekler öbür tarafta. Ve yine bizim canımız yanacak, onları öyle gördükçe, yüreğimiz sızlayacak; ciğerimize zıpkın saplanmış gibi bir acı duyacağız. Cenâb-ı Hak tez zamanda aklını yitirmiş kimselerin tutulmuş akıllarının zincirlerini, bağlarını çözsün, doğruyu göstersin, hakiki imana ulaştırsın, zulümden vazgeçirsin.
  • O üç insanla boykota son verildi ama işkence ve çileler bi’set-i seniyyenin on üçüncü senesine kadar öyle devam etti. “Acaba algı operasyonlarıyla bu insanları inandıkları şeyden vazgeçirebilir miyiz? Haydi bir fasıl daha, haydi bir fasıl daha!..” Kullanmadıkları argüman kalmadı: İnsan öldürmeden alın da, mahrum etmeye, zincir vurmaya, bir kaç günde sadece bir su sunmaya kadar işkencenin en utandırıcılarını yaptılar. Fakat hiçbir Müslümanı sindiremediler .
  • Ashab-ı Kiram eziyet ve işkencelere boyun eğmedi zira onların insibağı çok güçlüydü. Sanki Allah (celle celaluhu) İnsanlığın İftihar Tablosu’nu hususi bir donanımla gönderdiği gibi, O’na hakiki ümmet olabilecek o babayiğitleri de hususi O’nun için hazırlamış. Bu açıdan da sahabeyle kimse boy ölçüşemez. Cenâb-ı Hak bizi onların arkasından yürüyenlerden eylesin.

Bin tanemizi öldürseler de bu kervan yine yürüyecek!..

  • Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretlerine tekaddüm eden günlerde, “Dâru’n-Nedve” denilen kulüpte toplanan Mekke müşriklerinin arasında, Necidli bir ihtiyar kılığında şeytanın bulunduğu da rivayet edilir. Müşrikler İslam’ın boy atıp intişar edişini engellemekten aciz kalınca, insî ve cinnî şeytanlar, Allah Rasûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashabını imha için bir plan yapmak üzere bir araya gelmişlerdi. Evet, Necidli bir ihtiyar kılığında Şeytan da onların aralarına katılmıştı. İhtimal müşrikler, işin idaresini ellerinden kaçırdıklarını anlamaya başlamış ve âdeta panik içindeydiler. Acaba ne yapmalıydılar? İşte onları bir araya getiren gündemin ana maddesi buydu. Sonunda “Her kabileden birer ikişer genç seçelim. Onları organize edelim. O’nun üzerine hep beraber saldırsınlar ve O’nu hep beraber öldürsünler. Böyle yaparsak Hâşimoğulları kan iddia edemezler. Bütün kavim ve kabilelerle savaşmayı da göze alamazlar.” teklifinde anlaşmışlardı.
  • İnanın günümüzde de aynı şeyler yaşanıyor. Burada ısrarla “Amanın o ahşap binada durmayın, problem var!” falan dediler. Bu kadarını açayım, bilin. Oysaki biz kim oluyoruz?!. Vifak ve ittifak içinde yürekleri çarpan, bu davaya gönül vermiş milyonlarca insan var. Bir buçuk seneye yakın bir zamandır, sürekli baskılar altında preslendikleri halde, hizmetlerinde bir duraklamaya girmeyen babayiğitler var. Bizim bin tanemiz ölse bile Allah’ın izni ve inayetiyle o kervanı durduramayacaklar.
  • Bir kimse Allah için olur ve O’nun teveccühünü, yakınlığını, dostluğunu, muhabbetini, maiyyetini, korumasını ve yardımını gönülden dilerse, Allah onu katiyen hasımlarına teslim etmez, himaye ve sıyanet buyurur. Himaye ve sıyanet buyuruyor! Himaye ve sıyanet buyuracaktır, endişe duymayın. Şayet ille de endişe duyacaksanız, belli bir dönemde mabette sizinle beraber namaz kıldıkları halde yanlış bir yola girmiş, yanlışlığın dili ve tercümanı olmuş ve birileri de dilini yutmuş, sessiz şeytanlığı tercih etmiş kimselerin su-i akıbetleri adına endişe duyun. Öylelerinin bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, bir su-i akıbete maruz kalacaklarında hiç şüpheniz olmasın! Dünyadaki bütün eşrar, füccar, mekkar, küyyad ve a’danın da aynı şeye maruz kalacaklarında hiç tereddüdünüz olmasın!
  • Allah (celle celaluhu) inâyetini, riâyetini, kilâetini bizimle beraber eylesin. İnsafsız zalimlere insaf ihsan eylesin. Yanlış yolda yürüyerek doğru bir yere varacaklarını zanneden o insanları Cenâb-ı Hak yanlışlarından döndürsün, sırat-ı müstakime hidayet eylesin. Vesselam

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

En faziletli ibadetlerden: “İntizâr-ı ferec”

En faziletli ibadetlerden: İntizâr-ı ferec

Hususiyle böyle büyük bir dava içinde bulunan insanlar, atacakları her adımı, Kitap, Sünnet, selef-i sâlihînin o yüce mefkûreleri istikametinde atmalıdırlar. Çağa/zamana ait, onların da kendilerine göre girdileri vardır; o husustaki meselelerde de aklı başında ashâb-ı re’y ile istişare ederek isabetli karar vermeye çalışmalıdırlar.

Yüksek bir gaye-i hayale bağlı iman hizmetinin ciddiyetsizliğe tahammülü yoktur, zira bazen fürûâta dair küçük bir hata usûlü yıkıp götürebilir

Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ buyurduğuna göre, demek ki insanın belki en az yanılacağı yer, istişare meclisidir; en az yanılma yeri. Fakat insan o yanılmada bile -“içtihad hatası” olduğundan- sevap kazanır; ne var ki, meselenin dünyevî işlere akseden yanı da o ölçüde geniş olmaz, belli bir darlıkta kalır.

Evet, büyük işlere tâlip olmuş insanlar… Nedir talip olduğunuz şey? “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle hemân sohbet-i Cânân olsa.” Her yerde Zât-ı Ulûhiyet’e karşı bir gönül alakası uyarma.. her yerde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygı uyarma.. tavır ve davranışlarımızla O’na karşı antipati uyarmamaya dikkat etme.. O’nu kendi derinliği, kendi güzelliği ile gösterme.. O’nun bir insanlık âbidesi olduğunu ortaya koyma.. Allah, O’nu öyle ortaya koymuş; sizin de ona vefalı olmanız lazım.

Nedir dünyaya duyurmak istediğiniz şeyler? Bu temel kriterlerin süzgecinden geçmiş gelenekleriniz, an’aneleriniz var. Bunlar -bir yönüyle- dinî mahiyet arz eden hususlardır. Ferdî hayatınızdan ailevî hayatınıza, içtimâî hayatınıza, ticarî hayatınıza, iktisadî hayatınıza kadar her şeyde cereyan eden gelenekler, an’aneler, töreler var. Fakat bunlar dinin temel disiplinleriyle -belki- elenmiş, elli defa incelenmiş, refere edilmiş şeylerdir. Dolayısıyla dünyaya bunları duyurmak istiyorsunuz. İşte bunları duyururken, duyurmak isterken, bazen çok küçük bir hata, “fürûât”a ait bir meselede bir yanlışlık, “usûl”ü temelinden yıkar götürür, “esas”ı temelinden yıkar götürür.

Onun için hizmet-i imaniye/Kur’âniye/milliye, gayr-ı ciddîliğe tahammülü olmayan şeylerdir. Dairenin genişliği nispetinde, insanların -bu türlü durumlarda- yaptıkları hatalar da o kadar büyük olur. Fakat sizin bir gâye-i hayaliniz var. “Gâye-i hayal” tabirini, Hazreti Pîr-i Mugân, Ziya Gökalp’ın “mefkûre”si yerinde kullanmış, daha doğru bir ifade; Ziya Gökalp de “ideal”in yerinde “mefkûre” tabirini kullanmış, Fransızca’dan alınma bir kelime.

Gâye-i hayal… Bir şeye gönül vermiş, dilbeste olmuşsunuz; “Olsun!” diyorsunuz, yatıp-kalkıp hep onu diliyorsunuz. Yatarken dua ediyorsunuz; bir yönüyle kendi adınıza dua edeceksiniz. Dilinizin ucuna geldi; bir dua dilinizin ucuna kadar geldi. Kim bilir belki de Cennet’e girme gibi bir şey için dua edecektiniz: اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، وَآلِهِ اْلأَطْهَارِ، وَأَصْحَابِهِ وَأَتْبَاعِهِ وَأَتْبَاعِ أَتْبَاعِهِ اْلأَخْيَارِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, O’nun tertemiz aile fertleri, ashâbı, onları takip edenler ve sonrakiler arasında adım adım onların izinden gidenler hürmetine.” -Daireyi geniş tuttuk biraz.- Tam bunu diyecektiniz; fakat o meseleye öyle bağlanmışsınız ki, o gaye-i hayal sizin Cennet’e girmeniz mevzuunu o anda size unutturuyor. Bu defa birden bire dilinizden dökülen kelimeler şunlar oluyor: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ، وَدِينَ اْلإِسْلاَمِ، وَاسْمَ مُحَمَّدٍ (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ “Allah’ım, zatında yüce olan adını, Hak kelamını, İslam dinini, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismini dünyanın her bir köşesinde ve hayatın her ünitesinde bir kere daha yücelt; hakkı-hakikati bütün gönüllere duyur.”

Allah’ım! Yüce İslam dinini her yerde i’lâ eyle; bayrağın dalgalandığı gibi dalgalansın; bayrak gibi, şehbal gibi dalgalansın, herkes baksın, ona imrensin!.. Bir yönüyle, o mefkûreye karşı belli daireler halinde, kabulleri ölçüsünde, onun etrafında halkalar teşkil etsin. Bazıları “Pes!” desinler, “Olsa, bu olur!..” Bazıları “Yahu bu da olabilir!” desinler. Bazıları “Yahu, ‘olabilir’e benziyor!” desinler. Bazıları “Buna ilişmemek lazım; çünkü çok rahatsız edici bir yanı yok!” desinler. Bazıları daha ötede, bazıları daha ötede, bazıları daha ötede… Fakat herkes belli ölçüde buna karşı bir alaka duysun. Bunların hepsi sizin hesabınıza birer kazanımdır. İşte gâye-i hayal, bu.

Bu meseleyi nihâî noktaya kadar değerlendirme meselesine gelince, o tamamen meşîet-i İlahiye’ye vâbestedir; Allah dilerse olur, murad buyurursa olur, kudreti taalluk ederse, olur. Ama sizin için olacak şey nedir? Siz o yüksek gâye-i hayale dilbeste olmuşsanız.. O “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yerde bir bayrak gibi dalgalanacak/duyulacaktır!” buyurmuş, siz de buna kilitlenmiş iseniz.. başka bir şey düşünmüyorsanız.. hatta bazen evinizin yolunu unutuyorsanız… Çünkü asıl gaye-i hayal, O. Esas unutulmaması gerekli olan, O. Veya her yerde yâd edilmesi gerekli olan, O. O’nun yâd edilmesiyle dünyanın çehresi değişecek.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi efdalüssalevât ve etemmütteslimât) doğumu, insanlığın da yeniden doğumu demektir

Geçende -levhalardaki bir söz münasebetiyle- arz etmeye çalıştım; O’nun vilâdeti/doğumu, insanlığın yeniden doğumu demektir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğmadan evvel, insanlık, konumunun farkında değildi; ne “Allah” bilir, ne “peygamber” bilir, ne “ef’âl-i İlâhiye” bilir, ne “âsâr-ı İlahiye” bilir, ne “sıfât-ı Sübhâniye” bilir, ne “Esmâ-i İlahîye” bilir ve ne de “Zât-ı Baht” bilirdi; bilmezdi bunları. Bu bilinmezleri, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) talim etti. Dolayısıyla biz, yeniden insan olduğumuzu idrak ettik.

İnsan, insan olduğunu idrak edeceği âna kadar, gerçek insan değildir! Allah, insanı “ahsen-i takvîm”e mazhar yaratmış ve ahsen-i takvîmi de “iman” ve “amel-i sâlih”e bağlamıştır. Yoksa çukuru gösteriyor, “esfel-i sâfilîn” diyor: لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ “Muhakkak ki Biz insanı, en güzel şekil ve en mükemmel kıvamda yarattık; sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.” (Tîn, 95/4-5) Çukurların en derinine, “esfellerin en esfeli”ne. Çünkü insanın iki yönüyle öyle bir çukura düşme ihtimali vardır: Bir: Atalet. İki: Oraya kendisini düşürebilecek menfi fiillerde bulunma. Bir kurtuluş yolu, kanadı vardır; o da Allah’a iman ve aksiyon. Bir şansa sahipsiniz orada. Şimdi evvelâ, لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ buyuruluyor. Sonra, إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Ancak iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar müstesna.” (Tîn, 95/6) Kur’ân-ı Kerim’de, şu anda sayısı aklımda değil, bilmem ne kadar yerde, belki yüz yerde “iman ve amel-i sâlih” beraber zikrediliyor; “iman, amel-i sâlih”, “iman, amel-i sâlih”. Üstad Necip Fazıl, “iman ve aksiyon” demiş ve bir konferansına mevzu yapmıştı bunu.

Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) vilâdeti, insanlığın -yeniden kendi insanlığını idrak etmesi, konumunu idrak etmesi açısından- doğumu demektir. Ben -bir yönüyle- “insan” olamadıktan sonra, ha varmışım, ha yokmuşum; “cemâd”dan (cansız, kuru varlıklardan) farkım yok demektir. Cemâd olmadığımı, farklı bir konuma sahip olduğumu ve Allah’ın bana farklı baktığını ben öğrendimse, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sayesinde öğrendim. Ama kendi kabiliyetime göre öğrendim. Siz kendi ufkunuz itibarıyla daha derin öğrendiniz. Ufku daha enginlere açık insanlar, daha derin öğrendiler, Mele-i A’lâ’nın sâkinlerininki ölçüsünde öğrendiler onu. Ve dolayısıyla bir diriliş, gerçek bir ba’s-u ba’de’l-mevt oldu, O’nunla.

Bir ba’s-u ba’de’l-mevt… Ne zaman ölmüştük biz? Dünyaya ölü olarak geliyoruz biz, “hiçbir şey” olarak. Kur’an öyle ifade buyuruyor, çend yerde hem de; anne karnındaki o “cenin”lik durumundan alıyor da -Jinekologlar biliyorlar bunu, geçirdiği safhalar itibarıyla- dünyaya gelmeye, sonra çevresi itibarıyla öğrendiği şeyleri öğrenmeye kadar… Hiçbir şey olarak dünyaya geliriz. Fakat dünyaya geldikten sonra ortam ve işte o yüce mesaj… O’nun mesajının ne kadarı bize geliyorsa şayet -alfası mı, betası mı, gaması mı geliyor; ne kadarı geliyorsa- o kadar istifade ederek, o kadar kendimizi idrak etmiş olur, konumumuzu belirlemiş oluruz, Allah’ın izniyle.

Bu açıdan O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizim için her şeydir. O’nun sevdirilmesi de, tanıtılması da, şöyle-böyle, hangi seviyede olursa olsun bunların hepsi, O’nun hesabına bir kazanımdır. Allah Rasûlü, مَنْ قَالَ “لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ”، دَخَلَ الْجَنَّةَ “Lâ ilâhe illallah diyen, Cennet’e girer!” buyuruyor. Evet, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ “Lâ ilahe illallah”ın lâzımıdır, o da melzûm. Bir insan böyle bir mesajda bulununca, kendi kendine dememiştir; hele O’nun gibi, Hazreti Sâdık u Masdûk, böyle bir şeyi kendi kendine söyleyemez. Fakat “Lâ ilâhe illallah diyen, Cennet’e girer!” diyor. Ee, kim böyle bir şey söyleyebilir: مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ “Muhammedun Rasûlullah” denen zât, “Hazreti Ahmed u Mahmud u Muhammed” denen zat; sahih hadis kitaplarında da öyle buyuruyor.

Bir kısım kardeşlerimiz bu meseleyi serişte ederek, “Baksana yahu, imanı böldü parçaladı bu adam. Meseleyi sadece ‘Lâ ilahe illallah’a bağlıyor!” dediler. Yahu ben değil, onu, o sözün sahibi, Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylüyor ve o meselenin esprisi de burada. Öyle ciddî bir bişârette bulunan bir insan, olmadığı zaman öyle bir tahzîrde bulunan bir insan, kendi hevâ ve hevesine göre konuşmaz ki!.. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir vazifeli, O bir muvazzaf. Dediği şeyin, söylediği üç tane kelimenin bir tek harfinde yanlışlık olduğu zaman sema gürler ve O, ikaz edilir; “Öyle değil sevdiğim, bu böyledir!” denir. Dolayısıyla, مَنْ قَالَ “لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ”، دَخَلَ الْجَنَّةَ

Sahabe-i kiram efendilerimizden öylesi var ki geliyor, rahle-i tedrisi önünde çöküyor; لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ diyor, bir savaşa gidiş esnasında. Ve sonra da o iş başlıyor. Bir tek namaz kılmadan orada şehit düşüyor. Namaz kılmadan şehit düşen, şehit düştü; düştü ama nereye düştü, “cup” diye Cennet’in göbeğine düştü. Namaz kılmadı, oruç tutmadı, dinin esâsâtına dair bir şey öğrenmedi ama o mübarek kelimeyi söyledi. O anahtar ile Cennet’in kapısını açtı: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Kapı açıldı, o da -bağışlayın- “cup” diye içeriye girdi.

İnsan hâlis niyetle yola çıkarsa, hedefe ulaşamasa bile, Cenâb-ı Hak onu ötede hedefi yakalamış gibi mükâfatlandırır; zira ameldeki boşlukları hâlis niyet doldurur

Bu açıdan o şehbalin dalgalanması, kimin üzerinde, ne ölçüde tesir icrâ ediyorsa etsin çok önemlidir. Siz buna dilbeste olmuşsanız… “Dilbeste”, Farsça kelime; “dil”, gönül demek, öbürü de “bağlanma” demek. Buna gönül bağlamışsanız şayet.. onu kendiniz için meselenin olmazsa olmazı haline getirmişseniz şayet.. “Çok geniş bir şey, nasıl yaparız bunu?” deyip onu gaye-i hayal yapmışsanız şayet, sizin o mevzuda yaptığınız şeyler, meselenin tamamiyetinin size kazandırdığı sevabı kazandırır. Çünkü إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.” Buharî’nin birinci hadisidir bu; Hazret, ihlasına binaen, orada evvelâ bu niyet hadis-i şerifini zikrediyor.

Ayrıca, bir hadiste, نِيَّةُ الْمُؤْمِنِ خَيْرٌ مِنْ عَمَلِهِ “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” deniyor. Bu, “Amelin hayrı yok!” demek değildir. Hadiste geçen “hayr” (خَيْرٌ) kelimesi, ism-i tafdildir; “Mü’minin niyeti, amelinden daha hayırlıdır.” Çünkü niyette esasen, bir genişlik, bir vüs’at vardır. Mevzuya bir misal olarak şunu arz edeyim: Yatsı namazını kılıp sabah namazına kalkma niyetiyle yatağa giren insan sabaha kadar ibadet etmiş gibi sayılır. Yatıyorsun; sağ yanına yatıyorsun, sol yanına yatıyorsun, sırt üstü yatıyorsun, başka başka şeylerle meşgul olarak da yatıyorsun. Ama akşam yatarken “Sabah namazına kalkacağım!” diyorsun. Bir de daha derin bir şeye kalkma niyeti varsa, “Teheccüde kalkacağım! Bir hacet namazı kılacağım! Şu dize gelmiş, asâ gibi iki büklüm olmuş mü’minlerin, bellerini doğrultmaları adına seccadeye başımı koyacağım, Allah’a en yakın olduğum o anda, içimi O’na dökeceğim!” diyorsan…

Efendim, “Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccâde / İşte, insanı kurbete taşıyan cadde.” Allah Rasûlü buyuruyor: أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Allah’a en yakın olduğu ân, tevazuunun zirvesi sayılan, başını-yüzünü yerlere sürdüğü andır!” Su gibi… Su, yüzünü yerlere sürerek ummanlara ulaştığı için, yeniden tebahhur edip semalara çıkma yolunu buluyor, tevazuuna Allah’ın bir ihsanı olarak. Sonra da rahmet olarak şakır şakır başımızdan aşağıya yağıyor. İşte “secde” öyle bir şey; bir insanın “Daha ötesi yok benim için.” diyeceği yer, “El-pençe divan durdum!..” “El-pençe divan” derlerdi ona da veya Hazreti Pîr ifadesiyle “kemerbeste-i ubudiyet”. Kulluk adına kemerbeste olma. Beline bir kuşak bağlamışsın, kulluğun emaresi olarak. Mevlânâ’nın dediği gibi,

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ،

مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ،

هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ،

مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَابَنْدَه شُـدَمْ

“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. (Kulluk vazifemi hakkıyla ifa edemedim, mahcup oldum, başımı önüme eğdim.) Her köle âzâd edilince sevinir, şâd olur; ben ise Sana kul oldum diye seviniyorum. (İzinin tozuna yüz sürebildiğim için şâd ve mesrûrum.)” diyorsun. Sonra eğiliyorsun, “Hayır, bu ayakta durmak yetmez; iki büklüm, asâ gibi iki büklüm olmak lazım!” Sonra âdetâ kalkıp hani O’nu (celle celâluhu) “görüyor” gibi yapma ve O’nun (celle celâluhu) tarafından “görülüyor olma” mülahazasını ortaya koyma. Efendim, Cibrîl hadisinde, “El-İman.. ve’l-İslam.. ve’l-İhsan.” مَا اْلإِحْسَانُ؟ diye soruyor. أَنْ تَعْبُدَ اللَّهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, şudur: Allah’ı görüyor gibi kulluk yapman; sen O’nu (celle celâluhu) göremeyebilirsin, O (celle celâluhu) seni görüyor ya!”O mülahaza…

Âdetâ başını o mülahaza ile kaldırma. سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ “Allah, hamd edenin hamdını işitir!” Hamd ediyorsun, fakat O’nun işitildiğini de aynı zamanda ilan ediyorsun. “Ey her şeyi işiten Semî, Karîb, Basîr! Benim Rabbim!” يَا مُجِيبَ الدَّعَوَاتِ.. سَمِعَ اللهُ لِمَنْ حَمِدَهُ diyorsun. Âdetâ orada cevap almış gibi, bu defa, “Esasen benim yapacağım şey, tamamen yüz üstü kapanma, Sen’in karşında yerlere kadar.” diyorsun. Başını secdeye koyduktan sonra da şöyle yakarıyorsun: اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ “Allahım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkarana (Yaratan’a) secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”

Bakın, bu duada bir kere daha, تَبَارَكَ اللهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ deniyor. “Sen, beni öyle bir mahiyette yarattın ki, vücudum, mafsallarım, filan… Sen’in karşında kulluk yapmaya göre sanki beni programlamışsın!..” Evet, insanın vücudunda üç yüz şu kadar küsur mafsal bulunduğunu söylemiş Sâhib-i Şeriat, Söz Sultanı. Günümüzdeki anatomistler de bu meselenin milimi milimine aynen olduğunu ifade ediyorlar. Bunları düşünmeli!.. “Âdetâ Sen beni, Sen’in karşında eğilmem için.. Sen beni, Senin için oruç tutmam için.. Sen beni, Hacca gitmem için programlamışsın! Onun için ben bunları duyarak Sen’in karşında başımı yere koyuyorum!..” demeli.

