• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Dinin afeti üç zümre

Fethullah Gülen: Dinin afeti üç zümre

“Ulemâ-i sû” ne demektir ve bu sözle anılanlar nasıl kimselerdir? Ayrıca, bir hadîs-i şerifte

آفَةُ الدِّینِ ثَلاَثَةٌ: فَقِیهٌ فَاجِرٌ وَاِمَامٌ جَائِرٌ وَمُجْتَهِدٌ جَاهِلٌ

buyuruluyor. “Fâcir fakîh”in ilk sırada zikredilmesinin hikmetini ve bu üç zümre arasındaki münasebeti lütfeder misiniz?

Kötülüklerden sıyrılamamış alimler

  • “Ulemâ-i sû” kötülüklerden sıyrılamamış, onlarla içli-dışlı âlimler demektir. Meseleleri hep iyilik yolunda değerlendirmesi, iyilikle yoğurması, sürekli meşrûyu takip etmesi ve meşrû dairede dolaşması gerekirken, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf buyurduğu malumâtı sûiistimâl eden veya yerinde kullanmayan ilim ehline “ulemâ-i sû” denir.
  • Cenâb-ı Hakk’ın insana lütfettiği zâhir ve bâtın duygular, uzuvlar ve bütün mevhibeler -ulemanın ifadesiyle- “mâ hulika leh”ine, yani yaratılış gayesine uygun şekilde kullanılmalıdır. Bu cümleden olarak, Hazreti Üstad, Küçük Sözler’de göz ve kulak gibi uzuvların konumlarına dikkat çekmekte ve bunların, yaratılış hikmetlerine muvafık şekilde istimal edilmeleri gerektiğini nazara vermektedir. Mü’min, Hâlık’ının her emanetini, O’nun namına ve izni dairesinde istimal etmelidir ki ilim de bu emanetlerden biridir.
  • Bu herkes için söz konusu olan bir meseledir; fakat muktedâ bih (kendisine uyulup ardı sıra gidilen) ve kudve (halk tarafından takip edilen) kimselerin, rehber konumundaki insanların sûiistimali çok kötü neticelere sebebiyet verir ki, işte o kötülüklere sebep olanlara “ulemâ-i sû” denir. İnsan bilgisiyle amel ediyorsa, zirve yapar. Onun için “Alimler peygamberlerin varisleridir!” buyurulmuştur. Fakat Sâdî’nin “Gülistan”da dediği gibi, bildiğiyle amel edene âlim denir. Şayet bir kimse çok biliyor, kitapları ezberlemiş bulunuyor ama malumatını fiiliyata taşımıyorsa, onun nasibi sadece dimağ yorgunluğu, kalb yorgunluğu, vicdan yorgunluğudur! Bildiklerini din ve diyanet adına pratiğe döküp onları realize etmeyen ve yaşamayan kimse -Sâdî’nin ifadesiyle- cahildir!
  • Âlimler pozitif alanda nasıl değerlerini yükseltiyor ve kıymet üstü kıymete ulaşıyorlarsa, kötülük yaptıkları zaman da öyle esfel-i sâfilîne sukût ediyorlar. Çünkü onlara bakan, onların gözünün içine bakan, onların ağzına bakan, onların tavır ve davranışlarına bakan bir sürü insan vardır. Bir sürü insan vardır ki derslerini onların hallerinden, temsil keyfiyetlerinden, konumlarından, yorumlarından, dine bakışlarından, ciddiyetlerinden veya gayr-ı ciddi olmalarından alırlar. Onların hallerine göre diğerlerinin kalbî ve ruhî hayatlarında bir şekillenme olur. Bir insanın kendi kendine, şahsen, münferiden inhiraf yaşaması, sadece kendisi hesabına bir inhiraftır, kendisi hesabına bir sukûttur, kendisi hesabına bir tökezlemedir. Fakat milletin, gözünün içine baktığı bir cami imamı, bir müezzin, bir müftü, bir diyanet işleri reisi veya bir devlet başkanının vebali bir yönüyle tesir alanları ölçüsündedir. O insan inhirafıyla -hafizanallah- koskocaman bir milleti aldatıyor, bir beldeyi aldatıyor, bir kasabayı aldatıyor, bir köyü aldatıyor, bir cami cemaatini aldatıyor demektir. Şimdi bu, bir tek insanın münferit günahı, vebali, sûiistimali, âlim-i sû olması mesabesinde değildir. Bu çok daha büyüktür!

Dinin afetleri

  • Zikredilen hadis-i şerifte yukarıda anlatılan hakikate göre bir sıralama yapılmıştır: Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

    آفَةُ الدِّینِ ثَلاَثَةٌ: فَقِیهٌ فَاجِرٌ وَاِمَامٌ جَائِرٌ وَمُجْتَهِدٌ جَاهِلٌ
    “Dinin afeti üçtür: Fakîh-i fâcir (günahkar fıkıhçı), imam-ı câir (zalim idareci), müctehid-i câhil (kendi reyine göre ibadet ü taatte bulunan cahil kimse).”

    1) Din adına bela, handikap, musibet, Allah’ın musallat kıldığı en kötü afet olarak sayılan üç zümrenin başında “fakîh-i fâcir” gelmektedir. Yani, fakîhtir; Kitap’la, Sünnet’le, Fıkıh’la meşgul oluyor ama fâcir; esas çizgisini koruyamıyor, fucûr yapıyor. Bağışlayın; yerinde bohemliğe düşüyor; yerinde rüşvet alıyor; yerinde hırsızlık yapıyor; yerinde millet malını gözetmiyor; helal haram düşünmeden, bir yönüyle “keyfe mâ yeşâ” nasıl isterse öyle yaşıyor. Bu açıdan da böyle bir fakîhin gözüne bakan onun gibi yaşıyor. Mesela; bir teolog “Efendim, bunda bir mahzur yok!” derse, millet o mevzuda boş durur mu? “Bu kadarcık, minnacık bir şey çalmışlar, ne olur bundan?!.” falan diyorsa, millet “İyi, bize de hırsızlık yolu açıldı!” der mi demez mi? “Efendim, buncacık rüşvetten ne çıkar?!.” falan dediği zaman, bütün işler bir yönüyle rüşvet yörüngesi üzerinde cereyan etmeye başlar mı başlamaz mı? Ve bütün bir milleti inhirafa sevk etmiş olur mu olmaz mı? Dolayısıyla ferdî bir inhiraf, sukût, kaybetme gibi değil, bunlarınki çok büyük olur.

    Böyle davrananlar -bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’ın insanlara musallat ettiği şeytandan daha kötü kimselerdir. Çünkü şeytan soldan gelir bir yönüyle, size kötülükleri telkin eder, o yönden sizi baskı altına almaya çalışır. Fakat camide, taylasanlı gördüğünüz adam, bir teolog bunu yapıyorsa ve gevşek davranıyorsa, bir yönüyle halkı öyle bir inhirafa çağırmış, davet etmiş, sevk etmiş ve onları da gevşekliğe çekmiş olur hafizanallah. Onun için fakîh olan bir fâcir, dini biliyor gibi görünen bir insan, insanları ifsat edenlerin başında gelir. Denebilir ki, onların serkârıdır, pîşuvâsıdır, piştârıdır. Cehennem’e giderken de iğfal ve idlal ettiği insanların önünde yürüyecektir.. ve yürüdükleri o yolda yol boyu hep hacalet yaşayacaktır. İnsanlığın İftihar Tablosu da hidayetlerine vesile olduğu, yürüyecekleri yolu gösterdiği nûrefşân toplulukların önünde yürüyecek; Sırât’tan geçerken Cehennem alttan seslenecek: “Çabuk geçin, ışığımı söndürüyorsunuz!” diyecek. Evet, iyi yola sevk edenler de öyle olacak.

    2) İkinci sırada cevreden zalim sayılıyor. “Hiç kimseye cevr etme, hiç kimsenin canına kıyma, hiç kimseye eziyet etme; belki herkesi takdir et, herkese iyilik yapmaya bak!” Bunlar öteden beriye sofilerin hep söyleyegeldiği sözlerdendir. Bir hadiste de “Yedi zümre vardır ki, Allah (celle celaluhu) hiçbir gölgenin olmadığı, serinleme imkanlarının bütün bütün yok edildiği yerde, -ağacın değil, Cennet’in değil, Firdevs’in değil- Arş’ının gölgesinde gölgelendirecektir.” denilir. Kimdir birincisi? “İmâmun âdilun” deniyor. Tam bunun zıddı. Burada câir imam; zulmeden, cevreden, ajite eden, insanların canını yakan, haksızlık yapan, iftira eden, başkalarını karalayan devletin başındaki şeklî serkârlar! Arş’ın altında gölgelenecek olanlar ise adaletli idareciler.

    Bir tarafta zirve yapıyor; öyle ki enbiyâ-ı izâmın arkasında yerini alıyor. Bir arpa kadar ağzına haram girmemiş, yarım kelime yalan söylememiş, çeyrek kelime iftirada bulunmamış, çeyrek kelimeyle kimseyi rencide etmemiş, kimsenin haysiyet ve şerefiyle oynamamış; hele koskocaman, 10-15 milyon bir cemaati hedef alarak, onlar için nâsezâ nâbecâ -kafirin bile demediği- şeyleri dememiş. Eğer demişse, imam-ı câir; dememişse, imam-ı âdil.

    Mesela, Hareket için tahminlere göre, bütün dünyada 15-20 milyon kadar sempatizanı var. Bunların bütününe birden paralel dediğiniz zaman, sülük dediğiniz zaman, bu küfre denk bir günahtır. Onca insandan “Hakkını helal et” deyip rûberû haklarını helal ettirmedikçe, o insanın Cennet’e gitmesi mümkün değildir; elli tane İstanbul fethetse dahi mümkün değildir. Zaten Allah o kadar şey onlara lütfetmez de. Şimdi imam-ı âdil gibi zirve yapmış bir insan olmak varken, böylesine hadîde (çukura) yuvarlanmış, esfel-i sâfilîn mahluku imam-ı câir olmak, bir insan için ne kadar acı bir şey!..

    3) Üçüncü olarak da “müctehid-i câhil” zikrediliyor. Çağımızda çok olan bir şey. Bakarsınız kimisi der: “Yahu bırakın şu Ebû Hanîfe’yi, İmam Malik’i, Şafi’yi, Hanbeli’yi ” Bazıları bakarsınız hadisi bile inkâr eder, sadece Kur’ân der. Oysaki Müslümanlık, bir yönüyle temel disiplinler açısından Kur’ân’da şekillenmiştir ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şerifleriyle onlara vuzuh kazandırmıştır. Dolayısıyla Kitab’ın yanında Sünnet de esastır. İşte usulüddin ulemasının beyanı: “Sünnet’in Kur’ân’a ihtiyacından daha çok -açması, açıklaması, her şeyi milimi milimine yerine oturtması açısından- Kur’ân’ın Sünnet’e ihtiyacı vardır.” Usulüddin ulemasının bu mevzuda beyanı böyledir. Zira Kur’ân inmiştir ama onun ne ifade ettiğini en doğru anlayan, milimi milimine doğru anlayan İnsanlığın İftihar Tablosu neyle ifade etmiştir onu? Kavlî sünnetiyle!.. Neyle ifade etmiştir? Fiilî sünnetiyle, ef’al-i nebevisiyle, ahval-i nebevisiyle, temsilat-ı nebevisiyle
  • Câhil müctehid Kitab’ı bilmez, Sünnet’i bilmez ama içtihatta bulunur. Günümüzde çok müctehid vardır. Zannediyorum, kütüb-ü ehâdîsiye açısından, o mevzuda uzman herkesin ilk planda okuması gerekli olan Kütüb-ü Sitte’dir. Yemin ederim, hocalık taslayan, müctehidlik taslayanlar bu kitapları -hele bir şerhle- katiyen okumamışlardır. Hatta hadisçiler bile bunları yakın takibe alarak baştan sona kadar okumamışlardır. Kaldı ki bunun dışında Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i var, İmam Malik’in Muvatta’ı var, zevâide dair yazılmış kitaplar var, Darekutniler var, Hakim’in Müstedrek’i gibi eserler var. Bir insanın, bütün bu hadisleri gözden geçirmedikten sonra Kur’ân’a dair incelikleri onlara has keyfiyet içinde, onların haysiyetini koruma keyfiyetinde bilmesi mümkün değildir. Şimdi bu tür insanların içtihattan dem vurmaları cehaletlerini ilandan başka bir şey değildir. İster tefsir uzmanı olsun, ister hadis uzmanı olduğunu iddia etsin, ister fıkıh uzmanı olduğunu iddia etsin, isterse de kelam uzmanı olduğunu iddia etsin; Kitap, Sünnet ve Fıkıh bütün külliyatıyla -bir de müzakere edilerek- gözden geçirilmemişse, Kıtmir onlara cehaletlerini bilmeyen cahiller nazarıyla bakar.
  • Cehaletini bilmeyen cahiller bunlar. Unvanlar önemli değil. Kitapların fihristlerine bakar, fişlersiniz; fişleri bir araya getirir, işlersiniz; sonra bir şey olduğunuzu düşlersiniz; sonra da müctehid olduğunuzu düşlersiniz. Öyle fişlemeyle, işlemeyle, düşlemeyle müctehid olunmaz.
  • O insanlar sabahtan-akşama kadar o işle meşgul oluyorlardı. Mesela, o koca Ebu Hanife!.. İmam Rabbani hazretleri gibi hüccet bir insan “Allah Rasulü’nün yolunu bir şehrah halinde yaşayan Ebu Hanife’dir.” diyor. Sen ben değil!.. Bize onlar baksalar “Bunlar mük’ab cahil!..” derler. Hazreti Ebu Hanife, talebeleriyle her meseleyi müzakere ediyor; (en az) 500 tane insan Hazret’in derslerini, takrirlerini dinliyor. Biz onlardan sadece 3-4 tanesini biliyoruz; İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam-ı Züfer, İbn Mübarek gibi kimseleri biliyoruz. Onlarla müzakere ediyor; onlar bir şey söylüyorlar, Hazret de bir şey diyor; fakat kafasına takılıyor o şey. “Ya İmam, Kur’ân’da mesele bir yerde böyle deniliyor, bir yerde de böyle deniyor. Sünnet-i Sahiha’da da böyle deniyor. Acaba bu farklı ifadeleri bir araya getirdiğimiz ve müşterek mütalaa ettiğimiz zaman ortaya çıkacak sentez nasıldır?” Talebeleri mütalaalarını ortaya koyuyorlar. Gidiyor, sabaha kadar Kur’ân-ı Kerim’i bir kere daha baştan aşağıya okuyor. Bazen gelip diyor ki, “Talebelerim! Yusuf’um, Muhammed Şeybani’m!.. Mesele sizin dediğiniz gibiymiş.” Onun için, Ebu Hanife’nin, talebeleriyle müzakere ettikten sonra kendi dediği şeylerden döndüğü, talebelerinin fetvasını kabul ettiği yerler vardır kütüb-ü fıkhiyede.
  • Derinliğiyle beraber bu kadar da hakperest olan insanlardır onlar. Derin ve durudurlar. Baktığınız zaman sığ zannedersiniz fakat içine girdiğiniz zaman ummanlar kadar derin olduklarını görürsünüz. Onların sığ görünmeleri, duru olmalarındandır, duru ırmaklar gibi. Fakat o kadar da hakperesttirler, Hakkın hatırını âli tutarlar. Bunlar müctehid-i allâmdırlar. Sığ insanların yapacağı şey değildir bu mesele.
  • Bu açıdan, ümmet-i Muhammedi ifsat eden, kalbleri bozan insanları sırasıyla kategorize ettiğimiz zaman “fakîh-i fâcir” en başta gelir. Sonra “İmam-ı câir”; zalim, cevreden, insanları inciten, haksızlığın haksızlık olduğunu bilmeyen, zulmederken bile bir şey yaptığını zanneden, zulmederken dahi kendisini hep haklı gösteren işin başındaki insanlar.. köyün muhtarından devletin başındaki adama kadar.. bunların hepsine din ıstılahı açısından imam denir. Ve sonra da “câhil müctehid”ler. Milleti mahveden insanlar

Allahım ilmimi arttır ama senden uzaklaştıracak ilmi verme bana!..

