• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Çaresizler Çaresi

Soru: Neml Suresi'nin 62. ayeti kerimesinde, "Çaresiz kalıp da ıztırar diliyle O'na yalvaranın duasını kabul ederek sıkıntılarını gideren Allah'tan başka kimdir?" deniliyor. Kudreti Sonsuz'un mevcudiyetini vicdanlarımıza duyuran bu ayetin tevhid delili olarak tek başına bile yeteceği ifade edilmişti. Tevhid delili oluşu açısından bu ilahi beyanın izahını lutfeder misiniz?

Cebr-i lütfî ve Hasanî ruh

SORU: Muhterem Efendim! Bir eserinizde “cebr-i lütfî”nin bir buudu olarak “Hasanî ruh ve düşünce”nin temsîlini nazara veriyorsunuz. Yakın bir gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında, “Hasanî ruh ve anlayış”ı temsil eden müstağnîlerin pek çok fitneyi önleyebileceklerini ifade buyuruyorsunuz. Bu hususun şerhini ve o günlerin geçip geçmediğini lütfeder misiniz?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde yukarıdaki soruya cevap sadedinde şunları söyledi:

“Cebr-i lütfî” tabiri

Evet.. Cebr-i lütfî’nin bir buudu olarak Bazen Cenâb-ı Hak, insanlara lütfederken cebren eder, onun irade ile çok alakası yoktur. Hani o muhâceret konusunda bile bir “ihtiyarî hicret” diyoruz, bir de “cebrî hicret” diyoruz.

Çok defa bu cebrî şeylerin arka planında Cenâb-ı Hakk’ın nasıl bir lütufta bulunduğunu sezemeyebiliriz. Büyüklerin çoğu bile bunları sezememiş olabilir. İsim tasrih etmeden diyebilirim: Başına gelen onca devâhî, mûbikât ve mühlikâta (Gazzalî ifadesiyle, insanın altını üstüne getiren, insanı kahreden bela ve musibetlere) maruz kalıyor. Hadiselerin süzgecinden mi, eleğinden mi geçiyor, paletleri altında mı eziliyor? Hadiseye yaklaşırken, bir yönüyle şok tesiriyle, acılar duyduğunu da ifade ediyor. Evet, “Çok çektirdiniz!” diyor. Fakat sonra dönüp o çekilen acılara terettüp eden eltâf-ı İlâhiyeyi tetkik etmeye başlıyor; hadiseleri yeni baştan, bir kere daha gözden geçiriyor.

Hani her zaman Kıtmîr der: Bir müessesede bulunmama tahammülü olmayanlar, iki defa oradan ayrılmam için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Bugün mü’minlere çektirenler gibi onlar da aslında dindar görünümünde, hatta dindarlıkta derinlemesine bir görünüm arz eden bir gruptu. Böyle derken, siz bununla ne anlıyorsanız, onu anlayın! Ama benim gönlüm de orada idi; orası benim için gözağrısı gibi bir şeydi. İmam Hatip ve İlahiyat talebeleriyle meşgul olmak, bana zevkli geliyordu; mütevazıâne bir hayat içinde, geleceğin önemli insanlarını yetiştirme mevzuunda, min gayr-i haddin, Cenâb-ı Hakk’ın dedirttiklerini demek suretiyle Fakat o kadarını bile çekemediler, hazmedemediler.

Hazımsızlığın ne zehir-zemberek bir şey olduğunu size söylemeye gerek yok; bazen küfrün yaptırtmadığını insana yaptırtır hazmedememe, çekememezlik ve hased. Günümüzde bunu detaylarıyla yaşıyorsunuz.

Ama oradan ayrıldıktan sonra, dar bir alanlı hizmet olarak gördüm ben onu. Şimdi gönlünüz orada olsa ve ilk gözağrınız veya ikinci gözağrınız olması itibariyle yüreğinizde bir sızı şeklinde hep hissetseniz bile, oradan ayrılmaya terettüp eden eltâf-ı Sübhâniyeyi gözden geçirince, وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ  “Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur.” (Bakara, 2/216) hakikatinin tecelli ettiğini görürsünüz. Evet, sizin bazen nâhoş gördüğünüz şeylerde, hayırların muza’afı vardır, mük’abı vardır, mük’ab der mük’abı vardır, katlanmış hayırlar vardır, farkına varmadan!.. Ve öyle olduğuna şahit olundu.

Bela ve musibetlerin cebr-i lütfî yanı

Şu anda da -bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’ın belki bir imtihanı mahiyetinde benzer hadiselere şahit oluyoruz. Burada antrparantez arz edeyim: Bazen Cenâb-ı Hakk’ın daha önce bize lütfettiği ihsanları rantabl değerlendirmediğimizden dolayı hafif şefkat tokadı yiyoruz; kulak çekme de diyebilirsiniz buna. Veya paçaları sıvayıp küçük bir ırmağı geçiyor gibi.. az dikkat ederek bir tepeyi aşıyor gibi.. endişeli bir köprünün bir tarafından öbür tarafına geçmeye çalışıyor gibi Belki de daha hayırlı bir şeye geçme adına, Allah (celle celâluhu) muvakkat bir sıkıntıya maruz bırakıyor. Bir süre geçti mi, bir süre sonra dönüp geriye bakacak, diyeceksiniz ki, “Yahu bunda da bir hayır varmış hakikaten. Açılmaya vesile imiş. Koskocaman bir cihanın -net olmasa bile- duymasına, tanımasına, en azından ‘Böyle bir şey varmış!’ demesine vesile imiş.” Böyle bir cebr-i lütfî. Allah (celle celâluhu) lütfediyor.

Cebr-i lütfî Bir cebir var, farkına varmadan zorlanıyorsunuz; kendi irade ve ihtiyarınızla yapmıyorsunuz onu, yapma mecburiyetinde oluyorsunuz. Fakat sonra dönüp hadiseleri analiz ettiğinizde, diyorsunuz ki, Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Meğer onda da hayır varmış, onda da hayır varmış, onda da hayır varmış!..” “Bana bunca ezâ ve cefayı çektirenlere hakkımı helal ediyorum!” diyorsunuz. Bir de kendini sorgulama gibi bir şey; “ Hizmet-i imaniye ve Kur’anîyeyi maddî-manevî terakkime âlet etmekliğimmiş!” diyor.

Biz de kendimize ve hadiselere bakarken, bu mülahazayı esas almalıyız. Acaba imana, Kur’an’a, millî mefkûremize, geleneklerimize ve an’anelerimize hizmet ettirmek için mi sizi dünyanın dört bir yanına saçıyor?!. Evet, daha şümullü bir ifade ile, “edille-i şer’iyye-yi asliye” ve “edille-i şer’iyye-i tâliye”yi insanlığa duyurma, milletimizde olan güzellikleri, güzelce yaşadığı dönemlerden tevârüs ettiğimiz şeyleri cihana duyurma, onlar için müşteri arama maksadıyla, Allah (celle celâluhu) cebrî olarak dünyanın dört bir yanına sizi saçıyor. “Niye saçıldınız?” diye sorulunca, siz de bu defa cebrî olarak neden saçıldığınızı anlatıyorsunuz. Mazlumiyetinizi, mağduriyetinizi ortaya koyuyorsunuz; “Böyle bir şey olmuş da bundan dolayı böyle bir şey oldu!..” Hiç farkına varmadan, kendi ülkenizde bulamadığınız bir re’feti, bir şefkati, bir mülâyemeti, bir insanca duyguyu buluyorsunuz, onunla karşılaşıyorsunuz.

Parantez içinde arz edeyim: Şu Amerika’da, bir tane de değil birkaç tane, dün ve evvelki gün, arkadaşlar anlattılar. Yabancı birisi gelip diyor ki, seviyeli birisi, “Siz, buraya cebren gelmiş görünüyorsunuz. İmkânlarınız da yoktur, oturacak eviniz de yoktur. Benim falan yerde bir evim var, o evde bedava oturabilirsiniz! Malî bir sıkıntınız olduğu zaman, imkânlarım da var, o mevzuda da size yardımcı olurum!..” diyor. Mazlumiyet ve mağduriyet, böyle bir mukabeleye vesile oluyor. Bir yerde bir vahşetle, gayr-ı insanî mülahazalarla, âdetâ tardedilir gibi kendi ülkenizden, hem de ciğeriniz dâussıla ile yanıyor olmasına rağmen, uzaklaştırılıyorsunuz. Fakat başka bir yerde birileri size sinelerini açıyor, “Benim gönlümde senin de oturabileceğin bir sandalye vardır!” diyorlar. Ve bunların sayısı hiç az değil. Bir yerde ilticayı kabul ediyor, ev veriyor ve aynı zamanda geçinecek kadar da imkân veriyorlar; yanı başınızda bir yerde, bir ülkede. Başka bir yerde “Yedi cihan gelse, sizi istese, zorlasalar, bizden sizi koparamazlar, Allah’ın izniyle!” diyorlar.

Cebr-i lütfî hicretler sunduğu imkânlar

Böyle bir duyma ve böyle bir kabul var, o “cebr-i lütfî”nin altında. Şimdi bunun küçük emarelerini görüyorsunuz; bunlara bakarak, gelecekte daha büyük emareleriyle karşılaşacağınızı tahmin edebilirsiniz. Hâl ve temsilin sergilendiği meşherlerde, sizi ruh dünyanız itibariyle temâşâ eden insanlar, size doğru adımlar atacaklar. Mesela, düşmanlık duygularını atmaları, bir adımdır. Mesela, sizi dost kabul etmeleri, ayrı bir adımdır. Mesela, “İslam da bir dinmiş!” deyip saygı duymaları, bu da bir adımdır. “En azından bunu da diğer dinler seviyesinde görmeli!..” demeleri, bir adımdır. Bazıları da, “Yahu, bu, diğerlerine göre biraz daha câmî; makam-ı cem’in sahibi bir insanın beyanına, planına, projesine benziyor!” diyeceklerdir ki, bu, daha başka bir adımdır. Dedi mi, demedi mi adam?!. Sadece, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) adına yazılan kitabı okuduğundan dolayı, gözleri dolu dolu, sizin yanınıza gelip “Bunu siz sevdirdiniz bana!” deyip size kristale işlenmiş (Muhammed) adını gösterdi mi göstermedi mi?!. Sıradan bir insan değil, popülaritesi yüksek, Arapça’yı da bilen, zaten Amerikalı, şöyle-böyle belki Türkçe’yi telaffuz eden, aynı zamanda yüksek bir akademisyen; kredisi ve itibarı, bulunduğu yerde çok yüksek. Bir de böyle bir kabul var; böyle bir adım atma var.

Zaten dinin tarifi de -esasen- bunu ifade ediyor: اَلدِّينُ: وَضْعٌ إِلَهِيٌّ، سَائِقٌ لِذَوِي الْعُقُولِ بِاخْتِيَارِهِمُ الْمَحْمُودِ إِلَى الْخَيْرِ بِالذَّاتِ “Din, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle bizzat hayırlı olana sevk eden bir İlahî kanunlar mecmuasıdır.” Evet, din, öyle bir İlahî sistemler mecmuasıdır ki, insanlar, hür iradeleriyle onu seçerler. Ve o seçme mevzuunda, Sahabe ve Tâbiin döneminde en önemli faktör de nedir?!. Bunu siz çok daha iyi biliyorsunuz; meselenin, hâl ve temsil meşherlerinde teşhir edilmesidir.

Nitekim sizin içinizde yaşayan insanlar, “Yahu tercih edilmeyecek gibi de değil!” dediler. Düşünün, hicret-i seniyyenin sekseninci senesinde, Horasan’da teslim olmayan millet kalmadı. Ve din-i mübin-i İslam, Ceziretü’l-Arap’ta neş’et etti; fakat özünde ve ruhunda olan felsefe, mantık, sistemlilik -bir yönüyle- Horasan taraflarında meydana çıktı. Bir kere Ebu Hanife’leri, İmam Ebu Yusuf’ları, İmam Muhammed bin Hasan Şeybânî’leri, İmam Züfer’leri düşünün!.. Bir kere Buharî’leri, Müslim’leri, Nesâî’leri, İbn Mâce’leri, Ebu Dâvud es-Sicistânî’leri düşünün!.. Devâsa kâmetler, oralarda yetiştiler. Ve o meselenin, özünde meknî (saklı) bulunan temel esprisiyle, bir yönüyle “niçin”e, “neden”e cevap verecek mahiyette şerhi ve hâşiyesi orada yapıldı. Hadis kitapları, fıkıh kitapları, usûlüddîn kitapları, usûl-i fıkıh kitapları, büyük ölçüde, orada telif edildi. Koca, devâsa -eşini beşer yetiştirememiştir- Taftazânî’ler, Seyyid Şerif Cürcânî’ler orada yetiştiler, sadece Ebu Hanife’ler değil. Hâl ve temsîl meşherlerinde mesele ortaya konunca, milletin başı döndü; “Vallahi, alınmayacak gibi değil!” dediler. Dolayısıyla “cebr-i lütfî” öyle lütuflara vesile oldu ki Allah’ın izni ve inayetiyle, siz Firdevsî destanlarla ve elli türlü üslupla anlatsaydınız, o kadar müessir olamazdınız. Evet, “cebr-i lütfî”, böyle bir şey.

“Hasanî ruh ve anlayış”ı temsil eden müstağnîler

Cebr-i lütfî’nin bir boyutu olarak “Hasanî ruh” diyoruz. Esasen buna bir “ruh güzelliği” diyebilirsiniz. Bunu aynı zamanda Seyyidina Hazreti Hasan’la da irtibatlandırabilirsiniz. Hâşâ Seyyidinâ Hüseyin efendimizi veya oğlu Muhammed İbn-i Hanefiyye’yi, onun torunları Zeynü’l-âbidîn ve İmam Câferü’s-Sâdık’ı veya diğer eimmeyi görmezlikten gelmemeli. Ruhlarımız bin defa onlara kurban olsun; Ehl-i beyt-i Rasûlillah Fakat aynı zamanda bir Hasanî ruh vardır orada.

Hazreti Ali’nin oğlu, aklı her şeye eren, dünyayı çok iyi bilen bir insandır Hasan efendimiz (radıyallahu anh). Bununla beraber, o, halk tarafından kendisinin intihabının/hilafete seçilmesinin ve Emevîler bir yanda bir şeyler yaparken onun kendisini ifade etmesinin bazı problemlere sebebiyet verebileceği mülahazasıyla istiğnada bulunuyor. Öyle bir îsâr ruhu sergiliyor ki!.. Hilafet ayağının ucuna kadar gelmiş. Nasıl bir ülkede? Türkiye’nin yirmi katı kadar olan bir ülkede ayağının ucuna kadar gelmiş bir şey; “Varsın Muaviye olsun!” diyor. Evet, böyle bir îsâr ruhu Bu itibarla da “hasenî ruh” diyerek meseleyi sadece kelimenin lügat manasının ifade ettiği “ruh güzelliği”ne, kalbî hayattan sonra insanın ikinci kez sıçrayıp üveyik gibi kanatlanıp ulaşması gerekli olan beşerî bir semâya hasretmemek lazım. Hasanî ruh

Yakın gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında ” Her zaman olmuş; tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde, birileri kazanmış, birileri de o kazanılan şeyleri paylaşmanın kavgasını vermiş. Nitekim Bahreyn’den gelen ganimet, Mescid-i Nebevî’de göz doldurucu ve gönüllerde itminan hâsıl edici mahiyette çok hacimli olduğundan, herkes “Hisseme düşecek epey bir ganimet var burada!” diye sevinirken, İnsanlığın İftihar Tablosu, parmağına kurban olayım, mübarek parmağıyla işaret ederek, “Ben, başka bir konuda değil, şunun üzerinde birbirinize düşeceğinizden korkuyorum!” buyurdu. Biri kazandı, biri elde etti; başkaları, o kazanılmış şeyin kavgasını verdi. “Bana daha fazlası; bana, bana, bana, bana, bana, bana!..” Ramazan davulcusunun davul sesi gibi hep bir “Ben!..” sesi yükselmeye başladı. Allah Rasûlü, tâ o dönemde, yüksek fetânetiyle ve gayb-bîn gözüyle gördüğü bu hali böyle ifade etti.

Yakın bir gelecekte, bir kısım çıkar ve menfaatlerin paylaşılması aşamasında, Hasanî ruh ve anlayışı temsil eden müstağnilerin pek çok fitneyi önleyebileceklerini ifade ediyorsunuz!” Evet, bu ruhu temsil edenler belki o gün istiğna ile bir kısım fitneleri önlediler/önleyecekler. Seyyidina Hazreti Hasan gibi.. veya hayvaniyetten çıkmış, cismâniyeti bırakmış, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmiş, ruhların en güzelini taşıyan.. “istiğnâ duygusu”yla sürekli köpürüp duran.. “Îsâr” duygusunu “haslet-i lâzıme-i gayr-ı müfârıka”sı yapmış.. başkalarını kendisine tercih etmeyi tabiatının ayrılmaz bir parçası haline getirmiş; “Îsâr, benim tabiatımın bir derinliği!” demiş.. yememiş, yedirmiş.. giymemiş, giydirmiş.. kendisini görmemiş, başkalarını görmüş “Niye böyle yapıyorsun?” diye soranlara “Yahu bundan daha tabiî bir şey mi olur?” cevabını vermiş Ama her meselede

Halife tayininde birbirini tercih etme tavrı

Özür dilerim; bir imamete geçme mevzuunda bile, “Falan kardeşim varken, bu hak ona daha fazla düşüyor!” demek lazımdır. Oysaki o da o hakkı ona vermiş; “O, benden daha elyak!” demiş. Sen de diyorsun ki “O benden daha elyak!..” Muhtarlıkta “O, benden daha elyak!”; müdürlükte “O, benden daha elyak!”; kaymakamlıkta “O, benden daha lâyık/elyak!” Tafdil sigasıyla diyorum, “çok daha layık” manasına “elyak”. Efendim, valilikte “O, benden daha elyak!”; milletvekilliğinde “O, benden daha elyak!”; devlet başkanlığında, “Yahu bana Çankaya’nın yolu göründü veya bir sarayın yolu göründü; fakat falan olsaydı, daha iyi olurdu. O, benden daha elyak!” Mülahazayı çevirip şöyle de diyebiliriz: “Benim intihabıma bedel, falan seçilseydi, o benim yerimde olsaydı, ülkemin çehresi çok farklı olacaktı! Benim ülkem böyle problemler sarmalı içinde bulunmayacaktı. Demek ki ben, meseleyi yüzüme-gözüme bulaştırdım! Bazı şeyleri yemeye-içmeye durdum, önlüğümü kirlettim.. çocuklar gibi, önlüğümü kirlettim.. ve gelecek nesiller tarafından önlüğü kirli bir insan olarak yâd edileceğim! Keşke îsâr ruhuyla hareket edip de “Falan olsaydı!” deseydim, “Falan!..” Kim yani?!. Kulübesini değiştirmeyen bir insan.. yeme-içmesini değiştirmeyen bir insan.. halkın orta sınıfının -en fazla, orta sınıfının- hayat standartları içinde geçimini temine çalışan bir insan “Öyle birini yerime intihap etseydim!.. Îsâr ruhuyla, Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ömer arasındaki müdaveleye benzer bir müdavelede bulunsaydım!”

Orada ilk defa eli sıkılan kim? Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer’in elini sıkıyor; “Bu babayiğide ben biat ediyorum!” Açık.. Ashab-ı re’yin huzurunda.. Sâbikûn-u evvelûn, o ilk Muhacirler, o ilk Ensar, gökteki meleklere denk insanlar Onlar, bu iki insanın gözünün içine bakıyorlar. “O, Hazreti Ömer’e biat ettiyse, demek Ömer’e biat etmek lazım!” Neden? “Çünkü Hazreti Ebu Bekir öyle bir insan ki, biz onun Efendimiz’in hayatındayken bile yanıldığına şahit olmadık!” Hazreti Ebu Bekir, onun elini sıkınca, birden gözler Hazreti Ömer’in üzerine dönüyor. O, ondan evvel davranıyor: “Allah Rasûlü’ne en önce inanan, Sevr sultanlığında O’na refakat eden, falan yerde filan yerde O’nunla beraber bulunan Ebu Bekir’in olduğu yerde Ömer’e biat edilmez, ben Ebu Bekir’e biat ediyorum!” İnsanca davranış, bu!.. Gerçek îsâr ruhuyla hareket etmek, bu!..

Ve böyle olduğu zaman, nizâ’ olmuyor.. böyle olduğu zaman, münakaşa olmuyor.. böyle olduğu zaman, küfür sıfatı “hazımsızlık” hortlamıyor, “hased” hortlamıyor, ülke sarmallar içinde olmuyor, bela ve musibet sağanağına maruz kalmıyor, bir ülke bitirilmiyor, parçalanma sath-ı mâiline düşmüyor! Aksine öyle bir biat sonucunda, Güneydoğu’daki hadise gibi on bir hadise kısa sürede ve en az zayiatla hallediliyor.

Hep arz ediyorum bunu, zihinlere iyi yerleşsin diye. Güneydoğu’daki hadise. Kırk senedir, topla, tüfekle, NATO ordusu içinde sayılan ordulardan birisi olan ordunuz ile, siyasî siyasetinizle, çözmeye çalıştığınız bir hadise var, Güneydoğu hadisesi. O dönemde de onun gibi tam on bir tane hadise var. Kendisine isabetle biat edilen insan, iki sene üç ay on küsur günde, bu on bir tane hadisenin hakkından geliyor. Sâsânîlere giden köprüler kuruyor; oraya giden yolları açıyor. Dünyanın süper gücü Roma İmparatorluğu ile karşı karşıya gelme adına köprüler kuruyor, yollar açıyor. Bunca şeyi ne/kim açıyor? O îsâr ruhuyla intihap edilen insan!.. İstemiyor o fakat zorla (hilafet) kendisine kabul ettiriliyor. Ama hayat-ı seniyyesi hiç değişmiyor. İşin başında Sunh’da falan efendinin, filan efendinin sürülerini, koyunlarını sağarak geçimini sağlıyor. Sonra küçük bir maaş takdir ediyorlar; “Maaşım, halkın orta sınıfının aşağısında olsun!” diyor, Türkiye’nin yirmi katı kadar olan bir devletin başındaki insan!..

Yalan söylemesinler!.. Allah’tan utansınlar.. Peygamber’den utansınlar Bir zırhlı araç karşısında namuslarını, haysiyetlerini, şereflerini fedâ ederek, ehl-i imana “Fırak-ı dâlle” demesinler!..

Yüksekler böyle idi, yüksek uçuyorlardı. Melekler, gerilerinde kalıyordu onların. Orayı ihrâz etmeyi düşünüyorsanız, nezd-i Ulûhiyette o işin hakkı, o. Allah’ın takrir ettiği hakka meseleyi bağlarsanız, öyle otuz iki tane hadisenin bile, Allah’ın izniyle hakkından gelebilirsiniz. Diğeri yalan, hepsi yalan!.. Firavun gibi yaşama ama Müslüman görünme, yalan!.. O Müslümanlık, yalan!.. Müslüman görünüp Hitler gibi yaşama; yalan, o Müslümanlık!.. Mü’mine “Fırak-ı dâlle!” deme ama Müslümanca yaşama; yalan, o Müslümanlık!..

“Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim fakat bir Yâr-ı Bâki isterim!..”

İşte böyle bir dönemde, dünyanın şatafatı, debdebesi, ihtişamı, göz kamaştırıcılığı karşısında başı dönmeyen, bakışı bulanmayan Hizmet erlerinde.. dünyanın yüz yetmiş küsur, yüz seksen ülkesinde bin dört yüz tane -yirmi küsur senede- okul açmak suretiyle, kültür lokalleri açmak suretiyle, İslam’ı ve bizim geleneklerimizi teşhir etme adına meşherler açmak suretiyle, milletimizin güzel yanlarını anlatan o insanlarda Ne kadarı vardı o îsâr ruhunun? Ne kadarı vardı o başkasını kendine tercih ahlakının; o Hasanî ruhun, ne kadarı vardı?!. Aidiyet mülahazası ile iddialara girmeyelim fakat bu meseleye “Yalan!” demek de -bence- yalan ile doğruyu bilmemenin ifadesi olur. Yalan olsaydı, yirmi küsur senede o insanlar anlarlardı ve kapı dışarı ederlerdi. Hele bir kısım münafıkların “Bunları kapı dışarı edin!” demelerine rağmen, o insanlar hâlâ direniyorlarsa, demek ki tartmışlar, biçmişler, ölçmüşler, “Hayır, vallahi bunlarda yalan yok!” demişler. Meşherlerde sergiledikleri o temsîl ve hâl, o hâl meşheri hakikaten onların ruhlarına öyle işlemiş ve tabiatlarının öyle bir derinliği haline gelmiş ki, -Allah’ın izni ve inayetiyle- kendilerini tanıyanlara “Bunlar, çağın problemlerini bile halledebilirler.” dedirtmişler.

İnşaallah bir gün, kendi ülkelerini dahi problem sarmalı olmaktan çıkarırlar.. ama gözleri asla yukarılarda olmaz. Değil şöyle-böyle bir şey olmak, bir köye muhtar olmayı bile düşünmezler. Onları bir köye muhtar veya bir nahiyeye müdür yapmak için, dünyanın en akıllı, en iknâ edici insanlarının bütününü üzerlerine salsanız, yine de kandıramazsınız. Çünkü onları öyle bir şey kındırmış ki!.. Eskiler “kındırma” derlerdi “hâs” kelimesine; “el-hâs” sözcüğüne bu manayı verirler, “teşvik eden, kındıran” derlerdi; doğru istikamete ve kazandıran yola teşvik eden manasına “el-hâss ala sebîli’s-sevab” gibi tabirleri kullanırlardı. “Kandırma” da oradan geliyor. İşte onlar, اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق demişler, bayılmışlar buna. “Allah’ım, iman.. İslam.. ve bunların ihlas eksenli olması.. ihlasın rıza hedefli olması.. rızanın, Sana aşk u iştiyak hedefli olması!..” Öyle bir şeyi peylemeye kalkmışlar ki, boylarını aşkın Dönüp de böyle, muhtarlıkmış, müdürlükmüş, milletvekilliğiymiş, valilikmiş, kaymakamlıkmış Onlara bakabilecek halleri yok. Ha o makamları tutanları da hafife aldığım zannedilmesin; yerinde, namuslu, iffetli, misyonunu kılı kırk yararcasına hakikate riayet ederek yerine getiren insanları, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali’ler gibi alkışlar, başımıza taç yaparız.

Evet, onlar öyle bir şeye dilbeste olmuşlar ki, onun dışında başka bir şey ile onları kandıramazsınız. Hatta Cennet’i köşkleriyle, hurileriyle gösterseniz, onlar yine önce o işte Allah’ın izin ve rızasının olup olmadığına bakarlar. Hani, “(Cennet hurilerinden) birisi güzelliğinden nikabı açsa, yeryüzü güneşle aydınlanmış gibi aydınlanır!” buyuruyor Sâhib-i Şeriat, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem). İşte Cennet’i, saraylarıyla, köşkleriyle, villalarıyla, ırmaklarıyla teklif etseniz, o اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق diyen.. kendini böyle bir harekete bağlamış.. Hizmet’e dilbeste olmuş.. başka mülahazalara bütün kapılarını kapayıp arkasına da sürgüler sürmüş.. “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir ey milletvekilliği, ey bakanlık, ey cumhurbaşkanlığı; içeriye giremezsin; ben öyle bir şeye açık duruyorum ki, sana karşı bütün kapılarımı kapadım!” demiş insanlara, öyle bir şeyi kabul ettiremezsiniz, (onları Allah’ın rıza ve Rıdvan’ından başka bir şeyle tatmin edemezsiniz), Allah’ın izni ve inayetiyle.

Bu anlayıştaki insanlara, gelecekteki düzenin ve âhengin ihtiyacı var. Bu, mikroplanda da olsa, bugün temsil edildi/ediliyor Allah’ın izni ve inayetiyle. İnşaallah, bir gün normoplanda, insan çerçevesinde, Hümanizm çerçevesinde, bir gün de makroplanda bütün cihanı alakadar edecek şekilde, inşaallah o güzellikleri sergilerler.. sergilerler ve bugün denen şeyler, gerçek şerhini/hâşiyesini o zaman bulmuş olur.

Allah sizden razı olsun. Öbür tarafta -eğer- çok sıkışmış olursam, Kıtmîr’in elinden tutmayı da ihmal etmeyin!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Cehenneme yuvarlanan kaya ve inananlar için “sekîne”

Fethullah Gülen: Bamteli: Cehenneme yuvarlanan kaya ve inananlar için “sekîne”

Çay faslından hakikat damlaları: Yetmiş sene yuvarlanan kaya

  • Zikzak çizen insanların dengede kalmaları çok zordur; Allah korusun, hele bu zikzaklar insanın son anlarına denk gelirse, dengesini yitirmiş bir uçağın düşüşü gibi, o da baş aşağı yuvarlanıp gidebilir. (00:38)
  • Hazreti Üstad’ın da Risaleler’de nakledip değerlendirdiği üzere, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp da ancak bu dakikada Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” Peygamber Efendimiz’in bu sözünden yirmi dakika kadar sonra biri geldi; “Meşhur münafık az evvel öldü.” dedi. Bütün hayatı boyunca tedenni eden ve küfre sukuttan ibaret bir ömür geçirip yetmiş yaşına giren o münafık, nihayet Cehennemin bir taşı olarak esfel-i sâfilîne yuvarlanmış; Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip onun yuvarlanışına alâmet kılmıştı. (01:18)
  • Münafık, her zeminde ayrı bir tavırda bulunur, her yerde farklı bir görüntü sergiler ve o rengârenk davranışlarıyla âdeta birkaç hayatı iç içe birden yaşar. Münafığın gerçek renginin ne olduğunu, ne türlü bir düşünce ve kanaat taşıdığını kestirmek çok zor; hatta imkânsızdır. O, kendine göre ters görüp “öbürleri” dediği hemen herkese karşı düşmanca duygular besler.. onlar hakkında açık-kapalı kötülük düşünür. Ama bu duygularını her zaman dışarı vurmaz; gerektiğinde hakikî hislerini gizleyerek onların düşünce ve kanaatlerine saygılı görünür.. onlara karşı olabildiğince yumuşak davranır.. ve onlardan biriymiş gibi hareket eder. Ne var ki o, hemen her zaman, içten içe de güm güm gümler ve mevhum hasımları için ne komplolar ne komplolar plânlar.. plânlar da, hasım kabul ettiği kesim veya kimselerin sıkıntılı hâl ve kritik durumlarında gerçek niyetini hemen ortaya koyuverir. Sonra da başkalarının, “hüsnüzann”a binâen ardına kadar açık bıraktıkları kapıdan içeriye girerek akla-hayale gelmedik kötülüklerin hepsini yapar. Kur’ân-ı Kerim münafığın sukutunu anlatırken şöyle buyurur:

    إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ اْلأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيراً
    “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145)

    (07:25)
  • Münafık, her ses ve her sözden irkilir, her hareketi kendi aleyhinde bir tecavüz hamlesi gibi görür, her kıpırdanışı da kendisine karşı bir baskın teşebbüsü şeklinde yorumlar ve bar bar bağırarak etrafında kıyametler koparır. Böylelerinin bu garip görüntü ve ruh hâletleri Kur’ân-ı Kerim’de şöyle tasvir edilmiştir: “Sen onları gördüğünde kılıkları-kıyafetleri karşısında hayrete düşer (ve bunları bir şey zannedersin); konuşmaya kalktıklarında (kendilerini dinletirler), sen de dinlersin. (Ne var ki bu kimseler, ruh dünyaları itibarıyla) içleri bomboş kuru kütükler gibidirler. Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının! Allah belalarını versin onların! Nasıl da hakikatten vazgeçiyorlar.” (Münâfıkûn, 63/4) (09:13)
  • Necip Fazıl’ın ifadesiyle, zıp orada zıp burada gezinen münafık, konuşurken yalan söyler; bugün vefa sözü verdiği bir konuda bakarsınız, ertesi gün hemen sözünden döner; sizin itimat ve güveninize hıyanetle karşılık verir ve hemen her zaman en haince düşmanlık duygularını dostane tavırlar içinde icra eder. Bu itibarla da o, din, iman ve Kur’ân düşmanı bir münkirden daha tehlikelidir; tehlikelidir zira, sizin gibi düşünüyor görünüp, düşmanca duygulara karşı tedbirli olma ve teyakkuzda bulunma hislerinizde gevşeklik hâsıl ederek yanınıza kadar sokulur, yüzünüze güler; fırsat bulunca da yılan gibi ısırır ve akrep gibi de sinsice sokar. (10:20)
  • Cehenneme yuvarlanan kayanın sesini Allah’ın duyurmasıyla duyan Sahabi efendilerimiz ona benzer başka hadiselere de şahitlik etmişlerdir. Mesela; Hazreti Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordunun yenilmek üzere olduğunu görüp ordu komutanına “Sâriye, dağa bak, dağa bak!” diye seslenmiş; aradaki kilometrelerce mesafeye rağmen bu sesi duyan Hazreti Sâriye düşmanın oyununu fark edip dağa hamle yapmış ve muzaffer olmuştur. (13:16)
  • İnsan şu sözlerin hakikatine uygun bir ömür sürmelidir: “Yâdında mı doğduğun günler / Sen ağlardın gülerdi hep âlem / Öyle bir ömür geçir ki, olsun / Mevtin sana hande, halka mâtem.” (Ebu Said Ebu’l-Hayr) (15:37)

Soru: Mücâhede meydanına meleklerin inişi, Üseyd b. Hudayr'ı Kur’an okurken buğumsu bir şeyin sarışı ve Sevr Sultanlığı’nda hâsıl olan itminan gibi değişik şekillerde tecelli eden “sekîne”den bahsediliyor. Ayrıca, Ashâb-ı Kîrâm’ın Hendek muharebesi gibi zorlu şartlarda “sekîne” talebiyle dua ettiği anlatılıyor. Günümüz şartları ve adanmış ruhlar açısından sekîneyi ve sekîne talebini değerlendirir misiniz? (18:15)

  • Sekîne; sükûn kökünden, vakâr, ciddiyet, mehâbet, ünsiyet; ruhta dalgaların dinmesi ve sâkinleşme mânalarına gelir ki, hafiflik, huzursuzluk, kararsızlık ve telâşın zıddıdır. Sekîne, tasavvuf erbâbınca; gaybî vâridatla kalbin oturaklaşması ve onun sürekli bir dikkat ve temkin içinde öteleri kollaması ve üns esintileri soluklaması hâlidir. (18:54)
  • İsrailoğulları’nın sekînesi, -Kur’ân-ı Kerim’de işaret edildiği üzere- hep, “Tâbût” (sandık) içinde götürülüyordu. (Bkz. Bakara, 2/248). Ancak, sekîneye vesile bu tâbûtun içinde ne olduğu da tam bilinmemektedir. Bazıları onun içinde, Hazreti Yusuf’tan kalma hatıralar, Hazreti Mûsâ ve Hazreti Harun’un manevî mirasından bir bakiyye, başka peygamberlerden kalma değerli eşyalar, peygamberlerin resimleri veya Tevrat parçalarının bulunduğunu söylemekte ise de, anladığımız kadarıyla, tâbût içinde bulunan objeler birer perde idi; asıl o mahfaza derûnunda İsrailoğulları’na moral kaynağı olacak “sekîne” vardı. (19:33)
  • Kur’ân ve Sünnet’te zikredilen sekîne; Cenâb-ı Hakk’ın insanlara gönderdiği ukbâ buudlu ve metafizik âlemle alâkalı, indiği kimselerin kalblerine kût ve kuvvet, iradelerine fer veren melekûtî bir nesne ve bir tecellîdir. Yerinde hak dostları tarafından istenmiş, yerinde talepsiz, ama “hâl”e lütfedilmiş öyle sırlı bir teveccühtür ki, onun atmosferine girenler oldukları yerden nâmütenâhîliği duyarlar. Bu arada bazıları sekîneye, meleklerin inmesi, bazıları ruhanî varlıkların gelmesi demişlerdir. Ne var ki, ister melekler, isterse melekler haricindeki ruhanî varlıklar olsun, sekîne indiği yere o durumun gereklerine göre iner.. iner ve öyle bir atmosfer meydana getirir ki, artık orada bir doymuşluk ve itminan hâsıl olur. Hem öyle bir hâsıl olur ki, her tarafa ölüm yağsa, ihtimal sekîneye eren kılını bile kıpırdatmaz. (20:17)
  • Sekîne metafizik bir hâdise olduğundan dolayı onu fiziğin kâide ve prensipleriyle izâh etmek mümkün değildir. O; Uhud Savaşı’na katılan insanlar üzerine de inmişti. Önce orada küçük bir sarsıntı yaşanmış ve akabinde muvakkat bir hezimet vuku bulmuştu. Hazreti Hamza başta olmak üzere pek çok yiğit şehit olmuş, yetmişe yakın insan ukbâya göç etmişti. Bütün bunlardan sonra Allah, sekîne ile onların imdadına yetişince, hepsi yeniden aslanlar gibi kükremiş; ertesi gün yaralı olanlar dahil herkes yeni bir seferberlik demiş ve yürüyemeyecek derecede mecruh olanları sırtlarında, omuzlarında taşıyarak düşmanı takibe koyulmuşlardı. (21:05)
  • Sekîne, her kavimde değişik şekillerde tecelli edebilir. Bu, biraz da Cenâb-ı Hakk’ın lütfunun bir buudu olarak, tecelligâhın liyâkat ve istidadına göre zuhur eder. Meselâ, Bedir’de nâzil olan sekîne, meleklerin savaş meydanında, mücehhez askerler şeklinde görünmeleriyle tecelli etmişti; zira o makam öyle olmasını gerektiriyordu. (23:48)
  • Üseyd b. Hudayr (radıyallahu anh) bir gece Kur’ân okurken, atı şaha kalkar. Çocuğunu ezecek korkusuyla Hazreti Üseyd okumayı kesince at sakinleşir, başlayınca tekrar şaha kalkar. Bu arada başının üstünde buluta benzer bir şey belirir. Mes’ele Peygamber Efendimiz’e intikal ettirilince onun “sekine” olduğunu ifade buyururlar. (24:22)
  • Hicret esnasında Allah Rasûlü’nün yolu Sevr’e uğramıştı. Kendisini takibe koyulan Mekke müşrikleri bir aralık gölgeleri içeriye düşecek ve tehditleri Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılanacak kadar yaklaşmışlardı. Arada bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu ve Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Rasûlü’nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve O’nun adına endişe ediyordu. Hâlbuki Allah Rasûlü’nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itminan ve emniyet insanı, dostunu teselli ederek, “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” diyor ve ekliyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” İşte oraya da sekine nazil oluyordu; zaten Efendimiz her zamanki gibi sekine üstü itminanla dolu bulunuyordu. (25:32)
  • Hendek muharebesinde şartlar çok şiddetliydi. Hendek kazılırken İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz ashabıyla beraber çalışıyor; hatta onların kuvve-i mâneviyelerini takviye için

    اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ إِلاَّ عَيْشُ اْلآخِرَةِ
    فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ

    Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok.
    Sen ensar ve muhacirîne mağfiret eyle.

    duasını tekrar tekrar seslendiriyor ve sahabe O’nun bu sözleriyle coşuyor:

    اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا
    وَلاَ تَصَدَّقْـنَا وَلاَ صَلَّيْنَا
    فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا
    وَثَبِّتِ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا

    “Allahım, Sen nasip etmeseydin biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.”

    diyerek mukabele ediyorlardı. Onlar, günlerce muhasaranın demir pençesinde kıvrandıkları hâlde dimdik ayakta kalmasını bilmiş ve nihayet farklı şekilde tecelli eden sekine ve ilahi inayet ile düşmanı püskürtmüşlerdi. (29:00)
  • Sekine’nin gelmesinin en önemli referansı sağlam imandır. Hem Bedir’de hem de Uhud’da böyle bir itminan, böyle bir teminat-ı ilâhiye ve böyle bir sekîne-i rahmâniyenin vâki olması, onun, dine o ölçüde sahip çıkıldığı, gönüllerin o heyecanla hakikî mihraplarına yöneldiği ve sadakatin ilâhî teveccühle buluştuğu her durumda herkes için söz konusu olduğunu gösterir. Değişik mecmualardaki duaların okunması sayesinde Cenâb-ı Hak ile irtibat ve salât ü selam getirmek suretiyle Peygamber Efendimiz’le münasebet “sekine”nin çok önemli iki vesilesidir. Bu itibarla da inananların, ülkemizin ve adanmış ruhların başındaki onca bela karşısında biz de sekine talebiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edebilir, salat-ı tefrîciye gibi dualar okuyabiliriz. (33:34)
  • Hocaefendi “bir arkadaşınız” diyerek başkası üzerinden anlattığı ama aslında kendisinin yaşadığı trajikomik hadiseleri de ihtiva eden bir sekine tecrübesi. (35:55)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Cennet'in etrafındaki sur

Soru: "Cennet çepeçevre mekârihle sarılmış, cehennem de şehevâtla kuşatılmıştır." mealindeki hadis-i şerifte nazara verilen "mekârih" ne demektir? Mekârihe neler dahildir?

  • Mekârih, "mekruh" kelimesinin çoğuludur; nefsin hoşuna gitmeyen şeyler; dertler, sıkıntılar ve meşakkatler demektir. Şehevât ise, "şehvet" kelimesinin cem'idir; nefsin aşırı istekleri ve cismanî arzular manasına gelmektedir.
  • Cennet, aklın zahirî nazarına göre nahoş ve nefse ağır gelen şeylerle kuşatılmıştır. Abdest almak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekat vermek, mücahede etmek, Allah yolunda zorluklara katlanmak, yer yer cemiyet içinde bir parya muamelesine tâbi tutulmak, her türlü insanî haklardan mahrum bırakılmak... işte Cennet bunlarla kuşatmıştır.
  • Dinin bazı emirlerinde zâhiren bir meşakkat görünse bile, onlar da aslında hakiki meşakkat değildir; hikmetleri açısından ya bizzat güzeldir ya da neticeleri itibarıyla hayırlıdır. Onlar, uzun bir yolculuğa çıkmış bulunan insanın hedefine sağ-salim varabilmesi için yol azığı mesabesindedir; ileride çıkması muhtemel tehlike ve engellere karşı birer korunma vesilesidir.
  • Cihad da mekârihin bir şubesidir; İslam'da harbin bazı esasları ve hiçbir dinde olmayan kaideleri vardır. Günümüzdeki canlı bombaların İslam'ın dırahşan çehresini karartmaya matuf olduğu âşikârdır.
  • Cehennem, cismanî hevesleri ve şehevî arzuları kendisine tuzak yapmış bir cadıdır. Çoğu kimseler, biraz sonra hayatına mâl olacağından habersiz, tıpkı sineklerin bala koşması gibi, o cadının elindeki zehire koşmaktadırlar.
  • Rehber-i Ekmel Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) bize ibadet ü taati tabiatın bir yanı haline getirmeyi öğrettiği gibi, şehevanî duygulardan kaçınmayı da tabiatın bir derinliği kılmayı talim buyurmuştur.
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in, "Evlenin, çoğalın; zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim." hadis-i şerifindeki "iftihar" ifadesi hangi manaya gelmektedir?

Çocuk sevgisi ve şirk şâibesi

Soru: “Fakat Allah kendilerine kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü kaçırıp verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar; tuttular, Allah’a birtakım şerikler yakıştırdılar. Halbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü ortaktan münezzehtir.” (A’râf, 7/190) mealindeki ayet-i kerimede nazara verilen şirk sebebini umumî manada bütün mahbuplara aşırı düşkünlük şeklinde anlamak mümkün müdür? Gayr-ı meşru yollara tevessül eden insanların ekseriyetle maksatlarının aksiyle tokat yedikleri düşünülürse, ister çocuğuna isterse de başka mahbuplara haddinden fazla alâka gösterenler için de böyle bir su-i akıbet söz konusu mudur?