Evet, baş-ayak, aynı yerde, öper alnı seccâde; işte insanı kurbete, Allah’a yakınlığa taşıyan, kestirme cadde!.. Kestirme cadde… Ulaşıyorsun orada.. ve orada içini döküyorsun. Onun için buyuruyor Hazreti Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Allah’a en yakın olduğu ân, tevazuunun zirvesi sayılan, başını-yüzünü yerlere sürdüğü secde anıdır. Orada çok dua edin!”

Rabbenâ, yaptığın bu Hizmet mamuresini zâlimlere, fâsıklara, hazımsızlara, hâsidlere yıktırma; mazlum ve mağdur Hizmet gönüllülerine bir an evvel ferec ve mahreç lütfeyle!..

Antrparantez arz edeyim: Şimdi öyle çok dua edilecek konu var ki?!. Vallahi hani ben sizin seviyenizde değilim; esasen ben, sizin içinizde bulunmanın avantajlarını öbür tarafta yaşayacağımı zannediyorum. Kalbleriniz temiz inşaallah, çehreleriniz gibi. Kendinizi imana, Kur’an’a ve geleneklerimizi dünyaya duyurmaya adamışsınız. Gelip esen, üzerinizden geçen fırtınalar/musibetler, gelip size çarpan tsunamiler, sizde katiyen olumsuz bir tesir icrâ etmiyor, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Ben de sizin içinizde olma bahtiyarlığını öbür âlem itibarıyla kendi içimde yaşıyorum. Defaatla söyledim, belki yüz defa olmuştur; kendimi hep şöyle düşündüm: Ötede mü’minlere “Sen de geç, sen de geç!.. Sen geç, sen geç!” denirken… Hani ulûfe-i şâhânelerde liyakati olmayanlara da “Herkes aldı, sen de al!” denir ya!.. Devlet-i Aliyye’de yapılan bir şey, “ulufe-i şâhâne” deniyor. “Sen de geç!..”

Kıtmîr, kendini düşünürken böyle düşünmüştür. “Sen geç, sen geç, sen geç!..” diyorlar. Geçenler geçiyor; sen de geliyorsun. Size geçende arz ettiğim gibi, dönüp bir geriye bakıyorsun. “Olumsuz yere sürükleyin şunu!” denecekken, “Hayır, madem bunların içindeydi o da!..” “Sen de geç, yaramaz çocuk, sen de geç!” Kendime böyle baktım. Birilerinin bu mevzuda mübalağa yapıp, hüsnüzanlarını ileriye götürerek farklı şeyler söylemeleri ve farklı şekilde görmeleri, Kıtmîr’i hiç alakadar etmez. Kıtmîr’i alakadar etmeyen şeyler, gönül isterdi ki, şöyle-böyle okumuş, diploma sahibi olmuş, hatta kariyer yapmış insanları da alakadar etmesin. Fakat şeytan, kullandı. Şeytan, Kâbil’i kullandığı gibi onları da kullandı. Şeytan, yeniden, bir kere daha Faust ile Mefisto oyunu oynadı. Toy Mefisto, bir kere daha aldandı.

Evet, başımızı yere koyup bu işle şöyle-böyle menfi olarak uğraşan insanların hidayeti için ve aynı zamanda bu işe dilbeste olmuş insanların da kuvve-i maneviyeleri kırılmadan, sarsılmadan bu işi devam ettirmeleri için dua etmeliyiz. Anneniz, babanız, çocuklarınız, eşiniz öldüğü zaman ne ölçüde bir duyarlılık atmosferi içine girer, ağlarsınız?!. Bence o ölçüde gözyaşı dökerek, “Yâ Rabbi! Ne olur; yaptığın bu şeyi, zâlimlere yıktırma! Fâsıklara yıktırma! Hazımsızlara, hâsidlere yıktırma Allah’ım!” diye dua etmeliyiz. “Böyle şeyler, güzel şeyler yaptıklarından dolayı, mağduriyete, mazlumiyete, mehcûriyete, mahrumiyete maruz kalan insanlar var; onları da maruz kaldıkları bu şeylerden halâs eyle!” diye niyazda bulunmalıyız.

Arkadaşlardan bazıları şöyle dua ediyorlar: اَللَّهُمَّ إِطْلَاقَ سَرَاحِ إِخْوَانِنَا وَأَخَوَاتِنَا وَأَصْدِقَائِنَا وَصَدَائِقِنَا وَأَحْبَابِنَا وَأَحِبَّائِنَا وَالْمُظَاهِرِينَ بِنَا وَمَنْ عُدَّ مِنَّا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ لَاسِيَّمَا الْمَظْلُومِينَ وَالْمَغْدُورِينَ وَالْمُسْتَنْطَقِينَ وَالْمُتَّهَمِينَ بِالْإِرْهَابِ تُغْنِينَا بِهَا عَنْ إِطْلَاقِ سَرَاحِ مَنْ سِوَاكَ. اَللَّهُمَّ إِطْلَاقَ سَرَاحِ هَؤُلَاءِ تُغْنِينَا بِهَا عَنْ إِطْلَاقِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle bütün kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın, sevdiklerimizin, bize destek olanların veya bizden sayılarak zulme uğratılan diğer insanların hürriyetlerini lütfet; onların hepsini kurtuluşa erdir. Allah’ım, özellikle mazlumlara, mağdurlara, sorguya alınanlara, hapiste tutulanlara ve terörle suçlanan masumlara Senden gayrısının özgür kılmasına muhtaç bırakmayacak şekilde tam bir hürriyet lütfeyle!.. Allah’ım, onları öyle kurtar ve hürriyete kavuştur ki, Senden gayrı kimsenin serbest bırakmasına muhtaç olmasın, esbaba bel bağlamasın ve mâsivânın minneti altında kalmasınlar!..”

“Allah’ım! Bunları, ekstradan lütfunla, bulundukları duruma yeniden çıkar, ıtlak eyle, salıver bunları!” Başını yere koy, birinci mesele gibi, bunlar için yalvar. اَللَّهُمَّ وَلاَيَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ تَوْلِيَةِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım, bize dostluğunu lütfeyle! Ve başkalarına yalakalık yapmaktan bizi muhafaza buyur!” Allah’ım, bizi Kendine dost eyle; kim olursa olsun, Şeddâd olsun, Nemrut olsun, Firavun olsun, Saddam olsun, Kazzâfî olsun, başkalarına yalakalık yapma zilletine bizi mâruz bırakma!.. Amin.

Zamana ve şartlara göre değişik değişik musibetler vuku bulduğundan Peygamberlerin ve sâlihlerin ferec talep ve beklentilerinde de bir kısım farklılıklar olmuştur

Tirmizî’de İbn-i Mesûd hazretlerinden nakledilen bir hadis-i şerifte, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, en faziletli ibadetlerden biri olarak “intizâr-ı ferec” (kurtuluş beklentisi içinde olma) konusunu nazara veriyor. “Ferec”, olumsuz bir şeye maruz kalınca, insanın ondan sıyrılması, o işin dışına çıkması demektir. Bu, farklı şekillerde olabilir; değişik durumlara göre, değişik şekilde “çıkış”lar söz konusudur.

Hazreti Yûsuf Aleyhisselam’ın fereci, kuyudan çıkmaktır. Orada seyyidinâ Hazreti Yûsuf’un ne dediğini çok bilmiyoruz. Fakat çocuk olmasına rağmen, o tertemiz kalbiyle kim bilir neler demiştir. Bir de genlerinde peygamberlik var. Bir gün Mısır’da bir ses ve soluk olacak.. Kahire başta olmak üzere, bütün Mısır’a sesini-soluğunu duyuracak.. zindandaki insanlara rehberlik yapacak.. sonra Melik’in yakını olacak, sonra nâzırı (bakanı) olacak.. sonra dünya kadar insan, ona bakarak Müslüman olacak.. tâ ses ve soluğunun yankıları, seyyidinâ Hazreti Musa dönemine kadar uzanacak. Öyle ki, Mü’min-i Âl-i Firavun ondan bahsedecek. Firavun sarayındaki, Firavun ordularının başkomutanı, Asiye validemizin de ağabeyi Mü’min-i Âl-i Firavun, Hazreti Musa’yı müdafaa sadedinde, وَلَقَدْ جَاءَكُمْ يُوسُفُ مِنْ قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فِي شَكٍّ “Daha önce Yûsuf da size apaçık delillerle gelmişti; fakat O’nun size getirdiği gerçek hakkında bir türlü şüpheden kurtulamamıştınız.” (Mü’min, 40/34) diyor. “Bundan evvel Yûsuf da gelmişti!..” Ne kadar zaman evvel? Belki bin sene evvel gelmişti. “Siz o zaman bile şek ve şüpheden bir türlü sıyrılamamıştınız!” Hazreti Yûsuf’un sesi-soluğu tâ o döneme kadar ulaşıyor. Evet, O (aleyhisselam), kuyunun dibinde bir musibete maruz kaldı, ona göre bir ferec talebinde bulundu.

Yunus İbn Mettâ’nın ferec istemesi… O da işte balığın dişleri arasında veya karnında kalıyor. Kur’an “Yuttu!” diyor, karnında kaldığını ima ediyor. فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Sonra, (düştüğü balığın karnının, gecenin ve denizin, bir de bulunduğu halin) karanlıkları içinde, ‘Sen’den başka ilâh yoktur. Sen, her türlü kusurdan, eksiklikten, eşi–ortağı bulunmaktan mutlak münezzehsin. Ben, gerçekten kendine yazık edenlerden oldum!’ diye yakardı.” (Enbiyâ, 21/87) Böylece, halini arz ediyor, niyazda bulunuyor. “Ya Rabbi! Ben kendime zulmettim!” Halini arz etmedir bu. “Şunu yap, bunu yap!” değil; halini arz ediyor: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Lemalar’da, Hazreti Pîr-i Mugân tarafından bu meselenin üzerinde hususi olarak duruluyor, bildiğiniz gibi. Hazreti Yunus aleyhisselam’ın yalvarıp-yakarması ve ferec intizarı da böyle bir şey.

Eyyûb (aleyhisselam) da tepeden tırnağa yara-bere içinde oluyor. Hatta menkıbelerde rivayet edilen vakıası itibarıyla -Hazreti Pîr’in de yine Lemalar’da nazara verdiği gibi- diline ve kalbine de yaralar isabet ediyor. Bir yönüyle latife-i Rabbâniye’si ve O’nu dillendirecek dili müteessir oluyor. Esasen “dil” o (gönül), Farsça; bu, “lisan”, o da Arapça. Dolayısıyla bu (dil), onun (kalbin) tercümanı olması itibarıyla kıymet ifade eder; ona tercüman olmadığı sürece laf-ı güzaf, yaptığı her şey. Bu iki şeye (dil ve kalb) yara-bere isabet edince, edeceği şeyi edemediğinden dolayı, O (aleyhisselam) da, أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!”(Enbiyâ, 21/83) diye niyaz diyor. Hazreti Üstad, naklederken, onun duasına “Rabbi” kelimesini de ilave ediyor; çünkü Cenâb-ı Hakk’a nida ediyor orada; demek ki “Rabbi!” dedi, أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ “Bu dert, bu zarar bana iyice dokundu.” Sâd Sûresi’nde de, أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ “Şurası bir gerçek ki, şeytan yüzünden bir bitkinlik ve büyük bir ızdıraba düçâr oldum.”(Sâd, 38/41) dediği naklediliyor. “Şeytan, bana dokundu!” diyor orada, nefsini biraz daha aşağıya alarak, suçlayarak, sorgulayarak. Peygamber âdâbı, “niyaz”da bulunuyor. Onun da maruz kaldığı musibet, farklı bir şey; intizâr-ı fereci de öyle oluyor.

Seyyidinâ Hazreti Musa’yı da demeden geçmeyelim. Firavun, ordularıyla arkadan gelince, arkasındaki insanlar az endişeye kapılıyorlar. “Takılmış!” demeyeyim, ona “ittibâ etmiş” insanlar, O’nunla beraber gidilecek yere gitmeye karar vermişler; “İşte geldiler, yakalayacaklar!” falan, paniğine/telaşına kapılıyorlar. قَالَ كَلَّا إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ “Hazreti Musa, ‘Asla!..’ dedi, ‘Rabbim muhakkak benimledir; bana kurtuluş yolunu gösterecektir.” (Şuarâ, 26/62) “Rabbim bizimle beraberdir ve mutlaka bize bir yol gösterecektir!” Karşılarına ırmak çıkıyor, deniz çıkıyor, arkada da düşman…

Tarık İbn Ziyad ile alakalı yazılan bir romanda şöyle bir hadise anlatılır: İspanya’ya geçtiklerinde, karşılarında koskocaman, yüz binlik bir ordu görülüyor; arkalarında da deniz. Denizi geçtikten sonra da, Cebel-i Tarık boğazını geçtikten sonra da, esasen Herkül Burcu’nu geçtikten sonra da gemileri yaktırmış ki, kaçma duygusu, geriye çekilme duygusu kalmasın. Romanı yazan diyor ki: “Ordusuna şöyle seslendi: Önünüzde deniz gibi bir düşman, arkanızda da düşman gibi bir deniz! Ya geriye kaçıp boğulacaksınız veya ileriye gideceksiniz, Endülüs’e girme imkânı olacak!” Şahlanıyor asker, çok kısa zamanda kralın sarayı içinde kendilerini buluyorlar, Granada’da.

Evet, seyyidinâ Hazreti Musa da, إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ “Rabbim, benimle beraberdir, hiç şüpheniz olmasın, mutlaka bir yol gösterecektir!” diyor. اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَ “Asânı denize vur!” deniyor; asasını vurunca, deniz şâk oluyor. Onlar (Hazreti Musa ve kavmi) geçiyor; zalim, fâsık, münafık, hâsid -her dönemde olduğu gibi- cezasını buluyor. Onlar geçiyor kurtuluyor; arkadan gelenler boğuluyor, belasını buluyor. Hep öyle olmuştur: Onlar geçecek, kurtulacak; onlara zulmedenler ise gelecek, belalarını bulacaklar.

Şimdi bakın, şartlara ve zamana göre durumlar, hadiseler farklı, sıkışmalar farklı; dolayısıyla da ferec-mahreç talepleri de farklı oluyor. Biz de dua ederken, ondan mülhem, اَللَّهُمَّ اجْعَلْ لَنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا “Allah’ım! Bize bir ferec, bir çıkış yolu, bir mahreç ihsan eyle!” diyoruz. Şimdiki hadiseler de o günkü hadiseler gibi değil. Siz Kâbe’ye gidiyormuşsunuz; bir yönüyle, hacca gideceksiniz, Kâbe’yi tavaf edeceksiniz, Ravza-i Tâhire’ye gideceksiniz, Muvacehe’ye yüzler süreceksiniz. Birden bire kırk haramîler önünüzü kesmiş burada. Mallarınıza/mülklerinize el koymuş. Çok olmuş bu, tarihte böyle olmuş, mala-mülke el koymuşlar. Çırılçıplak kalmışsınız; elbiselerinizi bile almışlar, hayvanların sırtındaki ihramlarınızı bile almışlar orada. “Yahu hacca gideceğiz, Harem sınırları içine girdiğimizde ihrama gireceğiz; fakat ihramı da aldılar bunlar, haramîler!” falan. Böyle bir şeye maruz kalmışsınız orada. Şimdi o zaman Cenâb-ı Hakk’a teveccüh keyfiyeti -herhalde- farklı olur.

Allah’ın fazlından talepte bulunun; şüphesiz O (azze ve celle) Kendisine dua edilmesini ve fazlından istenmesini sever

Şimdi başta işaret ettiğimiz hadis-i şerife gelelim; Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: سَلُو اللهَ مِنْ فَضْلِهِ “İsteyeceğinizi, Allah’ın fazlından isteyin!” Allah’ın fazlı, Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan lütfu demektir. Hani Türkçemizde Türkçe kelime zannedilir de, Arapça bir ifade olan “meccânen” tabirini kullanırız. Bir Hak dostunun dediği gibi, “Allah’ım, beni meccânen yarattın, meccânen bu noktaya getirdin, meccânen de bağışla!”Hani ille de bir karşılık olmasın!.. Biraz evvel bahsettiğim hadisteki arkasına bakan zat gibi. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ bütün sermayesi. “Buyur, sen de onlarla beraber gir!” Allah’ın fazlı, bu.

O “fazl”a işaret sadedinde, Efendimiz buyuruyor ki ashabına: “Allah’ın fazlı olmadan, hiç kimse Cennet’e giremez!” Soruyorlar, “Sen de mi yâ Rasûlallah?!” Diyor ki, “Ben de Allah’ın fazlı ve rahmeti olmayınca giremem, ben de!” Bir şeye dikkati çekiyor, “muktedâ bih” olması itibarıyla: Hiç kimsenin ameli, davranışı, -ne kadar fedakârlık yaparsa yapsın- Cennet’i peyleyebilecek kadar değerli değildir.

Dünyadaki bütün hayatınız ne kadar? Sizin bütün ömrünüz, olsa olsa… Dünyada en uzun yaşayan olarak, şimdi her halde 140 yaşında bir insandan bahsediyorlar; belki iki tane insan var öyle, geçmişte de belki o kadar. Ebediyete nispeten buna “sıfır” bile derseniz, sizi sorgularlar; “Niye yalan söylüyorsun?” diye. Ebediyete nispeten “sıfır” ifade etmez bu. Onun için yine Hazreti Pîr buyuruyor ki: “Dünyanın birlerce sene mesûdâne hayatı, Cennet’in bir dakikasına mukabil gelmez!” Bir de onun üstünde ayrı bir şey var ki; “Cennet’in de binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika rü’yet-i Cemâline mukabil gelmez.” O’nun Cemâl-i bâ-kemâlini görmeye… Şimdi o zaman sen, senin amelin?!. Hiç durmadan, uyumadan hep koşturup dursan -bir küheylan gibi, kalbin durasıya- zannediyorum, insafına sorsalar senin, deseler ki: “Bu yaptığın şeyler ile hakikaten, Cennet peylenir mi, Cemâlullah’a tâlib olunur mu?!.” -Cemâlullah için “peylenme” tabirini kullanmayın! “Onlarla, Cenâb-ı Allah’ın cemaline tâlip olunur mu?” diyebilirsiniz.- Estağfirullah, ne münasebet!.. Ya bu, bir damla ile deryayı peyleme demektir. Bu ne küstahlık, bu ne saygısızlıktır?!. Demek ki, oraya girme mevzuu tamamen Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan bir lütfu.