  • Cenâb-ı Hak, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) emrediyor: “Ey Benim şanlı Nebim! Vahiyle serfiraz Nebim! Habib-i Zîşânım! De ki: Rabbim benim ilmimi arttır!” (Tâhâ, 20/114) İlim -bir yönüyle- iman hakikatleri mevzuunda derinleşme, İslam hakikatleri mevzuunda derinleşme, irşad hakikati mevzuunda derinleşme; insanların elinden tutup onları sahil-i selamete çıkarma, râh-ı hidayete götürme vesilesidir. Bütün bunlarda “Arttır Allahım arttır, arttırdığın kadar arttır!” demek gibi. Hazreti Pîr-i Muğân’ın “Hel min mezîd” (Daha yok mu?) mülahazasıyla meseleyi irtibatlandıracak olursanız; doyma bilmeden imanda derinleştikçe derinleşme, derinleştikçe derinleşme, deryalara daldıkça dalma; dolayısıyla tâ o mercan adalarına ulaşma ve insanlara inciler, mercanlar sunma.
  • Hadis-i Şerif’te de: “Allah’ım! Faydası olmayan ilimden Sana sığınırım” deniyor. Bu, “İlim verme!” demek değildir. Faydasız ilmi istememedir ki insan onunla ne kendi hayatını nizam ve intizam altına almıştır ne de başkaları için yararlı olmuştur hafizanallah. Faydası olmayan ilim! Yani, kalbî hayatım, ruhî hayatım, imanım, İslamiyetim, ihlasım, ihsanım, yakînim, tevekkülüm, teslimim, tefvîzim, sikâm itibarıyla benim için bir şey ifade etmeyen ilim. “Böyle bir ilimden Sana sığınırım!” Öyle ilim olacaksa, taklîdî Müslümanlık ondan daha iyidir.
  • Levhalarda olan sözlerden bir tanesi de şudur: “Allah’ım! Beni Sen’den uzaklaştıracak muvaffakiyetler verme bana!” Yani, istersen hezimet ver ama Sen’den uzaklaştıracak şey verme. Çevirip şöyle de diyebilirsiniz: “Allahım! Bizi Sen’den uzaklaştıracak ilmi bize verme; taklîdî Müslümanlık, cahilâne Müslümanlık ondan daha iyidir.”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Diriliş süvarileri ve ihlası kırmanın büyük vebali

Fethullah Gülen: Diriliş süvarileri ve ihlası kırmanın büyük vebali

Dirilişin Erkânı

  • Ruhî ve kalbî hayatımız adına yitirdiğimiz şeyler nelerse -ihyâ hareketi, ihyâ hamlesi adına belki en önemli mesele odur- yeniden yitirdiğimiz o şeyi bulmak; onu bütün canlılığıyla tabiatımızın bir yanı haline getirmek; başkalarına gösterme niyetiyle değil fakat başkalarına rehberlik yapma adına onu çok parlak olarak sergilemek İnsanlığın şeklî müslümanlıktan, sûrî müslümanlıktan kurtulması buna bağlıdır.
  • Namaz kılan insan değil; namaz delisi olan insanlar!.. Hadis-i şerif ifade ediyor: Mescitten çıktıktan sonra kalbini mescitte bırakan.. “muallak” tabiriyle.. kalbi takılmış, mescidin bir yanında kalmış: “Ya biz öğleyi kıldık, bu müezzinler niye ikindi ezanını okumuyorlar ki? Koşa koşa gidelim, bir defa daha Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde el pençe divan duralım. Eğilelim, azametini ifade edelim; küçüklüğümüzü ifade edelim; başımızı yerlere sürelim: ‘Allah’ım, büyüklüğün adına bunları yapıyor ve bunlarla kendi küçüklüğümüzü haykırıyoruz.’ diyelim!..” İnsanlığın İftihar Tablosu, fazilet sıralaması içinde zikrettiği şeyler arasında, “Mescitten ayrıldıktan sonra kalbi mescide takılı kalan insan” diyor. Bu da namaz delisi olmaya bağlı; oruç delisi olmaya bağlı; teheccüd delisi olmaya bağlı; her şeyi şuurluca yerine getirme delisi olmaya bağlı. En azından buna talip olmaya bağlı!..
  • Kalbinizi Cenâb-ı Hakk’a tevcîh ettiğinizde, kirlenmemiş kalblerinizle O’na yöneldiğinizde, bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün, öbür gün olmasa daha sonraki gün siz onu duymaya namzet bulunuyorsunuz. Aslında bu duyduğunuz şeyleri başkalarına da duyurma, gerçek bir ihyâ hareketi mimarlarına düşen vazifedir: İnsanları şeklîlikten kurtarma; sûrîlikten kurtarma; hakîki müslümanlığa, yani kalbî ve rûhî hayata yönlendirme; onların günlük siyasetin dedikodusundan sıyrılmalarını sağlama; Allah ile münâsebet mevzuunda kavî hale getirme
  • Bu açıdan öyle bir heyet oluşturmaya ihtiyaç var: Zannediyorum sadece kendi ülkeniz değil veya daha geniş dairede kendi dünyanız değil; İslam dünyası diye, şeklen belli bir coğrafya ile belirlenmiş İslam dünyası değil; belki belli ölçüde, dostlara dost seviyesinde, taraftara taraftar seviyesinde, kardeşe kardeş seviyesinde, beyne beyneye beyne beyne seviyesinde “Yahu meğer insanlık buymuş! Bizim ütopyalarda aradığımız şeyi meğer bu insanlar yaşıyormuş!” derler. Bir yerde böyle maya mahiyetinde oluşturacağınız bu keyfiyet, bu engin hal, dalga dalga bütün dünyaya yayılacak, bütün dünyadan beklediğiniz şeyleri o zaman Allah’ın izni inâyetiyle bulacaksınız. İnsanlığın böyle bir dirilişe ihtiyacı var.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) her zaman diriliş erenlerinin arasındadır

  • İnsanlığın, dini, sahabi gibi duymaya ihtiyacı var.. dini, Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Osman gibi, Ali gibi (radiyallahu anhüm ecmain) duymaya ihtiyaç var.
  • O Zât aramızdan silinip gitmemiştir; şahs-ı manevi olarak aramızdadır. Namaza durduğumuz her zaman imamın önünde de O’nu mülahaza etmek suretiyle “Evet, Sen varsın Allah’ın izniyle ve her zaman içimizdesin!.. Aslında bir referans olarak rüyalarımıza girip durmakla da bizim içimizde dolaştığını Sen ifade ediyorsun ey Allah’ın şanı yüce nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem)” der gibiyiz. Kalbi temiz insanların rüya ufkunda tecelli ediyor, “Beraberim, ben sizin içinizdeyim!” diyor. O’nun içimizde olması bizi şereflendiriyor. Biz de bir yönüyle O’na liyakat peşinde koşmak suretiyle liyakatimizi korumalıyız. Yoksa O’na karşı saygısızlık yapmış oluruz.
  • Bunun dışındaki şeyler hep tali şeylerdir. Şöyle Müslümanlık, böyle Müslümanlık.. onu aksatarak, bunu aksatarak, elli türlü yalanla-dolanla kendini farklı göstermeye çalışma, öyle bir gayret içinde bulunma.. bu bizim gibi saf-derun insanları aldatsa bile mele-i alanın sakinlerinin karnı toktur buna ve ilm-i ilahide hiçbir ifadesi olmaz.. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm da sadece ona karşı yüzünü ekşitir.

Soru: Eserlerde “( ) bazı hissiyât-ı süfliye ve menâfi-i cüz’iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakâik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” deniliyor. İhlassızlığı şahsî bir kusur olmaktan çıkaran bu üç hususun şerhini lütfeder misiniz?

“Allahım, ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyoruz!..”

  • İhlas, insanın, yaptığı her şeyi Allah emrettiğinden dolayı, O’nun rızasını hedefleyerek, başka mülahazalara takılmadan işlemesi demektir. “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.” Bu mülahazaya bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’a karşı arz-ı ubudiyette bulunma, ihlastır.
  • Ellerinizi kaldırdığınızda günde bir milyon defa “Allahümme el-ihlasa ve rıdâke – Allahım ihlasa ermeyi ve rızana mazhar olmayı diliyorum!” deseniz, meselenin büyüklüğü açısından yine kadrine uygun bir teveccühte bulunmuş sayılmazsınız.
  • İbadette saf olma, dupduru olma, sadece onu hedefleme ve onu hedeflerken de başka beklentiye girmeme.. hatta cennet varmış, huri varmış, gılman varmış; o mevzuda bir talebimiz olursa, onu da Efendimiz’in şefaatiyle ve ehl-i beytinin delalet etmeleriyle Allah’ın fazlı, bize ekstradan bir armağanı olarak isteme. Kullukta asıl gaye ihlasla yapmak ve neticede sadece meseleyi Allah’ın rızasına bağlamaktır.

İhlas’ın güveleri

  • İhlası yiyen, delik deşik eden, bir güve gibi kemiren şeyler vardır. “Hissiyât-ı süfliye” diyor Bayağı bir kısım hisler; garîze-i beşeriye ve hayvaniye gibi şeyler. Rahatlık duygusu, şöhret arzusu, korku ve bohemlik gibi hisler. Ve “menâfi-i cüz’iye” diyor. Bütün bir dünya da olsa eğer uhrevîlik ve melekûtîlik adına size bazı şeyleri kaybettiriyorsa, onların hepsi cüz’î şeylerdir, menâfi-i dünyeviyedir; size büyük şeyleri kaybettiriyor.. ihlas kırılıyor bunlarla.
  • Hissiyât-ı süfliyye ve menâfi-i cüz’iyeyle ihlas kırılırsa -hafizanallah- insanlar “Allah yolu” derler, “hizmet yolu” derler çıkarlar da sonra halkın teveccühü olur, imrenir bir yere girerler.. ondan sonra dün fakirdiler, gecekondularda oturuyorlardı; bugün “Hazır böyle bir fırsat doğmuşken -insanlar da şakır şakır imkanlarını bizim önümüze döküyorsa şayet- bu bizim hakkımız. Söz de bizde bitiyor. Biz niye böyle gemisiz, villasız, yalısız yaşayalım ki, bizim de olsun.” derler. Bunlar irtişâ bile olsa Zaten diyenler de var: “Hediyedir aslında bunlar. Hediye veriyorlar, dolayısıyla siz de onlara mukabelede bulunuyorsunuz; Efendimiz’in hadisine uyarak: Size birisi hediye verdiği zaman, siz de ona bir hediyeyle mukabelede bulunun!” Böyle ancak Dümbüllü İsmail’i güldürecek şeylerle onlara payanda olursanız, destek olursanız, onlar da -maşallahı var zaten- o mübarek başlarını alır balıklamasına girerler o işe. Allah öyle bir sukuttan sizi, sizin neslinizi, sizin gibi düşünenleri muhafaza buyursun. Sukuttur, kazanma yolunda kaybetme demektir; şehrahta, otobanda trafik kazası yapmak demektir.
  • Bazı kimseler böyle şirazeden çıkarlarsa, endazesiz yaşarlarsa, ölçüleri görmezlikten gelirlerse, izan bilmezlerse ne olur? Hizmetteki kardeşlerimizin hukukuna tecavüz olur. Bir tek fert bile yapsa, “bunlar da böyle” derler. Hani şimdi demiyorlar mı? Bazılarımızın bazı yanlışları, bazı hatalarıyla herkesi karalıyor, bir yönüyle Hizmet hakkında olumsuz bir algı oluşturuyorlar. Bir diğer taraftan da kendileri gırtlaklarına kadar günaha giriyorlar. Yahu bir insan yapmıştı onu, iki insan yapmıştı onu, yapmıştıysa şayet. Fakat koskocaman bir camiayı karalıyorlar. Hukukun temel disiplinleriyle de beraat-i zimmet esastır. Sonra suç şahsidir; kusuru varsa bir insanın, kusur şahsidir; onunla bir cemaatin, bir hareketin umum efradını kusurlu görmek meselesi öyle bir vebaldir, günahtır ve su-i zandır ki küfre denk sayılır o, hafizanallah.

Dünya karşısında rükûa varan bir gün ona secde de eder!..

  • Bir insan, iki insan bu mevzuda nizamı, ahengi koruyamaz, inhiraf ederlerse, hissiyât-ı nefsaniyelerine yenik düşerlerse, menâfi-i cüz’iyye karşısında rükûa varırlarsa.. rükûa varan insanın secdeye kapanması mukadder demektir; rüku, secdenin en inandırıcı referansıdır. Dünya karşısında rükûa varan insanlar, er geç bir gün dünya karşısında secdeye de varırlar. Marifet kahramanının “Hel min mezid” ufku, Allah adına marifetini artırma istikametindedir. Ehl-i dünyanın o mevzudaki ufku da “daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da işarette bulunuyor: “İki dağ cesametinde altını olsa, üçüncüsünü ister!” diyor. İnsandaki bitip tükenme bilmeyen tûl-i emele dikkati çekiyor. Hazreti Pir de tûl-i emelin temeline vurguda bulunuyor, “tevehhüm-ü ebediyet” diyor: Sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşama!.
  • Halbuki, yarın öbür gün vefat edip gittiğin zaman “Ne kendi eyledi rahat / Ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubur!’’ dedirtmek var!.. Bir de “Bizim yıkılmış gitmiş ruhlarımızı ikâme etti, bize doğruyu gösterdi, bizim için endaze oldu, o sayede mizanlı hayata ulaştık; Allah ebeden ondan razı olsun!..” dedirtme var. Temkinli yaşamak lazım.
  • Birileri dünya çapında, sizin hakkınızda, “Bunlar da böyleymiş!” dedirtme peşinde koşuyor. “Bunlar da böyleymiş; bunlar da insanın gafletinden istifade etmek istiyorlarmış, bunlar da fırsat bulup insana çelme takmak istiyorlarmış, bunlar da insanı kündeye almak istiyorlarmış!..” gibi hiç olmadık şeylerle karalıyorlarsa şayet -hafizanallah bir de düşünün- olmuş şeylerle diyecekleri şeyler öyle bir sıvanır ki hiçbir deterjanla o lekeyi silemezsiniz, gideremezsiniz. Hüviyet-i asliyenize kendi halinizi irca edemezsiniz. “Kur’an talebesi ama bakmayın, adları öyle; onlar da aynı haltları karıştırıyorlar, onlar da yalı peşinde, villa peşinde, para peşinde, milleti sağma peşinde ” Bunu dedirtmeyelim.
  • İhlasın bir derinliği de yapmadıklarını Allah’tan dolayı yapmamak, O’nun rızasına uygun olmayan işlerden sakınmaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Diriliş, yükseliş ve âsâyişin esasları

Diriliş, yükseliş ve âsâyişin esasları

Musibetlerden kurtuluş için

Üstad Bediüzzaman hazretleri, terakkî ve âsâyişin vesilesi olarak birkaç hususa dikkat çekiyor: Önce, “mesâîlerin tanzimi” diyor. İnsan, hayatını bir nizam içinde geçirmeli; yatma zamanı, ailesi ile meşgul olma zamanı, çocukları ile meşgul olma zamanı… Hayatı için medâr-ı maişet temini adına çalışacağı zaman olarak da ona göre bir şey ayarlamalı. Bir muallim ise şayet, zamanının bir kısmını o mevzudaki vazifesine ayırmalı, bir kısmını kitap okumaya ayırmalı; boş zamanlarını başbaşa vererek, kafa kafaya vererek bir kısım ulvî mesâili müzakere etmeye ayırmalı… Ne yapacağını bilerek yürümeli bu yolda; çünkü karambole yola çıkan insanlar, yolda bir engele takılır kalırlar! Ne yapacağını bilerek hayatını sürdürmeli; âdetâ bir anayasa nizamnâmesi gibi yazmalı; “Tamam ben, şunu da yapacağım, şunu da yapacağım, şunu da yapacağım!” demeli; hayatını ona göre tanzim etmeli. Üzerinde başlı başına durulacak derince bir mevzu, mesâînin tanzimi.

İkinci olarak, “a’mâlin taksîmi” diyor. Kim ne yapacak?!. Kim hangi mevzuda daha başarılı olacaksa, o mevzuda, ona göre hareket etmek lazım. Burada “îsâr” duygusunun da -esasen- nazar-ı itibara alınması iktiza ediyor. Hani öyle bir meseleyi düşünürken, şu da hatırda tutulmalı: Enbiyâ-i ızâm “Benim yerime sen gel!” filan diyemez; çünkü onlar, o ağır vazife ile muvazzaftırlar; ondan kaçmaları da olmaz, mümkün değil. O, hem bir vazifedir, hem yüksek bir pâyedir, hem de kaçılması imkânsız olan bir sorumluluktur. Hafizanallah, ondan kaçmak, Allah’tan uzaklaşmaktır. Dolayısıyla -mesela- Allah Rasûlü “Benim yerime sen gel, bu vazifeyi sen yap yâ Ebâ Bekir, yâ Ömer, yâ Osman!” diyemez. Kendisi ne kadar mütevazı olursa olsun, misyonu icabı o vazife O’na aittir. Ama O’nun dışındaki insanlar, en önemli vazifelerde, başkalarını kendi nefislerine tercih edecek kadar îsâr ruhu ile hareket etmelidirler. “Bu, imamlık yapabilir. Bu, müezzinlik yapabilir. Bu, belediye başkanlığı yapabilir!” demeli ve o insanları kendilerine tercih etmelidirler.