  • Cenab-ı Hak, A’râf Sûresi’nin 189 ve 190. ayet-i kerimelerinde şöyle buyuruyor:

    هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ إِلَيْهَا فَلَمَّا تَغَشَّاهَا حَمَلَتْ حَمْلاً خَفِيفاً فَمَرَّتْ بِهِ فَلَمَّا أَثْقَلَت دَّعَوَا اللّهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ آتَيْتَنَا صَالِحاً لَّنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ فَلَمَّا آتَاهُمَا صَالِحاً جَعَلاَ لَهُ شُرَكَاء فِيمَا آتَاهُمَا فَتَعَالَى اللّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
    “O’dur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın diye eşini inşa etti. Erkek eşini sarıp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi, hamile kaldı. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca her ikisi de Rabbi’leri olan Allah’a yönelip “Eğer bize sağlıklı, kusursuz (sâlih) bir evlat verirsen mutlaka Sana şükreden kullarından oluruz” diye yalvardılar. Fakat Allah kendilerine kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü kaçırıp verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar. Tuttular, Allah’a birtakım şerikler yakıştırdılar. Halbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü ortaktan münezzehtir.” (01:20)
  • Anne-baba evlat ile imtihan olmamak için Allah Teâlâ’ya gönülden dua etmelidir. Şayet, Cenab-ı Hak kendilerine bir çocuk lütfedecekse, onun eli ayağı, gözü kulağı, bütün aza ve cevârihinin sıhhatli olması için niyazda bulunmalıdır. Ayrıca, çocuğun iman, İslam ihsan ufkuna ermiş, ibadet ve muamelelerinde dikkatli, Kur’an’da tarif edilen bütün hususiyetleriyle salih bir insan olmasını Yüce Yaratıcı’dan dilemelidir. Evet, “salih bir çocuk” talebinde, beden ve cismaniyet açısından olduğu gibi, manevi yapı, kalbî ve ruhî hayat zaviyesinden de sıhhatli bir çocuk isteği melhuzdur. (02:22)
  • Mezkur âyet, şahs-ı Âdem’den benîâdeme geçerek fert fert, cemaat cemaat bir silsile hâlinde uzayıp giden, birliği içinde çok; nev’iyeti içinde bütün bir varlık kadar muhtevalı; tutturabildiğinde sevaplarıyla meleklerin önünde; kendini salınca veya tahribata dalınca, lânet ile anılan şeytanlara rahmet okutturacak kadar rezil, muamma bir sülalenin fasit veya salih halkalarından bahsederken aynı zamanda heyet-i umumiyesini de birden nazara veren bir üslûp ihtiva etmektedir. Bu espri kavrandığı takdirde, artık kalkıp “Acaba bu eşler Hazreti Âdem ve Havva mı?.. Yoksa Kureyş’ten Kusay ve zevcesi mi? Veya daha başkaları mı?” demeye ihtiyaç kalmayacaktır. (03:18)
  • Cenab-ı Hak, bir peygambere menfi bir hususu beyan ederken aslında “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” manasına onun şahsında ümmetine ikazda bulunmuştur. Mesela; Allah, peygamberlerini şirkten korur. Dolayısıyla onlar hakkında şirk düşünülemez. Fakat, ayette şöyle buyurulmaktadır:

    وَلَقَدْ أُوحِيَ إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ لَئِنْ أَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
    “Hâlbuki sana da, senden önceki peygamberlere de şu gerçek vahyolunmuştur ki: İyi dikkat et! Allah’a ortak koşarsan yaptığın bütün makbul işler boşa gider ve sen âhirette kaybedenlerden olursun!” (Zümer, 39/65) İşte bu türlü beyanlarda muhatap peygamber gibi görünse de aslında ikaz ümmete yapılmaktadır. (03:30)
  • Şu bir gerçek ki, farkında olunsun olunmasın –müşrikler kat’iyetinde olmasa dahi– ehl-i iman da bazen şirke girmektedir. Bu âyet-i kerimede de belirtildiği gibi, aşırı çocuk sevgisi de bu şirk yollarından biridir. Günümüzde, çocuklarımıza, torunlarımıza Allah’ın birer emaneti, hediyesi, lütfu, ihsanı nazarıyla bakmak yerine, sanki onlara sahip ve malikmişiz gibi bakıyoruz. Hatta onlar uğrunda bazen namazı-niyazı bile terk edebiliyoruz. Öyle ki onlara karşı olan sevgimiz, âdeta Allah’a olan sevgimizden daha fazla. Yani emanet nazarıyla bakıp, Allah için seveceğimiz çocuklarımızla –tabir caizse– Allah’ı düşünmeden öyle bir seviyede alâka ve irtibata giriyoruz ki, belki de farkına varmadan o zımnî şirke yuvarlanıp gidiyoruz. (07:00)
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur ki; “Sizin hakkınızda en çok korktuğum husus; şirk-i esğardır.” Efendimiz, ism-i tafdille ifade ediyor ve ilk bakışta görülmeyecek, ilk anda sezilmeyecek kadar küçükler küçüğü olan bu şirki bir hadis-i şerifte açıklarken, karanlık bir gecede, karıncanın bıraktığı iz misaliyle anlatıyor. Ümmeti hakkında, büyük bilinen günahlardan değil, küçük gördükleri için çekinmedikleri riya gibi, süm’a gibi, “yaptım, ettim, düşündüm, kurdum” gibi şirke sürükleyen söz ve mülahazalardan korkuyor. Bu cümleden olarak, bazen evlat sevgisi bir şirk sıfatıyla kirletilmiş olabilir. Mü’min, mü’min sıfatlarını koruma mevzuunda, namusunu koruma hususunda gösterdiği hassasiyeti göstermelidir. (10:10)
  • Bediüzzaman Hazretleri, her Müslümanın her vasfının Müslümanca olması icap ettiği halde bunun her vakit vaki olmadığı gibi, her kâfirin her vasfının da küfründen neş’et etmesinin gerekmediğini beyan etmekte ve bazen mü’minde kâfir sıfatı olabileceği gibi, bazen de kâfirde mü’min sıfatı bulunabileceğini söylemektedir. Meselâ; tembellik, gıybet, yalan ve iftira birer kâfir fiilidir; fakat maalesef, bazı mü’minler de bu çirkin günahlara girebilmektedirler. Bunun aksi de mümkündür; yani, imanı tatmamış bazı insanlar da vardır ki, âyât-ı tekvîniyeyi çok iyi okur, kâinat kitabını anlamaya çalışır ve ciddi bir araştırma aşkıyla adeta eşyayı hallaç ederler. Bütün bunlar birer mü’min sıfatıdır ve bu sıfatlar kâfirde de olsa güzeldir, makbuldür. Haddizatında, Allah Teâlâ sıfatlara göre hüküm verir. Dolayısıyla, bu güzel sıfatlara sahip olanlar kâfir de olsalar, rakiplerine muvakkaten galebe çalar ve işlerinde muvaffak olurlar. Buna, sıfatın sıfata galebesi de denebilir; yani mü’min sıfatı kâfir sıfatına galip gelir. (13:32)
  • Bazen çok küçük hatalar büyükten daha büyük olabilir. Bilinmeyen ve tevbe edilmeyen küçük günahlar, farkına varılıp pişmanlık duyulan ve vazgeçilen büyük günahtan daha öldürücüdür. (16:10)
  • Her zaman, eğriliğe ve inhirafa açık ruhlar, bazen “Vedd, Yeğûs, Yeûk, Nesr” hâdisesinde olduğu gibi, hüsnüniyetle başlayan bir çarpıklığa sürüklenmiş, bazen de mâkule ve semavî olana sırtlarını dönerek yanlış bir yola girmiş ve doğrudan uzaklaşmışlardır. Merkezde inhiraf açısı sezilemeyecek kadar küçük olduğundan, meselenin farkına varamamış, farkına vardıkları nokta olan muhit hattında da, açının genişliğine takılıp geriye dönememişlerdir. (17:40)
  • Günümüzün genç nesillerinin izdivaç, aile, çoluk çocuk gibi mevzularda gerekli bilgi ve donanıma sahip olduklarını zannetmiyorum. Hakikaten günümüzde gençlere bu mevzuda ciddi bir eğitim verilmiyor, onlar bu konuda gerekli bilgi ve donanıma sahip olarak yetiştirilmiyorlar. Bundan dolayı aklıma geliyor ki, üniversite, hatta liselerin bünyesinde aile ve evlilikle alâkalı, muhatapların seviye ve konumuna göre seminerler verilebilse. Hatta devletin uygun göreceği şekilde, bu mevzu belli bir disipline bağlansa, şahıs, gerekli bilgi, donanım ve ehliyete sahip olduğunu ispat edip bir tür evlilik sertifikası aldıktan sonra o şahsın evliliğine müsaade edilse. Meselâ bu seminerlerde evliliğin insanın omuzları üzerine yüklediği vazife ve sorumluluklar, eşler arasında iyi bir münasebet ve geçim için dikkat edilmesi gereken hususlar, çocuk yetiştirme ve terbiye usulleri, evlilikte karşılaşılan bazı sıkıntı ve meşakkatlere katlanmanın Allah indindeki kıymet ve yeri, boşanmanın her iki taraf ve çocuklar için nasıl bir âfet, nasıl bir bela olduğu… gibi hususlar ilim ve yaşanmış tecrübelerin ışığı altında evlenecek gençlere anlatılıp öğretilebilir. Evet, önce anne babalar yetiştirilmelidir ki, onlar da çocuklarını birer emanet kabul etsinler ve onların iyi yetişmeleri için gerekenleri yerine getirsinler. (22:50)
  • Çocuklar için meseleyi hep recâ öncelikli götürmek gerekir. Gerçi, onlar da havftan tamamen azâde tutulmamalıdırlar, çocuklar da kötülerin cezalandırılacağının farkına vardırılmalıdırlar. Fakat, bu onların ruh dünyalarında derin yaraların açılmasına sebebiyet vermemelidir. İyi kimselerin mutlaka huzura ereceklerine inanan çocuklara kötülerin de cezasız kalmayacağı anlatılmalıdır. Ancak bu esnada, mevzuyu hem kendileri hem de yakınları açısından inşirah verici bir şekilde algılamalarına ve içlerinde bir burukluk yaşamamalarına da dikkat edilmelidir. Evet, onlara, Zât-ı Uluhiyetin rahmetinin enginliğinden bahsedilmeli; çocukların ötede ilahî iltifata mazhar olacaklarından, yeni açmış güller gibi annelerinin kucağında öpülüp koklanacaklarından, Cennet ağaçlarının başında kumrular misali şakıyıp duracaklarından dem vurulmalı; onların Allah’a karşı sevgi hisleri sürekli harekete geçirilmeli ve böylece çocuklarda şuuraltı müktesebatın oluşması sağlanmalıdır. (28:28)
  • Hazreti Üstad, “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir azap çekmektir.” buyuruyor. Evet, ister çocuğuna isterse de başka mahbuplara haddinden fazla alâka gösterenler için de böyle bir su-i akıbet söz konusudur; onların da maksatlarının aksiyle tokat yemelerinden ve çocuklarının/sevdiklerinin onlardan nefret etmelerinden korkulur. Bu açıdan, dostlarınıza fevkalâde makamlar verip onları şişireceğinize, mübalağalarla onların boyunlarını kıracağınıza ve başkalarını da kıskançlığa sevkedeceğinize, onlara karşı fevkalâde sadâkat gösterip kardeşliğin hakkını verin. Unutmayın ki; kat’î bilgisi olmadığı halde mübalağalara girip falancaya "mehdî" diyenler, filancayı "müceddid" ilan edenler, genellikle bu abartmalarının cezası olarak, gün gelip de ona "deccal" demeden, öbürünü “fâsık” görmeden, diğerinin nifak üzere olduğunu söylemeden ölmezler. (29:55)

Çürüme, Tiranlar ve Paranoya

Koca Mevlânâ… Büyüklüğü ve söz sultanlığı yanında o ölçüde de mütevazı ve mahviyet içinde…

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ   مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ
هَرْ بَنْدَه كِه اٰزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ   مَنْ شَـادْ اَزْ اٰنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”deyişini düşünün!..

مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ أَگَرْ جَانْ دَارَمْ
مَنْ خَاکِ دَر مُحَمَّد مُخْتَارَمْ
گَرْ نَقل کُند جز این کس از گفتارم
بِیزَارَمْ أَز او وز این سخن بیزارم

“Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim. / Ben Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum/ Biri benden bundan başkasını naklederse / Ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım, şikâyetçiyim!..”sözünü düşünün!..

Mübarek başı, her zaman Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın kapısının eşiğinde; ne diyor ise, O’na diyor ve dediği şeyi, O’nun vasıtası ile Sahibine ulaştırıyor. Bir gözü insanlarda, onlara hakikati gösterme adına; bir gözü hep ötelerde, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde… Bize gerçek mü’min olma yolunu gösteriyor.

O, Peygamberi izleyenlerin başında gelenlerden birisi sayılır; Gazzâlî gibi, Ömer İbn Abdülaziz gibi, Çağın Sözcüsü gibi… Şahısları adına yaşamamışlar; kendi şahısları itibarıyla fânî olmuşlar. Kendilerini “hiç”leştirmişler, içtenleştirecekleri şeyleri içtenleştirince, kendilerini “hiç”liğe salmışlar, hiçlik çağlayanına… Geriye dönüş imkânı olmayan o hiçlik çağlayanı, her şey olma deryasına onları alıp götürmüş…

O mevzuda insanın iradesinin hakkını vermesi, belli bir gayret sarf etmesi gereklidir. Birden bire Cenâb-ı Hakk’ın ekstra bir lütfu olabilir, kimse ona bir şey diyemez; fakat objektif olan, başta yapması gerekli olan şeyler neler ise, onları yapmak, ondan sonra yapacağı şeyleri yapmak, ondan sonra yapacağı şeyleri yapmak, ondan sonra… Tıpkı bir çocuğun hayatı öğrenmesi adına, annesinin-babasının yanında, evinde-yuvasında gelişip büyümesi gibi… Bir gün sürünmeyi öğrenir, emeklemeyi öğrenir; bir gün düşe-kalka yürümeyi öğrenir; bir gün kem-küm ederek konuşmayı öğrenir; bir gün doğru konuşmayı öğrenir; bir gün yaptıklarını yapar, kademe kademe -esas- insanlığa doğru yürür. O evde ne ölçüde, o hanede ne ölçüde insanlık var ise, onu zirvede yakalamaya çalışır. Gayr-ı iradî, taklit bu…

Allah yolundaki yolcular, Peygamber yolunun yolcuları, birden bire -böyle- kendilerini zirvede bulamazlar. Evvela kendi nefisleri itibarıyla “fenâ” bulacaklar, kendilerini yok sayacaklar; Allah’ın emirlerinin boynu tasmalı, boyunlarında kement birer bendesi -âzâd kabul etmez birer bendesi- sayacaklar. Yaptıkları iyilikleri görmezlikten gelecekler; sadece Allah’ın bir lütfu olması itibarıyla “tahdîs-i nimet” nev’inden “Bu da Sen’den!” mülahazasıyla “Elhamdülillah!” demek suretiyle mukabelede bulunacaklar.

Alvar İmamı’nın ifadesini hatırlattı bu söz: “Değildir bu bana layık, bu bende…” Bir bende (köle), ben… “Bana bu lütf ile ihsan, nedendir?” Bana bu lütf ile ihsan, nedendir?!. Kendimi hiç layık görmüyorum ama çevreme bakıyorum, Cenâb-ı Hakk’ın bir sürü lütfu, selviler gibi boy atıp gelişmiş, ekinler gibi başağa yürümüş!..

Tahdîs-i nimetin yanı sıra, çok küçük, göz açıp-kapama ölçüsünde bir haramı da hayat boyu unutmama, bir şüpheli şeyi hayat boyu unutmama… Her aklına geldiğinde “Bir kere değil, elfü elfi estağfirullah! Bir milyon estağfirullah! Gözlerime hâkim olamadım, harama baktım! Ayaklarıma hâkim olamadım, hayvanlığa düştüm, harama doğru yürüdüm! Elimi kontrol edemedim, harama el uzattım! Alkışlanmaya kendimi kaptırdım, dünya sevgisine kendimi saldım!..” Bunlar da Allah belası birer çağlayandır!.. Allah belası çağlayanlar; bunlar da insanı şeytan deryasına alır götürür, geriye dönmeye de imkân yoktur artık, hafizanallah.

Her günah, kalte siyah bir nokta

Onun için, ister iyilikler ve güzellikler, isterse kötülükler, başta çok küçük bir nokta olarak başlar. Bu kâinat bir çekirdekten var olmuş, trilyon trilyon trilyon seneler geçmiş. Oysaki “Kün fe-kân tezgâhı”ndan çıkınca mesele, bir anda her şey oluverirdi; öyle jeolojik dönemlere, milyar senelere ihtiyaç yoktu; fakat âdet-i İlahiye bir şey öğretiyor. Sizin gelişmelerinizde de aynı şey söz konusu; düşüşünüzde de aynı şey söz konusu…

Fenalık, bir güve gibi bünyenize düştüğü zaman, farkına varırsanız, söker atarsınız onu. Fakat farkına varmaz iseniz şayet, içten içe sizi kemirir. Bu, “min indi nefsî” benim söylediğim bir söz değil; Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bir insan, bir fenalık işlediği zaman, kalbinde bir leke olur! O, İstiğfar ile, Tevbe ile, İnâbe ile, Evbe ile hemen çabuk silinmez ise, âdetâ başkasına da çağrı olur.” buyuruyor.

Bir söz var, “Bir kere yalan söyleyen, sonra hayat boyu yalan söyleyebilir!” Bir kereye bile kapıyı aralamamak lazım. Bir kere yalana karşı kapıyı araladığınız zaman, zikzaka karşı kapı araladığınız zaman, tenakuzlara karşı kapı araladığınız zaman -Hayat-ı ictimâiyeye hükmedenler, bunu yapıyorlar.- bütün şeytanî kapılar kale kapıları gibi ardına kadar açılır, harıl harıl içeriye şeytanlar nüfuz eder. Bu konuda da Hazreti Gazzâlî’ye müracaat edin: “Kalb, gelecek ruhânîlere kapandığı zaman -hafizanallah- bütün kapıları ile şeytana karşı açılır.” İnsan, günahın ezikliğini duymaz olur vicdanında; sonra, yaptığı bir küçük iyilik var ise, onun vehmî büyüklüğü karşısında kendini üveyik gibi görür, göklerde zanneder, hafizanallah. Namaz adına yatıp kalkıyor ise, “Aman, ne büyük iş yapıyorum!” der. Yatıp-kalkma oysaki…

Oysaki insan namazı, Cenâb-ı Hakk’ın azametini vicdanında duyarak eda etmelidir. Belki rükûa o emri düşünerek gitmelidir. Kütüb-i Fıkhiyedeki meseleleri düşünerek rükûa gitmek değil; “Ben, O’nun karşısında eğilmeliyim!” mülahazası ile, “Yahu iyi ki Cenâb-ı Hak bunu emretmiş, ‘Rükû!’ demiş!” duygusuyla eğilmek… Sonra, âdetâ rükûdan doğrulup bir kere daha murâd-ı Sübhânîyi temâşâ ediyor gibi, bir kere daha yukarılara bakmak; “Yahu yetmedi O’nun karşısında eğilmek!” hissiyle bu defa secdeye kapanmak… Emirlerin dürtüsü ve itişi ile değil esasen; meseleyi vicdanında derinlemesine duymak suretiyle…

İnsan, bunu hedefleyip yürür ise, farkına varmadan bir gün bakarsınız, iman-ı billahtan marifetullaha sıçramış; marifetullahtan da muhabbetullaha. Gazzâlî’nin İhyâ’sında, şimdilerde okuduğumuz şey: Marifetten muhabbete… Bilmeyen sevemez; her şey ile bileceksiniz O’nu!.. Sizin anatomik yapınızdan, bu varlığın şahitliğine kadar her şey ile… Bu koskocaman varlık ki,  siz onun fihristisiniz. Koskocaman varlık âdetâ büyük bir insan; siz de küçük bir varlıksınız, onun özeti/hülasası… Sizde Allah (celle celâluhu) onu hatırlatıyor; tıpkı bir kitabın fihristi gibisiniz. O fihristi iyi belleyen insan, hiç şaşırmadan kâinatın sokaklarında çok rahat dolaşır, şaşırmadan… Uğradığı herkesten selam alır, uğradığı herkese selam verir geçer; taşa, toprağa, ağaca, suya, akan ırmağa, karıncaya, kuşa, her şeye selam verir geçer. Hepsi, o tekvinî emirler mecmuasının bir kitabıdır. Fakat insanın, meseleleri evvelâ fihristte, kendi anatomisinde okuması lazım. Hazreti Pîr’in mülahazasına ircâ edecek olursak; âfâkî düşünceden evvel, enfüsî düşünce esasen… Yoksa siz o meseleyi fihristte çözmemiş iseniz, o geniş âlemde kafa dağınıklığına maruz kalabilirsiniz, meseleyi kuşatamayabilirsiniz, hafizanallah.

İman-ı billahtan marifetullaha… Marifetullahtan muhabbetullaha… Muhabbetullahtan zevk-i ruhânîye… Sonra Hazret’in ısrarla üzerinde durduğu gibi, aşk u iştiyak-ı likâullaha. Bütün sofiler de bu konu üzerinde durmuşlar. Böylece insan, Allah’a âşık olur; Mecnûn’un Leylâ’ya aşkının çok ötesinde… Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıksa, Cenâb-ı Hak, onu huzur-i kibriyâsına alsa, orada da bayılır, kendinden geçer, yine “Allah!” der. Esasen, aşkını seslendirir, bir ney gibi aşkını seslendirir; âdetâ göremez, duyamaz, ihata edemez, aşkını seslendirir.

O ufka talip olmak lazım. Zira bir insanın kıymet-i harbiyesi -bir yönüyle- talip olduğu şeylerin kıymet-i harbiyesi ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). Neye talip iseniz, kıymetiniz odur sizin!..

“İyilik adına olan şeyler öyle olduğu gibi, kötülük adına olan şeyler de böyle tedricîdir.” Onu diyordum. İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.”Evet, her günah -bir yönüyle- ikincisine çağrı olur. كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapa geldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)” (Mutaffifîn, 83/14)

Burada (ayetteki “râne” kelimesinde) “Sekit” var; esasen orada -bir- kıraat açısından, -bir de- Kur’an’ın iç musikisi açısından, mazmuna dokunmama açısından bir nefes alma söz konusu. Mazmuna dokunacak olursanız, “ber-râne” diyeceksiniz, “berrâne” (بَرَّانَ) deyince de mana değişiyor; hayır “bel-râne” (بَلْ رَانَ) diyeceksiniz, bir soluk alıp verme ile. “Reyn” esasen, kalbde bir reyn…

Bir reyn, hafif bir şüphe, bir reybîlik şayet bir güve gibi musallat olur ise kalbe, ikincisine çağrı, üçüncüsüne çağrı, dördüncüsüne çağrı, beşincisine çağrı… Yavaş yavaş insan vicdanında bir çürüme baş gösterir. Buna “insanın manevî anatomisinde deformasyon” diyebilirsiniz. Manevî anatomisi, yani, kalb, ruh, vicdan, his, şuur gibi insanı Allah ile irtibatlandıracak mekanizması… O mekanizmaya güve düşmüş gibi delik deşik olur insan, hiç farkına varmadan.

Kendini çürümeye salmış insanlar

Bu açıdan kapıları en küçük bir aralıkla bile o türlü şeylere açmamak lazım. Hatta imkânı var ise; -mesela- size milletvekilliği, valilik, kaymakamlık teklifi geldi, “Yahu bunu falana verseniz, daha iyi olur!” demelisiniz. Hazreti Ömer ile Ebu Bekir arasında olduğu gibi; radıyallahu anhüma elfe merrâtin, bin defa Allah onlardan razı olsun. O, onun elini tutuyor, “Ben, buna biat ediyorum!” diyor; o da “O, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmayan bir insan, ben ona biat ediyorum!” diyor. Zannediyorum, bu meseleyi uzatabilirlerdi; fakat vakit israfı olurdu, orada kafa dağınıklığına sebebiyet verirdi, başkaları farklı düşüncelere girerdi. Yoksa Hazreti Ebu Bekir durmadan Ömer’in elini sıkardı, Hazreti Ömer de Ebu Bekir’in elini sıkardı; kalkar “Olmadı bu!..” der Hazreti Osman’ın elini sıkarlardı; “Olmadı!” der, Hazreti Ali’nin elini sıkarlardı. Teşettüt-i ârâya, düşünce karışıklığına/karmaşasına sebebiyet verirlerdi.

Îsâr ruhu… Başkalarını kendine tercih etme… “Bu imamete sen layıksın, lütfen geç; ne olur, Allah aşkına geç! Allah aşkına sen vali ol! Allah aşkına sen kaymakam ol! Allah aşkına sen milletvekili ol! Ben de seni seçenlerden olayım!..” Değilse, hiç farkına varmadan bu türlü şeyler, insanın manevî anatomisinde deformasyon meydana getirir. Hiç farkına varmadan… Çürümüştür o ama farkında değil!..

Şimdi, bir kimse çürümüş ise, kafanızı ona takıp da çürümüşlüğü sadece onda mütalaa etmemek lazım. Eğer etrafındakiler de çürümemiş ise şayet, en azından biri “Yahu yeter!” diyecektir. Siz hiç duydunuz mu böyle “Yeter!” diyen bir ses?!. Onca mezâlime, onca mesâvîye, onca şenaate, onca denâete, Hitler’in yapmadığını yapmaya, Saddam’ın yapmadığını yapmaya, Kazzâfî’nin yapmadığını yapmaya karşı bir tane pozitif ses, bir tane insanca soluk yükseldiğini duydunuz mu?!. Evet, şayet öyle bir şey olursa, o da kendini bulacağı yerde bulur zaten. Öyle biri var ise, içinden geliyor ise şayet, o da onu bildiğinden dolayı sükûtu tercih etmiştir. Dolayısıyla çürüme de kaçınılmazdır. Bir tabiat çürümeye, iç deformasyonuna, iç çürümesine müsait ise şayet, onun çevresi de bu meseleyi hızlandırır ve farkına varmadan Amnofis’in arkasından gidip dururlar.

Evet, “Amnofis” deyince, bir menkıbeyi hatırladım; her hadise bir şeyi çağrıştırıyor; arz edeyim: Bir gün şeytan Amnofis’in yanına geliyor. Hazreti Musa’ya muasır olan Firavun’a, Mehmet Akif, “Amnofis” diyor. O mu, yoksa başka bir adı mı var, İbnü’ş-Şems filan mı? Şeytan gelip diyor ki: “Yahu saçın-sakalın artık bembeyaz oldu senin. Hala أَنَا رَبُّكُمُ الأَعْلَى diyorsun. ‘Benden büyük tanrı yok!’ diyorsun. ‘Ayağımın dibinde bu su akıyor; Musa kim, o kim oluyor ki benimle boy ölçüşsün!’ diyorsun.” -Bunların hepsini Kur’an-ı Kerim anlatıyor; mazmun olarak ifade ediyorum.- “Artık sen bu dediğin şeylerden vazgeçsen!” diyor. İhtimal, herhalde Firavun bir kahkaha atıyor; şimdikilere de deseniz, kahkaha atarlar: “Sen git, yarın gel!” diyor şeytana. Demek ki bazen insan o duruma düşüyor ki, hakikaten şeytan bile onun edip-eylediği şeylere akıl erdiremiyor. “Sen git, yarın gel!” diyor. Gidiyor. Ertesi gün kalkıyor; Kahire -yerleri Kahire Firavunların- sokaklarından içeriye girence, bakıyor ki, insanların bazıları dört ayağı üzerine çömelmiş, yerde -bağışlayın- inek gibi böğürüyorlar.. bazıları merkûp gibi anırıyorlar.. bazıları at gibi kişniyorlar.. bazıları koyun gibi meliyorlar.. bazıları köpek gibi havlıyorlar.. bazıları bilmem ne gibi uluyorlar… Şaşırıyor şeytan bu hale; geliyor diyor: “Nedir bu hal böyle; bütün Kahire’nin sokaklarını böyle şeyler ile gördüm.” Firavun, “İşte bunlar, benim bendegânım; arkamdan koşturup duran sürüler. Ben, أَنَا رَبُّكُمُ الأَعْلَى dediğim zaman, bunlar da ‘Evet!’ dediler bana, sürüklendiler arkamda. Fakat bak senelerden beri Harun ile Musa’ya söz geçiremedim ben!” diyor.

Evet, manevî anatomisi itibarıyla kendini çürümeye salmış insan, çevresindeki şuursuz, insafsız, iz’ansız, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden kimseler sebebiyle daha bir azgınlaşır; onlar alkışlıyor, takdir ediyorlar ise şayet, o insanı farkına varmadan Amnofisleştiriyorlar, Kazzafîleştiriyorlar, Saddamlaştırıyorlar demektir hiç farkına varmadan.

Hâsılı, Allah’a karşı terakkî adım adım olduğu gibi, çürüme, korkunç deformasyon da hep mebdede çok küçük bir şey ile başlar. Başta küçük bir açıdır fakat makas açıldıkça açılır, açıldıkça açılır, açıldıkça açılır. Bu “ani’l-merkez” doğrudan kaçma/uzaklaşma… “Merkez kaç” demek… “Ani’l-merkez hareket!” derdi eskiler; şimdi merkez kaç… Açıldıkça açılır, açıldıkça açılır, açıldıkça açılır; öyle açılır ki, hakikaten şeytanı bile hayrette bırakacak bir duruma düşürür insanı. Şair arkadaşımın ifadesi ile, “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni.”Alır götürür onu; bir yönüyle şeytanın hazırladığı gayyâya götürür, farkına varmadan… “Dünya geçicidir, burada kalınmaz / Ne kadar mal olsa, murad alınmaz / Gafil olma sakın, geri dönülmez / Yürü dünya yürü, sonun virandır / Meded, bundan sonra ahir zamandır.”

Paranoya: Suiniyetlerin, suizanların kaynağı

Paranoya, psikiyatristlerin daha iyi bileceği bir husustur. Paranoyanın çok çeşitli sebep ve tesirleri vardır. Mesela; eksiği-gediği bulunan, basit bir zeminden önemli, hayatî bir yere gelmiş olan, daha net konuşacak olursak şayet, fakir bir aileden, gecekonduda oturan bir aileden gelip birden bire kendisini imkânlar içinde bulan kimseler bu maraza yakalanabilir. Böyle biri, Cenâb-ı Hak imkânlar verince, küstahlaşır; bir yönüyle, herkese tepeden bakmaya başlar. Firavunlar için de böyle olmuştur; Hitler de aynen böyledir. Bunların sergüzeşt-i hayatlarına baksanız, hayatlarını doğru okusanız, sonra onu soyut resim yapan bir ressama verseniz, resim çizse, hepsi için aynı şekli çizecektir; hepsi birbirine çok iyi benzerler bunların.

Bir de hakları olmadığı halde elde ettikleri o şeyleri “Elden kaçırırız!” diye sürekli bir vehim, bir korku, bir tereddüt yaşarlar. Mesela, Şah, “Neme lazım, ya Humeyni gelirse!.. Benim saltanatım gider!” falan paranoyası yaşar. Başka yerlerde de öyle… Saddam, “Ya Ekrâd içinden birisi kalkar Humeyni gibi gelirse!… Ben Irak’ta saltanatımı kaybederim!” paranoyasıyla yaşamıştır. Öbürü Yemen’de “Humeyni gibi birisi gelirse, ben saltanatımı kaybederim. Oysaki kaç yerde, birkaç tane sarayım var benim.. bir yerden bir yere giderken elli tane zırhlı araba ile gidiyorum ben.. âdetâ ordular koruyor beni.. milletin başında bulunan ben, o milletimin başında, olmazsa olmaz gibiyim!” paranoyasıyla oturup kalkmıştır. Bütün bunlar insandaki o paranoya duygusunu, düşüncesini tetikleyen faktörlerdir, esasen. Elde ettikleri, haksız yere elde ettikleri şeyleri kaybetme vehmi ile, şüphesi ile, tereddüdü ile -bir yönüyle- septistçe yaşarlar bunlar. Dolayısıyla ihtimallere hüküm bina ederler. Yüzde bir ihtimal ile, bir yerdeki bir oluşum, bir karartı, belki bir gölge hakkında “Aman, bir cin olmasın!” falan derler. “Yok mu etrafımda insanlar, şu gölgeye ateş etsinler; cin olabilir bu!” filan… “Büyücüler var ise şayet, bu cini savmak için gelse, bir şey okusalar!” falan… Var ise bir insanda böyle paranoya, başvurmadık şey bırakmaz o.

Zannediyorum, İslam dünyasında, ona musallat olmuş günümüzdeki paranoyaklar, esasen, haksız yere elde ettikleri şeyleri “Elden kaçırırız!” mülahazasıyla en masum insanların kanına, ırzına, namusuna tecavüz edercesine zulümler işliyorlar. Zaten onlar için namus, ırz, falan meselesi söz konusu değil; tecavüz ederler hafizanallah. Ve bunları yapanların en tehlikelileri de İslam dünyasındadır. Neden? Çünkü o şeytanî saltanatlarını korumak için İslamî argümanları kullanırlar. Camiye gelirler, ön safa geçerler, halkın içinde görünürler. Zat-ı Ulûhiyetin nâm-ı Celîlini tekrar eder dururlar; “Peygamberimiz!” derler. Bazen -o gün o moda olur ise- “Kur’an Müslümanlığı!” derler; bazen “Hadis Müslümanlığı!” derler; bazen “Fıkıh Müslümanlığı!” derler. Siz başka bir şey söylemiş iseniz, mutlaka kendilerine göre farklı bir şey söylerler. Bazen “İmamlar da kim oluyor? Kur’an bize yeter!” derler. Ben bunları söylerken, zannediyorum hatırlıyorsunuzdur; siz sosyal medyada duymuşsunuzdur bunları; şu ağzı-gözü bozulmuş, İslam dünyasının başına musallat olmuş eşrârın ağzından, şerâreler halinde akan bu şeni’, bu deni şeyleri defaatla duymuşsunuzdur.

Evet… İslamî argümanları kullanma… Namazı kullanma.. orucu kullanma.. haccı kullanma.. “Allah!” deme, “Peygamber!” deme, hâşa ve kellâ, bunları kullanma. En tehlikelisi bu… Sürüler bundan dolayı aldanabilirler.

İşte Firavun’un kullandığı gibi… “Baksana, Kamer Dağı’nın içinden çıkan Nil Nehri, altı ayda, bir senede boşalttığı su itibarıyla, o dağın hacminden çok daha büyük. Nereden çıkıyor o su? İşte o benim ayaklarımın dibinden aktığına göre, demek bende bir şey var! Bu insanlar beni alkışladıklarına göre, bunca insan yalan mı söyleyecek?!. Buna ister ‘tevatür’ deyin, isterse ‘meşhur’ deyin, bunca insan yanılmaz; demek ki bende hakikaten alkışlanacak bir yan var ki, alkışlıyorlar.” der. Ve onu kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapar. Takdir edilmeyi kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapar. “Bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih ettiği” için, o mevzuda elinden gelen her şeyi yapar. Dolayısıyla biraz evvelki mülahazalara bağlı olarak işi götürecek olursak şayet, bünyesine bir güve düşmüştür bunun, hiç farkına varmadan, onu kemiriyor, kemiriyor, kemiriyor. Fakat o, bunun farkında değildir. İç deformasyon yaşıyor demektir, bir iç çürümesi yaşıyor demektir. İyilikler, güzellikler dine ait güzellikler, içtenleştirileceği yerde, şeytanın dürtüleri, şerareleri, sinyalleri nefis tarafından sürekli çözülerek ona sunulduğundan dolayı, şeytanın şerarelerine göre hareket etmekte, nefs-i emmârenin dürtülerine göre hareket etmekte ve hevâ-i nefsine uyup hareket etmektedir.

Tiranların yaptığı

“Hevâ-i nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura hangi yüzle varayım, ya Rasûlallah!” diyor, hevâ-i nefsine hiç uymayan Leyla Hanım, Diyarbakırlı. Evet, مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ Nefsini/hevâsını ilah ittihaz eden; içten gelen dürtüleri ne ise şayet, taparcasına onların muktezasını yerine getiren, hafizanallah… Böyleleri âdetâ cinnet derecesinde her şey yaparlar. Kanun yoktur, bilmezler kanunu; hukuk yoktur, adalet yoktur onların kitaplarında; çünkü onlar, kitapsızdır. Kitap da okumazlar onlar. Belki şöyle-böyle diploma almışlardır fakat diplomalı cahillerdir hepsi.

Firavun’un “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor!” şeklindeki ifadeleri de Hazreti Musa’ya karşı mele’ini kışkırtmaya matuf… Mele’, onun mâbeyn-i hümayunu, sergerdanları. Tabiî öyle serkerin aynı zamanda sergerdanı olması gayet normal. Mele’, o demek, Kur’an-ı Kerim’de geçen bir kelime; mâbeyn-i hümayun veya meclistekiler, meşveret halkı filan diyebilirsiniz. Onun halkı kışkırtması da bu tür paranoya mıydı, yoksa zulmüne bir bahane mi? Esasen zulme bahane bulma da yine paranoya ile irtibatlandırılabilir. Esas, “Yaptığım şeyleri yapacağım!” ilhâdı. Yaptığı şeylerin hepsi zulüm; yaptığı şeylerin hepsi zulüm… Ama insanları sindirme, bastırma, biraz evvelki menkıbe münasebetiyle bahsettiğim gibi, halkı o hale getirme…

Kelime kelimeyi hatırlatıyor; Kur’an-ı Kerim diyor ki: فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ “O halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhrûf, 43/54) Kavmini hafife aldı. “Kast sistemine göre, siz, benim seviyemde insan değilsiniz!” Kast sistemi Hindistan’dan mı Mısır’a gitti, Mısır’dan mı Hindistan’a gitti, belli değil! İnsanları tabakalandırma… Birinci basamaktaki insanlar, serkârlar; daha güzel ifadesi serkerler.. ikinci basamakta, onu alkışlayanlar.. üçüncü basamakta ona destek olanlar.. dördüncü basamakta, onun gözünün içine bakanlar.. beşinci basamakta, artık tamamen ona zıt gibi görünen, ezilmeyi hak edenler.. ondan sonra altıncı basamak, yedinci basamak, sekizinci basamak, dokuzuncu basamak… “Bunların hepsi ezilmeyi hak eden insanlar. Bunları ezmezseniz şayet, muhtemel -binde bir ihtimal- bunlar gelir sizi ezerler, Kahire’yi sizin elinizden alırlar, Ahramlara otağlarını kurarlar ve dolayısıyla bugüne kadar çırpınıp durduğunuz, çırpınıp durarak elde ettiğiniz şeyleri kaybetmiş olursunuz. Elli türlü zillete katlanarak elde ettiğin bu şeyi, üç-beş tane çapulcunun gelip senin elinden almasına göz yumuyor isen, sen, akılsızsın demektir. Öyle ise, bunların hepsinin kökünü kazımak lazım, kezzap döküp kurutmak lazım onu; benim yaşamam, bu saltanat ve bu debdebe ile yaşamam, buna bağlıdır. Benim var olmam, benden başkasının yok olmasına bağlıdır. Ya benim gibi düşünecekler veya hukuksuz, kanunsuz bunların hepsi ölümü hak etmişler demektir.”

İslam dünyasında olan şey, bu!.. Derdest edip götürüyor Saddamcılar, Kazzafîciler; derdest edip götürüyorlar, “Senin suçun var!” diyorlar. “Yok yahu, ben bir şey yapmadım!” diyor masum. “Ee bir şey yapmadığını ispat et!” diyorlar. Bakın, ne hukuk mantığı bu!.. Vallahi böyle bir mantıksızlık karşısında ve bir de buna mukabil sesini çıkarmayanlar karşısında şeytan -zannediyorum- zil takıp oynuyordur. “Hiçbir zaman insanlık üzerinde bu kadar hâkimiyet tesis edemedim ben! Yirminci asrı, Allah (celle celâluhu), benim için yaratmış; bencil, egoist insanlar, tam bana göre insanlar!.. Sanki bu asır, benim asrım!.. Enâniyet asrı; egoizma, egosantrizma, narsizma asrı…” diyordur.

Çok insanda olabilir paranoya, hafizanallah. Vehimlere bağlanabilir insan; vehimlere göre hareket edebilir. Ama zannediyorum bu mevzudaki problemleri, o isi-pası silecek bir şey var ise, o da akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-i selim, hiss-i selim heyeti ile meşveret ederek meseleyi götürmektir. Sâlim düşünüyorlar, sâlim hissediyorlar, sâlim konuşuyorlar, sâlim ruhları var… مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ Bunlar ile meseleleri meşveret ederek götürür iseniz, sürçmezsiniz, Allah’ın izni-inayeti ile… Salmazsınız kendinizi zift çağlayanına, hafizanallah!.. Akmazsınız zift deryasına, hafizanallah!.. Ama bir kısım vehimlere kapılarak “Şuna sahip oldum, buna sahip oldum; elimden alırlar bunları!” mülahazasına kendinizi kaptırırsanız, hiç farkına varmadan paranoyanın değişik mertebelerinde, değişik makamlarında bir yer tutmuş olursunuz.

Siz tutmadınız, inşaallah tutmayacaksınız; size tutturamayacaklar onu, Allah’ın izni-inayeti ile. Çünkü talip olduğunuz şey, o kadar büyük, o kadar yüksek ki!.. Ahsen-i takvîme mazhariyetin gereği de odur. Siz, bulacağınızı bulmuşsunuz, artık bulacağınız bir şey kalmamış. O’nu (celle celâluhu) bulan için bulacak bir şey kalmamış demektir; O’nu kaybeden de bir şey bulmuş sayılmaz! Hikem-i Atâiyye’de, İbn Ataullah-ı İskenderânî (Sekenderânî), مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَكَ وَمَا الَّذِي فَقَدَ مَنْ وَجَدَكَ diyor; Hazreti Bediüzzaman da bunu alarak kullanıyor, bir kelime farkı ile. مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ * وَمَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ “O’nu bulan, ne kaybetmiştir ki! O’nu kaybeden de ne bulmuştur ki?!.”

Evet… Ağrıttım başınızı.. helal edin hakkınızı.. deşeledim sızınızı.. bir kere daha vicdanlara/vicdanlarınıza duyurdum tanıdığınız, bildiğiniz kimselerin çektiği şeylerden dolayı acınızı!..

Çürümemenin yolu gayeli hareket ve mürîdin murad olması

Fethullah Gülen: Çürümemenin yolu gayeli hareket ve mürîdin murad olması

Çay faslından hakikat damlaları: Hareket.. İlla yüksek bir mefkûreye bağlı hareket

  • Düşünce, inanç ve gayret hayatımız adına bir kere kazanmış olmak yetmez; kazanılana her gün yeni bir şey ilave etmek suretiyle o kazanç ancak korunabilir. “Nâmütenâhi istikâmetinde yolculuk nâmütenâhidir” deyip “Daha yok mu?” mülahazasıyla hiçbir durakta durmama, hiçbir şeyle yetinmeme ve hep hareket halinde bulunma bu işin ruhudur. (00:36)
  • İnsan bir yandan Allah Teâlâ ile münasebetlerini daha da derinleştirme istikametinde gayret gösterirken bir yandan da insanlık hesabına hayırlı işler yapmanın peşinde olmalıdır. Fizikteki atalet kanunu bir yönüyle insan hayatı için de geçerlidir. Bu itibarla; durduğumuz zaman düşeriz; öyleyse hiç durmamalı, sürekli gayeli hareket halinde olmalıyız. (02:40)
  • Hazreti İmam Şafi’nin dediği gibi, “Sen şayet iyi bir şeyle, kalbini ve ruhunu tatmin edecek ve dünyayı da mamur kılacak bir şeyle meşgul olmazsan, şeytan seninle meşgul olur!” Şeytanın meşguliyetinden kurtulmanın yolu Allah rızasına bağlı yüksek bir mefkûre ile meşgul olmaktan geçer. (03:22)
  • Yeme, içme ve dinlenme gibi ihtiyaçlar zaruret olması yönleriyle insanı meşgul etmeli ve asla hayatın merkezine yerleşmemelidir. Hayatını onlara bağlayan insan kendisine hakaret etmiş olur; zira, Allah (celle celalühu) insanı ahsen-i takvim üzere yaratmıştır. İnsanın mükemmel yaratılışına ve Hak katındaki kıymetine vurguda bulunan Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) şöyle der: “Ey insan! Kendini küçük bir cirim görüyorsun; halbuki bütün âlemler sende gizlidir. Sen bütün kâinatın bir fihristisin.” (05:35)
  • Cenâb-ı Hak kâinata nasıl, ne denli ve ne keyfiyetle tecellî etmişse, bütün bu tecellîler insanda vardır. Bu vaziyetiyle insan, kâinatın bir nüsha-i kübrâsı, bir misal-i musağğarı mahiyetinde ve Allah’ın bütün esmâsının nokta-i mihrakiyesi şeklinde görülür. Bir yönüyle, Allah’ı tanımak için insana bakmak kâfidir. Binaenaleyh insan, Allah’ın bir mir’âtı ve aynasıdır. Bu manayı ifade eden şöyle bir hadis-i şerif biraz farklı lafızlarla nakledilmektedir: “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.”; “Allah, insanı Rahmân sûretinde yarattı.”; “Yüzden sakının. Zira Âdem oğlu Rahmân sûreti üzere yaratılmıştır.”; “Birine vuracağınızda yüzüne vurmayın. Muhakkak Allah Âdem’i kendi sûretinde yarattı.” (06:45)
  • Dini/diyaneti yüceltmeye, ruhunun âbidesini ikame etmeye ve milletleri yükseltmeye matuf hareketi terk ettiğin an şeytanın hareket dümenine kendini kaptırmış olursun. Niketim biz durağanlığın kurbanı olduk; ne zaman atın üzerinden indik, bitiş vetiresine girdik. (08:03)
  • Bir yönüyle, sizin hareket tarihiniz Söğüt’le başlamış, Topkapı’yla devam etmiş ve Yıldız Sarayı’nda, Dolmabahçe’de sönmüştür. Evet biz, Hazreti Murad Hüdavendigar’ın “Attan inmeyesüz!” sözüne muhalefet etmeye başladığımız günden itibaren bir bitişe doğru yuvarlanmaya da başlamışız. (10:04)
  • Bırakın durağanlığı.. soluk soluğa dünyanın dört bir yanına koşun. Yirmi dört saat mesai yapmaya ve ruhunuzun ilhamlarını herkese duyurmaya çalışın. Bu aynı zamanda sizin hayatta kalmanızın en önemli esasıdır. (13:11)
  • Alvar İmamı “Allah bizi insan eyleye!” derdi. Yavuz Sultan Selim de bir manada gerçek insanlığın yolunu göstererek şöyle buyuruyor: “Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş / Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş.” (14:27)

Soru: Mürîd’in murad olması ne demektir? Hakkın murad ve matmah-ı nazarı (gözdesi) nasıl olunur? (15:25)

  • Mürîd; isteyen, dileyen, irade eden ve iradesinin hakkını ortaya koyan demektir; sofilerce o, el tutan, birine intisap eden, manevî hayatı adına bir kâmil insanın rehberliğine giren; dahası, şahsî istek ve dileklerinden vazgeçerek dinin emirleri çerçevesinde bir mürşid-i kâmil ve üstada teslim olup inkıyad eden Hak yolcusunun unvanıdır. Murad ise, dilenen, aranan, istenen ve arkasında olunan demektir. (15:37)
  • Mürîd, kime intisap ederse etsin asıl muradı, herkesin de maksudu ve matlubu olan Allah’tır. Ancak her mürîdin aynı olmadığı ve seyahatini farklı bir yörüngede sürdürdüğü de bir gerçektir. Bu itibarla da, genelde müridin ilk muradı şeyhi/mürşididir; onun ulaştığı mertebelerin ilki de “fenâ fişşeyh” mertebesidir. Fakat, bir zaman gelir ki, mürîd ilk muradı (şeyhi) ile beraber o silsilenin asıl pirinin önünde diz dize oturur. Bir zaman sonra da hep beraber, Allah Rasûlü’nün rahle-i tedrisine dahil olur, onun sohbet halkasında erir ve onda fena bulurlar. (16:13)
  • “Fena fişşeyh”, mürîdin kendi istek ve arzularını aşarak, mürşidinin arzu ve isteklerinde fâni olup erimesi anlamına gelir. Bu seviyedeki mürîd, mürşidinin gözlerinin içine her bakışında onun isteklerini anlar ve hemen onları yerine getirmeye koyulur. “Fena firrasul” mü’minin, Allah Rasûlü’nün emir ve isteklerinde fâni olmasıdır ki, “fena fişşeyh” makamını hakkıyla temsil eden bir müridin, “fena firrasul” kavramı ile anlatılan hakikatleri yaşaması çok daha kolaydır. Zira birinde mürşit bahis mevzuu olmasına mukabil, diğerinde Nebiler Sultanı söz konusudur. “Fena fillah”a gelince, adı üzerinde o, insanın Allah’ın meşieti ve iradesi önünde bütün bütün eriyip yeniden dirilişe ermesidir. Bundan önceki iki mertebe insanı bu son merhaleye hazırlayan birer yoldur; yükselip bu seviyeye gelen insan, hadisin ifadesiyle gözü, dili, kulağı, eli, ayağı.. hâsılı bütün uzuvlarıyla Allah’ın meşieti dairesinde hareket ettiğinin şuuruna erer ve öyle de olur. (19:53)
  • Hak yolcusu, yolun başlangıcında mürîd, nihâyetinde murâd.. kulluğu tabiatına mâl etme gayreti içinde mürîd, Hak’la münasebetlerin, fıtratın ayrılmaz bir yanı hâline geldiği noktada murâd.. sevilip-arzu edilme yollarını araştırma faslında mürîd, her şeyde O’ndan bir kısım izler görüp sevgi ve mârifet arası gelip-gittiği ve bu geliş-gidişiyle zevk-i rûhânî kanaviçesini ördüğü zaman da murâddır. Hâsılı, murâd, Hak arzusuyla dopdolu hâle gelmiş; bütün bütün mâsivâya (O’ndan başkasına) kapanmış; O’nun hoşnutluğundan başka hiçbir şeye istek ve iştihası kalmamış, dolayısıyla da Hakk’ın murâd ve matmah-ı nazarı (gözdesi) olmuş bahtiyar ruh demektir. (24:00)
  • Asıl murad, Allah’tır (celle celalühu) ve asliyete yakın zılliyet planında İnsanlığın İftihar Tablosu’dur (sallallahu aleyhi ve sellem). İnsan o ufku yakalayınca Allah’ın yeryüzündeki matmah-ı nazarı ve ilahî inayetlerin tecelli noktası; Allah Rasûlü’nün de gözdesi olur. Mesela İnsanlığın İftihar Tablosu der ki (Nitekim rüya ve yakazalarda bu çok olmuştur): “Barla’da bir zat vardı ya, adım adım izleyin, yanılmazsınız Bana ulaşmayı düşünüyorsanız, bu işin içinde olun!” (25:45)
  • Şu hadise yeryüzünde Hakk’ın gözdesi olmanın ne manaya geldiğini daha iyi anlamamıza vesile olabilir: Bir sene Arafat vakfesi yapılırken kalb gözleri açık iki Hak dostu aralarında konuşurlar; “Bu sene Arafat gerektiği gibi değerlendirilemedi ve Allah (azze ve celle) haclarını insanların yüzüne çarptı!” derler. Sonra ehlullahtan bir üçüncü şahıs yanlarına gelir ve der ki “Burada birisi vardı, matmah-ı nazar; Allah Teâlâ ona baktı ve ‘onun yüzü suyu hürmetine bu seneki hac da makbul’ dedi” (27:10)
  • İnsan, Allah Tealâ’nın muradına bütün bütün bağlanırsa, Cenâb-ı Hak da onu alır bir murad ufkuna oturtur: “Benim muradım sensin!” İşte İnsanlığın İftihar Tablosu böyle bir muraddır. O, لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُاْلأَفْلاَكَ “Sebeb-i hilkat-i âlem sayılan, icmalde vücudî, tafsilde ilmî mahiyet-i mâneviyen olmasaydı kevn ü mekânları yaratmazdım.” fehvasınca varlığın ille-i gâiyesi mesabesindedir. Bu hakikatin ifadesi olarak, merhum Necip Fazıl da bir kitabına “O ki o yüzden varız!” adını koymuştu. (28:48)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Darılma yok, dayanma var!..