Öyleyse, Allah’ın lütfuna talip olun, Allah’ın fazlından isteyin!.. فَإِنَّ اللَّهَ (عَزَّ وَجَلَّ) يُحِبُّ أَنْ يُسْأَلَ “Şüphesiz Allah (azze ve celle) Kendisine dua edilmesini ve fazlından istenmesini sever.” buyuruyor Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Allah, Kendisinden bir şey talep edilmesini çok sever!” diyor bu hadis-i şerifte. Efendimiz, مَنْ لَمْ يَسْأَلِ اللَّهَ يَغْضَبْ عَلَيْهِ buyuruyor başka bir yerde de, “Bir kimse Allah’tan sualde bulunmuyorsa, bir şey istemiyorsa, gazab-ı İlahî’ye düçâr olur!” Niye küstahlık yapıyorsun sen?!. Sen, durumun itibarıyla kapıkulu değil misin?!. O kapının tokmağına dokunma mecburiyetinde değil misin?!. Ziline basma mecburiyetinde değil misin?!. “Allah!” deme mecburiyetinde değil misin?!. Niye istemiyorsun?!. “Verecek Zât’tan niye istemiyorsun?!. Bu, bir istiğna olmaz mı? “Benim sana ihtiyacım yok!” manasına gelmez mi? Ve bu, bir küstahlık sayılmaz mı?!. Öyle ise, bakın nasıl “gazab-ı İlahî” diyor; Cenâb-ı Hak’tan bir şey istememe, İlahî gazabın celbine sebebiyet veriyor. Onun için, يُحِبُّ أَنْ يُسْأَلَ “Kendisinden istenmesini sever.” Bu da pozitifi; o negatifi idi, bu da pozitifi.

İntizâr-ı ferec, ibadetlerin en faziletlilerinden biridir; fiilî ve kavlî duaya sarılıp sabr-ı cemil ile kurtuluş bekleyenler her an ibadet ediyormuş gibi mukabele göreceklerdir

Sonra, وَأَفْضَلُ الْعِبَادَةِ انْتِظَارُ الْفَرَجِ “İbadetlerin belki en faziletlilerindendir, intizâr-ı ferec.” Bir hazf-ı icaz var burada; yani, belki ibadetlerin en faziletlilerinden bir tanesi de “intizâr-ı ferec”dir. Kuyuya düşmekten, balık tarafından yutulmaktan, arkada Firavun ordularıyla karşı karşıya kalmaktan, kırk haramîlerin gelip sizi hac yolunda soymalarından… Bütün bunlardan sıyrılma adına -esasen- bir beklentiye girme, “intizâr”.

Sarf iştikaklarına göre “intizâr” kelimesi, “ifti’âl” babından gelir. İfti’âl babı, mutavaat içindir; bir yönüyle “nazara / n-z-r” kelimesinden geliyor bu. Bakacaksınız, fakat o bakmayı/beklemeyi -esas- tabiatınıza mal edecek, tabiatınızın derinliği haline getireceksiniz. Öyle ki sürekli bir intizâr içinde, bir bekleme içinde, bir bakma içinde olacaksınız. Kur’an-ı Kerim’de değişik ayetlerde böyle bir intizâr nazara veriliyor; mesela وَانْتَظِرُوا إِنَّا مُنْتَظِرُونَ “O halde bekleyin bakalım netice nasıl tezahür edecek; nitekim biz de beklemekteyiz.” (Hûd, 11/122) deniyor. Evet, siz bakın, bekleyin, intizâr edin; biz de intizâr ediyoruz!..

Evet, “İntizâr-ı ferec, ibadetlerin en faziletlilerindendir!”Şimdi meseleyi bu çerçevede ele aldığımız zaman, şu anda Müslümanların, İslam dünyasındaki bütün Müslümanların, maruz kaldıkları musibetler var. Sizleri de onlardan ayrı düşünmek doğru değil, sizin de maruz kaldığınız şeyler var. Kuyu dibine atılma gibi şeyler var. Farkı yok esasen… Balık tarafından yutulma gibi şeyler var. Karşıda bir deniz, arkada deniz gibi bir düşman durumuna maruz kalma gibi şeyler var. Bütün bunlar karşısında o beklemeyi, o gözetlemeyi tabiatınızın derinliği yaparak, onu içtenleştirmek -yalın Türkçe ile, içtenleştirmek- suretiyle hep oturup kalkıp onu vird-i zebân etme: اَللَّهُمَّ إِطْلاَقَ سَرَاحِ إِخْوَانِنَا، وَأَخَوَاتِنَا، وَأَصْدِقَائِنَا وَصَدَائِقِنَا، وَأَحْبَابِنَا، وَأَحِبَّائِنَا، تُغْنِينَا بِهِ عَنْ إِطْلاَقِ سَرَاحِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım, Sen kadın-erkek bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı ve sevdiklerimizi salıverirsen, bizim o mevzuda yapacağımız her şeyden, başkalarının serbest bırakmasından bizi müstağni kılmış olursun. Sen yap Allah’ım!..”

Böyle bir intizârda bulunmak ve abdeste hazırlık esnasında bile onu söylemek!.. Namazda, imamın arkasında duruyorsunuz; orada sükût etmek, “istimâ” esastır. Fakat kelâm-ı nefsi ile, yani bir “iç söylenti” ile, “iç mülahaza” ile, yine o meseleyi dillendirmek… İçte o meseleyi dillendirmek… Yemek yerken yine o meseleyi dillendirmek.. Lokmayı ağzımıza götürürken dahi hep şu mülahazalarla dolu bulunmak: Bunu bazı yerlerdeki kardeşlerimiz bulup ağızlarına götüremediler! Belki kendileri bir yerde ağızlarına götürüyorlar; fakat eşleri ağlıyor, çocukları “ciyak ciyak” bağırıyorlar ama ağızlarına götürecek lokmaları yok. Çokları dünyanın değişik yerlerine sığındı, kamplarda yaşıyorlar. Bunların hepsi Sen’in yolunda hizmete adanmış insanlardı. Ve bu adanmışlığı, Sana karşı belki en önemli bir vazife sayıyorlardı. “Allah’ım! Kendimizi Sana adadık, Sen’in âzâd kabul etmez, boynu tasmalı kullarınız. Sen’in nâm-ı Celîlini dünyaya duyurma niyetindeyiz, azmindeyiz, kararındayız!..” diyorlardı/diyorlar. Allah, bu duygu ve bu düşüncelerden bir dakika bizi mahrum yaşatmasın!..

Biz, Allah’ın izni ve inayetiyle durduğumuz yerde duracak, sürekli halimizi Cenâb-ı Hakk’a -o peygamberler gibi- arz edecek ve bir intizâr-ı ferec içinde oturup-kalkacak, hep o mülahaza ile hayatımızı sürdürmeye çalışacağız. Bu niyette olduğumuz sürece, bu niyet ettiğimiz meselelerin realize edilmesine terettüp edecek sevaplar terettüp edecek.

Başa dönüyoruz: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”  إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir.” Evet, kim Allah için hicret ederse, muhacir olursa, gittiği yerde mutlaka bir çeşit Ensar ile karşılaşır. Dolayısıyla dünyaya bir kere daha Ensar ve Muhacir faslı yaşatır, Allah’ın izni ve inayetiyle. Sesini-soluğunu oralarda da duyurur.

Esasen, çok geniş âlemde ses-soluk haline gelme hakkı olan bir yüce mefkûre, ihtiyarî olarak -belki- dünyanın değişik yerlerinde ifade edilememiş, seslendirilememişti. Allah, “cebr-i lütfî” ile bunu yaptı/yapıyor. Bu da bir lütuf olduğuna göre, varsın arkasında “cebir” olsun. Cebr-i lütfî ile, Allah saçtı, savurdu. Nasıl saçtı, savurdu?!. Adeta dedi ki: “Kurak yerler var, çorak yerler var. Ben sizi birer tohum gibi oralara saçıyorum. Gidin oralarda toprağın bağrında çürüyün; toprağın bağrında çürüyün ve başağa yürüyün!..” Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

En güzel örnekler: Hepsi yıldız sahabîler

Fethullah Gülen: Bamteli: En güzel örnekler: Hepsi yıldız sahabîler

Soru: Çocukların ve gençlerin eğitiminde günümüzün en büyük ihtiyaçlarından birinin “rol model” olduğu dillendiriliyor. Ashâb-ı Kirâm efendilerimizi tarihin bir diliminde yaşayıp gitmiş insanlar değil de hala birer nümune-i imtisal ve üsve-i hasene olarak sunabilmek için nasıl bir üslup geliştirilmelidir? Çağımızın ufkuna uygun ve psikolojik tahliller gibi derinlikleri de muhtevi bir tefsire duyulan aynı ihtiyaç Ashâb-ı Kirâm’la alâkalı eserler için de söz konusu mudur?

  • “Üsve-i hasene”, en güzel örnek demektir; “nümûne-i imtisal” sözü de yolunda gidilmeye, kendisine uyulmaya ve adım adım takip edilmeye layık, örnek alınabilecek en mükemmel model manalarına gelir. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci kahramanıdır. Cîlî’nin de dediği gibi; varlık âleminde, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahsı göstermek mümkün değildir. Ashâb-ı Kiram efendilerimiz, işte o İnsan-ı Kâmil’in rahle-i tedrisinde yetişerek birer âbide şahsiyet haline gelmişlerdir. (01:10)
  • Kur’an-ı Kerim, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ve Hazreti İbrahim’i (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalatü vesselam) “üsve-i hasene” olarak nazara vermiştir. Ayet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır:

    لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً

    “Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21)

    قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ

    “Hazreti İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır (…)” (Mümtahine, 60/4) (03:05)
  • Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

    فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ

    “Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, Sünnet 5) buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Dini hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz. (04:24)
  • Asr-ı Saadet’te meydana gelen vakıalar cüz’î birer hâdise olsa da, onlarda, kıyamete kadar gelecek bütün küllî hâdiselere işaret vardır. O dönemde vuku bulan her hâdisede, âdeta, daha sonraki devirlerde yaşanacak meseleleri çözme adına bir kısım uçlar mevcuttur. İşte kendi dönemlerinin şartlarını ve o dönemde yaşayan insanların kültür seviyelerini nazar-ı itibara alıp bu uçlardan hareket ederek yürüyen insanlar, içinde yaşadıkları dönemde ortaya çıkan problemleri çözüme kavuşturabilirler. Aynı şekilde ulaşım ve telekomünikasyon vasıtalarıyla hızla küreselleşen bir dünyada yaşayan günümüz insanı da, karşı karşıya kaldığı problemlerin halli için siyer-i seniyyede bırakılan o uçlardan hareket ederek alternatif çözümlere yürüyebilir. Fakat bunun kâmil mânâda yapılabilmesi için, hem siyer-i seniyyenin iyi okunup iyi bilinmesi, hem de çağın iyi okunup iyi tahlil edilmesi gerekir. Elbette ki, 14 asırlık İslâm tarihi boyunca farklı zaman dilimlerinde siyer felsefesine dair bazı hususlar üzerinde durulmuş ve sosyal tarih açısından Asr-ı Saadet’teki bazı hâdiseler yorumlanmıştır. Fakat o dönemlerdeki şartlarla bugünkü şartlar arasında çok ciddî farklılıkların olduğu da bir gerçektir. Bu açıdan daha önceki dönemlere ait siyer yorumlarından istifade etsek de, onların günümüze tam olarak ayna tuttuğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla günümüz şartları açısından siyer felsefesini ancak, en büyük müfessir olan zamanın tefsirini göz önünde bulunduranlar, onun ortaya koyduğu tevil ve tefsirleri nazar-ı itibara alanlar, yani ibnü’z-zaman veya ibnü’l-vakt olanlar yapabilirler. (06:48)
  • Örnek alınacak insanlar, Ashab-ı Kirâm efendilerimizdir. Dolayısıyla, anlatacağımız mevzuları misallendirirken örnekleri hep onlardan seçmeye çalışmalıyız. Kur’an-ı Kerim, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamber yolunun realitelerini göstermek ve O’nu teselli etmek için tarih boyunca Hak elçilerinin çektiklerini farklı yönleriyle, “tasrif” yaparak anlatmaktadır. Kur’an’ın bu anlatış tarzı aslında bize de bir üslup öğretmektedir. Biz de her biri birer nümûne-i imtisal olan sahabe efendilerimizi farklı hususiyetleriyle anlatmalı; hem onların hayatları ışığında bu yolun realitelerini göstermeli, hem de insanlara onları sevdirmeli ve yeni nesilleri onların güzel ahlaklarıyla ahlaklanmaya özendirmeliyiz. (08:57)
  • Her zaman Rasûl-ü Ekrem’in yanında bulunduğu ve güzel ahlakıyla hep örnek olduğu gibi, 2 sene 3 ay 10 küsür gün süren hilafeti sırasında her biri bugünkü PKK gailesinden daha büyük 11 tane hadiseyi halleden; bu arada ihtiyaç ölçüsünde bir maaşla geçinip arta kalan parayı kuruş kuruş biriktirip “milletin malı” diyerek kendisinden sonraki halifeye bırakan Hazreti Ebu Bekir’in (radiyallahu anh) tanıtılması ve sevdirilmesi lazım. (12:00)
  • Gençliğindeki cazibesi, dünyayı elinin tersiyle itip Allah Rasûlü’nü tercih edişi, Medine’deki hizmetleri, cihad meydanındaki yiğitliği ve ötelere yürürken dile getirdiği muhasebesi ile Hazreti Mus’ab’ın (radiyallahu anh) tanıtılması ve sevdirilmesi lazım. (14:30)
  • İnsan bildiğini sever, bilmediğine karşı ya alâkasız kalır ya da onu sevmez. Neden günümüzün insanı Allah’ı delice sevmiyor, andığı zaman burnunun kemikleri sızlamıyor. Çünkü tanımıyorlar Allah’ı. Yaman Dede, ne zaman “Ya Rasûlallah!” dese, ayaklarının bağı çözülür ve sokağın bir kenarına yıkılırmış. Neden Rasûlullah’a karşı bu ölçüde bir aşk u alâka yok. Çünkü Rasulullah’ı tanımıyorlar. (16:12)
  • Ashâb-ı Kirâm efendilerimizi tarihin bir diliminde yaşayıp gitmiş insanlar değil hep aramızda yaşayan örnek şahsiyetler olarak görmek lazımdır. Onlar, Allah Rasûlü’ne ulaşmak için bir köprüdür. (18:24)
  • Babam iki şeye delice aşıktı: Bir, “sahabe” denince; bir de “Osmanlı” deyince başı dönerdi, hemen gözleri dolardı. Onun da tesiriyle yedi sekiz yaşımdayken bile hep Ashâb-ı Kirâm’ın hayatını okuyor, onlarla oturup kalkıyordum; Sahabe-i Kirâm’ın hayatı beni canlı tutuyor gibiydi. (19:42)
  • Bir ferdin kâmil manada insan olması, Allah’ı sevmesine, Allah’ın sevdiklerine karşı muhabbet duymasına ve Allah’ın sevgisine vesile olacak ameller peşinde koşmasına bağlıdır. Bu sevgilerin en kestirme yolu ise, Allah Rasûlü’nün ahlakıyla ahlaklanmaya çalışmaktır. (22:33)
  • Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin hususî karakterleri vardır; onların her biri kendine has özellikleriyle müstakil olarak anlatılabilir. Aynı zamanda bazıları belli sahalarda çok öne çıkmışlardır; mesela bazı sahabîler askeri ve idari birer dâhîdir. Böyle hususi mevzular işlenirken özellikle o yönüyle öne geçmiş sahabîler misal olarak seçilebilir. Ezcümle, yiğitlik, fedakârlık, hakkaniyet ve adalet mevzuu anlatılacaksa, Hazreti Halid bin Velid’in hayatından bazı tablolar serdedilebilir. Bazen de belli bir haslet üzerinde durulurken beş on sahabinin hayatından farklı misaller verilerek konu derinleştirilip o güzel ahlakın sadece bir iki insanın işi olmadığı, toplumca kabul edilip yaşanmış bulunduğu da vurgulanabilir. (24:40)
  • Ashâb-ı Kirâm anlatılırken “tasrif” yoluna gidilmesi de çok önemlidir. Kur’an-ı Kerim’in bir üslubu olarak “tasrif”; ulvi hakikatlerin ve ilahî emirlerin türlü türlü vesilelerle farklı zaviyelerden ele alınarak güzelce açıklanması; merhum Elmalılı’nın ifadesiyle, aynı anlayışın, aynı haberin, aynı müşahedenin bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetlerle anlatılması ve bazen de çok çeşitli âyetlerin bir âyete dökülüp kısa ve özlü bir sözle ifade edilmesi.. manasına gelmektedir. İşte bu üslup siyer ve sahabe hayatı mevzuunda da kullanılmalıdır. Şu kadar var ki, önce bu işi yapabilecek rehberler iyi yetiştirilmelidir; onlar güzelce yetiştirilir, iyice inandırılır ve toplumun içine salınırsa, bir nesil ayağa kaldırılmış olur. (29:32)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

En önemli vazife

Soru: Allah'ın adının gönüllere nakşedilmesi ve İslam dininin şanına uygun bir şekilde başkalarına da anlatılması diyebileceğimiz "i'lây-ı kelimetullah" vazifesinin diğer farz ibadetlerin önüne geçtiği dönemler var mıdır? Bu vazife, sadece belli şahıslarla mı alâkalıdır; yoksa mesleği ne olursa olsun ferden ferdâ herkesin omuzundaki bir mesuliyet midir?

  • İyiliği emredip kötülükten sakındırma ve dinî hakikatleri anlatıp onları güzelce temsil etme vazifesi günümüzde farzlar üstü bir farzdır.
  • Fazilet hissinin kaynağı Allah sevgisi ve O'ndan cüdâ düşme korkusudur.
  • Bugün biz imanın gönülde hasıl ettiği heyecanı derinden duymaya muhtacız ve o heyecanı bütün kalplere duyurma sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
  • İslam, zorlama ile kabul edilen (mükreh) imanı makbul saymadığı gibi, cebr u şiddetle yaptırılan işleri de onun ruhuna aykırı bulmuştur.
  • İman hizmetinden el çekmenin ve irşad vazifesini başkalarından beklemenin bir mazereti olabilir mi?
  • Allah'ın dinine hizmet etmek O'nun sıyanetine girmenin en önemli vesilesidir.
  • Zirvedekilerin hasmı şeytanların en büyükleridir.

Endişe, ümit ve tevekkül

Fethullah Gülen: Endişe, ümit ve tevekkül

  • İncitseler de incinme! Sövseler de, sövmeyi tahayyül bile etme! Nöronlarına hâkim isen, rüyalarına bile girmesine meydan verme! Muktezâ-yı beşeriyet olarak, hayaline gelip çarpabilir o türlü olumsuz esintiler. Hemen sıyrılmaya bak onlardan!

Savrulanlarla savrulmamalı!..

  • Başkalarının insanlık dışı tavırları ve davranışları bizi önüne katıp, aynı düşünce ve aynı anlayışa sevk ediyorsa, irademiz zayıf ve ayağımızı sağlam yere basamıyoruz demektir. Elin âlemin savulması veya savrulması bizde savrulma meydana getiriyorsa, sabitkadem değiliz demektir.
  • Varsın herkes kendi karakterinin gereğini yapsın, söylesin, yazsın, çizsin; elli türlü iftiraya başvursun; yalanın katmerlisini söylesin. “Yalan bir lafz-ı kâfirdir” diyor çağın müceddidi; yalan, münafıkların da en birinci sıfatı. Kimileri yüz defa yalan söylese de bu sizi tek bir yalan söylemeye sevk etmesin! Başkalarının öyle bir kâfir sıfatını irtikâp etmesi, onu sizin irtikâp etmenizi mubah kılmaz. Haram her zaman haramdır.
  • “Herkes karakterinin, maddî manevî donanımının gereğini sergiler. Yol bakımından kim dosdoğru hidayet üzerinde, onu Allah bilir!” (İsrâ, 17/84) Kendimizi Allah’ın bilmesine göre ayarlamak mecburiyetindeyiz. Madem Allah biliyor her şeyi, onları da biliyor, sizi de biliyor! Herkese yaptığına göre muamele edecek. Bazılarının fiilleri zulüm seviyesinde olmuşsa, dünyada cezalarını çekecekler. Küfürse, mahkeme-i kübrâya bırakılacağını yine Hazreti Pîr-i Muğân, Şem-i Tâbân ifade buyuruyor. Bize mü’mince nezaketimizi korumak düşer.
  • Öyle görülüyor ki, imana ve Kur’an’a gönül vermiş, bir yönüyle millî dinî mefkûrelerini bayraklaştırmaktan, Hazreti Pîr’in ifadesiyle o yüksek gâye-i hayallerini realize etmekten başka bir mülahazası olmayan insanlara bundan sonra da gelen çelme takacak, giden çelme takacak. Bazıları kündeye alacak; bazıları el ense yapacak. Fakat siz bütün bu oyunlara gelmemeye bakarak, Allah’ın izni ve inâyetiyle, sürekli, hiç yılmadan işinizi devam ettirmeye bakmalısınız.
  • İnsanlara karşı edep çerçevesinde hareket etmeyenlerin, Allah’a karşı edepli olmaları da beklenemez. Size karşı edepsizce davranan ve hakkınızda yalanın her türlüsünü tecvîz eden kimselerin Allah’a karşı saygılı oldukları da düşünülemez.
  • Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a ait bir beyan: “Aza teşekkür etmeyen, çoğa da teşekkür etmez.”Bir başka nebevî söz: “Şükrü insanlara karşı ahlak haline getirmemiş birisi, Allah’a da teşekkür etmez.” Yani o kaba saba, küstah, nankör birisidir.
  • *Demek ki insan teşekkürü tabiatına mâl etmiş, içselleştirmiş, bir derinliği haline getirmişse, insanların yaptığı iyiliklere karşı güzel mukâbelede bulunur ve böyle biri Allah’a karşı teşekkür, hamd ve senâda da katiyen kusur etmez. Bu, Peygamber yolunda yürüyenlerin -Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun-, müctehidîn-i fihâm yolunda yürüyenlerin, müceddidîn-i kirâm yolunda yürüyenlerin, Hazreti Müceddid-i A’zam yolunda yürüyenlerin şiarı olmalı!