Tabii halkın da bu mevzuda basîretine ihtiyaç vardır. Arz etmiştim daha evvel: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi halka hitap ederken şöyle der: “Ey cemaat, siz, ‘müntehib’ (seçensiniz); ben ise, ‘müntehab’ım (seçilenim). Gideceğimiz yer ise; ‘müntehabün ileyh’tir (meclistir). Sizin yaptığınız işe de ‘intihap’ (seçim) denir. İntihap ise ‘nuhbe’den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin aslında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.”Evet, toplum, o ölçüde basîretli ise, o işi taksim etme mevzuunda da kim, nereye konacaksa şayet, onu oraya koyar, rahatlıkla. Bilemedikleri zaman, öyle bir tanesini seçerler ki önlerine, o kendinden başka bir şey düşünmez; dünyasını -bir yönüyle- Kârûn gibi yapmaktan başka bir şey düşünmez. Sizin değerlerinizi ve kalben değer atfettiğiniz şeyleri de o mevzuda kullanarak, suiistimal ederek, sizin hissiyatınız ile oynar, sizin saygı duygularınız ile oynar, onları kendi hesabına, dünyası hesabına kullanır. Bu açıdan o mevzuda “intihap” da çok önemli bir şeydir.

Birlik ve beraberliğin netiicesi

Üçüncüsü “teâvün düsturunun teshîli” diyor. “Tefâ’ül” kipinden gelmesi itibarıyla, birbirinize her hususta yardımcı olmanızı vurguluyor. El ele olursanız, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin en büyük vesilesidir!” Eller, hep birlikte Cenâb-ı Hakk’a doğru kalkarsa şayet, Allah, o elleri boş çevirmez. Ellerinizi kaldırdığınız zaman, hep aynı duygu, aynı heyecan ile aynı şeyleri istemelisiniz. Ezcümle, şöyle demelisiniz: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ، وَدِينَ اْلإِسْلاَمِ، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ؛ وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ، وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ، وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ، اَلْمُخْلَصِينَ، اَلْمُتَّقِينَ، اَلْوَرِعِينَ، اَلزَّاهِدِينَ، اَلْمُقَرَّبِينَ، اَلرَّاضِينَ، اَلْمَرْضِيِّينَ، اَلصَّافِّينَ، اَلْمُحِبِّينَ، اَلْمَحْبُوبِينَ، اَلْمُشْتَاقِينَ إِلَى لِقَائِكَ وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, ‘Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ hakikatini, İslam dinini i’lâ buyur, onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et. Bizi muhlis, muhlas, muttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, kalbi temizlerden temiz, Seni seven ve nezdinde sevilen, Senin likâna ve Habîb’inin vuslatına iştiyakla dopdolu bulunan kullarından eyle. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz Rabbimiz!..” Şimdi bu, Cenâb-ı Hakk’a karşı vazifelerimiz mevzuunda yapmamız gerekenlerden.

Bir diğer taraftan da bazılarımız bazı şeyleri çok iyi biliriz; ya yetiştiğimiz kültür ortamı itibarıyla veya kabiliyet ve donanımlarımız itibarıyla ya da nöronlarımızı çalıştırmamız itibarıyla daha engin düşünceye sahibizdir. Biz o düşüncelerimizi başkalarının da o ufka ulaşmaları istikametinde kullanmalıyız, onlara yardımcı olmalıyız.

Bakın, bir taraftan, dua birliği; zira vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin vesilesi. Bir diğer taraftan da insanların fikren ve ruhen inkişaf etmeleri adına, varsa inkişaf etmiş bir dimağınız şayet, o inkişaf yollarını onlara göstermek suretiyle, onların da o ufka ulaşmalarını, hatta gelip sizi geçmelerini arzu etme… Sizi geçmelerini de arzu etme; çünkü “îsâr ruhu”, onu gösteriyor. Mü’minde îsâr ruhu… Her hususta, başkalarını kendine tercih etme; îsâr ruhu.

Bir diğer yanı bu meselenin: Mesela mektepte okuyorsunuz; arkadaşlarla sınıf geçmek için çalışıyorsunuz. Bazılarınızın o mevzuda kabiliyetleri iyidir, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla, aile yapısı itibarıyla, bazı temel bilgileri vardır. Bu temel bilgileri itibarıyla orada gördüğü dersleri daha iyi kavrar, daha güzel sentezler yapar, daha güzel analizlere muvaffak olur. Bence o kabiliyet ve donanımını, hemen arkadaşları ile paylaşmalı, onların da o seviyeye gelmesi için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Bakın, talebelik seviyesinde… Bu da yine bir îsâr ruhu aksettiriyor; başkalarını da aynı zamanda kendi seviyesine getirme, tercih etme meselesi.

Bir adım daha ileriye atalım bu mevzuda. Kariyer yapıyoruz; master yapıyoruz, doktora yapıyoruz, profesör olmak için çalışıyoruz. Bazı arkadaşlarımızın kompoze kabiliyetleri çok fevkaladedir. Bazı arkadaşlarımız kütüphaneleri çok iyi bilirler; Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kütüphane faresi” gibidir onlar. O fihristleri öyle ezbere bilirler ki; hangi mevzu, hangi konu, nerede, nasıl işlenmiş, onu bilirler. Birisi bir vazifeyi almıştır üzerine ama kaynakları o ölçüde bilmiyordur. O kompoze kabiliyeti olan arkadaş, “Bu mesele şöyle ifade edilir!” demeli, ona destek olmalı. On seneyi, üç seneye indirmeli; doktora yapıyorsa iki seneye indirmeli, buna kanun ve mevzuat müsaade ediyorsa şayet. Bazıları da işte böyle mahzen-i kütüphane faresi gibidir, bütün kitapları bilir; “Arkadaş, senin araştırdığın bu mevzu, falan kütüphanede, filan yerde, şu fihrist içinde. Buna baktığın zaman, ona ulaşacaksın!” demeli. Bazıları da ona o meselenin nasıl sunulacağını öğretmeli. Hocaların durumuna göre, hocalara karşı tavrı açısından, ufkunu açmalı, gözünü açmalı, o mevzuda yine o teâvün düsturunu işletmeli, ona yardımcı olmalıdır.

Bu karşılıklı yardımlaşma, kelimenin yapısında da vardır. “Teâvün”; te-‘â-ve-ne / ye-te-‘â-ve-nü / te-‘â-vü-nen (تَعَاوَنَ – يَتَعَاوَنُ – تَعَاوُنًا) kökünden, “müşâreketun beyne’l-isneyni fe-sâiden” (مُشَارَكَةٌ بَيْنَ الْإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا) “en az iki veya daha çok kişinin bir işi beraber, karşılıklı yapmaları, çoğunluğun müşterek bir iş etrafında bir araya gelerek düşüncelerini paylaşmaları” demektir. Bu şekilde düşünce paylaşmak suretiyle, o yardımlaşma düşüncesini paylaşmak suretiyle, bir yönüyle, bir iken, binler gücüne, binler kuvvetine ulaşmak mümkündür Allah’ın izni ve inâyetiyle.

Hazreti Üstad dördüncü olarak “mabeynlerindeki emniyetin tesisi” diyor. Birbirimize fevkalade güven duyma… O, “Falan, benden daha güvenli bir insandır, hakikaten!” Bu da gördüğünüz gibi îsâr ruhu barındırıyor; bunların bazısında bir damlacık, bazısında bir bardak, bazılarında bir fincan, bazılarında bir kâse îsâr meselesi var. Birbirimize güvenirsek şayet, işte o zaman o kuvvetler bir araya gelir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Vifâk ve ittifak da olur, suizanna düşmeyiz birileri hakkında ve günaha girmeyiz. Aynı zamanda diğer insanların kuvvetlerini de yanımıza alırız; kuvvetimize kuvvetlerini inzimam ettiririz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir insanın yapacağı şeyi, bin insanın yapacağı şey hale getiririz, mâbeynimizdeki o münasebeti sağlam bir zemine oturtursak, Allah’ın izni ve inayetiyle. Şimdi bu da çok önemli bir mesele: Birbirimize güven duyma ve suizanna kapılmama.

Belki çok defa suizanna kapılabiliriz. Tavırları ve düşünceleri ile suizan ifade eden bazı kimselerden kuşku duyuyorsak şayet, test etme imkânı vardır. Küçük bir dairede, evvela onu bir test ederiz; bakarız ki, sınıfı geçti orada, daha bir üst dairede, kalbimizin daha bir derin yerinde, “Şurada da oturabilirsin!” deriz. Bakarız ki hakikaten oranın da hakkını verdi, “Tamam, kalbimizin göbeğine de otağını kurabilirsin!” falan deriz. Baktık ki oranın da hakkını veriyor, “Yahu sen, benim -âdetâ- gönlümde de oturabilirsin!” deriz. Misal olarak arz ediyorum bunu. Hizmet’te de öyle: Şurada istihdam ettiniz, baktınız ki başarılı oldu, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede, bu defa bir üst seviyede… Onu belli bir yere getirir koyarsınız böylece. Bir taraftan “hüsnüzan” bir taraftan da “adem-i itimad”a binaen, az kuşkulanıyorsanız, şüpheleniyorsanız şayet, suizanna düşmeden, aynı zamanda test ede ede bir insanı bir noktaya ulaştırırsınız. Ve dolayısıyla bir yüksek kabiliyetin kabiliyetlerinden sizin de, toplumun da istifade etmesine zemin hazırlamış olursunuz.

Allah Rasûlü’nün attığı temel

Esasen şimdiki bu “kıpkızıl musibet dönemi” çok şiddetli ama biz o musibetin turuncusunu da gördük, morunu da gördük, pembesini de gördük, mavisini de gördük; o musibetlerin hemen her rengini gördük. Belki millet olarak da üç asırdan beri görüyoruz. Hazreti Pîr, “üç asırdan beri” diyor. “Üç asırdan beri rahnedâr olmuş”; yani, surları yıkılmış bir yönüyle, en mamur yerleri harabeler haline gelmiş; saltanat mahalleri, kemmiyetsiz keyfiyetsiz insanların elinde kalmış. Üçüncü Mustafa’nın ifadesiyle diyeyim; kendi ifadem ile değil, alınır bazıları:

Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele

Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele

Şimdi ebvab-ı saadetle gezen hep hezele

İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem Yezel’e.”

Evet, asırlardan beri rahnedâr olan bir kalenin tamiri belki Şâh-ı Geylânî gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi gibi, Mustafa Bekrî Sıddîkî gibi, Maruf-i Kerhî gibi, Ebu’l-Hasan el-Harakânî gibi, Cüneyd-i Bağdâdî gibi, Bayezid-i Bistâmî gibi aldatmayan rehnümâlar ile olur, öyle büyük şahıslar ile olabilir. Esas, etrafındaki kümelenmeler ile, şahs-ı manevî ile, heyet-i ictimâiye-i İslamiye ile olacaktır. O, bir heyetin yapacağı şeydir, şahsın yapacağı şey değildir. Enbiyâ-ı ızâm bile esasen yapacakları şeyleri onun ile yapmışlardır. Hâşâ, “Efendimiz bir şey yapmadı!” demek değildir; fakat O, Allah’ın izni ve inâyetiyle, her şeyin zeminini hazırlamış, bir yönüyle statiğini ortaya koymuş, sonra blokajını yapmış; sonra “Benim yeryüzünde iki tane vezirim var, yardımcım, sağım-solum: Bû-Bekir, Ömer!” demiş, çok iyi belirlediği o büyükleri işaret buyurmuştur. Ve bu işareti anlayanlar, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna “yelken açtığı” mı, yoksa “üveyik gibi kanat çırptığı” zaman, kimi seçeceğini çok iyi intihap etmiş. Dolayısıyla hepsi kalkmış, koşmuş, Ebu Bekir (radıyallahu anh) hazretlerinin mübarek elini -O ele canım kurban olsun!- sıkmış ve o ele biat etmişler.

Nasıl bir adam Hazreti Ebu Bekir? Mertebe itibarıyla, enbiya-ı ızâmdan sonra; fakat yaptığı fonksiyonlar itibarıyla, çok peygambere müyesser olmamış şeyleri yapmış. On bir büyük fitneyi halletmiş; üçü, Efendimiz döneminde hortlamıştı; sekiz tanesi de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesini fırsat bilerek meydana gelmişti. Düşünün, işte Hazreti Ebu Bekir dönemi, Efendimiz’den sonra. Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, sahabî sayısının yüz bin olduğunu söylüyor Tabakât kitapları. En geniş Tabakât kitaplarından İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe’sinde, on bin sahabîden bahsediyor. Demek ki “yüz bin” diyenler, kadını ile, erkeği ile, hastası ile, çocuğu ile, çoluğu ile, şöyle-böyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in insibağ meclisinde münsebiğ olan ne kadar insan var ise, hepsini kastediyorlardı. Şimdi Hazreti Ebu Bekir’e emanet edilen bu idi. O (radıyallâhu anh), Allah’ın izni ile, bu kadarcık -estağfirullah, “Bu kadarcık!” ne demek!- o mübarek toplum ile o on bir tane belanın hakkından geldi.

Bakın, bugün de “terör hadisesi” filan diyoruz. Senelerden beri bir PKK filan ile uğraşıyoruz. Tankımız var, topumuz var, uçağımız var; kara kuvvetlerimiz, hava kuvvetlerimiz, hükümetimiz, meclisimiz var. Daha nelerimiz var, var, var, var, var, var; hepsi, yokluğa dayanan bir sürü “var, var” var. Fakat bir tane tehlikenin hakkından gelemedik. Pozitif olarak gelmenin yolu, bunları yumuşatma idi. Evet, “küçük bir reçete”de -reçeteyi yazanın idrakinin darlığına verin onu- esasen o insanları -bir yönüyle- yumuşatmanın yolu vardı. O toplum ile bütünleşme… Oraya gidecek hekimler, oraya gidecek emniyet teşkilatı, oraya tayin edilecek valiler, kaymakamlar, oraya gidecek sağlıkçılar, aile hekimliği gibi ev ev dolaşacaklardı. Jandarma/asker, kapı kapı dolaşacaktı. O toplumun ayrı bir toplum olmadığını ortaya koyacaklardı. Reçetenin mahiyeti bu idi. Ve onların dillerine de saygı gösterilecekti, en azından cevaz verilecekti.

Bundan bir asır evvel, Çağın Sözcüsü, Van’da bir üniversiteden bahsediyor. Bir asır… Çok sonra bir üniversite yapılıyor fakat onun gâye-i hayal olarak öne sürdüğü o gayenin çok gerisinde bir üniversite kuruluyor. Diyor ki, “Arapça farz!” orada. Neden? Çünkü dinin temel rüknü olan Kitap ve Sünnet, Arapça. “Türkçe vacip!” diyor. Karamanî Mehmet Bey, “Türkçe câiz!” deyip devlet dili olarak Türkçe’yi benimsemiş. Devlet o güne kadar, Karamanî Mehmet Bey’e kadar Farsça konuşuyor. Görüyorsunuz, o Mevlânâ gibi devâsâ insanlar bile yazdıkları kitapları Farsça yazıyorlar, Selçuklu döneminde. Fakat Hazret, bir asır evvel, “Türkçe, vaciptir!” diyor. “Kürtçe de câiz!” diyor; yani, seçmeli dil olarak, isteyen onu da öğrensin.

Biz, o ufku ihraz edemedik. O reçetenin muhtevasında o da vardı: “Mekteplerde o kapıyı da ardına kadar aralayın, o millet rahatlıkla kendi dilini orada öğrensin!” Dil, kullanıla kullanıla inkişaf eder, bir ilim dili haline gelir. O ilim dili, o toplumun yükselmesi adına, çok önemli bir faktördür. İnkişaf etmemiş bir dil ile ilim yapmak, teknoloji yapmak mümkün değildir. Şuradan bir dil dilenciliği, buradan bir dil dilenciliği yapmak suretiyle başa çıkamazsınız, dilencilikten de kurtulamazsınız. Ali Şeriatî -Makamı Cennet olsun!- kendi dönemi itibarıyla -Gıyaben tanıdım onu, eserlerini okuyarak tanıdım.- derdi ki, merhum, makamı Cennet olsun: “Bugünkü Arapça ile, Farsça ile -Çünkü kendisi İranlıydı- ilim yapılamaz!”Ben de kendi içimden derdim ki, “Hazret, bir de sen Türkçe’yi öğrensen; ilim yapılır mı, yapılmaz mı, o zaman ne ile ilim yapılamadığını anlayacaksın!”. Canına okuduk dilin, steno gibi bir şey haline getirdik; işaretler, mors alfabesi, “Di-dâ-dıt / Dâ-dâ-dıt.”

“Şimdi bu şartlar altında ne yapmalıyım?”