Fethullah Gülen: Bamteli:

  • İnsanlara dirilik aşılayabilmek için evvela diri olmak lazımdır; kalb ve ruhta dirileceğimiz âna kadar insanlara dirilik açısından vaad edeceğimiz bir şey yoktur. (00:33)
  • İnsan kendinden sıyrılamamış, hayvaniyetten çıkamamış, cismaniyeti bırakamamış, kalb ve ruhun dereceyi hayatına yelken açamamışsa, onun ifade edebileceği çok fazla bir şey yoktur. Günümüzde çok defa kırılmalar da ondan kaynaklanmaktadır. Çok küçük şeylerden alınganlık gösteriyor ve hemen rahatsız oluyoruz. Kaynamamışız, pişmemişiz, olgunlaşmamışız. (02:20)
  • İmana ve Kur'an'a gönül vermiş bulunanlara, günde beş defa huzur-u kibriyada iki büklüm olanlara düşen; başkaları kırdıkları halde bile kırılmamak, darıltacak şeyler yaptıkları halde dahi darılmamak ve illa bir şey denecekse "Allahım, bizi de ıslah eyle, onları da ıslah eyle!" deyip ıslah duasında bulunmaktır. (05:10)
  • Kırılmalar, darılmalar bizi meşgul ederse, kırılmaya, darılmaya tahammülü olmayan işler yolda kalır. (07:00)
  • "Cânımı cânan isterse minnet cânıma / Can nedir ki anı kurban etmeyeyim cânânıma!" (Fuzulî) (08:08)
  • Zannediyorum Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'e ve nübüvvetine yürekten inanmış bulunan ve kalbinde O'na karşı azıcık alaka duyan bir insan O'nun mübarek başının yarıldığını her hatırladığında "Keşke şu kaya gibi olan başım O'nun önünde olsaydı da kılıçlar ona inseydi!" heyecanıyla dolar. Hazreti Mus'ab bin Umeyr'in (radiyallahu anh) Uhud'daki hali bunun delilidir. (09:50)
  • Mus'ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta "Bir bu kaldı." deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. Ebediyetlere yürürken de hayatına denk bir mahviyet duygusu içinde ve yüzü toprağa bulanmış vaziyette göçüp gitmişti. Bir rivayete göre, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mus'ab'ının bu hâlini şöyle dile getirirler: "Hazreti Mus'ab hayatta olduğu sürece beni koruyacağına ve bana herhangi bir zarar dokundurmayacağına dair söz vermişti. Şimdi elleri ve kolları budandığı için 'Ya Rasûlullah'a bir şey olursa?' diye hicabından yüzünü kapatmaktadır." (10:40)
  • Allah Rasûlü hiçbir zaman kırılmamıştı. Uhud'da savaş stratejisi konusunda ashabıyla istişare ettikten ve onların fikirlerine uyarak meydan muharebesine çıktıktan sonra pek çok şehit verilmiş ve Kendisinin de mübarek başı yarılıp dişi kırılmış olduğu halde kimseye gönül koymamıştı; atf-ı cürümde falan bulunmadan, hiçbir şey olmamış gibi yine ashabını toplayıp onlarla istişare yapmıştı. (11:20)
  • Hudeybiye Sulhü, pek çok yönden mü'minler için ilham kaynağıdır. Bununla beraber, Hudeybiye, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in temkini, fetaneti, sabrı, tahammülü, dimdik duruşu, katiyen darılmaması, kırılmaması ve gönül koymaması açılarından da özellikle okunmalı; bu zaviyelerden de ibretler alınmalıdır. (12:44)
  • Hudeybiye Sulhü, Müslümanların kabullenemeyeceği öyle maddeler içeriyordu ki, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) Allah Rasûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Sen Allah'ın Rasûlü değil misin?" diyecek kadar üzülmüştü. Allah Rasûlü o esnada dahi sükûnetini bozmamış ve Hazreti Ömer'in (radıyallâhu anh) sorularına mülayemet ve sükûnetle cevap vermişti: "Evet, ben Allah'ın Rasûlü'yüm." "Biz hak yolda değil miyiz?" "Evet, hak yoldayız." "Öyleyse bu zilleti niçin kabul ediyoruz?" "Ben Allah'ın peygamberiyim ve Allah'a isyan edemem." "Sen Kâbe'yi ziyaret edeceğimizi söylemedin mi?" "Evet, söyledim. Fakat bu sene demedim." Daha sonraları Hazreti Ömer, bu hâdiseyi her hatırlayışta ızdırapla iki büklüm olmuş ve nedamet yutkunmuştu. Kendi ifadesiyle, bu yolda nice sadakalar vermiş, nice oruçlar tutmuş ve nice istiğfarlarda bulunmuştu!.. (21:15)
  • Hudeybiye Antlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi. Aslında bu ağırdan alma, Allah Rasûlü'ne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbe'yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye Antlaşması'ndaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı. İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve zevcesi Ümmü Seleme validemizle istişarede bulundu. Bu ufku geniş annemiz, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki Allah Rasûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi; ne ki, böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu. Validemiz, Allah Rasûlü'ne şu mealde sözler söyledi: "Yâ Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez sana itaat edeceklerdir." Allah Rasûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı. (22:11)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye'de o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. inat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı. Peygamber Efendimiz, mahruti (yukarıdan ve bütüncül) bakıyor; elli sebep ile elli sonucu birbiriyle iç içe görüp ortaya çıkması muhtemel yirmi probleme karşı otuz tane çözüm yolu düşünüyordu. (25:57)
  • Hudeybiye, Allah Rasûlü'nün mülayemet ve hilmiyle küfre indirdiği büyük bir darbeydi. Daha sonra da O, hep bir hilm kahramanı olarak davranmış ve istidatlı gönülleri teshir etmişti. Hudeybiye sayesinde sulh içinde geçecek bir zaman dilimi, Müslümanlar için çok mühimdi. Allah Rasûlü bu dönemde yetiştirdiği irşad ekiplerini çeşitli yerlere gönderme fırsatını buldu ki, bu da, bütün Arap Yarımadası'nda İslâm'ın sesinin duyulması demekti. Nitekim, bu fetih, Mekke'ye girişi de netice vermişti. Allah Rasûlü, Mekke'nin fethini müteakip bir kere daha o mahviyet ve tevâzuunu sergilemiş ve bindiği merkûbun üzerindeki eğerin kaşına, mübarek alnı değecek şekilde iki büklüm vaziyette bu mübarek beldeye girmişti. (27:44)
  • Mekke'nin fethi gerçekleştirildikten sonra herkes Rahmet Güneşi'nin etrafında toplanır ve O'nun gözünün içine bakarak kendileri hakkında vereceği kararı beklemeye başlarlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), heyecan ve endişeyle bekleşen Mekkelilere, "Şimdi size ne yapmamı umuyorsunuz?" diye sorar. Esasen O'nun nasıl merhametli, affedici ve civanmert bir insan olduğunu iyi bilen bazı Mekkeliler, "Sen kerimsin, kerim oğlu kerimsin" şeklinde karşılık verirler. O'nun hedefi ne mal, ne mülk, ne hükümdarlık, ne de toprak fethidir; O'nun hedefi, adaletin ikâmesi, insanların kurtuluşu ve onların kalblerinin fethidir. Şefkat Peygamberi, o âna kadar düşmanlık yapan o insanlara karşı kararını şöyle açıklar: "Size bir zaman Hazreti Yusuf'un kardeşlerine dediği gibi derim: 'Daha önce yaptıklarınızdan dolayı bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En Merhametlisi'dir. Gidiniz, hepiniz hürsünüz." Aslında bu yaklaşım, "İçinizde herhangi bir burkuntu duymayın. Kimseyi cezalandırma niyetinde değilim. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Siz, bir dönemde kendi karakterinizi sergileyip üslubunuzu ortaya koydunuz. Benim üslubum da işte budur!" demek gibi bir şeydir. Evet, "Zâlimlere bir gün dedirtir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âsereke'llâhü aleynâ." (Ziya Paşa'nın bu sözü şu manadadır: Düşün ki, Hazreti Yusuf'a ne kadar zulmettiler. Allah'ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yusuf'un kardeşlerinin dediği gibi, "Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı." (Yusuf Sûresi, 12/91) dedirtir.) (30:50)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in her zamanki mülayemet, hilm ve civanmertliğini Hudeybiye Sulhü ve Mekke Fethi esnasında da ortaya koyması neticesinde öyle insanlar Müslüman olmuşlardı ki, onlar katiyen harplerde dize getirilebilecek kimseler değillerdi. Mesela, Hazreti Hamza'nın şehit edilmesine sebebiyet veren Hind bile daha sonra mücahede meydanlarında hizmet eden bir kahramana dönüşmüştü. Yine, Siyer'de nakledildiğine göre, onun eşi Ebu Süfyan hazretleri, isabet eden bir okla gözü eline düşünce, "Şu kadar sene Peygamberini tanımadın, ne işe yararsın ki sen!" diyebilmişti. (32:20)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in hadiseler karşısındaki tavrı engin bir siyer felsefesiyle yeniden ele alınıp toplumumuza kevser gibi içirilmeli. (34:22)
  • Yananlarla yanmamak için içilmesi gerekli olan şeyi içmek lazım; o da mülayemet âb-ı hayatıdır; yumuşaklık, başkalarının hissiyatına saygılı olma, hırçınlığı terketme ve temkinli olma kevseri ve zemzemidir. (35:30)
  • Dünyevî her beklenti insanın bünyesine düşmüş bir güve gibidir; bir gün onu yer bitirir. (36:34)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Defineye mâlik virâneler ve çağın garabeti

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Defineye mâlik virâneler ve çağın garabeti konulu sohbeti

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Allah’a kurbetin yolu

Kudsî hadis olarak rivayet edilen bir mübarek söz:

“Ey insanoğlu! Nefsini bilen Beni bilir. Beni bilen, Beni arar. Beni arayan, mutlaka Beni bulur. Ve Beni bulan, bütün arzularına ve dahasına nâil olur. Nâil olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez!”

Evet, hadis-i kudsî diye rivayet ediliyor; hadîs-i kudsî diye.

Kur’an-ı Kerim’de bu meseleyi te’yid eden hususlar var; mesele pozitif yanıyla ele alınarak veya negatif yanıyla ele alınarak. Ezcümle, نَسُوا اللهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ “Onlar Allah’ı unuttukları için, Allah da öz canlarını kendilerine unutturdu.” (Haşir, 59/19) Onlar, Allah’ı unuttular, göz ardı ettiler; Allah da onlara, unutma mukabelesinde bulundu. Buna “mukabele” denir, belagat ilmine göre; “müşâkele” de diyebilirsiniz. Onlar nasıl O’nu unuttular, O da öyle bir mukabelede bulundu.

O’nu bilme, çok önemlidir. O’nu bilmeme, O’ndan kopma demektir; kendi uzaklığımızı hazırlama demektir. O, bize, şah damarından daha yakındır. Cismaniyetimiz, hayvaniyetimiz, beşerî garîzelerimiz ve hevâ-i nefsimiz açısından uzaklığı biz kendimiz icat ediyoruz. Aşmamız gerekli olan da “kendi uzaklığımız”dır. O, yakındır; o Yakın’a (celle celâluhu) yakın olmanın yolu, kendi uzaklığımızı aşmaktan geçer.

Kendi uzaklığına takılan ne kadar çok insan var!.. Hüsn-ü zanna binaen, namazını kılan/kaçırmayan, orucunu tutan, hacca giden, yalan söylemeyen, iftira etmeyen, zulümde bulunmayan, irtikâpta bulunmayan, ihtilasta bulunmayan şahıslar hakkında “Bunlar, yakınlıklarını koruyan insanlar!” diye düşünmek lazım. Böyle düşünmek, حُسْنُ الظَّنِّ مِنْ حُسْنِ الْعِبَادَةِ “Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.” fehvasınca, mü’minin hüsn-ü zannının gereğidir ve o en güzel bir ibadettir.

Fakat genele bakışta.. umumî ahvâle bakışta.. kuyruklu yalanların kol gezdiğine bakışta.. iftiralara bakışta.. haram-helal demeden irtikâplara, ihtilaslara bakışta.. tagallüplere, tahakkümlere, tasallutlara, temellüklere, milletin malına el koymalara bakışta Hüsn-ü zannımız bizi onlar hakkında da aynı şekilde güzel düşünmeye zorlarken, vicdanımız da “Yalana evet demeyin!” diye bir davul sesiyle, belki bir mehter sesiyle bizi ikaz ediyor; tenbihte bulunuyor, “Ha, zinhar, sakın, sakın!” diyor. Çünkü münafığa “mü’min” demek, yalancıya ve müfteriye mü’min nazarıyla bakmak, dinî kriterlere, o münciyâta (insanı kurtarıp sahil-i selâmete ulaştıracak amellere) karşı saygısızlık sayılır. Mühlikât ve mûbikât (helâk eden ve felâkete sürükleyen hususlar) avenesine en azından sükûtla mukabelede bulunarak, onların hallerini Allah’a havale etmek -zannediyorum- selametli bir yol olsa gerek.

Cennet’e ancak Hakk’ın rahmeti ve fazlıyla girilir

Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ “Her kim atom ağırlığı bir hayır yaparsa, onun mükâfatını görür; Allah (celle celâluhu), onun karşılığını verir! Kim de atom ağırlığı kötülük yapmışsa, onun cezasını görür!” (Zilzâl, 99/7-8) Atom ağırlığı, molekül ağırlığı veya elektron ağırlığı. “Zerre” deniyor; en küçük parça; “cüz-i lâ yetecezzâ” sözüyle ifade ederlerdi; “artık parçalanmayan şey” olunca, biraz elektron gibi. Onun da altında bir şey var, iyonlar ve eter, bizim dilimize felsefe yoluyla “esir” olarak geçen şey. Evet, hâlâ mevcudiyeti münakaşa mevzuu. O kadarcık şey bile olsa, Allah, iyiliğin mükâfatını, kötülüğün de cezasını verir. Ceza vermemesi, rahmetinin vüs’atine emanet, fazlına emanet.

“Fazl” kelimesinde vüs’at kullanılmamış; fakat Efendimiz “fazl” kelimesini kullanmış; kendisinin dahi Allah’ın lütfuyla, fazlıyla Cennet’e gireceğini belirtmiştir. Evet, kendi Cennet’e girişini bile, o “fazl”a bağlamıştır:  وَلاَ أَنَا، إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ“Ben bile, amelimle cennete giremem! Ancak, Allah’tan bir rahmet ve fazl ile sarıp sarmalanırsam ancak onunla girebilirim!”buyurmuştur.

Demek ki, ekstradan bir bakış, bir teveccüh, bir iltifat. Zât-ı Ulûhiyet’in insanlara bu şekildeki teveccühlerini beşer arasındaki muameleler ile ifade etmek, onu daraltmak sayılır. Fakat bir misal teşkil etmesi açısından “ulûfe-i şâhâne” diyebilirsiniz. Padişahların cömertliklerini sergiledikleri yerde, layık olan olmayan herkes toplanır oraya. Sizlere “atayâ-i şâhanede bulunulduğu gibi, benim gibi kıtmirlere de “Madem bunlarla beraber gelmişsin, al, sen de al!” falan denilir.

Evet, kendi hakkımda hep böyle düşündüm. Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, lütfu, keremi ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın şefaatiyle, Cennet’e girme meselesi mukadder olur inşaallah. Fakat onu çok defa sizin içinizde âhâd-i nâstan bir fert olmaya bağladığımı, Allah da biliyor, kirâmen kâtibin de biliyor, mütelakkiyân da biliyor, Cibrîl de biliyor, (salat u selâmlarımda ismen anıyorum) İsrafil de biliyor, Mikâil de biliyor, Azrail de biliyor, hamele-i arş da biliyor. Bilenlerin bütün bildiklerini bilen, “Âlim”, “Alîm”, “Allâm” diye üç kiple bildiğini bildiren Hazreti Allamü’l-guyûb (celle celâluhu) da biliyor.

“Harabât ehline hor bakmayın; defineye mâlik virâneler var!..”

Nice derbeder gibi görünen kimseler vardır ki, onların içleri define doludur. Bu hakikati İbrahim Hakkı Hazretleri bir şiirinde şöyle ifade eder: “Harabât ehline hor bakma Şâkir / Defineye mâlik viraneler var!..”Bu da bizdeki hüsn-ü zannın blokajlarından birisi sayılır. Falanı derbeder, perişan, yıkık-dökük, sürüm sürüm görünce, hemen onun hakkında olumsuz bir hükme varma!..

“Hakkı, gel, sırrını eyleme zâhir,
Olayım der isen, bu yolda mâhir,
Harabât ehline hor bakma Şâkir
(büyük oğlu),
Defineye mâlik virâneler var!..”

Hazreti Hızır ile Hazreti Musa kıssasında da defineye mâlik bir viraneden bahsedilir. Antakya’da olduğu söylenir, Allahu a’lem. Hızır ile Musa (aleyhimesselam) sergüzeştisi içinde, vak’ayı noktalayan husus, mâil-i inhidam olan bir duvarın düzeltilmesi. O mâil-i inhidam duvarın altında babaları tarafından saklanmış hazine var.

“Harabât ehline hor bakma Şâkir / Defineye mâlik virâneler var!..”

Derbeder, perişan, mukassî gördüğünüz nice kimseler vardır ki, hiç belli değil, bakarsınız bin velinin kalbî ve ruhî hayatını, sırrî hayatını, hafâ-ahfâya ait ufkunu, vicdanının enginliğinde taşıyor. Rasat ediyor edilmezleri; görüyor görülmezleri; duyuyor duyulmazları; biliyor ufkumuzun idrakinden âciz olduğu şeyleri

Evet, biz, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!..” diyeduralım.. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!..” diyeduralım.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Mabud-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik.” diyeduralım.. مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ “Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!..” diyeduralım.. مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يَا سُبْحَانُ “Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!” diyeduralım.. مَا قَدَرْنَاكَ حَقَّ قَدْرِكَ يَا اَللهُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ، يَا اَللهُ اْلأَحَدُ الصَّمَدُ، يَا اَللهُ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ “Ey Hayy, Kayyûm, Ehad, Samed, Rahman, Rahim Allah’ımız, zâtını, esma ve sıfatını, nimet ve lütuflarını hakkıyla takdir edemedik!..” diyeduralım. (Antrparantez; Zâtî ismini, izafeten çok defa bu kelimelerle yeniden isimlendirdiğinden dolayı, onları betahsis zikrettim, zikrediyorum.) “Biz O’nu (celle celaluhu) hakkıyla takdir edemedik!..” diyeduralım Çokları -bir yönüyle- o takdirin, o tahmîdin, o teşekkürün, o irfanın çağlayanları içinde sonsuza doğru bir yelken açmışlar ki, deryaya varacakları mukadder, tebahhur edecekleri (yani “fenâfillah-bekâbillah” olacakları) mukadder, rahmete dönüşmeleri mukadder, başımızdan aşağıya rahmet gibi sağanak sağanak boşalacakları mukadder. Bazıları da öyle

Mahlukâta kulluktan sıyrılmanın yolu

Ve bunların başında, Abdulkerim el-Cîlî (v. 805 H.) deyişiyle, “mutlak insân-ı kâmil” olan, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm var. Sonra enbiyâ-ı izam içindeki diğer “ulu’l-azim” peygamberler: Hazreti Nuh’lar, Hazreti İbrahim’ler, Hazreti Musâ’lar, Hazreti Îsâ’lar.. ve bütün peygamberler. Allah bizi, onlara bağışlasın, onlara kapıkulu eylemekle taçlandırsın. Desinler ki, “Bunlar, bizim kapımızın halâyıkı!” Varsın bazıları çevrelerinde şeytanlardan, şeytanın avenesinden mele’ler (yani, mâbeyn-i hümâyün tasmalıları) oluştursunlar ve onlara dediklerini yaptırsınlar.. onların dediklerini de yapadursunlar

Evet, biz, Allah kapısında, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın âzâd kabul etmez, boynu tasmalı köleleriyiz. Ve böyle bir kulluğu, böyle bir bende olmayı, dünyada sultanlığa çoktan tercih eden insanlardanız. Bu ses, bu soluk, bu kelimeler, kalbin sesi değilse, zerreden hesabın sorulduğu o gün, bunların hesabı da sorulur, Kıtmir’e de sorulur.

Tercihimizi çoktan yapmışız; kimin kapısının halâyıkı, kulu, ayağı prangalı boynu tasmalı köleleri olduğumuzu çoktan ilan/ifade etmişiz, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ hakikatiyle, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ tekmil cümlesiyle. O, onsuz olmaz; biri, diğerinin lâzımı. Allah’a öyle bir dellâl lazım. Dolayısıyla, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur.” Hiçbir şeyi yaratmadan evvel, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunu yaratmış. Kendini (celle celâluhu) hakkıyla îlân edecek; ef’âliyle, âsârıyla, esmâsıyla, sıfatıyla îlân edecek birisini belirlemiş ve varlığı öyle yaratmış. Yoksa o güzellikler ve O’na ait hususiyetler bilinmedikten sonra, esasen, o varlık hakkında çokları bigâne kalırlardı. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) evsâfıyla, esmâsıyla, ef’âliyle, âsârıyla, O’nu (celle celâluhu) bize talim etmek suretiyle, verilmesi gerekli olan derslerin akademiler üstü, en üstününü bize talim buyurdu. Herkes, vicdanının enginliğine göre, alacağı şeyi aldı, ona göre tanıdı, ona göre bende oldu.

Başkalarına kul olmaktan sıyrılmanın yolu, Allah’a kul ve Hazreti Rasûl-i Zîşân’a bende olmaktan geçer. Kendini O’nun kapısında boynu tasmalı halâyıktan bir halayık görmeyen, Allah kapısının âzâd kabul etmez kölesi olarak görmeyen bir insan, elli bin türlü şeye kul olur. “Servet”e kul olur.. “alkış”a kul olur.. “intikam”a kul olur.. “hırs”a kul olur.. “hased”e kul olur.. “hemz”e kul olur.. “lemz”e kul olur.. “ta’yir”e kul olur.. “ta’yib”e kul olur.. “tahkir”e kul olur.. “tenkîl”e kul olur.. “ibâde”ye kul olur Kul olur. Saymakla bitmez, o kadar çok şeyin kuludur ki o zavallı! O kadar şeyler karşısında bel kırar, boyun büker, asâ gibi iki büklüm olur ki, hiç sorma!..

Mekkeli müşriklerin 360 küsur putu vardı, senenin günlerine göre. Bunun o kadar putu vardır ki!.. 360 değil, 3600 küsur putu vardır. Dünyaya ait câzibedâr güzellikler, mâlâyâniyâta ait şeyler, bohemliğe ait şeyler, şehevânî duygulara bağlılık gibi şeyler, beşerî garîzeye bağlılık gibi şeyler, haram-helal bilmeme gibi şeyler, saltanat sürme duygusu gibi şeyler O kadar çok şeyin arkasından koşturur durur ki, -hafizanallah- saymakla bitmez putları. Öyle bir putperesttir ki bu, onu Ebu Cehil görseydi, Utbe görseydi, Şeybe görseydi, İbn Ebi Muayt görseydi, “Biz bile bu kadar ahmaklığa kendimizi salmadık!” derlerdi. Öyle bir gaflet, öyle bir dalalet, öyle bir putperestlik!.. Öyle çok ilah çağlayanına kendisini salmış ki zavallı, Cehennem deryasına varacağı âna kadar da aklı başına gelecek gibi görünmüyor.

Bir garabet, bir garabet, bir garabet!..

Kur’an buyuruyor: مَا جَعَلَ اللهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ “Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır.” (Ahzab, 33/4) Fakat “insan”lar da vardı Cahiliye döneminde, çağımızın Tiranları, Firavunları gibi, “Hem dünya hem âkibet/ahiret, ikisini beraber götürüyorum!” derlerdi. Gafiller; gözü olduğu halde görmeyen körler, kulağı olduğu halde mesmûâtı duymayan sağırlar, kalbi var gibi göründüğü halde ondan habersiz yaşayan nâdânlar; sohbet-i nâdân ile telezzüz eden nâdanlar.

“Nâdânlar eder sohbet-i nâdanla telezzüz,
Divânelerin hemdemi divâne gerektir.”

***

Zâlimler eder sohbet-i zulüm ile telezzüz,
Zâlimlerin hemdemi zâlim gerektir.

***

Hâinler eder sohbet-i hâinle telezzüz,
Hâinlerin hemdemi hâin gerektir.

Çağa baktığınız zaman, onu mahrutî bir bakışla temaşa ettiğiniz zaman, İslam dünyasında, o kocaman, o geniş resimde, dikkatinizi çekecek şeyler bunlardır.

Ve işin hiçbir devirde olmayan, mutlaka garabetle karşılayacağınız yanına gelince, o da şudur: Bir dönemde o mezâlimi, Allah kabul etmez, Peygamber kabul etmez, dini din olarak kabul etmez, dinin kurallarına karşı saygısız davranır kimseler, din adına edepsizler yapıyorlardı. Dini kabul etmeyenler yapıyorlardı. Günümüzdeki bu mezâlimi, bu mesâvîyi, bu mûbikâtı, bu mühlikâtı ise, Müslüman görünen insanlar yapıyorlar. Ayağa kadar düşen ve size kadar gelen mülahazalara bakın. İsterseniz, mevcut manzarayı tecrid mülahazasıyla ehline resmettirin. Tecrid mülahazasında en iyi resim çizenin Picasso olduğundan bahsedilir. İslam’daki sanat da tecrid (soyut) mülahazaya dayalıdır. Evet, bu tabloyu bir sanatkâra resmettirmek istediğiniz zaman, karşınıza çok korkunç şeyler çıkar; yılanlar çıkar, sırtlanlar çıkar, goriller çıkar, hınzırlar çıkar, maymunlar çıkar. Çünkü insanı değerlendirecekseniz, tecrid mülahazasıyla resmedecekseniz; karakteri, ahlakı, tavırları, davranışları, düşünceleri, dün başka bugün başka yalanları, iftiraları, karalamaları, yapılmış ümranları yıkmaları, dalgalanan ruh-u revân-ı Muhammedî’yi, Seyyidinâ Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek bir şehbal gibi dalgalanan bayrağını aşağıya indirmeleri Meseleyi bu mülahazalara bağlı resmettiğiniz zaman, karşınıza çıkacak olan, insan değil, başka türlü mahlûklardır.

Bu, işin en garip yanıdır. Çok garip. Ebu Cehil’de, Utbe’de, Şeybe’de, İbn Ebî Muayt’da görünmeyen bir garabet.. Stalin’de görünmeyen bir garabet.. Lenin’de görünmeyen bir garabet.. Troçki’de görünmeyen bir garabet.. Bir garabet, bir garabet, bir garabet Bundan daha garibi de, bu garabetleri görmeden, bu resmi okumadan, bu beyinsizlerin arkasından sürüklenip giden insanların garip durumu; onların da onların arkasından şuursuzca sürüklenip gitmeleri. Tarihte bunun da eşi görülmemiştir.

“Sabır, kendisinden daha acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim!..”

Bütün bunlara karşı size düşen, اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.” hakikatine binâen, her şeyi görüp bilip mızraklandığınız halde, süngülendiğiniz halde, dişinizi sıkıp aktif sabır içinde, aktif sabrı ferecin sırlı bir anahtarı bilerek sabretmektir. Hazreti Ali’ye dayandırılan bir sözde ifade edildiği gibi: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.”

Öyle bir sabredeceğim ki, sabır, kulak kesilip dahasına sabredeceğimi anlayacak!.. Kolumu koparmışlar, Hallâc gibi.. ayağımı kesmişler.. veya Mus’ab b. Umeyr gibi, bir kol gitmiş, öbür kol da gitmiş, bir bacak da gitmiş. Boynunun gittiğini bilmiyorum fakat inandığım bir hocaefendiden dinlemiştim; bunu, Siyer’de görmedim: Boynuna kılıç inerken, hicap duyarak, ağlayarak başını yere koymuş, “Hâlâ bir boynum varken, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) koruyamadım; O’na kalkan olamadım!” demiş. Böyle bir muamelede bulunsalar “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de cana safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”Değil mi ki Sen teveccühte bulunurken, Kendine imrendiriyorsun, Kendini sevdiriyorsun! Değil mi ki Sen, tedip ederken, bizi günahlarımızdan arındırıyor, huzuruna pîr u pâk olarak almak istiyorsun. Bizim için o da hoş, o da hoş!..

Ashâb-ı Uhdûd gibi eziyet etseler, cenderelere koysalar, günün tankları altında, paletleri altında ezseler Yol, Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolu ise; ferman, Allah’ın fermanı ise; yürünen yol, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yolu, “Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali”lerin (radıyallahu anhüm elfe merrâtin) yürüdüğü şehrâh ise Şehrâh, çok şeritli, yürümeye çok müsait, trafik olmayacak şekilde yürümeye müsait hazırlanmış bir ana cadde. Yol o ise ve o yolda yürüme adına yöntem de onlara ait ise, bence ne olursa olsun, hepsi hafif gelir. Şu halde, gelin, etmeyin, câhil ile ülfet!..

Tâ 17-18 yaşındayken, bir dava vekilinden duymuştum; Tokat’ın Artova’sında dinlemiştim; hafızamda kalmış:

“Câhil ile etme ülfet, aklının miktarı yok,

Sırtı çullu, kendi merkep, boynunun yuları yok!..”

Belki bu tabiri kullanmam doğru değildi, size karşı saygısızlıktı; gönlünüzü rencide etmiş olabilir. Neyse

“Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki felaha eresiniz!..”

“Tevbe ya Rabbî, hata râhına gittiklerime,
Bilerek ettiklerime, bilmeyerek ettiklerime!”

Doğru sanarak yanlış yollara gittiklerime, tevbe yâ Rabbî!.. Hepsine tevbe yâ Rabbi.. Hepsine tevbe yâ Rabbi!..

Allah Teâlâ, bizi yaratırken, tevbeyi de arınma adına bir kurna olarak lütfetmiş: وَتُوبُوا إِلَى اللهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki felaha eresiniz!” (Nûr, 24/31) buyurmuş. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler! Samimî ve kesin bir dönüşle Allah’a tevbe ediniz!” (Tahrîm, 66/8) beyanıyla da “tevbe-i nasûh”u vurgulamış: Bir daha günaha dönmeme azmi, cehdi ve kastıyla, O’na teveccüh-ü tâmm ile yönelin!.. “Tevbeler tevbesi geyik avına!” deyin ve bir daha da yanlış yollara girmemeye kararlı davranın!.. Allah öyle eylesin!

M. Akif diyor ki;

“Sus ey divane! Durmaz kâinatın seyr-i mu’tadı.
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryadı?
Bugün sen kendi kendinden ümit et ancak imdadı;
Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bidadı.
Cihan kanun-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? “Leyse li’l-insani illa mâ se’a” vardı!..”

Evet, “İnsana sa’yinden başka ne vardır ki!” Necm Sûresi’nde buyuruluyor: وَأَنْ لَيْسَ لِلإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى * وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى * ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ اْلأَوْفَى “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir.” (Necm, 53/39-41)

Cenâb-ı Hak, hayırlı işlere muvaffak kılsın ve o hayırlı işlerin karşılığında öbür tarafta sizleri, (Fakir’i de size bağışlayarak) bizleri mükafatlandırsın!.. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Değişmeye Karşı Sedd-i Zerâî

Soru: 1) "Yağın balın içine koysanız üzerine bir damla bulaştırmayacak ve mücevherler arasında olduğu halde altın mı bakır mı farketmeyecek değişmeyen insanlara ihtiyaç var." buyurdunuz. Değişmeme konusunda sedd-i zerâî sayılabilecek hususlar nelerdir?

Değmez mi?

Değmez mi?

Ne acıdır, Allah’a doğru giderken takılıp yolda kalmak!..

İnsan, kendiyle yüzleşirse, kendini doğru okur; kendinde olup-biten şeyleri okur. Bununla bir taraftan bu fihristi değerlendirerek tekvinî emirleri hallaç etmeye yönelir; bir diğer taraftan da Rabbiyle olan münasebetlerinin ne ölçüde olduğunu kontrol eder. Daha sıkı durması gerekiyorsa, daha sıkı durur; düşe-kalka yürüyorsa şayet, koltuk değneği aramaya koşar ve birilerine dayanır. Büyüklerin, selef-i sâlihînin yaptığı gibi, “İçimde şu olumsuz duygular var, şu hisler var. Allah aşkına, bana bir şeyler söyleyin de ben bunlardan sıyrılayım!” der. Kendini bir hasta gibi, hâzık hekim saydığı insanların kucağına atar, “Ne olur, derdime bir derman; ne olur, derdime derman!” der.

Böyleleri -Allah’ın izniyle- patikalarda bile şaşırmadan asfaltta yürüyor gibi yürür giderler. Öbürleri, şehrâhta yürüyormuş gibi görünürler ama patikada olandan daha fazla tökezlerler, kapaklanırlar; düşe-kalka yürürler ve hiç farkına varmadan bir yerde de takılır yollarda kalırlar. Ne acıdır, Allah’a doğru giderken takılıp yolda kalmak!..

Onun için Cenâb-ı Hak, imanı nasip etmiş, lütfetmiş. Elimizde değil… Öyle bir ortamda neş’et ettiğimizden dolayı, bazılarımız -bir yönüyle- anne-babanın bu mevzuda sergiledikleri tavır ve davranışlarla taklidî bir şeye ulaşmışızdır. Bazılarımız bulmuştur sağlam bir insan, bir mürşîd… “Her mürşide el verme ki, yolunu sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın, yolu gayet âsân imiş.” der, Niyazî-i Mısrî. Allah, bazılarımızın yolunu bir mürşide uğratmıştır; o mürşîd de o insanların ellerinden tutmuş, istifhamlarını gidermiş, tereddütlerini izale etmiş ve görmeleri gerekli olan şeyi hakkıyla görmeye onları hazırlamıştır, Allah’ın izniyle.

Hizmet, Söğüt’ün bağrındaki metamorfozla kozadan kelebeğe yürüme vetiresi türünden bir süreç mi yaşıyor?

Biraz evvel bir arkadaşımızın dediği gibi: “Şimdi bir metamorfoz mu yaşıyoruz?” Yani dar bir alandaydık, tırtıl gibi idik; Kayı Boyu’nun Söğüt’te bir tırtıldan metamorfoz ile bir kelebeğe dönüşmesi ve sonra bütün âlemde, cihanın dört bir yanında pervaz edip dönmesi gibi, acaba biz de ona doğru mu gidiyoruz, bir metamorfoz mu yaşıyoruz?!. Bu tazyiklerle, bu reddedilişlerle, bu bir türlü sindirilemeyişlerle, kabul edilmeyişlerle, taziplerle, tehcirlerle, tehditlerle, tenkillerle, hapse atılmalarla, işkence görmelerle, acaba Cenâb-ı Hak bir metamorfoz mu yaşatacak bize?!..

Arkadaşın dediği doğru gibi; galiba Allah (celle celâluhu) öyle bir metamorfoz yaşatıyor. Diyor ki: Dar bir Türkiye’de anlatacağınız şeyleri, siz, ancak bir ülkenin insanına o darlıkta anlatabilirdiniz. Oysaki taahhüt ettiğiniz, üzerinize aldığınız mesaj, evrensel bir mesaj, dünyanın dört bir yanına duyurulması gerekli olan bir emanet. Bunu da her nesil nereye kadar götürecekse, oraya kadar götürmekle mükellef!..

Öyle bir mefkûreye gönlünü kaptıran bir insan, himmetini âlî tutar, öyle büyük şeyler düşünür ki!.. Aslında, “Allah’ın izniyle Cenâb-ı Hak imkan ve fırsat verirse bana, beni o işte istihdam ederse şayet, bir helezon yapmaya muvaffak kılarsa, o helezonun bir ucunu da Cennet’in kapısına dayamaya muvaffak kılarsa, ben, ona bile tâlibim!” demeli, çok âlî şeylere tâlip olmalı!.. Dûn himmet olmamalı, bayağı bir himmet olmamalı; çok büyük şeyler istemeli Allah’tan!..

Fakat bütün bunların yanında kendini alabildiğine küçük görmeli!.. “Ey benim Yüce Allah’ım! Büyük, yalnız Sen’sin! Sen, o Allah’sın ki; karınca gibi termitlere kocaman kubbeler yaptırtıyorsun. Ahsen-i takvîme mazhar ettiğin insanı, dünya çapında bütün insanlığı istiap edebilecek bir çatıyı inşâ etmeye niye muvaffak kılmayacaksın ki?!. Ahsen-i takvîme mazhar etmişsin; insan, ne karıncadır, ne termittir, ne örümcektir, ne de sinek. Sen’in لَقَدْ خَلَقْنَا اْلإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ “Muhakkak ki Biz insanı, en güzel şekil ve en mükemmel kıvamda yarattık.” (Tîn, 95/4-5) dediğin, tebcîl ettiğin ve melâike-i kirâma, “İşte bu kıbleye doğru yönelin!” dediğin, Hazreti Âdem’e doğru onları yönlendirdiğin insanoğlu…

İnsana bu büyük işleri yaptırtması, Cenâb-ı Hakk’ın kudret-i bâhiresinden, irâde-i şâmilesinden, meşîet-i Sübhâniyesinden, ilm-i muhîtinden uzak değil ki, olmasın!.. Evet, O (celle celâluhu) her şeye kâdirdir. “Kün, fe-kân!” tezgâhında, her şey bir “Ol!” deyivermekle oluverir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ama siz o meseleyi nereye kadar götürürsünüz? Geçmiştekilere bakın! Râşid Halifeler (radıyallâhu anhüm), o Kamer-i Münîr’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında hâle idiler, ışık halkaları halinde idiler. Bir yere kadar götürdüler, bir yerde önleri kesildi; “Oraya kadar!” Arkadan gelenlere emanet ettiler; onlar da o emanete sahip çıktı ve alıp bir yere kadar götürdüler. Birileri, başka bir yere kadar götürdü, götürdü… Bidayette arz ettiğim gibi, himmetlerini âlî tuttular, yolda uykuya dalmadılar. Yolda kendini uykuya salan, âlem gider de, o kalır, kaldığı yerde. Âlem, gider de, o kalır, kaldığı yerde!..

Türkiye’de bazı kapıların size kapanmasından dolayı müteessir olmayın

Bu emanet, bu gün sizin üzerinizde ise, bunu falanı-filanı idare edenlerden beklemeyin! Onlar, idare tutkusuyla, şöhret tutkusuyla, sadece kendi iktidar ve kendi saltanatlarını sağlama bağlama adına ellerinden gelen elli türlü argümana başvururlar. Elli türlü demagojiye başvururlar; Makyavelistçe hareket ederler. Ama siz kendini tamamen “i’lâ-ı Kelimetullah”a adamış, “Nâm-ı Celîl-i İlahî her yerde bayrak gibi dalgalansın. Şu ezan-ı Muhammedî, her yerde -bizim minarelerimizden yükseldiği gibi- yükselsin!” mülahazasına bağlı insanlar olarak hareket ederseniz, Allah da (celle celâluhu) önünüzde kale kapıları gibi ne kapılar açar, ne kapılar açar!..

Zira O (celle celâluhu), Müfettihü’l-ebvâb’dır. Türkiye’de bazı kapıların size kapandığına müteessir olmayın. “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, Müfettihü’l-ebvâb’dır.” Evet, O, bir kapı bend ederse, kapatırsa, bin kapı eyler küşâd. Küşâd, açmak, açılış yapmak manasına Farsça bir kelime; küşâd eyler, “açar” demek. “Hazreti Allah, efendi, Müfettihü’l-ebvâb’dır.”diyor, Hak dostu.

Siz de يَا مُفَتِّحَ اْلأَبْوَابِ، اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ “Ey en açılmaz kapıları açtıran, en sarp yokuşları aştıran Rabbimiz!.. Bize de hayırlı kapılar aç; problemlerimizin halli için ferec ve mahreç nasip eyle.” deyin. Hem de sadece خَيْرَ الْبَابِ “en hayırlı bir kapı” değil, أَبْوَابًا كَثيِرَةً بِالْخَيْرِ “hayırlı çok kapılar” aç Allah’ım bize!.. Sen’in nâm-ı Celîlini, Habîb’inin nâm-ı Celîlini duymadık insan kalmasın.

Herkese onu -belli ölçüde- götürelim. Onlar içinde -bir yönüyle- “Biz de sizdeniz!” diyenler olsun, saff-ı evveli teşkil edenler; “Size sempati duyuyoruz!” diyenler olsun; “Size karşı çıkmıyoruz!” diyenler olsun; “Sizin ile anlaşılabilir!” diyenler olsun; “Sizi radikal görmüyoruz!” diyenler olsun; “Sizin ile dünya huzuru temin edilebilir!” diyenler olsun… O “kabul” hangi çerçevede, hangi seviyede olursa olsun, bu, sizin için bir kazanımdır ve nezd-i Ulûhiyette hora geçen hususlardandır. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) şâd eden, şâd u hürrem eden, odur.

Neticede O’nun sofrasına oturup “Kardeşlerim!..” hitabına mazhar olmak varsa, zindana, işkenceye, hicrete, çekilen her şeye değmez mi?!.

Bugün bir arkadaşınız bir rüya aktardı. Şimdiye kadar Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüzlerce hadisede temessül buyurdu. O mazlumların, mağdurların, zulme uğrayanların, gadre uğrayanların, azledilenlerin, tevkif edilenlerin, ta’zîb edilenlerin gördüğü belki beş yüze yakın müşahedede, bazen doğrudan doğruya, yakazaten, bazen de rüyada Efendimiz temessül buyuruyor. Râşid Halifeler efendilerimiz de geliyorlar fakat benim arkadaşlardan dinlediğim kadarıyla yüzde ellisinde Efendimiz var. Bugün de beni ağlatan bir şey oldu; bir kardeşimiz orada gördüğü bir rüyayı hemen yazmış, bir arkadaşımıza dikte etmiş; o da getirdi, bana okudu:

“Zindanda… Sıkıntı içindeyiz, orada.” O türlü yerlere, o hücrelere girmeyen, orada işkence görmeyen, orada o gardiyanların tafrasına maruz kalmayan, orada hakaret görmeyen insan, orada ne türlü -Freud’un ifadesiyle- anguazların yaşandığını bilemez. Şefkat âbidesi, o türlü tazyikler altında, sarsılmasınlar diye geliyor, ara sıra aralarına giriyor, “Bakın, Ben sizinle beraberim!” diyor. Sana can kurban! Sen bizim ile beraber olduktan sonra, ömür boyu olsa katlanırız ona!.. Ve bunu böyle diyenlerin sayısı da -eskilerin ifadesiyle- “layü’ad ve layühsâ” sayılamayacak kadar çok.

Yine teşrif buyuruyor; o arkadaşın anlattığına göre, arkasındakilere diyor ki: “Şuraya üç tane sofra serin! Oraya Benim bu hücrelerdeki, zindanlardaki kardeşlerim otursun! Bu ortadaki sofraya Ben oturayım. Bu son, üçüncü sofraya da benim sahabilerim otursun!” Sahabîlerden biri, belki de bir kaçı: “Yâ Rasûlallah! Niye öyle?!. ” diye soruyor. Buyuruyor ki: “Onlar, Benim âhirzamanda gelen kardeşlerim!..”

Teveccüh bu olunca, bence, insan, preslense, paletler altında kalsa bile, yeğdir, değer!.. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) sizin ile beraber ise, varsın Allah’tan kopmuş insanlar, sizi karşılarına alsınlar, size işkence etsinler, azaba doymazlık, ta’zîbe doymazlık içinde tazip üstüne tazipte bulunsunlar!.. Ne önemi olur, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) sizinle beraber olduktan sonra, Allah’ın teveccühü sizinle beraber olduktan sonra!.. Yarınsız insanlar, bugün mutlu ve mesut yaşayabilirler ama yarını olan insanlar, bence, yarınları için çalışmalılar; dünyada yarınları için, kabirde yarınları için, âhirette yarınları için, yarınlar ötesi yarınlar diyeceğim Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-Kemâlini müşahede yarınları için, Cuma yamaçlarında Zât-ı Ulûhiyeti temâşâ yarınları için. Cenâb-ı Hak, bu “yarın”lar ile serfirâz kılsın sizleri!..

Ne nankörlük ne de kibir; tahdîs-i nimet şiarımız olmalı!..

Hani siz, deseniz de, demeseniz de, şöyle de düşünüyor olabilirsiniz: Biz zaten bu meseleye dilbesteyiz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Hiçbir şey görmesek, hiçbir rüya ile bu mevzuda teyîd almasak, hiçbir yakaza ile harekete ve metafizik bir gerilime geçmesek de şu andaki konumumuz itibarıyla Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun!.. Bizi Müslüman yaratmış, dünya muhabbetini kalbimizden silip atmış; bizi cebrî olarak Kendine tevcih etmiş, sonra da demiş ki: Siz, misyonunuz itibarıyla dar Türkiye’nin adamları değilsiniz. Fakat ihtiyarî olarak hicret yapmamıştınız; Ben de ensenize hafif birer tokat, şefkat tokadı vurarak, sizi cebrî hicrete sevk ediyorum! Dağılın dünyanın dört bir yanına. Müslümanlığı, Asr-ı Saadet’te yaşanan şekliyle insanlığa tanıtın! Herkesle kucaklaşan insanları; siyahıyla, beyazıyla, pembesiyle, turuncusuyla, herkes ile kucaklaşan insanları, herkese bağrını açan insanları dünyaya gösterin.

O Türkçe Dil Olimpiyatları’nda gördüğünüz gibi, siyah ile beyaz, birbirine sarılıyor. Bir dönemde o onu yer zannediyordu, o da onu yer zannediyordu. Beyazlar dünyasında “Siyahlar, beyazları yiyor; yamyamlar, insan yiyor!” diyorlardı. Belki o dünyada da “Aman beyazların dünyasına uğramayın; onlar, yamyam gibi insanları yerler!” diyorlardı. Fakat orada -siz de gözünüzle görmüşsünüzdür- siyah ile beyazın, birbirlerine sarılırken, ayrılma hicranıyla hıçkıra hıçkıra ağladıklarına şahit oldum. Böyle bir birleşme, kubbedeki taşlar gibi başbaşa verme; dünya çapında böyle bir çatı oluşturma… Allah, sizi böyle çok önemli bir gâye-i hayalde istihdam buyuruyorsa; bu uğurda her şeye katlanılır, her şey çekilir; “Offf!”lar yerine “Oooh be!” filan denir, bu türlü şeyler karşısında.

Bir de bu arada “Biz kim, bu kocaman vazife nerede?!.” falan diyebilirsiniz, böyle düşünebilirsiniz. O da size ait faziletin ayrı bir derinliği; zaten işin büyüklüğü orada. Bir taraftan o İlahî nimetleri görmek, ihsanları görmek; diğer yandan onların Allah’tan olduğunu bilmek. Görmemek, nankörlük olur; görüp kendine vermek, kibir olur, gurur olur, ucub olur, fahir olur ki batanları batıran hastalıklar, virüslerdir bunlar.

Bir taraftan nankörlüğe girmemek, bir taraftan da kibre, gurura, ucba, kendini beğenmeye düşmemek için diyeceksiniz ki: “Evet bu güzellikler var! Fakat güzellikler, bana lütfedenindir; benim değildir.” Hani bir insan, süslü bir hil’ati giymiş de güzel olmuş; edasına, endamına, numarasına uygun bir şey giymiş ve “Aman ne güzel oldum!” falan demiş. Hazreti Pîr’in bu mevzuyu anlatırken dediği gibi, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.” demelidir ki, insan “tahdîs-i nimet”te bulunmuş olsun, hem küfrandan hem de fahirden kurtulsun.

Bu düşünceyle, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ demek.. اَلشُّكْرُ لِلَّهِ demek.. اَلْمِنَّةُ لِلَّهِ demek. Bu mülahazayla, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) üzerinizdeki nimetlerini hatırlayabilir, yâd edebilir ve yüreğinizden koparcasına hamd ü senâ ile metafizik gerilime geçebilirsiniz.

“Cebrî hicret” ile gidenlerin, gayr-ı müslim şahıs veya devletlere sığınmaları, zillet midir?

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret buyurdu. O gün Medine’nin çevresi, Yahudiler ile muhât idi; Kaynuka, Kureyza, Nadır Yahudileri ve yanı başlarında Hayber saltanatları vardı. Orada o Evs ve Hazrec’den çokları da henüz iman etmemişlerdi. Yetmiş, seksen veya yüz insanın iman etmesiyle, orayı bir güven yeri sayarak, onlar tarafından himaye göreceğine inanarak, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) maskat-ı re’si (doğum yeri) olan, tev’emi (ikizi) Kâbe’den ayrıldı; oraya gitti. Hicran duyarak ayrıldı.

Bilirsiniz, Mekke’den ayrılırken döndü, Beytullâh’a karşı baktı: “Eğer kavmim beni senden uzaklaştırmasaydı, ben uzaklaşmazdım!” dedi. Canım çıksın; gözyaşları şakır şakır akmaya başladı. İnsan idi… Sabırlı idi, mukavemetli idi, immün sistemi çok güçlü idi, yani “iman-ı billah”ı, “marifetullah”ı, “muhabbetullah”ı, “zevk-i rûhânî”si aşkındı ama -bir yönüyle- O da insandı. Doğduğu yer, maskat-ı re’si, annesinin evi, kardeşlerinin-dostlarının bulunduğu yer… Orada O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) suikast yapmayı planlıyorlardı; O da ayrılma mecburiyetinde kalıyordu.

Bu, zillet değildi; bu, bir yönüyle her yerde Ruh-i Revân-i Muhammedî’nin şehbal açmasına bir yolculuk idi, bir seyahat idi. Şöyle-böyle Kendisine kucak açanları değerlendirerek, Allah’ın izni ve inayetiyle, düşündüğü gibi de olmuştu. Gün geldi, Mekke’ye göre sadece onda bir sayılan o Medine, âdetâ cihanın pâyitahtı haline geldi. O güne kadar adı “Yesrib” idi, silindi; birden bire “medeniyet merkezi” manasına “Medine” dendi. Medine dendi; ad, değişti. İnsanlar da duygu-düşünce değişikliği yaşadı. Her şey değişti orada, her şey güllük-gülistanlığa döndü.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da cebrî bir hicret yapmıştı. Gayr-ı müslim şahıs ve devletlere sığınma… Hayır, O, bir izzet peşinde idi esasen; Cenâb-ı Hakk’ın emriyle öyle yapmıştı. Biz de öyle yapılacağı mülahazasıyla O’nun yaptığı gibi yapıyoruz; zâlimin işini kolaylaştırmama, bize zulmetmelerine fırsat vermeme, onları şaşırtma mülahazasıyla. Bir tabya idi bunlar; farklı bir mevzilenme idi bunlar; farklı bir müdafaa tarzıydı bunlar. Dolasıyla farklı oluşumlara sebebiyet verecekti.