Efendimiz’in endişeleri

Soru: Şüphesiz sika ufkunun kahramanı olan Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, kara bulutların toplanması ve rüzgârın sert esmesi karşısında dahi mübarek çehresine yansıyacak ölçüde endişelenir ve duaya dururdu. Bugün mü’minler olarak lakayt denecek kadar rahat yaşadığımız, hatta tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığımız söylenebilir mi? Hadiseleri derinden duyma ile imanın kuvveti arasında bir münasebet söz konusu mudur?

  • Evet, dediğiniz o husus öyleydi; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) havada bir bulut belirdiği zaman endişe duyar ve duaya dururdu.  Çünkü bazı kavimlerin başına bela gelirken ilk defa bir emare olarak öyle bir şey zuhur etmişti. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktaydı:
  • فَلَمَّا رَأَوْهُ عَارِضًا مُسْتَقْبِلَ أَوْدِيَتِهِمْ قَالُوا هَذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَا بَلْ هُوَ مَا اسْتَعْجَلْتُمْ بِهِ رِيحٌ فِيهَا عَذَابٌ أَلِيمٌ
    “Vaktâ ki, bildirilen azabı, vâdilerine doğru enlemesine yayılarak ilerleyen bir bulut halinde görünce, ‘Bu, dediler, bize yağmur getiren bir bulut!’ (Hazreti Hûd şöyle dedi) Hayır bu, sizin gelmesi için acele edip durduğunuz şeydir, yani can yakıcı azap taşıyan bir rüzgârdır! Rabbinin izniyle her şeyi devirip yerle bir eden bir kasırgadır.” (Ahkâf, 46/24)

  • İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselam) şiddetli bir rüzgar estiği zaman yine “Acaba bu Ad kavmininin altını üstüne getiren o rüzgar gibi mi? Kayaların içine giren o insanları yerlerinden söküp saman çöpü gibi ve ağaçların başından aşağıya dökülen, riha maruz o tibn-i bikararlar gibi sağa sola savurur mu?” diye endişe duyar, rengi benzi kaçar, bent-beniz kalmazdı. Allah’a ne kadar iman ediyorsa ve O’na karşı ne ölçüde reca duygusu varsa, adeta o ölçüde de korkuyor, Allah’ın büyüklüğü karşısında mehafet ve mehabet hisleriyle dolu bulunuyordu. Çünkü O, ihsan abidesiydi. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cîlî’nin ifadesiyle mutlak manada insan-ı kâmildi. Her şeyi belki bütün insanlığın duyduğu derinlikte duyuyordu.

Yakarışla geçen gecelerin finali

  • Efendimiz’in (aleyhi efdalüssalati vetteslimat) bu korkusunu bizim endişe duyduğumuz basit, sıradan korkulara irca etmemek lazım. Bir canavardan korkmak, bir zelzele olduğunda korkmak gibi değil O’nunki. O, ümmeti adına endişe duyardı. “Acaba kusurumuz mu oldu?” diye düşünürdü. Zira mukarrebîn kusura kendi zaviyesinden bakar. Onun için, rüzgârın sertçe esmesi, semada bir bulutun belirmesi, bir şimşeğin çakması, bir gök gürültüsü gibi hadiseler karşısında “Acaba Cenâb-ı Hak bununla tedip mi ediyor, tazip mi ediyor?!.” der; ümmetinin başına bir şey geleceğinden endişe duyardı.
  • Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o âna kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi.

Efendimiz “Ümmetim arasına ihtilaf ve iftirak düşmesin!..” dedi, fakat

  • Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), başta sahabe-i kiram efendilerimiz olmak üzere, kıyamete kadar gelecek bütün ümmeti hakkında o endişeyi duyuyordu. Mesela, İnsanlığın İftihar Tablosu “Ümmetim arasına ihtilaf ve iftirak düşmesin!..” diye içi yanarcasına inleyip duruyordu.
  • Vifak ve ittifak tevfik-i ilahinin en mühim vesilesiyse, Muhyiddin İbni Arabi hazretlerinin mukabileyn mülahazasına bağlayarak diyebiliriz ki, ihtilaf ve iftirak da bir yönüyle hezimetin en büyük sebebidir.
  • Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), yine bir gün ümmet-i Muhammed’in dertleriyle iki büklümken, Hazreti Rahman u Rahîm’den üç talepte bulunmuştur; ümmetinin geçmiş kavimler gibi toplu helâke uğramaması, bir düşmanın tasallutunda ebediyen kalmaması ve tefrikaya düşmemesi için niyaz etmiştir. Allah Teâlâ, Rasûl-ü Ekrem’inin ilk iki duasını kabul eylemiş, fakat üçüncüsünü belli hikmetlere binâen geri çevirmiştir. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri, mealen şöyle buyurmuştur: “Habibim, Ben bir hüküm verirsem, artık o öylece gerçekleşir. Sana ahdim olsun ki, ümmetini umumî kıtlıkla cezalandırmayacağım, toplu şekilde helâke uğratmayacağım ve köklerine kibrit suyu akıtıp mevcudiyetlerine tamamen son verecek bir düşmanı onlara musallat etmeyeceğim. Fakat, onlar kendi aralarında kavgaya tutuşup birbirlerine kıyacaklar!..” Evet, başka kavimler isyana daldıkça semavî ve arzî afetler onları bütünüyle kırıp geçirmiştir; ama ümmet-i Muhammed böyle bir akıbetten sıyanet edilmiştir. Ne var ki, inananların da cürüm işledikçe birbirlerine düşmeleri, birlik ve beraberliklerini kaybetmeleri, ihtilaf ve iftiraklarla hırpalanmaları mukadderdir. İşte, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, böyle bir felaketin ümmetinden uzak olması için de dua dua yalvarmış; ancak, bazılarını tahmin ettiğimiz ama ekseriyetini bilemeyeceğimiz pek çok hikmete binâen Cenâb-ı Hak, Habîb-i Edîb’inin bu niyazına “kabul” mührü vurmamıştır.
  • Kanaatimce, bu hikmetlerden birisi, insan iradesine dikkat çekmek ve ittifakın iradeye vâbeste bir mesele olduğunu bildirmektir. Vifak ve ittifakın temini için insanlardan iradelerinin hakkını vermeleri istenmektedir. Şüphesiz, “hissî kardeşlik” de önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu hissîlikten daha çok aklî, mantıkî ve irâdîdir; gerçekleşmesi için de karar, azim ve gayret gereklidir. Mü’minlerin anlaşıp birleşmelerinde ve birbirlerini sevmelerinde esas olan, hissîlikten öte, duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin, içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Mesela; “Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır.
  • “İlle de ben, benim dediğim, benim düşüncem, benim mülahazam, benim tayfam, benim takımım ” dediğiniz zaman, hiç farkına varmadan bugün belli bir zümreyi karşınıza almış olursunuz. Siz bu huylarınızla hareket ettiğiniz takdirde, yarın karşınıza almayacağınız kimse kalmaz. Bugün birilerine diş gösteriyor, bir yönüyle o huyunuzla ortaya çıkıyorsanız ve o sizin tabiatınız ise, yarın başkaları çok korksun, onlara da diş gösterecek, onları da ısıracaksınız demektir, hafizanallah. Onun için mülayemet, mülayemet, mülayemet.

Nurunuz sönmez, söndürülemez ama

  • Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece dua yönüyle bakacak olursanız, zannedersiniz ki bütün işi-gücü dua. O’nu dua yönüyle müceddidler, büyük veliler ve çağımızda Hazreti Pir tam temsil etmiş.
  • *Bugün müminler olarak çok rahat yaşadığımız, hatta tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığımız söylenebilir mi? Bazılarımız itibarıyla “evet” diyebiliriz. O meseleyi derince duyan insanlar vardır. Dudaklarından her an dualar dökülen insanlar vardır. Namazını bitirip yemeğe gelirken, o arayı bile boş geçirmeyip sürekli dua eden insanlar vardır.
  • Şimdi sağanak sağanak belalar geliyor başımıza. (Fuzulî’nin sözünü az değiştireyim) “Dertliyim dersen belayı dertten âh eyleme / Âh edip âhından ağyarı âgah eyleme.” Bu âh eylememe, size katlanmış bir sevaba vesile olur. Fakat belaların böyle sağanak sağanak geldiği dönemde bir de tazarru ve niyazda bulunma, sürekli sızlanıp denecek şeyleri deme çok önemlidir. Böyle belaların yağdığı bir dönemde bir dakikamızı dahi boş geçirmemeli ve başka işlerimizi yaparken bile mülahazalarımızla olsun Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ve niyazda bulunmalıyız.
  • Kaldı ki bir yönüyle, devahi (bela ve musibetler) çok büyük. Adamlar tamamen tenkile (kökten kazımaya) karar vermişler. Fakat emin olun, bu iş Cenâb-ı Hakk’ın size lütfuysa şayet, katiyen hiç kimse onu kökten kazıyamayacaktır Allah’ın izni ve inayetiyle. “Takdîr-i Hudâ kuvve-i bâzu ile dönmez / Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.” (Ziya Paşa) Sönmeyeceğine, söndürülemeyeceğine içten iman u izanla vazifeye devam Allah’ın izni ve inayetiyle.
  • Bir insan, imanının gücü nispetinde, endişe duyulacak şeylerden derin endişe duyar, sevinecek şeylerden de o ölçüde sevinç duyar. İmanının derinliğiyle mepsuten mütenasiptir (doğru orantılı) bu duyma meselesi. İnancınız ne kadar güçlüyse o kadar akıbet-endiş olursunuz. Zaten, akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Engelliler ve asıl engeller

Fethullah Gülen: Bamteli - Engelliler ve asıl engeller

Soru: Doğuştan veya sonradan, herhangi bir hastalık ya da kaza sonucu, bedenî, zihnî, içtimaî ve hissî kabiliyetlerini çeşitli derecelerde kaybettiğinden ihtiyaçlarını karşılamada ve toplum hayatına uyum sağlamada zorluklar çeken ve günümüzde "engelli" tabir edilen kimselere İslam’ın bakışı nasıldır? Ayrıca, bazı engellilerin kaderi tenkit ettikleri ve çeşitli psikolojik rahatsızlıklara düştükleri görülüyor; kimi insanların da onları küçümseme ve dışlama türünden yanlış davranışlarına şahit olunuyor. Bu konuyla alâkalı mülahazalarınızı lutfeder misiniz?

Eşkiyanın tasallutu ve yol haritamız

Eşkiyanın tasallutu ve yol haritamız

Hizmette kıble belirlenmeli, mazlumların ızdırapları paylaşılmalı ve hep müspet faaliyetler ortaya konmalı!..

İnsan, musibet sağanağına maruz kalınca, duygu ve düşünceleri -sanki nöronları ona programlanmış gibi- hep onun etrafında dönüp duruyor; onu düşünüyor, onu konuşuyor, onu dillendiriyor.

Bunları yaparken, belki -antrparantez- insanları ye’se atmayacak bir üslup ile bir şey anlatmak lazım. Diyeceğimiz edeceğimiz şeyler, o gâilelerin içinden sıyrılmaya vesile olabilecek mahiyette bir kısım argümanlar olmalı: “Şunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız!” Geçmişte yapamadığımız, yapmamız gerekli olan şeylere gelince, -geçmişi suçlamadan ve o dönemi temsil eden insanları suçlamadan- onları zihinlerimizde birer ders, bir yönüyle doğruyu yapma adına birer ibre ve birer pusula gibi görerek, bundan sonraki tavır ve davranışlarımızı ona göre yapmamız lazım. “Hizmette kıble belirleme” diyebilirsiniz buna. Yoksa insan, sağa-sola döner; oraya eğilir, oraya eğilir, oraya eğilir. Yerinde eğilmek gerekli olan yere eğilmeyince, tüm bu eğilmeler boşunadır. Günümüzün insanı, çok farklı yerler karşısında eğilip de boşuna enerji harcadığı gibi, böyle bir şey olur.

Evet, bela ve musibetler sağanağına maruz kalınca, duygu ve düşünce, ister-istemez o tarafa kayıyor. Aslında, o mevzuda yapılması gerekli olan şey ne ise, bu “pozitif” olarak yapılmalı. Negatif şeylere gitmemeli; o, bizi felç eder, esasen bela ve musibetlerin def u ref’i adına da hiçbir şey ifade etmez.

Bu mevzuda yapılması gerekli olan şey… Siz bu işin içindesiniz, hatta pişmişsiniz, mümareseniz var; Fakir’den daha iyi bilirsiniz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir: “Bu gâile ve dâhiyelerden sıyrılma yollarını belirleyip uygulamak. Nasıl yapılacak? Biraz evvel arkadaşlarımızın gayret ve cehtlerine şahit oldum; üç defa, dört defa şahit oldum, “Şu yaptığınız şey, size ibadet sevabı kazandırır.” dedim. Hadis-i şerifte, meselenin menfi yanı, negatif yanı ifade ediliyor: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini onlarla paylaşmayan, onlardan değildir.” Demek, çizgi kayması yaşıyor; demek ki, aynı dairede bulunamıyor. “Aynı dairede bulunamayacak!” demektir; öbür tarafta da onlardan ayrı düşecek, cüdâ düşecektir.

Bu açıdan mü’minlerin dertleri ile dertlenme… Kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla sıbyanıyla, şüyûhuyla mutavassıt yaşta olanıyla, ne kadar ızdıraplı insan var ise… Zannediyorum, şu anda bu ızdırabı vicdanında duyan, sadece bizim ülkemizde belki on milyon insan vardır. Çünkü yüz bin tane insan almış içeriye atmışlarsa, iki yüz bin tane insan içeriye atmışlarsa, onlara eziyet etmişlerse, onların firar etmelerine sebebiyet vermişlerse, bazılarını öldürmüşlerse, diğerlerine daha başka kötülükler yapmışlarsa şayet, her ferde karşılık belki yirmi tane insanı inletmişlerdir. Şöyle-böyle yakınında olan herkesi inletmişlerdir. Aile yakınlığı, akraba yakınlığı, konu-komşu yakınlığı, dava-düşünce yakınlığı, aynı mefkûreye inanma ve aynı gâye-i hayali takip etme yakınlığı… Bütün bu yakınlıklar, insanın içine birer sızı halinde sızar, acı halinde sızar, dolayısıyla. Onun için, onlarla o derdi paylaşmak lazım.

Derdi paylaşmak, oturup millete hikâye anlatıyor gibi anlatmak değil, menkıbe anlatıyor gibi anlatmak değildir. O arkadaşlara arz ettim ben: Sizin şu yaptığınız, ibadet sevabı kazandırıyor size; çünkü Müslümanların dertleriyle meşgulsünüz.

“İş benim dediğim gibi ise, siz ne kaybettiğinizin farkında mısınız? Farz edelim ki, sizin dediğiniz doğru olsun; ben ne kaybederim ki?!.”

Açıkça iki-üç seneden beri, orta ölçekte kapalılığıyla altı-yedi seneden beri, tamamen gizliliğiyle, tamamen kapalılığıyla on küsur seneden, belki yirmi seneden beri size karşı -esasen- belli planlar oluşturuluyor, yok etme adına.

Evet, burada noktalı virgül koyarak, Ebu Cehil’in çok tekrar ettiğim bir sözünü söyleyeyim: Sonraları Muğîre İbn Şu’be naklediyor; daha sonra Müslüman olanlardan, Ebu Cehil ile de yakınlığı olanlardan. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “kendini öldüresiye…” -Ama böyle diyemem; O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında o tabirden hoşlanmıyorum.- Neredeyse vaktinden evvel mübarek ruhunun ufkuna uçması şeklinde bir helecan içinde, bir heyecan içinde, sürekli çırpınıp duruyor. Amcasına da (Ebu Leheb’e de) anlatıyor, Ebu Cehil’e de anlatıyor, Utbe’ye de anlatıyor, Şeybe’ye de anlatıyor, İbn Ebî Muayt’a da anlatıyor; daha ne kadar -bağışlayın- Allah belası varsa, hepsine anlatıyor. Fakat ben o anlatmaların adedini/sayısını bilmiyorum. Ama burada size desem ki, “Ebu Cehil’e elli defa anlatmıştır!”, bunu da rica ederim mübalağa saymayın. Yine Mekke’nin sokaklarından birisinde karşı karşıya gelince, -Ebu Cehil’in yanında Muğîre İbn Şu’be var- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajını sunuyor.

Hani Hazreti Ali’ye veya Ebu Hanife’ye nispet edilen bir söz var: “İnandığın zaman, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu, şunu kazanacaksın! Rica ederim, inanmadığın zaman, bu benim saydığım şeylerden bir tanesini kazanma meselesi söz konusu mudur?”

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajının özü ve ruhu, bu; arkasında bu var. “Ben diyorum ki: Sen, bu iman ile vefat ettiğin zaman, kabirde sualin âsân olacak; berzahta projektörlerin ışığı altında yürüyeceksin; mizana gittiğin zaman çehrene bakacaklar, ‘Seninkilerini tartmaya lüzum yok, geç haydi!’ diyecekler; Sırât’tan geçerken, o senin için kıldan ince, kılıçtan keskin değil, bir şehrâh hâline gelecek; belki yol da bir kabz hali yaşayacak, büzülecek yol, on adımda atlayacağın yeri bir adımda atlayıvereceksin. Allah yapacak; orası kudret dairesi, burası hikmet dairesi; ‘Ol!’ deyiverince, oluverecek. Sonra gideceksin oraya; dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir saatine mukabil gelmeyen Cennet nimetleriyle serfirâz olacaksın. Ve bir gün gelecek, Cuma yamaçlarında bütün güzelliklerin kaynağı Güzeller Güzeli Rabbimizin Cemâl-i bâkemâlini -Efendimiz’in ifadesiyle- müşâhede ettiğin zaman, kendinden geçecek ve diyeceksin ki, ‘Yahu Cennet nimetlerinin de işin doğrusu hiçbir kıymeti yokmuş!’ Oysaki oraya gittiğin zaman, şöyle diyordun, ‘Yahu dünyada benim yaşadığım şeylerin hiçbirinin bir kıymeti yokmuş, bir dakikalık bir şey imiş bunların hepsi!’ Ben diyorum ki: Sen o لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ sırlı anahtarını kullandığın zaman, bu kapıların hepsi sana açılacak. Sen de diyorsun ki, ‘Yok!’ Mesele, benim dediğim gibi ise, ne kadar şey kaybettiğinin farkında mısın? Senin dediğin gibi ise, ben ne kaybediyorum ki?!.”

Hani böyle ortadan bir şey, ilzam edici bir şey, bağlayıcı bir şey; şimdi, bu mülahaza ile O (sallallâhu aleyhi ve sellem), mesajının gereği, bir kere daha ona anlatıyor. Zaten hep öyle; Mekke sokaklarında rastladığı herkese diyor ki: قُولُوا: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، تُفْلِحُوا “Lâ ilahe illallah, deyin; kurtuluşa erin!..” Antrparantez; bunu, birileri tenkit etmişti: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ yeter mi; مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demek lazım!” falan. Oysaki hadis-i şeriflerde böyle buyuruluyor: قُولُوا: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ تُفْلِحُوا (Maalesef, bu sözdeki önemli nükteyi anlayamıyorlar.) Şimdi, böyle büyük bir mesajı veren bir insanın, Peygamber olmaması düşünülemez. Efendim, bu, öyle bilmem nereden atılacak şey/söz değil. Dolayısıyla bir taraftan لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ diyor, peygamberliğini de ortaya koyuyor; zımnen, iltizam delaleti ile “Ben, Allah’ın peygamberiyim!” demiş oluyor. “لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ deyin; Ben, Allah’ın peygamberiyim!” diyor. Bir de onların hissiyatını hesaba katma, psikolojik açıdan, çok önemlidir. “لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ deyin; bir de مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ deyin!” dese -zaten hazmedemiyorlar, hasta hepsi, beyin hastası- “Adam, kendinin peygamber, fevkaladeden bir insan olduğundan bahsediyor.” diyecekler; bir yönüyle onların hazımsızlığını artıracak; yangının üzerine körük ile gitmiş olacak. Evet, önemli; bunu anlamayanlar, o mevzuda tenkidâtta bulundular; cevap verenler de oldu o meselede; cevap verilme meselesi de oldu.