Evet, üç asırdan beri harap olan, rahnedâr bir kalenin tamiri size düşüyor. Hemen her şey yıkılmış, her şey harap olmuş. Fakat farklı renklerde, farklı desenlerde yıkılmalar olmuş. Biraz evvel arz ettiğim gibi, hemen yıkımın her renginde olanını gördük; Kıtmîr, sadece 27 Mayıs’tan bu yana dört-beş tanesini gördü; açık-kapalısı ile -zannediyorum- yedi tanesini. İnşaallah sonuncusu olur bu!.. Allah, onları bitirmekle, sizin de çilenizi sona erdirir; daha doğrusu, o mübarek Anadolu insanının çilesini sona erdirir. Bir dönemde devletler muvazenesinde ona önemli vazifeler yaptırtan Allah (celle celâluhu), bir gün yine devletler muvazenesinde ona önemli bir misyon edâ ettirmek üzere onun dirilmesini, başka milletlerden evvel te’min buyurur. Dirilirsiniz; dünyanın her yanında insanların imdadına koşarsınız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Yıkıntılar karşısında, sarsıntıya düşmemek lazım. Esasen, sarsıntı ile enerjimizi kaybedeceğimize… Çünkü o da bir yönüyle bir efordur; sarsılırsanız, heyecan duyarsanız, o da bir efordur. Yıpranırsınız; nöronlarınız yorulur, doğru uyuyamazsınız; yatakta sağdan sola, soldan sağa dönersiniz. Çocuklarınıza, doğru bakamazsınız; eşinizle, doğru meşgul olamazsınız. Yapacağınız işleri, sağlam bir mantık blokajına bina edemezsiniz. Dolayısıyla âdetâ kendi aleyhinizde oturur kalkarsınız. Ama öyle değil de esas bir gâye-i hayale bağlanırsanız, Allah’ın izni ve inayetiyle, sarsılmadan “Pekâlâ, şu zor şartlar altında şimdi ne yapılabilir?!.” dersiniz.

Yapılacak şeylerin başında, şöyle-böyle sarsıntı yaşayan insanları moralize etmek geliyor; onları rehabiliteye tâbi tutmak gerekiyor. Oturduğumuz her yerde, “Yahu şimdiye kadar şu maruz kalınan şeylerin hemen her renkte olanı -Allah’ın bir takdiri olarak- meydana geldi. Ve sonra Allah’ın bir lütfu olarak da geldiği gibi gitti. Geldiği gibi gitti!.. Allah’ın kudreti, her şeyin hakkından gelmeye yeter!” diyecek ve insanları moralize edeceksiniz. Bize düşen şey, vazifedir. Yüksek bir hedefe kilitlenmişsek şayet, baştan kazanmışız demektir. “Allah!” demiş, gönlümüzü O’na vermişsek, “Cennet, Rü’yet ve Rıdvân!” demiş, gönlümüzü O’na vermişsek, kazanmışız demektir. Ölsek bile o uğurda, kaybetmiş sayılmayız; çünkü çok yüksek bir hedefe kilitlenmiş sayılırız. Öyle ise ne diye endişe duyacağız, ne diye paniğe kapılacağız?!.

Hatta, meselenin daha yükseğini realize etme istikametinde oturup kalkmalı: “Acaba, arkadaşlarımızı bu mevzuda çok ciddî metafizik gerilime nasıl ulaştırırız?!. Bugüne kadar sarf ettikleri cehdi, ortaya koydukları gayreti, ikiye nasıl katlarlar? Vitesi, dörtten sekize nasıl takarlar? Sekizden on altıya nasıl takarlar? Nasıl o hız ile yürürler Allah’ın izni ve inayetiyle?!.” Bir de o hız ile yürümenin “temkîn” ve “teyakkuz”a ihtiyacı vardır. Beynimizi o istikamette yorduğumuz zaman -zannediyorum- Allah’ın izni ve inayetiyle, patikalara sapmadan, Allah’ın vaz’ ettiği şehrâhta dümdüz yürür ve kısa zamanda hedefe ulaşırız.

Hedef nedir? Topyekûn insanlığın inanması.. lâakal (en azından) O’na saygı duyması, lâakal “O’na inanan insanlar ile beraber yaşanır!” duygusunun başka vicdanlarda uyarılması… Farklı… Bir baskı ile, bir tahakküm ile, bir tagallüp ile, bir tasallut ile “Herkes benim gibi düşünsün!” değil, “Benim gibi düşünmeyenlerin canı Cehenneme!” değil. Fakat herkesi kendi kategorisinde mütalaa ederek, bir emniyet ve güven telkin etmek, dünyanın dört bir yanında… “Bu insanlar, gerçekten, insanî değerlere saygılı!”; Frenkçe ifadesiyle “Çok hümanist insanlar, bunlar! Ahsen-i takvîme mazhariyetin gereğini yerine getiriyor ve Allah’ın sanatı olarak insana saygı duyuyorlar!..” dedirtmek…

Yahu Allah’ın (celle celâluhu) fırçasından çıkmış, O’nun İlmi ile, İradesi ile, Kudreti ile, Meşîeti ile halk edilmiş, eşi-menendi olmayan, meleklerin mihrabı/pusulası bir varlık olarak yaratılmış insana saygı duymak, o insanı Yaratan Zat’a karşı saygı duymanın ifadesidir. İnsanlarda bu duyguyu uyarma, bütün insanlıkta bu duyguyu uyarma… Ee görüyorsunuz, çok kısa, küçük, bir yönüyle dar çerçevedeki, dar açıdaki hamleler ile, zaten çokları oluyor. O mevzuda “Şurada şu oluyor; burada bu oluyor!” falan demek istemiyorum; el-âlem, meseleyi yanlış anlamak suretiyle, “Misyonerlik yapılıyor!” zannına/zehabına kapılabilir.

Hayır! Sizin “dil”inizin önünde “hal”iniz ve “temsil”iniz vardır. Esasen, yaşanması gerekli olan şeyi doğru yaşadığınız takdirde, insanlar, size bakacaklar ve “Bunlar ile upuzun yollar alınabilir!” diyecekler, Allah’ın izniyle. Güven vadedeceksiniz. Zaten, “Mü’min, yeryüzünde güven ve emniyetin temincisi insan demektir!” Bir manası onun “Allah’a inanan” demektir ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın “el-Mü’min” isminden alınmıştır. Diğer manası itibarıyla da, “yeryüzünde güvenin temsilcisi” demektir. Onun atmosferine giren herkes, aynı zamanda bir güven atmosferine girmiş demektir. Bütün dünyaya bunu duyuracaksınız.

Sonu zaferle noktalanan Uhud

Bir “şirzime-i kalîl” (azgın bir azınlık) her zaman olmuştur, her zaman olacaktır!.. Şimdi böyle bir dönemde -esasen- büyük bir gayeye dilbeste olmuş insanları, o gayenin yüksek gaye-i hayalli insanları haline getirmek için onları moralize etmemiz, rehabiliteden geçirmemiz ve hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam etmemiz lazım.

Buna en güzel örnek, çok iyi bildiğiniz, Uhud Savaşı. Uhud şehitlerinden bahsederken, altmış küsur, altmışaltı kadar insandan bahsediliyor; fakat genelde Siyer kitaplarında “Yetmiş insan şehit oldu!” deniyor. Yüz yetmiş insan, iki yüz insan da yaralı; bazıları kolu kopacak hale gelmiş, bazıları bağrından yaralanmış. Fakat bu “muvakkat hezimet” gibi bir şey oluyor ama Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o yüksek fetâneti ile onu zafere çeviriyor. -Fetânet, dehânın üstünde bir şeydir. Mahmud Akkad, vakıa, “el-Abkariyât” kitabında, Efendimiz’i de dâhiler arasında zikrediyor; o, hatadır. Fetânet-i Nebeviye, dehânın çok üstündedir. Dâhiyi anlatırken, “Her şeyi şipşak, düşünmeden, yerli yerine yerleştiren insan demektir.” derler. Fetânet, onun çok çok üstündedir.- O hali ile müşrikleri takibe koyuluyor. Yaralı-bereli… Birileri, birini sırtlamış götürüyor; birileri, birinin koltuğuna girmiş, götürüyorlar. Ebu Süfyân, ordusu ile Mekke’ye doğru giderken, bakıyor ki arkadan geliyorlar. -Nereye kadar takip ediyor onları!..- “Aman, başımıza iş açarız; en iyisi mi bir an evvel Mekke’ye kaçalım!” diyor. Muvakkat hezimet gibi görülen bir şey, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o yüksek fetânetiyle zafere dönüşüyor, Allah’ın izni ve inayetiyle.

O günün müşrikleri paniğe kapılıyorlar. Bir daha Medine’yi kuşatmak için plan yaptıkları zaman, “Bütün kabileleri yanımıza alalım; öyle yirmi bin, otuz bin insan ile gidelim, Medine’yi kuşatalım! Başka türlü oraya girmek, mümkün değil!” mülahazaları oluşuyor. Orada da yine mesele, fiyasko ile neticeleniyor; geldikleri gibi, bir taraftan soğuğa, bir taraftan da o dehânın çarpıcı fırtınalarına maruz kalarak, panik içinde geriye dönüyorlar. İnanın, günümüzde size mezâlimde bulunan, zulmeden kimseler de aynen o Medine’yi kuşatmaya gelen insanlar gibi, panik içinde geriye dönüp kaçacaklar!..

Cenâb-ı Hak, mabeynimizdeki emniyetin tesisine bizi muvaffak eylesin!.. Çok yüksek bir moral ile, hiçbir şey olmamış gibi, Hizmet’imizi devam ettirmeye muvaffak eylesin! Allah, öyle bir başarıya ulaştırsın inşaallah teâlâ!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Dirilişin esasları ve sevgi iksiri

Fethullah Gülen: Dirilişin esasları ve sevgi iksiri

Soru: Hakiki dirilişin, hemen her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelerek, inançta yakîn, amelde ihlas ve duyguda düşüncede ihsan ufkuna ulaşmakla gerçekleşebileceği ifade ediliyor. Bu mücmel hususların izahını lütfeder misiniz?

Ebedî dirilik dünyadaki diriliş vesilesiyle elde edilir

  • Diriliş, hakiki manada öldükten sonra dirilmeye denir. Fakat orada dosdoğru, ayaklarının üzerine dirilme, burada din adına dirilmeye bağlıdır. Şayet insan burada dinî düşünce adına ba’sü ba’de’l-mevte mazhar değilse, öyle bir diriliş yaşamıyorsa, öbür taraftaki dirilişine diriliş denmez. Ona sadece yaptığı mesâvinin cezasını görmek üzere boynuna zincir vurulmuş, idama mahkûm edilmiş bir varlık denir. Onun için diriliş bir yönüyle burada başlıyor. Burada dirilenler, gerçek manada diriliş diyebileceğimiz şeyi orada da hakikatiyle yaşayacaklar. Allah burada öyle diriltsin, öyle bir ba’sü ba’de’l-mevte mazhar kılsın. Öbür tarafta da bizi “Hakikaten bu bir dirilişmiş!” dedirtecek şekilde, neşve ile ebedî hayata uyarsın.
  • Diriliş, her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelmekle başlar. Hazreti Pîr-i Mugan da, “Madem hakikat budur; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel” diyor. Demek insan cismaniyete takıldığı; yeme, içme, uyuma ve hayvanî duygularla oturup kalkmaya bağlı şekilde dünyada adeta ölümsüzmüş gibi yaşadığı sürece kalb ve ruh ufkuna yükselemez.

“Vallahi, billahi, tallahi mızrap yemiş bir tel gibi onu her an tın tın vicdanımda duyuyorum!”

  • Evet, hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel. O zaman insanca hayatın ne demek olduğunu duyacaksın. O zaman Allah ile arandaki muâhedeyi de duyacaksın. “Elest bezmi”ni, yani, Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara; أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların, بَلٰى “Evet, Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diye cevap verdiği anı duyacaksın. “Kalû belâ” (Evet, Rabbimizsin dediler) beyanındaki sırrı vicdanında tın tın duyacaksın. Belki başkaları diyecek: “Benim böyle bir ahd-u misaktan haberim yok!” Fakat sen, “Vallahi, billahi, tallahi ben her an tın tın, mızrap yemiş bir tel gibi onu hep vicdanımda duyuyorum!” diyeceksin. Mahiyetin itibarıyla duyacaksın! Öyle bir “latîfe-i rabbâniye ufku” hedef olarak gösteriliyor.
  • Kalb ufkunun üstünde -sofiler de öyle görmüşler- ruh ufku var. Nefha-yı ilâhî. Bir yönüyle doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfâtına teveccüh ediyor. Neden? Allah (celle celâluhu) Hazreti Adem’e (ala seyyidina ve aleyhisselam) Kendi ruhunu nefhettiğini bildiriyor. O zaman bütün insanlardaki ruh da nefh-i ilâhîdir. Embriyolojik süreç içinde belli bir fasla geldikten sonra, hayvânî ruhun, canlılığın yanı başında, ilâhî nefha olarak insanî ruh üfleniyor. Bu defa sen, dünyaya geldiğin andan itibaren, insan olarak kendini duyuyorsun. Çok farklı, daha mürekkep düşünüyorsun, daha engin bakıyorsun, hadiseleri daha mahrûtî (bütüncül) şekilde ele alıyorsun; sebep sonuç arasında, bir yönüyle tığını oynatmak suretiyle çok farklı gergefler örgülüyorsun. Bu da belki bir yönüyle “ruh ufku” oluyor.
  • Bunlar güzergâhın gerekli esasları.. yolun erkân ve âdâbı.. hatta âdâb ötesi ferâizidir. İnsan bunları vicdanında derinlemesine duymadan dünyada gerçek dirilişi söz konusu değildir. Hazreti Pîr böylelerine, “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”diyor. Demek ki hâlihazırdaki müteharrik cesetler, esasen o dirilişi temsil edecek mahiyette değiller.

Mevlâ razı ise, bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur!..

  • Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek manalarına gelir. Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u âzamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka’l-yakîn denir.
  • Bütün bu hususlara ulaşma adına çok önemli bir kanat da “ihlas”tır. “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” buyuran Hazreti Bediüzzaman ihlasın ehemmiyetine dikkat çekiyor: “Medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” İhlas öyle bir iksirdir. Onun için amel ederken sadece rıza hedefli olmak ve ihlaslı davranmak lazım. Bu açıdan, günde bin defa “Allahümme el-ihlâse ve rıdâke – Allahım ihlaslı olmayı ve rızana ermeyi lütfet!” deseniz, yine de bu mevzudaki talebin hakkını vermiş sayılmazsınız. Talebin kıymeti, tâlibin kıymetini aksettirir. Evet, hayatınızın her saniyesini nurani, pırıl pırıl birer yıldız haline getirmeyi düşünüyorsanız “el-ihlase ve rıdâke” deyin, günde belki bin defa O’ndan ihlas ve rıza dileyin.
  • Duygu ve düşüncede ihsan. Allah’ı görüyor gibi ya da en azından Allah tarafından görülüyor olma şuuruyla kulluk yapmak.. hareketini hep ona göre tanzim etmek. Rica ederim, Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına kendinizi bağlamamış veya Allah’ı görüyor gibi değişik işlere koyulmamış iseniz, eğrilik büğrülükten sıyrılamazsınız.. villadan, yalıdan kurtulamazsınız.. yattan, gemiden kurtulamazsınız.. makamdan, koltuktan kurtulamazsınız.. parmakla işaret edilme arzusundan sıyrılamazsınız.. Allah belası bu gâileler sarmalı içinde hayatınızı sürdürür, toprağa öyle girer ve oraya sadece çürümüş kemikler bırakırsınız!

Dinin ruhunu öldürdüler!..

  • Diriliş yolunun “elif-bâ”sı iman-ı billah.. bir üst faslı marifetullah.. daha bir üst faslı muhabbetullah.. sonra da onun tarafından esip gelen bir bâd-ı saba gibi aşk ve “iştiyak ilâ likâillah”. Zirveye talip olmalı; fakat yol adabını ve geçilmesi gerekli olan köprüleri de göz ardı etmemeli.
  • Belki üstûredir ancak Mecnun’un Leyla’ya alakasından bahsedilir. Ferhat’ın Şirin’e delice sevgisi anlatılır; Şirin için hayatını vermiş; dağı delecek, su götürecek; mahbubuna, matlubuna ulaşacak, onu elde edecek. Kalbde ve ruhta diriliş yolunda da en azından öyle bir aşk delisi olmak hedeflenmeli. “Allahım oraya ulaşmam için daha ne yapmalıyım?” heyecanız. Halbuki hedeflenmesi gereken zirve O’na karşı delice aşk u alaka
  • Aslında böyle bir aşk u alakaya talip olursanız, Allah’ın izniyle sonunda ona ulaşırsınız. Bir insan bir şeyin arkasına ciddi, yürekten düşerse, o mevzuda ciddiyet sergilerse, işi şakaya boğmazsa, mutlaka talip olduğu şeyi elde eder. O’nu yürekten sevebilmek için böyle bir azim, böyle bir cehd lazım ki bizim en çok ihtiyacımız olan şey de budur. Bizi bizden uzaklaştıranlar bizi bu duygulardan ve dinin ruhundan ettiler. Bizi dinin şekliyle teselliye ittiler ve dinin ruhundan ettiler. Dinin ruhunu öldürdüler.