Medine’ye hicret eden Allah Rasûlü izzetliydi; Habeşistan’a sığınan Ashâb-ı Kirâm azizdi; günümüzün cebrî muhacirleri de zilletten fersah fersah uzak birer mefkûre kahramanıdır

Bu açıdan, günümüzde de şuradaki bilmem radikal, taşkın, insanları öldürmekle -televizyon kameraları karşısında insanları kesmekle- kendilerini ifade etmeye çalışan, vahşî ruhların İslam’ın çehresini karartmasına karşılık, bir yerde o aydın çehreyi kendi aydınlığı ile gösterecek insanlara ihtiyaç vardı. Allah, sizi saçtı-savurdu tohumlar gibi, dünyanın dört bir yanına, tâ İslamiyet’in o güzel çehresini gösteresiniz. İster ülke-devlet olarak, ister sergerdanlar olarak, isterse serkârlar olarak, o gaddarların dünyasından başka taraflara tohumlar gibi saçtı, fideler gibi dikti; mevsimi gelince o tohum başağa yürüyecekti. İhlasın derinliğine göre, bire yedi başak, on başak verecekti; her başak, yüz dâne verecekti; birden bire sizin kendi ülkenizdeki “bir”, yedi yüz olacaktı, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Şimdi cebrî hicret de -bir yönüyle- bu mülahazaya bağlı bir göç. Bir yüksek gâye-i hayal demek bu. Ha bunu biz düşünemedik; zamanında gönüllü -gerektiği ölçüde- gidemedik!.. Dâussıla duygusu, burnumuzun kemiklerini sızlatıyor. İzzet Molla’nın çok iyi bildiğiniz sözü: “Ben usanmam gözümün nuru cefadan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!”Normal; dâussıla, burnumuzun kemiklerini sızlatabilir. Fakat o, Cenâb-ı Hakk’ın istihdamı alanında hizmet etme nimeti ve hele onun gelecek adına vadettiği şeyler açısından bakınca… Biraz evvelki “sofralar” mülahazasını, rica ederim, nazardan dûr etmeyin!.. “Kardeşim, kardeşlerim!” dediği insanlardan olma iştiyakını nazardan dûr etmeyin!..

O seviyeye gelecekseniz, muvakkaten böyle bir ızdırap ve böyle bir sancı, annenin çocuğunu doğurmadaki sancısı gibi bir şeydir. O doğum tahakkuk ettikten sonra, her şey unutuluyor; o yavru bağra basılıyor âdeta. Bir yönüyle anne yeniden kendisinin var olması gibi bir duyguya kendini salıyor. Muvakkaten, öyle bir doğum sancısı gibi bir şey!.. Evet, muvakkat bir sancı vardır; fakat sonunda işte öyle bir netice olacaksa, bence, buna “eyvallah!” denir, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ denir, اَلشُّكْرُ لِلَّهِ denir, zannediyorum. İnşaallah yakın gelecekte onu görürsünüz. Bir; meseleye öyle bakmalı.

Ashâb-ı Kirâm’ın Habeşistan’a hicreti de bu zaviyeden değerlendirilebilir: Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tâif’e gitmeyi de -esasen- denedi; fakat oradakiler sözden-sazdan anlamayan ekâbir idi. O’na karşı saygısızca davrandılar. Fakat Habeşistan’da evvela onları dışarıdan gelmiş birer misafir olarak kabul ettiler. Sonra bir de hislerini alınca… Sizin arkadaşlarınızın hislerini, düşüncelerini alınca bölge insanlarının gönüllerini açmaları gibi… “Hazreti Mesih hakkında düşünceniz nedir?”deyince, Hazreti Cafer ilgili ayetleri okudu. Meryem Sûresi’nde (19/16-36) ve Âl-i İmran Sûresi’nde (3/35-63) tafsîlen anlatılıyor. Hazreti Meryem ve Hazreti Mesih’e ait vakıaları Kur’an’dan dinleyince, gözyaşlarını tutamadı Necâşî; yere indi, Hazreti Cafer İbn Ebî Tâlib’in yanına geldi. Elindeki sopa ile işaret etti; “Vallahi sizin ile bizim aramızda bu çizgi kadar fark yok!”dedi.

Şimdi bu yine, hicret ile -esasen- bir yerde tohum saçma idi; bir fideyi ekme demekti; bazı fideleri sürgüne hazırlama demekti. Ve bir gün onlar, ser çekecek ve nicelerinin başına gölgelik yapacaklardı, Allah’ın izniyle. Cafer İbn Ebî Tâlib’in riyasetinde gitmişlerdi. O’nun (radıyallâhu anh) hayatı hep böyle geçti. Medine-i Münevvere’ye Hayber vakıası esnasında döndü. Beş-altı sene sonra da -efendim- Mu’te vakıasında ruhunun ufkuna yürüdü, ordunun başında iken yürüdü. Başka bir derdi de yoktu. Hazreti Ali’nin ağabeyi, Ebu Tâlib’in oğullarının büyüğü, Cafer İbn Ebî Tâlib; o da o misyonu eda etmişti.

Dünyanın dört bir yanına giden arkadaşlarımız, inşaallah bu duyguyla, bu düşünceyle kendilerine terettüp eden misyonu edâ ederler ki bu katiyen zillet değil, aşağılık kompleksi değildir.

Ülkemizde kadın, erkek ve bebeklere kadar uzanan zulmü, değişik milletlere anlatmak, kendi vatanımızı başkalarına şikâyet sayılır mı?

O benim vatanıma canım kurban olsun!.. O, “anaların vatanı”dır. O güzel vatan, Anadolu!.. “Küçük Asya” dediğimiz Anadolu!.. Analar her zaman dolu dolu evlatlar doğurmuş ve onlar her zaman -Mâlik İbn Nebi’nin ifadesiyle- “Âlem-i İslam’ın şimalinde, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye olmasaydı, yeryüzünde Müslümanlık olmazdı!” dedirten hizmetler görmüşlerdir. İşte o evlatları doğurdu, o Anadolu.

O Anadolu, öyle bir ülke; o millet de öyle bir millet. Ama bugün onun başına musallat olan hükûmet, başka bir mesele. O hükûmetin içinde de -esasen- o zulmü, o ihtilâsı, o harâmîliği, o hırsızlığı irtikâp edenler, mahdut bir sınıf. Zannediyorum bir zelzele ile sarsıldıkları zaman, bir fay kırılmasıyla dağıldıkları zaman, bakacaksınız ki, o cephede sadece yirmi-otuz tane insan kalmış. Diğerleri, belli dönemlerde olduğu gibi, yine sizin İnternetlerinizin tuşlarına dokunup diyecekler ki: “Hakkınızı helal edin; hakkınızı yedik, sizin hakkınızda nâ-sezâ, nâ-becâ dırıltılarda bulunduk!” “Dırıltı” tabirine kırılmadınız, değil mi? “Dırıltılarda bulunduk!” diyecekler.

Evet, şimdi vatanın-milletin aleyhinde bulunmak başka bir meseledir; fakat o zulmü revâ görenlerin aleyhinde olmak ayrı bir meseledir. Medine’nin, Şam’ın aleyhinde olma değildir mesele; birinin aleyhinde olma söz konusu ise, Haccâc-ı Zâlim’in aleyhinde olma, Yezîd’in aleyhinde olma, bir manada Abdülmelik’in aleyhinde olma, Mervan’ın aleyhinde olma söz konusudur. Bunlar, o ülkenin, o beldenin, o muhitin insanının aleyhinde olma demek değildir.

Nasıl olursunuz ki?!. Şam’daki o Emevîler, Endülüs’ü fethettiler, bir yönüyle, Tarık İbn Ziyad ile. Ve sekiz asır orayı Batı Rönesans’ına ekollük yapacak bir ülke haline getirdiler. Nasıl diyebilirsiniz? Nasıl diyebilirsiniz ki, Abbasîler bir yerde, başkalarını yıktı, Bağdat’ta bir saltanat kurdular ama Rafizî yayılmasına karşı surlar-setler oluşturdular. Ve aynı zamanda ilme bir gelişme hızı verdiler ki, dördüncü-beşinci asırda, küre-i arzın çapını ölçecek insanlar yetişti. Beni Musa -hep arz ediyorum- küre-i arzın çapını ölçtüler; kaç metre? Meseleyi oraya kadar götürdüler, Allah’ın izni ve inayetiyle. Uçma denemeleri yaptılar. İbn Sina’lar yetiştirdiler, Harizmî’ler yetiştirdiler, Râzî’ler yetiştirdiler. Dünya tababetinde İbn Sina’nın kitapları yedi-sekiz asır okundu. Râzî’nin kitapları, yedi-sekiz asır okundu.

Dolayısıyla ülkenin kadınına da erkeğine de, ricâline de nisâsına da, şebâbına da kühûlüne de, şuyûhuna da (gencine, olgununa, yaşlısına da) canım kurban olsun. Can kurban olduğum bir ülkedir o ülke!.. Fakat bazen talihsizlikler yaşamış; bir yönüyle, liyâkati olmayan bir kısım kimseler gelmiş, musallat olmuşlardır. Ama saf, temiz, duru millet, hüsnüzannına yenik düşmüş; onları gerçekten o işin, o meselenin biricik temsilcisi gibi görme yanlışlığına düşmüştür, zühûlüne maruz kalmıştır.

Engel olamadığımız bir zulmü başkalarına duyurmak, ne günahtır ne vebaldir ne de millete saygısızlıktır; aksine onu durdurmaya vesile olması ihtimaline binaen bir vecibedir

Evet, bu açıdan vatana, millete karşı saygısızlık değil. Elbette değişik milletlere anlatacaklar o zulmü, tâ dünya -bir yönüyle- zulme “Dur!” desin artık. Cenâb-ı Hak o mübarek ülkeyi, bölgeyi dağılmaktan, saçılmaktan muhafaza buyursun! Yurdumuzdur… Orada evimize el koymuşlardır, malımıza-mülkümüze el koymuşlardır; önemli değil bunlar. Bizim, dünyada zaten dikili bir taşımız yok. Her şeyimize el koysalar bile, bu ülke bizim olsun yeter!

Amma, başındaki insanlar, o işe yetmez. Yetmediklerini gösterdi, kendilerini problemler sarmalı içinde buldular ve şimdi çırpınıp duruyorlar: “Şuraya mı dilencilik yapsak, buraya mı dilencilik yapsak?!.” Sizi yok etme, yıkma adına etrafa para saçmak suretiyle kin ve nefretlerini, rezaletlerini ortaya döküyorlar. Bu kadar yakışıksız laflar ettim ve siz de bundan rahatsız oldu iseniz, bağışlamanızı rica edeceğim.

Zannediyorum, dünyanın zaten değişik yerlerinde çok farklı ad ve unvanlarla bir kısım hukukî müesseseler -aynı zamanda müeyyide hakkı, yaptırım hakkı olan müesseseler- yeni yeni bir şeyler yapıyorlar. Duydukça, olup-bitenleri duydukça seslerini yükseltiyorlar.

Şu kadar çocuğun, anne kucağında, memede, belki süt emme imkânı bile bulamadan, hücrelerde, zindanlarda ağlayıp durduğu ve bazen ağlamalara bile makul cevap verilemediği gibi hallere dünya yavaş yavaş muttali oluyor. Hanımın kocasından ayrı düştüğü, kocanın hanımından ayrı düştüğü.. ikisini de içeriye almışlarsa şayet, biri ayrı hücrede, öbürü ayrı hücrede.. başka zalimlerin yapmadıkları şeylere maruz kalma işi… Bunlar, elbette ki ülkemizin-milletimizin aleyhinde olmadan anlatılmalı. Esas bu işi yapanlar, adlî, idarî, siyasî, istihbârî, mülkî kimlerse şayet, onları anlatmak, hususiyle o mesâvîyi, o günahları irtikâp eden kimseleri nazara vermek, “Bir bunları dinleyin.. gözcü olarak bir gidin.. bir o zindanlara kulak verin.. bir oradaki insanların diyeceklerine kulak verin!” demek; bu, inanan insanların meşru hakkıdır. Bu hak, ne günahtır, ne vebaldir, ne de millete karşı, vatana karşı saygısızlıktır.

Haktır; hatta o hakkı kullanmamak ve zulmü duyurmamak bir yönüyle vebaldir. Zulüm duyurulmadığı takdirde, onlar hâlâ o zulme devam edeceklerinden dolayı, belki Allah, sorguya tâbî tutacaktır: “Neden kendinizi anlatmadınız? Neden o zâlimleri dünyaya duyurmadınız?!” diye Cenâb-ı Hak, sîğaya çekecektir.

Bu açıdan, hiçbir kötülük yapmamış, kötü hiçbir şey yapmadığı halde dünyanın dört bir yanına sürgüne mecbur bırakılmış insanlar, elbette maruz kaldıkları zulümleri zâlimin işini kolaylaştırmama adına anlatmalıdırlar. Zira zalimin işini kolaylaştırma en büyük veballerdendir. Zalimin işini kolaylaştırmama adına yapılması gerekenler yapılmalıdır. Hazreti Musa (aleyhisselam), zalimin işini kolaylaştırmama adına, dönüp “Özür dilerim ey Amnofis! Sen biraz arkadan koşturdun, zahmet çektin, kusura bakma!” falan dememiştir. Hazreti Nuh (aleyhisselam), dememiştir. Hazreti İbrahim (aleyhisselam), dememiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dememiştir. Hiç kimse dememiştir. Demek, zalimden özür dilemek, zulme iştirak etme demektir.

Allah, onları hakiki hidayete erdirsin!.. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatiyle serfirâz kılsın! Bu yanlış yoldan dönmeye muvaffak eylesin! Size-bize de sabr-ı cemîl ihsan eylesin!.. Yol, doğru; yöntem, doğru; hedef, doğru… Çekilen bir kısım sıkıntılar var; olsun, ne gam!.. Günahlarımıza kefaret olacak; varsın, olsun!.. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalâlet dışında her türlü halimiz için Allah’a hamdolsun.”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Demek ki doğru yoldasınız!..

Fethullah Gülen: Demek ki doğru yoldasınız!..

  • “Taşı delen suyun gücü değil, damlaların devam ve temâdîsidir.” Onun için, doğru bildiğiniz, hususiyle Kur’an’ın ve Sünnet’in temel disiplinlerine uygun bulduğunuz yolda devam etmelisiniz.

Her şey O’ndan!..

  • Tevhid her zaman mihrabımız olmalı; ancak o mihrapla Allah’a ulaşabileceğimize inanmalıyız. Onun dışında bütün güçleri ve kuvvetleri “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” havz-ı kebîri içinde eritmeliyiz.
  • Meseleyi sadece kendimize ve ferdî irademize bağladığımız zaman, işi daraltmış oluruz.. şart-ı âdî planında, bazı fiillere perde nevinden sebep olan iradeyi, Cenâb-ı Hakk’ın engin meşîet ve iradesi yerine koyma gibi -bağışlayın- bir küstahlığa düşmüş oluruz ki bu bir manada şirktir!..
  • Yapılması gerekli olan işlerde meşveretten, ortak aklın engin dairesi içinde alınan karardan sonra iradenin hakkı verilmeli ama olup biten şeyler katiyen sadece insan iradesine verilmemeli. O’nsuz edemeyeceğimize kendimizi inandırmamız lazım. İster bilgi ufku ister strateji üretme ve isterse de yaptığımız işler adına her şeyi O’na vermemiz bir şükr-ü manevî sayılır. Cenâb-ı Hak, “Eğer şükrederseniz Ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir!..” (İbrahim, 14/7) mealindeki fermanıyla, şükredenleri mükâfatlandıracağı vaadinde, küfrân-ı nimete düşenleri de cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur.
  • Âidiyet mülahazasıyla enaniyetinizin kabaracağına ihtimal vermiyorum. Siz şu on beş yirmi senedir, insanlık ve Türk milleti adına, devletlerin yaptığının elli katını yaptınız, Allah size yaptırdı! Öyleyse meselenin arkasındaki güç ve kuvvet, Allah’ın havl ve kuvvetidir. Allah kime lütfediyorsa ona lütfetmiş olur; “Bu Allah’ın bir fazlıdır, dilediğine onu lütfeder” diyor Kur’an.
  • Halkın içinden çıkan, orta ölçekte imkânlara sahip olan insanların ve daha bıyığı terlememiş genç delikanlıların eliyle Allah’ın yaptırdığı bu büyük iş, sadece O’na yakışıyor. Onu bize giydirmeye, bize mâl etmeye çalıştığınız zaman -inanın, yemin ederim- ne numarası uyar ne de drobu uyar. Fakat O’nun azamet ve ulûhiyetine öyle yakışıyor ki; O’dur bütün bunları yapan! Bunu O’ndan bilme tevhiddir!.. Hâlis tevhid!

Enaniyet de âidiyet mülahazası da tehlikelidir!

  • Böyle görmez de bazılarının dedikleri gibi “Ben yaptım.. ben ettim.. başkaları benim yaptıklarımın rüyasını bile görmemiştir.. benim yaptığım bu işi ayakta alkışlamazsan ben seni de fişlerim!..” mülahazalarına kapılırsanız -Allah muhafaza- nankörlüğe düşmüş olursunuz. Yapılan şeyleri Allah’tan görmüyorsanız, bu bir nankörlüktür ve “ şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) buyurulmaktadır. Bu itibarla da meseleleri ne kendimize ne de aidiyet mülahazasına bağlamalıyız.
  • Vakıa bazı kimseler destek oldular. Makamları cennet olsun. Turgut Özal merhum, vefatından evvel Asya’da gezdi; hatta arkadaşlar gitmedikleri zaman bana haber gönderdi: “Ben sizin için gidiyorum. Ne diye gelmiyor bu arkadaşlar?” diye. O Asya’daki devletleri dolaştı ve dedi ki “Ben bunlara kefil oluyorum.” Allah (celle celâluhu) ona öyle güzel bir iş yaptırdı ki, döner dönmez, bir iki gün sonra da ruhunun ufkuna yürüdü. Allah ona onu nasip etti ve binlerce insan gözyaşıyla cenazesine iştirak etti. Allah gönlümüzde ona verdiğimiz yere göre, öbür tarafta da onu serfirâz kılsın. Süleyman Bey belki 20 tane devlet başkanına mektup yazdı. Ben hiçbir devlet başkanının böyle yapacağına ihtimal vermedim, vermiyorum, bundan sonra da vermeyeceğim Şimdi bunları görmezden gelmemek lazım; referans oldular. Bundan evvelki Cumhurbaşkanı da değişik yerlere telefon etti; gittiği yerlerde de söyledi. Allah onun da ecr u mesûbatını ziyade eylesin. Ama mesele bunların te’yid ve desteğiyle değildi. Esasen -sebepler planında- o işi götürecek, o boyunduruğa boyun verecek hasbi, fedakâr insanlar vardı.
  • Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında ne ferdî enaniyete kapılmalı ne de onu besleyen âidiyet mülahazasına düşmeli. Hayır, her başarıyı Allah’tan bilmeli. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamdolsun bize böyle bir hizmet lütfetti. Bu hakikatle beraber şu da unutulmamalıdır ki, bu hizmetten daha küçük çapta hizmetleri bulunan insanlar şimdiye kadar sizin şöyle böyle maruz kaldığınız şeylerin elli katına maruz kaldılar.

Çile ve ızdırap hak yolun kaderidir

  • Dahası seyyidina Hazreti Âdem’den İnsanlığın İftihar Tablosu’na kadar bütün peygamberler (sallallâhu ala seyyidinâ ve aleyhim ecmâin) ve aynı şekilde İmam Gazali, Abdülkadir Geylani, Hasan Şâzilî, İmam Rabbani ve Ehl-i beyt imamları (radiyallahu anhüm ecmaîn) gibi büyükler de hep musibetlere ve belalara maruz kalmışlar. En son sizin bildiğiniz Hazreti Pir, çok defa kendi ifadeleriyle tekrar edip durduğumuz gibi, “Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım.” diyor.
  • Şimdi, hep aklımdan geçiyordu: Bu insanlar yirmi senede dünyanın yüz altmış ülkesinde bin üç yüz, bin dört yüz okul açtılar. Acaba bizim hizmetimiz hora geçmiyor mu, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına muvafık değil mi?!. Neden böyle hiç fiske bile yemiyoruz; bir iğnenin ucuyla bize dokunmuyorlar?!. Bu yol peygamberler yolu, bu yol evliya yolu Hayatını hep sefa içinde geçirenler İnşikak Sûresi’nde ifade edildiği gibi ahiretteki zevk ü sefalarını burada kullanmış olurlar. İşte bu hadiseler başladıktan sonra “Elhamdülillah, diyorum, demek ki arkadaşlarımız, yürüdükleri yolda tevhid mihrabına doğru yürüyorlarmış.. hedefleri Allah rızasıymış, i’lâ-yı kelimetullahmış.. evrensel insanî değerler üzerinde, bu ortak paydada insanları bir araya getirme cehdi, gayreti, azmi, misyonuymuş.” Onun için Allah (celle celalühu) adeta “Sizi de bu kadar hırpalayacağım!” diyor. Bazılarınız işin dışında, başkalarının çektiği şeyler karşısında ızdırap duyacaksınız.. birinin ağlaması karşısında ızdırap duyacaksınız. Bazılarınız da medrese-i Yusufiyeye atılacak, tevkif edilecek, istintaka tâbi tutulacak, mahkûm edilecek.
  • Evet, bu kadar hizmet karşısında bunlar olmasaydı, bir yönüyle “demek ki hora geçmiyor!” denebilirdi. İnşaallah yapılan şeyler hora geçiyor ki nezd-i Uluhiyette, Allah (celle celaluhu) o mübarek, o mukaddes seleflerinizin yolunda, onların başlarına gelen şeyleri belli ölçüde, gücünüzün yettiği kadar sizin başınıza da getiriyor. “Hizmet yapıyorum” deyip de sağda solda keyif çatan insanlar, başlarına bunlar gelmiyorsa, kendi hallerine ağlamalıdırlar. “Belanın en çetin, en zor ve altından kalkılmaz olanına enbiya maruz kalır. Ondan sonra da seviyesine göre diğer mü’minler!.” deniyor hadis-i şerifte.
  • Dolayısıyla çektiğimiz şeyler bizim için bir arınma hadisesidir. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd u sena olsun ki, öbür tarafa almak istediği insanları arınmadan, yıkanmadan -teneşirde yıkanma değil esasen, belaların ve musibetlerin havzında yıkanmadan- huzur-u kibriyası ve azametine almıyor.

Amel defterini sağdan alanlar

Soru: Kur’an-ı Kerim’de

فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا وَيَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا

ve benzeri ayetlerde anlatılan “kitabı sağdan almak” ne demektir? “Hisab-ı yesîr” nasıl olur ve ona mazhariyetin dünyevî vesileleri nelerdir? Ahirette “ehline sürurla dönme” dünyadaki hangi türlü hallerle irtibatlıdır?

  • Kur’an-ı Kerim’de bu üsluptaki ifadeler bir kaç yerde geçiyor. Buna Kur’an ıstılahıyla “tasrif” (ifadede farklı versiyon) deniyor. Aynı hakikatler, bazen tafsil edilerek, bazen siyak ve sibaka göre burada mesele şöyle anlatılır mülahazasına bağlanarak, bazen de bir yerde tafsil edilen bir mesele diğer bir yerde icmalî şekilde ifade edilerek ortaya konuyor ki buna “tasrif” diyoruz.
  • Kitabı sağdan verilen, bir yönüyle kendisine yümünle, bereketle, hayırla yaklaşılan demektir. Bu meselenin hakikati, öbür tarafta meleklerin yazdıkları şeylerin ve nezd-i uluhiyette, ilm-i ilahide bulunan şeylerin insana sağ tarafından verilmesi, aynı zamanda yümünlü bir veriliş demektir. Bunlar hep yümünlü hareket etmişler, hep bir yönüyle ahirete kilitli yaşamışlar; biraz evvelki mülahazayla da hep tevhid mihraplı oturmuş kalkmışlar, hep Hakk’ı hecelemişler, oturmuş kalkmış hep Hak’la gecelemişler. Dolayısıyla da onların, hayatlarını hayırlı, bereketli, yümünlü götürmelerine karşılık, kitapları da yümünlü veriliyor. Bu veriliş aynı zamanda o yümünle aynı kökten gelen sağ taraf manasına “yemîn”den veriliyor.
  • Kitabı böyle sağdan, yümünlü, bereket vaad eder sekilde veriliyorsa, insan katiyen hisâb-ı yesîrle muhasebe görecektir. Mutlaka onun hesabı kolay olacaktır. İşin içinden hemen, şipşak sıyrılıp çıkacaktır Allah’ın izniyle. Yeşil pasaport, kırmızı pasaport ile geçiyormuş gibi. Belki kitabının içinde küçük günahlar da vardır; muvakkaten düşmüş, sürçmüş, zelle yaşamış, şeytanın vesvesesine gelmiştir. Oraya gelince bakılıyor ona, o büyük günahlar yoksa, “sen geç” diyorlar. Buna isterseniz melaike-i kiramın -Cenâb-ı Hakk’ın izniyle- iltiması diyebilirsiniz. Allah’a nispet ettiğinizde de buna, Hazreti Sultan’ın ulufe-i şahanesi nazarıyla bakabilirsiniz.

Hesabı hemen ve kolayca görülecek olanlar

  • Kolayca, hemencecik hesaba çekilen insan sevinç ve neşe içinde, pürneşe ehline dönüyor. Bir değişim yaşayarak ehlinin yanına gidiyor. O âna kadar abûs, yüzü asık, “başıma ne gelecek” endişesiyle tir tir titriyor ve terliyor fakat orada o hisâb-ı yesîrle geçince, birden bire değişiyor, her tarafından neşe dökülüyor ve bu, tabiatına mal oluyor, tabiatının bir derinliği oluyor.
  • Hisâb-ı yesire mazhariyetin dünyevi vesilesi, sıratı dünyada geçmek, yani, sırat-ı müstakimi yaşamaktır. Burada insan, hayatını iradesine bağlı örgülerse, Allah’ın murad-ı sübhanisine uygun şekillendirirse, bir dantela şeklinde ortaya koyarsa; orada sıratı geçme, mizanı aşma ve aynı zamanda hisab-ı yesîrle serfiraz kılınma -Cenâb-ı Hakk’ın lütfu olarak- onun için mukadderdir.

Ahirette emniyet içinde olmanın vesilesi

  • Dünyada bazı şeyleri çekenler, ızdırap ve elemleri burada yaşayanlar, korkulu halleri burada atlatanlar, o taksiti burada ödeyenler ötede emniyet ve sürur içinde olurlar. Kudsî hadisin ifadesiyle, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İki emniyeti ve iki korkuyu birden vermem.”
  • Emniyetini dünyada yaşayan, ferih fahur ömür süren ve bohemce duygularını takip eden insanlar -bir yönüyle emniyet, zevk ve safa haklarını burada kullandıklarından dolayı- orada zevk u sefadan mahrum edilirler. Bu dünyada hep ızdırap çekmiş, ızdırap duymuş, ızdırap yaşamış, ızdırapla kıvrım kıvrım olmuş, ta’n u teşniye maruz kalmış, tenkiller yaşamış, tekdirler yaşamış, değişik kin ve nefretlere maruz kalmış, bir kısım meşru haklarından mahrum edilmiş ve dünya nezdinde karalanmaya çalışılmış insanlar ise, ızdırap hayatlarını burada yaşayıp bitirdiklerinden, bütün taksitleri ödediklerinden dolayı, öbür tarafta ellerini kollarını sallaya sallaya, yasemenlikte reftare geziyor gibi hesabı kolayca geçip ailelerinin yanına yürürler.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "dünya ile imtihan" konulu son sohbeti

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin haftanın Bamteli sohbetinin tamamının yazıya dökümü:

Düalizmden kurtulamayan gırtlak ağaları

Allah’ın bilinmediği bir dönemde yaşıyoruz. Dinin özünün ve ruhunun bilinmediği bir dönemde yaşıyoruz. Şekle yenik düşmüşüz, surete yenik düşmüşüz. Gönüllerde ciddî bir tecdide ihtiyaç var. Her şeyi, semadan indiği dönemdeki gibi, gül yapraklarına konmuş jalelerin tazeliği içinde duymaya ihtiyacımız var. Cenâb-ı Hak, O’nu duyuracak ses ve solukları bize lütfeylesin!..

Yalan karışımlı, gösteriş karışımlı, riyâ karışımlı, ucub karışımlı, fahir karışımlı, çalım karışımlı din adına konuşulan şeyler Bunlar zâhiren bazı insanlar için bir şey ifade etse, bir şey ifade etme değil, onları aldatsa bile, mü’minler için gerçek imanı ifade etme adına hiçbir kıymet ifade etmez. Hayvaniyetten çıkmaya yaramaz, cismaniyeti bırakma mevzuunda faydası olmaz, kalbî ve ruhî hayata yükselme adına da bir merdiven mahiyetini almaz bunlar. Oldukları yerde zıplar dururlar, kalblerinde samimiyet olmadığından dolayı yukarıya çıkalım derken, daima hoplayıp durdukları yerlerde yerin dibine doğru batarlar, mânen. Farkına varmadan mesh olurlar sîret itibariyle, sûret itibariyle olmasa bile. Dolayısıyla da sesleri-solukları semalar ve semalar ötesi âlemlerde, o ölçüde nazar-ı itibara alınır; yani hayvanî ihsas ve ihtisaslara cevap mahiyetinde nazar-ı itibara alınır: “Sadece hayvanî ve cismânî bedeninizi devam ettirme adına, işte Rabbü’l-âlemin olmam itibariyle, Ben de size o teveccühte bulunuyorum; yiyin, için, yan gelip hayvan gibi kulaklarınızın üzerine yatın.. dudaklarınız söylesin, amma bunlar kat’iyen kalbin sesi olmasın!”

Hazret-i Muhbir-i Sâdık’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı gibi, “Âhir zamanda, Kur’an okurlar, gırtlaklarından aşağı inmez!” Bunları çağımızın sosyolog bir düşünürü “gırtlak ağaları” sözüyle seslendirirdi veya “ses sanatkarları”. Kendilerini ifade etmek için, bazen Kur’an, bazen ilahî, bazen nâat, bazen münâcât, bazen gazel, bazen insanların hoşlarına gidecek güzel sözler okurlar. Fakat bunların hiç biri, kalbdeki hissiyata tercüman değildir. Kalb, başkadır; kafa, başkadır. Çünkü onlar, ikilem yaşamaktadırlar, hepsi, “düalist”tir. Düşünce dünyaları farklı, esas, yaptıkları şeyler ondan daha farklıdır.

Biz, böylesine mahrumiyetlerin yaşandığı ve yitiklerin olduğu, çok şey yitirmiş insanların yaşadığı bir ortamda, bir dönemde yaşıyoruz. Çok cehde, çok gayrete ihtiyaç var. Hayvaniyetten çıkmak, hayvanî basamaktan sıyrılmak, bir üst basamağa sıçramak, en azından insanî cismaniyet mertebesine yükselmek için. Evet, “insanî cismâniyet mertebesi”ne yükselmek, sonra “kalb iklimi”ne doğru bir adım atmak, sonra “ruh iklimi”ne doğru bir üçüncü adımı atmak; sofiler âlemi itibariyle sonra “sır iklimi”ne doğru bir adım atmak, sonra “hafî” veya “ahfâ iklimi”ne doğru bir adım atmak... Bunlar, o mevzuda sergilenecek cehde ve gayrete Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüyle cevabın ifadesidir.

Asıl dildâra gönül verenler bütün diş göstermeleri, nümâyişleri, şovları Ramazan davulcusunun sesi gibi görürler!..

Evet, yine hatırlayın; “Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?” Sen O’na doğru bir adım atarsan ” -Kudsî hadisin ifadesiyle, müteşâbih, mukabeleyi ifade ediyor- “O, yürüyerek gelir; sen O’na yürüyerek gidersen, O, koşarak gelir Sonra bir ân olur ki, O, senin gören gözün olur, görülmesi gerekli olan şeyi, görmen gerektiği gibi gördürür; duyulması gerekli olan şeyi, duyman gerektiği gibi duyurur.” Hem gördüğün, hem duyduğun şeyler, eski Usûlüddin ulemasının beyanıyla “hem mesmûat, hem mübserât” bir yönüyle, birer marifet çağlayanı halinde içine akmaya başlar. Kalbin, birden bire hâristan iken, bâğistan olur, bostan olur, gülistan olur, Firdevs olur. Daha öbür tarafa gitmeden evvel, işte o kalbindeki cennet çekirdeğini nemalandırmış olursun.

“İman, bir manevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor” O biri, Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetinin tecellisine bakıyor; beriki de kulun ihmaline göre, Cenâb-ı Hakk’ın muamele ve mukabelesini ifade ediyor. O zakkum-u cehennem, insan içinde madem saklanıyor, onun inkişaf etmesine meydan vermeden, manevî o tubâ-i cennet çekirdeğini ise nemalandırmak suretiyle, ser çekmesini sağlamak suretiyle, bir çınar gibi, bir ar’ar gibi, bir selvi gibi boy atıp gelişmesini sağlamak için gayret gösterilmeli. Böyle olunca, insan, daha dünyadayken, bir yönüyle cenneti yaşıyor gibi olur. Hayalinde, imanında, bazen miracın gölgesinde, manevî bir şuhûd ile, basar’ın değil de basiret’in görmesiyle, Firdevs bahçelerinde dolaşıyor gibi olur. Öyle bir inşirah duyar ki insan orada, ayağında zincir olsa, boynunda bir pranga olsa, başına balyozlar inse kalksa, bunları duymuyor gibi olur. Çünkü o, Cennet Firdevslerinde dolaşıyor, burcu burcu, lâhutî tecelliler kokusuyla kendinden geçmiş, mest-mahmûr.

Evet, her ânı, Gedâî’nin dediği gibi duyar: “Ey sâkî, aşkın oduna / Yandıkça yandım, bir su ver / Düşeli dilber derdine, (mecaz; düşeli dilber derdine) / Yandıkça yandım, bir su ver. // Ol suyu kim içse heman, (“hel min mezid”, ol suyu kim içse heman) / Kalbe doğar nur-u cihan / Verir hayat-ı câvidân / Yandıkça yandım, bir su ver.” O noktaya gelince, Nesimî gibi sızlanırsın; “Bana Hak’tan nidâ geldi: / Gel ey âşık ki, mahremsin / Bura mahrem makamıdır / Seni ehl-i vefâ gördüm!” Vicdanında duyuyor gibi olursun. Duymazsın âlâmı, ızdırapları, kederleri, salya atmaları, diş göstermeleri, nümâyişleri, şovları... Kalmazsın onların tesirinde. Kaldığın şeyin tesirindesin sen; kaldığın şeyin tesirinde kaldığın kadarın onda biri kadar, kalmazsın onların şovlarının tesirinde; çünkü öyle bir “dilber”e gönül vermişsin ki, öyle bir “dildâr”a gönül vermişsin ki, artık her şey gözünden gönlünden silinip gitmiş. Şovlar, sana bir yönüyle, Ramazan davulcusunun sesi gibi gelir; zaten sen, saatini kurmuşsun, kalb saatini, uyanmışsın sahura, hazırsın oruç tutmaya ve bekliyorsun iftarı, Cenâb-ı Hakk’ın “evet” dediği ânı; bekliyorsun.. onun dışındaki her şeyi -nezâket ve nezahet-i lisaniyem müsaade etse, denecek şey şudur- “dırdır” sayarsın, dırdır sayarsın bütün şovları, bütün hırıltıları ve kulak asmazsın onlara. “Allah Allah, bunlar da ne ki böyle, bu şerareler, filan.. bu mis gibi gelen kokuları, bunlar bir yönüyle bulandırıyorlar.. bana gelen bu tatlı musiki gibi, Cennetten kopup gelen sesleri, şerare yapıyor ve bozuyorlar. Benim frekansıma giriyor ve bir yönüyle benim almam gerekli olan sinyalleri bunlar bozuyorlar ” falan dersin.. yaklaşmazsın onlara.

Âhiret yatırımı malzemeleri dünyada kullanan zavallılar öbür tarafa ait villayı, köşkü burada çardağa çeviriyorlar!..

Gayesi ve hedefi dünya olanın derdi de çok olur; “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!” Var mı, yok mu, vicdanlarınıza bir saniyelik, bir âşirelik müracaat edin?!. “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.” Onun sürekli düşüncesi: “Acaba ne yapsam ki ben biraz daha kalsam? Ne yapsam ki, başka bazı şeyler dahi elde etsem?” Bir taraftan kendi hayatını, cehennem-nümûn bir hayata çevirir; “Edeyim, eyleyeyim, hep bu âlemi mâmur kılayım ” Bilmiyor ki zavallı, âhirette kullanacağı malzemeleri dünyada kullanmak suretiyle, öbür tarafa ait villayı, köşkü burada çardağa çeviriyor. Âhirette kullanacağı malzemelerle, Firdevs’te, villalar, köşkler yapılacakken, aynı materyali, aynı malzemeyi burada kullanmak suretiyle, villayı, köşkü, -zavallı, kör, basiretsiz, idraksiz, nâdan- çardağa çeviriyor..

Sen de onların nâdanca söylentilerine, mırıldanmalarına kulak asma!.. Şovlarının tesirine girme!.. Sen öyle umumî bir tecellinin tesirindesin ki, bence şöyle böyle onlara kulak verdiğin zaman, çok ulvî bir şeye karşı sırtını dönmüş olursun, birkaç basamak aşağı yuvarlanmış olursun; bir bakışta, bir duyuşta, bir hissedişte birkaç basamak aşağıya yuvarlanmış olursun. Devam ve temâdî olursa, esfel-i sâfilîne kadar sukût etme ihtimali vardır, “hafizanallahu ve iyyâkum!”

“Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!” Derdi Allah olan, “rıza” diyen inleyen, “ihlas” diyen inleyen, “iştiyak likâullah” diyen inleyen insanlara gelince; elli türlü inletme faktörleri onlara karşı kullanılsa, elli yerde elli gulyabani tarafından önleri kesilse, elli defa balyoz yeseler, bunları duymazlar, Allah’ın izni-inayetiyle. O duyanlar, dökülenler var ya, onlar, yolun yarısına tereddütle gelmiş insanlardır.

Dökülenler olacaktır; dökülenler, bir zaman bilmiş ve bulmuşlar değil, yolda takılıp kalmış kimselerdir.

Hani Hazreti Musa, kendisinden vahyi dinleyen, yıllarca arkasından koşan bazı kimselerin, zamanla geriye dönüp dağıldıklarını, dünyevî şeyler karşısında çözüldüklerini görür ve bu manzara karşısında üzülür; üzülür zira peygamberliğine inanan bazı kimseler onu terk edip yürüdükleri yoldan geriye dönmektedirler. Hazreti Musa ızdırap içinde ve bu işin hikmetini öğrenme sadedinde Cenâb-ı Hakk’a şunu sorar: “Yâ Rabbi! Nasıl oluyor da bir insan Seni bilip öğrendikten sonra geriye dönebiliyor?!.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Yâ Musa! Onlar gerçekten Beni bilenler, Bana ulaşmış olanlar değil, gelirken yolda takılıp kalmış kimselerdir.”

Evet, dökülenler olacaktır. Kur’an’ın ifadesiyle: وَلِيُمَحِّصَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ Esas, gönlünden inanamayan nankörlerin mahv u perişan olup gitmeleri, elmasın kömürden ayrılması, altının taştan topraktan ayrılması için, bu türlü potaların içine girdirmek, âdet-i ilahîdir; Allah bu türlü potalar içine sokar insanları; dökülecek densizler dökülür, dünyanın sevdalıları dökülür, Müslümanlığı sadece dili-dudağı arasında yaşayanların hepsi dökülür, dili-dudağı arasında olanlar dökülür; kalbine yerleştiremeyen dökülür. Dökülür ve böylece temiz bünye, bağışlayın, bitten, pireden ayıklanmış olur. Varsın onlar, ehl-i dünya, ehl-i gaflet, ehl-i dalalet, dünyaya tapanlar, bir yönüyle birilerini tağyire, ta’yibe, tahkire, tezyife, ibâdeye, tenkîle, ifnâya karar vermiş olsunlar, hiç farkına varmadan, kendi kuyularını kazımış olurlar.

“Verme nefsin eline kazma / Kimsenin yolunda kuyu kazma / Kazarsan birinin yolunda kuyu / Gider içine düşersin yüzü koyu!..” Kim söylüyor bunu, meşhur Osmanlı Şeyhülislamlarından İbn-i Kemal. Başkalarının yolunda kuyu kazanlar, “Gelsin tepetaklak içine düşsün!” diyenler, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, öbür gün olmazsa daha öbür gün gidip o kuyuya yuvarlanacaklardır. Ne var ki, bu takvim, Allah’a aittir. Allah her işinde “imhal” ettiğinden, “mehil üstüne mehil verdiği”nden bu hemen olmayabilir. Mahkemelerde “Yeni yeni müdâfaâ sistemleri oluşturun, gelin, haklılığınızı bana anlatmaya çalışın!” imhali olduğu gibi, Allah imhal üstüne imhal eder, çünkü O, “Halîm”dir.

Allah herkesin Rabbidir ve Halîm’dir; bir kısım hikmetlerle zalimleri imhâl eder ama asla ihmal etmez!..

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَى ظَهْرِهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى Her zalim, zulmünün cezasını hemen görse, her nankör nankörlüğünün cezasını hemen görse, her gaddâr gaddarlığının cezasını hemen görse, yeryüzünde hiç kimse kalmaz; siz de, biz de. “Zulüm” nedir? Hak olmayan bir şey irtikâp etmek, bir yönüyle adalete ters davranmak, Cenâb-ı Hakk’ın “Hakk” ismine bir yönüyle karşı çıkmak demektir. Hakk’ı ayaklar altına almak demektir. Eğer büyük-küçük herkes, hemen yaptığı zulmün karşılığında Allah tarafından cezasını görse, yeryüzünde debelenen hiçbir şey kalmaz; aslan gider, kaplan gider, panter gider, dübb gider; insan gider, insan olmayan gider; herkes yaptığı zulmün cezasını görür, ânında.. Ama Allah (celle celâluhu) Rabbü’l-âlemîn’dir, O “Halîm”dir.

Onun için Müslümanların, ilk dönemde, akla hayale gelmedik ciğersûz ta’ziblere, tenkillere, zulümlere, haksızlıklara maruz kaldıkları zaman, Hazreti Ebu Bekir, bu tablo karşısında, bir taraftan Allah’a saygısını, bir taraftan da Cenâb-ı Hakk’ın âdet-i sübhâniyesini seslendirme adına مَا أَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا “Ne kadar da halîmsin Sen, Rabbimiz!..” demiştir. Siz başka şeyler de söyleyebilirsiniz: مَا أَصْبَرَكَ يَا رَبَّنَا “Ne kadar da sabırlısın Sen, Rabbimiz!”; مَا أَكْرَمَكَ يَا رَبَّنَا “Ne kadar da kerimsin Sen, Rabbimiz!”; مَا أَعْدَلَكَ يَا رَبَّنَا “Ne kadar da âdilsin Sen, Rabbimiz!” Hemen herkesi yaptığı fenalık karşılığında, derdest edip cezalandırmıyorsun.

Bu, bir taraftan bir realitenin seslendirilmesi, “âdet-i Sübhâniye” realitesinin seslendirilmesi; diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’ın “Rabbü’l-âlemîn” olduğunun ilanı. O, insanın da Rabbi, zâlimin de Rabbi, mazlumun da Rabbi, aslanın da Rabbi, kaplanın da Rabbi, panterin de Rabbi, dübbün de Rabbi, bitin de Rabbi, pirenin de Rabbi Şu kadar var ki, bazı umur-u hasîseyi O’na nispet etmek meselesi dikkat gerektirir. Çünkü kudretin umur-u hasise ile bizzat mübâşeret etmesi görülmesin diye, Allah, esbâbı vazetmiştir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İzzet ve azamet ister ki, esbap perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında”, ta ki kudretin bir kısım umur-u hasîseyle mübaşereti görülmesin. Yoksa وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ Sizi de, bütün davranışlarınızı da, tavırlarınızı da, mimiklerinizi de, bakışlarınızı da, adım atışlarınızı da yaratan, Allah’tır, celle celâluhu. “İrade”, şart-ı âdî; yok değil, mutlak cebir değil, fakat mukayyet bir cebrin var olduğundan söz etmek de fazla olmasa gerek, “mutavassıt”.

Mustafa Sabri Bey’in ifadesiyle; “Mübtedînin, (henüz imanı, gırtlağından aşağı indirememiş, gönlünde bir derinlik haline getirip tabiatına mal edememiş insanların) mutezile olması kaçınılmazdır. İmanı sindirmiş, içtenleştirmiş bir insanın da, bir yönüyle yer yer Cebrîliğe kayması, kaçınılmaz olmaktadır”. Görür, bakar, duyar, hisseder ki, her şeyin arkasında O kudret-i nâmütenâhînin yed-i mübârekesi var. (Yed, müennes olduğundan dolayı “mübâreke” dedim.. Yoksa ünûset, zukûret, Zat-ı uluhiyete nisbet edilmez.) Cenâb-ı Hakk, “yedeyn”ini dâima başımızda sertâc eylesin, sertâc-ı ibtihac eylesin, onunla bizi korusun, kollasın.

İnanan insan mahiyet, donanım ve kıvamına göre bir duruş sergilemelidir!..

Çünkü قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا مَنَعَكَ أَنْ تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ “(Allah,) ‘Ey İblis, bizzat iki elimle yarattığım varlığa secde etmekten seni alıkoyan nedir?’ buyurdu.” (Sâd, 38/75) “Kendi iki elimle yarattığım” diyor, insan oğlu için. “Kendi iki elimle yarattığım”, yani “himmetimi tam ortaya koyduğum.” Batılı romancı meseleyi ifade ederken, çok hoşuma gitmemekle beraber ifade ediyorum: (O öyle diyor, ben demiyorum; Kur’an da öyle demeye müsaade etmiyor, Sünnet de öyle demeyi tercih etmiyor.) “Allah, insanı, özenerek yaratmıştır!” diyor.

Siz bu müteşâbihi alın, kendi anlayışınız içinde değerlendirin. Cenâb-ı Hak yaratma mevzuunda, الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ “O, yarattığı her şeyi, güzel yarattı.” (Secde, 32/7); هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ “Sizi evirip çeviren, şekillendiren, O’dur” (Âl-i İmran, 3/6); وَصَوَّرَكُمْ فَأَحْسَنَ صُوَرَكُمْ “O’dur ki, ayrıca, sizi şekillendirmiş, hem de size en güzel, en uygun şekli ve yapıyı vermiştir.” buyurmaktadır. İşte bunu, Batılı, kendi tarz-ı telakkisi içinde “özenerek” diyor. Kur’an-ı Kerim’de قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا مَنَعَكَ أَنْ تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ beyanıyla ilahî inayet, sanat ve hususi teveccühü nazara veriyor.

Evet, bu kıvamda yaratılan insan -madem genlerinde bu var, nüvesinde bu var- o nüveyi inkişaf ettirmeli; bir Tûba-i cennet gibi onun ser çekip gelişmesini sağlamalı ve dünyadayken ser çekmiş o iman çınarının gölgesinde hayatını sürdürmeli. O kıvama göre davranıp hep üfül üfül, o iman gölgesinde yaşadığını hissetmeli!.. Ne olursa olsun, “Gelse celâlinden cefa / Yahut cemâlinden vefa / İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş kahrın da hoş.” demeli ve katlanmalı.

Hizmetlerini dünyevî çıkarlara bağlayan kimseler hakiki dindar olamazlar!..

Evet, dedim ki: “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!” Bu meselenin bir yanı da şudur: Böyle çok dindar gibi görünse de, din hesabına olsa da Din hesabına Din hesabına olan şey nedir? İ’lâ-i kelimetullah. Nedir o mesele? İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sizin için gaye-i hayal yapmak üzere ortaya koyduğu mübarek, mukaddes, münezzeh, tebcile şayan bir mülahaza: “Benim nâm-ı celilim, güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!”. Gayb-bîn haber. O bir gün böyle olacağını görmüş; görmüşse, o olacaktır Allah’ın izni ve inayetiyle.. En azından ne ölçüde olacaktır? Bunu kendi dar ufkum itibariyle diyorum, isterse daha ileriye de götürür Allah (celle celâluhu): Yavuz cennet-mekanın bir şiirinde dediği gibi, “Yâr olur, ağyâr olur, dildâr olur, serdâr olur!” Hepsi olur bunların; kardeş olur, dost olur, taraftar olur, muhib olur, sempatizan olur, A’râfta durup karışmaz olur Bunların hepsi bir yönüyle O’nun gâye-i hayal adına gösterdiği hedef istikametinde çok önemli kazanımlardır ve bunların hepsi, sizin defter-i hasenatınıza yazılır.

Bir tanesi “kardeş” olmuş, sarmaş dolaş oluyorsun.. bir tanesi omuz veriyor sana; dizi dizlerine, topuğu topuklarına, omuzu omuzuna değiyor.. bir başkası sana ilişmiyor, “Olduğun yerde yaşa!” diyor.. bir diğeri ilişmek isteyene “İliştirmem!” diyor; bunu da bir yere koyacaksın.. bir başkası diyor ki “Yahu ilişmeyin bu adama, işte yürüdüğü yerde yürüyor!” diyor; bu bile yine senin kazanım hânende sayılır ve dolayısıyla, defter-i hasenatına onun sevabı da akar. İşte bu manada “güneşin doğup battığı her yere, nâm-ı celîl-i Muhammedî” gider ulaşır. Merhum Yahya Kemal, “Ezan” şiirinde bunu dile getirir. Bazıları şiirin başında Sultan Selim’in zikredilmesinden rahatsızlık duyabilirler, ayrı bir mesele; fakat Yavuz’un mezâyâsı ve fezâili, başkalarının olumsuz gördüğü yanlarına elli defa tereccüh eder.