Haset öldürücü bir marazdır; başkalarının yaptıklarını yapamayanlar, küfür ölçüsünde cinayetlere girerler; “Hased, bazen küfrün yaptırtmadığını yaptırtır!”

O gün Ebu Cehil’e yine, قُولُوا: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ، تُفْلِحُوا diyor. O, bir de ismiyle hitap ederek, diyor ki: “Yâ Muhammed! -Sallallâhu aleyhi ve sellem.- Eğer bunu bana yapmakla, öbür tarafta ‘Vazifemi yaptım!’ demek istiyorsan… -Alay bu, efendim, diyalektik.- Ben, öbür tarafta, ‘Vazifesini yaptı!’ diye şehadet ederim, söylerim senin hakkında.” Sonra ayrılıp gidiyor. Muğîre İbn Şu’be diyor ki (radıyallahu anh): “Bana dedi ki: Ben, bu Adamın dediklerinin hepsine inanıyorum. Fakat bir şey benim ağırıma gidiyor. -Bakın, kıskançlık ne hale getiriyor.- Bu Hâşimîler diyorlar ki, ‘Sikâye (Hacılara zemzem dağıtma hizmeti) bizden, sidâne (Kâbe’nin kilitlerini muhafaza hizmeti) bizden, rifâde (Hacılara yemek dağıtma hizmeti) bizden; yok Kâbe’nin bilmem nesi, bizden.’ Bir de kalkıp ‘Peygamber de bizden!’ derlerse, ben bunu sindiremem!”

Sözün merkezinde şu vardır: Kıskançlık/hazımsızlık, öyle bir marazdır ki, tımarhanelerde dahi tedavisi kâbil değildir onun.

Evet, Hizmet’e karşı şimdilerde gün yüzüne çıkmış bu hazımsızlık da çok eski yıllara dayanıyor. Siz, bir şeyler yaparken, onlar o kadar geniş gücü-imkânı harcadıkları halde… İsim tasrih etmedim. Kim? Bir beyin oğlu Mustafa Bey… O kadar gücü-imkânı harcadıkları halde, sizin yaptığınızın onda birini yapamadılar. On yedi, on sekiz yerde, Yunus Emre merkezleri açtılar. Yunus Emre’nin mübarek adı, o ada canımız kurban olsun!.. O adın kerameti ile o kadar yerde ancak Türkçemizi öğretme adına böyle bir kısım kulüp gibi şeyler açtılar. Şimdi onca güç ve kuvvetlerini harcadıkları halde, yaptıkları şeyin hepsi, bundan ibaret. Bir adım ileriye götürememeleri… Ee sizin de dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde, hani o zamanlar belki beş yüz tane okulunuz vardı; zamanla bin dört yüz tane okulunuz oldu.

Gönlümüz arzu ediyordu; bu engellemeler olmasaydı, bir yönüyle bu köprüler yıkılmasaydı, zannediyorum şimdi üç bin okul olacaktı, Allah’ın izniyle. Yeryüzündeki bütün ülkelerde… Hatta Fakir, arkadaşlara soruyordum, “Girmediğiniz kaç ülke kaldı?!” Onlar, “Yedi-sekiz ülke” diyorlardı. Onlara da girince, girilmedik yer kalmayacaktı. Kardeşlik ruhu ile.. hümanizm anlayışı ile.. herkesi kucaklama niyeti ile.. renk gözetmeden, desen gözetmeden, numara gözetmeden, drop gözetmeden, herkes ile sarmaş-dolaş olacak mahiyette… Çantalarını ellerine alıp giden insanlar, gittikleri yerde de -herkes adına söylüyorum, inanarak söylüyorum- bir dikili taşları olsun mülahazasına/zaafına kapılmadılar. Oralardaki insanlar, nabız tuttu; her nabız tutuşlarında, samimiyet, hasbîlik, diğergamlık, îsâr ruhu gördüler. İnandılar bu insanlara… Allah’a, Peygamber’e inanmayanlar bile, Ateistler, Deistler bile inandılar buna. Ama tahribat kolay olduğundan dolayı; hani şu kadar mimarın, şu kadar statikçinin, şu kadar zamanda ortaya koyduğu, mimarî bir eser, bir anda darman duman olur. Yaptıkları şey, o; tahrip etmenin arkasından koşuyorlar.

Hazımsızlık böyle çok eski yıllara dayandığından dolayı, sadece içlerinde oluşan -bağışlayın- o gaseyanı şimdi dışarıya attılar. Mide bulandırıcı bir tavır sergiliyorlar. Karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. Kur’an-ı Kerim, bu meseleyi ifade ederken, قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ -tercümelerinden birisi ile- “Herkes, karakterinin gereğini yerine getirir!” (İsrâ, 17/84) buyuruyor. Allah, o karakterde olmaktan bizi muhafaza buyursun! Öyle bir karakter taşımaktan, Allah bizi muhafaza buyursun!..

Şimdi bu bir realite… Kendi doğup büyüdüğünüz, maskat-ı re’siniz sayılan, bir avuç toprağını cihanlar ile değiştirmeyeceğiniz ülkenizde, ülkenizin insanından bunu gördükten sonra, dünyanın dört bir yanına yayıldınız; onlar da insan, onlar da bir yönüyle aynı paniğe kapılabilirler, aynı paranoyaları yaşayabilirler. Öyle ise size kulak çekme manasında -hadiselerin diliyle- “Aman dikkatli olun bundan sonra! Bakın, en yakın gibi görünen insanlar, ne kadar sizden uzak duruyorlarmış, size karşı mesafeli duruyorlarmış!” deniyor. Dolayısıyla bir dikkat, bir teyakkuz adına, Allah (celle celâluhu) kısmen bir şey çektiriyor. Şimdi bir taraftan bunu çok iyi değerlendirmek lazım!..

Bir kısım tereddütlerle karışık da olsa hakkınızda geniş alanlı bir duyma söz konusu; şimdi size düşen, sistemli düşünme ve en uygun vesileleri kullanma sayesinde o merakı kendinizi anlatma istikametinde değerlendirmektir.

Bir diğer taraftan, zannediyorum, dünyada bu ölçüde, bu çerçevede duyulma adına birkaç trilyon para verseydiniz, dünyadaki matbûât, televizyonlar, internet siteleri, telefonlar, bu meseleyi bu kadar bilemez ve duyamazlardı. Bir şeyi anlatmada “duyma” meselesi çok önemli bir faktördür. Duymuş, ruhunu bir de merak sarmış ise, nöronlar almaya hazır vaziyete geçmişlerdir, “Hazır ol!” vaziyetine geçmişlerdir. Bu defa size her şeyi üslubuna uygun, usûlu-esâsı fedâ etmeden, üslubuna uygun anlatmak düşüyor.

“Biz, insanız; yeryüzünde sulh-i umumî peşinde koşturuyoruz! Yangını söndürmek için koşturuyoruz! İçinde yanan insanları, o yangından kurtarmak için koşturuyoruz! Yeryüzündeki bütün insanlar, bir biri ile kucaklaşsın diye koşturuyoruz!..” Senelerce, kalbleriniz bu heyecan ile çarptı, nabızlarınız bu heyecan ile attı ve onlar da inandılar sizlere. Fakat belki şu anda kafalarda karışıklık da var. Herkeste şöyle-böyle paranoyaya açık bir durum da, bir delik de, bir menfez de vardır. Herkesin kafasına bir şey akmıştır; Talamus bezine mi, nöronlarına mı, başka bir yerine mi, akmıştır bir şey; bileceksiniz bunu!.. Fakat duyulma, ciddî; dünyada neredeyse kahvede oturan insanlar bile duydular.

Şimdi sizinle karşılaştıkları zaman “Nedir yahu bu hal?!.” diyecekler. İşte o zaman size, üsluba, esâsı-usûlü fedâ etmeden, anlatmamız gerekli olan şeyleri anlatmak düşüyor. Oturup bunu müzakere etmek.. bu mevzuda argümanlar oluşturmak.. sesimizi-soluğumuzu insanlığa duyurmak için metotlar geliştirmek.. Sabâ’dan mı gideceğiz, Uşşâk’tan mı gideceğiz, Rast’tan mı gideceğiz, ezan sıralarına göre söylüyorum, Segâh’tan mı gideceğiz, -esasen “Hüzzâm”, akşam okunur fakat şimdi biraz daha farklı, “râ-râ”sı farklı Segâh okuyorlar- Segâh’tan mı gideceğiz, Hicaz’dan mı gideceğiz?!. Neyden gideceksek gideceğiz ama o insanların dinleyebileceği bir enstrüman ile, bir ses ile yanlarına gideceğiz. Zurna, ürkütüyorsa, onu, saklayacağız; efendim, davul kaçırıyorsa onları, onu da bir tarafa koyacağız. Ney celb u cezb ediyorsa şayet, onu dudaklarımıza yerleştirecek, Itrî’nin o güzel bestelerinden bazılarını onlara duyuruyor gibi, orada sesimizi yükseltecek, gönüllerine yumuşak, kaymak gibi akmaya bakacağız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bunun için evvelâ sistemli düşünme şarttır. Bir şey yapmadan evvel düşünmek, yemeden evvel çiğnemek gibi bir şeydir. Çiğnemeden bir şey yutmaya kalkarsanız, yutakta takılır kalır, boğulursunuz. Yutsanız dahi, midenin yükünü çoğaltmış olursunuz. Allah, ağzı vermiş; kuvve-i zâika “ücret-i âcile”sini de vermiş: Bak sen çiğniyorsun; mide için çiğniyorsun, insanın vücudu için çiğniyorsun. Ben bir de o sana çiğnettiğim şeylerin içine bir tat koydum. O tadı duyabilmen için aynı zamanda kuvve-i zâika verdim sana. O da bedava değil!.. Ağzına alıp çiğnediğin şeyleri yutasın gelmiyor; bir balı, bir kaymağı ağzına aldığın zaman, yutasın gelmiyor. Verdim bunları!.. Fakat bunu, münasebetsiz şekilde, ağzına koyar koymaz yutarsan şayet, kuvve-i zâikanın hukukuna tecâvüz etmiş olursun.” Evet, burada size şöyle bir şey desem, olabilir de, ihtimal dâhilinde: Ağız, öbür tarafta, davacı olabilir; “Yâ Rabbi, bu, hep midesi adına, kolonları adına benim hakkımı yedi. Beni ağzında birkaç defa çevirse idi, ben de hissemi alsaydım!” Haklı bir dava olur mu, olmaz mı bu?!. Evet, olur.

İstişare, mü’min bir toplumun en bariz alâmeti ve İslâm’a gönül vermiş bir cemaatin en önemli hususiyetidir; Allah Rasûlü, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine Uhud’a çıkardı.

Yutmadan evvel çiğnemek ne ise, ortaya bir proje koymadan evvel, oturup derin derin düşünmek o kadar önemlidir. Buna, İslam dininde “istişare” deniyor. Kur’an-ı Kerim’de bir sûrenin adı da Şûrâ. Şûrâ Sûresi… Kur’an, sahabe-i kiramı methettiği, değişik pozitif yanlarıyla methettiği yerde, araya bir de وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ “Onlar, öyle kâmeti yüce insanlar ki, yaptıkları işleri hep meşveretle götürüyorlar!” (Şûrâ, 42/38) buyuruyor. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buna tercüman olurken, مَا عَالَ مَنِ اقْتَصَدَ، وَمَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İktisat yapan, fakr u zarurete düşmez. İstişare eden de, haybet ve zarar yaşamaz.”buyuruyor.

Düşünün en kritik dönemde, Uhud’da istişare yapıyor benim Efendim. O’nun, falan filan ile istişareye ihtiyacı yok. Bir kere, Cenâb-ı Hak, O’na öyle bir dimağ vermiş ki; bizim, şöyle-böyle ancak onda birini çalıştırabildiğimiz nöronlarımızın, O’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütünü birden çalışıyor. Hamdi Yazır’ın tefsirinin birinci cildinde, zannediyorum Fatiha Sûresi tefsirinde dendiği gibi; “O ne müthiş bir Ruh, ne engin bir Ruh’tur ki, ayakları yeryüzünde fakat semalar ötesi âlemler ile muhaverede bulunuyor!” Evet, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kimse ile istişareye ihtiyacı yok. Fakat istişareyi, arkadakilerine bir disiplin olarak göstermek için kendi yapıyor bunu. Bir “imam” gibi tekbir alıyor, “Siz de böyle yapın!”; el bağlıyor, “Siz de böyle yapın!”; rükûa gidiyor, “Siz de böyle yapın!”; ayağa kalkıyor kavmeye, “Siz de böyle yapın!”; secdeye kapanıyor, “Siz de böyle yapın!”

Ve istişare ediyor, Uhud’a çıkmadan evvel. Rüyasını da anlatıyor, “Bir kısım sığırların boğazlandığını gördüm!” diyor. Fakat Bedir’de savaşma şerefini ihraz edememiş bir kısım gençler, ağır basıyorlar; oradaki umum heyet üzerinde ciddî bir tesir oluşturuyorlar. Ekseriyetin re’yi orada Uhud’a çıkılmasından yana. Ekseriyetin re’yi… Bakın, biz de bundan ders alalım. “Dediğim olmadı!” diye, “Olmaz olsun bu iş!” değil. Ekseriyetin re’yine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tabye savaşını bırakıyor. Hendek’te yaptığı gibi bir savaş yapabilirdi; diğerleri bozguna uğrar kaçarlardı. Ama o zaman “Çıkalım dışarıya!” diyor. Bir de oradaki Uhud tepesine bir birlik yerleştiriyor, başına da Abdullah bin Cübeyr’i koyuyor. “Bizim vücutlarımızı kartallar kaldırsa, Ben’den emir gelmeden yerinizden ayrılmayın!” diyor. Siyer’de, Hadis kitaplarında anlatılan şeyler bunlar.

İstişare… Allah Rasûlü istişareye uyarak çıkıyor. Şimdi iki şey oluyor orada; Bir: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada mübarek düşüncesine (rağmen Uhud’a çıkılmasını tercih edenlerin ve okçular tepesindekilerin) halini Kur’an-ı Kerim “kesb” sözüyle ifade ediyor. Bu açıdan, onlara “içtihad hatası” ile mukabelede bulunuluyor. Evet, “İktesebe” kelimesiyle demiyor Kur’an-ı Kerim, إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i Imrân, 3/155) ifadelerinde görüleceği üzere, بِمَا كَسَبُوا diyor; “kesbettikleri şey ile..” Dolayısıyla “kesb” başkadır, “iktisab” başkadır; iktisab, bir “vebal irtikâp etme”dir; berikine (kesbe) gelince, o “sevabın ikisini bire indirme” demektir, içtihad hatasıdır.

İçtihad hatası yapıyorlar, çıkıyorlar oraya. Bir içtihad hatası da tepede yapılıyor; düşman ordusu bozgunla gidince, O’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) emir gelmeden ayrılıyorlar. Oysaki emre itaat her şeyden önce gelir. Onu (emre itaati) Hazreti Âdem’den öğrenmek lazım; evet, Melâike-i Kirâm’dan öğrenmek lazım. Orada da öyle yine bir içtihad hatası yapılıyor; ayrılıyorlar ve bir hezimet yaşanıyor, ayrı bir şey. Vakıayı ana hatlarıyla arz ediyorum, başınızı ağrıtmıyorsam şayet.

Sonra Efendimiz’in mübarek yüzü yaralanıyor; o yüzün en küçük şeyine canım kurban olsun!.. Mübarek dişi yere düşüyor. Osmanlıların öyle saygısı vardır ki, Efendimiz’e, Uhud’un bağrında, o mübarek dişin düştüğü yere bir kulübecik yapmışlar. Arkadan gelenler, onu bile şirk saydıklarından dolayı, yıkmışlar. Ben, yarı yıkılmış şekline şahit oldum; Uhud’u gezdim hep, o şühedanın başında bir dolaştım; böyle beni aldı, tarihin hatıralarında, tarihin hatıra çağlayanı içinde sürükledi; o günü onlar ile beraber yaşıyor gibi bir zevk-i ruhânî duydum. Oraya da çıktım, mübarek “sinn-i Nebevî”nin düştüğü yere. Osmanlı… Peygambere saygısı… Hani “Lihye-i şerif”i öpüp gözünüze sürüyorsunuz ya, o mübarek sakalının bir tüyünü… “Tüy” de dememek lazım, “Mûy-i mübârek”ini… Onlar da o saygılarını öyle ifade etmişler orada.

Kendi vücudu yaralanmış, başında miğfer kırılmış. Orada bir de candan sevdiği sütkardeşi ve amcası Hazreti Hamza gibi bir orduya bedel bir insan, bağrından yediği bir mızrak ile şehit olmuş ve parçalanmış. Parçalanmış aynı zamanda, didik didik etmişler. Yetmişe yakın ashâb-ı kiram; her biri bir ülke insanına bedel ashâb-ı kirâm efendilerimiz şehit olmuşlar. أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ diyor; “Benim sahabîlerim, yıldızlar gibidir.” بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” Kâmet-i kıymetleri, bu onların. Bir de onları görüyor, o İnce Ruh (sallallâhu aleyhi ve sellem). O hassas, o Şefkat Âbidesi, bir de ona üzülüyor. Fakat Kur’an-ı Kerim’in beyanına bakın: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlara danış, karar verince de artık Allah’a dayan; çünkü Allah Kendine güvenip dayananları sever.” (Âl-i Imrân, 3/159)

“Eğer Sen, katı kalbli olsaydın, bu, etrafındaki insanlar, dağılır giderlerdi.” Evvelâ böyle diyor. Böyle demede, mefhum-u muhalif şudur: “Sen, katı kalbli bir insan değilsin; eğer olsaydın, dağılırlardı!” Bir tebcil, bir takdir var; söyleyeceği şeylere beraat-i istihlal nev’inden -bir zaviyeden- esasen bir zemin hazırlama var: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ  Öyle ise, bu sebeple -“Fâ-i sebebiye” ile- فَاعْفُ عَنْهُمْ “Onları bağışla!” Bağışlamak ile kalma; madem içtihad hatası yaptılar, nezd-i Ulûhiyette olmaması istenen bir şeyi yaptılar onlar, وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ “Bir de onlar için Allah’tan yarlıganma talep et!” “Allah’ım bağışla Benim ashabımı!.. Beni oraya götürenleri ve sonra söz dinlemeyerek yerlerinden ayrılanları yarlıga!.” فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ Bakın sonunda ne diyor: وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ “Otur, meseleyi bir kere daha onlarla istişare et!”

Birinci istişarede “içtihad hatası sebebiyle sevaplarını ikiden bire indirenler” diyeyim ben; böyle demekte de onları incitmiş olur muyum?!. Öbür tarafta beni bağışlarlar, inşaallah!.. Onlar için… Evet, şimdi birinci istişarede, “kesb” ile ifade edilen -esas- içtihad hatasına girdiklerinden dolayı, bu defa diyor ki… -Kendisi yaralı, yetmiş tane insan şehit olmuş; yüz yetmiş tane veya iki yüz tane insan da gezemeyecek şekilde. Kimisinin kolu yaralı, kimisinin bacağı yaralı, kimisi bağrından bir yara almış.- “Haydi, derlenin, toparlanın; müşrik ordusunu takibe koyuluyoruz!” Siyer’e baktığımız zaman, bir tek insanın “Olmaz, gelemeyiz; biz bu vaziyette yol alamayız!” falan dediğini bilmiyorum. Siyer ile, Hadis ile meşgul olanlar, söylesinler bana, bir tane. Ama buna sebebiyet veren nedir? “Başta istişarede O’nu dinlemedik, bakın iki gâile başımıza geldi. Şimdi ölsek bile, O’nu dinlememiz lazım!”

En son Kosova’dan insan kaçırdı eşkıya!.. “Eşkıya” sözü bazılarına batabilir ama yapılanlar düpedüz eşkıyalıktır.

Meşveret… مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İstişare eden insan, haybet (kayıp) yaşamaz!” diyor. Şimdi, böyle büyük bir iş yaparken, büyük bir projeyi realize etmeye çalışırken, bence, dâhî bile olsak, istişareyi ihmal etmemeliyiz. Hani “dahi”, kim diyelim? Sokrates gibi, öbür dünyadan, Eflatun gibi, Aristo gibi.. veya belli bir dönemin Kant’ı gibi, Descartes’i gibi, bize yakın dönemde hepinizin duyduğu Einstein gibi bir dâhi bile olsa, bir şey söylese, bence beş tane ümmî insanın mülahazaları nazar-ı itibara alınarak o dâhinin görüşü bir kenara konmalı. O dahi öyle bir kenara konacak söz söyler mi, fikir beyan eder mi, etmez mi, o ayrı bir dava da!.. Fakat insan, dâhî olacağına, meşveret eden bir insan olmalı!.. “Dâhi, yanılmaz!” diye bir şey bilmiyorum, “Dâhî, yanılmaz!” diye. Ama meşveret ederek meseleleri alıp götürenler, her işi meşveret çağlayanında deryaya ulaştırmaya, gaye-i hayale ulaştırmaya çalışanlar, hiç haybet yaşamamışlardır.