Ya Rabb, bu ne tatlı pazarlık!..

  • Hakiki mü’min, kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir.. حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” İşte bu yüce ufka talip olmak lazım.
  • Siz Mevla’yı severseniz, Allah da (celle celâluhu) sizi bırakmaz; fakat ısrar etmek lazım. “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Sen seveceksin. Sen sevmezsen başkalarına nasıl sevdireceksin ki?!. Sen sevmeyince, o muhabbeti içinde duymayınca, O’nun başkaları tarafından da delice sevilmesi arzusu olmaz ki içinde. Evvela sen delice seveceksin O’nu.
  • “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” Buna isterseniz bir mukavele diyebilirsiniz. Cenab-ı Hakk -bir yönüyle- rahmet ve tenezzül tecelli dalga boyunda size diyor ki: “Bakın kullarım! Siz Beni kullarıma sevdirirseniz -anlaşalım sizinle- Ben de sizi severim.”
  • Hadis-i şerifteki fiil-i muzari kipinden de anlaşılacağı üzere, Allah’ın sevmesi bir kereye mahsus kalmaz. O hayatı sizin için bir cennet hayatı haline getirir. Dünya mü’minin nazarında bir cennet koridorudur; Esma-i ilahiyenin mecâlisi ve Sıfat-ı sübhaniyenin mezâhiridir. Sen cennete doğru yürüyor gibi bir neşve içinde yürürsün; dünya bile bir cennet haline gelir. “İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor.” diyor Hazreti Pir-i Mugan Şem-i Tâbân. Kalbinde o iman varsa, senin içinde sürekli bir cennet var demektir.

Aşk gözyaşları cehennem ateşini dahi söndürür!..

  • Evet, Allah’ın sevmesi, her fasılda bir başka güzellikte tecelli eder. Mesela, berzah hayatına girersiniz, sanki tatlı rüya iklimlerine açılıyor gibi bir hayat sürersiniz. Sevgisini bu defa önünüze öyle serer. Mizana gittiğiniz zaman herkesin korktuğu bir dönemde bişaretlerle sizi öyle bir sevindirir ki böylece sevgisini yine ortaya koyar. Sırattan geçerken herkes korkuyla titrer. Kimileri takılır çengellerde kalır. Kimileri aşağı yuvarlanır. Fakat siz oradan geçerken cehennemin alttan bağırdığını duyarsınız; hadisin ifadesiyle “Çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!..”
  • Muhabbet, cehennem ateşini söndüren bir iksirdir. Sevmiş ve O’nun için gözyaşı dökmüşseniz Yine bir hadis-i şerifte ifade buyuruluyor: Cibril’in (aleyhisselam) elinde kâse gibi bir şey, içinde bir mâî (sıvı). Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) soruyor, “Bu nedir?” diye. O da, “Bu mü’minlerin gözyaşlarıdır!..” diyor. Herhalde aşk ile dökülen gözyaşından daha kutsal bir gözyaşı yoktur. Cehennemin dağlar veya aysbergler cesametindeki o kıvılcımlarını söndürecek iksir de budur.

İmanın tadını duymanın üç şartı

  • Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde,

    ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهِنَّ حَلاَوَةَ اْلإِيمَانِ: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُما، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ
    “Üç haslet vardır, bunlar kimde bulunursa, o, imanın tadını duyar: Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.”

    buyurmaktadır.
  • Allah ve Rasûlü’nun dünyada her şeyden daha sevimli hale gelmesi Onları öyle seveceksin ki, onların söz konusu olduğu her yerde, her şey, karşında bir anda siluete dönüşecek. Tabiî karşındakinin hakkına da tecavüz etmeyeceksin. Erkek kadının hakkına, kadın erkeğin hakkına, baba evladının, evlat babanın hukukuna tecavüz etmeyecek. Çünkü onlar senin Allah ile münasebetini pekiştirmende birer unsurdurlar. O hukuka da riayet edeceksin. Kendini zorlayacaksın. “Allah bir de eşimin, evladımın hesabını bana sormasın!..” diye tir tir titreyeceksin. Bu hukuka riayetin yanı başında, Allah’ı ve Rasûlü’nü her şeyden artık seveceksin.

Nerede Hazreti Ömer’in Peygamber sevgisi ve nerede bizim alakamız?

  • Diğer peygamberler de nur neşreden birer yıldızdılar ama güneşi görünce, ışıklarını toparlayıp sinelerinde sakladılar. Çünkü gelen güneşler güneşi ve varlığın ilk mâyesi olan gerçek nurun sahibiydi. Bûsîrî ne güzel der:

    فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا
    يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ


    “O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır
    Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.”

    İşte, hakikat güneşinin zuhur etmesiyle nasıl ki yıldızlar görünmez olurlar, onlar yok değildir, vardır ama görünme hakları güneş zuhur edinceye kadardır; aynen öyle de Allah ve Rasûlü’nün sevgisi söz konusu olduğunda diğer bütün alaka ve muhabbetler görünmez olur. Bu açıdan, neyi nereye koyacaksınız, bunu iyi bilmelisiniz!..
  • Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bir gün, “Yâ Rasûlallah! Seni nefsimden başka her şeyden daha çok seviyorum!..” der. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer’in elini tutar ve “Beni nefsinden/canından çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamazsın ey Ömer!” buyurur. O da hemen, “Seni canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlallah!” der. Bunun üzerine Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şimdi oldu.” buyurur. Nerede bu hakikat ve biz nerede duruyoruz?!.

Bu öz değerlerimizi yitirdiğimizdendir ki şeklî insanlığa takılıp kaldık!..

  • Biz bunları yitirdik. İçinizde bunları derinlemesine yaşayan insanlar vardır. Fakat yeryüzündeki İslam toplumlarına ve zavallı Türk toplumuna baktığınız zaman bu duyguların yitik olduğunu göreceksiniz. Bir zamanlar önemli bir misyon eda eden o mübarek Devlet-i Aliyye’nin âlî fertleri o uğurda nasıl hırz u can ediyorlardı?!. Birileri bizdeki o aşkı, o heyecanı, o ruhu çaldılar. Onu mevcut sistemlerin, siyasi idarelerin vesayeti altına verdiler; meseleyi onların güdümünde götürdüler ve işin doğrusu dini üç-beş kuruşluk dünyaya sattılar.
  • “Kişiyi, herhangi bir insanı, Allah’tan dolayı sevmedikçe, imanın tadını tatmış olamazsınız!..”Herkese seviyesine göre, Allah’tan ötürü bir kalbî alaka duyma. Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.” Saniyeyi sene yapmak istiyorsanız, bu her şeyi Allah sevgisine ve Rasûlullah muhabbetine bağlamaktan geçer.
  • “Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasip ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.”İnsan, Allah onu imana hidayet buyurduktan sonra, küfürden, dalaletten sıyrıldıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi, cehenneme atılıyor gibi kerih görmedikçe, imanın tadını tatmış olmaz. Küfürden, dalaletten, nifaktan, yalandan, şikaktan, iftiradan, gıybetten, bühtandan, dünyaperestlikten, ikbal sevdasından, hakimiyet sevdasından vazgeçmedikten sonra imanın tadını tatmış sayılmazsın. Başka tat seylaplarına, akıntılarına kendini salmışsan ve geriye dönmeye de fırsat bulamıyorsan, senin Allah’ı sevdiğinden, Peygamberi sevdiğinden de söz edilemez.
  • Gerçek insanlık bu duyguları hayata hayat kılmaktan geçer. Yoksa insan, şeklî insanlıktan -Müslümanlık demiyorum, zaten ondan fersah fersah uzaktır- kurtulamaz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Doğruluk, sadâkat ve iş hayatının sâdıkları

Fethullah Gülen: Bamteli: Doğruluk, sadâkat ve iş hayatının sâdıkları

  • Peygamberler (alâ seyyidina ve aleyhimüsselam), özellikle sıdk, emanet, tebliğ, fetânet ve ismet-iffet gibi çok mümtaz vasıflarla muttasıftırlar. Peygamber yolunda yürüyenlerin de bu üstün ahlâkı esas edinmesi ve bu güzel vasıfları temsil etmesi lazımdır. (00:25)
  • Peygamberliğe ait vasıflardan biri de, her türlü ayıptan münezzehiyettir. Peygamberler masum, iffetli, sâdık, emin ve firaset sahibi insanlar oldukları gibi, her türlü ayıptan da münezzehtirler. Onların hastalıkları bile geçici bir imtihandır, kalıcı değildir. Onlar, kendi toplumları ve çevreleri tarafından asla tiksinti duyulmayan, görenlere Allah’ı hatırlatan, herkese emniyet vaad eden ve hallerine imrenilen insanlardır. Hazreti Câbir der ki: “Bir gün mescidde oturuyorduk. Ayın tam ondördüydü. Tepemizde kamer, ışıl ışıl parlıyordu. O sırada Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescide girdi. Bir aya, bir de O’na baktım; kasem ederim ki, Allah Rasûlü’nün yüzü aydan daha parlaktı.” (00:42)
  • Sıdk dendiğinde daha çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir. Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir. Nur Müellifi, “Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.” der. (02:54)
  • Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan; hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sâdık insanlardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıddîklar üstü sıddîktır. O’nun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi bilen Hazreti Ebu Bekir (radiyallahu anh) sıddîk-i ekberdir. Sıddîklar sıddîkının mualla zevcesi ve Sıddîk-ı ekberin kızı Hazreti Aişe-i Sıddîka annemiz de sıdk ve sadâkatiyle maruftur. (05:20)
  • “İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah!” (09:19)
  • Adanmış ruhların en önemli yanlarından biri de sadâkattir. Sadâkat; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir. Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelelerinde hep dürüst davranan; günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına, ticaret sahasındaki uygulamalarından iş hayatındaki muamelelerine kadar bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara “sâdık” denir.
  • Doğru olmayan bir mesele, İstanbul’un fethi gibi büyük bir iş bile olsa, ayağın ucuyla itilmeli ve “lazım değil” denmeli. (11:50)
  • Kendini mefkûresine adamış insanlara diyorum bunları, başkaları beni alakadar etmez. Kabul ederlerse, kardeşlerime diyorum, dostlarıma diyorum.. günde beş vakit namazda -yemin ederim- “Kardeş, dost, taraftar, muhib, sempatizan.. Allahım ihya eyle onları!..” diye duam çerçevesi içine aldığım insanlara diyorum: Gaye-i hayallerini ikâme etmeye kendisini adamış insanlar, kendileriyle yüzleştiklerinde, şayet işin içinde bir bit yeniği varsa.. İstanbul’un fethi, Belgrad’ın fethi, yeraltından yolların yapılması, denizaşırı yerlere ulaşılması, olmaz şeylerin olması, göklere helezonların kurulması.. Merih’lerde, Utarid’lerde, Zuhal’lerde sarayların yapılması.. bütün bunlara muvaffak olsalar; sonra bir de dönüp nöronlarını adeta böyle teşrih masası üzerine yatırarak teker teker onları cımbızla yoklatsalar, mikroskopla baksalar.. şayet onlardan birisine bulaşmış böyle bir benlik varsa, bir takdir hissi varsa, yaptıkları bütün bu güzel şeyleri ayaklarının tersiyle itecek kadar o mevzuda sadâkat içinde olmalı ve Allah’a bağlılıklarını ortaya koymalıdırlar. Başkalarının başka şekilde bir kısım ruhsatları değerlendirmeleri ve kendilerine göre bir kısım fetvalar icad etmeleri, kendini hak ve hakikati ikâme etmeye adamış insanları aldatmamalıdır. Bunlar insî ve cinnî şeytanların tesvilâtıdır ve onlara karşı sur içinde sur oluşturulmalıdır. (14:45)
  • Birilerini aldatırsak, esasen farkına varmadan dinimizin sinesinde bir yara açmış oluruz. Bir yerde yatırım yapıyoruz, iş adamıyız, birileriyle anlaşma yapıyoruz, birilerine hak ve hakikati anlatıyoruz; birileri bizi bir yere koymuş bir şey zannediyorlar.. biz şahsî hayatımız itibarıyla sadâkati/doğruluğu deldiğimiz takdirde hiç farkına varmadan karşı tarafın düşüncesinde, anlayışında, bakışında, dinde bir delik açmış oluruz; “Bu din de delik!.. Bunda da boşluklar var.” derler. Bu açıdan da bir hukuk-u âmme gibidir. Dine kendini adamış insanlar, öyle bir istikamet içinde yaşamalıdırlar ki, Ebu Zerr el-Ğıfarî gibi bir yerde kefensiz, gömleksiz ölmelidirler. Kefensiz, gömleksiz ölmeye hazır bulunmadır asıl mesele. (17:19)
  • Allah size yüz kırk küsur ülkeye ulaşma imkanı vermiş. Bu imkanla, Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olursanız, sözde, tavırda, davranışta, konuşmada, telkin ettiğiniz şeylerin arkasında olmakta ve yaptığınız şeylerde istikameti korumada başkalarını imrendirirsiniz, kendinizi ütopya yaşanan bir dünyadan gelmiş gibi gösterirsiniz ve “Keşke biz de bu dünyaya akabilsek!” dedirtirsiniz. Fakat, -hafizanallah- bir tarafta bir boşluk, hakkaniyetsizlik, kezib olursa, milletin bakışı da ona göre olur; “Demek ki bunların din adına dayandıkları temel sistemlerde böyle boşluklar var.” der ve dinden nefret ederler. Kimsenin hakkı yoktur insanları dinden nefret ettirmeye. Bizim vazifemiz; Allah’ı, Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’an’ı ve dini sevdirmektir, bu da sizin bu mevzudaki istikametinize vabestedir. Aksi takdirde, Devr-i Risalet Penahi’den bu güne kadar gelen hakiki mü’minler, Allah’ın huzurunda, bu türlü insanlardan davacı olurlar; “Biz bu emaneti bizden sonrakilere arızasız, kusursuz, delik deşik etmeden verdik, ama onlar onu kalbur gibi delik deşik ettiler, her gayr-ı meşruyu meşru saydılar, insanları dinden kaçırdılar, davacıyız Allah’ım” derler. (19:28)
  • Dünyaya ait zevkler, sefalar, imkanlar, meşru dairede değilse, Allah’ın çizdiği çizgi içinde değilse, hesabını verebileceğimiz durumda değilse, bütün dünya bütün hezafiriyle yerin dibine batsın, bizi de batırsın.. ama meşru dairede ise, Allah size o istikamette şehbal açma lütfunu ihsan buyursun. (21:52)
  • Sadakat ya hu!.. Evet, tekrar edelim: “Mü’mine sadakat yaraşır görse de ikrah / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.” Doğru olmayana vâh vâh!.. Hususiyle öbür tarafta (22:20)
  • Yavuz Bülent Bakiler beyefendi, Türkçe Olimpiyatları münasebetiyle demişti ki: “Osmanlı Devleti, dünya muvazenesinde muvazene unsuru olan büyük bir devletti. Bütün devletlere sözünü geçirecek bir konumu vardı. Fakat o dönemde bile bu ölçüde bir açılım olmamıştı.” Bu açıdan mesele hafife alınmamalı. Bununla beraber, işin bir ikram-ı ilahiden ve istihdamdan ibaret olduğu da nazardan dûr edilmemeli. (23:18)
  • Thomas Michell’e en çok tesir eden hadise, Güneydoğu’da ateşin karşısında çalışan bir demirci ustasının onca ter dökmesinin ve gayretinin sebebi sorulunca “Falan ülkede baktığım bir okul var; çalışmak zorundayım!” demesi olmuş. (24:56)
  • Bozyaka’nın üst katında yapılan bir himmet toplantısında bir şeyler anlattım; herkes de bir şeyler taahhüt etti. Utanıyordum da.. kendime istemiyorum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Tabiatımda istemeye karşı bir utanma var ama hizmetin hatırına o dilenciliğe de “eyvallah!” Odama çekilmiştim ki askeriyeden emekli olmuş bir insan kapımın tokmağına dokundu; elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını veriyorum!” dedi. Bu ruh oluşmuştu. Bu öyle bir histir ki, Allah’a inanmayınca olmaz bu mesele. Dünyanın 150 ülkesinde Anadolu insanı kendi değerleriyle ve kendi kültürüyle varsa, esasen bu anlayış sonucunda olmuştur. (27:00)
  • Ne yaparsak yapalım.. hatib hutbede konuşurken doğru konuşmalı, vaiz kürsüde konuşurken doğru konuşmalı, imam namaz kıldırırken doğru kıldırmalı, oruç tutan doğru oruç tutmalı.. tüccar, yatırımcı, sanayici, değişik işlerle meşgul olan insanlar da orada bulundukları birim itibarıyla, yer itibarıyla meselenin müsait olduğu ölçüde (belvâ-yı âmmdan istisna adına diyorum bunu: müsait olduğu ölçüde) sadakatten kat’iyen ayrılmamalılar. Allah onlara lutfeder, verdiklerinin on katını verir. Bir taraftan da sistemlerini, çağın gereklerine göre çok iyi işletmeliler; harama girmeden, akıllarını kullanmalılar; himmetleri tek başına bir yerde bir işe yaramıyorsa, himmet inzimamıyla, büyük projelere talip olmalılar. Bâkir Afrika’ya girmeliler, bir manada bâkir Brezilya’ya, Arjantin’e girmeli, yatırımlar yapmalılar. Bir taraftan, Türkiye zenginleşmeli; bir diğer taraftan da oralarda olan eğitim ve irşad hizmetlerine de arka çıkmalılar. Yani yaptıkları bir şeyle çok şey yapmalılar Allah’ın izni inayetiyle. (30:44)
  • Hizmete kendini adamış insanlar da o arkadaşların teveccüh, güven ve itimadlarının sarsılmaması için dünyaya girdikleri gibi “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı.” (Ahmedî) diyecek kadar o mevzuda hasbî, diğergâm, hiçbir şeysiz olmalıdırlar. Hizmete kendini vakfedenlerin bankada bir şeyleri olmamalı; arsa ticaretinde olmamalılar; “Benim de bir yerde müsait bir evim olmalı!” falan düşünmemeliler. “Benim vazifem hizmettir, benim yeryüzünde bir dikili taşım olmamalı!” Aksi takdirde, güvenen insanları aldatmış ve onların itimadını sarsmış olurum. İtimad kırılınca da dünyanın dört bir yanına el uzatan o fedâkar insanlar tereddüt yaşarlar, “Acaba bunlar kendileri için mi bir şeyler yapıyor?” derler. Elli defa bizim hesaplarımızı, çıkınlarımızı, kredi alanlarımızı yoklasalar, hep “züğürt” diyebilmeliler. (32:25)
  • Orta Asya’ya açılan iş adamlarının -çoğunun- genç eğitimciler kadar başarılı olamayışlarının sebebini açıklama sadedinde “hocalar hocası” Prof. Dr. Sabahattin Zâim’in ‘90’lı yıllarda yaptığı tahlil şöyle olmuştu: “Türkiye’de okul sistemimiz oturmuştu; öğretmenler, rehber talebelerimiz vardı. Bir de Türkiye’de sistemin felsefesi kabul edilmişti. Onun için biz sistemi buradan alıp öbür tarafta kurduk, başarılı olundu. Ama Türkiye’nin içinde, yatırım, sanayi, ticaret alanında henüz biz kendi düşüncemize göre sistemimizi kuramamıştık. Dolayısıyla o portatif şeyin bir parçasını alıp dünyanın değişik yerlerinde aynıyla uygulama imkanı bulamamıştık.” (35:13)
  • Tuskon’daki arkadaşlar -Allah sa’ylerini meşkur etsin, birlerini bin etsin- o sistemi belli ölçüde Türkiye’de oturttukları gibi.. inşaallah bir gün tamamıyla oturur, en şiddetli ekonomik krizler karşısında bile sarsılmayacak kadar çok sağlam statiklerle, blokajlarla meseleyi Türkiye’nin içinde öyle oturturlarsa, o sistemi aynıyla bütün dünyada da uygularlar Allah’ın izniyle. Belli ölçüde yapılıyor bu şu anda. Çok ciddi bir teveccüh var, itimat var. Arkadaşların anlattıklarına göre; devlet başkanları ya da o ülkenin ticaretiyle, sanayisiyle meşgul olan bakanları “Biz bu projeyi sizinle realize etmek istiyoruz!” diyorlar. İnşaallah öyledir. Allah bizi kardeşlerimizle, kardeşlerimizi de bizimle utandırmasın. İnşaallah utandırmayacaklar, hep öyle gidecek, hep güven vadedecekler. Mesele belli ölçüde oturmuştur. Fakat bütün dünyada kabul edilen adeta bir marka haline gelmek zaman alır. Hatta sadece kendileri değil, başkalarını da yanlarına alarak, bazı projeleri refik kurumlarla beraber realize ederler. Sonra dünyada adeta bir marka haline gelir ve herkese “Bir iş yapılacaksa, ancak bu insanlarla yapılır!” dedirtirler. Bu da zamana vabestedir. (38:00)
  • Hasılı; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Necat (felah, fevz, başarı) doğruluktadır.” Doğruluğumuzla kendimizi ifade ettiğimiz zaman, Allah’ın izni inayetiyle, doğrulara bütün dünyanın kapıları ardına kadar açılacaktır kendi kendine.. top gülleleriyle değil, mancınıklarla değil.. bizzat sizin kapının tokmağına dokunmanızla, o tık tık sesi işitenler, “Buyurun sizi bekliyorduk!” diyecekler Allah’ın izni inayetiyle (44:15)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Doğu-batı buluşması ve asimilasyon değil entegrasyon