“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî / Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî

Sultân Selîm-i Evvel’i râm itmeyüb ecel / Feth itmeli idi âlemi şân-ı Muhammedî

Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden / Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî

Ervâh cümleten görür Allahü Ekber’i / Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî

Üsküp’de kabr-i mâdere olsun bu nev-gazel / Bir tuhfe-i bedî’ ü beyân-ı Muhammedî.”

Evet, nâm-ı celil-i Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) güneşin doğup battığı her yere ulaşacak. Cenâb-ı Hak sizleri, sizin neslinizi, sizden sonra gelenleri bu ulvî gâye-i hayali realize etmeye muvaffak eylesin.

Fakat bu öyle kutsî, öyle mübeccel bir meseledir ki, bunun içine tırnak ucu kadar dünyevî çıkar karıştırdığınız zaman, kirletmiş olursunuz; yolda kalır, dökülenlerden olursunuz. Namaz kılabilirsiniz, “Din!” de diyebilirsiniz, “Dinî idare!” de diyebilirsiniz; fakat bir yönüyle bu yüksek gâye-i hayale gönül vermiş gibi göründüğünüz halde, bir kısım dünyevî menfaat ve çıkarları önünüze koymuşsanız.. hedefinizde beklentiler halinde bir kısım dünyevilikler varsa.. şayet “Şu köşe başında bu; bu köşe başında şu Bu köşe başında şu ev.. bu köşe başında şu rahatlık.. bu köşe başında şu alkışlanma.. bu köşe başında şu iktidar.. bu köşe başında şöyle takdir.. bu köşe başında şöyle bir parmakla gösterilme.. bu köşe başında tarihe şânla geçme.. bu köşe başında musallada cenazene çok insanın iştirak etmesi.. bu köşe başında, sen konuşurken bir sürü insanın seni dinlemesi, bütün televizyonların seni göstermesi, bütün radyoların seni seslendirmesi, bütün İnternet’in seninle dillenmesi ve seni dinlendirmesi ” gibi şeylerden birine zerre kadar gönlünüzü kaptırmışsanız, “Allah!” deseniz de boşuna, “Peygamber!” deseniz de boşuna!.. Bir insan samimi Müslüman görünse de, din adına bile olsa hizmetini öyle dünyevî çıkarlara bağlamışsa, “hakiki dindar” olamaz! Ve “hakikî dindar” da, dine hizmetini, bu türlü şeylere bağlayamaz.

“Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Bizim kalblerimizi de dininde sabitleyip perçinle!..”

Nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açması istikametinde koşan insanlar, şahısları veya aileleri adına, tırnak ucu kadar maddî bir çıkarı hedefleyerek bu işi yapıyorlarsa, onlar, “yalancı”ların tâ kendisidir, “kezzâb”ın tâ kendisidir, dini adına iddia ettikleri şeyler adına “müfteri”nin tâ kendisidir; “hâin”in tâ kendisidir; “gaddâr”ın tâ kendisidir. Bu duruma düşmemek için, din-i Mübin-i İslam’a hizmet adına, kalblerinizi tertemiz tutmalısınız. İnşallah bugüne kadar temiz tutmuşsunuzdur. Dine hizmet adına, dünyevî beklentilere girmemişsinizdir. “Benim de bir dikili taşım olsun!” şeklindeki çirkin, menhus, mülevves, merdud beklentiye girmemişsinizdir. Girmemiş, dişinizi sıkmış katlanmış iseniz şayet, bundan sonra da Cenâb-ı Hak, bu sebatınızı katlayarak devam ettirmeye sizleri muvaffak eylesin. Ancak böyle olduğunuz takdirde, siz, hâlis, muhlis, muhlas, mülhemûn ve müştâkûn ilallah olursunuz. Aksine, din-i Mübin-i İslam’ı güneşin doğup battığı her yere götürmeye çalışırken “Bizim de bir tane yalımız, villamız olsun!” diyorsanız, yemin bile edebilirim, etmeyeceğim; ama “yalancı”sınız, “kezzâb”sınız. İşte bu duruma düşmemek için, samimiyet, ihlas ve vefa, her zaman korunmalı!..

اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ اَلْمُخْلَصِينَ اَلرَّاضِينَ اَلْمَرْضِيِّينَ اَلصَّافِينَ اَلْمُحِبِّينَ اَلْمَحْبُوبِينَ اَلْمُسْتَقِمِينَ اَلصَّادِقِينَ اَلْعَاشِقِينَ، اَلْمُشْتَاقِينَ إِلَى لِقَائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ

“Allahım bizleri ihlasla hareket eden, Senin inayetiyle ihlastan asla ayrılmayan, razı olduğun ve razı kıldığın, kötülüklerden arındırıp en güzide insanlar arasına kattığın, gönülden seven ve sevilen, istikamet üzere yürüyen, sıdk u sadakat ehli, Sana âşık ve kavuşmaya müştak, Habibine ve sevdiklerine vuslat için can atan, zaman sürüp gittikçe ve ebediyen böyle olmaya da istekli ve azimli kullarından eyle!..”

Allah’ım! Bizi bu çizgiden ayıracaksan, şu anda hepimizin canını al, yarını gösterme. Bu duyguyla yaşadık, bu duyguyla yaşama mevzuunda kararlı olmak lazım. Allah sizi öyle sâbit kadem eylesin!

İnsanlığın iftihar Tablosu’nun sözüyle ve Kuran’ın öğrettiği duayla bu konuyu noktalayalım:

يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوب، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ؛ يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوب، صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ

“Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Bizim kalblerimizi de dininde sabitleyip perçinle!.. Ey kalbleri halden hale koyan Rabbimiz, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!”

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz Sen çok bahşeden, hibede bulunmada eşi benzeri olmayansın.” (Âl-i İmran, 3/8)

“Dünya seven ahireti bulamaz!..”

Dünyevî menfaatler ve çıkarlar, mü’min için kat’iyen hedef olamaz. Bu, mü’minin kendini hafife alması demektir, değersizleştirmesi demektir. Hazret-i Mevlânâ’nın bildiğiniz sözünü bir kere daha tekrar edeyim: “Bazen melekler, bizim nezahet, incelik, (bazı kelimeler daha ilave edeyim ben,) mümtâziyet ve mükemmeliyetimizi takdir ile yâd eder ve halimize imrenirler; ‘Yahu şu insanlara bakın!’ derler. Bazen de şeytanlar, kabalık, nezaketsizlik ve küstahlığımızdan tiksinti duyarlar.”. Meleklerin imrendiği insan mı olmak istersiniz, şeytanların tiksinti duydukları insan mı? “Din!” deyip “Diyanet!” deyip dünyevî çıkarlara bağlı hareket eden insanlardan, şeytanlar bile nefret ederler; “Ben bile bu kadar habîsini, bu kadar denîini düşünmemiştim!” derler. Öyleyse, çizginin korunması lazım. Günde kırk defa, hatta kırk defadan da fazla اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ dediğimiz hakikatte, Cenâb-ı Hak bizi sâbit kadem eylesin!..

Yunus Emre ne hoş söyler:

“Aciz kaldım zâlim nefsin elinden / Şol dünyanın lezzetine doyamaz,

Aynını almıştır gaflet gömleğin / Ömrün gelip geçtiğini bilemez.

İlâhi gaflet gömleğini giyene / Müslüman dermisin nefse uyana,

Kazanıp kazanıp verir ziyana / Hak yolunda bir pula kıyamaz.

İlâhi gafletten uyar gözümü / Dergâhında kara etme yüzümü,

Yûnus eydür gelin tutun sözümü / Dünya seven ahireti bulamaz.”

Yunus eydür, gelin tutun sözümü,

Dünya seven âhireti bulamaz..

Dünya seven âhireti bulamaz!..

Âhireti bulmak istiyorsanız, o, dünyaya bir tekme vurmaya bağlıdır. Yine bildiğiniz bir şeyle noktalayayım müsaadenizle:

Müslümanlık, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ve Raşid Halifelerin temsil ettiği hayattır; Müslümanlığın lafını eden ama ondan uzak yaşayanlara inanmayın!..

Hazreti Ebu Bekir efendimiz, Efendimiz’in yanında ikinci derecede efendiler efendisi.. Ona “sıddîk-i ekber” demişler, “en doğru, en doğruların en büyüğü, en doğruların en büyüğü, en doğruların en büyüğü ” Bir gün bir bardak soğuk su veriyorlar. Böyle dudağına götürdüğü zaman, eliyle itiyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor. (Yâ Rabbî ne olur, o kalbi bize de ver! Bahtına düştük..) Neden sonra soruyorlar: “Yâ emire’l-mü’minin, niye ağlıyorsun?” Diyor ki: “Bir gün Hazret-i Risâletpenâh Efendimiz’in yanında oturuyordum; elleriyle bir şeyi reddediyor ve itiyormuş gibi bir hareket yaptı. Neden sonra dedim ki: Yâ Rasûlullah, ne yaptınız öyle? Buyurdular ki: Dünya, câzibedâr güzellikleriyle, hezâfiriyle temessül etti, karşıma dikildi. (Yalı, villa, yat, gemi, filo, düşünebilirsiniz) Bana kendini kabul ettirmek istedi. Ben de elimin tersiyle ittim, ‘Bana kendini kabul ettiremezsin, git!’ dedim. Döndü bana dedi ki dünya (şahs-ı mânevî olarak) ‘Sana kabul ettiremedim ama senden sonrakilere kabul ettiririm!’ İşte bu soğuk soğuk suyu böyle içmek suretiyle, korktum ki, O’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonrakilerden (dünyanın kendisini kabul ettirdiklerinden) birisi ben olabilirim!..” Ebu Bekir-i Sıddîk diyor bunu.. kurban olayım sana Ama üç senede Devlet-i Aliyye’nin (ki Devlet-i Aliyye gibi mübarek bir devlet, Râşit halifelerden sonra onun eşi yok) yüz senede yaptığını, “iki sene, üç ay, on küsur gün”de yapmış. Tekrara gerek var mı? “İki sene, üç ay, on küsur gün”de yapmış. Fakat hayret ediyorum, bu yaptığı şeylerden, şu iki buçuk senede yaptığı yüz senelik şeyden, bir tek kelime ile bahsettiğini bilmiyorum. Bir gün bir yerde Siyer ve Meğazi kitaplarında görürseniz, Allah aşkına benim bu merakımı giderme adına söyleyin onu.. “Ben şunu yaptım!” şeklindeki bir tek kelimesini bana söyleyin.. Bir ev bırakmadı.. Oğlunu nazara vermedi, kızını da nazara vermedi. Diyemez miydi, böyle bir sultan, sultanlar sultanı, sultan Süleyman’a bir yönüyle taç giydiren sultanlar sultanı?!.

Hazreti Ömer efendimiz... İki süper gücü hizaya getiriyor, “Sağdan hizaya gel!” Pers, dünyanın o günkü Çin’i; Roma imparatorluğu, dünyanın o günkü Amerika’sı veya bütün Batı Devletleri.. sağdan hizaya getiriyor. Fakat giderken, bir kulübecikte ruhunu Allah’a teslim ediyor; kulübecikte değil, mescitte, sergisiz mescitte, kumlar üzerinde, hançerlenerek ruhunu Allah’a teslim ediyor. Hiç hâlinden şikâyetçi değil. Neler yapmış, neler yapmış. Öbürünün (Hazreti Ebu Bekir) yaptığını devam ettirmiş.. Onun, onun için hazırladığı zemini rantabl olarak değerlendirmiş, Allah’ın izni ve inayetiyle.. Nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin güneşin doğup battığı her yere gitmesi için, havada, denizde, karada yollar oluşturmuş, “Gidin bu yollarda, bu güzergahlarda!..” demiş Ama giderken, o da arkada bir kulübecik bırakmamış.. on sene işin başında bulunmuş, giderken bir şey bırakmamış. Kendine çok benzer, oğlu Abdullah. Kılı kırk yararcasına, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in gölgesi gibi bir insan; O’nu milimi milimine yaşayan Abdullah; bilmeyen yok, “abâdile-i seb’a”dan. Fıkıh, ona sorun; Tefsir, ona sorun; Hadis, ona sorun. Evet, gönül beyi, gönül sultanı.. öyle bir insan. “Benim de böyle bir oğlum var!” dememiş. Teklif edenler olmuş: “Ey emire’l-mü’minin, Abdullah!..” “Hayır!” demiş, “hayır!..” Kendi aile efradı adına dünya açısından hiçbir şey düşünmemiş, bir dikili taş düşünmemiş. Bilmiş ki öyle düşünenler, âhiret, Allah, Peygamber dedikleri halde, esas dünyaya tapan bedbahtlardır. Dünyaya karşı tavrını ortaya koymuş.. Vakıa mü’minlerin dünyasını mamur yapmış fakat kendisi o dünyaya bir tekme vurmuş, “Benden uzak dur!” demiş. Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, selef-i sâdık’ı gibi, o da dünyaya bir tekme vurmuş. Hazreti Osman “Zi’n-nûreyn” de aynı şeyi yapmış. Kimi kendinden sonra teklif etmiş? Hazreti Ali efendimiz de öyle yapmış.

Müslümanlık bu ise, Müslümanlık Efendimiz’in ve Hülefâ-i Râşidîn’in yaşaması ise, onun berisinde başka türlü “Müslümanım!” diye geçinen insanların, ne olur, rica ediyorum, kat’iyen hakiki Müslüman olduğuna inanmayın; kendi kendinizi aldatmış olursunuz. Onların arkasından giderseniz, kendinizi sürü durumuna düşürmüş olursunuz. En azından mesafeli durun!..

Hâsılı, hedefi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Derin kuyu, ızdırap ve çırpınışlar

Fethullah Gülen: Bamteli: Derin kuyu, ızdırap ve çırpınışlar

Soru: 1) Kuyunun dibinde olma ızdırabıyla kıvrananlara o halden çıkıp kurtulma yollarının inâyet-i ilâhiye ile ilham edileceği vurgulanmıştı. Ferdî ve içtimaî problemlerimizin çözümünde realiteleri görme, ızdırapla kıvranma ve esbâba riâyet gibi vesileler arasında bir öncelik sonralık, ya da ehem mühim olma hususları söz konusu mudur?

  • İnsan her şeyden önce neyin içinde bulunduğunu hissetmelidir. Kuyu dibini ferah feza bir iklim olarak gören kimse, ızdırap duymaz, oradan çıkıp kurtulma azminde olmaz; dolayısıyla bir ıztırar ruh haliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccühte de bulunmaz. (00:47)
  • Kuyu dışı, hakiki manada İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ve zılliyet planında Dört Halife’nin yaşadığı dönemdir. Ondan sonra da zılliyetin zılliyeti olarak Emevîler döneminin çok azı, Abbasîlerin Hâdî, Mehdi, Harun Reşit devirleri gibi yılları, Osmanlı’nın uzun bir zamanı kuyu dışı hayat olarak tarif edilebilir. Bu dönemler müstesna Müslümanlar hep kuyu dibinde yaşamaktadırlar. Kuyu dışının ne demek olduğunu da bilmediklerinden, onun hususiyetlerini görmediklerinden kuyu dibine dair bir rahatsızlık da duymamaktadırlar. (02:28)
  • Cenâb-ı Hak,

    آَللَّهُ خَيْرٌ أَمَّا يُشْرِكُونَ
    Allah mı yoksa ona koştukları ortaklar mı daha hayırlıdır? (Neml Sûresi, 27/59)

    buyurduktan sonra, peşi sıra gelen iki âyette kâinattaki icraat-ı sübhaniyesi ve onlardaki tevhid delillerini nazara vermiş ve ardından da,

    أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَۤاءَ الْأَرْضِ أَئِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ
    (Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz! (Neml Sûresi, 27/62)

    buyurmak suretiyle, muztarrın duasına icabet etmesini de bir tevhid delili olarak zikretmiştir. İnsan, geçmişe bakıp hayatını süzdüğünde, nice kereler, naçar kaldığı demlerde, Allah’ı birlediği, O’nu tam duyup hissettiği ve sadece O’na dayanıp O’ndan yardım dilediğinde, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin zuhur ettiğini yani kendi donanımına göre hususi bir ilahî teveccühe mazhar olduğunu anlar. (08:05)
  • Zifiri karanlık bir gecede, uçsuz bucaksız bir denizde, köpürüp duran dalgalar arasında ve sebeplerin bütün bütün tesirsiz kaldığı bir anda,

    لَا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
    Ya Rabbî! Senden başka ilah yoktur, ulûhiyet tahtının yegâne sultanı Sensin. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya Sûresi, 21/87)

    diyen Hazreti Yunus bin Metta, bu sözleriyle, “Sebeplerin hakiki tesiri yoktur; Sen esbâbı, izzet ve azametin için perde yapmışsın; fakat, dilersen her şeyi sebepsiz yaratırsın. İşte, bütün sebeplerin bana sırtını döndüğü şu anda, ey Müsebbibu’l-Esbâb, sebepler üstü olan azametine, her şeyi muhit bulunan güç ve kudretine, ilminin ve meşietinin enginliğine sığınarak sadece Senden yardım dileniyorum!” manalarını kastetmiş ve bunları bütün samimiyetiyle gönlünün sesi olarak dile getirmiştir. O, bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince de, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet inkişaf etmiş; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye ve hem de gökyüzüne geçen Allah Teâlâ, geceyi, denizi ve balığı onun hizmetine vermiş ve Hazreti Yunus’u sahil-i selâmete çıkarmıştır. (08:35)
  • İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Mekke’den Medine’ye hicretinde Sevr Sultanlığı’nda iz kaybettirmesi de ıztırar haline ve sebeplere riâyete bir misaldir. (10:32)
  • Allah’ın (celle celâluhu), Firavun’un ordularından kaçan Hazreti Musa’ya yardımı da ıztırar diliyle yapılan duaya icâbet gibidir. Öyle bir anda Hazreti Musa,

    إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ
    “Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir. (Şuarâ Sûresi, 26/62)

    diyerek Allah’a yönelmiş ve bunun üzerine Cenâb-ı Hak da

    فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسٰۤى أَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْبَحْرَ
    Biz Mûsâ’ya, ‘Asânı denize vur!’ diye vahyettik.

    buyurmuştur. Hazreti Musa, asâsını yere vurunca deniz koca dağlar gibi dalgalar halinde yarılıp açılmış, o ve beraberindekiler denizin ortasından geçip gitmiş ve fevkalade bir lütuf ve ihsanla sahil-i selamete ermişlerdir. (11:38)
  • Esbaba riâyet, Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine bir çağrıdır. Hazreti Yusuf’un kuyudan kurtuluş için (belki) tırnaklarıyla toprağı kazıp basamak yapması, çırpınması, kovaya vurması, Hazreti Yunus’un balığın karnını yumruklaması, Hazreti Musa’nın asâsını denize vurması ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve aleyhimüsselam) Sevr Sultanlığı’nda iz kaybettirmesi hep Müsebbibü’l-Esbâb’a saygının gereği sebeplere tevessül cümlesindendir. (12:38)
  • Bazen Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in başına taşlar atılmış bazen de komplolar kurulmuş, kılıçlarla üzerine gidilmişti. Bu tür olaylar öyle bir hâl almıştı ki o büyük Güven İnsanı, Medine’de bir gün yalnız olarak hücre-i saadetlerinde istirahat buyurmak isterken, içinden “Keşke birisi gelse, başımda beklese de biraz uyuyabilsem!” diye düşünmüştü. O esnada Zübeyr bin Avvâm (Belki bu hâdise defaatle olmuştur ki, bazı rivayetlerde farklı sahabilerin gelip nöbet tuttuklarından, bunlardan birinin de Sa’d b. Ebî Vakkas olduğundan bahsedilir) kılıcını kuşanmış olarak oraya gelmiş ve “Allah’ın Rasûlü rahat uyusun, size bir şey olmasın diye kapınızda bekleyeyim mülâhazasıyla geldim.” demişti. İşte bu hadisede de hem bir nebze ıztırar hali hem muztarra inâyetin yetişmesi hem de sebeplere riâyet esası söz konusudur. (14:50)
  • Realiteleri doğru okuma neticesinde ızdırapla kıvranma çok önemli bir ilham kaynağıdır. O, insana içinde bulunduğu sıkıntılı hâlden kurtulma adına çok farklı yol ve yöntemler ilham eder. Mesela kuyuya düşen bir insan, kuyunun dibinde bulunduğunun farkındaysa ve bunun ızdırabını duyuyorsa, kuyudan çıkmak adına elli türlü yol arar ve Allah’ın izni ve inayetiyle bir çaresini bulup oradan çıkar. Elinde kazma ve kürek olmasa bile, ellerini âdeta pençe gibi kullanıp oradan çıkmaya çalışır. Fakat kuyunun dibinde yaşadığının farkında olmayan ve hâlinden memnun bulunan birisinin hiçbir zaman böyle bir cehd ve gayreti olmaz. Nitekim, iman ve Kur’an hizmetinin birkaç kişinin çok zor şartlarda kitap okumasıyla başlayıp dershane, öğrenci evi, yurt, üniversiteye hazırlık dershaneleri, okul, üniversite gibi müesseselerle gelişip devam etmesi de hep ızdırapla kıvranma ve şartlara göre sebeplere riâyet etme çağrısına Cenâb-ı Hakk’ın icâbet ve inâyetle mukabelede bulunması sayesinde gerçekleşmiştir. (18:28)
  • İster ferdî isterse içtimaî planda olsun ıztırar hâli ızdıraplı bir dönemdir. Izdırap ise en makbul bir duadır. Bazen öyle ızdıraplı dönemler yaşanır ki, millet fertleri çaresizlik içinde dört bir taraftan kuşatıldığını hisseder, içten içe sürekli kıvranır durur. İşte böyle bir hâlde insanlar şikâyet etmez, durumlarını sadece Allah’a arz eder, O’na el açar, yalvarıp yakarırlarsa, bu, onlar için en makbul bir dua hükmüne geçer. (25:20)

Soru: 2) Çoklarının gecelerdeki ızdıraptan ve bitmek bilmeyen karanlıktan dert yanmasına rağmen bazı Hak dostlarının geceyi gündüze tercih ettikleri görülüyor. Bir yönüyle yalnızlık ve ızdırap da denebilecek gecenin gündüze tercihinde ne türlü mülahazalar söz konusu

  • Geceler, Cenâb-ı Hakk’a açılmanın koyları, vuslata ermenin rıhtımları gibidir. Geceler, sırlı vâridatıyla her zaman Hak dostlarına bir mûsikî gibi te’sir eder ve duygu duygu onların gönüllerine damlar. İlahî rahmete bel bağlayan ve hep ümitle soluklanan Hak erleri her gece uyanmanın ve yataktan uzaklaşmanın çok zor olduğu demlerde kalkar, rahat döşeklerini terk eder, seccadelerine koşar, O’na içlerini döker, inler ve O’nun merhametine sığınırlar. (26:38)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in haber verdiğine göre; “Rabbimiz her gece yarısı, gecenin son üçte birinde dünya semasına iner ve şöyle buyurur: ‘Bana dua edene icabet ederim, Benden isteyene veririm, Benden bağışlanmayı dileyeni bağışlarım!’ Bu, fecir doğana kadar böyle devam eder.” Cenâb-ı Hakk’ın “iner” denilerek ifade edilen tenezzülü, teveccüh etmesi ve dua eden kuluna icâbetle mukabelede bulunması şeklinde anlaşılmalıdır. (27:05)
  • Hazreti Âişe der ki: Bir gün Rasûlullah yanıma geldi ve “Âişe, bu gece Rabbime ibadet etmem için bana izin verir misin?” buyurdu. Ben de, “Ey Allah’ın Rasûlü, ben senin yakınlığını da severim, isteklerini de.” dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza ve Kur’ân okumaya başladı. Çok geçmedi ki ağlamaya durdu. O kadar ağladı ki gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildiriyordu. Baktı ki O ağlıyor, “Ey Allah’ın Elçisi, dedi, Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?” “Ey Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Bundan sonra buyurdu ki, ‘Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, düşünen insanlar için ayetler vardır. Onlar ki, Allah’ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: “Ey büyük Rabb’imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmran Sûresi, 3/190-191) ayetlerini indirdi. Rasûlullah bunu söyledi, sonra da “Vay onu okuyup da, o konuda tefekkür etmeyenlere! Vay onu çeneleri arasında çiğneyip de onun hakkında derince düşünmeyenlere!” buyurdu. (29:41)
  • Gecelerdeki sırlı çağrıyı duyanlar hemen toparlanır, tâ göklere kadar bütün âfâkı rasat etmeye durur; mehtaptan işaretler alır; yıldızların büyülü edalarıyla kendilerinden geçerler:
    Dinle de yıldızların şu hutbe-i şîrînini,
    Nâme-i nûrunu hikmet, bak ne takrîr eylemiş.
    Hep beraber nutka gelmiş Hak lisanıyla derler:
    Bir Kadîr-i Zülcelâl’in haşmet-i sultânına,
    Birer bürhân-ı nur-efşânız vücûd-u Sâni’a;
    Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz!

    ...

    Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhân gösteririz;
    İşittiririz insan olan insana..
    Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü;
    Hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz!” (Hazreti Bediüzzaman)

    (30:14)
  • Gecelerin o sırlı ve sihirli iklimlerinde her zaman Cânan ilinden gelen esintilerin inceliği ve bu inceliği duyan ruhların vecd ü heyecanı hissedilir; hissedilir de gönül, bütün leylîlere o kendine has temâşâ ufkundan, İbrahim Hakkı gibi:

    Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde;
    Kevkeblerin et seyrini, seyran gecelerde.
    Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret;
    Bul Sâni’ini ol âna mihman gecelerde.
    Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil,
    Ko gafleti dildârdan utan gecelerde.
    Az ye, az uyu, hayrete var, fâni ol andan
    Bul bekâ ol âna mihman gecelerde.

    diyerek seslenir ve onları sonsuzu rasat etmeye çağırır.
  • Ehl-i hakikatin geceyi gündüze tercih etmeleri, kabzı basta tercih etmeleri gibidir. Gece de, kabz da elinizde değildir; ikisi de bir yönüyle cebr-i lutfîdir. İnsan temkinli hareket eder ve bast ararmışçasına sabırla aydınlığın peşine düşerse, kabz gibi “gece” de bir açılma rıhtımı halini alır. Karanlık sıkıştırdıkça, ruh başka âlemlere menfezler aralar. Bu, yalnızca rüyalar yoluyla da olmaz. Rüya, bu menfezlerden sadece biridir. (33:20)
  • Her sıkıntı bir kolaylığa, her kabz bir basta ve her gece bir nehara gebedir ama haml müddetine sabretmek gerekir. Bir Hak dostu ne hoş söylemiştir: “Ey gece! Karar kararabildiğin kadar; zira (karanlığın en amansızlaştığı an, şafakların da sökün edeceği andır) kararmanın son noktası aydınlığın başlangıcıdır!” (35:20)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Derin müslümanlığa ihtiyaç var

Derin müslümanlığa ihtiyaç var

“Eğer Cenâb-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sâbit-kadem ol, ağaçlar şiddetli rüzgârlara karşı köklerini bulundukları yerde daha bir sağlamlaştırırlar.”

Bizim, daha çok, “geceleri ihya etme”ye ihtiyacımız var. O’nunla (celle celâluhu) halvete ihtiyacımız var. Karşısında dururken, ciddî, kalb uyanıklığı içinde bulunmaya ihtiyacımız var. Çok iyi bildiğiniz “ihsan” manası açısından kulluğu devam ettirmeye ihtiyacımız var. Çok muhtacız; eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile muhtacız.

Bu esen şiddetli fırtınalar karşısında, birbirini takip eden tsunamiler karşısında, hortumlar karşısında, koca çınarların bile mukavemet edemeyip devrilmeleri karşısında, bence Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine daha fazla, daha sıkıca sarılmaya ihtiyaç var. Büyük bir zatın dediği gibi, “Eğer Allah’ın gazabından korkuyorsan, emirlerine sımsıkı sarıl! Ağaçlar, değişik fırtınalar karşısında, devrilmemek için, yerin derinliklerine doğru sürekli kök salar dururlar!” Onun için kökleri suya yakın olan ağaçlar, fazla derinlere doğru kök salmadığından -buradaki ağaçlar gibi- çok küçük bir fırtınada hemen devrilirler. İşte böyle, derinlere doğru kök salan ağaçlar gibi, dinî emirlerde sürekli derinleşmeye bakmak lazım. Çünkü çok kimsenin düşmanca, zalimce, haince, derinlemesine üzerinize geldiği bir dönemde, şayet siz aynı derinlikle onlara karşı durmazsanız, dik durmazsanız, dik durmanızı devam ettirmezseniz, hafizanallah, o fırtınalar alır sizi götürür; ağaçların başında hazan yemiş yapraklar gibi savrulur gidersiniz.

Cenâb-ı Hak, bu güne kadar muhafaza buyurmuştur; bundan sonra da muhafaza buyursun! Bu hal, bu keyfiyet, bu tavır, bu davranış, bu gaye-i hayal devam ettiği ve onda sâbit-kadem olunduğu sürece -inşaallah- Cenâb-ı Hakk’a atılmış her adım, adımlarla mukabele görür; yürüme, koşma ile mukabele görür. Mukabeledir bunlar. Siz, “bir” damla bir şey yaparsanız, O (celle celâluhu), “on” yapar, “yüz” yapar, ihlasınıza, niyetinizdeki samimiyetinize göre.

Bu açıdan da bir taraftan kullukta derinleşmeye, bir taraftan da derinleşmeye gerçek kıymetini kazandıracak olan “ihlas”a ve “samimiyet”e çok önem vermek lazım. “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” diyor Hazreti Üstad ısrarla. İtiraz edilmeyecek bir şeydir. “Amelinizde rıza-i İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Madem öyle bir teminat, öyle bir garanti var, o mevzuda bir taraftan “amelde ciddiyet”, hiç aksatmama; diğer yandan ihlas ve samimiyet…

Hatta antrparantez bir şey arz edeyim: Hepimiz insanız, farklı kültür ortamlarından geldik. Acaba gençliğimizde ibadetlerimizi hassasiyetle yerine getirebildik mi? On beş yaşında namaz farz olur, bazılarına göre. Bazılarına göre, “on sekiz yaş” diyorlar, rüşd yaşı. Siz belli bir dönemde, mesela on üç yaşında başlamışsanız, kendinizi on üç yaşında reşid hissetmişseniz, mümeyyiz hissetmişseniz, o günden itibaren başlamışsanız; acaba o mevzuda taharetinize tam dikkat ediyor muydunuz? İstibrânızı kemâl-i hassasiyetle yerine getiriyor muydunuz? Hakikaten namazı, dıştaki şartları ile, içindeki rükünleri ile ve için içindeki huşu ile قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ “Mü’minler, muhakkak kurtuldu ve gerçek mazhariyete ulaştılar. Onlar, namazlarında (Allah’ın huzurunda bulunuyor olmanın şuuruyla) tam bir saygı, tevazu, içtenlik ve teslimiyet içindedirler.” (Mü’minûn, 23/1-2) ayeti mucebince eda ediyor muydunuz? Namazı huşu ile, Allah karşısında tir tir titreyerek اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي أَخْشَاكَ كَأَنِّي أَرَاكَ “Allah’ım! Beni öyle bir haşyet sahibi kıl ki, Seni hep görüyor gibi oturayım, kalkayım, doğrulayım, eğileyim, yürüyeyim, öyle yatayım!”duygusu içinde miydik?!. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatarken bile ayaklarını kıvırıyor, teeddüben; elini başının altına koyuyor, teeddüben; kıbleye müteveccih yüzünü çeviriyor, teeddüben. Acaba, ben bunların hepsine riayet ettim mi? Etmedim ise, “Vira bismillah!” deyip, şu belli bir yaşa kadar olan namazlarımı bir daha kaza edeyim!.. Her gün bir yirmi rekat, kırk rekatıma ilave etsem ne olur?!. Böyle bir derinleşme!..

Kullukta derin olmayan insanlar, daha evvel bin bir yeminle “Dönmem!” demiş olsalar bile, bazen küçük bir fırtına karşısında fırıldak gibi dönerler!..

Derince üzerinize gelen zâlimlere, hâinlere, Hizmet düşmanlarına, nâm-ı celil-i Nebevî’nin dört bir yanda şehbal açmasına savaş ilan edenlere karşı ayakta durabilmek için Allah ile münasebetin çok kavî olması lazım. Sıradan, camide, cemaat halinde gidip yatıp kalkan insanların seviyesinde ibadet ü tâat değil; Allah’ı görüyor gibi kulluk yapma!.. Siz, henüz o ufku yakalamamış iseniz şayet, hiç olmazsa, O’nun tarafından her rükünde görülüyor olma mülahazasıyla hareket etme!.. Görüyor; ellerimi kaldırdım ben, O (celle celâluhu) beni görüyorsa, ona göre saygıyla, nasıl dediyse öyle… Fukahâ-i kirâm’ın değişik hadislerden istinbatlarına göre, böyle omuz hizasında; Hanefi fukahâsının değişik şeylere dayanarak dediği üzere, kulak yumuşaklarına ellerini değdirecek şekilde veya değdirme seviyesinde; “İşte tam Allah’ım bunu istiyor benden! Efendimiz de bu şekilde talim buyurmuştu.” diyerek hareket etme… Sonra ellerimi nasıl bağlayacaksam; orada da bazı fukahâya göre salma, bazı fukahâya göre göbeğin üstünde bağlama, bazı fukahâya göre böyle göğsünün üstünde bağlama… Büyük çoğunluk, sizin yaptığınız gibi, Hanefî fukahâsının yaptığı gibi, tüm Kûfelilerin yaptığı gibi, ellerini göbeklerinin üstünde bağlıyorlardı; büyük ölçüde âlem-i İslam’da da öyle uygulanıyor, öyle uygulanmış.

Şimdi o, bu; o mevzuda meselenin münakaşasını yapmamak lazım. Fakat benim yaptığım şeyler, bunlar eğer birer rükün ise.. yani, yapılması, ortaya konması gerekli olan bir bütünün parçaları, iç parçaları ise şayet.. dışta onun için hazırlık nev’inden olan şartlar değil, esasen iç parçaları ise.. iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, sücûd, ka’de-i âhirede teşehhüd miktarı bekleme… Teşehhüdü okurken, “el-Hüccetü’z-Zehrâ”daki mülahazalar içinde, Allah huzurunda duruyor olma şuuru ile her kelime, âdetâ bir mızrap gibi kalbimize inmeli, ses çıkarmalı. اَلتَّحِيَّاتُCenâb-ı Hakk’a karşı ta’zimâtımızı, tekrimâtımızı ifade ediyoruz. اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ، وَالصَّلَوَاتُ Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar, müminlerden dua olan salavâtı zikrediyoruz. Sonra اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُBütün “tayyibât”ın O’na ait olduğunu ikrar ediyoruz.

Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: مَنْ كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ وَالَّذِينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّئَاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَكْرُ أُولَئِكَ هُوَ يَبُورُ “Kim izzet istiyorsa, izzet bütünüyle Allah’ındır (ve dolayısıyla onu Allah’tan istemelidir). (İzzet sebebi) pak söz O’na yükselir ve meşrû, sağlam, yerinde ve ıslaha yönelik aksiyon o sözü yükseltir. Buna karşılık, sürekli kötülük düşünüp kötülük tuzakları kuranlar için ise çetin bir azap vardır. Onların kurdukları bütün tuzaklar boşa gitmeye mahkûmdur.” (Fâtır, 35/10) Tayyibât (pak sözler), her şeyden önce tevhid/şehadet cümlesi, yani “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” ilanıdır. Diğer iman esaslarını da bu şekilde ilan etme ve bütün diğer güzel sözler, bu cümle üzerine oturur. Bu sözleri sadece söyleme, onların gerektirdiği aksiyon (amel) olmazsa, söze sözün gerektirdiği davranış eşlik etmezse, sadece ağızdan çıkan ve iddia niteliğindeki sözün Allah katında fazla bir değeri olmaz. سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ tayyibâttandır. Veya ism-i A’zam olarak zikredilen dualar, onlar da var: اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ بِأَنَّ لَكَ الْحَمْدَ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ، اَلْمَنَّانُ، بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ ذُو الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ * يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ، بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ * سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ وَلاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَاللهُ أَكْبَرُ، وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ * لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ * يَا رَبُّ، يَا فَرْدُ، يَا حَيُّ، يَا قَيُّومُ، يَا حَكَمُ، يَا عَدْلُ، يَا قُدُّوسُ  

Bunlar gibi, daha neyi diyorsanız!.. إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ Kelime-i tayyibe, Allah’a yükselir; nezd-i Ulûhiyete arz edilir. Fakat onun kanadı, amel-i sâlihtir; arızasız, riyasız, gösterişsiz, ucubsuz, fahirsiz amel. “Ben, Allah kapısında bir kapıkuluyum! Başım, hep Senin eşiğinde. Beni de kabul buyur, kabul buyurduğun insanlar içinde! Kendime bakıyorum da kabul edilecek hâlim yok benim; perişanım, derbederim, garîbim, nâtüvânem, el-emân gûyem, meded-hâhem, zidergâh et, İlahî! -Hazreti Pîr’in Farsça dediği gibi.- Başım, kapının eşiğinde.. elim, o kapının düğmesinde.. Senin nâm-ı Celîlini, Esmâ-i Hüsnâ’nı anmak suretiyle, ben, kapının tokmağına dokunuyorum. Benim niyazımı, lütfen, kabul buyur Allah’ım!..” şuuruyla edâ edilmesi; böyle derince meselenin üzerine gidilmesi.

Benim arz ettiğim şeyler içinde, meselenin derinliğini -zinhar- ölçmeye kalkmayın!.. Benimki, benim sığlığıma göre ifade ediyorum ben bunu. Siz, kendi gönül derinliğiniz içinde meseleye bakın; ona göre!.. Nasıl? O mevzuda, böyle mercan adalarına dalıyor gibi dalmak gerekli; balıklamasına o işin içine dalmak lazım. Boğulma varsa, mercan adalarına doğru giderken boğulma olmalı; mercan adalarına doğru giderken boğulma olmalı!..

Şimdi böyle bir derinlik olmazsa şayet, işte bir küçük yel karşısında devrilmeler olabilir. İnsanlar iftiraya girebilirler, “itiraf” unvanıyla. Birilerine şirin görünmek için çizgilerini değiştirebilirler. Bir dönemde “Benim kırmızı-çizgim, katiyen çiğnetmem onu; ölürüm, ölürüm yolumdan dönmem! Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açması için, o nâmı dalgalandırmak için ölesiye koşarım, dönmem!” demişlerdir. Fakat bu mevzuda şayet o derinliğe sahip değilsek, bir fırtına karşısında bazen, “Dönmem!” derken fırıldak gibi dönmeler olabilir.

Görüyorsunuz; kendini umur-i dünyeviyeye kaptırmış olanların halini. 3. Mustafa’nın sözleri tarif ediyor onu:

“Yıkılupdur bu cihan, sanma ki bizde düzele,

Devleti -çerh-i denî- verdi kamu müptezele,

Şimdi ebvâb-ı saadette gezen, hep hezele,

İşimiz kaldı heman merhamet-i Lem Yezel’e.”

Beynin nöronları bunlar ise, bunların size empoze edeceği, sinyaller halinde göndereceği şeylerin, sizin ruh dünyanızda nasıl bir tahribat yapacağını siz hesaba katın!.. Nöronlar bunlar; onlar hükmediyor, sinyalleri onlar gönderiyorlar. Doğrusunu seçebilirsen seç bu arada. İçinde bir tane yoksa alacağın şey de bellidir.

Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukahâ rehberliğinde, Selef-i Sâlihînin yolunda, doyma bilmeyen bir iştiyak ile hep O’na doğru yürümek lazım!..

Bu açıdan Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet, Kıyas-ı Fukahâ; selef-i sâlihînin yolu; Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali’nin yolu, radıyallâhu anhüm elfe merrâtin. O mevzuda meseleyi pekiştirme; bir “urve-i vüskâ”, kopmayan bir urgandır, bir zincirdir; ona sımsıkı sarılma!.. Yoksa gevşek durursanız, hafizanallah, bir defasında başkasının akıntısına kapılırsınız, bir başka zaman bir başkasının akıntısına. Bir defa “A”ya kapılırsınız, bir defa “K”ya kapılırsınız, bir defa “P”ye kapılırsınız ve böylece -hafizanallah- savrulur giderseniz. Benim şâir arkadaşımın dediği gibi; iki mısra aklımda kalmış; saatçi idi fakat şiir de yazardı, halktan bir insandı: “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni!..” Hiç farkına varmadan, eğri-büğrü bir deryaya yelken açar insan; sonra o sahilsiz, limansız, rıhtımsız deryada sürüklenir gider, rotasız gemiler gibi ki “Rotası olmayan, pusulası olmayan geminin rotası denizin dibidir!”

Derinleşmek lazım… Derinleşmek lazım… Derinleşmek… “Min indi nefsî” (kendi nefsimden mi) mi bunlar?!. “Hel min mezîd” yolu gösterilmiyor mu?!. Mesela; hakiki bir mürşit buldun. Niyazî-i Mısrî’nin dediği gibi, “Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır!” Efendim, falanın arkasından, filanın arkasından… Fetvalar yağdırır; “Yol bu, yöntem bu, gerisi angarya… İşte bu yolda, ayağa kalkacaksan, ayağa kalk Sakarya!” derler. Birilerinin hesabına konuşur, onların hissiyatına tercüman olurlar. Öyle değil!.. Allah (celle celâluhu), Kitâb’ında ne diyor; İnsanlığın İftihar Tablosu, o Kitâb’ın kavl-i şârihi, beyân-ı vâzıhı olan beyanında ne diyor? Fukahâ-i kiram, ekstradan Allah’ın yarattığı insanlar… Selef-i Sâlihîn, ekstradan Allah’ın yarattığı insanlar… Onlar, o meseleleri nasıl anlamış ve nasıl yorumlamışlar?!. Adım adım o izleri takip etmek suretiyle, Allah’a doğru yürüme… Cenâb-ı Hak, öyle yürümeye, o “ihsan” şuuruyla öyle yürümeye muvaffak kılsın!..

Bir mürşide el veriyor. Sonra ondan aldığını alıyor ama doyma bilmeyen bir talip… Âdetâ hayalen, fikren, ruhen, kalben, kalbî ve ruhî hayatı itibariyle Sahabe-i kiram meclisine giriyor. Hazreti Ebu Bekir’de onu okumaya, Ömer’de okumaya, Osman’da okumaya, Ali’de okumaya (radıyallâhu anhüm) bakıyor. Aldığı şeyleri alıyor; öyle bir alıyor ki, hani “Parmağım aşkın balına, bandıkça bandım, bir su ver!” der gibi. “Bak şu gedanın haline, bend olmuş zülfün teline / Parmağı aşkın balına, bandıkça bandım, bir su ver!” (Gedâî) Bandıkça isteği artıyor. Hani deniz suyu içen, su adına ihtiyacını, su içme ihtiyacını çoğalttığı gibi, o da marifet adına, muhabbet adına, aşk u iştiyak adına derinleştikçe, içinde daha bir derinleşme arzusu oluyor. Sürekli, “Hayır, doymadım ben!” diyor orada. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesine uzaktan bakıyor; insanların bayılıp gittiklerini, o insibağ ile münsebiğ olduklarını görüyor. Müthiş bir şey!.. Hâşâ, orada “Doymadım!” diyemez insan…

Fakat bir yönüyle, esas zirveyi bize gösteren, rasat ettiren… Rasathane orasıdır, o hâledir. Oradan sonsuza bakıyor; “Ma’allah”a bakıyor, “maiyyetullah”a bakıyor. Demiyor muyuz; اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنكَ الْحَصِين، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ Ve zirve:وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ  “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı; bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.” Bakın, doyma bilmeme meselesi, böyle bir mevzuda olmalı!.. Yoksa dünyada doymuşsun, doymamışsın, ne ifade eder?

Dünya… O büyük Zât’ın ifadesiyle, “Burada tatmaya izin var, doymaya izin yok!” Tadacak ilahî nimetleri. “Allah’ım! Sen, ağzı vermişsin; ona göre bir şeyler de vermişsin. Ne kadar uyum içinde bunlar?!. İhtimal hesaplarına göre, riyazî mülahazaya göre baktığın zaman, bu uyum, ancak yüzde bir ihtimalle olabilecek bir şey, binde bir ihtimal ile olabilecek bir şey. Sana binlerce hamd ü senâ olsun; beni böyle bir düşünce ufkuna i’lâ buyuruyorsun!” İşte bu kadar; tatma, o kadar. Kuvve-i zâika, kapıcı; o kadar vereceksin, onun da hakkını vereceksin. Ağzına koyduğun her şeyi, onun hakkını yercesine, hemen yutmayacaksın. Öyle yapmakla, kapıcının hakkını yiyorsun ve aynı zamanda mideyi de zora koşuyorsun. Oysaki orada ezilmesi, hazmedilmesi, midenin işini kolaylaştırır. Sen onu orada çiğnerken, midede sulanma asitleri meydana gelir; o oraya hemen “şıp” diye düştüğü zaman, o da erimeye başlar orada. Dolayısıyla ağzının hakkını da, dilinin hakkını da, kuvve-i zâikanın hakkını da, yutağın hakkını da, midenin hakkını da, kolonların hakkını da, her şeyin hakkını düşüneceksin! Bu haklar çiğnendiğinden dolayı, bazen orada, bazen dilde, bazen midede, bazen kolonlarda değişik değişik arızalar oluyor. Neden oluyor bu arızalar?!. Allah, onların hangi fonksiyon için yaratıldıklarını gösterme, duyurma veya o nimetlerin kadrini bildirme adına tembihte bulunuyor, kulak çekiyor; adeta “Aklınızı başınıza alın!” diyor. İhtimal hesaplarına göre, bunların böyle dengeli olması, trilyon trilyon trilyonda bir ihtimalle ancak olur; fakat ben onu genelde riyazî düşünceye kâil olanlara göre söylüyorum; belki olmaz, yine olmaz.

Doyma bilmeyen bir iştiyak ile hep O’na doğru yürüme… Fenafillah.. Bekâ-billah.. Maallah… Sen’in rızan, Sen’in hoşnutluğun; hep Sen’inle beraber olma… Var ya: Hep hakkı heceleme, oturup-kalkıp Hak ile geceleme!.. İbrahim Hakkı hazretlerinin ifadeleriyle; “Ey dîde, nedir uyku; gel uyan gecelerde!” Efendimiz’in şu ayet hakkındaki sözüne aykırı yanı var mı?!. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ * اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok deliller vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünür ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz.” (Âl-i Imrân, 3/190-191) Efendimiz bu ayetle ilgili olarak “Yazıklar olsun bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!” buyuruyor. Âişe validemiz, Efendimiz’in bu ayeti okuyup hıçkıra hıçkıra ağladığını ve ağlama meselesini nazara verdiğini anlatıyor. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الأَلْبَابِ * اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Yatarken, kalkarken, otururken, bakarken… Cenâb-ı Hakk’ın bu muhteşem kitapta, tekvînî emirlerde, icraat-ı Sübhanîyesine -işte biraz evvelki mülahazalarla, riyazî bir mülahaza ile- bakma ve “Aman efendim! Bu ne nizam, bu ne ahenk?!.” deme!..

Rahman sûre-i celîlesini düşünün: الرَّحْمَنُ * عَلَّمَ الْقُرْآنَ * خَلَقَ الْإِنْسَانَ * عَلَّمَهُ الْبَيَانَ * الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْبَانٍ * وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ * وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ “Rahmân. Kur’ân’ı öğretti (insanlığa ve cinlere); insanı yarattı; ona konuşmayı talim etti. Güneş de, ay da, (Rahmân’ın tespit buyurduğu) bir hesaba göre vardır ve bir hesaba göre hareket eder. Yıldızlar ve ağaçlar da (Allah’a) secde eder, (O’na, kanunlarına tam teslimiyet halindedirler). Ve gök, Allah onu (yerin üstünde) yükseltti ve ölçüyü, dengeyi koydu.” (Rahman, 55/1-7) Mîzân… Mîzân… Dört defa mizân ve âhenk vurgulanıyor. “Aman Allah’ım, bu ne âhenk! Ne baş döndürücü âhenk!..”

Âyetü’l-Kübra, ona tercüman olmuş. Orada “Hel min mezîd!” deniyor. Yürü, durmadan yürü. Sen yürüdükçe, Cenâb-ı Hakk’ın vâridatı sağanak sağanak başından aşağıya dökülecek. İnsanlığın İftihar Tablosu öyle buyuruyor, ağlıyor orada. Efendim, İbrahim Hakkı hazretlerinden diyordum:

“Ey dide nedir uyku gel uyan gecelerde

Kevkeplerin et seyrini seyran gecelerde

Bak heyet-i âlemde bu hikmetleri seyret

Bul Sani’ini ol âna hayran gecelerde

Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil

Koy gafleti dildardan utan gecelerde

Az ye az uyu hayrete var fani ol ândan

Bul canı beka ol âna mihman gecelerde.”