Şimdi, bir gâile yaşıyoruz, bir dâhiyeye maruz kaldık, kalındı, kalınıyor ve hâlâ devam ediyor. İşte, Kosova’dan insan kaçırıyor eşkıyalar!.. “Eşkıya” dedim de, hafif gelir bu; bazılarına batabilir ama bu düpedüz eşkıyalıktır. Pakistan’dan insan kaçırma, düpedüz eşkıyalıktır.. Myanmar’dan bilmem ne yapmak, düpedüz eşkıyalıktır. İnsan kaçırma, insan… Sonra bazen öldürme, bazılarını götürüp dağın başında bırakma, sahipsiz bırakma… Bunların hepsi oldu. Bunların hiç birini Richard yapmadı, Friedrich Barbaros yapmadı, Philip yapmadı, İstanbul’u işgal eden hainler de yapmadılar bunu; hiç biri yapmadı!.. Fakat günümüzde yapıldı bunlar.

Şimdi bu gâilelerden, bu dâhiyelerden sıyrılmak istiyoruz. Ee zor; bir taraftan yaralanmışlık var, incinen ruhlarımız var. “Ben usanmam gözümün nuru cefadan ama / Ne de olmasa, cefadan usanır, candır bu!”Sen, sırtından bir mızrak yiyorsun, “Ben, yine hiç sarsılmadım bu mevzuda!” diyemezsin. İnsansın, sarsılacaksın; etten-kemiktensin, sarsılacaksın. Biraz evvel “En Sarsılmaz İnsan”ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yürek acısını ifade etmeye çalıştım, En Sarsılmaz olan İnsan’ın… Fakat beri tarafta bu, bizi yapmamız gerekli olan şeyleri yapmaktan bir adım geri bırakmamalı. Bunun da biricik yolu, yapılacak işler yapılmadan evvel, “ortak akıl”a müracaat edilmeli; bu işe gönül vermiş on tane insanın, yirmi tane insanın fikri alınmalı.

Hususiyle, bu işin dertlisi, diriliş kahramanı, gâye-i hayal âbidesi insanların düşüncelerine müracaat edeceksiniz. Çünkü onlar düşünürken, kendi hesaplarına düşünmezler, kendi yaşamları adına düşünmezler. Çünkü onlar, yaşatma âbideleridir; icabında Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm, gül-gülistan olur!”mülahazasına bağlanmışlardır. Kendini o yüce mefkûreye bu şekilde bağlamış insanlar, kendilerini düşünmezler, kat’iyyen ve kâtıbeten. Düşünmemişlerdir, kat’iyyen ve kâtıbeten; düşünmeyeceklerdir, kat’iyyen ve kâtıbeten. Öyle ise, yürüyeceğimiz yolda başbaşa vererek, ortak aklın muhassalasını değerlendirip bu dâhiyelerden sıyrılmaya bakalım.

Bir de -ifade edildiği gibi- şu anda mesele geniş alana doğru bir açılma keyfiyeti gösteriyor. Âdetâ her yerde, sizin duygu ve düşüncelerinizin sergileri yapılıyor. Hani kitap sergisi, eşya sergisi, mal sergisi yapılıyor ya, aynen onun gibi şimdilerde duygu ve düşüncelerinizin sergisi yapılıyor; her yerde medya sizden bahsediyor. Hazır böyle bir fırsat önümüze çıkmışken, oradan oraya koşmalı; ayağımız altımıza gelmeden, bir küheylan gibi, kalbimiz duracağı âna kadar koşturmalıyız; bu genişçe duymayı genişçe değerlendirmeye bakmalıyız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Allah’ın icraatından razı olmalı, of’ları oh yapmaya bakmalı; mazlumların ızdıraplarıyla oturup kalkmalı ve bilhassa secdede onlar için dua dua yalvarmalı!..

Ama bu işi sonuçlandıracak, Sâhibidir (celle celâluhu). O’nun planını “kader” şeklinde, başta yapan, O’dur. (Enderûnî Vâsıf’tan iki beyit) “Gelir elbet zuhura, ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek, ne keder.” “Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner / Gam u şâd-i felek, böyle gelmiş böyle gider.” Ha, siz Enderûnî Vasıf’ı bir yönüyle mecâzî aşklar şairi olarak görürsünüz de, fakat Rabbiyle teslimiyeti açısından bu mülahazaları da var; onun kadere ne kadar inandığını görüyorsunuz. Büyük plan -esas- öteler ötesinde hazırlanıyor, sizin önünüze konuyor; o mevzuda nihâî hükmü, O (celle celâluhu) verir. O, bir kere “Kün!” dedi mi, “fe-yekûn” (Bir şeye “Ol!” dediği zaman anında oluverir.). Kün, fe-yekûn. مَا شَاءَ اللَّهُ كَانَ، وَمَا شَاءَ لَمْ يَكُنْ “Neyi murad buyurmuş ise, o olur; olmamasını istediği de kat’iyyen olmaz!” Meşîeti, bir şeyin olmamasına taalluk ediyorsa, o asla olmaz. Hamdi Yazır, ısrarla duruyor bu konu üzerinde; “yok”lar bile O’nun meşîeti ile meydana gelir. Evet, meşîeti “olmama”ya taalluk ediyorsa, o da olmaz.

Şimdi öyle bir Kuvvet-i Kâhire’ye, İrâde-i Bâhire’ye, Meşîet-i Sübhâniye’ye dayanmış yürüyorsanız, bugün olmasa yarın… O, yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yüzüstü, mahcup olarak bırakmamıştır; bugün olmasa yarın, eteklerini cevherlerle doldurmuştur.

Meselenin birincisi bu idi; biraz uzattım. İkincisi. Bu mevzuda içimize gelen şeyler ile, öyle çok kapalı olarak, kaderi sorgulama gibi bir şeyler olabilir, hafizanallah. Hep “istiğfar” etmeliyiz, “tevbe” etmeliyiz, “inâbe”de bulunmalıyız, hatta “evbe”de bulunmalıyız. Öyle ki, “evbe”yi şöyle anlarım ben: Sanki tepeden tırnağa ben bir günah krateriyim; işte onu eritmek için, altında ne kadar nedâmet ateşi yakmak lazım ise, o kadar yakacak, mutlaka o şeyi/kayayı eriteceğim. Öyle olmalı, meseleye öyle bakmalı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Hemen onları رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً نبيًّا ikrarıyla eritmeli: Allah’ım, Rab olarak Sen’den razıyız. Din olarak İslam’dan razıyız. Peygamber olarak da Efendimiz’den razıyız ve arkasına düştük. Nebi olarak arkasına düştük, razıyız O’ndan. Başımıza ne gelse, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de cana safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” (Yunus Emre, rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten) demeliyiz.

Birincisi, bu, tabiatımızın muktezası; bir şey saplanırken bir yerimize, “Of!” dememek elimizden gelmez. Fakat elden geliyorsa, sonundaki “f”yi, “h”ye çevirelim; “Oh be!..” diyelim. Bir harf değişikliği canım; “Oh be!..” diyeceksiniz, o kadar. O, sevap olacak; öbürü, şikâyet.

Bunun bir diğer yanını da şu teşkil ediyor, zannediyorum: Mağdurların/mazlumların derdini kendi derdimiz bilerek, her birimiz heyetin derdini kendi şahsımızda kendi derdimiz bilerek, başımızı secdede yere koyduğumuz zaman adeta inlemeliyiz. Bizim mezhebimizde, dünyevî şeyler söylemek, namazı ifsat eder, Hanefi mezhebinde. Fakat diğer mezheplerde böyle bir şey yok. Ama bizim mezhebimizde de kelâm-ı nefsî diyebileceğimiz, içten geçirme, şöyle-böyle dilin kıpırdaması şeklinde, dileklerimizi Cenâb-ı Hakk’a sunma olabilir. أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ buyuruyor Efendimiz: “İnsanın, Allah’a en yakın olduğu yer, secdedir; (secde ettiğinizde) duayı çoğaltın.” Baş-ayak, aynı yerde; öper alnı, seccâde; işte, insanı kurbete taşıyan cadde. Tam yakınlığı ihraz etmiş oluyorsun. Başını yere koyuyorsun, Allah’a en yakın olduğun secdeye. Neden en yakın olduğun yer? Çünkü tevâzunun daha ötesi yok! Ayakta durdun, ayrı bir tevazu. Rükûa gittin, ayrı bir tevazu. “Yahu bu yetmez!..” deyip kavmeye kalktın; bir daha baktın, “murad” gözlüyor, gözetliyor gibi. Bu defa secdeye kapandın; “Yahu bir tane yetmez, bir tane daha secde! Bir tane daha secde!”

Başımızı yere koyduğumuz zaman, olup biten şeyler karşısında, artık اَللَّهُمَّ فَرَجًا وَمَخْرَجًا “Allah’ım içinde bulunduğumuz musibet, keder ve tasadan bir çıkış yolu, bir kurtuluş lütfeyle!..” mi diyeceksiniz?!. نَصْرًا قَرِيبًا وَفَتْحًا مُبِينًا * أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Allah’ım! Bir nusret-i karîb, yakın zamanda bir nusret Allah’ım! En yakın zamanda engin bir fütuhât.” “İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) mı diyeceksiniz?!. رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Rabbimiz, bize dünyada da (Sen’in nezdinde) iyi ve güzel her ne ise onu ver; Âhiret’te de (yine Sen’in indinde) iyi ve güzel olan ne ise onu ver. Ve bizi Ateş’in azabından koru!” (Bakara, 2/201) mu diyeceksiniz?!. رَبَّنَا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır.” (Kehf, 18/10) mı diyeceksiniz?!. اَللَّهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ، مُجْرِيَ السَّحَابِ، سَرِيعَ الْحِسَابِ، هَازِمَ اْلأَحْزَابِ، اِهْزِمْهُمْ وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ “Ey Kitabı indiren, bulutları yürüten, dilediğinde hesabı çabucak gören, halis mü’minler aleyhine toplanan grupları dağıtan, düşman saflarını darmadağın eden Allahım! Bu düşmanları da perişan edip hezimete uğrat; onlara karşı bize yardım eyle.” mi diyeceksiniz?!.

Diyeceksiniz bunları. Hem umum heyet için, hem de şu anda mağduriyet, mazlumiyet, mehcûriyet, mahkûmiyet, müstantakıyet -Bu tabiri hiç kullanmıyorlar, evet, “istintak edilme, sorguya çekilme” demektir- yaşayan ve dolayısıyla bir yönüyle hep melûl, mahzun, mükedder olan kardeşlerimizi nazar-ı itibara alarak diyeceksiniz. Bu, onların dertlerini paylaşmanın, onlarla beraber olmanın ve öbür tarafta da onlarla beraber Cennet’e girmenin sırlı anahtarıdır.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Ey İnsan Kıymetini Bil!

Ahirette nasibi olmayanlar

Kur’an-ı Kerim iki türlü duayı nazara veriyor: فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي اْلآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ “Bazı kimseler, ‘Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!’ derler. Bunların âhirette nasipleri yoktur.” (Bakara, 2/200) “Allah’ım, dünyada bize güzellikler, seçkinlikler, imkânlar, debdebeler, ihtişamlar, saraylar, villalar, filolar, kilo kilo altınlar, evlâd u ıyâller, izimizi takip edecek, bizi izleyecek nesiller, hiç sönmeyecek ikbal ışıkları/meşaleler…” filan derler. رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا “Bize vereceğini bu dünyada ver!” Kur’an diyor ki: وَمَا لَهُ فِي اْلآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ “Âhirette, onlar için bir nasip yoktur.” Bir de burada mesele “Kalkale” harfi ile vurgulanıyor ki, iyice kulaklarda tın tın tınlasın; iç musiki açısından… Çok iyi bilsinler ki -nöronları harekete geçirecek bir sesle- وَمَا لَهُ فِي اْلآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ. Evet, her şeyi mucizedir Kur’an’ın.

Diğer taraftan, وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Bazıları da, ‘Ey bizim (Yüce) Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi cehennem ateşinden koru!’ derler.” (Bakara, 2/201) Bazıları da var ki, o en güzel saatleri, en güzel ânları, en güzel yerleri, en güzel mekanları, Arafat’ta Arafat’ı, Müzdelife’de Müzdelife’yi, Mina’da Mina’yı, Kabe’nin etrafında tavaf ederken onu, şeytanı taşlarken onu, hep “Hasene, Allah’ım, hasene!..” deyip, “Güzellik, Allah’ım, güzellik!.. Sen neye güzel diyor isen, o!” duasıyla değerlendirirler.

Usûlüddin açısından meseleye bakılacak olursa, “hüsn-i şer’î” denir ona, “hüsn-i aklî” değil. Bazen bunlar örtüşür. Aklın güzel veya kötü gördüğü şeylere muhakkikine göre “hüsn-i aklî” ve “kubh-i aklî” denmiştir. Ama asıl mesele, dinin güzel gördüğü, Kur’an’ın güzel gördüğü, Sünnet’in güzel gördüğü ve çirkin gördüğü şeyler… Çirkin görülen şeyler, İmam Gazzâlî ifadesiyle, birer “mühlikât”tır; kahredici, mahvedici faktörler şeklinde görüp yılandan-çıyandan kaçıyor gibi kaçmak lazım onlardan. İyi şeylere gelince, onların arkasına takılma, ne pahasına olursa olsun, hep onları dillendirme, onları realize etmeye çalışma ve onların arkasından koşma icap eder.

Böyleleri, dünyevî bazı zararlara uğrayabilirler. Fakat ahireti kazanmışlar ise, kazanacakları bir şey kalmamış demektir. Neden? Çünkü dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennet’in bir dakika hayatına mukabil gelmiyor. Onu kazanmışlar. Ve Cennet’in de binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Rü’yet-i Cemaline mukabil gelmeyen Zât-ı Ulûhiyet’in Cemâl-i bâ-kemâlini müşahedeyi kazanmışlar.

Süleyman Çelebi, bu meseleyi ifade ederken “Gel Habibim! Sana âşık olmuşam / Cümle halkı, Sana bende kılmışam!” diyor. Ne var ki, sâhib-i salahiyet, Çağın Sözcüsü “aşk” sözünün Zât-ı Ulûhiyete nispetini uygun görmüyor. Fakat Allah’ın (celle celâluhu) o Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı fevkalade muhabbetini ifade etme adına, “muhabbet” kelimesini yeterli bulmadığından, o saf, temiz, duru Anadolu insanı -Hazreti Pîr, ona “ihlaslı” diyor- o mülahazayı “aşk” kelimesiyle ifade etmiş.

Öyle bir yolda yürümek ve O’nun (celle celâluhu) Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede istikametinde oturmak, kalkmak… Bu açıdan, zannediyorum sizler de aynı kanaattesinizdir. Hani, şöyle diyebilirim: “Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım / Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım / Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım / Aman ey kutb-ı ekrem, gavs-ı âzam, şah-ı devranım / Nazardan dûr kılma bendegânı, gözde sultanım.” (Ketencizâde; Pîr-i Küfrevî hazretlerinin halifelerinden birisi.) “Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvânım.” Kardeşlerim aynı şeyi paylaşırlar her halde. Oturup kalkmalar, bir araya gelmeler, insanlarda Allah’a müteveccih zihin ufkunu inkişaf ettirmeye, beyindeki bütün nöronları o istikamette çalıştırmaya matuf olmalı…

Ahiret esas olmalı; dünya da ihmal edilmemeli!.. وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا “Allah’ın sana ihsan ettiği nimetlerle ebedî âhiret yurdunu mamur etmeye gayret göster. Dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas, 28/77) Meseleye şöyle de yaklaşabilirsiniz: Dünyaya, dünya kadar; ukbâya da ukbâ kadar. Bizim buradaki zevklerimize, keyiflerimize, neşelerimize, huzurumuza, mutluluğumuza o kadar; Zât-ı Ulûhiyet ile münasebetlerimize de o kadar. Mukayeseyi ona göre yapmak lazım.

En büyük keramet

Oturup-kalkmalarımız, ya böyle ciddî bir dünya ve ukbâ muvazenesi içinde, her ikisine karşı da sağlam münasebetler tesis etmeye, kendimizi o mevzuda sağlam projeler yapmak, ortaya koymak için hazırlamaya ve bizi bir yönüyle o işin içine itmeye matuf olmalı. Dünya ve ukbâ dengesi… Veya şahsî kemâlâta matuf olmalı. Esasen “şahsî kemâlât” olunca, diğeri de olur; şahsî kemâlât zaten -bir yönüyle- o işe de bakıyor; insanın hem dünyayı mamur etmesine hem de ukbâyı mamur etmesine… Ama “şahsî kemâlât” derken, biz çok defa “kerâmet” gibi, “havada uçma” gibi, “suda batmama” gibi, “tayy-ı zaman” ve “tayy-ı mekân”a mazhar olma gibi çok harikulade şeyler -mucizelere nazaran zılliyet ölçüsünde, izafilik ölçüsünde bir kısım hârikulâde şeyler- sergileme şeklinde anlıyoruz.

Hazreti Ali’ye nisbet edilen bir söz: كُنْ طَالِبَ اْلاِسْتِقَامَةِ، لاَ طَالِبَ الْكَرَامَةِ “İstikamet sahibi olmaya bak, doğru dürüst ol, kerâmet sahibi değil.” Allah (celle celâluhu) فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْا إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ “Öyleyse ey Rasûlüm, sen beraberinde olup tevbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et. Aşırı gitmeyin, taşkınlık yapmayın. Çünkü O, yaptığınız her şeyi görmekte olup işlerinizin karşılığını da size verecektir.” (Hûd, 11/112) buyuruyor. Hûd sûre-i celîlesinde… Onun için Allah Rasûlü, onu bütün enginliği ile anladığından, ona bihakkın muhatap olduğunu tam kavradığından dolayı buyuracaktır ki: شَيَّبَتْنِي سُورَةُ هُودٍ Hûd Sûresi beni yaşlandırdı!”

Bir kısım rivayetlerde, sahabe diyor ki: “Bu ayet nâzil olduktan sonra Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek saçlarında, o güzel saçlarında -Kâkül-i gülberglerinin tek teline Kıtmîr bin defa kurban olsun! Zannediyorum bu recâda da benimle müttefiktir ihvânım!- kısmen beyazlamalar meydana geldi!” شَيَّبَتْنِي سُورَةُ هُودٍ Veya bir yönüyle O’nda öyle bir karın ağrısı haline, öyle bir şakak zonklaması haline geldi ki, âdetâ huzurunu aldı-götürdü.

Kur’ân, فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ diyor; sonra bize dönüyor. Sonraki hitap, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) değil. وَلاَ تَطْغَوْا “Ha, siz de sakın taşkınlığa düşmeyin!” diyor, O’na öyle dedikten sonra. Bir yönüyle, O’na zirveyi işaretleme demek; bize gelince, esfel-i sâfilîne sukût etmemeyi hatırlatma demek oluyor. وَلاَ تَطْغَوْا

Tûr-i Sînâ ve Beled-i Emîn

İnsanın -bir yönüyle- genlerinde/mahiyetinde bu iki şey arasında gelip-gitme var. Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde bu husus nazara veriliyor; mesela herkesin bildiği Kısâr’dan (kısa surelerden) bir misal diyeyim: وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ*وَطُورِ سِينِينَ “Tîn’e, Zeytûn’a (incir ve zeytine) kasem olsun! Tûr-i Sînâ’ya da kasem olsun!” (Tîn, 95/1-2) Allah diyor, yemin ediyor. Zât-ı Ulûhiyet, o dosdoğru, hakikaten doğruluğu ile kavrandığı takdirde insanın içinde ihtizazlar, heyecanlar hâsıl edecek beyanını ifade ederken yemin ediyor. O beyan zaten kendisini kabul ettirecek derinlikte; ona kendi derinliği ile baktığınız zaman siz, onu duyacaksınız. Fakat bir de tembihte bulunuyor Allah; “Yemin ederim!” diyor, “And olsun! Kasem olsun!” diyor:

Evet, وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ*وَطُورِ سِينِينَ Bunların hepsinin kendine göre yerleri var. İlim adamlarından ikisi, Tîn ile Zeytin ve aralarındaki münasebet konusunda araştırma yapmışlar; kolonlardaki problemlere karşı çok iyi geldiğini denemişler, görmüşler; dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in bu mucizesi karşısında ihtida etmişler. Şimdi mesele sadece buna ait değildir esasen. Bilemiyoruz onların sırlarını; Cenâb-ı Hakk’ın o “tekvinî emirler” içinde onlara daha neler yüklediğini bilemiyoruz. O, günümüzün farmakologları (ilaç bilimcileri) tarafından laboratuvarlarda tahlil edilmeye vabeste bir husustur; analizlere tâbi tutularak “Niye Allah bunlara yemin etti!” konusu araştırılmalıdır.