Doğu-batı buluşması ve asimilasyon değil entegrasyon

Asla naz değil hep niyaz edâsıyla, şikâyetimiz Allah’adır!..

Rabbimiz!.. Sen bizimle isen şayet, âlem nerede olursa olsun, bizi nereye koyarsa koysun -Sen bizimle olduktan sonra- ne gam!.. Ama gönüllerimizde Seni yitirmişsek, Sen yakınken, biz, uzaklığa düşmüşsek şayet, işte o, tamiri güç bir yaradır, bir illettir, metastaz yapmış bir kanserden daha tehlikelidir!..

O (celle celâluhu) yakınken, şart-ı âdî planında kendi iradelerimizle uzağa düşmemiz, O’nu içimizde derinlemesine, bir aşk ölçüsünde, bir iştiyâk-ı likâullah ölçüsünde duyamamamız, bizim için bir kayıptır. Tamamını mı, yarısını mı, yarısına yakınını mı, çeyreğini mi, birkaç asır evvel yitirdik! Günümüze gelinceye kadar, o geriye kalanı da epey aşındı, aşına aşına delik deşik oldu.

Bu “yeni nesil”, dünyanın dört bir yanına açılan yeni nesil, Hazreti Pîr’in ifadesiyle “nesl-i cedîd” o yırtığı yamama cehd u gayreti içindeydi. Evvela aynı duyguyu, aynı düşünceyi paylaşan dünya ile yeniden, bir kere daha el sıkışma, muânakada bulunma, sarmaş-dolaş olma; ondan sonra da bütün dünya ile sarmaş-dolaş olma, hiç kimse ile problemi olmayan bir dünya haline gelme istikametindeki hareketleri, gayretleri bizi ümitlendiriyordu.

Şu andaki musibetler ve vaziyet, bizim kusurumuza terettüp eden bir tokat yeme ise şayet, o küçük tokat ile Cenâb-ı Hak aklımızı başımıza getirsin; meydana getirdiğimiz o boşluğu doldurmaya bizi muvaffak eylesin!..

Yok, bundan sonra daha ciddi hadiseler ile karşı karşıya kalmayalım diye veya kaldığımız zaman onları aşalım diye, metafizik gerilimimizi artırma adına bizi böyle bir şeye maruz bırakmış ise, onu da gönül rızasıyla kabullenip, فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana/bize düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var.” (Yûsuf, 12/18) demeli ve Hazreti Yakûb’un (aleyhisselam) diliyle “sabr-ı cemîl”e sığınmalıyız.

Onun manası da, إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum.” (Yûsuf, 12/86) demektir. Ben dağınıklığımı, tasamı, kederimi, kemedimi (üzüntümü, hüznümü), şikâyetimi yalnız ve yalnız Sana arz ediyorum!.. Müddeiyâne değil, nazlı hava ile değil; fakat iç burkuntusu ve niyaz edâsıyla, Sana karşı saygımı koruyarak, Sana arz ediyorum!

Nebi, öyle diyor. Yol, nebiler yolu ise, bize de öyle demek düşer. Öyle dememek, öyle düşünmemenin dışarıya vurması demektir. O da, kalbin harap olduğuna delalet eder.

Son dönemde, cebrî hicret yollarına düşenler çoğunlukla Batı ülkelerine gittiler; Cenâb-ı Hakk’ın sevki itibarıyla, bunun çok farklı hikmetleri ve neticeleri olabilir.

Fakir ve aynı zamanda daha önceden de bir kısım angajmanlar teessüs etmiş olan ülkeler, çok güven vaad edici değildi. Bazı yerlerde, Mâ-a’rif (!) Vakfı’nı tesis etme adına, sizin alın teri ile, karın ağrısı ile, şakak zonklaması ile bugüne kadar meydana getirdiğiniz hazır müesseselere konmaya çalıştılar. İmkânlarını yeni müesseseler açıp “on”u yirmi yapma, “yirmi”yi kırk yapma istikametinde kullanacaklarına, kırparak-biçerek sizinkilere sahip çıkma cehdi ve gayreti içine girdiler. Dolayısıyla, bu orta ölçekteki veya düşük ölçekteki dünyalarda kısmen tesirli oldular. Çünkü o türlü ülkelerin liderleri -zannediyorum- peylenebilir durumda idiler ve peylendiler onların bazıları. Bu itibarla da artık sizin için oralarda bulunma, çok güven vaad etmiyordu. Bunu gördüler arkadaşlar. O ülkelerdeki yerlilerin kendileri de “Burada durmasanız, ayrılsanız daha iyi olur!” dediler.

Dolayısıyla da bunda bile Cenâb-ı Hakk’ın bir sevk-i Sübhânîsi vardır. “Takdîs” mülahazasına bağlıyorum bunu. Bizim çıkarlarımız, meseleyi bizim kendi açımızdan değerlendirmemiz değildir esas olan. “Her işte hikmeti vardır / Abes fiil işlemez Allah! // O’na bir kimse cebr ile/ Bir iş işletemez asla // Ne kim Kendi murad ede / Vücuda ol gelir billâh.” مَا شَاءَ اللَّهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ؛ أَعْلَمُ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا “Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz. Bilir ve inanırım ki, şüphesiz Allah her şeye gücü yeten Kadîr’dir ve muhakkak ki, Allah, ilim bakımından da her şeyi kuşatmıştır.” Oraları böyle yırtık-yamalı hale getirdiğinden ve o yerler sizin için câzibesini kaybettiğinden veya şimdilik muvakkaten “Hele bunlar dursun; biz, başka taraflara açılalım!” dediğinizden değil… Belki işin arka planının farkına varmadan, işin sonucunu tam hesaba katmadan, -belki- bütüncül bir nazar ile bakarak “Buraya gidersek daha iyi olur; şuraya gitmesek daha iyi olur!” mülahazalarına da girmeden… İlm-i Muhît-i İlahî ile sevk olundu arkadaşlarımız oralara.

Gidilen yerlerde, çoğu itibarıyla insanlar, güven vaad edici bir kucaklama, bağırlarını açma tavrı sergilediler, imrendirdiler. Arkadaşlar anlatıyorlar: “Avrupa’da şu devlet, şu kadar insana oturum verdi ve vermeye de devam ediyor! Diyorlar ki çok rahatlıkla: “Gelen gelsin! Yüz bin geldi ise, yüz bin daha almaya âmâde bulunuyoruz!” İşte yanı başımızdaki, kuzeydeki ülke, kapılarını ardına kadar kale kapıları gibi açtı. Ve giden arkadaşlarımız, orada, temel düşüncelerini, mefkûrelerini çok açık ortaya koyabiliyorlar; bir rahatsızlık yok.

Antrparantez arz edeyim: Karıştırılmış bir dünyadan, bir yönüyle dimağların buğulandığı bir dünyadan ayrılıp gittiğinizden ve sürekli de bir “zift yayını”na maruz kaldığınızdan dolayı, “Kafalarda hiçbir şüphe yoktur!” da diyemeyiz. Bir tereddüt vardır. Belki bu kucak açmanın arkasında -aynı zamanda- öyle bir tecessüs de vardır: “Acaba siz nesiniz? IŞİD misiniz, çaşıt mısınız? Boko-Haram mısınız, başka bir şey misiniz? Hele sizi bir dinleyelim!” derler. Aslında böyle bir mülahaza ile kucak açmaları bile kendinizi ifade etmeniz adına çok önemlidir; çünkü “im’ân-ı nazar” var üzerinizde. Siz de kendi değerlerinize sımsıkı bağlı olmanın yanı başında, insan olarak, insanlığa ait, Hümanistçe düşünceleri onlarla paylaştığınız takdirde, “Bunlarla anlaşılır!” falan derler. “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır!” der Mevlana. Şunu da ben ilave edeyim: Kucaklaşır, sarmaş-dolaş olur, muânakada ve musâfahada bulunur aynı duyguyu paylaşanlar!..

Böylece, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek mesajı, bugüne kadar ulaşmadığı yerlere ulaşır. Bu mesaj ulaştığı her yerde farklı bir tesir icrâ eder, tıpkı bir rahmet-i İlahî gibi. Bazı yerlerde “çiğ” tesiri yapar; ondan yapraklar istifade ederler. Bazı yerlerde bir “çiseleme” tesiri yapar. Bazı yerlerde “sağanak bir yağmur” halinde yağar. Bazı yerlerde de bize biraz acı ve ağır gelir, “kar” gibi birkaç ay kalıcı olur ama orada toprak tarafından emilir o, kuvve-i inbâtiye onu kendisi için bir dinamizm olarak kullanır, bağrına atılacak tohumların daha seri boy atıp gelişmesine vesile yapar onu.

Şimdi, çok farklı şeyler olur, gidilen yerlerde de. Onlar, sizi dinledikleri zaman, kendi değerlerine bağlı olabilirler fakat bakarlar ki, çok fasl-ı müşterek var, insanlık açısından. Ve siz, güven vaad edebiliyorsanız orada, açık davranıyorsanız, sağlam bir “entegrasyon” sergiliyorsanız şayet, insanlık mukabelesinde bulunurlar.

Bulunduğumuz ülkelerin insanlarıyla uyumlu olma ve onlarla bütünleşmenin yanı sıra kendi değerlerimize can ü gönülden bağlılığımızı da muhafaza etmeliyiz.

Antrparantez ifade edeyim: Entegrasyon, kendi değerlerinizi koruma şartıyla olmalı.

“Asimilasyon”a maruz kalmama adına, kendi dünyanızı -yine- derinlemesine yaşamalısınız. Kimseyi endişelendirmeden, kendi evinizde, kendi barkınızda, kendi değerlerinizi burnunuzun kemikleri sızlarcasına yaşamalısınız.

Yaşadığınız halde “Yaşayamıyoruz!” deyip inleme, kendi değerlerinize o kadar bağlı bulunma; aynı zamanda başka insanlarla dostça yaşamaya da açık olma. Bu iki şey, birbirine zıt gibi fakat bu ikisinin yapılması da çok önemlidir. Âlem de size o entegrasyon zaviyesinden bakacaktır: “Evet, bunlarla beraber yol yürünebilir, bir hedefe varılabilir. Bunlar, aynı zamanda bâkir dimağlar; bunlardan istifade edilebilir. Bildikleri çok şeyler vardır, istifade edebiliriz!”

Hani sosyal tarihçiler diyorlar ki: (Kültür açısından) “Fâtih milletlerin, başkalarına verdiği şeyden daha ziyade mağlup milletlerden aldıkları olmuştur; aldıkları/öğrendikleri daha çok olmuştur!” Şimdi de meseleyi farklı bir zaviyeden, aynı şekilde düşünebilirsiniz. Alırsınız-verirsiniz; alacağınız da nice şeyler vardır. Belki onlardan alacağınız şeyler, vereceğiniz şeyleri verme adına bir yol açma demektir, bir güzergâh demektir; “Bunlarla alış-veriş olabiliyor!” denmesinin vesilesidir.

Böyle bir cebr-i lütfî ile, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu arz etmeye çalıştığım kademelerin herhangi birinde ifade edilmesi yine matlûb-i İlahî ve makbûl-i Nebevî ise şayet; bunların hangisi yapılırsa yapılsın, bizim hesabımıza çok önemlidir. Senede bir kere, bayramdan bayrama veya onların yortularında el sıkışma şekilde bile kendini gösteriyorsa şayet, böyle bir birlikten birbirine zarar gelmez. Onu tesis etme…

Şimdi hikmetlerini ve neticelerini bütünüyle bilemeyiz. İlahî ilim, muhît bir ilim.. İlahî Meşîet, muhît bir Meşîet.. İlahî İrâde, muhît bir İrade.. ve her şeyi Allah en iyi bilir. وَاللهُ أَعْلَمُ، وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Allah, bilir; siz, bilemezsiniz!” Bizim bilemediğimiz şeylere, Allah (celle celâluhu) sevk etti.

Öyleyse, bize düşen vazife, bulunduğumuz yerde, konumumuzu iyi ve rantabl değerlendirmektir. Orada kendi Müslümanca derinliklerimizi sergilemek suretiyle aynı zamanda başkalarıyla da anlaşmazlık adına bir tavrımızın olmadığını gösterme ve “Bunlarla her zaman dünya paylaşılabilir! Bunlarla uzun yol alınabilir!” dedirtme, bir kârdır bizim için.