Evet, hep Hakk’ı heceleme; oturup kalkıp, hep Hak ile geceleme… O (celle celâluhu), gecenin son sülüsünde -geçen sohbette de min gayri haddin ifade etmeye çalıştım- gecenin son üçte birinde sema-i dünyaya teveccüh buyuruyor. Hadis, ifade ederken, “iniyor” diyor orada; tenezzül buyuruyor, teveccüh buyuruyor, orada tezâhür buyuruyor ve diyor: “Yok mu şunu yapan, mukabele edeyim! Yok mu şunu şöyle eden, mukabele edeyim! Yok mu şunu şöyle eden…” Açıyor gök kapılarını; Kendi Arş’ının kapısını, Kendi Kürsî’sinin kapısını açıyor, insanları davet ediyor; “Dileyin, dilediğinize icâbet edeyim Ben!” diyor. Bu yolla derinleşmek suretiyle, o maiyyeti ihraz etmek suretiyle, şeytan ve şeytan avenesinin sürekli değişik güzergâhlarda, değişik köşe başlarında kurguladıkları şeytanî komploları aşabilmek için, bunlara eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğumuzu bir kere daha tekrar edeyim.

Soru:Sohbetin tedaî ettirdiği bir ayet-i kerimeyi sormak istiyoruz. Derinlikten bahsettiniz. Ahzâb Sûresi’nin 35. Ayeti’nde ifade edilen hususlar mü’minin derinlik ufku ve Kur’an’ın nazarları çevirdiği derinleşme vasıfları olarak görülebilir mi?

Evet, orada Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرِينَ اللهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا “Allah’a tam teslim olmuş erkekler ve tam teslim olmuş kadınlar.. hakkıyla ve gerçekten iman etmiş erkekler ve hakkıyla ve gerçekten iman etmiş kadınlar.. (İslâm’ın her hükmüne baş eğmiş) tam itaatkâr erkekler ve tam itaatkâr kadınlar.. (bütün söz ve davranışlarında) dürüst ve yalandan uzak erkekler ve dürüst, yalandan uzak kadınlar.. (İslâm’ı yaşamada) sebatkâr ve başlarına gelenlere sabreden erkekler, sebatkâr ve sabırlı kadınlar.. (Allah karşısında) tam manasıyla saygılı ve boyunları önde erkekler ve tam manasıyla saygılı, boyunları önde kadınlar.. (Allah yolunda ve muhtaçlar için) infakta bulunan erkekler ve infakta bulunan kadınlar.. oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar.. ırzlarını, iffetlerini ve açılmaktan avret yerlerini koruyan erkekler ve ırzlarını, iffetlerini ve açılmaktan avret yerlerini koruyan kadınlar.. (ibadet içinde ve dışında) Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar: Allah, bu kutlu insanlar için sürprizlerle dolu bir mağfiret ve pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb, 33/35)

Ayetin sebeb-i nüzûlünde Ümmü Seleme validemizin bir sözünden bahsedilir. Kur’an-ı Kerim, çok defa, tağlîb tarikiyle (bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir manayı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya “ebeveyn” denilmesi gibi) hitap eder. Esasen, tağlîb tarikiyle hitap yapılırken, “Söz kimin adına söyleniyorsa ille de o daha fâiktir” manasına gelmez. Nitekim mesela Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ömer, tağlîb tarikiyle, beraber zikredilince, “Ömereyn” deniyor; Ömereyn… “Bû Bekreyn” falan denmiyor da “Ömereyn” deniyor. Bu açıdan da tağlîb tarikiyle söylenirken, çok defa, erkeklere hitap ediliyor gibi oluyor. Ümmü Seleme validemiz de, tabiî Efendimiz’e yakın. Onun “Ya Rasûlallah! Kur’ân’da daha çok erkekler hayır ile anılmaktadır…” demesi üzerine bu ayetin nazil olduğu anlatılıyor tefsir kitaplarında ve esbâb-ı nüzul kaynaklarında. Esbâb-ı nüzul mevzuunda “fîhi nazar” denebilir. Çok defa, meseleleri doğru anlama, yerli yerinde anlama adına, onlar önemli mercektir; gez-göz-arpacıktır. Hedefi yakalama adına önemli faktörlerdir âyetlerin nüzul sebepleri; önemli faktörlerdir fakat meseleyi sadece onlara bağlı görmemek lazım.

Evet, validemiz öyle diyor ve bu Ahzâb Sûresi’ndeki ayet nazil oluyor. Daha değişik yerlerde farklı şekillerde de geliyor bu: إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ Evvelâ “Allah’a tam teslim olmuş erkekler ve tam teslim olmuş kadınlar..” deniyor. Teslim olma, Müslüman olma… Demek ki “iman” eğer iz’an meselesi ise şayet, esasen taklidî ve şeklî kabullenmekten başlanıyor. Ve nitekim hani birileri “âmennâ” diyorlar da… قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا “(Birtakım) çöl sakinleri (bedevîler), ‘Biz de iman ettik.’ diyorlar. De ki: Hayır, siz iman etmediniz. Bu sebeple, ‘Biz, (İslâm idaresine teslimiyetle) Müslümanlar olduk.’ deyin.” (Hucurât, 49/14) “Âmennâ!” demeyin, “Eslemnâ!” deyin; çünkü siz, kalben yapmadınız, deniyor. Demek ki meseleyi tahkik etmeden, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla duyduğu gibi ifade eden, ortaya koyan, edâ eden insanlar, sadece “teslim” olmuşlar. Yani bizim camilere giden cemaatin yüzde doksan dokuz virgül dokuzu gibi. Bunlar kültür ortamlarının kendilerine verdiği şey ile öyle Müslümanlar. Onlarda öyle bir derinlik, böyle bir maiyyet-i İlahîye, bir teveccüh-ü İlahiye, bir fenâ fillah, bir bekâ billah, bir maallah, bir seyr anillah, bir insanların elinden tutma yok; öyle bir dertleri yok!.. Bu açıdan da evvelâ “teslim” zikrediliyor. Duada da, bizim tesbihat duasında da اَلْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ، وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ deniyor ki, bu ayet-i kerimedeki bu sıraya, bu tertibe uygun olmuş oluyor.

Vakıa Hanefi fukahâsına göre, “vav” mutlak cem’ için olması itibarıyla, ille de o “tertip” manasına gelmeyebilir. Öyle denebilir de fakat İmam-ı Şâfiî ve onun gibi fukahâdan çokları, “vav”da “tertip” manasını da düşünüyorlar. Yani “vav” ile bir şey atfediliyorsa, demek ki, bir evvelki cümleye nispeten o, farklı derecede bir şey, ayrı bir şey; yani, aynı kategoride bir şey değil. Bu açıdan, islamdan sonra iman zikrediliyor: إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ “Müslüman olan erkekler, Müslüman olan kadınlar…” وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ  “Gerçekten, iz’ân şeklinde Allah’a iman eden erkekler ve kadınlar…” Aksine ihtimal vermeyecek şekilde, riyâzî kat’iyetle. Riyâzî kat’iyet derken de, onun üstünde iz’an. Çünkü “riyâzî kat’iyet” dediğimiz şeye genelde misal verirken, “İki kere iki dört eder.” diyoruz. Kemmiyyette adetler birbirine müsâvî olmadığından dolayı, “iki kere iki” dört etmeyebilir bazen. Adetler müsâvî olmadığından dolayı, bazen “üç buçuk” yapar, bazen de “dört buçuk” yapar. Bu açıdan da esas olan, iman itibarıyla iz’ândır; kemmiyyet üstü, riyâzî katiyet üstü bir katiyetle inanma.. aksine ihtimal vermeyecek şekilde, binde bir aksine ihtimal vermeyecek şekilde Allah’a inanma.. inanılması gerekli olan şeylere inanma.. آمَنْتُ بِاللهِ، وَمَلاَئِكَتِهِ، وَكُتُبِهِ، وَرُسُلِهِ، وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ “Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğuna, öldükten sonra yeniden dirilmeye iman ettim. Şehadet ederim ki Allah’tan başka mabud-u bilhak yoktur ve yine şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve rasûlüdür.” “…İllallah”ı biraz vurgulu söyledim; Alvar İmamı öyle dediği için, ben de alışmışım biraz. Evet, وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ İşte öyle inananlar…

Kunût’un Manası ve Namazlaşan İnsanlar

Sonra, وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ Farklı manaları “kânit” kelimesinin. “Kunût etme”; Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde el-pençe divan durma. Bu manadan dolayı, namazda uzun ayakta durmaya da “kunût” deniyor. “Çok rekât mı, yoksa uzun kunût mu?” deniyor orada. Demek Allah karşısında çok uzun boylu durmaya “kunût” dendiği gibi, aynı zamanda her zaman Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunanlara ve namazda uzun boylu ayakta duranlara da “kânit” deniyor. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi…

Antrparantez; umum cemaate namaz kıldırırken, Efendimiz hiç öyle yapmamış. Yirmi ayet, otuz ayet, kırk ayet; öyle yapmış. Fakat hususî namaza durduğunda, mesela yanında Hazreti Enes gibi (radıyallahu anh), İbn Mes’ûd (radıyallahu anh) hazretleri gibi sahabîlerle hususi namaz kılarken veya ezvâc-ı tâhirâtından bazı validelerimizle namaz kılarken, o zaman uzun kunût yapmış; onlara da böyle uzun boylu kıldırmış; Ebu Hüreyre ile namaz kılarken, uzun boylu kılmış. Mesela diyor ki Hazret; “Kıraati uzun tuttu; Bakara sure-i celîlesini okudu, Âl-i İmran’ı okudu… Aklımdan kötü şeyler geçti benim!” Ona kurban olayım, “kötü şey” diyor, koca Devs kabilesinin arslanı. Soruyor tâbiûn: “Ne geçti aklından yâ Ebâ Hüreyre?” (Başka rivayetlerde bu şahsın Abdullah bin Mes’ûd olduğu nakledilmektedir.) Diyor ki, “Dayanamadım, oturacaktım!” Ona “kötü şey” diyor. Yahu oturuyor herkes, hepimiz oturuyoruz işte, niye “kötü şey” olsun?!.

Evet, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi kendine olunca, ayakları şişinceye kadar kunûtta duruyor, ayakları şişinceye kadar. Ve sonra selef-i sâlihîn de aynı şekilde hareket ediyorlar. O hadis ricalinde, “nakd-i rical” yaparken, görüyoruz onları, hadis kitabında. Kur’ân-ı Kerim’i iki rekâtta hatmeden insanlar var; “Bir oturuşta, Kâbe’nin karşısında, baştan sona kadar bitirdim!” diyor. Bast-ı zaman olmadan bitmez; onlar benim gibi ve bazılarımız gibi bir nefeste بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ  diyerek okumuyorlar. Böyle bir okuyuş, Kur’an okumayı taklit etmektir; okuma değildir bu. Okuma şudur: Her kelimeyi vicdanda duymaya çalışarak, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ…* اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ…* اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ…* مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ…* إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ… * اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ… صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ… * آمين  Bunları da vicdanında duyarak…

Evet, Allah Rasûlü, öyle okuyor; onlar da öyle okuyorlar. Şimdi arkadaşı diyor ki “Kâbe’nin karşısında oturdu; Kur’an-ı Kerim’i hatmetti, öyle kalktı!” Yine, “İki rekât namazda Kur’an-ı Kerim’i hatmetti!” diyor. Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn, Sahabe dönemlerinde emsâl-i adîdesi var bunların. Nasıl dine kilitlenmişler, nasıl bağlanmışlar? Nasıl derinliği keşfetmişler?!. Meseleyi sadece nazarî planda bırakmamışlar. Zaten öyle olmasaydı, atın/katırın sırtında, daha sonraki dönemlerde bir asırda, iki asırda, üç asırda yapılan şeyleri elli seneye sığıştıramazlardı. Hicret-i Seniyye’nin sekseninci senesi, yani Efendimiz’den yetmiş sene sonra, Horasan’da girilmedik yer kalmıyor. Ellinci sene, Çin Seddi’ne dayanıyorlar. Hicret-i Seniyye’nin ellinci senesinde, yani Efendimiz’in ruhunun ufkuna yürüyüşünden kırk sene sonra, Çin Seddi’ne dayanıyorlar. Atın/katırın sırtında… Lojistiği bunların; malzemesi, yiyecekleri, içecekleri, barınakları?!. O işin delisi olmuşlar, anlatmak için… Anlatınca uçuyor, kanatlanıyorlar onlar. “…Üzerine Güneşin doğup battığı her şeyden hayırlı!” Bu rivayet zayıf; fakat şu rivayet: “Yığın yığın kırmızı koyunlardan daha hayırlı!” Bir insanın kalbine o iman ile girebilme… O imanın, onun kalbinde otağ kurmasını sağlama… Bir yönüyle, ebedî hayata gidecek yolu gösterme ve ona ebedî hayatı kazandırma mevzuu.

Evet, وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ dedik; Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde, upuzun durmaktan söz açtık; sonra Efendimiz’in upuzun durduğundan bahsettik; sonra selef-i sâlihînin upuzun durduğundan bahsettik, Hazreti Pîr-i Mugân’a kadar.

Hazreti Bedîüzzamân’ın Namazı İkâme Keyfiyeti

Hazreti Üstad, Allah huzurunda durduğu zaman -has talebelerinden dinlemiştim ben- her kelimeyi derinlemesine duymak için gayret ediyor. Yine antrparantez arz ediyorum: Camide, cemaate namaz kıldırırken, âciz vardır, zayıf vardır, hasta vardır. Hazret-i Rûh-u Seyyidi’l-Enâm buyuruyor ki, “Bazen namazı çok uzatmak istiyorum. Fakat bir çocuk sesi duyunca, annesinin ona karşı re’fet ü şefkatini düşünüyor, hemen -biz Türkçe’ye çevirecek olursak- geçiştiriyorum!” Zannediyorum o “geçiştirme” de, yine yirmi ayettir, otuz ayettir; öyle, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun geçiştirmesi. Fakat o tabir, belki yakışıksız düşüyor; “Hemen hızlı geçiyorum, o mevzuda.” denebilir.

Hazreti Pîr’in o has talebelerinden dinlemiştim: Her kelimeyi vicdanında derinlemesine duymak için gayret ediyor. Hatta Mustafa Sungur ağabey gibi, Tâhir ağabey gibi kimseler -daha diğerleri de, isim vermeyeceğim- onun arkasında namaz kıla kıla, âdetâ o insibağ ile münsebiğ olmuşlardı ve anlatırken de öyle anlatıyorlardı. Böyle dururken Allah karşısında, zaten asâ gibi iki büklüm âdetâ. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Tam diyemedim ben bunu!..” “Her bir hâmidin hamdi, kimden olursa olsun, kimden gelirse gelsin, yalnız O’na (celle celâluhu) mahsustur!” mülahazasını derinlemesine duyma.. “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemalinden vefâ / İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” mülahazasıyla… Her şeye rağmen, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Çünkü fedâil ve fevâdile karşı, vazife-i ubudiyeti edâ etme اَلْحَمْدُ لِلَّهِ ile ifade ediliyor. Gelip sana ulaşan nimetlere karşı ise “şükür” ile mukabelede bulunursun. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Onu vicdanında tam, derinlemesine duyuncaya, kalb o ritme göre bir âhenge girinceye kadar, onu (kendi kendine namaz kılarken) tekrar etmeye çalışma… Sonra, اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ “Rahman”, neye taalluk ediyor; “Rahîm”, neye taalluk ediyor? مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Bize hangi günü hatırlatıyor? “Din günü”, hesap verildiği gün… Onu vicdanında derinlemesine duyacağı âna kadar… Bazen belki bir kerede duyuyor: مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ derken, âdetâ “Oooh!” filan, der gibi.. “Oooh!” der gibi oluyor.

Sonra, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Kendisinin de ifade ettiği gibi, orada, kendi şahsî ubudiyetini yeterli bulmuyor. Bir, saf halkası içinde bulunuyorum ki ben!.. O saf, Kâbe’nin etrafında halkalar halinde, halkalar teşkil etmiş; ben de onların içinde bulunuyorum.. tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar.. semada ruhânîlere kadar.. orada Cibril’lere, Mikâil’lere, İsrafil’lere, Azrail’lere, Hamele-i Arş’a kadar.. mukarrabîne kadar… Herkes, kemerbeste-i ubudiyet içinde halkalar teşkil etmiş ve hepsinin dediği, إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Ben de işte onu diyorum. Hepimiz Sana kulluk yapıyoruz! Eğer gücüm yetse, onların yaptığı şeylerin hepsini, kulluk adına, ubudiyet adına, ubûdet adına burada Sana takdim etmek istiyorum!..” Diyor mu, demiyor mu?!. إِيَّاكَ نَعْبُدُ

Fakat bu öyle ağır bir şey ki, işin doğrusu altından kalkılacak gibi değil. Onun için, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Hem de oradaki “iyyâ” kelimelerinin başa alınması meselesi, “hasr” ifade ediyor: “Yalnız Sen’den yardım istiyoruz!..” Ayrıca, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ derken “isti’âne” kelimesini ele alacak olursanız; “istif’âl” babından geliyor. “Efendim sin-i istif’âl gelir bir nice manaya / Âna bir hoş nazar eyle, ersin bir yüce manaya / Sual ile talep, vicdan, tahavvül, itikad, iman / Tamam, teslim olur el-ân, rücu kıl Rabb-i A’lâya!..” Belki bunların birkaçı birden mülahazaya alınıyor. Talep, tahavvül, teveccüh, istikamet, karardîde olma orada… وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Seçilen şey, Allah o kelimeleri seçmiş. Söylerken de o kelimelerin manalarına bağlı olarak, onların ruhuna uygun olarak, bir yönüyle iç musikî ile o meseleleri öyle ifade etmek lazım. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Ondan sonra da, “Sen’den, benim istediğim en önemli şey nedir?” اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allah’ım, ifrat ve tefrite değil; beni, sırat-ı müstakime hidayet eyle!” “Hidayete erdirmiştin; hidayette derinleştir! Belli derinleşme lütfeylemiştin; öyle derinleştir ki, ben boğulayım artık o derinleşme içinde!..” Başa dönebilirsiniz;  derinleşme, doyma bilmeden derinleşme. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Ee nasıl derinleşme?!. صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “Sen’in in’âmlarına mazhar olan insanların sırâtına…” Kim?!. وَمَنْ يُطِعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا “Kim Allah’a ve (o şanı yüce) Rasûl’e gerektiği şekilde itaat ederse onlar, Allah’ın kendilerini (tam hidayet) nimetiyle serfirâz kıldığı şu seçkin insanlardan (en azından biriyle) beraberdirler (ve Cennet’te de onlarla beraber olacaklardır): Nebîler, bütün duygu, düşünce, inanç ve davranışlarında dosdoğru ve Allah’a karşı tam bir sadakat içinde bulunan, özü sözü bir kimseler (sıddîklar); başkalarının inandığı gaybî gerçekleri bizzat tecrübe eden ve onların doğruluğuna hayatlarıyla şahadet edenler (şahitler/şehitler) ve inanç, düşünce, söz ve davranışları itibariyle doğru yolda, sağlam, bozgunculuktan uzak, ıslah ve tamir gayesi güdenler (Salihler). Ne güzel arkadaşlardır bunlar!..” (Nisa, 4/69) Allah’ım, Sen’in in’âm ettiğin insanlar; مِنَ النَّبِيِّينَ Peygamberler.. وَالصِّدِّيقِينَ Sâdık kullar; Ebu Bekir’ler.. وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ Şahitler/şehitler ve sâlih kullar.. وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا Bu ne güzel arkadaşlık ve ne güzel arkadaşlardır bunlar!.. Hadis ifade buyuruyor: الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”Kimin yolunda isen, onlarla berzah hayatında da, öbür dünyada da beraber olursun. Kimin çizgisini takip ediyorsan şayet, onlarla beraber olursun. Efendim, bakınca, numara-drop uyuyor; “Tamam, bu da bizdendi!” derler, “Belli…” Çizgilerini korumuşsan, orada sahiplenileceğin -Allah’ın izniyle- muhakkaktır; “Emin olabilirsin!” demedim, çünkü, بِفَضْلِ اللهِ، بِفَوْزِ اللهِ، بِمَنِّ اللهِ، بِمِنَّةِ اللهِ، بِشَفَاعَةِ النَّبِيِّ، وَبِشَفَاعَةِ أَصْحَابِ رَسُولِ اللهِ “Allah’ın fazlı, başarı lütfetmesi, nimetlendirmesi, iyilikte bulunması, Peygamberin şefaati ve Rasûlullah’ın ashabının şefaatiyle, Cenâb-ı Hak, imanda nâmütenâhî derinleşmeye bizleri muvaffak kılsın!..

Allah’ım, biz liyakatli değilsek de Sen fazl ü ihsan ile marufsun, meccanen ihsan buyurursun; bu güzel sıfatlarla bizi de serfirâz eyle!..

Bakın, ondan sonra geliyor: وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ Evet, hep istikamet içinde, sıdk içinde bulunma ve sözleri ile doğru konuşma. Demek bunların zıddı, sâdıkînin zıddı, “kâzibîn, mürâîn, ucub insanları, kibir insanları.” Cenâb-ı Hak, sadakat ile serfirâz kılsın, doğruluk ile, istikamet ile.

Sonra, وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ diyor. Sabır da yine orada meselenin bir buudu olarak zikrediliyor. Kadimden bu yana, İslam dünyasında İbn Miskeveyh, sonra Hazreti Üstad sabır meselesinin üzerinde de ısrarla duruyor ve onu genelde üç sınıfa ayırıyorlar: “Belâ ve mesâibe karşı dişini sıkıp sabretmek.. ibâdet ü tâatin ağırlığına rağmen, hiç birinde kusur etmeden dişini sıkıp hepsini vaktinde, yerli yerinde yerine getirmek.. ve aynı zamanda mâsiyete karşı, günahlara karşı, bohemliğe düşmemeye karşı dişini sıkıp sabretmek.

Ayrıca, bir şeyin vakt-i merhûnûna karşı sabretmek; beklediğiniz şeyler vardır; o da ayrı bir sabır meselesi oluyor. Ve aynı zamanda “vuslata karşı sabır”; belki sabırların en büyüğüdür. İştiyak ile yanıp tutuşuyor; Cenâb-ı Hakk’a “Beni bir an evvel şeb-i arûs ile serfirâz kıl!” diyor. “Ne olur, Efendimiz’in huzuruna, o berzaha hemen bir an evvel gideyim; yüzümü ayaklarının altına süreyim O’nun. O halkasının arkasında bulunan halkanın içinde ben de kendime göre yerimi almaya çalışayım!..” Delice arzu ediyor, sonra dönüp Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısının gereği “Beni bu talimgâha Sen gönderdin; tezkeremi de Sen doldurmayınca, benim buradan ayrılmam Sana karşı saygısızlık olur!.. Emre itaatteki incelik, aşkın da ötesindedir, iştiyakın da ötesindedir!” diyor. Ciğeri cayır cayır yanarken, diyor ki, “Ben şimdilik, bu şeb-i arûs sevdasını hele bir bastırayım; demek askerliğe biraz daha devam etmem lazım burada, bu talimgâhta. Başkalarına -ama onbaşı seviyesinde, ama çavuş seviyesinde, ama başçavuş seviyesinde- askerlik öğretmem lazım benim; onları da öbür tarafa hazırlamam lazım!” Bir de sabrın o türlüsü var.

Sırasıyla bütün bunları yaparken, öyle şeyler ki bunlar, huşu olmadan da olmaz. وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ  Mü’minûn Sûresi’nde ifade edildiği gibi. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ* الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ “Mü’minler, muhakkak kurtuldu ve gerçek mazhariyete ulaştılar. Onlar, namazlarında (Allah’ın huzurunda bulunuyor olmanın şuuruyla) tam bir saygı, tevazu, içtenlik ve teslimiyet içindedirler.” (Mü’minûn, 23/1-2) Ve aynı zamanda derin bir iç saygıyla.. Allah’a karşı içteki saygıyla… Eğilirken, kimin karşısında eğiliyor?!. El-pençe divan dururken, kimin karşısında duruyor?!. Secdeye kapanırken, kimin karşısında secdeye kapanıyor?!. Başını kaldırırken, kim tarafından görülüyor?!. Onu derinlemesine vicdanında duyarak edâ etme. خَاشِعِينَ – خَاشِعَات Kadın ve erkek.

Sonra, وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ Bu da sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar. Burada da “tasadduk” kelimesi gelince, iki şeyi düşünebilirsiniz: “Tefe’ül babı”, malum orada tekellüf içindir biraz. Biraz zorlama mevzuu var. Hatta bazı Sarfçılar, orada bile esasen, إظهار ما ليس في الباطن manasını mülahazaya alırlar. Önce içinden gelmiyor; içinden gelmemesine rağmen öyle yap! Hani, “Ağlayın! Ağlama içinizden gelmiyorsa, ağlamaya kendinizi zorlayın!” “İzhâru mâ leyse fi’l-bâtın.” Şimdi “tasadduk” kelimesini “tefe’ül” kipinden ele alacak olursanız, “tekellüf” içindir esasen; orada “Kendinizi tasadduk etme mevzuunda biraz zorlayın!” demek söz konusudur. Bir diğer mevzu da işin zorluğuna ima yapılmış olmasıdır; demek ki insanın yapacağı zor şeylerden bir tanesi de tasadduktur. Fiilin kipi şunları hatırlatmaktadır: “Efendim, bu zor mevzuda dişinizi sıkın, sabredin, her şeye rağmen. İçinizden gelmese bile tasadduk edin. Yapacağınızın üstünde; yani son kerteye kadar!.. Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Ali gibi; neyiniz varsa, hepsini i’lâ-i kelimetullah istikametinde, mücâhede ruhuyla verin. ‘Allah yolunda!’ falan deyin; tereddüt etmeden, Hazreti Osman efendimiz gibi infak edin!..” Öyle diyorlar, beş yüz deveyi yüküyle veriyor.

Daha sonra, وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ geliyor; biliyorsunuz, “savm” oruç demek; bu ifade de “oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar” manasına geliyor. Buraya kadar zikredilenlerin hepsi pozitif hususlar, müspet sıfatlar; vazife ve sorumluluklar.

Bir de -yine sabırda da üzerinde durulması gerekli olan şeylerden bir tanesi- münkerâta karşı, fuhşiyâta karşı, bohemliğe karşı dişini sıkıp sabretmek: وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ Irzlarını, namuslarını muhafaza eden erkekler ve kadınlar. “Aman, gözüm harama kayar!.. Aman, ağzımdan batılı tasvir adına bir şey çıkar; safi zihinleri idlâl etmiş olurum!.. Aman, yazdığım çizdiğim şeylerle nefsânîliği tetiklemiş olurum!..” Buna kadar yolu var bu mevzunun. Irzlarını namuslarını öylesine koruyan insanlar…

Ondan sonra da وَالذَّاكِرِينَ اللهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ “Allah’ı çokça zikreden erkekler ve zikreden kadınlar!..” Ki, أَعَدَّ اللهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا Allah onlara bir yarlığama lütfeylemiştir, onları mağfiret buyurmuştur ve bir de onlara ecr-i azim vaad etmiştir.”

Allah’ım bu evsâf-ı âliye ile -liyâkatimiz olmasa bile- bizleri serfirâz kıl! وَإِنْ لَمْ نَكُ أَهْلاً، فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَ “Biz buna liyakatli değilsek de Sen fazl ü ihsan ile marufsun, meccanen ihsan buyurursun.” Bu evsafta bizleri sabit-kadem eyle! Bu evsâf ile hayata göz kapamaya muvaffak eyle! Bu evsâf ile berzah hayatını geçmeye muvaffak eyle! Bu evsâf ile mizanı geçmeye muvaffak eyle! Bu evsâf sayesinde Kendi fazlınla, kereminle, lütfunla, Efendimiz’in şefaatiyle Sırât’ı geçmeye muvaffak eyle!.. Cennet’e girmeye muvaffak eyle!.. Cemâl-i Bâ-Kemâlini müşahedeye muvaffak eyle!.. İştiyak, “iştiyak-ı likâullah” dediğimiz şeyle şereflenmeye muvaffak eyle!.. Âmin. وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ (Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip bunu vesile kılarak talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..)

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Derin ve canlı müslümanlık

Derin ve canlı müslümanlık

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Maruz kaldığımız musibetleri aşabilmemiz için sığlıktan kurtulmamıza ve daha derin bir kulluk ortaya koymamıza ihtiyaç var!..

Cenâb-ı Hak, bizleri, dinde derinleşmeye muvaffak eylesin!.. Farzıyla, imanın erkân-ı esâsiyesiyle ve İslam’ın esâsâtıyla; yani, sağlam inanmak ve onu sağlam yerine getirmekle!.. Buna Üstad Necip Fazıl, “iman ve aksiyon” sözüyle yaklaşırdı. “Aksiyon”, “amel”i tam karşılar mı? Fransızca bir kelime; münakaşası yapılabilir; kendisi de sorguluyordu onu.

Antrparantez burada bir şey söylemek istiyorum: Hutbe, Cuma’nın şartlarındandır, dinlenilmesi lazım. Dolayısıyla hutbe okunurken, salat ü selam yeri geldiği zaman bile, yani Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in adı anıldığında dahi salat u selam getirilmez. Bu, meselenin (hutbeyi dikkatle dinlemenin) önemini ortaya koymaktadır. Bazıları diyorlar ki, “Böyle, içinden söylese acaba olur mu?” Kütüb-i Fıkhiye’de. İçinden… Onun (hutbenin) kemâl-i hassasiyetle dinlenilmesi lazım. Hutbede okunan, Kur’an, hadis-i şerif veya onlardan süzülmüş her ne ise şayet, onu kemâl-i hassasiyetle, Ramazan’da iftar vaktinde size sunulmuş bir içecek gibi yudumlamak lazım. Limonatayı mı çok seversiniz, portakal suyunu mu, soğuk bir suyu mu? “Mâ-i bârid”, Efendimiz’in beyanında da içilmesi gerekli olan şey diye tavsiye edilir. Her neyi seviyorsanız şayet, onu yudumluyor gibi hutbeyi yudumlamak lazım! İmam, Kur’an’ı okurken, onu yudumluyor gibi yudumlamak lazım!..

Cenâb-ı Hak, namazı, tabiatımıza göre, numarası-drobu uygun, tam bize göre bir şey olarak emretmiş. Hakikaten bu el, bu ayak, bu mafsallar… Vücutta, üç yüz küsur mafsal… Namaz kılmak için ne kadar da yakışıyor, başka varlıklara baktığımız zaman. Her defasında derinlemesine onu duymak, namazlaşmak… Dün, aklımdan geçiyordu ki, ara sıra namazla alakalı bir bahsi okusalar; İmam Gazzalî’den mi, Hazreti Pîr’den mi, yoksa daha dûn olan insanlardan mı, namaza ait bir bahsi, tekrar tekrar bize anlatsalar da biz de namazlaşarak namaz kılsak!.. Oruçlaşarak oruç tutsak!.. Allah yolunda tamamen “kul”laşarak, kulluğumuzu “ibâdet” şeklinde değil, “ubûdiyet” şeklinde de değil, ubûdiyet üstü “ubûdet” şeklinde, vücudumuzun bütün derinliklerinde duyarak yerine getirsek!..

Sığlıkla, şu anda yürüdüğümüz yol, yürünmez. Ve bizim, şu andaki sığlığımızla, maruz kaldığımız şeylerden sıyrılma imkânı olmaz! Onları gönül rahatlığıyla atlatamayız. Daha derin kulluğa ihtiyaç var; Peygamberâne bir bakışa, O’nun yolunda, sahabî anlayışında bir bakışa…

O camilerde namaz kılan insanları, mübarek kandil gecelerinde veya Cuma namazlarında gördüğüm zaman… Ama İslam dünyasının her yerinde, hususiyle de Kapadokya’da… Camideki cemaati görünce, cansız posterler gibi geliyor bana!..

Mektep, medrese ve tekyenin birbirinden kopuşu yıkılışımıza sebebiyet vermiştir; belimizi doğrultmamız kalb/ruh hayatı, dinî ilimler ve fen bilimleri birlikteliğine bağlıdır

Zannediyorum, milletimiz, hayatında, tarih boyu böyle bir sığlığa maruz kalmamıştır. Bin senelik Müslümanlıkla tanışıklığı var: Tekvînî emirler hallaç edilmiştir; şunları, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini mütalaa ediyor gibi mütalaa etmişlerdir; otu, ağacı, yıldızı, ayı, güneşi… Sizin modern isimleriyle ifade ettiğiniz fiziği, kimyayı, matematiği, astrofiziği, antropolojiyi, ekolojiyi… Sizin Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini tahlil ettiğiniz gibi tahlil etmişlerdir. Ve aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’i de öyle derinlemesine kavramış, yüzlerce tefsir yazmışlardır. Biz sadece onlardan belki otuza yakınını müzakere ettik; allme Hamdi Yazır’ın tefsirini ana kitap olarak baştan sona kadar okuduk; sonra da onun deyip demediği şeyleri görmek için, onun yanında yirmi küsur, otuza yakın tefsire arkadaşlar bakarak özetlediler; otuz tefsiri birden mütalaa etme imkânı oldu. Sorgulayacağınız bir şey yok.

Bir şey var; belki, kendi zamanlarının renk ve desenini taşıyordu. Ona, esas günümüzün, bu zamanın yorumlarının ilave edilmesi, konjonktürün kazandırdığı şeylerin ilave edilmesi lazımdı. O da, bugün kolektif şuurla, ortak akıl ile yazılacak; “fünûn-i müsbete” ile beraber, “tekye ve zaviyenin varidatı”yla beraber, aynı zamanda “Kitab ve Sünnet bilgisi”yle beraber… Bunların hepsini hazmetmiş/sindirmiş bir “hey’et-i âliye”nin bir araya gelmesiyle ortaya koyacağı bir tefsir.

Bu, tefsir mevzuuna/mazmununa saygının gereği… Bu, İslamiyet’e saygının gereği… Bu, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a saygının gereği… Bu, Kur’an’ı bize bir mesaj olarak gönderen Allah’a saygının gereği. Zira o “Kur’an, kâinat mescid-i kebîrinde kâinatı okuyor.” Hazreti Pîr’in ifadesi: “…Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Evet, yalnız sensin, ey Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan!..

Tekye ve zâviye”, İslam’ın kalbî ve ruhî hayat cihetinin temsil edildiği yerler, taklide emanet. “Kur’an ilimleri”, yine, mukallitlere emanet. “Fünûn-i müsbete”, başını almış, pozitivizmin, natüralizmin, materyalizmin güdümünde, ayrı bir vadide; kendini bir çağlayana salmış ki, dışarıya çıkmaya ihtimali yok. Yeniden, bu üç esasın, üç temel disiplinin, (Tekye ve zaviye, Kur’an ilimleri, fünûn-i müsbete); bunların inzimamı esas önemli. Bir vâhidi teşkil edecek zira bunlar, bir vâhidin farklı üç tane yüzünden ibaret. Fakat bunlar, Hicrî beşinci asırdan sonra birbirine yabancı hale gelmiş. “Tekye”, bir yerde, bir darlığın mahkûmu, emeklemeye durmuş. “İslamî ilimler”, farklı bir vadide, emeklemeye durmuş. “Fünûn-i müsbete”, başkalarının elinde kalmış, bize de onun taklidi düşmüş. Onlar, “materyalizm!” demişlerse, o denmiş; “pozitivizm!” demişlerse, o denmiş; “natüralizm!” demişlerse, o denmiş; ötesinde bir şey söylenememiş.

Bir gün, yine bu üç esasın bir araya gelmesiyle, Kur’an’dan maksut olan şey, Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı sübhânîsi ortaya çıkacaktır. Gaye-i hayal haline getirip bunu realize etmeye bakmak, bunu tahayyül etmek lazım. İnşaallah, bir gün İslamî ilimleri tahsil etmenin yanında, fünûn-i müsbeteyi de tahsil eden ve böylece konuştuklarında birbirini anlayan insanlar neş’et edecek. Antropolog konuşurken, tefsircinin onu anlaması lazım, hadisçinin, onu anlaması lazım; Astrofizikçi konuşurken, tefsirci ve hadisçinin onu anlaması lazım; Fıkıhçının onu anlaması lazım… Birbirini anlayan “hey’et-i âliye” -ki Hazreti Pîr’in de işareti var- bir araya gelerek, çağın renk ve desenine göre, numara-drop uygun, o çağa göre bir yorum ortaya koyacak. Büyük müfessirin, üçüncü asırdaki müfessirin (“Te’vilâtü’l-Kur’ân”isimli tefsirindeki) ifadesiyle ifade etmek lazım; bir “te’vil” ortaya koyacak. “Kitabü’t-Tevhid” sahibi, Mâverâü’n-Nehr’in âbide şahsiyeti, İmam Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944); akidede bizim de yolunda yürüme durumunda olduğumuz insan. Allah, onların yolunda yürümede bizleri sâbit-kadem eylesin! Her şeyi yarımlaştırdığımız, çeyrekleştirdiğimiz gibi, aslında onların yolunda yürümede de sekmeye devam ediyoruz. “Sekme” denir buna, hafizanallah.

Günümüzün cahil ve laubali teologlarını değil, her konuda kılı kırk yararak eserler yazmış ve örnek bir hayat ortaya koymuş selef-i sâlihîni takip etmek lazım!..

Onları çok ciddi takip ettiğiniz söylenemez. Gece, teheccüdü kaçırdığından dolayı, gündüz onu kaza ederken, “Bu esas, gece namazıydı ve berzah hayatını aydınlatacak bir projektör idi; ben nasıl oldu da bu geceyi böyle ölü geçirdim?!.” diye ağlayan/üzülen kaç insan vardır, o camileri lebâleb dolduran insanlar içinde?!. Bırakın onları, kaç imam vardır, kaç müezzin vardır, kaç vaiz vardır, kaç merkez teşkilatındaki ekâbir vardır, kaç Horasanlı Taylasanlı vardır?!. “Evvâbin’i kılamadım! Cebren li’n-noksan; farzımda, revâtibimde kusur etmiş olurum. Onu da kılayım ben!..” diyen kaç insan vardır?!.

Kütüb-i fıkhiye’de anlatılan esaslar bunlar. Ezbere bir şey değil ki, alın bakın. Burada bunların hepsi de yine müşterek “Fethü bâbi’l-İnaye” ile beraber müzakere edildi. Yirmi eser var mıydı? Belki, yirmi ayrı fıkıh kitabı mütalaa edildi. Ben en âli mektepte meseleye bu şekilde yaklaşıldığını bilmiyorum; çünkü oralarda bile iş, geçiştirmeye bağlanmış. “Fihriste bak, işle, fişle, doktora yap, doçentlik yap, profesör ol; tamam, allâme-i cihansın!” O değil!.. O, müktesebatın bütününe vâkıf olma, esastır. O, Kütüb-i Sitte’yi birkaç defa baştan sona okumamışsa; “Falan şöyle diyor, filan böyle diyor!” Ben ona katiyen hadisçi demem. Efendim, o olsa olsa, “hüdeys”çi olur; muhaddis değil, “müheydis”!.. Yok öyle bir kelime.

Evet.. Derin olma mecburiyetindeyiz. Dürer’e bakın, Gurer’e bakın; Fatih döneminde yazılan eserler. Yine o döneme ait İbrahim Halebî’nin “Mülteka’l-Ebhur”una bakın; sadece namaza müteallik, Haleb-i Sağîr’ine bakın. Belli bir dönemde yazılmış (Nuru’l-Îzâh şerhi) Merâki’l-Felâh’a bakın; onun haşiyesi, Tahtâvî’ye bakın… Onlara göre bir Müslümanlık… Selef-i sâlihînin dediği şeyleri süzmüş, değerlendirmiş, takdirlerde-tercihlerde bulunmuş, ortaya koymuşlar; “Müslümanlık budur!” demişler.

İbn Âbidîn’e bakın, son allâmelerden. Fıkhı, müctehid kadar bilen hocalara şahid oldum. O Erzurum müftü nâibi Osman Efendi de onlardan bir tanesi idi. Fıkıh kitaplarını mütalaa ederken, uykuya daldığına, kitabın yüzüne düştüğüne şahit olmuştum. Bize, dersleri takrir etmenin dışında, yatakta bile onları mütalaa ederdi. Kendisine bir müctehid nazarıyla bakılırdı. Ama o, İbn Âbidîn’i kendinden çok büyük, allame gibi görürdü. Konyalı Hâdimî’nin Muhammediye şerhi “Berika”yı ders olarak takrir ederken, Hâdimî’yi bir allame gibi görür, ona saygı duyardı. Kendisi bir allame idi; ama onları gerçek allame gibi görür, onlara saygı duyardı.

Onlar anlatmışlar: Nasıl Cuma namazı kılınır Türkiye’de, nasıl beş vakit namaz kılınır, farzlar nelerdir, revâtib nelerdir, zevâid nelerdir, cebren li’n-noksan edâ edilen şeyler nelerdir? Ee alın bakın!.. İbn Âbidîn’e mi ben inanacağım şimdi, günümüzde bir kitabı baştan sona kadar okumamış, günümüzün daracık bilgili teoloğuna mı?!. Hem de “firak-ı dâlle”den, firak-ı dâlle… Bir yerde, Perslinin tecviz ettiği şeyi (Mut’a’yı) tefsire yazarken, “evet” diyen, firak-ı dâlle. Bunların fetvâ emini oldukları dönem!.. Zamanın ne kadar karardığını ona göre değerlendirin!.. Ufkun ne kadar karardığını, insanların ne kadar dinden uzaklaştığını kararlaştırın!.. Ee diyor ki, Cuma günü, işte camiye geldiğiniz zaman, orada ister tahiyye-i mescid şeklinde, isterse cumanın ilk sünneti.. sonra cumanın farzı.. ondan sonra, cumanın son sünneti.. günümüze göre, ondan sonra zuhr-i âhir. Ve İbn Âbidîn, lütfen bakın, beş-on tane o selef-i sâlihin’den, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci asırda yaşamış fukahâ-i kirâmın eserlerinden kaynak göstermek suretiyle diyor ki, günümüze göre, “Bir de vaktin son iki rekât sünneti mutlaka kılınması lazım!” Ee kendini beğenmiş akıl hastası teolog, hemen namazı kılar kılmaz, aradan geçiştirme -efendim- üzerinden atma manasında sıvışıp camiden çıkınca, cemaat de harıl harıl boşalıverir arkasından; “Galiba böyle olacakmış!” der. “Galiba böyle olacakmış!”

Hadis-i şerifte ifade buyrulduğu gibi; “Ulemâ kalmayınca, halk, cühelâyı “âlim” diye intihap ederler, meseleleri onlara sorarlar; onlar da o yarım-yamalak bilgileriyle fetva verirler; kendileri dalalete düşmüştür, başkalarını da idlâl ederler.” “Fe-dallû ve adallûفَضَلُّوا وَأَضَلُّوا Efendimiz buyuruyor. Şayet, sen, aradan çıkarma ve hemen sıvışma şeklinde, hemen öyle yapıyorsan, başkaları da -işte o şeyin arkasından sürüklenen koyun sürüsü vardı ya- onlar da senin arkandan sürüklenir çıkarlar.

Hakka adanmış ruhlar, hep azimetlerle amel etmeye çalışmalıdırlar!..

Evet, dinin emirlerini azimetlere yürekten bağlılık içinde ölesiye bir gayretle yerine getirmek lazım. Ha, birilerinin o mevzuda kusuru var; sünneti ihmal ediyor; zevâid’de kusuru var, ihmal ediyor onu. O mevzuda onlara denecek şeyleri, usulünce, kaçırmadan, tenfîr etmeden, meseleyi bir ağırlık şeklinde onlara tahmil ediyor gibi tahmil etmeden anlatman lazım. Ama sana gelince, Hazreti Pîr’in de bir yerde işaret ettiği gibi, Şa’rânî’nin Mizân’ı zaviyesinden “azimetlerle amel etmek” hedefin olmalı.

Mesela;Ebu Hanife hazretlerinin bir yaklaşımı var. Diğer üç imam, hatta onların dışında İmam Sevrî, Evzâî -bunlar da o devrin müctehidleri, onlar- öyle demiyorlar. Fakat Hazreti İmam-ı Hümam, “Mâ-i müsta’mel necistir!” diyor. Zuheylî -merhum- el-Fıkhü’l-İslamî isimli on ciltlik eserinde -onu da mütalaa etme imkânı olmuştu- diyor ki: “O Hazret, bir yerdeki bir tablo karşısında bunu söylemişti. Gerçekten biri, genel durumu itibariyle, şöyle idi de, onun vücudundan dökülen sular, dolayısıyla necisti; dolayısıyla mâ-i müsta’mel necisti!” Bununla beraber, Hazreti İmam-ı Hümam’ın talebeleri, Hazreti İmam-ı Hümam’ın mütalaasının o istikamette olduğunu söylüyorlar. Şimdi, herkes buna riayet etmeli mi, üzerine hiç suyu sıçratmamalı mı?!. Fakat bir imam bunu söylemişse, elden geldiğince “azimetle amel” odur.

Abdestin kaç tane rüknü var; Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre; yüzünü yıkamak, kollarını yıkamak, başına mesh vermek, ayaklarını yıkamak; başa mesh edilmesi ve ayakların da yıkanması. Ama imamlardan bir tanesi “Niyet de abdestin esasıdır.” diyor. Biri de “Tertip esastır!” diyor, “Sıra ile yapmak lazım; evvela kollarını yıkayıp sonra yüzünü yıkadığın zaman, olmaz!” diyor. Şimdi, Şa’rânî’nin Mîzân’ına göre yapılması gerekli olan, o diğer mezheplerin farklılıklarını da nazar-ı itibara alarak meseleyi ağırlığıyla yüklenmektir.

Kur’an’a gönül vermiş, dilbeste olmuş, kendi için yaşamayan, başkalarını yaşatmayı gâye-i hayal haline getirmiş insanlar, Allah ile münasebetlerini bu ölçüde bir derinlik içinde ele almıyorlarsa, tekkeleri işgal eden post-nişinler olsa da, sıfır oğlu sıfırdır. Camide gürleyen vaiz olsa da, sıfır oğlu sıfır; Diyanet’te belli merâtipte makamları ihraz etseler de -bağışlayın- sıfır oğlu sıfır!..

Evet… Vâkıa insanın, şahsı itibariyle kendisini sıfır görmesinde yarar var. Ama bu şekilde “sıfır olma”, ayrı bir mesele. Bu, Allah’ın bir mekridir, hafizanallah. Ve din bilgisi, din adına halkın onları dinlemesi meselesi de bir çeşit “istidraç”tır. Neden bu yarım yamalak bilgili insanları insanlar, insan diye, biliyor diye dinliyorlar?!. Onlar, dinliyorlar; o da farkına varmadan, -efendim- kendisini bir şey görüyor, zavallı, “istidraç”zede; kaybediyor, kazanma kuşağında.

Selef, ne demişse, o meseleyi milimi milimine yaşamak… Kur’an’ı, Sünnet’i didik didik etmiş, hallaç etmişler, ona göre ahkâm-ı İlâhiyeyi ortaya koymuşlar, ârızasız-kusursuz. Cenâb-ı Hak, Firdevs’i ile hepsini sevindirsin!

Harikulade dehalar, dağılmamış insanlar, doğru müslümanlık ve günümüzdeki sahtekârlar…

O ölçüde o meseleleri ortaya koyacağımız, şartlar ve konjonktür hazır olacağı âna kadar… Bir farklı anlayış… Bundan sonra tek başına bir insanın müctehid olması mümkün değil. “Ben müçtehidim!” diye ortaya çıkan, haddini bilmeyen paranoyaklar olabilir; paranoyak, olabilir. Fakat günümüzde “ezhân” bu kadar dağılınca, zihinler bu kadar dağılınca, dün duyduğu şeyi bugün unutan insanların içtihatta bulunmaları mümkün değil.

O ictihad meselesi… Dördüncü derecede Ahmed İbn Hanbel. Bir milyon hadisten, o kırk bin küsur hadise yakın, (oğlunun ziyadesiyle beraber, Abdullah’ın ziyadesiyle beraber) seçmiş. Bir milyon hadisten… Aklınızda değerlendirmeniz için küçük bir örnek vereyim; Buhari burada var, değil mi? Ondaki hadis sayısı, beş bine yakın. Düşünün, yüz bini ne kadar olur onun! Sonra yüz binin on katı ne kadar olur! Fakat o Ahmed İbn Hanbel, o müçtehidîn-i izâmın dördüncüsü. Ebu Hanife, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, sonra dördüncü derecede Ahmed İbn Hanbel geliyor.