“Tûr-i Sînâ”, kutsal bir yer olması itibarıyla, Allah (celle celâluhu) orada Kendi azamet ve Ulûhiyetine uygun/mütenasip şekilde, çok sevdiği, beş tane büyük peygamberden biri olan Hazreti Mûsâ’ya sesleniyor. Demek ki seslenme mevzuunda en müsait yer, orası. Ha, tekvînî emirler açısından da -büyük müfessirin ifade buyurduğu gibi- oranın altında çok ciddî zenginlikler var esasen. Şimdi, Cenâb-ı Hakk, seyyidinâ Hazreti Musa’ya Kendi büyüklüğünü aksettirecek şekilde ve bir yönüyle Hazreti Musa’nın da büyüklüğünü ortaya koyucu mahiyette, hitap ederken, orada hitap ediyor. Neden Medyen’de değil, neden Eyke’de değil, neden yolun başka bir yerinde değil, Tûr-i Sînâ’da oluyor?!. Firavun’un karşısına çıkacağı zaman, manevî donanımını orada alıyor. Demek öyle bir yer; Allah, oraya da kasem ediyor: وَطُورِ سِينِينَ

Bunlar, kasem ile alakalı; fakat çok önemli bir şey söylüyor bunca kasem ettikten sonra. Bakın, Kıtmîr, sadece kendi kabiliyetim ölçüsünde onlara küçük birer işarette bulundum. Sizler, derinlemesine düşündüğünüz zaman, çok şeyler çıkarabilirsiniz, Allah’ın izni-inayetiyle. وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ*وَطُورِ سِينِينَBir de şu “Beled-i Emîn”, Mekke… وَهَذَا الْبَلَدِ الأَمِينِ “Ve bu emin beldeye (Mekke Şehri’ne) andolsun.” (Tîn, 95/3) وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا “Kim oraya girerse, (taarruz ve korkudan) emin olur.” (Âl-i Imrân, 3/97) deniyor: “Oraya giren, emindir!” Dolayısıyla orada savaş olmuyor. Ha, gelir, tecavüz ederler ise, saldırırlar ise, “tedâfuî savaşlar” olur. “Ebedî Risalet” kitabında ifade edildiği gibi, tedâfuî savaşlar olabilir ama bunun dışında orası Beled-i Emîn’dir. Oraya sığınan insana ilişilmez, oraya gelen insanlara ilişilmez; onlar, bağra basılır ve korunur. “Beled-i Emîn” deniyor…

Bir de Kâbe, Hazreti Âdem yeryüzüne indirilip orada tavaf ettiği zaman da, Hazreti İbrahim tavaf ettiğinde de, belki Cibrîl, Mikail, İsrafil, Azrail, Hamele-i Arş, Mukarrabîn, Kerûbiyyîn, Mühimmîn gibi melâike-i kirâm diyorlar ki: “Sen gelip burayı tavaf etmeden evvel, biz yıllarca, binlerce sene evvel burayı çend defa tavaf ettik.” Doktor Zağlûl’un ifadesiyle, “Jeolojik dönem itibarı ile yeryüzünde ilk defa yaşamaya müsait oluşan zemin, orası.” İlk defa yaşamaya müsait bir zemin… Kim bilir daha nelerin mazharı… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın en evvel var ettiği, benim nurumdur.” buyuruyor. Sonra tekvinî emirler veya kevnî hadiseler açısından da belki ilk defa nazar-ı İlahî’ye meclâ olan bir yer, mazhar olan bir yer: Kâbe. Onun için Efendimiz’in tev’emi (ikizi); yani, İlm-i İlahî veya -ne diyelim- hikmet-i İlahiye rahm-i mâderinde -hikmet-i İlâhiye rahm-i mâderinde- mayalanan iki büyük hakikat var: Biri, Hakikat-ı Ahmediye hakikati; bir de Kâbe hakikati. Onun için Mekke’den ayrılırken de dönüp ağlamıştı; “Beni buradan uzaklaştırmasalardı, Ben, senden ayrılmayacaktım!” demişti. Ama Cenâb-ı Hak, Medine yolunu göstermişti. “Yesrib”, medeniyet merkezi “Medine” olacaktı. Allah, onu murad buyurmuş, “bin”in yerinden “yüz”ün yerine göndermişti O’nu; ikisine de can kurban!.. Beled-i Emin…

İnsan: Bir kıvam örneği ve “ahsen-i takvîm” âbidesi

Sonra ne diyor, bakın; bu dört şeye kasem ettikten sonra… Dört şeye Allah “Yemin olsun!” diyor. Sonra, لَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ “Muhakkak, Biz insanı en mükemmel donanım ve surette yarattık.” (Tîn, 95/4) “Ahsen-i takvîme mazhar yarattım Ben insanı!..” Bir yönüyle insan, âdetâ bir “mir’ât-ı mücellâ”dır, Zât-ı Ulûhiyeti aksettiren. Allah (celle celâluhu) o aynada tecellî eder. Onun için, insan kalbi -bir yönüyle, evet bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’ın tecelligâhıdır. Başkaları başka türlü diyor: “Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye, Rahman, gecelerde.”Böyle müteşâbih ifadelerden kaçtığımızdan dolayı biz diyoruz ki: Gönül, tecelligâh-ı İlahîdir. O mir’âta Allah tecelli edince, insan orada O’nu görüyor gibi oluyor; lâakall mevcudiyetini, aksine ihtimal vermeyecek şekilde, riyâzî bir katiyet üstünde, hatta onun da üstünde, “İki kere iki, dört eder.” katiyetinin de üstünde, vicdanında derinlemesine duyuyor.

İnsan, öyle bir mir’ât-ı mücellâ… Bu tabiri çok kullanmışlar: İnsan, bir mir’ât-ı mücellâ. “Bir kitabullah-ı azâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar.” (R. M. Ekrem) Fakat o kâinatta ne sergilemiş ise, o meşherde ne sergilemiş ise, Allah (celle celâluhu), bir fihrist halinde, insan hakikatinde onu derç etmiştir. Âdetâ bütün kâinatı okuyabilmeye vesile bir mercekler, bir adeseler veya bir teleskoplar, bir rasathaneler mecmuasıdır insan; öyle bir varlıktır.

Cenâb-ı Hak, mezkûr ayette de insanın kıymetini vurguluyor ve adeta bir şey diyor burada: “Bak, bu kıymette yaratılmışsın, kıymetini bil!..” Sen, donanımın içindeki o temel unsurları tam yerinde kullandığın zaman, tıpkı Hazreti Cebrail’in Efendimiz’e Miraç’ta dediği gibi: “Yürü, top Senin, çevkân Senindir bu gece!” denir sana da. “Ben, bir adım daha atsam, yanarım; Sen yürü!” diyor. Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) cismâniyeti, bedenî olması, bir insan olması, maddî bir varlığa sahip olması itibarıyla, tamamen ruhânî ve çok önemli bir misyonun sahibi olan bir meleğin önüne geçiyor. İşte insan, öyle bir donanımla yaratılmış bir varlık.

O varlık hakkında Yüce Yaratıcı, لَقَدْ خَلَقْنَا اْلإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ buyuruyor, فِي حَسَنِ تَقْوِيمٍ de değil; “güzeller güzeli, kıvamında bir varlık, eksiği olmayan…” Bunu, insanın maddî-manevî anatomisiyle ilgilenenler bilirler. Gerçi, “manevî anatomi” ile çok meşgul olanlar, yok. Hani Pedagoglar, Psikologlar meşgul olabilirler; fakat ele alınması lazım. Ama insanın “maddî anatomi”si bile ele alındığı zaman, baş döndürücü inceliklere hâiz bulunduğu görülür. Sadece, zannediyorum, göze ait esrâr gözcüler tarafından tam teşrîh yapılsa, bir teşrîh masasına konarak bir analizde bulunulsa, çoklarının başı döner!.. Bir kulak, aynı şekilde analize tabi tutulsa -erbâbı var burada, bahsediyordu bir şeyden- insanın başı döner. Ee bütün mahiyet-i insâniye nazar-ı itibara alındığı zaman…

Bazı şeyleri yeni yeni öğreniyoruz. Mesela, refleksololji uzmanı, insanın ayaklarının altını gıdıklamak suretiyle bir şey yapıyor; “Burası, vücudun şu noktasına kumandada bulunuyor; burası, şu noktaya kumandada bulunuyor; burası, şu noktaya kumandada bulunuyor!” falan diyor. İnsanın “maddî anatomi”si tepeden tırnağa bir analize tâbi tutulduğu zaman, insanın başını döndürecek mahiyettedir. Bir de Allah (celle celâluhu) onu diyor ve aynı zamanda adeta “Konumuna göre hareket et! Bak, seni, maddî yapın itibarıyla, manevî yapın itibarıyla en güzel şekilde, en mükemmel donanımla yarattım.” buyuruyor.

Bir de manevî anatomiyi düşünün. Mesela, insanın sadece Latife-i Rabbâniye’sini, Sır’rını, Hafâ’sını, Ahfâ’sını düşünün. Vicdanı, vicdan mekanizmasını düşünün. Bir de bunları tahlil edin; erbabı, onları da tahlil edebilir. Bu maddî-manevî yapısıyla öyle baş döndürücü bir mahiyete hâizdir ki insan, hakikaten mahiyet-i insâniyeye âşık olmamak mümkün değil. Şimdi Süleyman Çelebi’nin biraz evvel geçen sözünü anlıyor musunuz?!. Allah (celle celâluhu) adeta diyor ki: “Bak, insan, âşık olunacak bir varlıktır!” Âşık olunacak bir varlıktır!.. Zât-ı Ulûhiyet diyor: لَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ Ama gel gör ki: ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ “Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.”(Tîn, 95/5)

Allah, imhâl eder fakat ihmal etmez

“Sümme” (ثُمَّ) diyor orada; “Sümme” (ثُمَّ). İstikbale müteallik meseleleri ifade etmede, “Sin” (سَـ), “Sevfe” (سَوْفَ) ve “Sümme” (ثُمَّ) kullanılır. Sümme, en sonra gelir. “Sümme” (ثُمَّ) diyor orada. ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ Demek ki insana bir fırsat veriliyor: Bir çocukluk dönemi esasen… Bir yönüyle, aklını kullanabilecek hâle gelmeli, kâinat kitabını okumalı; Kur’an’ın kainat kitabını okuduğunu duymalı. Böyle bir süreye ihtiyacı var. Hemen birden bire Allah (celle celâluhu), “Sen dünyaya geldin, üç yaşındasın, beş yaşındasın; yapman gerekli olan şeyi yapmadığın takdirde okurum senin canına!” demiyor. Her kelime mucize, Kur’an-ı Kerim’de… ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ Sonra esfel-i sâfilîne baş aşağı… Cehennem’in en derin çukuruna iteceksek, çok sonra…

Başka bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَاءَكُمُ النَّذِيرُ “Size, düşünüp ders alacak kimsenin düşünüp ders alacağı (ve gereğini yapacağı) kadar bir ömür vermedik mi? Hem size, uyarıcı olarak peygamber de gelmişti.” (Fâtır, 35/37) “Düşünebilecek insanların düşüneceği kadar onları muammer kılmadık mı?!” diyor burada. Demek ki insanın ömrü, hakikaten, Cennet’i peyleyecek kadar, Zât-ı Ulûhiyet’in cemâl-i bâ-kemâlini müşahede için -Aynı tabiri (“peyleme” tabirini) kullanmayacağım/kullanamayacağım, saygısızlık olur.- kesb-i istihkak edecek kadar…

“Biz ona mehiller verdik.” İmhâl ettik, imhâl ettik, imhâl ettik: “Bak, biraz daha halini düzelt. Biraz daha -esasen- Kur’an aynasında, Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın beyanları aynasında kendine bak. Günde birkaç defa o aynanın karşısına dikil, kendine bak!.. Kravatını düzelt, ona göre.. yakalarını düzelt, ona göre.. külahını düzelt, ona göre.. saçlarını fırçala, ona göre.. sakalına-bıyığına bak, ona göre… Günde birkaç defa Kur’an aynası, Sünnet-i Sahîha aynası ve selef-i sâlihînin ictihâd-ı sâfiyâneleri aynasında kendine bir kere daha bak. Bir hey’et-i âliyenin karşısına çıkmak için, ehl-i dünya ayna karşısında kendilerine nasıl makyajlar ile, falanlar ile, filanlar ile bakım yapıyorlarsa, ha bizimki de o. Mü’min, kendisine öyle bakmalı; Kur’an aynasında bakmalı: “Allah karşısına çıkacak durumda mıyım? Şu anda Rasûl-i Zîşân temessül buyursa, ben, karşısına çıkacak durumda mıyım? Bû-Bekr u Ömer u Osman u Ali temessül buyursalar, karşılarına çıkacak durumda mıyım?!.”

Allah (celle celâluhu), mehil üstüne mehil veriyor: أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَاءَكُمُ النَّذِيرُ Bir de sizi, sizin tezekkür, tedebbür ve tefekkürünüz ile başbaşa bırakmamış; bir yönüyle, ulaşılması gerekli olan şeylere, o argümanları kullanmak suretiyle ulaşamayabilirsiniz. Sizin içinizde heyecan uyaracak, vicdanınızı uyaracak, kalbinizi uyaracak tertemiz bir ses ve soluk ile Allah (celle celâluhu) aynı zamanda sizi ikaz buyuruyor. وَجَاءَكُمُ النَّذِيرُ Bazı tefsirlerde diyorlar ki: “Bir insanın saçının-başının ağarması, o uyarıdır.” Artık yaşlanınca, sakalı bitince, yüzünde buruşukluklar meydana gelince, onlar da hatırlatıcı birer unsur oluyor: “Acib bir kârubân-hane bu dünya / Gelen gider konan göçer bu elden // Vefası yok sefası yok fani hülya / Gelen gider konan göçer bu elden.” (Alvarlı Efe Hazretleri) “Yalancı dünyaya aldanma yâhû / Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.” (Hz. Aziz Mahmud Hüdâî) Birincisi, Alvar İmamı Muhammed Lütfî Efendi’nin; ikincisi de Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerinin.

Ona bu maddî-manevî sahip olduğu, hâiz bulunduğu şeyleri kullanma fırsatı verdik! İmhâl imhâl üstüne, imhâl imhâl üstüne… Önüne neler serdik neler serdik! Ne sergiler ile onun dikkatini çektik; “Aman, doğru oku!” dedik. Fakat okumayanlar var ya, işte onları da ثُمَّ çok uzun süre sonra, رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ.

Bu açıdan insan, “A’lâ-i illiyyîn” ile “Esfel-i sâfilîn” arasında gel-gite müsait bir mahiyette yaratılmış, çok garip hilkatte bir varlıktır. Ya a’lâ-i illiyyîn-i kemâlâta çıkacak, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm gibi veya “Esfel-i sâfilîn”e sukût edecek Ebu Cehil gibi, Amnofis gibi… Esfel-i sâfilîne… Saddam da olur mu, Kazzâfî de olur mu? مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ “Hevâsını ilah edinen kimse…” (Câsiye, 45/23) Hevâsını, kendi arzularını, kendi isteklerini ilah edindi.. kendisine tapar hale geldi.. kendisine ölmez gibi baktı.. dünyada ebedî kalacak gibi baktı.. Çağın Sözcüsü’nün beyanı ile “bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etti..”kendini görmeyi -hâşâ ve kellâ- Zât-ı Uluhiyeti müşahedeye tercih etti… Bir, böylesine esfel-i sâfilîne sukût etme var; bir de a’lâ-ı illiyyîn-i kemâlâta yükselme durumu var.

Çirkin söz, hal ve fiillere aynıyla karşılık vermek

Evet, geriye dönelim: Mü’min, oturup kalktığı her yerde, kendi kıymetini, kendi kadrini bilmek suretiyle, Allah’ın onu nasıl konumlandırdığını ve nereye koyduğunu bilmek suretiyle, nasıl bir adese ve nasıl bir mercek olduğunu göstermek suretiyle ve kendini doğru okumak suretiyle ancak tekvinî emirleri de doğru okuyabilir. Hatta Kur’an’ı da o zaman doğru anlayabilir; dahası öteleri de doğru görebilir ve ona göre de hazırlanabilir. O mahiyette yaratılmış bir varlıktır insan.

Öyleyse, mü’min, oturup-kalkarken, yatağına girerken, sürekli müzakere mevzuu, bu olmalı. Birileri atıp tutabilir; güftügû ile, dedikodu ile vakit geçirebilir. Güftügû, Farsçadan gelen bir kelime. Güft, gûyend, güften, gûyende… O, Arapça’da “nasara, yensuru, nasran, fehuve nâsirun…”  dediğimiz gibi. Onu, Türkçemizde de kullanırız fakat saf bir Türkçe ile ifade edecek olursak “dedikodu” diyebiliriz. Oturduğumuz-kalktığımız yerleri, o güzelim meclisleri, toplantıları bu türlü şeyler ile kirletme, tartışmalar ile kirletme, birilerini karalamak ile kirletme, mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesi ile kirletme doğru değil. “Terörist!” dediler, “Terörist senin kendin!” demek.. “Hâin!” dediler, “Hâin senin kendin!” demek.. Kalktı bir kendini bilmez, “fırak-ı dâlle!” dedi, “Fırak-ı dâllenin tâ kendisi, sensin!” filan demek… Bunlar ile insan, hiçbir şey kazanamaz; bütün bunları Allah’a havale etmek lazım.

Abdulkadir Geylânî hazretlerinde ilk defa duyuluyor, daha sonra bazıları da o tabiri kullanıyorlar: عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِي “Senin, benim hâlimi bilmen, benim Senden bir şey istemenden müstağnî kılıyor.” قَدْ كَفَانِي عِلْمُ رَبِّي * عَنْ سُؤَالِي وَاخْتِيَارِي şeklinde, biri de nazmen ifade ediyor: “Rabbimin bilmesi, her şeyi bilmesi, beni O’ndan bir şey talep etmekten ve O’na ihtiyaç arz etmekten müstağnî kılıyor!” diyor. Allah (celle celâluhu) görüyor, her şeyi görüyor. O kirli ağızlardan akan levsiyâtı da görüyor. Ortalığı zift kanalı haline getirenleri de görüyor… Onlar öyle dediler diye, “Ben de mukabele-i bi’l-misilde bulunayım!” demek suretiyle, ağız ile yapacak olursan, ağzını kirletmiş olursun; bakışlarınla aynı şeyleri ifade edersen, gözlerini kirletmiş olursun; kulakların ile olmayacak şeyleri dinleyecek olursan, kulaklarını kirletmiş olursun. Zaten yarısı uykuda, beyninde hareket halinde olan nöronlarını bunun ile kirletmiş olursan, onları da öldürmüş olursun. Zaten yarısı veya üçte biri ya çalışıyor ya çalışmıyor. Nörologlar kusura bakmasınlar, varsa içinizde. Evet, öyle deniyor; zannediyorum, Enbiyâ-ı ızâm, onun tamamını çalıştırmaya muvaffak kılınmış. Onun için Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinin birinci cildinde, Bakara sure-i celîlesinde diyor ki: “Bu ne müthiş bir fetânet ve ne müthiş kabiliyettir ki, ayakları arzda, yeryüzünde durduğu halde, gökler ötesi âlemlerle münasebete geçiyor!..”

Evet, insan… Mutlak manada -Cîlî’nin ifadesiyle- “İnsân-ı Kâmil”. İnsan, öyle bir noktaya ulaşmaya müsait mahiyette yaratılmış. Bence kendi mahiyetine karşı saygısızlıkta bulunmamalı!.. Hakaret sayılır; Allah’ın bu güzel sanatına karşı hakaret sayılır; maddî anatomisine karşı hakaret sayılır; manevî anatomisine karşı hakaret sayılır; bu sanat-ı İlâhiyeye karşı hakaret sayılır. Şimdi, böyle bir hakareti irtikâp eden…

Burada antrparantez: Hazreti Pîr, kâfirin, mülhidin, münkirin ebedî Cehennem’de kalması mevzuunda bir hakikatten bahsediyor, bir anahtar beyan ortaya koyuyor: Kâinatta şu kadar tekvinî emirler, hep O’nu haykırdığı, hep O’nu ifade ettiği halde… Öyle sergiler yapılmış ki, o sergilerden hangi kareye baksan, O’nu ifade ediyor… Bunca şeye baktığı halde, bir kimse hâlâ “Allah!” diyemiyorsa, her şey, ondan davacı olur!.. Ee bunca şeyin davacı olması karşısında, onun binlerce sene Cehennem’de yanması icap eder. Bu manada, Hazreti Üstad, “Zira küfür; şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı manasız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esma-i kudsiye-i İlahiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakk’ın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenâhi bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise, nihayetsiz azabı îcab eder.” diyor orada. Zannediyorum bir başkası da ondan evvel böyle bir söz söylememiş; ben hatırlamıyorum.

Şimdi, Allah (celle celâluhu) böyle ahsen-i takvîme mazhar yarattığı halde, aynı zamanda seni olduğun yerde de böyle yapayalnız bırakmamıştır. Bir yönüyle, önüne serdiği şeyler ile Kendine (celle celâluhu) doğru gidecek yolları göstermiş; sana lütfettiği rehnümâlar ile, pusulalar ile mihrabını işaretlemiş, “Oraya yönel!” demiş. Mihrabını işaretlemiş, “Oraya yönel!” demiş… Sadece mihrapla yanılabilirsin, aklını yetmeyebilir; fakat mihraba bir de bir imam dikmiş/koymuş, “Bakın, şu imamın arkasında bulunun!” demiş. Evet, “Muktedâ-i Küll, Rehber-i Ekmel, Ahsen-i Takvîmin Âbide Şahsiyeti, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm…

Canımız O’na kurban olsun!.. بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu bizlere ki, öyle sarsılmaz/yıkılmaz bir Sütuna dayalı bulunuyoruz!” Bûsîrî, Kaside-i Bürde’sinde bunu ifade ediyor: بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ Efendim… Richter ölçeğine göre on nispetinde zelzele olsa, devrilmeyecek bir âbide şahsiyet… Ve siz o İmamın arkasında bulunuyorsunuz. Allah, O’nun arkasında bulunmama mahrumiyeti yaşatmasın size-bize!..