Gönül köprüleri kurmak için, dinin temel değerlerine ve hatta fürûâtına aykırı olmayan meselelerde, diğer insanların aktivitelerine iştirak edilebilir.

Siz, bir dönemde hoşgörü ve diyalogun temsilcileri olarak, adanmışlık ruhu ile dünyanın değişik yerlerine açıldınız. Fakat o açılım yine de dar alanlı sayılırdı. Okullar açtınız, onlar da mütecessisâne mercek koydular üzerinize; sizin nabzınızı tuttular, “Ritim tamam mı?” ona baktılar ve “Evet!” dediler. Başlangıçta kuşkuları vardı ama yirmi küsur sene, kendinizi doğru ifade ettiniz. Onlar da sizi bağırlarına bastılar, bazılarının, kafaları bozulacağı âna kadar. Kafaları bozanlara, zihinleri bulandıranlara Allah, insaf ve iz’an ihsan eylesin!.. O dar alanlı açılımın muhatapları bağırlarını açtılar. Fakat bir başka dünya bekliyordu; böyle küllî olarak açılma imkânı olmamıştı. Şimdi, Allah (celle celâluhu) oralarda o imkânı verdi. Gideceksiniz, size ait güzellikleri sergileyeceksiniz; böyle, sessizce, halinizle ve tavrınızla sergileyeceksiniz.

Yine antrparantez arz edeyim: İnsanın, böyle Firdevsî belagati ve beyanıyla bir şeyler ifade etmesi önemlidir. Ben bir de Nizâmî’yi çok beğenirim belagat ve talakatıyla. İnceliği açısından ve ruhî hayatı itibarıyla Molla/Mevlânâ Câmi belki daha derindir; çünkü Hazreti Mevlânâ’nın çok tesirindedir. Fakat diğerleri de birer beyan üstadıdır, söz sultanıdır. Nizâmî’nin hususiyle “Mahzen-i Esrâr”ına baktığınız zaman, çok ciddî bir derinlik vardır. İşte o derinlikte kendi duygu ve düşüncelerinizi ifade etseniz, yine de millet “Acaba bununla, bu mevzuda demagojiye, bizi kandırmaya matuf bir şeyler mi sergiliyorlar!” diyebilir ve sizin tavırlarınıza, davranışlarınıza bakarlar. Dolayısıyla “temsil” ve “hal” çok önemlidir.

Evet, dediğiniz şeyleri en beliğ şekilde diyor olabilirdiniz ama bir de o dediğiniz şeyler hakikaten yaşanıyor mu, realize edilebiliyor mu ve aynı zamanda başkalarına zararı var mı? “Hal” ve “temsil” ile onu orada yürekten, samimi sergilediniz mi? O senaryoya tam inanarak, “Bu senaryo, Rabbimizin rızasına da muvafıktır!” diyerek o rolü oynuyorsanız şayet, bir sene, iki sene, üç sene bakarlar; “Allah Allah! Ritim aynen, nabız aynı atıyor, hiç değişme yok. Demek ki bunlar, birer istikamet insanı!” derler. Dolayısıyla gönülleri fethedersiniz. Gönülleri fetheder, aynı zamanda Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı da şâd edersiniz. Aynı zamanda Allah’ı da hoşnut edersiniz.

Ee zaten maksadımız da o değil mi?!. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum; bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyorum; lütfet!”Hizmet Hareketi’nde, gâye-i hayal bu ise şayet, siz de Allah’ın izni ve inayetiyle bunu sağlamış olursunuz.

İşte Almanya, bağrını açtı. Hollanda, baktı ki onlar yaptılar, o da yaptı. Diğer Benelüks ülkeleri kısmen, daha sonra; belki bazılarında kuşku var. Şimdilerde Fransa’da bu mevzuda yine öyle bir açılma var; sizi tehlikesiz görme var; esasen sizi insanî değerlere saygılı bulma var. Hâlin ve temsilin tesiri görülüyor. Böylece hemen bütün Batı’da belki… İtalya’da da olacak bu. Gelip diyor ki: “Size, falan yerde, semâvî dinler adına, bir üniversite açalım!” Musevîlik, İsevîlik ve bir de Müslümanlık. Bunlar, çıksınlar, aynı zamanda bir yerde, kahve gibi, lokal gibi tek bir yerde bir araya gelsinler ve şimdiye kadar “Birbirlerini yerler!” nazarıyla bakılıyordu, yemediklerini görsünler birbirlerini. Kimse kimsenin yamyamı olmadığını görsün orada, ısınsınlar birbirlerine. Dinin temel değerlerine, hatta fürûâtına aykırı olmayan meselelerde, aktivitelerine iştirak etsinler.

Biri çıksın desin ki: “Bu mesele, Kitab’a, Sünnet’e aykırıdır!” Ben diyorum ki: “Dinin temel meselelerine ve fürûâtına aykırı olmamak kaydıyla, birbirlerinin aktivitelerine iştirak etsinler!” Bu, yumuşatır mı, yumuşatmaz mı insanları?!.

Şimdi Cenâb-ı Hak böyle bir fırsat vermiş; tabii Allah’ın izni ve inayetiyle belki en uzak yerlere kadar. İşte Brezilya’da vardı, Arjantin’de vardı, Şili’de vardı, daha başka ülkelerde de vardı. Mesela, Costa Rica (Kosta Rika)’ya gidip gelen arkadaşlarımızın dediğine göre, orada bu muhacirlere çok daha yumuşak bakıyorlar, geniş imkânlar da var, yatırım yapma imkânları da var. Orada işi olan insanlar diyorlar ki: “Hocam, söyleseniz de, bir kısım arkadaşlar da buraya gelse!”

Ayrıca, eskiden bir yerlere gitmek istediğiniz zaman, kuşku ile karşılanırdınız. Fakat şimdi mağduriyetiniz ve mazlûmiyetiniz söz konusu. Bir yerde karşı tarafın çirkinliği ve antipatik hale gelmesi, “Bunlar, onlarla beraber, aynı çizgide olmadıklarına göre, bunlara kucak açmaya değer!” mülahazasını hasıl ediyor. Evet, bir taraf, bir yönüyle bir nefret tablosu sergiliyor ve siz, onlarla aynı karede bulunmuyorsunuz. “Öyle ise bunlarla anlaşılabilir, bunlarla dünya paylaşılabilir!” diyor ve bütün dünya, size bağrını açıyor. Hazır bir fırsat bu bence… Dünyanın değişik yerlerine hicret etmek suretiyle, hem hicret sevabı kazanma, hem de “hâl” ve “temsil” yoluyla değerlerimizi tanıtıp sevdirme… Ne kadarını onlara sevdirme ve saygılarına mazhar kılma lütfunu Cenâb-ı Hak ihsan edecek?!. Onu, O’nun (celle celâluhu) meşîet-i Sübhanîyesine, İrâde-i Rabbâniyesine bırakmak lazım.

Doğu ile Batının, Kalb ile Kafanın, Teşriî Ayetler ile Tekvinî Emirlerin Yeniden İzdivacına Yolculuk

Aslında bugün o Batı’nın ister Rönesans’ıyla, ister ilim inkılabıyla, ister teknolojik inkılap ile, ister sosyal bilimler adına, ister psikoloji adına, ister pedagoji adına, ister eşya ve hadiseleri hallaç etme adına, yani müspet ilimler adına, pozitif ilimler adına yapıp ortaya koyduğu şeyleri -o çağın müsaadesi ölçüsünde- Hicrî beşinci (Miladî on ikinci) asra kadar Müslümanlar yapmışlar. Beşinci asra kadar, yani Hicrî dördüncü asrın sonuna kadar Müslümanlar, ilmin hemen her dalında, o dönemin müsaadesi ölçüsünde yapacaklarını yapmışlar. Fakat bir dönem gelmiş ki medreseye -İslamî ilimlerin tedris edildiği yere-, tekkeye ve aynı zamanda fünûn-u müsbeteye kendisini yönlendiren insanlar, kendilerini skolastik düşünceye salmışlar. Ve birbirinden kopma olmuş; âdetâ o onu, o onu, o da onu boşamış.

Oysaki -Hristiyanlar bunu farklı manada kullanıyorlar- o “ekânim-i selâse” (üç uknum/esas/rükün) birlikteliği çok önemlidir; bu üçün, bir vahidin üç derinliği olduğunu hiç unutmamak lazımdır. Medresedeki Kur’an, Sünnet ilmi.. aynı zamanda tekke ve zaviyedeki, cismâniyetten çıkma, hayvaniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatında seyahat etme, “seyr illallah”, “seyr fillah”, “seyr maallah”; kalb ve ruh insanları, “Sır” insanları, “Hafâ” veya “Hafî” insanları, “Ahfâ” insanları yetiştirme.. ve bir de müspet ilimler.

Hazreti Gazzâlî’nin de ifade ettiği, İhyâ’da okuduğumuz derslerde ifade buyurduğu gibi, hakikaten Zât-ı Ulûhiyeti -bir yönüyle- “ihsas” ve “ihtisas” duygularıyla bilme… İşte denizin dibine dalma gibi. Yani; suyun yüzünde yüzerken, “Tamam suda yüzüyorum ama dış âlemle de irtibatım var.” Biraz içine girdiğin zaman da, “Hâlâ dış ile bazı alakalarım var!” ki, zâhidin durumunu ifade eder. Âşık-ı dilhastenin durumuna gelince, o, mercan adalarına dalıyor gibi, denizin içine daldığı an, bütün bütün etrafını hep deniz görür. Bu, onun his dünyasında öyledir. Yoksa o, O (celle celâluhu) değildir. “Heme-ost” değil, “Heme-ezost”; “Her şey, O (celle celâluhu)!” değil, “Her şey, O’ndan!” Fakat ihsaslarıyla, ihtisaslarıyla öyle erir gider ki, âdetâ O’ndan (celle celâluhu) başka bir şey görmez. İşte Hazreti Muhyiddîn’e bakarken, bir yönüyle, o meselenin bir ufkunda; İmam Rabbânî’ye bakarken, bir ufkunda; Abdulkadir Geylânî Hazretleri’ne bakarken, bir ufkunda; Necmeddin-i Kübrâ’ya bakarken, bir ufkunda; Muhammed Bahâuddin Nakşibendî Efendi Hazretleri’ne bakarken, ayrı bir ufkunda… Bunlar hep o seyahatin âbide şahsiyetleridir.

Şimdi o kalbî ve ruhî hayat, çok önemlidir ki tekke ve zaviye, bir yönüyle, onu üzerine almıştı; fakat aynı zamanda dünyaya da açıktı, medreseye ve fünûn-i müsbeteye de açıktı. Muhammed Bahâuddin Nakşibendi Hazretleri gibi büyükler, on iki ilimden mücâz olmadan, kimseye “hilafet” vermiyorlardı: Sarf, Nahiv, Belagat (Me’ânî, Beyan, Bedî), Mantık, ondan sonra Kur’ân, Tefsir, Hadis, Usul-i Tefsir, Usul-i Hadis, Usul-i Fıkıh aynı zamanda, Usûlüddin (Kelam, Akâid). Bütün bu ilimlerden mücâz olmayınca (icazet almayınca) tarikat halifeliğini vermiyor. Çünkü bu ilimlerin tamamından icazet almamış bir insan, hislerine ve ihsaslarına kapılarak yanlış mülahazalara girebilir. Her şeyi -bir yönüyle- o on iki ilim ile analiz etmesi lazım veya o elekten geçirmesi lazım ya da onlar ile kalibrasyona tâbi tutması lazım. Bu, telsizcilik terimi; “kalibrasyona tâbi tutmak” lazım.

Evet, şimdi o kopmuş, skolastik bir düşünceye girmiş orada. Babadan oğula, oğuldan babaya hilafet vermek suretiyle, medreseye kapılarını kapamış. Medrese de, “Bize, bu kitapları devretmek düşmüş!” demiş, o da onlara çok iltifat etmemiş. “Kalb ve ruhtan bize ne? Bize -işte- bunlara bakmak düşer!” Günümüzdeki bir kısım teologların yaptıkları gibi!.. Ondan sonra, eşya ve hadiseleri hallaç eden insanlar… Hani bir yönüyle, sadece ona bağlı olunca, bundan ya Natüralizm çıkar, ya Pozitivizm çıkar, ya Materyalizm çıkar. Fakat bunları birbirine mezcettiğiniz zaman da, müspet ilimler de aynen sizin ifade etmek istediğiniz şeyleri ifade eder. Zira Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Sus! Kâinat mescid-i kebîrinde…” Demek “mescid-i kebir” imiş, kâinat. “Kur’an, kâinatı okuyor!” O Kur’an ile Kâinat arasında münasebet kurmak lazım!.. “Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Evet, yalnız sensin, ey Kur’an-ı azîmüşşân. Ne mutlu size ki, siz ona sahipsiniz!..

Değişik münasebetlerle, Fakir, espri mahiyetinde arz etmiştim: Bu üç esas, birbirlerini talak-ı selâse ile boşamışlardı. Doğu’da, Erzurum dâhil, aileleri boşarken, üç tane yettiği halde, “Üçten dokuza!” derler. Efendim, aynı zamanda altı tanesi de fazla oluyor onun; “Üçten dokuza boşsun sen!” Yani, “Dokuz talak boşsun!” Dokuz olmuyor ki, üç talak boş oluyor. Bunlar da üç talak ile boşanmışlar. O, başkalarının kapısını, öbür alan başkalarının kapısını, öbür alan da başkalarının kapısını çalmak suretiyle -yine o talak-ı selâse ile boşanma mevzuundaki sonuca bağlayalım- değişik şekilde “zevc-i âher”ler yapmışlar. Onca zevc-i âherden sonra, bence bunların yeniden bir araya gelip izdivaç yapmaları lazım.

Buna da, hani yine Kıtmîr’in ifadesiyle şuradan başlanabilir: İmam Hatip veya İlahiyat mezunu olanların bazılarını bir Fizik dalına, bazılarını Kimya dalına, bazılarını Astronomi dalına, bazılarını Astrofizik dalına, bazılarını Sosyoloji dalına, bazılarını Psikoloji dalına göndermek suretiyle, bir kere toplumun birbirini anlar hale getirilmesi lazım. Kafa kafaya verdikleri zaman, o, onu anlaması lazım, o da onu anlaması lazım. Kitap ve Sünnet ile meşgul olan bir insan, Antropoloji ile meşgul olan birini anlaması lazım. Yeryüzü ne kadar zamanda bu hale gelmiştir, onu anlaması lazım; efendim, o binlerce seneyi anlaması lazım. Fezâ-ı ıtlakta nâmütenâhî sistemler, şu kadar trilyon sistem var, içlerinde de şu kadar trilyon Güneş sistemi gibi sistemler var; anlaması lazım bunları; konuşulunca anlaması lazım. Dolayısıyla ancak bu suretle bir izdivaç meydana gelebilir. Şimdiye kadar o, başka kapıları çaldı; o da başka kapıları çaldı; o da başka kapıları çaldı. Fakat maksat hâsıl olmadı, kopukluk oldu.

İşte, birikimli insanların cebrî hicret neticesinde Batı ülkelerine yerleşmelerinin böyle bir meyvesi de olabilir. Kim bilir belki Cenâb-ı Hakk’ın bir muradı da budur. İnanmış, aynı zamanda Kitab’ı, Sünnet’i bilen, dini ilimleri de bilen kimseler… Onlar da o fünûn-u müsbeteyi biliyorlar; bu güne kadar değişik -yeni ifadesiyle diyelim- devrimler yapmış; bugüne gelmiş, insanlığa çok şey kazandırmışlar. O zaviyeden derinlemesine bakınca, aslında bunlar ile bizim anlaşmazlığımız yok. Onlar ile çok rahatlıkla anlaşabiliriz. Ortaya koydukları o türlü şeyler ile bizim insanımızın birikimleri yeniden bir terkip yapıldığı zaman, yani “tekke/zaviye”, “medrese” ve “mektep”, bir araya geldiği zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle çok problemler çözülecektir zannediyorum. Bu da İslam dünyasının “Neo-Rönesans”ı olacaktır, yeni bir Rönesans.

Mefkûre muhâcirleri için entegrasyon çok ehemmiyetli olduğu gibi asimilasyona düşmemek de hayatî bir meseledir.