O cins dimağlar… Başka şeylerle meşgul olmamışlar, dağınıklığa düşmemişler; bütün himmetlerini Allah’ın murad-ı sübhânîsini anlama istikametinde kullanmışlar. Siyaset nedir, bilmemişler. Siyasetçiye kapı kulu olmamışlar. Onlar karşısında düğme iliklememişler. Hatta İmam Gazzalî gibi, çokları bir yönüyle, onlarla oturup kalkmayı ilme karşı saygısızlık ve cinayet saymışlar. “Ayağıma gelirse!..” Harun Reşid, Fudayl İbn İyaz’ın ayağına gidiyor ve “Bana nasihat et!” diyor. Türkiye kadar yirmi büyüklükte bir devletin başındaki adam, Fudayl İbn İyaz’ın ayağına gidiyor; o da onun kusurlarını sayıp döküyor yüzüne: “Milletin malından alıyorsun, hakkın mı o? Ebu Bekir ne kadar almıştı, Ömer ne kadar almıştı, Osman ne kadar almıştı? Ama sen, ne yapıyorsun?!. Bu mevzuda, çoluk-çocuğun için de -o dönemde yoktu hani, günümüzden misal verecek olursak- nereden bu villalar; gecekondudan çıkıp da birden bire nasıl oluyor o filolar?!. Nasıl oluyor da o yalılar?!. Nasıl oluyor da dünya kadar yurt dışına para transferleri?!. Nasıl oluyor?!.” O da hıçkıra hıçkıra ağlıyor, yanındaki Fazl “Hünkarı, sultanımızı çok rencide ediyorsunuz; ne olur, biraz yumuşak konuşun!..” diyor. Ama Harun Reşid, gönlünden gelen bir istekle dinliyor onu; çünkü o, doğru Müslüman!.. Çünkü o, doğru Müslüman!.. Mefhum-u muhalifini, şöyle günümüzde genel manzara itibariyle nazarınızı gezdirin, tayin etmeye çalışın.

Mefhum-u muhalifi… Çünkü onlar, doğru Müslüman değil!.. Çünkü onlar, sahtekar!.. Çünkü onlar, riyakar!.. Namazları da yalan, oruçları da yalan, geçmişle irtibat adına değişik organizasyonları da yalan!.. Şanlı ecdadımızın adını kullanmaları da yalan!.. Yalan ile oturuyor, yalan ile kalkıyorlar!.. İftira ile oturuyor, iftira ile kalkıyorlar!.. Ve dolayısıyla da hayallerinde kendilerine “Binde bir ihtimalle, ne olur ne olmaz, tehlike olur!” diye, birilerini, bir tehlike zümresi, tehlike cemaati olarak îlân etmek suretiyle, ademe mahkum etmeye çalışıyorlar. Ta’yîrleri ta’yîrler, tahkirleri tahkirler, tezyifleri tezyifler, ibâdeleri ibâdeler, tenkilleri tenkiller takip ediyor. Yerle bir etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar; çünkü onlar birer vehim insanı!..

Canlı kalabilmenin yolu, öncelikle hal ve temsil ile sürekli hakikatlere tercüman olmak, sonra da gerektiğinde dil ile o hal ve temsilin şerhini yapmaya çalışmaktır

Evvelâ: Esasen her mü’min, inandığı şeyleri başkalarına duyurmak, hususiyle temsil ile meşherlerde sergilemek, hâl ile dünya meşherlerinde sergilemek suretiyle, kendini canlı tutar. Ele-âleme hayat nefhettiğiniz sürece canlılığınızı korumuş olursunuz. Mü’minin canlılığını muhafaza etmesi meselesi, esas, etrafa -bir yönüyle- hayat nefhetmesine bağlıdır, İsrâfîl gibi. Bunun heyecanını yaşama… “Benim, canlı kalmam lazım! Her zaman Allah’ı görüyor gibi ibadet yapmam lazım! Allah tarafından görülüyor olma mülahazasıyla asâ gibi iki büklüm yaşamam lazım!” Biraz evvelki mülahazalara bağlı, Allah’a karşı ubudiyeti aradan çıkarma, -efendim- sonra sıvışıp gitme şeklinde değil. “Keşke hiç bitmese, şu öğlen hiç bitmese!”

Hadis-i şerifte buyurmuyor mu? “Kalbi, camiye muallak olan insan!” Öğleni kılıyor, “İkindi ne zaman gelecek? Ben, yeni bir irtibatla, salat-ı vüstâ ile bir irtibat daha tesis edeyim?!.” Dünya işlerine gidiyor; idareci ise, idaresinin başına gidiyor, masasının başına oturuyor ama kalbi, cami için çarpıyor: “Bir ezan okunsa da, yeniden, ezan ile bir konsantrasyona geçsem; bir kamet okunsa, yeni bir konsantrasyona geçsem; bir sünnet kılsam, bir kat daha konsantrasyonumu artırsam; bir farza dursam, Allah ile tam münasebete geçsem de bir kere daha o tadı tatsam!..” Öyle…

Şimdi herkese bu duyguyu, bir yönüyle duyurma… Arz ettiğim gibi, meşher-i âlem çarşısında, memerr-i âlem çarşısında (âlemin gezip dolaştığı çarşıda) hâl ile, temsil ile sergileme… Halin/temsilin -bir yönüyle- net anlaşılmadığı yerlerde -esası odur- kavli devreye sokma… Yani “Niye bu insanlar, bu kadar ince?!. Neden gözler kontrol altında?!. Neden kulaklar, mesmû olmaması gerekli olan şeylere karşı kapalı?!. Neden dil, hep konuşulması gerekli olan şeyleri konuşuyor?!. Neden sükût, tefekkür; konuşma, hikmet?!.” Bu hususlarda, el-âleme, o temsilin dilinden anlamayan, hâlin dilinden anlamayanlara, sen, “İşte şunun için!” diyeceksin. Şimdi bu, esas o vazifeyi yapan, o misyonu edâ eden, o işin mücâhidi diyeyim, o işin mücâhedecisi olan o insanın canlı kalması adına, hep dipdiri kalması adına çok önemli bir faktör.

İkincisi: O mesaj size sunulmuş ve dünyanın her yerine o meseleyi ulaştırma, bir sorumluluk şeklinde size yüklenmiş mi, yüklenmemiş mi? Diyor mu, demiyor mu İnsanlığın İftihar Tablosu, sallallâhu aleyhi ve sellem: “Benim adım, Güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” Ve bu ümmet, mübarek ümmet, Kur’an-ı Kerim’de takdir edilirken, كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ  “(Ey Ümmeti Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz).” (Âl-i Imrân, 3/110) Evet… Münafıklar, kendilerine ait hususlarla anlatıldıktan sonra, mü’minlere gelince, onlar, bu evsafla anlatılıyorlar. Kaç yerde, hakkı/hakikati anlatma ve aynı zamanda münkerâttan insanları vazgeçirme meselesi, ciddî bir sorumluluk şeklinde, inanan insanlara birer vazife olarak tahmil ediliyor. Bu sorumluluğu yerine getireceksiniz. Bu, bir esas; bunlar, usûl. Ama bu mevzuda üsluba gelince, onu da o müctehidlerin o mevzuda ortaya koydukları temel disiplinlerle, her çağda gelen müceddidlerin ortaya koydukları disiplinlerle belirleyeceksiniz. Böylece siz, usulü, esası, “üslub”a fedâ etmeyeceksiniz. Usûlü/esası, deldirmeyeceksiniz, üslup hatasıyla. O da ayrı bir mesele. Ortak akla müracaat edeceksiniz; “Şöyle bir mesele var fakat insanların tepkisine de sebebiyet verebilir; ben bu meseleyi nasıl diyeyim, nasıl edeyim?!.” diyeceksiniz.

Bir de bu mesele… Sizin canlı kalmanızın çok önemli bir dinamizmi olmasının yanı başında; aynı zamanda o güzellikleri değişik meşherlerde teşhir ederek, temsil ile, hal ile göstererek onları herkese duyuracaksınız. Cami minberlerinde/mihraplarında lafazanlıkla anlatarak değil; esasen, إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ Ricalin değişik kâmet-i bâlâlarında görülen bir hususiyettir; “Hakiki mü’min odur ki, görüldüğü zaman, Allah hatırlanır! يَا مَنْ إِذَا سَجَدَ تَجَلَّى اللهُ deniyor, Efendimiz ile alakalı. “Ey secde ettiği zaman, Cenâb-ı Hak tecelli ettiği insan!” deniyor. Aynı zamanda secdedeki kıvranmasını da ifade ediyor, Kur’an-ı Kerim bir yerde: وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ “(Kulluk görevini yerine getirebilmen için) secde edenler arasında secdede kıvrım kıvrım kıvrandığını (ve o secde edenlerin iyi birer kul olabilmeleri için nasıl gayret sarf ettiğini de) görüyor.”(Şuarâ, 26/219) Sizi böyle gören insanlar, “Niye?” falan derler, “Neden?” derler. Ve bu, size, esasen, o meselenin izahı, şerhi, haşiyesi adına kendinizi ifade etme yolunu açar. Bir yönüyle size bir imkân verilmiş olur, siz o işi sergilerseniz. Bu da meselenin bir diğer yanı.

Gerçek Müslümanın terörist olamayacağını ve terörün her çeşidinden fersah fersah uzak bulunduğumuzu bütün dünyaya anlatmalısınız!..

Meselenin bir diğer yanı: Esasen, Müslümanlığın bir kavga dini olmadığı çok iyi anlatılmalıdır. “Ebedî Risalet”te ifade edildiği gibi, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşları/harpleri bile, müdâfaa savaşıdır. Bütün dünyaya bunu göstermek lazımdır. Kavganın karşısında olduğunuzu, anarşinin karşısında olduğunuzu, terörist örgütlerin karşısında olduğunuzu ifade etmeniz, İslam’ın güzelliğini anlatma adına çok önemli bir husustur. Yığın yığın günümüzde terörist var. Müslümanlığın/Müslümanların terörizm ile katiyen alakalarının olmadığını anlatmak çok mühimdir. Yirmi sene evvel mi demiş Kıtmîr: “Müslüman, terörist olmaz; teröriste de ‘Müslüman’ denmez!” Olmaz!.. Belki de burada, bu kulelerin tahrip edildiği zaman mıydı, neydi; evet, belki o zaman. O da yine on-on beş sene herhâlde oluyor. Başka zaman belki başka şekilde de mesele ifade edilmiştir. İslam’ın mübarek adını, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam’ın emanetini, Cenâb-ı Hakk’ın mesajının -esas- hayat tarzı şeklinde hayatımıza hayat olmasını -bence- o türlü şeylerle karartmamak lazım.

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası.”(Sözler, s.717) İhyâ-yı din ile olur dünyanın ihyası… İhyâ-yı din ile olur dünyanın ihyâsı!.. Ne çapta olursa olsun, inandırın! Bir seviyede inansın. Dolayısıyla bu, sizi -bir yönüyle- omuz omuza getirecek; diz dize, topuk topuğa getirecek; âdeta bir safın insanları haline getirecek. İsterseniz siz sonradan ona “kültürler diyalogu” dersiniz; isterseniz “anlayışlar diyalogu” dersiniz; isterseniz “inançlar diyalogu” dersiniz. Fakat esası bunun, “kavgasız bir dünya” demektir; “birbirini canavar gibi öldürmeyen insanların dünyası!” demektir.

Kâfî derecede -zaten- insanlar ölüyor. Efendim, buna Darwin mülahazasıyla “natürel seleksiyon” demeyeceğim de ben; bir yönüyle şöyle-böyle, değişik yaygın/sârî hastalıklarla veya işte başkalarının şöyle-böyle zarar vermesiyle insanlar ölüyor. Buna da isterseniz “iradî seleksiyon” diyebilirsiniz; “Natural seleksiyon” yerinde “iradî seleksiyon”. Yok öyle bir tabir. Evet, bu açıdan da varsın olsun, insanlar. Efendim, “Bir ekmek bulamıyorsam ben, yarım ekmek ile geçinirim, yarısını başkasına veririm!” Ve böylece kimsenin canına kıymam.

Kardeşleriniz, dünyanın değişik yerlerine yayıldılar, bir anlayışı ortaya koydular ve o insanlar, onları bağırlarına bastılar. Allah vüdd vaz’etti: إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecek (ve onlar, şu anda az ve güçsüz de olsalar, her tarafta kabul görecekler)dir.” (Meryem, 19/96) İman ettiler, sâlih amel yaptılar. Allah, onlar hakkında sevgi, herkesin gönlüne sevgi koydu; onlar için hüsn-i kabul vaz’ edildi; herkes, bağrına bastı onları.

Öyle ki, kapalı olarak üç-beş seneden beri, açık olarak da iki seneden beri, o oluşumları yıkmak için sağa-sola dünya kadar para döktükleri halde, Allah’ın izni ve inayetiyle küçük bir-iki yerde -ancak- kırılmaya sebebiyet verebildiler. Bütün müfsitliklerini, zulümlerini kullandılar ancak bir-iki yerde küçük kırılmaya sebebiyet verdiler. Onlar da tamir edilmez gibi değil, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Öbürleri “Niye bütün bütün kıramadık?! Richter ölçeğine göre on şiddetinde bir zelzeleye sebebiyet veremedik; bütün bu müesseseleri yerin dibine batıramadık?!.” diye kederlerinden gidecekler. Ben değil, başkaları da değil, belki siz de değil ama birileri o ölçüde saygılı davranmayacak, o ölçüde dine de saygılı olmayacak, o ölçüde ölüp gidenlere karşı da saygılı olmayacak ve şöyle diyeceklerdir, taziye adına:

“Ne kendi eyledi rahat,
Ne halka verdi huzur;
Yıkıldı gitti cihandan,
Dayansın ehl-i kubûr…”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Dert, Rıza ve Recâ

“Derd-i derunuma derman arardım / Dediler ki: Derttir dermanın senin!..”

Dert, hadiseleri, insanlara çok farklı okutturur. Asıl mesele, derdi derman bilmektir. Diyor ki büyük zat: “Dertten büyük derman mı var; bir sebeb-i gufrân mı var?” (M. Lütfî Hazretleri) Dert, sebeb-i gufrân oluyor; dertli insan arınıyor günahlardan, Türkçemizdeki ifadesi ile “pîr u pâk” oluyor.

Öbür tarafa öyle -bu yolla bile olsa- arınmış olarak gitme varken, bence olup biten şeyleri hiç kâle almamak lazım. Madem derd-i hicrana, onulmaz dertlere derman, O (celle celâluhu); gönül, dermanını bulmuş demektir. Üzülmemeli, müteessir olmamalı!.. İçine bir sıkıntı geldiği zaman, içini O’na dökmeli!.. Yine o büyük zatın dediği gibi: Kerem kıl kesme Sultan’ım keremin bî-nevâlardan / Kerem-kâne yakışır mı kerem kesmek gedalardan?!.” Kendini o konumda mütalaa et!.. O’nun kapısının tokmağına dokunacağın zaman, bu mülahazalar ile dokun! Hâlinden şikâyet etme; kendi konumunun hakkını ver!..

Siz, bu türlü -şikâyet barındıran- mülahazalara inşaallah girmezsiniz. “Gelse celâlinden cefâ / Yahut cemâlinden vefâ // İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..”der, her şeyi hoşnut bir ruh hâleti ile karşılarsınız.

Zannediyorum “Râdıye” “Mardıyye” sırrının -esas- tecelli ettiği nokta da burası oluyor. Nefs-i Levvâme’den sıyrılma, nefs-i hayvânîden sıyrılma, Nefs-i Mutmainne’ye ulaşma… O da Cenâb-ı Hakk’ı çok zikir ile, çok tefekkür ile, çok tedebbür ile oluyor. Kur’an buyuruyor: أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “İyi bilin ki, gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”(Ra’d, 13/28) Eskiler “Âgâh u mütenebbih olunuz!” derlerdi; onların ifadesiyle, “Âgâh u mütenebbih olunuz ki, kalbler Allah’ı anmak ile oturaklaşır, itmi’nâna ulaşır.”

İtmi’nâna ulaşmış bir kalbin iki kanadı vardır: Bir kanadı itibarıyla, “Râdıye”dir; o, Allah’tan hoşnuttur. Biraz evvelki mülahazaya bağlı diyecek olursak, hem “Celâl” hem “Cemâl” tecellilerini rıza ile karşılıyordur. Diğer kanadı itibarıyla da “Mardıyye”dir; Allah’ın rızasına mazhardır. Bunu, Kur’an-ı Kerim ifade buyururken değişik yerlerde: رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut.”diyor.

Evvelâ, Allah’ın râzı olması… O (celle celâluhu) râzı olunca, senin gönlüne de rıza hissi doluyor. Şu kadar var ki, Allah, ilm-i muhît-i Sübhânîsi ile senin ne yapacağını biliyor, senden râzı oluyor. Hak dostu, el-Kulûbu’d-Dâria’da ifade edildiği gibi; “Sen, razı ol ki, ben de râzı olayım!” diyor. Senin Allah’tan -yürekten- râzı olman, her şeyi hoşnutluk ile karşılaman, O’ndan gelen bir esintidir, bir merhemdir.

Bazen bir muhalif rüzgâr esebilir, bazı şeyleri savurmuş gibi görünebilir ve arkasında da bu türlü fırtınalara sebebiyet veren, merhametsiz, mürüvvetsiz “gibi” görünen insanlar bulunabilir. Fakat sen, Allah’a nasıl inanıyorsan, nasıl sağlam, mutmain bir kalbe sahip isen, öyle davranmalısın!.. Enbiyâ-i ızâmın yolunda yürüdüğüne göre, onlar gibi davranmalısın!..

Vakıa, enbiyâ-ı ızâm arasında -o mevzudaki gayretine bağlı olarak- bir ölçüde şiddetli hareket edenler de olmuştur; Hazreti Nûh (aleyhisselam) onlardan biridir. Allah Rasûlü de buna işaret buyuruyor: “Hazreti Musa ile Hazreti Nuh…” diyor.

İnsanlığın İftihar Tablosu kime benziyordu?

Kur’ân’ın ifadesiyle, وَقَالَ نُوحٌ رَبِّ لاَ تَذَرْ عَلَى الأَرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيَّارًا “Nûh şöyle yakardı: Rabbim! Yeryüzünde, kâfirlerden yurt tutacak/gezip dolaşacak hiç kimse bırakma!” (Nuh, 71/26) “Ey Rabbim! Seni inkâr eden, Seni tanımayan, bütün tekvinî emirlere karşı gözünü kapayan, teşriî ayetleri anlamazlıktan gelen insanlara yeryüzünde bir yurt tutunma fırsatı verme!” Hazreti Nuh, kendine, anne-babasına rahmet okuduktan sonra da “Allah’ım, zâlimlerin helâk olmalarını artır!” diyor.

Fakat bir yerde, sesi-soluğu kesiliyor: فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Bunun üzerine Rabbine, ‘Ben yenik düştüm, bana yardım et!’ diyerek yalvardı.” (Kamer, 54/10) buyurulduğu üzere, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Rabbim, ben mağlup oldum, ne olur bana yardım et!” diye yakarıyor. Esbâb bil-külliye sukût ediyor; çaldığı kapılar, hep yüzüne kapanıyor.

Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile, Hazreti Nuh, uzun zaman yaşıyor, yüzlerce sene yaşıyor. Dokuz yüz elli sene yaşama, istiğrap edilecek bir şey değil; bu, Allah’ın elinde bir şey. Evet, Kur’an-ı Kerim diyor: وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَلَبِثَ فِيهِمْ أَلْفَ سَنَةٍ إِلاَّ خَمْسِينَ عَامًا “Nuh’u bir rasûl olarak halkına gönderdik ve aralarında bin yıldan elli yıl eksik bir süre kaldı.” فَأَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ “Nihayet onları tufan (su felâketi) yakalayıverdi.” (Ankebût, 29/14)

Onca zaman kapı kapı dolaşıyor, kapı tokmaklarına dokunuyor. Ne diyor? “Sizi yaratan, -bakın- şu tekvinî emirleri var eden, sizin ile onlar arasında genel âhenk tesis buyuran Allah (celle celâluhu), Kendisine iman etmenizi istiyor.” İnsanlığın İftihar Tablosu, belli bir dönemde, قُولُوا لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ، تُفْلِحُوا “Lâ ilahe illallah, deyin; kurtuluşa erin!..” “Böyle deyin ve felaha erin!” buyuruyor. “Felaha erin, kurtuluşa erin!..” Bunu başka kimse söyleyemez; bunu, O’nun ile irtibatı olan, vazifeli olan, yedi kat semanın ötesinde -esasen- muhabereye hazır bulunan bir Zat ancak söyleyebilir. Dolayısıyla “dâll bi’l-ibare” ile لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ; “dâll bi’l-işâre” ile -usuldeki ifadesiyle- مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ. Bütün peygamberân-ı ızâm, öyle diyor, aynı mesajı duyuruyor; Hazreti Nuh da öyle demişti.

Seyyidinâ Hazreti Musa da bir-iki yerde, mütemerrid kavmi için, hususiyle Firavun için -ki “Amnofis” diyor M. Akif, başka bir isim de olabilir; o dönemde çekmediği şey kalmıyor ondan- aleyhte dua ediyor. رَبَّنَا إِنَّكَ آتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلَأَهُ زِينَةً وَأَمْوَالاً فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا رَبَّنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَبِيلِكَ رَبَّنَا اطْمِسْ عَلَى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُوا حَتَّى يَرَوُا الْعَذَابَ الأَلِيمَ “Musa, Allah’a şöyle yalvarıyordu: Rabbimiz! Sen, Firavun’a ve onun ileri gelen yetkililerine dünya hayatında göz kamaştırıcı bir debdebe ve bol servet verdin; (bunlara dayanarak) insanları Sen’in yolundan saptırıp dalâlet vadilerine atıyorlar Rabbimiz! Rabbimiz! Onların mallarını mahvet ve kalblerine sıkıntı üstüne sıkıntı ver; belli ki, o pek acı azabı görmedikçe iman edecek değillerdir.” (Yunus, 10/88) رَبَّنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَبِيلِكَ “Rabbim! Âkıbet itibarıyla, insanları Senin yolundan şaşırtmaları için mi bu imhâlin?!.” رَبَّنَا اطْمِسْ عَلَى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلَى قُلُوبِهِمْ “Rabbimiz! Onların mallarını mahvet ve kalblerine sıkıntı üstüne sıkıntı ver.” diyor.

İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Ben, peygamberân-ı ızâm içinde, Hazreti Nuh ve Hazreti Musa gibi değilim…”Bazen öyle olabilir; hususî bir fazilette, bir meziyette tam, aynen onlar gibi olmayabilir. Ama “Ben, ahlak açısından, Hazreti İbrahim ve Hazreti İsâ gibiyim!” diyor. Bu, ezbere değildir.

Hazreti İbrahim, babasından ayrılırken, babasının onca temerrüdüne rağmen, yine onun için dua ediyor: وَاغْفِرْ لأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ “Babamı da bağışla; çünkü o, sapıp gitmişler içinde bulunuyor.” (Şuarâ, 26/86) Âzer’in “Git başımdan, defol! Bırak beni!” filan demesine karşı, o yine “Allah’ım! Babamı da mağfiret buyur!” diyor. Âzer, babası ise şayet… Bazı tefsirler, “amcası idi” diyorlar; amcaya da “baba” dendiği için.

Seyyidinâ Hazreti Mesih de “İyilik, sana ihsanda bulunana yaptığın iyilik değildir; iyilik ve ihsan, sana kötülükte bulunana ihsanda bulunmandır!” diyor. Bu, seyyidinâ Hazreti Mesih’in huyu, ahlakı; İnsanlığın İftihar Tablosu, onu da benimseniş.

“İyilikle kötülük bir olmaz...”

Kur’an, O’na diyor ki: وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki, seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34) “Hasene” ile “seyyie” bir değildir. “İyilik” ile “kötülük” birbirinden farklı şeyledir. Biri, bir ibre gibi, bir ok gibi -esasen- Cehennem yolunu gösterir; öbürü de diğer bir ok gibi, bir ibre gibi, kıbleyi tayin eden bir pusula gibi, sana Cennet yolunu gösterir. Birbirinden çok farklıdır bunlar. Açının en fazla açıldığı dönemde, bu meselelerin ikisi birbirinden o kadar uzak; açı o kadar geniştir hasene ile seyyie arasında. وَلاَ تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü iyilikle sav!.. ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ Sen kötülüğü iyilikle sav; o zaman bir de bakarsın ki, kalbinden senin için sürekli düşmanlığın fokurdayıp durduğu o insan, sana bağrını açar, seni kucaklamak ister.

Şimdi, bugün böyle bir imtihandan geçiyorsunuz. Yiğitlik odur ki, başkalarının yaptıkları hadden efzun (sınırı fazlasıyla aşmış) o kadar kötülük karşısında, iyilikten ayrılmayasınız. İlk Baba’nın evlatlarının iyisinin (Hâbil) kötüsüne (Kâbil) dediği gibi… Hâbil, Kâbil’e لَئِنْ بَسَطْتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ لأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Hiç şüphesiz ben, Âlemlerin Rabbi’nden korkarım.” (Mâide, 5/28) Öldürmek için el kaldırsan bana, öldürme unsurlarını kullansan, balta ile tepeme vursan, balyoz ile tepeme vursan, sana el uzatma niyetinde değilim. Allah’tan korkarım! Fakat böyle bir şeyin sonu, esasen senin Cehennem’e gitmendir. Ben böyle yapıyorum ya, sen de öyle yapıyorsun ya; bana yaptığın bu şeyden dolayı senin Cehennem’e gitmen, âkıbet itibarıyla kaçınılmadır.

Aslında, Hâbil, kardeşinin Cehennem’e gitmesini de asla istemez. O istemez; Hazreti Âdem’in evladı, Hâbil… Bırak onu, Kıtmîr bile, size kötülük yapanlara karşı diyor ki: اَللَّهُمَّ لاَ تُعَذِّبْهُمْ بِعَذَابِكَ فِي اْلآخِرَةِ؛ أَجِرْهُمْ، خَلِّصْهُمْ، نَجِّهِمْ مِنْ عَذَابِ النَّارِ؛ إِنْ كُنْتَ سَتُعَذِّبَهُمْ فَعَذِّبْهُمْ فِي الدُّنْيَا عَذَابًا خَفِيفًا “Allah’ım, onları da ahirette azabınla cezaya uğratma; azabından onları da uzaklaştır ve halâs eyle; Cehennem azabından onları da kurtar. Şayet onlara azap etmeyi murat buyuruyorsan, o halde cezalarını dünyada ver ve onları burada hafif bir azaba uğrat!..”Zira öbür tarafta yüzleri asık, başları önlerinde; karşına çıkacaklar o mahcubiyet içinde. Bakışlarıyla senden şefkat dileniyor gibi dilenecek, o kötülük yapanlar. Bugün sana hakk-ı hayat tanımayanlar, seni itibarsızlaştırmaya çalışanlar, öbür tarafta boyunları bükük, başları önlerinde, senin yanına gelecekler… “Allah’ım! Orada öyle bir mahcubiyeti onlara yaşatmamak için, ille de bir şey yapacaksan, burada, adl-i Sübhânîn ile imhâlini sona erdirerek onlara yapacağını yap! Bahtına düştüm, öbür tarafta onları ta’zîb etme; onların ta’zîbi ile beni de azaba uğratma! Çünkü ben, dayanamam! Başkalarının cayır cayır Cehennem’de yanmalarına dayanamam!..”

Evet, o büyük insanların Kıtmîr’i böyle düşünüyorsa, elbette o, لَئِنْ بَسَطْتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ لأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ “Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Hiç şüphesiz ben, Âlemlerin Rabbi’nden korkarım.”(Mâide, 5/28) der. Bu açıdan, ahlak ve karakter bu olmalı!.. O zaman, iyiliğin iyilik doğuracağını göreceksiniz. Siz hiç farkına varmadan, saçtığınız iyilik tohumları, iyilik başaklarına dönüşecek. Ve geriye dönüp bir baktığınız zaman, “Oo!.. İyilikten bir sürü başak türemiş; iyilik fidelerinden bir sürü çınarlar, selviler meydana gelmiş, Allah’ın izni-inayetiyle. Meğer bunlar, bu türlü şeyleri tevlîd edecekmiş, onlara vesile olacakmış; kazanmışım ben!” diyeceksiniz.

“Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner!..”

Şimdi, bu yol mu, yoksa onlara, yaptıkları aynı şey ile mukabele etmek mi?!. Farkına varmadan, bazılarımız, hadisenin şoku ile, onların yaptıkları şeyleri bahis mevzuu yapmak suretiyle nöronlarımızı kirletme durumuna düşüyoruz. Belki Kıtmîr, bunu kendi açısından söylüyor; belki sizin aklınızın köşesinden geçmiyordur. Benim aklımın köşesinden mi geçiyor, Talamus’umdan mı geçiyor, Hipofiz bezimden mi geçiyor, nöronlarıma mı gelip çarpıyor o tsunamiler; bilemiyorum. Fakat önemli olan, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi; الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى “Sabır, hadisenin şokunun yaşandığı ândadır.”

Mesela Kıtmîr, 12 Mart Muhtırası’nı görmüştüm. Şimdi yetmişli senelere dair çektiğim hadiseleri anlatırken size, sizi güldürecek fıkralar şeklinde anlatıyorum. 12 Mart Muhtırası sonrası içeriye alınmışsın, hakaretler görmüşsün. Mesela zehirlenmişsin. -Vakıayı arz ediyorum; şimdi sizin kardeşlerinizin çektiği gibi aynen.- Sen, kendinde değilsin. Ertesi gün vazifeli adam geliyor. -Aynen, aynı ağzı kullanacağım, rahatsız olmayın; onun ağzı, benim ağzım değil bu.- “Lan hoca, dün geberiyordun!..” Evet, çekmişsin. Fakat şimdi ben bunları anlatırken, tebessüm ederek anlatıyorum; siz de tebessüm ile mukabelede bulunuyorsunuz. Fakîr, o zaman, üç sene mahkûmiyet, bir sene de Sinop’a sürgün almıştım.

Seksen senesi… “Niye dindarsın!” diye, “Neden Allah’a inanıyorsun!” diye, “Neden insanları Allah’a götürebilecek çizgide, o yörüngede ortaya konmuş kitapları okuyorsun!” diye çektiriyorlar. Bunların karşılığında hangi madde ile sizi mahkûm ediyorlar? 163’ün birinci fıkrası… “İktisadî, siyasî, kültürel, devletin temel nizamlarını dinî esaslar üzerine oturtmak maksadıyla cemiyet teşkil etme.” Tam altı sene ben kaçtım, onlar kovaladılar. Her yerde, billboardlarda (ilan tahtalarında, duyuru panolarında) resmim var, adım var, “Bu aranıyor!” falan diyorlar. Altı sene sonra… -Makamı Cennet olsun; Allah, şimdikilere de onun insafını, iz’ânını, aklını, firâsetini, Hak yolunda hizmete taraftar olma duygusunu ihsan eylesin!- Turgut Özal, ayağını sağlam yere basmıştı. Devlet Planlama Teşkilatı’nda serkârlık yapmış; sonra bakan olmuş, sonra başbakan olmuş, sonra Cumhurbaşkanı olmuş. O, ayağını sağlam yere bastığı zaman, Allah’ın işine bakın ki -tam o zaman- sizi Allah, Burdur’da yakalatıyor.

İşte bu da sizi tebessüm ettiren bir fıkra: Şiddet ile, hiddet ile, celâdet ile, nefret ile sizi derdest ediyorlar. Hâlâ tüfeğin namlusunun böyle karnıma sokulduğunu hissediyor gibiyim. “Kıpırdarsan, lan, seni gebertirim!” diye yakaladılar. Fakat o gece, işte o günün başındaki insan, ağırlığını koydu yere; ertesi gün, hepsi temennâ durmaya başladı. Benim aleyhimde konuşup atıp-tutan, habire ha delil getirip insanın önüne döken ve orada ifade alan -rahmetlik pederin adında- birisi vardı; çok güzel (!) bir insan… Sonra o baştaki zat ağırlığını koyunca, salıverdiler bizi. İzmir’e götürdüler; İzmir de kabul etmedi bizi, “Biz aramıyoruz!” dediler. Öbürleri de “Zaten biz de aramıyoruz!” dediler. O kötülüğü yapan insan, “Yahu hocam!” dedi, “Müsaade buyur, şu mübarek elini bir öpeyim!” Evet… Bakın, tebessüm ettirdi mi, ettirmedi mi size?!.

Şimdi çektiğiniz şeylerin de gelecekte bir fıkraya dönüşüp size tebessüm ettirmeyeceği nereden belli?!. Onun için, “Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner / Şâd u gam-ı felek, böyle gelmiş, böyle gider.” Enderûnî Vâsıf. Siz onu, “Çözülme zülfüne, ey dil-ruba, dil bağlayanlardan / Kaçınma âteş-i aşkınla bağrın dağlayanlardan.” sözleri ile tanırsınız. Ama kadere imanın gereği dediği bu türlü şeyler de vardır: “Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner / Şâd u gam-ı felek, böyle gelmiş, böyle gider.” “Zuhura gelir, ne ise hükm-ü kader / Hakk’a tefviz-i umûr et, ne elem çek, ne keder.”

İnsanın musibetler karşısında ilahî takdire karşı rıza göstermesi

Evet, kadere rıza, öyle yüksek bir pâyedir ki!.. Hiçbir şey yapmamış gibi görünürsün; fakat sen öbür tarafa gittiğinde, terazinin bir kefesine koyarlar zühullerini senin. Sana “hata” demeyeceğim; hata da olabilir, çünkü hatadan kalem merfûdur. (Yazıcı meleklerin kalemleri, hataları ve nisyanları yazmaz; hata ve nisyandan mesuliyet olmaz.) Nisyanlarını bir kefeye koyarlar. Kefe, birden bire yere oturur. Sonra, hiç farkına varmadan, getirir oraya bir pazubent gibi bir şey koyarlar, öbür kefeye. Birden bire diğer kefe yukarıya kalkar; o, aşağıya iner. Sorarsın: “Ya Rabbi, bu nedir?” “Bu, kelime-i tevhîd.” denilir; o, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ hakikatidir: “Allah’tan başka Ma’bud-i bil-hak, Maksûd-i bil-istihkâk yok! Ben, onun Rubûbiyetine razı oldum!” رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا، وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) رَسُولاً نَبِيًّا “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl/nebi olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.”

Cenâb-ı Hak, musibetler karşısında “rıza” ile, O’ndan razı olmak ile, sizi öyle pâyelere yükseltir ki!.. “Allah Allah! Bu negatif şey ile, insan nasıl oluyor da böyle Cebrail ile hemhâl hâle geliyor, topuk topuğa geliyor, diz dize geliyor, omuz omuza geliyor?” Ve Cebrail yarım adım geriye çekilerek, -Öyle diyorum, çünkü Efendimiz’de adım adım geriye çekildi) “Allah Allah! Cismaniyet var, hayvaniyet var, garîze-i beşeriye var, farklı olumsuz duygular var bunda; bunları nasıl aştı, buraya ulaştı?!” diye hayret edecek. Çünkü sen farklı bir yapıya sahipsin. Onlar, nurdan yaratılmış, Cenâb-ı Hakk’ın rızasından başka bir şey düşünmüyorlar. Fakat senin mahiyetinde şeytanın oklarına hedef yeri de var, melâike-i kiramın nazargâhı olan yerler de var, aynı zamanda -Melâike-i kiram için hâşâ “Bırakın!” demeyeceğim; onları katmayalım işin içine- Cenâb-ı Hakk’ın tecelligâh-ı İlahîsi olan bir “beyt-i Hudâ” var. Bir beyt-i Hudâ… “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman, gecelerde.” diyor İbrahim Hakkı hazretleri.

Şimdi, “rıza” birden bire, amûdî olarak, -şimdi “dikey” deniyor, amudî olarak- seni öyle bir noktaya yükseltir ki, sonra kendin, öyle bir noktada döner, o dönemde başına gelen şeylere tebessüm yağdırırsın: “Ne komik şeyler imiş onlar! Bize ‘Terörist!’ demişler bir kısım komik insanlar, ‘Terörist!’ demişler.” dersin.

Biz, gönlümüzü O’na kaptırmışız. Gönül O’na kaptırılmış ise şayet, o türlü olumsuz şeyleri düşünmez. Nasıl, yine Alvar İmamı diyor, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm için: “Sana, Cânân, gönül hayran nedendir / Cemâlin gün gibi rahşan, nedendir / Kaşındır kâbe kavseyni ev ednâ / Yüzündür sûre-i Rahman, nedendir?!.” Öyle birisinin arkasında yürüyorsun ve öyle bir noktaya doğru yürüyorsun ki, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, ân-ı seyyâlesine denk gelmez! Kazanımın bu ise, burada çektiğin bu şeyler, seni o noktaya götüren faktörlerdir. رَضِينَا “Razı olduk!” de!.. حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.”(Tevbe, 9/129) de, soluklan; o, sana oksijen gibi gelecek: حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah, bana kâfi ve vâfîdir; O, ne güzel Mevlâ’dır.” عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ “Ben de işte o Mevlâ’ya tevekkül ettim!” وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Arş-ı Azîm’in Rabbi, O’dur. Benim de O’na bağlı olduğum, dilbestesi olduğum, dildârı olduğum, Arş-ı Azim’in Rabbidir O.”

Bütün bu kazanımlar karşısında, kazanma kuşağında kaybeden insanların size çektirdikleri şeyleri gözünüzde çok büyüterek, nöronlarınızı kirletmeyin!.. Elinizden geliyorsa, onlar için hidayet dileğinde bulunun!.. اِهْدِنَا وَاهْدِهِمْ “Allah’ım bize hidayet et; onları da hidayete erdir.” deyin. Kur’an-ı Kerim, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ duasını talim buyuruyor; mütekellim-i ma’a’l-ğayr (birinci çoğul şahıs sigası) ile. Onlar da girebilir buraya; fakat her şeye rağmen, siz, o meseleyi te’kid ile söyleyin; onları da dışarıda bırakmama civanmertliğini gösterin: اِهْدِنَا وَاهْدِهِمْ اَلصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ، آمِين “Bize hidayet et; onları da doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”

Amelsiz hasenât beklemek

Donanımınız itibarıyla, sizi donatan O’dur. Gelecek adına sergileyeceğiniz performanstan ötürü Allah (celle celâluhu), Rahmâniyeti ile, Rahîmiyeti ile muamele yapıp sizi bağışlayabilir. O, müsellem; o, mahfuz. Onu antrparantez geçelim. Fakat esas olarak, temel disiplin olarak, “iman”dan sonra “amel” gelir. Amelsiz iman, kurumaya mahkûm bir ağaç gibidir. Dolayısıyla da elli bin defa başından yağmur yağsa, toprak bütün kuvve-i inbâtiyesi ile onun imdadına koşsa, bilmem ne karbondioksitler başından aşağıya aksa, “Yahu diril bunlar ile!” dese, yine dirilmez, yine dirilmez, yine dirilmez. Amelsiz iman, sönmeye mahkûmdur. Ve aynı zamanda marifetsiz amel de yorgunluktan, insanda yorgunluk hâsıl etmekten başka bir şey yapmaz. “Marifet” olacak. Sonra marifet, o meşcereliğinde “muhabbet-i İlahiyeyi” geliştirecek. İçinizde bir “Allah Sevgisi” hâsıl olacak ki, siz, إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ beyanıyla işaret edildiği gibi, imandan amele, amel-i sâlihten marifete, marifetten muhabbete ve gücünüz yetiyorsa, “Hel min mezîd… Daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!” deyip iştiyâk-ı likâullaha doğru hep adım atmaya devam edeceksiniz.

Bunlar, birbirini tamamlayıcı şeyler. Bu baştaki “amel” dediğimiz mesele, işin ilk basamağıdır. Bir şeye ilk adım, son adım adına çok önemli bir faktördür. Kötülük de öyledir; kötülük adına atılan bir adım, başka kötülüklere de kapı aralamış olur. Bir kere yalan söyleyen, her zaman söyleyebilir; bir yönüyle, yalana karşı kapıyı aralamış demektir. Bir kere iftira eden, her zaman iftira edebilir. Bir kere sabah başka, akşam başka beyanatlarda bulunan, ömür boyu sabah başka, akşam başka, başka türlü görüntüler ile karşınıza çıkabilir. Bir kere inhiraf etti mi, kalb bir kere lekelendi mi, كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapa geldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)” (Mutaffifîn, 83/14) damgasını yedi mi, o kirlenme başka kirlenmelere bir çağrı, bir davetiyedir. Kalb, كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ beyanında dikkat çekilen “reyn” ile, böyle bir leke ile bir kere lekelenirse, bu, başkalarına bir çağrıdır; kolaylaşır.

Ama çar çabuk, hemen, bir arınma kurnasına koşarsanız.. istiğfar ile yarlıgama dilerseniz.. tevbe ile “Sana döndüm!” derseniz.. inâbe ile dönüşünüzü te’kid ederseniz.. “evbe” ile -bir yönüyle- Hakk’a dönmede tamamen fâni olursanız.. artık “Ben!” diye bir şey yok.. “Sûrete nazar eyler isen sen ile ben var / Ammâ ki hakikatte, ne sen var ne de ben var.”Evbe’de, işte o durum söz konusudur. Artık ne “ben” var orada, ne de “sen” var; sadece O (celle celâluhu) var. Orada insanın kalbi, sadece “Hû” diye soluklanır, “Hüve” der durur.

Hazreti Gazzâlî’nin İhyâ’sında ifade ettiği gibi, aynı zaman Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-î Tâbân da ifade ediyor: İnsan için, rahmet-i ilahiye mülahazasıyla aldanma da muhtemeldir. Yapar, yapar, bağışlayın akla hayale gelmedik haltları karıştırır; sonra “Allah, Gafûr ve Rahim’dir!” der, teselli olur onunla. Bakın bu, şeytanın sağdan gelmesi demektir esasen. Yahu niye günaha girmeden önce, “Allah, Gafûr ve Rahîmdir!” demiyorsun?!. Hataların vardır, nisyanın vardır. Beyân-ı Nebevî içinde, “Kalem, hata ve nisyandan kaldırılmıştır, onları yazmaz.”Hata… Ama Rabbimize karşı ayıptır.

Kıtmîr’in istiğfarında: أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ، وَمِنْ كُلِّ خَطَإٍ، وَمِنْ كُلِّ مَعْصِيَةٍ، وَمِنْ كُلِّ مَا لاَ يُحِبُّ رَبُّنَا وَلاَ يَرْضَى، وَمَا لاَ يَنْبَغِي لَنَا، وَلاَ يَلِيقُ بِنَا “Bütün günahlardan, topyekûn hatalardan, Allah’a isyan manasına gelen her fiilden, Rabbimizin sevmeyeceği ve razı olmayacağı hal, tavır ve işlerin tamamından, bir de üstümüze vazife olmayan, bize dünya ahiret fayda vermeyen ve katiyen yakışmayan şeylerin hepsinden binlerce kere, milyon defa istiğfar ediyorum.” Bize yakışmayan, Allah karşısında… Ben bakıyorum da o hatanın, o nisyanın ne numarası, ne de drobu uymuyor bana! Beni ahsen-i takvîme mazhar yaratan, icabından meleklerin önüne geçme imkânını, istidadını veren Allah’a (celle celâluhu) karşı yakışıksız, yaraşmayan şeyler… Onlardan da Allah’a sığınırım!..

Şimdi sürekli iyilik yaptığın halde, dilin hep bunu vird-i zebân ediyorsa, kazanıyorsun, farkına varmadan. Çünkü yine Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm buyuruyor ki: “Ne mutlu o insana ki, defter-i hasenâtında istiğfar çok olur!”Çok olsun diye O -Âişe validemizin ifadesi ile- bir mecliste bazen, yetmiş defa “Estağfirullah!” diyordu.

Fakat ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, buhbuha-i Cennet’ten dem vurmak, yalancı bir recâ ve Hazreti Rahman-ı Rahim’e karşı da saygısızlıktır. Yani, değil sadece iyi bir şey işlememek, hep günah vadilerinde dolaşıp duruyor. Eli ile günah işliyor, dili ile günah işliyor, gözü ile günah işliyor, kulağı ile günah işliyor. Sürekli gıybet ediyor, iftirada bulunuyor, başkalarına kötülük yapıyor. Anneyi evladından ediyor; evladı annesinden ediyor. Birinin bir hata işlemesi ile, “Senin de falanlar ile irtibatın vardır!” diye, onları hapse atıyor.

Hâlbuki modern hukukta da İslam hukukunda da “suçun hususiliği” vardır. Suçun hususiliği, cezanın hususiliğini gerektirir. “Sen, falan ile, falan zamanda telefon ile konuşmuşsun; dolayısıyla mücrimsin!.. Günah işleyen birisi üzerinde 1 dolar taşıyormuş; senden de 1 dolar çıktığına göre, sen de cürümlü sayılırsın! Falanın başında desenli takke var; sen de o desende takke giydiğine göre, sen de onlardan sayılıyorsun, demektir. Terör örgütü; sen de terör örgütüsün!” Bu, Firavunların hukuk sisteminde bile görülmedik bir şeydir, hafizanallah. Böylesine Cehennem vadilerinde düşe-kalka yürüyen bir insan, “Müslümanım!” diyorsa, yemin edeceğim: Vallahi de değildir, billahi de değildir, tallahi de değildir! Onca cinayet işleyen bir insanın, Firavun’dan farkı yok, Hitler’den farkı yok, Lenin’den farkı yok, Saddam’dan farkı yok, Kazzâfî’den farkı yok!.. Cennet’ten dem vuruyor ama şeytanın sağdan gelmesi… Bakın, nasıl bir recâ hissiyle onu aldatıyor. Diyor ki: “Sen işliyorsun bunları ama boş ver, Allah Gafur ve Rahîm’dir; ne işlersen işle!”

Günahlardan kaçınıp Allah’tan inayet beklemek

Vakıa hep iyilik yapanlar demişler: “Ger günahım kûh-i Kâf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehû şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultan’ım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kâf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.)

İmam Şafiî hazretleri de demiş:

وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي * جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا
تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ * بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” “Yollar, sarpa sardı, daraldı; vicdanım da daraldı; öbür tarafa yöneliş başladı. Ama recâ hissimi, Sen’in affına merdiven yaptım!” diyor, İmam Şafiî. Elli beş senesini, beş yüz elli senelik sevap ile donatmış bir insan bu. Kendinden sonra gelen dev insanlar, onun yazıp ortaya koyduğu âsâr-ı bergüzideyi, kendilerine rehber yapmışlar. Hayaline dahi günahın misafir olmadığı bir zat:

وَلَمَا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي * جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُلَّمَا
تَعَاظمَنِي ذَنْبِي فَلَمَّا قَرَنْتُهُ * بِعَفْوِكَ رَبِّي، كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Senin affına sığınıyorum. Affın, benim günahlarımdan çok daha büyüktür.” diyor. Bu, inanmış bir insanın recâsıdır, ümididir.

Ama mâsiyette düşe-kalka yürüyen.. hep zift bataklığı içinde zift neşreden.. her gün çok farklı iftiralar ile, din-i mübîn-i İslam’ın her yerde şehbal açmasını isteyen insanlara ayrı bir iftirada bulunan.. müfterilik adına kurulmuş ve bir zift jurnalciliği etrafında kümelenmiş, zift ruhlu insanlar.. zift düşünceli insanlar… Bunlar “Allah, Gafur ve Rahim’dir!” diye teselli oluyorlar ise, bu, şeytanın sağdan çarpması demektir; sûret-i haktan görünerek, o zavallıları, batıl yola sevk etmesi demektir.

Bunlardan birincisi gerçek recâdır ki, iyilik yaptığı halde bile kendisini çok mücrim, çok günahkâr görüyor; “Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan” diyor. Havf, bu. رَأْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللهِ “Hikmetin başı, Allah korkusudur.” Peygamber Efendimiz’in beyanı. Farklı şeklide ifade ederken, Kıtmîr, “mehabet” kelimesini kullanıyorum; “Hikmetin başı mehâbetullah’tır.” Bunu derken de meseleyi çocuklara anlatırken, böyle anlatmanın lüzumuna inanıyorum. Korku ile onları ürkütme değil de Allah’ın ululuğu, azameti ve büyüklüğünü nazara verme; “Bakın, O, büyüklüğüne rağmen, size şefkat ile, re’fet ile bakıyor!” demek suretiyle O’nu sevdirme… Cenâb-ı Hakk’ı sevdirme… Ama رَأْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللهِ “Hikmet’in başı, Allah korkusudur.”

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır.
Yüreklerden silinsin -farz edelim- havf-ı Yezdân’ın,
Ne irfanın kalır tesiri, ne vicdanın.
Hayat, artık behâimdir; hayır, ondan da alçaktır…

Varsın, alçaklık yolunda sülûk edenler, o yolda yürüyedursunlar; siz, onlar hakkında bile iyilikler düşünmeye devam edin. Kötülüğe kötülük ile mukabele değil, İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, Hazreti Mesih gibi, iyilikle mukabelede bulunmak suretiyle, centilmenliğinizi, insanlığınızı, karakterinizi ortaya koyun!.. كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Herkes, (inanç ve dünya görüşünden kaynaklanan, kendine göre doğru ölçülerin şekillendirdiği) seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) Herkes, karakterinin gereğini sergiler. Birileri karakterlerinin gereğini sergiliyorlar; zulüm ile oturup kalkıyorlar, zulüm söylüyorlar, zulüm düşünüyorlar, bakışlarından zulüm akıyor. Fakat sizin karakteriniz buna müsait değil. Zulüm değil, sizin bakışınızdan adalet dökülmeli, kulaklarınızda hep adalet çınlamalı, ağzınız hep adaleti telaffuz etmeli, kalbiniz adalet duygusuyla çarpıp durmalı!..