Ruhuna yabancı kimselerin güdümüne girme!..

Başa gelen ne olursa olsun, balyozlar olsun… -Geçen de “külünk”ü bir şeye bağlamışlardı, onun daha büyüğüne deniyor, taşları kıracak şeylere.- Külünkler ile başınıza vursunlar, manivelalar ile sağınızı solunuzu delsinler, kayaları parçalar gibi parçalasınlar… Bunların hiç birinin önemi yok!.. “Yol, bu; devran, bu!” deyip hep o yolda yürümek lazım, Allah’ın inayeti ile. Sakarya Şiiri’nde söylüyor: “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..” Sana-bana hitap… Esasen, “Başkalarının güdümünde olma, başkalarının düşünce çağlayanları içinde bilemediğim bir hedefe doğru sürüklenme!.. Yeter yahu, ayağa kalk, kendin ol; hedeflediğin yere doğru iradî olarak yürümeye bak!” demek, bu.

Onun için meclisler, hep bu müzakereler ile değerlendirilmeli; yapılacak işler, hep bu istikamette olmalı. Bir yönüyle, dünya, mü’mince nasıl onarılacak ise, bir bağ gibi, bir bahçe gibi, dikenlerden nasıl arındırılacak ise, güllere nasıl imkan verilecek ise, bülbüllerin şakımasına nasıl zemin hazırlanacak ise, onu, ona göre yapmalısınız!.. “Bir bağ ki, görmezse terbiye-tımar / Çalı-çırpı sarar; hâristan olur.” Bu dünyayı hâristana, diken tarlası haline getirmemek için, ona göre onaracaksınız!..

Neden? Çünkü bir kere, Cenâb-ı Hakk’ın Esmâsının aynaları. İki: Âhiretin mezraası. Burada ekiyorsun, tohum saçıyorsun; orada o başaklar ile karşılaşıyorsun. Burada fideler dikiyorsun, orada selvilerin gölgesinde yaşıyorsun; selvi oluyor, Cennet ağaçları haline geliyor. Bir diğer taraftan da âhiretin koridoru…  Bir de insanların hevâ-i nefsine bakan yanı var ki, o yanını da işaretleyen Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ وَطَوَالِبُهَا كِلاَبٌ Dünya, bir cîfe, bir pislik yığınıdır. Sürekli onun arkasından koşturanlar, “Ev-bark!” diyenler, “Filo!” diyenler, “Villa!” diyenler, “Takdir!” diyenler, “Alkış!” diyenler, “Dünyevî hasene!” diyenler o cifeye koşan “kilâb”dır. Böyle deniyor. Tekilini söylemiyorum bunun; eğer çoğulu ile manasını anlamıyorsanız, Arapça bilenlere sorarsınız “Bu, neyin çoğulu?!” diye; söylerler size.

Allah Rasûlü, lisân-ı nezîhi ile, hep güzel şey konuşuyor; O’nun bütün konuşmaları bülbül şakıması. Fakat burada böyle demese, muktezâ-i zâhire muhalif düşer. Hani, Belagat ilminde bir “muktezâ-i hâl” var, bir de “muktezâ-i zâhir” var. Az önce zikredildiği gibi demezseniz, dediğiniz şey esas ifade etmek istediğiniz şeyi tam ifade etmez. Burada da Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) lisân-ı nezîhinin söylediği o şey, öyle. Hazreti Peygamber Efendimiz, bu meseleyi böyle ifade ettiğine göre, demek mesele çok önemli. Dünyanın dünya cihetiyle, insanın hevâ-i nefsine bakan yanıyla, cismâniyetine bakan yanıyla, bohemliğine bakan yanıyla, hırsına, kinine, nefretine, gayzına, başkalarını karalamaya, -İmam Gazzâlî hazretlerinin ifadesiyle- “Mühlikât”a (helak edici faktörlere, hafizanallah) bakan yanıyla اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ وَطَوَالِبُهَا كِلاَبٌ “Dünya pislik yığınıdır ve onun arkasından koşanlar da kilâbdır!”buyuruyor.

O duruma düşmemek lazım. Düşmemişsiniz Allah’ın izni-inayeti ile. Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeyleri ne seviyede değerlendirmişsiniz, onu O bilir ve bu değerlendirmede herkes de müsâvî değildir, farklı farklıdır. Bazıları onu bir filiz haline getirmiştir, bazıları başak haline getirmiştir; bazıları bir başak değil, on tane başak haline getirmiştir, Allah’ın izni-inayetiyle ama yüz başak haline getirmesi de ihtimal dâhilindedir, yüz başak haline de getirilebilir.

Cenâb-ı Hak, bu imkânları size bahşetmiş ise, bize bahşetmiş ise, bence elin-âlemin bu mevzuda deyip-ettiklerine takılmama, lisanımızı kirletmeme, düşünce ufkumuzu kirletmeme, meclislerimizi kirletmeme, hep mâbed gibi tutma esas olmalıdır. Mâbed gibi… Nasıl oralarda olumsuz şeyler konuşulmaz!.. Oralarda Allah zikredilir.. Allah’a kullukta bulunulur.. kemerbeste-i ubudiyet içinde “ibadet”, “ubudiyet” ve “ubûdet” icrâ edilir.. iki büklüm olunur, Allah karşısında.. secdeye varılır, Allah’a en yakın hâle gelinir. Bence bütün meclislerimiz, birer mâbed gibi olmalı!.. Hep oralarda güzel şeyler seslendirilmeli!.. Neyden yükselen ses gibi içimize inşirah veren sesler veya bir Sabâ makamı gibi bizi gafletten uyaran bir makam olmalı; her şey öyle bir makam ile seslendirilmeli orada ve bu bizim maddî-manevî terakkimize medâr olmalı!…

Ama bunlar, ancak basiret, fetânet ve O’nun inayetiyle olur. اَللَّهُمَّ بَصِيرَةً وَفِطْنَةً تُغْنِينَا بِهِمَا عَنْ ضَلاَلَةِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım! Bize yüksek bir basiret, engin bir fetânet lütfeyle!.. Bizi kaymaktan, sapmaktan, değişik şeylerin olumsuz delâletlerinden muhafaza buyur!” Elektronik levha dedi, ben de onu söyledim.

Başta dediğim ayet de -şimdi levhada- çıktı: فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ “Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru ol!” Dosdoğru olursanız, etrafınızda dosdoğru hâleler oluşur; dosdoğru olursanız, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında oluştuğu gibi, dosdoğru hâleler oluşur. Kamerin etrafındaki aydınlık gibi… Cenâb-ı Hak, öyle olmaya muvaffak kılsın!.. Âmin.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Ey insan!..

Fethullah Gülen: Ey insan!..

Ölmeye yüz tutmuş vicdanlar kalb masajı bekliyor!..

  • İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), namaz kılarken sakalı ile oynayan birisini görünce, لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ“Şayet bu adamın kalbi haşyetle dolsaydı, organları da huşu duyardı.” Evet, kalbinde haşyet olanın tavır ve davranışlarında da haşyet olur. Bu şekilde iç-dış bütünlüğünü yakalayan bir insan, diliyle olduğu gibi haliyle de hak ve hakikate tercümanlık eder; görenlere Allah’ı hatırlatır.
  • Vicdanların öldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Bazıları cankeş, bazıları sarhoş, bazıları yoğun bakımda. Bütün bütün kaybetmiş değiller; şöyle bir himmet eli uzandığı zaman zannediyorum onlar yeniden cana gelecekler. Kalb durmalarında yapılan spazm müdahalesi neyse, zannediyorum bu mevzuda da ruhumuzu okuyan, düşüncelerimizi okuyan, bize doğruyu gösteren, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunu gösteren, Sahabe yolunu gösteren, dediklerini yaşayan ve yaşadıklarını söyleyen rehberlerin mualecesi de aynı şeydir. “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemek, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.” (Saff, 61/2-3) ikazını bir tokat gibi kabul eden, “Amanın, yaşamadığım şeyi söylememeliyim; söylediğim her şey yaşadıklarımın ifadesi ve hecelemesi olmalı; hatta sarih, açık delaletle de değil, hecelemesi olmalı tavırlarımın!” diyen, ne kadar derin olursa, o kadar da mütevazi, mahviyet ve hacalet içinde bulunan, halinden “Bu hakikatler kim, ben kim? O doğruluk kim, ben kim?” mülahazası dökülen insan -inanın- adeta bir sinerji kaynağı olur.

Evvelki gün müsemma vardı, dün isim müsemma birlikteliği, bugün ise sadece isim!..

  • Bir dönemde Hakk’a teveccühler “isimsiz müsemma” şeklindeydi. Nakşî, Halidî, Kadirî, Şazilî, Bekrî, Cerrahî diye isimler bilinmiyordu. Fakat onların yaptıkları şeylerin hepsi vardı. Her yerde gürül gürül Allah anılıyordu. O, her sinede muallâ yerini koruyordu. Gönüller adeta O’nun tecelligâhı idi.
  • Bir dönem geldi kalb ve ruh hayatına isim katan insanlar oldu ve zamanla meşrepler o insanların adlarıyla anılmaya başlandı. O halis insanlar sayesinde, müsemma kapı ardında kalmadı. O müsemma vicdanlarda derinlemesine duyuldu ve “isim müsemma birliği” oldu. Onlar bir derken, biri bin etmesini biliyorlardı. Onların dilinden çıkan bir “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” kelimeleri binlere tekabül ediyor, gönüller itminana eriyordu. O dönemde isim müsemma at başı gidiyordu.
  • Ne var ki bir gün de geldi, (istisnaları vardır) bazıları itibarıyla “müsemmasız isim” devri başladı. Çok hakikat ad, unvan, şekil ve surete takılıp kaldı.

Melekler Hazreti Âdem kıblesine doğru Allah’a secde ettiler ama Şeytan kibirlendi!..

  • Cenâb-ı Hak, Hazreti Adem’i yaratacağı zaman, melekler, istifsar (işin aslını sorup öğrenme, meselenin açıklanmasını isteme) niyetiyle “Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak bir mahlûk mu yaratacaksın (ca’l edeceksin)?” (Bakara, 2/30) diye suâl tevcih etmişlerdi. İşin aslını ve Hakk’ın hikmetini öğrenince ise,

    سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
    “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32)

    demiş ve Hazreti Adem’e secde emrini yerine getirmekte bir an bile tereddüt etmemişlerdi.
  • Haddizatında bu secde Allah’a (celle celâluhu) yapılıyordu. Kâbe mihrap olarak önümüze konduğu gibi, o zaman meleklerin önüne de Hazreti Âdem (aleyhisselâm) konmuştu. Burada secde, Allah’ın isimlerinin en câmi aynası olan insanda odaklaşan esmâ-i ilâhiyeye ve hilâfet unvanlı o büyük mânâya müteveccihen oluyordu. Şeytan ise bu hassas dönemde virajı alamamış ve uçurumdan aşağıya yuvarlanmıştı. Emre itaatteki inceliği anlaması lazım gelen yerde, “Ben çamurdan yarattığına hiç secde eder miyim? Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten O’nu topraktan yarattın.” (A’râf, 7/12) demişti. Bu, küstahlık ve bir su-i edepti ki, ondaki kibir, haset ve hazımsızlığa delâlet etmekteydi. Belli ki şeytanın içinde bir hastalık vardı da Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) secde bahane olmuş ve bununla şeytanın küfrü açığa çıkmıştı.

Kibrine takılan Şeytan hak ve hakikati bile bile inkar etti; çağlar boyu onun tuzağına düşenler de!..

  • Şeytan emre itaatteki inceliği anlamadığından fahre, gurura, kibre, enaniyete kapıldı. Kendi enaniyet gayyasında boğuldu. Her devirde enaniyet gayyasında boğulanlar gibi Firavunlar gibi, Şeddadlar gibi, Nemrutlar gibi, Tiranlar gibi Onlar enaniyet gayyasında, ziftinde boğuldukları gibi Şeytan da boğuldu gitti ama manen öldü. Öyle ki, hak ve hakikati bildiği halde “Öldükten sonra diriltilecekleri Gün’e kadar bana süre tanı!” (A’raf, 7/14) dedi ve insanları yoldan çıkarma kasdıyla mühlet istedi.
  • Demek enaniyet öyle bir Allah belası ki, İblis hakikati gördüğü halde, yine de gelip gelip ona takılıyor. Çünkü o enaniyetin menfur meşcereliğinde kibir neşv ü nema buluyor, gurur neşv ü nema buluyor, müşarün bilbenan olma (parmakla gösterilme) mülahazası neşv ü nema buluyor, takdir edilme mülahazası neşv ü nema buluyor, herkes tarafından alkışlanma mülahazası neşv ü nema buluyor, rahat etme mülahazası neşv ü nema buluyor, saray mülahazası neşv ü nema buluyor Enaniyet dediğimiz, Allah belası böyle bir meşcerelik!..
  • Şeytan gerçekleri gördüğü halde “Bana fırsat ver, uğraşayım bunlarla!” dediği gibi, bugün de bir kısım insanlar bütün hakikat önlerinde olduğu halde bakıyorlar ama göremiyorlar. Görüyor gibi oluyorlar ama değerlendiremiyorlar. Nur’a “zulmet” diyorlar. Ruh-u Revan-i Muhammedi’nin şehbal açmasına, kendilerine karşı açılmış bir bayrak nazarıyla bakıyorlar. O’nun mübarek namının yükseltilmesini, kendi kadir ve kıymetlerini yere çalma şeklinde yorumluyorlar. Bakın aynı körlük Amnofis devrinde, Ramses devrinde, Hitler devrinde, Stalin devrinde, Lenin devrinde, Jul Sezar devrinde devam ettiği gibi, bütün çağlar boyu da hep devam edegelmiştir. Allah, bu bakıp da göremeyen insanların gözlerini açsın!..

Bencillik bağlarından kurtulmanın yolu yüce bir mefkûreye bağlı kalmaktır.

  • Kayıp gibi gördüğünüz şeylerde bile yemin ederek söyleyebilirim, hep kazanıyorsunuz. Hep kazanıyorsunuz çünkü mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.
  • İnsan yüce bir gaye-i hayale bağlanmalı; yüksek hedeflerin peşinden koşmalı ve himmetini hep âli tutmalıdır. Öyle ki, mefkûre muhacirleri bir anda dünyanın çehresini değiştirebilecek kadar yüksek gaye-i hayaller peşinde olmalıdırlar. Zira himmetler âli ise, davranışlarla ona yetişilemediği durumlarda bile Allah, niyetlerle o boşluğu doldurur ve kişiyi hayalinde kurguladığı hedefe göre mükâfatlandırır. Yani insan, realize edilemeyen güzel niyetlerinin bile sevabını alır.
  • Hakk’ı anlatmak ve i’lâ-yı kelimetullah mülahazası içinde yaşamak gibi bir mefkûre ve gâye-i hayal, insanın kendi benliğinden uzaklaşması ve bencilliğinden kurtulması için de çok önemlidir. Çünkü insan, bir gâyeyi bütün varlığıyla sahiplenirse, artık hareket, tavır ve davranışlarını o gâye istikametinde değerlendirmeye çalışır. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” Demek ki, benlikten tecerrüt etmenin, her şeyi bencilliğe bağlamaktan kurtulmanın yolu, O’na bağlanmak ve her şeyi O’nunla alakalı bir hususa bağlamaktır.

Allah ve Rasûlü için hicret edenler, gittikleri yerde mutlaka Rabbimizin rızasını ve Efendimiz’in hoşnutluğunu bulurlar!..

  • İmam Buhari Hazretleri’nin Sahih’inde ilk hadis şu mübarek beyandır:

    إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ
    “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti neyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur (orada onu bulur).”

  • Tavsiye ederim; gidin Afrika’da yatırım yapın. Oralarda belli zeminler oluşturun. Türkiye’nin zenginliğine zenginlik katın. Dünyanın zenginleri haline gelin. Ve gittiğiniz yerlerde kendi irfan dünyanızı takviyeye bakın. Orada isterseniz okullar yapın, üniversiteler açın, talebelere bakacağınız yurtlar açın.
  • Enaniyetten uzaklaşmanın, kendine takılmamanın, Allah’la arasındaki şeylerde hüsufa-küsufa sebebiyet vermemenin tek yolu vardır. Altından, zebercetten, zümrütten döşeli bir yolu vardır o da budur, yüksek bir gaye-i hayale dilbeste olmak, gönlünü kaptırmak.

Dünyanın üç yüzü

  • Dünya bir yandan çok kıymetli ve değerlidir; diğer taraftan ise o, hadislerde bir cîfe, bir leş yığını olarak tarif edilmekte ve onun talipleri de köpeklere benzetilmektedir. Hazreti Üstad bu ikilem gibi gözüken meseleyi “dünyanın üç yüzü” vardır diyerek açıklığa kavuşturuyor.
  • Hazreti Bediüzzaman şöyle diyor: “Dünyanın üç yüzü var: Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına bakar. Onların nukûşunu gösterir. Mâna-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedaniyyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır. İkinci yüzü, âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır. Cennet’in mezraasıdır. Rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır. Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü: Fânidir; zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret bu yüzdedir. Kur’ân-ı Hakim’in kâinattan ve mevcudâttan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabilerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.”

“Sıfatlar Zât’ın ne aynı, ne de gayrıdır.”

  • Geçmişten bugüne İslâm uleması, o baş döndüren cehd ve gayretleriyle, enbiya-i izâmın esmâ ve sıfat mevzuunda beyan buyurdukları hususları biraz daha açmış, meselenin vuzuhu adına şerhler yapmış, o hususları bizim daha iyi anlayacağımız hâle getirmiş ve netice itibarıyla Zât-ı Ulûhiyet hakkında yanlış telakkilere düşmekten bizi sıyanet etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen, mesela sıfatlar Zât’ın aynı mı gayrı mı diye münazara ve münakaşalar söz konusu olmuştur.
  • Malum olduğu üzere, ilim, hayat, sem’, basar, irade, kudret, kelâm, tekvîn gibi sıfatların Zât’ın aynı olarak kabul edildiğinde, bu sıfatların da tek tek kadim olmuş olacağı, dolayısıyla taaddüd-ü kudemâ lazım geleceği, bunun ise Allah’ın vahdaniyeti hakikatine aykırı olacağı ifade edilmiştir. Buna karşılık sıfatlar Zât’ın gayrı olarak görüldüğünde ise, sıfat-ı sübhaniyenin Allah’ın gayrında mülâhazaya alınmış olacağı, bunun ise Allah’ı hâdis (sonradan meydana gelmiş) bir şeyle ittisaf mânâsına geleceği, dolayısıyla bu durumun da kabul edilemeyeceği söylenmiştir. İşte bu mülâhazalarla ortaya konan vartalara düşmemek için Ebû’l-Hasen el-Eş’arî Hazretleri, “Sıfatlar Zât’ın ne aynı, ne de gayrıdır.” diyerek işin içinden sıyrılmak istemiştir. Bu izahın kaçamak bir yanı olduğu söylenebilir, ancak böyle bir ifadenin ulûhiyet hakikatine duyulan bir saygının neticesi olduğu muhakkaktır. Bu meseleler beşer idrakini aşan mevzular olduğundan, vahyin bize bildirdiğinin ötesinde kesin ve net bir şey söylememiz mümkün değildir; söyleme cüretinde bulunanlar ise bir sürü çarpık anlayış ve tenakuzun içine düşmüştür/düşmektedir.

İnsan, varlığın özü, usâresi; kâinatların fihristi ve hülâsasıdır

  • Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine bakan yanıyla dünya mektubât-ı Samedaniyyedir, çok güzel ve sevgiye layıktır. Bu yönüyle dünyaya bakınca ağaca sarılır öpersin, “Benim Rabbim’in bir kelimesi!” dersin. İnsana sarılırsın, aşkla-iştiyakla kucaklarsın, “Benim Rabbim’in ahsen-i takvimi bu!..” dersin. Bütün insanlığa bakarken “Bunlar benim Rabbim’in kelimeleri, cümleleri, paragrafları, kitapları!..” dersin. Kitap kadar mana ihtiva eder insan, çünkü insan bütün kâinatın fihristi mahiyetindedir.
  • İnsan, varlığın özü, usâresi; kâinatların fihristi ve hülâsasıdır. Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) “Kendini küçük bir cirim görüyorsun; hâlbuki bütün âlemler sende gizlidir. Sen bütün kâinatın bir fihristisin.” der. M. Akif, seyyidina Hazreti Ali’nin sözünü nazmen ilaveleriyle şöyle ifade etmiştir: “Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen / “Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen. / Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.”
  • “Âlem-i kesretten ey sâlik firar eyle yürü / Ferd ü Vâhid bârgâhında karar eyle yürü.” (İsmail Hakkı)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.