Allah, bizi bu seviyenin insanlarından eylesin! Dediğim şeylerden dolayı da beni affetsin! Siz de kusura bakmayın!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Dikenliğe düşen güller ve inleyen bülbüller

Dikenliğe düşen güller ve inleyen bülbüller

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde,
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde;
Vefâ yok.. ahde hürmet hiç.. emanet lafz-ı bî medlûl;
Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.
...........
Beyinler ürperir yâ Rab ne korkunç inkılâp olmuş,
Ne din kalmış ne iman, din harap iman türap olmuş!..”(M. Akif Ersoy)

Dinî söylemlerle ve diyanet kisvesi altında toplumu korkunç bir ahlaksızlığa sürüklediler

Ne çirkin bir değişim!.. Din, harap; iman, serap olmuş!.. Din, dünyevîlik için âdeta basit bir malzeme/materyal olarak kullanılıyor. Kendi pisliklerini süpürme adına dinin kıstasları/kriterleri süpürge gibi kullanılıyor ve sonra da o, süpürgeliğe konuluyor. Hafizanallah!.. Bu, bir yönüyle gavurun yaptığı şeylerden daha tehlikeli, daha tahripkâr, insanları daha süratle Allah’tan koparan, Peygamber’den koparan bir şey!.. İsterse “Allah” ve “Peygamber” demeyi ağızlarından hiç düşürmesinler!..

Evet, her gün böylelerinin -belki- birkaç yüz tane yalanlarına, tezvirlerine, iftiralarına şâhit olduğumuz meş’ûm, mel’ûn bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde duygu-düşünce açısından istikameti korumak, inhiraf etmemek, doğru yürümek çok önemli; iki sevap değil, belki on sevap kazandırır insana. Hayatı öyle sâdıkâne, müstakîmâne, âşıkâne, müştakâne yaşama, bu türlü dönemlerde hedef olsa, hedef haline getirilse bile, onları tam realize etmek oldukça zordur. Çünkü çevrede fokur fokur yalan kaynıyor, iftira kaynıyor, tezvîr kaynıyor... Her gün televizyon ekranlarından, o çirkin levsiyât, odalarımızın içine, yatak odalarımıza akıyor. Gazete sayfalarından, evvelâ dimağlarımıza çarpıyor, sonra ruhlarımızı zedeliyor; sonra bir yönüyle vesayetimiz altında bizim terbiyemizle kendilerini bulma durumunda olan nesillerin dimağlarını tahribe yöneliyor. Onlar da bize benziyor; biz de onlara benziyoruz, farkına varmadan, hafizanallah.

Bu açıdan din argümanları kullanılarak dünyayı imar etmek veya şahsî dünyayı imar etmek, dünya debdebesini, saltanatını, şatafatını, ihtişamını, hezâfirini elde etme ceht ve gayreti içinde bulunmak, kâfirin doğrudan doğruya küfür bayrağıyla, küfür livâsıyla, küfür şehbaliyle, küfür mızrağıyla üzerinize gelmesinden, sizin için daha zararlı olmuştur. Çünkü en kıymetli şeylerinizi tahrip etmiştir. Yirminci asır, böyle bir yalanın, böyle bir tezvirin çağı; o yalan ve tezvirin arkasında da o ölçüde enâniyetli insanların, bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenlerin, saltanatı, sarayı, villayı, filoyu اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ (ihlas, Allah rızası, hâlis aşk ve iştiyakın) yerine koyanların gayet mebzûl yaşadığı bir dönem olmuştur. Ahlâk-ı âliye-i İslamiye.. güzel huylar.. insanların birbirine saygısı.. haram-helal münasebeti.. çalmama-çırpmama mevzuu.. yalan söylememe mevzuu.. iftira etmeme mevzuu.. vatandaşlarını bir kardeş gibi kucaklama mevzuu... Bütün bu değerler tahribe uğramıştır.

Dünyada anketler yapılıyor. Bu gün akademisyen bir arkadaşımız söyledi; Avrupa’da öyle bir anket yapılmış. Türkiye kaçıncı dereceye düşmüş biliyor musunuz? Yüz beşinci dereceye!.. Bu, en sonda, sıfır demektir. Ahlâk-ı âliyenin tahrip edilmesi, yalanın revaç bulması, iftiranın ahvâl-i âdiyeden bir hal alması, zulmün gözlerin içine baka baka irtikâp edilmesi, mazlumların/mağdurların âh u efgânının duyulması ve zâlimlerin, gaddârların, hattârların hay-huyuyla ülkenin inlemesi açısından, anket yapıyorlar!.. Bir dönemde insanlığın kaderinde hâkim, muvazene unsuru, insanlığa yön veren bir millet!.. Sadece kendi ülkesindekilerine değil, dairesi içinde bulunan iki yüz elli bin kilometrelik bir alan içinde herkese belli nispette bir şeyler veren, herkesi gözünün içine baktıran bir millet!.. Şimdi bu milletin evladı gibi görünen insanlar, bugünkü ahlakları, karakterleri, genel tavırları açısından -ağızları “Allah!” dese bile- yüz beşinci derecede!.. Ahlak açısından.. insanî değerler açısından.. insanlara muamele açısından.. hakka-hakikate saygı açısından.. re’fet, şefkat, merhamet, mürüvvet, muhabbet açısından yüz beşinci dereceye düşmüş!.. Kast sisteminde o kadar aşağıya doğru basamak yok! Belki o kadar aşağıya indiğiniz zaman, Darwin mülahazasıyla bir kısım mahlûkatla karşılaşırsınız! Ahlak açısından, genel tavır açısından bir milleti hangi sefalete, hangi derekeye, “derk-i esfel”e (Bkz. Nisâ Sûresi, 4/145) sürüklediklerine bakın, günümüzün İslam dünyasını ona göre değerlendirin.. ve bunların en önüne de Kapadokya’yı koyun!..

Evet, M. Akif’in sözüyle demiştik:

“Yalan râiç, hıyanet, mültezem her yerde, hak meçhul.
Ne tüyler (beyinler) ürperir yâ Râb, ne korkunç inkılap olmuş.”

İnkılap da denmez ona, ne korkunç ihtilâl olmuş.

“Hayâ sıyrılmış gitmiş, öyle yüzsüzlük her yerde”

Ne çirkin yüzleri örtermiş meğer Müslümanım dedikleri o perde!..

“Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!..”

Cenâb-ı Hak, tevfikât-ı sübhâniyesiyle yeniden bizi çizgimizi bulmaya muvaffak eylesin!

Bu, ciddî iz sürmeye bağlı; ışığa bir kere daha yeniden yönelmeye bağlı!..

Yönelip yürüdüğünüz o “ışık yolu”nda katiyen dönüp gölgenize takılmamak üzere hep yüzünüz Güneşe müteveccih yürümeye Allah muvaffak eylesin!..

Kadını erkeği, yaşlısı genciyle bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı hürriyetlerine kavuştur Allah’ım!..

Ziya Paşa der ki:

“Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safâda,
Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belâda.”

Ârifler, Hakk’a adanmış gönüller, ihyâ hareketi ile Allah’a karşı misyonlarını edâ etmeye teşne ruhlar, sürüm sürüm mihnet-i kahr u belâda.. sürüm sürüm zindanda veya sürgünde!.. Fakat اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ “Hak, bugün olmazsa yarın, mutlaka galebe çalar, üste çıkar.” O, her şeyde kaymak gibidir; sütte kaymak, yoğurtta kaymak, kaymağı olan her şeyde kaymak gibidir. Her zaman üste çıkar ve hiçbir şey onun üstüne çıkamaz. Bu hususun tahlilini Lemaât’ta yapıyor Hazreti Pîr-i Mugân. Hak neden üstündür ve mağlup olmaz? Meselenin nedenini oraya bakın görün!..

O zindandaki ve sürgündeki insanlara, onların yakınlarına, belki günde yirmi defa, otuz defa, hem de bazen Cevşen’den bazı fıkraları şefaatçi yaparak dua ediyorum. Mesela bazen şöyle diyorum:

يَا فَارِجَ الْهَمِّ، يَا كَاشِفَ الْغَمِّ، يَا غَافِرَ الذَّنْبِ، يَا قَابِلَ التَّوْبِ، يَا خَالِقَ الْخَلْقِ، يَا صَادِقَ الْوَعْدِ، يَا رَازِقَ الطِّفْلِ، يَا مُوفِيَ الْعَهْدِ، يَا عَالِمَ السِّرِّ، يَا فَالِقَ الْحَبِّ؛ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، إِخْوَانَنَا الْمَسْجُونِينَ، وَالْمَوْقُوفِينَ، وَالْمَحْرُومِينَ، وَالْمُضْطَرِّينَ، وَالْمُتَّهَمِينَ بِـ”فَتُو تَرُورْ أُورْكُتُو”، اَلْمُتَّهَمِينَ، وَالْمُضْطَرِّينَ اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، رَغْمًا عَلَى أَعْدَائِنَا، عَلَى أَعْدَائِنَا الْكَاذِبِينَ، وَالْمُفْتَرِينَ، وَالْفَاسِقِينَ، وَالْمُسْتَعْمِلِينَ الْمُقَدَّسَاتِ اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا

“Ey dilediğinde hüznü tasayı kaldıran... Ey gamı kederi gideren... Ey günahı affeden... Ey tevbeyi kabul buyuran... Ey varlığın yaratıcısı... Ey vaadinde hep sâdık olan... Ey aciz yavrulara harika rızık gönderen... Ey verdiği sözü mutlaka yerine getiren... Ey her gizliyi bilen... Ey tohumu yarıp sümbüllendiren!.. Kadını erkeği, yaşlısı genciyle bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı hürriyetlerine kavuştur. Tutuklanıp zindana atılan, gözaltına alınıp sorgulanan, en temel haklarından mahrum kılınan, çaresizlik içinde bırakılan, “F... Terör Örgütü” iftirasıyla yaftalanan, yaftalanıp adeta kolu kanadı kırılan masumları bir an evvel hürriyetlerine kavuştur. Düşmanlarımıza rağmen.. tabiatları yalana kilitli husumet ehline rağmen.. dinin sınırlarını aşıp günah bataklığına yuvarlanmış iftiracı fâsıklara rağmen.. şahsî hedefleri, dünyevî gayeleri için mukaddes değerleri bile suiistimal eden şerirlere rağmen... Onları hürriyetlerine kavuştur Allahım!..” Bir anda hepsini birden salıver!..

Bazen de şunu ilave ediyorum: بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Öyle ki bizim bildiğimiz kıstaslara göre göz görmemiş şekilde, kulak işitmemiş şekilde, kalbe de gelmeyecek şekilde, sürpriz türü; karşı tarafı da şaşırtacak şekilde, bir gün o arka arkasına sürgülerin sürüldüğü kapıların açılmasını lütfeyle ve onları salıver!..”

Mazlum ve mağdur kardeşleri için dudakları sürekli dua ile kıpırdamayan insanlara içten içe gönül koyuyorum!..

(O mazlum ve mağdurlara bu şekilde dua) vird-i zebânımız olmalı!.. Bir kere bu, din açısından bir mükellefiyettir. Zira مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların derdini paylaşmayan, ona ortak olmayan, onun ızdırabını kendi ruhunda duymayan, onlardan değildir!” Yani, “Müslüman değildir!” demek gibi bir şey. Mefhum-u muhalifi ise, مَنْ اِهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَهُوَ مِنْهُمْ Müslümanların derdini onlarla paylaşan.. zindandaki, hapishanedeki, tecritteki, hücredeki insanın ızdırabını paylaşan.. yalnız kalmış eşinin ızdırabını paylaşan.. “Babam nerede!” veya “Annem nerede?!” diye ağlayan çocuğun ızdırabını paylaşan insanlar; işte onlar da hâlis mü’minlerdir. Diğerlerinin, o mevzuda iddiaları ne kadar bâlâ-pervâzâne olursa olsun, o meseleden zerre kadar nasipleri yoktur; nasipsizdirler onlar.

Bu açıdan, birinci derecede, duadan dûr olmamak lazım. قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا “De ki: Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki! (Ama ey inkârcılar!) Siz O’nun mesajını yalanladınız ve bunun günahı yakanızı bırakmayacaktır.” (Furkân, 25/77) Evet, duanız olmazsa, ne yazarsınız ki?!. Hazreti Pîr’in verdiği mana ile “Ne öneminiz olur, ne ehemmiyetiniz olur ki?!.”

Dua, mü’minin Allah’a sebepler üstü teveccühünün unvanıdır. Mele-i a’lânın sakinlerince, elden ele, âdeta bir ıtır kutusu gibi veya bir gül gibi dolaştırılan bir şey varsa, o da Cenâb-ı Hakk’a sebepler üstü teveccüh olan duadır. Mele-i a’lânın sakinleri de onu bekliyor: “Dua edin!..”

O açıdan, o “mağdûrîn”e, “mehcûrîn”e, “mevkûfîn”e, “muzdarrîn”e dua etmeliyiz!.. Hatta dövüle dövüle öldürülenlere, katledilenlere, çocukları yetim bırakılanlara dua etmek suretiyle vefamızı ortaya koymalıyız!.. Dünyayı kaybetmişler, öbür tarafı kazansınlar. Dünyada olan insanlar da bir gün gerçek manada hürriyetlerine kavuşsunlar!.. Vakıa hani “usûl-i hamse” var; ona, Usûliddin ulemâsı, “hürriyet”i de ilave ediyorlar. Hürriyet mahrumu insanların hürriyete kavuşmalarını sağlama adına dua!.. “Ben aç-susuz (ekmeksiz) yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam!” diyor, Çağın devâsâ kâmeti. Bu açıdan da bazı Usûliddin uleması, hürriyeti usul-i hamsenin yanında zikretmek suretiyle, “usûl-i hamse”yi “usûl-i sitte” yapmışlardır; “altı terkedilmez temel, esas”. İnsanın müdafaa adına dimdik durması gerekli olan, olmazsa olmaz kabul ettiği esaslardandır hürriyet. İşte o mazlumların hürriyete kavuşmaları için yürekten dua etmeliyiz.

İnşaallah, onu yapmak lazım. Ben, elimde olmayarak, bu mevzuda dudakları dua ile kıpırdamayan insanlara içten içe gönül koyuyorum: Kardeşlerinden ne kadar kopuk insanlar onlar!.. Mü’min kardeşlerinden, kendini hizmete adamış insanlardan kopan bir kimse, Allah’tan da kopmuş demektir; Hazreti Rasûl-i zîşândan da kopmuş demektir. Ve -sevimsiz bir tabir, argoca bir ifade- öylelerine dense dense -mele-i a’lânın sakinleri de o tabiri kullanır mı, bilemiyorum- “kopuk insan” denir.

Evet, kalben, hissen, ruhen, fikren onlarla beraber yaşama!.. Yatağa girdiğimiz zaman, “Onları anmadan, yâd etmeden, Allah’ım, uyutma beni!.. Gözlerimi kapatma benim!..” mülahazasıyla, kalbimizin onlar için çarpması; his ve heyecanlarımızın onlar için köpürüp durması. Bu, birinci mesele.

Yurtdışında “himmet toplulukları” oluşturmak suretiyle, hem mağdurlara hem de onların ailelerine mutlaka el uzatmak lazım!..

İkinci mesele, ne yapıp yapıp o mazlum ve mağdurların maddî manevî yardımlarına koşmak. Hatta, mesela, bir yerde evimiz-barkımız varsa, onu satıp o insanlara el uzatmak!.. Geçen de “himmet” adına dedim. Türkiye’de de olabilir fakat siz, Türkiye’de bugün, evinizi barkınızı, onlara yardım etmek için satmaya kalkarsanız, ona da el koyarlar. Çünkü haram-helal duygusu birbirine karışmış. Hak yok, adalet yok, istikamet yok, haram-helal bilgisi yok!.. Oysaki İslam, “muamele” açısından haram ve helalden ibarettir. “İslam, muâmeleden ibarettir.” Muamelâtında haramı irtikâp eden bir insan, helali helal bilmeyen bir insan, haramı haram bilmeyen bir insan, Müslümanlığında da o kadar yaya, zavallıdır; asfaltta yürüyorum zannediyor ama patikalarda tekliyor duruyordur. Zavallı...

Evet, bu açıdan da orada (Türkiye’de) ev satmaya, bağ satmaya kalksanız, arazi satmaya kalksanız, gelir onu da gasp ederler. Çünkü artık o mübarek ülke, Ali Baba’nın Kırk Haramîlerinin ülkesi haline gelmiş. Müslümanlığın sadece adı var. Ve onu, bir yönüyle, dillendiren insanlar da sadece onların hissiyatlarına -menfûr, mağdûb, merdûd, makhûr hissiyatlarına- tercüman olmak suretiyle, mel’ûn insanlara şirin görünme gayreti içindeler, onların arkasında koşuyorlar.

O açıdan da, dua etmenin yanı sıra, dışta “himmet toplulukları” oluşturmak suretiyle, hem mağdurlara hem de onların ailelerine -bir çeşit yolunu bulup- o yardımların ulaşmasını sağlamak lazım. Ailelerine ulaştırır iseniz, onların gönüllerinde de ferah meltemleri esmesi için... Evet, gösteriş, alâyiş, nümâyiş, riya, süm’a, ucub için değil; fakat onları memnun etmek için.. yalnız bırakmadığınızı göstermek için.. ve mağduriyet/mazlumiyet ahvalinde size de dua etmeleri için...

Süfyân İbn Uyeyne’nin sözünü hatırlayın: “Bazen, bir muzdarrın duası ile Allah, bütün bir ümmeti bağışlar!”O insanlar, kendilerine ulaşan öyle bir yardım karşısında el açar derlerse, “Allah’ım, bizlere yardım edenlere yardım et!”, Allah (celle celâluhu), aysbergler gibi buzları eritir; açılmaz gibi görünen kapıların arkasından sürgüleri Yed-i Kudret’iyle itiverir ve çözülmez zannettiğiniz o şeyler, Allah’ın izni ve inâyetiyle birden bire çözülüverir.

Evet, dünyanın değişik yerlerinde “himmet toplulukları” oluşturmalı; Türkiye’deki mazlumlarla beraber cebrî muhacirlere yardım etme adına ciddi gayret ortaya konmalı!.. Gerçi, bunu da duyarlarsa, kafaları o istikamette de karıştırırlar; fakat duysunlar, zaten millet yapıyor bunu. Dün, bir arkadaş, bana telefonla söyledi bu meseleyi: “Üç yüz aile ile, Muhacir-Ensâr kardeşliği tesis ettik!”Türkiye’de üç aile ile bunu yapamazsınız; bu, terör örgütü olmak için yeterli bir suç sayılır. Kafalar, o kadar dönmüş; gönüller, o kadar haydutlaşmış ki!.. Birine yapacağınız bir yardım, suç sayılıyor. Nitekim burs verme mevzuu, okul yapma mevzuu, üniversiteye hazırlık kursu açma mevzuu âdeta bir şekâvet işi gibi algılanmış ve bütün bu hareketlerin hepsine “terör hareketi” adı konmuş. Her şeye rağmen, ikinci mesele, himmet etme; bu mevzuda, onların yanında bulunma. Ve bunu yapıyorlar; Muhacir-Ensâr kardeşliği yapmışlar.

Varsın birileri Ebu Cehil, Utbe, Şeybe şeytanlığı irtikâp etsinler; siz dünya çapında Muhacir ve Ensar kardeşliği örgülemeye bakın!..

Hatta şu Hıristiyan dünyada!.. Hiçbir şeyden haberi olmadığı halde işinden atılan insanlar var. Ne “Aralık”tan haberi var, onu duymuş... “Aralık”ı soruyorlar: “Aralık’ta ne olmuştu ki?!.” diyor. “Aralık’tan sonra Ocak gelmişti, Ocak da yılbaşı demekti!” desen, “Hâ, bak ben bunu bilmiyordum!..” diyecek neredeyse. “Temmuz”; Temmuz’u duymamış yani adam; “Temmuz’da ne olmuştu ki?” diyor. Fakat orada şeytanî bir mülahaza ile, şeytanî bir fişleme ile, şeytanî bir hıyanet ile -kimsenin bir şeyden haberi yok- “Sen, artık azledildin!” diyorlar. Yüzlerce insan; birden bire kendini boşlukta hissediyor. O, boşlukta hissediyor; Müslüman görünen o insanlar, onu o duruma düşürüyorlar; fakat beri tarafta, “Hazreti Mesih!” diyen, “Hazreti Musa!” diyen, “Hazreti İbrahim!” diyen insanlar, diyorlar ki: “Arkadaş! Seni mahrum ettiler. Falan yerde benim bir yazlık evim var, orada oturabilirsin, kira vermeden. Biliyorum, gelirin de yok senin; Allah’ın izniyle, ben sana o mevzuda da yetecek kadar bir şey temin etmeye çalışırım!” Bunların sayısı da hiç az değil.

Mesele yeni duyuluyor; mazlumiyet ve mağduriyet, kendine ait çizgileriyle yeni duyuluyor, yeni hissediliyor. Fakat duyan ve hissedenler, farklı dinde, farklı kültür ortamında neş’et etmiş olmalarına rağmen, zalimin zulmü karşısında, fâsıkın fıskı karşısında, müfsidin ifsadı karşısında, o mazlum ve mağdur insanlara sahip çıkıyorlar. Hatta biri diyor ki: “İnsanlar ailelerini gönderdiler, bana verdikleri evin temizliğini onlar yaptılar. Çok hicap duydum. Üst seviyede insanların eşleri idi; bana verdikleri evin temizliğini yaptılar, hicap duydum. ‘O da ne demek!’ dediler, ‘Siz, bizim misafirimizsiniz!’ dediler.”

Onlar Muhacir ve Ensar kardeşliği yaptılar; birileri de orada Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, Velid İbn Muğîre şeytanlığı irtikâp ediyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde -zannediyorum- bu Muhacir ve Ensâr kardeşliği de sürüp gidecek. Şimdi o arkadaşın, dün dediği ülkede de o işi gerçekleştirmişler. Adını söylemiyorum, çünkü nerede işler rayında giderse, orada işi rayından çıkarmak için -trenin tekerlerinin önüne kaysın diye bir şey koymak gibi- mutlaka yirmi defa telefon ediyorlar. Yirmi defa “bukeyn” (bakancık) gönderiyorlar oraya. Allah cezalarını versin!.. Gönderiyor ve kafa karıştırıyorlar.

Bir ülkede yine yetkililer direnmiş, dayanmışlar. (Şeytanî komplo peşinde olanlar) dedikleri yapılmadığından dolayı, her gün bir kere, iki kere telefon ediyorlar o devletin başındaki adama. O adam da sizin yetiştiğiniz kültür ortamında yetişmemiş. İşin nezaketine binaen “kültür ortamı” diyorum. Farklı anlayışı var, farklı inanışı var. “Bir daha bu adamların telefonuna çıkmayacağım ben! Telefonu her açışlarında aynı şeyleri mırıldanıyorlar, aynı şeyleri...” diyor.

Böylece dünyada farklı bir sevgi atmosferi oluşuyor. Bu oluşuma katkıda bulunmak, onlara karşı -bir yönüyle- yapacağımız şeylerin üçüncüsü gibi geliyor bana. Evet, o mazlumiyet, mağduriyet anlatılmalı. Kimseyi kötüleyerek değil; benim şurada dediğim nâsezâ, nâbecâ sözler türünden de değil. Fakat mazlumiyet ve mağduriyetimizi uygun bir üslupla herkese anlatmalıyız!.. “Benim bir şeyden haberim yoktu. Ne Aralık’ı anlarım ben, ne Ocak’ı anlarım? Ne Temmuz’u anlarım, ne de Ağustos’u anlarım!.. Siz bunları söylediğiniz zaman, ben aval aval sizin yüzünüze bakıyorum. Ama ben hiç farkına varmadan, bir yönüyle, o güne kadar kazandığım şeyler, kesp ettiğim şeyler, haksız yere iktisapmış gibi, kolumda ise kolumdan sökülüyor, göğsümde bir madalya, bir şerit ise, oradan sökülüyor ve ben ademe mahkum ediliyorum, hiçliğe mahkum ediliyorum. Hiçbir şeyden haberim olmadığı halde...” diyen insanların mağduriyetlerini... Sadece bir yerdeki bir şeytanın, Yezdücird’in çocuğu birisinin kararıyla, fişlemesi neticesinde.. Yezdücird’in torununun fişlemesi... Hâlâ “Pers, Pers!..” diyen, Tebriz’i Medine gibi gören ve “Varsa dünyada en ideal, ütopyaları aşkın bir idare şekli, İran’da!” diyen biri; fişliyor, işliyor ve bir sürü insanın canına zehir-zemberek gibi (cinas) işliyor!.. Evet... Siz, koyacağınız yere koyun, bu mülahazaları.

Ülke içinde engelli çocuğun bakımı için biriktirilen parayı bile gasp eden vicdansızlar, yurtdışında da diyanet kisvesi altında dahi casusluk yaptırıyorlar

Bir diğer acı şey de şu: Antrparantez arz ediyorum. Dışta o cebrî hicret eden insanlar, hicret ettikleri yerlerde -bugüne kadar ihtiyarî hicret edenler misyonlarını edâ etmeye çalıştıkları gibi, bunlar da cebrî hicret sonucu gittikleri yerlerde yine- Ruh-i Revân-i Muhammedî’nin şehbal açmasını sağlama istikametinde, soluk soluğa, küheylan gibi koşuyorlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Fakat yine “Din!” diyen, “Diyanet!” diyen, o argümanları kullanan insanlar, oralarda casusluk yaparak, o insanları -bir yönüyle- kendi ülkelerine gammazlıyorlar. Bir-iki ülkede “Bunlar, casus!” diye derdest edildiler ve sınır dışı yapıldılar. Vakıa bunlar, medyaya düşen şeyler.

Kine-nefrete doymuyorlar birileri!.. Yani, artık ülkesini terk etmiş; sen de onun malının üstüne konmuşsun; gasp etmişsin ve beş kuruş vermemişsin. Bir arkadaşı içeriye koyarken... Anomali bir çocuğu var; onun için biriktirdiği para var. Benim de evliyaullahtan bir veli olarak tanıdığım bir insan. İçeriye alırken, yahu bari o parayı, o anomali çocuğa verin!.. Onu da elinden alıyorlar.

Gasp ettikleri şeylerin “Raporlarını tutalım!” dendiğinde tavırları: “Hayır, rapor tutamazsınız. Çünkü rapor tutarsanız, bir gün hukuk çerçevesinde haklı olduğunuz meydana çıkarsa, onları istirdad edersiniz, geri alırsınız. Oysaki biz, geri vermemek üzere gasp ediyoruz!” Haramî, aldığı şeyi, geri vermek üzere almaz, vermemek üzere alır. Anomali çocuğu için biriktirdiği, Türkçe ifadesiyle dişinden-tırnağından artırarak biriktirdiği şeyi de gasp ediyorlar. Onu içeri koyarken, çocuğunun hakkını da elinden alıyorlar. Zerre kadar vicdanı olan bir insanın kalbi durur. Gavur bile olsa, kalbi durur. Gavur kalbi kadar kalb yok bunlarda!..

Evet, o Muhacir ve Ensar kardeşliğini çok iyi değerlendirmek lazım. O kardeşliği, o sarmaş-dolaş olmayı!.. Kim bilir, belki de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) işaret buyurduğu “Âhirzamanda adım, Güneş’in doğup battığı her yere ulaşacaktır!” müjdesinin tahakkukunda dünyanın dört bir tarafına “ihtiyarî hicret”lerin yanında, şimdi de “ızdırarî hicret”lerin, “cebrî hicret”lerin vesileliği söz konusudur. O muhacirler, gidilmedik ülkelere gitmek suretiyle, aynı zamanda “temsilî ve halî Müslümanlık”larıyla, Müslümanlığın nasıl ütopyaları aşkın bir din olduğunu gösterecekler. En azından, başkalarını onunla sulh olma atmosferine çekecekler veya onlara sulh olma anlayışını aşılayacaklar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bu da çok önemli bir kazanımdır. Dünyada “sulh-u umumî”ye giden yollardan bir tanesidir.

Cihan harplerinin ucunun göründüğü bir dönemde sulh olma anlayışı çok mühimdir. Ne felaketlerle geldiğini geçmişte gördük o harplerin. Bir üçüncü cihan harbi umumi felaket demektir; bir Batılı düşünürün ifadesiyle, “Ölen, mezara; geride kalan da yoğun bakıma!” Öylesine korkunç silahların, insanları öldürmek için hazırlandığı bir dönemde, o sulh-u umumîyi, اَلْإِسْلاَمُ وَالسَّلاَمُ الْعَالَمِي, o sulh-i umumîyi temin etmek, şöyle-böyle; “Herkes birbiriyle geçinebilir, anlaşabilir!” mülahazasını oluşturmak çok önemlidir.

Güllerimiz dikenliğe düştü, sinelerimiz yaralı; bir haşin dikenlere bir de narin güllere bakıp elemle inliyor ve halimizi Allah’a arz ediyoruz!..

Öyle bir gaye adına, ihtiyarî hicretlerin yanında, cebrî hicretlerle Cenâb-ı Hak, şimdi size böyle bir misyon yüklüyorsa, bence, öperek bunu da başınıza koyun!.. “Elhamdülillah... Aklımıza gelmemişti böyle bir hizmet. Yâ Rabbi! Nice şeyleri Sen bize hatırlattın, bizleri ona sevk ettin; bundan dolayı da Sana binlerce hamd u senâ olsun! Ama bilmeyerek, bize zulmetmek suretiyle bu işi yaptıranlara gelince, onların da hidayete kabiliyetleri varsa, Sen onları hidayet eyle. Kalblerini telyîni (yumuşatmayı) murad buyuruyorsan, bilmedikleri re’feti, şefkati, mürüvveti, hakkı, adaleti, istikameti, anlayışı, muhabbeti, unuttukları bu şeyleri hatırlayacaklarsa şayet, onları da nezd-i Ulûhiyetinden hidayetinle serfirâz kıl! Dalalet vadilerinde yüzmekten onları da halâs eyle! Yoksa, her şeyin iyisini değil, her şeyin her şeyini Sen bilirsin!” deyin!..

Ama onların bir şey anlayacaklarına ihtimal vermiyorum: “Nâdânla sohbet güçtür, bilene / Zira nâdân, söyler ne gelirse diline.” Çünkü o sahip değildir diline ve beline. Bir kere saplanıvermiştir, menfûr o şeytanî emeline!..

Evet, bize şu düştü:

“Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib,
Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib”

(Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, inleye inleye oracığa yığılıverdi.)

Gül, dikenlerin içine düşünce, gül dalına konmuş bülbül, öyle bir incinir ki, “Benim gülüm gitti!” diye. Bir güle bakar, bir de hâristana bakar!.. Sebk-i Hindî mülahazasıyla söylenmiş, tahlili Edebiyatçılara ait, Nâilî-i Kadîm’in enfes bir beyanı.

Öyleyse, gelin, ne olur, sadece ulvî dertlerle dertlenin!.. Ulvî dertlerle dertlenmeyenlere Allah, süflî dertleri musallat eder. Yüksek mefkûre sahibi olmayan, benliğinin süflî arzularına takılır. “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezer.” “Karasaray!” der, saraya takılır.. “Villa!” der, villaya takılır.. “Filo!” der, filoya takılır.. “Makam!” der, makama takılır.. “Alkış!” der, alkışa takılır... O kadar çok şeyle zehirlenmiştir ki, onun, bu zehirlerden sıyrılması için şimdiye kadar eczacıların, farmakologların öyle bir panzehir ürettiklerini tahmin etmiyorum.

اَللَّهُمَّ نَفْسًا مُطْمَئِنَّةً، رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً، تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رِضَاءِ مَنْ سِوَاكَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

(Allah’ım! Sen’den, nefislerimizi doygunluk ve itminana erdirerek “nefs-i mutmainne” ufkuna yükseltmeni.. dahası, onun bir üst mertebesi olan, kullarının Sen’den hoşnutluğunu anlatan, Sen’den ne gelirse gelsin, her zaman şükürle karşılık verip katiyen şikâyet etmeme, bu yolda gülü de dikeni de aynı görme noktası sayılan “nefs-i râdiye” zirvesine ulaştırmanı.. onun da ötesinde, rızana mazhar edilmenin, bizim küçüklüğümüze göre değil Senin azametine yakışır bir iltifata erdirilmenin unvanı olarak anılan “nefs-i mardiyye” şahikasıyla bizleri serfirâz kılmanı diliyoruz. Öyle ki, bu lütfun, Senin rızana erdikten sonra başkalarının bizden memnun olmasını hedeflemekten bizleri müstağnî kılacak ölçüde olsun!.. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, onun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip onu vesile kılarak bu talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..)

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Din, muameledir!..

Fethullah Gülen: Din, muameledir!..

“Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.”

  • Büyük işler yapmalı fakat sonra hemen arkaya çekilip gizlenmeli. Edip eylenen, ortaya konulan başarılarla görünmemeli. Onlarla takdir edilme, alkışlanma arkasına düşmemeli. İnsan, herkesten daha iyi bilen birisinin mevcudiyetine yürekten inanıyorsa, O’nun bilmesini yeterli bulmalı. Evet, O biliyorsa, yeter!.. Kayda değer buluyorsa, yeter!.. Kıymet atfediyorsa, yeter!.. O bildikten, bulduktan, kıymet atfettikten sonra bütün dünya reddetse, ehemmiyeti yoktur.

Peygamber yolunda taklitten tahkîke, nazarîden amelîye

  • Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm’ı bize emanet ederken,

    فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ
    “Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.”

    buyurmuş; nazarları Hulefa-yı Râşidîn’in yoluna çevirmiştir; çünkü o yol Peygamber yoludur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” tabiri, Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Şu manaları ihtiva etmektedir: Benim ve Raşid Halifeler’in yolunu hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun; ona sımsıkı sarılın. Sadece ellerinizle, pençelerinizle değil, azı dişlerinizle de sıkı tutun; onu elden kaçırmamaya çalışın.
  • İnsanların hayatında nazarî Müslümanlığı amelî Müslümanlığa çevirmek, taklit ortamında elde edilen Müslümanlığı tabiatın bir derinliği haline getirmek Raşid Halifeler’in yolu sayesinde olmuştur. Onlar, temsillerini deyip ettiklerinin on adım önünde götürmüşlerdir. Aslında bir mü’minin bir numaralı hedefi de bu olmalıdır: Mü’min, yetiştiği kültür ortamından elde ettiği o taklidî ve nazarî imanı, amelî ve tahkikî iman seviyesine yükseltmeye çalışmalıdır.
  • Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumu duymadan, görüp duyduğu gibi inanması ve netice itibarıyla da davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla da “ilm-i yakîn” bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîcî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Ayrıca, fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklit Müslümanları mukavemet edemezler. Bu bakımdan da -bilhassa günümüzde- tahkîkî imana ulaşma yollarının araştırılmasına ve bu konuda insanların uyarılmasına ihtiyaç hatta zaruret vardır.

Gerçek mü’min sözleriyle değil, muameleleriyle belli olur!..

  • İnsanlar araştırma mevzuunda hem ciddi, kararlı ve sürekli olurlar, hem de elde ettikleri bilgileri ibadette derinleşme hesabına kullanırlarsa bugün olmazsa yarın tahkîke ulaşabilirler. Güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. Öyleyse, vicdan mekanizmasını işlettirmek ve ondan semere almak için insan “sâlih amel”e yapışmalıdır.
  • Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde iman ve amel-i sâlih beraber zikredilmektedir. Sâlih amel, Cenâb-ı Hak nezdinde güzel ve makbul olan iş demektir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât ve sadaka vermek gibi ameller amel-i sâlihe dâhildir. İmanın tabiata mâl edilmesi ve iç derinliği haline gelmesi bu salih amellerle gerçekleşir. Hadislerde beyan edildiği üzere; “Din, muameledir”; tavırdır, davranıştır, haldir. Hatta bir ifadeye göre, “Gerçek mü’min muâmelâtıyla belli olur!” Bu biraz daha derin; yani, mü’min, alış-verişiyle, ticâretiyle, idârî hayatıyla, haram-helal gözetmesiyle, o mevzuda hassas hareket etmesiyle, şüpheli şeylere karşı da hassas yaşamasıyla belli olur.

“Yiğit belli değil mert belli değil!..”

  • Evet, iman, muameleyle belli olur. Yoksa nazarî olarak söylersiniz; en ileri seviyede “Ebubekrizm” diyebilirsiniz; ya da nisbet “ye”si ile söyleyelim, “Ebu Bekrî, Ömerî” diyebilirsiniz. “Bizim insanlığa takdim etmek, yaşamak ve yaşatmak istediğimiz bunlardır!” diyebilirsiniz. Fakat muâmelâtınızda bu hassasiyeti milimi milimine ortaya koymuyorsanız, yalancının, sahtekârın, dümencinin tekisiniz demektir. Özür dilerim, sözüm size değil, öyle olanlara. Günümüzde öyle olanların da emsali çok.
  • Âşık Ruhsati der ki: “Bir vakte erdi ki bizim günümüz / Yiğit belli değil mert belli değil / Herkes yarasına derman arıyor / Deva belli değil dert belli değil.” Bu sözü, biraz değiştirip şöyle diyeceğim: Bir vakte erdi ki bizim günümüz. Mü’min belli değil münafık belli değil. Herkes problemine çare arıyor. Dert belli değil derman belli değil. Yâr belli değil ağyâr belli değil. Dolayısıyla hadiselerin çok girift olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Sizinle camiye gelip namaz kılabilir ve size ait bazı şeyleri icra edebilir. Fakat belki de o, çok güzide, çok yüksek firasetli, üstün fetanet abidesi sayılan insanlardan bile kendisini saklayacak kadar münafıklıkta profesyonel olan Abdullah ibni Übeyy ibni Selül gibidir.

İfk Hadisesi’nin ardında da münafıkların reisi ve nifak ehli vardı

  • Münafıkların önderi Abdullah İbn Übey İbni Selül, nifakta bir prototip idi. Peygamberimizin hicretinden önceki liderlik konumu sarsıldığı için, ömrünün sonuna kadar O’nu çekemedi. Her fırsatta mü’minler arasında fitne çıkarmaya çalışır, onların kuvve-i maneviyelerini kırmaya uğraşır, günümüzdeki moda tabirle sürekli algı operasyonları yapardı. “İfk hadisesi” olarak bilinen, Hazreti Aişe validemize iftira atılması olayında da bühtanı yaymada başı çeken Abdullah ibni Übeyy ibni Selûl’dü. Zift medyası gibi, propaganda yapmasını öyle biliyordu ki, ona bir kısım mü’minler bile inanmışlardı.
  • O Aişe validemiz ki, -hafizanallah- hayat-ı seniyyelerinde olumsuzluğun rüyasını dahi görmemiştir. Çünkü “ben benim, ben bir kadınım” dediği andan itibaren gözlerini Efendimiz’e açtı. Vahyin sağanak sağanak yağdığı yerde neşet etti ve Sahabe-i Kirâm’ın en çok hadis rivayet edenlerinden birisi oldu. Kadınlık âlemine dair problemleri çözen müşkilküşâ bir valide oldu. Olumsuzluğun rüyasını görmemiştir benim anam. Fakat hiç utanmadan, hayâ etmeden onun için de dediklerini dediler. Bu açıdan da size bir şey denmişse, çok görmeyin. Öteden beri nifak düşüncesi taşıyanlar hiç denmeyecek şeyleri demişlerdir. Aldırmayın!.. Bir gün Allah (celle celâluhu) hükmünü verecek, kimin ne olduğunu ortaya çıkaracaktır. Nitekim o mübarek validemizi de doğrudan doğruya semâvî beyan tezkiye etmişti; falanın filanın şahitliği değil; hatta Efendimiz’in yüksek fetânetinin müşâhedesi de değil. Allah adeta diyordu ki Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ya Muhammed, Rasûl-ü Zîşân’ım (aleyhissalatü vesselam) Ben onun tezkiyesini, tasfiyesini sana bırakmam; Ben vahyimle onu tezkiye ederim!”

Hazreti Üstad’a denilenler size de denilmiş; çok mu?

  • Evvelki gün öyle olduğu gibi dün de öyle oldu. Hazreti Pir de kendisinden evvelkiler gibi aynı güzergâhtan geçti, aynı zulümlere maruz kaldı. “Şeriat devleti kuracak” demediler mi?!. “Haşhaşi” demediler mi?!. Onu -haşa- Karmati şeklinde muameleye tabi tutmadılar mı?!. Çağınıza ışık tutan, nurefşan insan, Pir-i Mugan, Şem-i Tâbân Bugün de onu istismar etmek istiyorlar; kenardan köşeden yalancılıkla sahip çıkıp ona taraftar olanları cephelerine çekmek için uğraşıyorlar. Evet, ona da her şeyi söylediler; otuz sene zindanlarda, sürgünlerde hayatı zehir zemberek haline getirdiler. Size demişler çok mu? “Paralel” demişler, “haşhaşi” demişler, “karmati” demişler
  • Allah’la irtibat tamam ise, O’nun, riayeti, hıfzı, emniyet ve güveni altındaysanız, ne derlerse desinler, ne herze yerlerse yesinler; yürüdüğünüz yolda sarsıntı geçirmeden -Allah’ın izni ve inayetiyle- yürüyeceksiniz.

Karıncaya basmayan insanlara “terörist” diyenlerin asıl kendileri o levsiyatın içindedirler!..

  • Zaten o uydurukça dedikleri şeylere bütün dünya gülüyor. Karıncaya basmayan adamlara “terörist” diyorlar. Hayatlarında arpa kadar haram yememiş insanlara diyorlar. Yeryüzünde dikili bir taşı olmayanlara diyorlar. Kendileri sultanlar gibi yaşadıkları halde, paryalar gibi yaşayan fakat halinden şikâyet etmeyen insanlara söylüyorlar bunları. Evet, iffetinizi, ismetinizi koruyarak nazarî imanınızı amelî imana çevirmiş iseniz, bütün varlığı, insanlığı bir Mevlana edasıyla şefkatle kucaklayabiliyorsanız -ki kucaklıyorsunuz- insanlık size her zaman bağrını açacaktır. Ve bu türlü herzegû (lüzumsuz, manasız, saçma sapan konuşan) insanların söyledikleri herzelere de güleceklerdir ve gülüyorlar. Şimdi gizli gizli gülüyorlar, kapalı kapılar arkasında gülüyorlar: “Allah Allah, kime terörist diyorlar!”
  • Terörist olmayan, hayatını melekler gibi sürdüren insanlara terörist diyenler, asıl kendileri o levsiyât içinde bulunan insanlardır. Bunlar bir gün tarihin sayfalarına simsiyah yazılarla kaderlerinin gereği olarak yazılacaklar. Tarih ve gelecek nesiller onlara diyecek: Sohbeti yalan ve iftira olana, konuşması yalan ve iftira olana, yazısı çizisi yalan ve iftira olana, oturduğu yer itibariyle başkalarına sinyaller göndermek suretiyle başkalarını yalan ve iftiralarla idlal edenlere yuf olsun!..
  • Bırakın o şefkat mahrumu, merhamet mahrumu insanlar kendi gayzlarıyla, nefretleriyle, kinleriyle yaşayadursunlar. Onların da o kadar yaşamak hakkı var. Siz şimdiye kadar kendi üslubunuza göre yaşadınız, bundan sonra da üslubunuzu koruyarak yaşamaya bakınız. Mahlûkatı şefkatle kucaklayınız.

Allah’ın inayetiyle, şefkat kahramanlarını gönüllerdeki tahtlarından indiremediler/indiremezler.

  • Bir insanın imandan nasibi mahlûkata şefkati ölçüsündedir. Siz bir ölçüye kadar o şefkati sergileyen insanlarsınız. Yaprağı dökülecek bir ağacın yaprağını bile vaktinden evvel dökmeyi cinayet sayacak insanlar.. karıncaların otağ kurdukları yerde gezerken “aman birine basarım” diyenler.. kendi üzerlerine gelmeyen, sokma endişesi olmayan, ısırma endişesi olmayan yılana, akrebe, çıyana bile kıymayanlar.. böyle bir kıymayı bile cinayet sayanlar
  • Evet, şefkat kahramanları, bu şefkati dünya çapında bir ölçüde sergilediklerinden dolayı gönüllere tahtlar kurdular. İki senedir onlar hakkında yapılan tezvirat belki daha önce de kapalı şekilde vardı; hazımsızlıktan kaynaklanıyor, gizli gizli yapılıyordu. Adanmış ruhların takdir ve mükâfat beklentileri yoktu. Adanmışlık ruhuyla hareket ediyorlardı ama sultanlar gibi semereler ortaya koyuyorlardı. Kendilerine sultanlık yakışırdı, fakat hiçbir zaman kendilerini amelenin üstünde görmediler. Açtıkları okullarda sıvacılık yaptılar, duvar ustalığı yaptılar; tahtayı sırayı masayı derlediler, toparladılar, kurdular. Sadece mektebe bunları kurmakla kalmadılar, gönüllere tahtlar kurdular. Onun için iki senedir süren tezvirat iki sene daha devam etse, sonra iki sene daha devam etse, Allah’ın inayetiyle gevezelerin gevezeliği yanlarına kâr kalacak. O insanlar diyecekler ki: “Bakmayın onların dediklerine, biz üç tane daha okul açmanızı istiyoruz.”
  • Bölünmeyin, parçalanmayın; Allah’ın kudret eli sağlam bir heyet-i içtimaiyeyle beraberdir. Vifak ve ittifak, Cenâb-ı Hakk’ın tevfikat-ı sübhaniyesinin en büyük vesilesidir. Bir ve beraber olur, hadisin ifadesiyle, bünyan-ı marsus gibi bir hal alırsanız, Allah da eltâf-ı sübhaniyesini başınızdan aşağıya sağanak sağanak yağdırır.

Tarih boyu firavunların, tiranların, diktatörlerin değişmeyen bahaneleri

  • Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

    وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ
    Bu âyet-i kerime, Firavun ailesi içinde neş’et edip, Hazreti Musa’ya en kritik anda destek veren bir mü’minin (Mü’min-i âl-i firavn) adının verildiği Mü’min Sûresi’nde geçmektedir. Firavun’un “Bırakın, ben Musa’yı öldüreyim; varsın o da Rabb’ine yalvarsın. Doğrusu ben onun, sizin dininizi değiştirmesinden ve bu yerde, bu ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.”

    dediğini anlatmaktadır.
  • Mekke müşriklerinin Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, “Ailelerimizi bölüyor, bizi atalarımızın yolundan döndürmeye çalışıyor.” dedikleri gibi; Firavun da kendi kavmine, “Dininizi, sisteminizi değiştirmesinden, sizi birbirinize düşürüp, bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” diyor ve kendi müfsitliğini gizleme gayreti içinde, eskiden beri bütün tiranların, diktatörlerin, tağutların yaptığı gibi davranıyordu.
  • Evet hak karşısında yenilince ya kuvvete ya da demagojiye başvuran, dünyanın kaderine hâkim bütün mütekebbirler, despotlar gibi, Firavun da kuvvet gösterisinde bulunmak istiyor, bunun için halka sığınarak kamuoyu oluşturma gayretleriyle demagojiler yapıyor ve “Onun, dininizi/sisteminizi değiştirmesinden veya ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” diyordu; diyor ve sanki o âna kadar her şey yolundaymış, toplum da müreffeh ve mesutmuş da Hazreti Musa her şeyi karıştırmış, halkı kargaşaya sürüklemiş gibi bir imaj uyarmaya çalışıyordu.

Mütekebbir zorbalardan Rabbimize sığındık!..

  • Firavun’un gittikçe çöküp, nihaî bir kaybetme noktasına doğru hızla ilerlemesine karşılık, Hazreti Musa fevkalâde rahattı ve Firavun’un tehditleri karşısında en ufak bir sarsıntı bile hissetmiyordu. Bu itibarla da hemen cevabını yapıştırmıştı:

    وَقَالَ مُوسَى إِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُمْ مِنْ كُلِّ مُتَكَبِّرٍ لَا يُؤْمِنُ بِيَوْمِ الْحِسَابِ
    “Ben, hesap gününe inanmayan her mütekebbir (gururlu, kendini beğenmiş zorba)dan benim ve sizin Rabbinize sığındım.” (Mü’min, 40/27)

    diyerek, bir yandan Hakk’a güvenini ortaya koyarken diğer yandan da bütün insanların Rabbinin sadece Allah olduğunu bir defa daha ihtar etmişti.
  • Bu ayet-i kerimelerle, bir tarafta Firavun’un tiz perdeden atıp tutması, ölüm tehditleri savurması, ölüm tehditleri savururken de içten içe aklî, mantıkî ve kalbî tutarsızlıklarının şuurunda olarak tedirginliği, telaşı ortaya konuyor. Ayrıca, böyle bir tedirginlik ve telaş karşısında, daha evvel horlayıp hakir gördüğü teb’anın gücünü yanına almaya çalışması ve bu uğurda onların dinî hissiyatlarını istismar etmesi anlatılıyor. Dahası her devirde olduğu gibi, kendisi fesat çıkarıp dururken başkalarını fesatla karalaması, her fırsatta mü’minlere düşmanlık yapmasına mukabil dindarların dinin ruhunu değiştirdiklerinden ve değiştireceklerinden dem vurması nazara veriliyor. Diğer taraftan da bütün bunlara karşı Hazreti Musa’nın fevkalâde bir temkin içinde halka bedel Allah’a sığınması ve Firavun’un kibrini, gururunu onun yüzüne vurması hatırlatılıyor.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.