Bütün bunlar yapılırken entegrasyonun gerçekleştirilmesi ama asimilasyona düşülmemesi de çok önemlidir. Biraz evvel arz ettiğim gibi, küre-i arzın değişik coğrafyalarında farklı kültürlerin hâkimiyeti söz konusudur. Sadece Müslüman ile Müslüman olmayanlar arasındaki farklılık değil; sadece dinler arasındaki ayrılık da değil; Musevîlik, İsevîlik, Müslümanlık, Budizm, Brahmanizm, Şintoizm arasında olduğu gibi bunların müntesiplerinin kendi aralarında bile çok farklı düşünceler vardır. Düşünün, mesela Roma’da, İspanya’da başka türlüdür; Avrupa’da değişik devletlerde başka türlüdür; Almanya’da başka türlüdür; Rusya’da başka türlüdür; Türkiye’de başka türlüdür; aynı dine sahip olan insanlar, başka türlü, başka türlüdür. Gittikleri her yerde, “temsil” ve “hal” ile kendi değerlerini sergilerken, arkadaşlarımızın onlarla da bir problemlerinin olmadığını ortaya koymaları lazım.

Biraz evvelki o anahtar mülahazaya bağlayarak meseleyi diyorum: Dinî esaslarımız, disiplinlerimiz açısından, Usûl’de ve Fürû’da dinimizde yasak olmayan meselelerde, başkalarının aktivitelerine iştirak etmede bir mahzur yoktur. Ne olur, bir kere de onların kutsal saydıkları bir mekânda, gidip arkada otursanız, onlara baksanız?!. Onlar nasıl gelip sizin burada namaz kılmanıza bakıyorlar; nasıl dua ediyorsunuz, ona bakıyorlar ve gidip oralarda Kur’an-ı Kerim okuyan arkadaşları dinliyorlar, “Bunun meali nedir?!” diye soruyorlar. Hele, seyyidinâ Hazreti Mesih’in, Kur’an’ı Kerim’de en çok adıyla zikredilen peygamberlerden ve Meryem validemizin tek adıyla zikredilen kadın olduğunu okuyunca, bir yumuşama oluyor onlarda. Bu açıdan, başkalarının endişe duymayacağı şekilde bir yakınlık tavrı sergilemeli. Böyle, kavga ediyor, onları kendimize benzetiyor, misyonerlik yapıyor gibi bir tavır sergilemeden, tavrımız ile, halimiz ile, temsilimiz ile “Bunlarla anlaşılabilir; bunlarla uzun yollar alınabilir, tepeler aşılabilir, kandan-irinden deryalar geçilebilir!” dedirtmek lazım.

Fakat bir diğer taraftan da, arkadan gelen nesillerin, oralarda daha parlak gördükleri şeyler ile “asimile” olmaları ihtimali vardır. Bunların da hususî dairede gözetilmesi lazımdır. Herhangi bir kültüre karşı hususi bir tavır alma şeklinde değil!.. Bunlar, bizim nesillerimiz, bizim gençlerimiz; aynı zamanda, kadın-erkek, bunları beslenme mahrumu bırakmamak lazım, Sohbet-i Cânân ile sürekli takviye etmek lazım, kendi değerlerimizin âlemin değerleri ile mütenâkız olmadığını anlatmak lazım. Aslında bizim bu değerlerimizin bir yönüyle onlara da açık kapılar bıraktığını anlatmamız lazım. Bir zıddiyetin olmadığını anlatmamız lâzım. Ve kendi değerlerimizi sevdirmemiz lazım.

Evet, bir taraftan diğerleriyle sarmaş-dolaş olurken; aynı zamanda kendi değerlerine karşı da burnunun kemikleri sızlayan nesiller yetiştirmek lazım. Onun için birbirine zıt gibi görünen “entegrasyon” ile “asimilasyon” mevzuu, önemli iki husustur.

Siz meseleyi sevgi yörüngesinde götürecek, hal ve temsil diliyle insanların hür iradelerine sesleneceksiniz!..

Beğenilir yanımız varsa şayet, kendileri takdir etsinler onu! “Temsil” ve “hâl” ile bir şey ifade eden bir yanımız var ise, onlar kendileri zaten yaparlar onu. Arkadaşlar diyorlar, “Falan, kendi ihtiyarı ile seçti bunu!”

Zaten “din”in tarifi, Usûluddin’de de öyle değil mi? اَلدِّينُ: وَضْعٌ إِلَهِيٌّ، سَائِقٌ لِذَوِي الْعُقُولِ بِاخْتِيَارِهِمُ الْمَحْمُودِ إِلَى الْخَيْرِ بِالذَّاتِ “Din, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle bizzat hayırlı olana sevk eden bir İlahî kanunlar mecmuasıdır.” Din; ilahî bir sistemler mecmuasıdır ki, insanları, kendi ihtiyarları (seçme hürriyet ve iradeleri) ile hayra sevk eder. Alsın, analizlerde bulunsun, sentezlerde bulunsun, “Yahu doğru görünüyor bu mesele!” desin; kendi seçerse seçsin onu; zorlama ile değil.

Kur’an-ı Kerim, Bakara Sûre-i celîlesinde, Ayetü’l-Kürsî’den sonra, لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ diyor. Allame Hamdi Yazır, tefsirinde, “Dinde, din için, dine sokmaya zorlama yoktur!” diye mana veriyor. Bakınız; “Dinde, din için, dine sokmaya zorlama yoktur!” Bir yönüyle, hani birileri “Laiklik” diyorlar, diyebilirsiniz. Ben ona “Laiklik” demiyorum; fakat zannediyorum, bu mülahazanızı ortaya koyduğunuz zaman “Yahu bunlar çok laik düşünüyorlar!” derler ama insanî değerlere aykırı olmayan, başka değerlere de saygılı olan bir laiklik. Bir arkadaşımızın bu mevzuda bir kitabı var; Fransa’daki telakki, Rusya’daki telakki, İstanbul’daki telakki; birbirinden farklı şeyler bunlar.

Bu açıdan, kendilerinin bir dönemde yaptıkları o baskı sistemini düşünebilir; bir yönüyle, insanları zorlama, kendi düşünce dünyalarına, kültür dünyalarına çekme, kazanma, kendi bünyelerinde eritme mülahazasına girebilirler, böyle bir mülahaza taşıyabilirler. Katiyen bu intibaa sebebiyet vermemek lazım; emin olsunlar bizden. Kendileri arzu ettikleri takdirde, onlar da demokratça düşünüyorlarsa şayet, düşüncelere saygılı olurlar. Birisi, kendi hür iradesiyle yeni bir sistemi seçmiş olabilir, olabilir, olabilir. Rahatsızlık duyabilirler, olabilir. Olduktan sonra da, o, yine sizin tavrınızı, sizin temsil durumunuzu ortaya koyarsa, zannediyorum çevresi, annesi, babası, amcası, dayısı, halası da itiraz etmezler.

Meseleyi “sevgi çizgisi”nde -bir yönüyle- “sevgi yörüngesi”nde götürmek lazım; sevgi, sevgi, sevgi… Yine o elektronik levhalarda olan sözlerden bir tanesi: “İnsan, Allah tarafından, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır!” İnsan, “ahsen-i takvîm”e mazhardır; insanlığından dolayı sevilmek için yaratılmış bir varlıktır. Neden? Cenâb-ı Hakk’ın Kudret, İrade, Meşîet ve İlim fırçasından çıkmış öyle mükemmel bir varlıktır ki, melekler, onu -bir yönüyle- ya “pusula” gibi kabul etmiş veya “mihrap” gibi kabul etmiş, karşısında iki büklüm olmuş veya alınlarını yere sürmüşlerdir: “Bu, ne âbide şahsiyet! Bir taraftan cismâniyeti var, hayvaniyeti var, garîze-i beşeriyesi var; ama bununla beraber meleğin önüne geçebilecek mahiyette yaratılmış bir varlık!” İşte Rûh-u Seyyidi’l-enâm; Miraç yaptığında, Cebrail’e “Yürü! Top senin, çevkan Senindir bu gece! Ben bir adım daha atsam, yanarım, kavrulurum!” dedirtiyor Efendim; insan, böyle bir varlık…

Cenâb-ı Hak, bu anlayışta yolumuza devam etmeye bizi muvaffak kılsın!.. وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ “Efendimiz, dayanağımız, günahlarımıza karşı şefaatçimiz ve her zaman elimizden tutan dostumuz Hazreti Muhammed’e, O’nun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip bunu vesile kılarak talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Dört Câhiliye Âdeti

Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde geçen,

إِنَّ فِي أُمَّتِي أَرْبَعًا مِن الْجَاهِلِيَّةِ لَيْسُوا بِتَارِكِيهِنَّ الْفَخْرُ بِالْأَحْسَابِ وَالطَعْنُ فِى الْأَنْسَابِ وَالِاسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ وَالنِّيَاحَةُ عَلَى الْمَيِّتِ

hadisinde soyla övünme, başkalarını neseplerinden dolayı ta’n etme, yağmuru yıldızlardan bekleme ve ölünün ardından ağıt yakma şeklinde dört câhiliye âdetinin ümmet arasında bâki kaldığı ifade ediliyor. Bu câhiliye âdetlerinin günümüzde de var olduğu söylenebilir mi? Hadisten anlaşılması gerekenleri lutfeder misiniz?
  • Câhiliye devrinde insanlar, bâtıl âdetleri onların doğruluğuna inanarak işliyorlardı; daha sonraki dönemlerde de o cehâletin bir yansıması ve devamı olarak -belki biraz mahiyet değişikliğiyle- aynı âdetleri devam ettiriyorlar. (01:17)
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) mezkur hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Câhiliye işlerinden olduğu halde hâlâ ümmetim arasında mevcut bulunan, onların da terk etmedikleri dört âdet vardır: Geçmişleri ile övünmek, başkalarını neseplerinden dolayı ta’n etmek, yıldızlardan yağmur beklemek ve ölünün ardından ağıt yakarak bağırıp çağırmak.” (01:53)
  • Zikredilen dört câhiliye âdetinin birincisi; soy sopla, geçmişle ve atalarla övünmektir. Fahirlenmenin her çeşidi çirkin olduğu gibi soy sopla övünmek de mezmumdur. (02:34)
  • İnsan bazı nisbetleri bütün bütün silip atamaz; belki silip atmamalıdır da. Mesela, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in mübarek soyundan gelmiş temiz şecereler (sülaleler) ve onların şecereleri (soy ağaçları, o soyun bütün fertlerini gösteren cetveller) de vardır. Onlar da, “Allahım, bu mübarek soydan gelmek ve o altın, yakut, zeberced zincirin bir halkası olmak bizim elimizde değildi; bize bu lütfu Sen ihsan buyurdun. Sana binlerce hamd ü sena olsun.” demeli; onu caka mevzuu yapmamalı, kendilerini farklı bir konumda saymamalı ve bu mazhariyetten dolayı asla fahre kapılmamalıdırlar. (04:12)
  • Üstünlük soy sopta değildir. Nezd-i Uluhiyette sizin en kerim olanınız, en muttakî olanınızdır. Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) dediği gibi, “Allah bizi dinle aziz kılmıştır.” Bunun haricinde fazilet ve üstünlük vesileleri aramak beyhûdedir. (06:27)
  • Câhiliye işlerinden olduğu halde hâlâ ümmet arasında mevcut bulunan, onların da terk etmedikleri bir âdet de başkalarını neseplerinden dolayı ta’n etmektir. (07:52)
  • Haddizatında, kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu belki çok daha eski medeniyetlere dayanmaktadır. Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan’da doğduğu söylenen “kast sistemi” inancı, aslında, Enbiyâ-i izâmın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen bütün insanların tabiatında vardır. Vahyin ışığına sırt dönen bütün toplumlarda havas ve avam, zenginler tabakası ve ayaktakımı sınıfı ya da soylular ve köleler şeklindeki ayırımlar mutlaka olmuştur/olmaktadır. İlahi mesajın gölgesinde nefsini dizginleyememiş kimseler bazen soya-sopa, bazen mala-mülke, bazen de şana-şöhrete bağlı olarak kendilerine bir nevi kudsiyet, bir fevkalâdelik ve bir farklılık atfetmişlerdir. Kendilerinin dışındakileri de hep ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görmüşlerdir. Tabiat-ı beşerde bir virüs olarak saklı bulunan farklılık ve üstünlük mülahazası, hemen her fırsatta ortaya çıkmıştır. Maalesef, günümüzde de her toplumun içinde sorgulanamaz zümreler mevcuttur. Bunlar da bir nevi kast sistemine inanmakta, hâşâ ve kellâ- kendilerini Zât-ı Ulûhiyet’in ağzından, gözünden varedilmiş gibi görmekte ve kendileri dışındakileri de tırnaktan yaratılan kimseler olarak kabul etmektedirler. Bazı kimselerin, “Ne yani, benim oyum bir köylünün oyuyla bir mi sayılacak!” demeleri işte bu inançlarının ifadesidir. (09:05)
  • Anadolu memerr-i akdâmdır; çok farklı kavimlerin gelip geçtikleri, konup göçtükleri bir uğrak yeri ve mutlaka bir müddet durup dinlendikleri ya da yurt edindikleri bir geçit noktasıdır. Dolayısıyla da ülkemizde bazı kimselerin bir iki dede ötesinde soyları başka milletlerle buluşuyor olabilir. Nitekim, Ashâb-ı Kirâm’ın pek çoğunun da anne babası müslüman olamadan göçüp gitmişlerdir. Bu açıdan da mesele insanların kendilerindeki iyilik ve güzelliklerdir, hiç kimse geçmişinden ve nesebinden dolayı kınanmamalı, ayıplanmamalı ve farklı yere konulmamalıdır. (10:24)
  • Bir câhiliye âdeti de yıldızlardan yağmur beklemek ve yağan yağmuru yıldızlardan bilmektir. Belki günümüzde yıldızlardan yağmur beklemek ve onların kadere tesir ettiklerine inanmak söz konusu değildir ama maalesef onun bir gölgesi olan yıldız falına ve burçlara inanma hâlâ devam etmektedir. Yıldız ve burç falı, eski Hint geleneğine kadar uzanan bir geçmişe ve astronomiyle birlikte ele alındığı dönemlerde bilimsel bazı açıklamalara sahip görünse de esasen insanın uçsuz bucaksız varlıklar âlemi karşısındaki acz ve merakının, bunalım ve arayışının ürünüdür. Kur’an’da kâinatın muhteşem düzenine, güneş, ay ve yıldızlara sürekli dikkat çekilmiş ise de bunlar da dahil yeryüzündeki bütün varlıkların Allah’ın emrine râm oldukları, yaratıcı, etkileyici ve yönlendirici bir güçlerinin bulunmadığı, her şeyin Allah’ın sevk ve idaresinde olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. (13:12)
  • Zeyd b. Halid el Cühenî’nin (radıyallahu anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında yağmur yağmıştı; bunun üzerine Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyurdu: “Rabbinizin bu gece ne dediğini biliyor musunuz? Kullarıma her nimet verişimde mutlaka bir grubu o nimet yüzünden küfre girerler; çünkü, ‘Bu yağmuru bize falan yıldız gönderdi’ derler ve kafir olmuş olurlar. Fakat Bana inanan ve verdiğim yağmurdan dolayı Bana hamd edenler, yıldızlarda yağmur verme gücü olmadığını ikrar ederler. Kim ‘yıldız bize yağmur verdi’ derse, işte o Beni inkar edip yıldızın yağmur yağdırma gücü olduğuna inanan müşrik kimsedir.” (Müslim, İman: 32; Muvatta’, İstiska: 2) (14:45)
  • Sohbetin konusu olan hadis-i şerifte câhiliye işlerinden olduğu vurgulanan dördüncü çirkin âdet; ölünün ardından ağıt yakarak bağırıp çağırmak ve mübalağalarla onun mevhum meziyetlerini sayıp dökmektir. (17:37)
  • Cenazeye iştirak eden kimseler, gerçekten mevtâyı hayırlı bir insan olarak tanıyorlarsa hüsn-ü şehadette bulunmalı, aksi halde sükut etmelidirler. Mü’minler, hep doğru sözlü olmaları gerektiği gibi, orada da doğru şehadeti esas almalıdırlar. Seleflerimiz bazı hadis-i şeriflere dayandırarak, cenaze namazının akabinde “Nasıl bilirdiniz?” deyip şahitlik yaptırmayı ve halka haklarını helal ettirmeyi geleneklerimizin arasına dahil etmişlerdir. Bunun doğru bir uygulama olup olmadığının da münakaşası yapılabilir; zira, Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) uygulamasında böyle bir şey yoktur. Belki o insanların mevta hakkında güzel mülahazalara yönlendirilmeleri, o güzel düşüncelerin dua yerine geçmesi gibi mütalaalarla şahitlik yaptırılıyor olabilir. Ne var ki, tabutun başında ağıtlar yakmak, bağırıp çağırmak, yaka paça yırtmak ve feryad etmek mahzurlu olduğu gibi, musallada ya da kabirde nutuk atmak, hamasî laflar etmek ve uzun uzun konuşup durmak da dinin ruhuna ters ve yakışıksız davranışlardır. (19:12)
  • Bazı kaynaklarda, ölen kimseyi mezarında sorguya çeken Münker ve Nekir adlı meleklerin, hakkında övgüler sıralanan ve “Şöyle iyiydi, böyle kıymetliydi!” denilen kimseye “Söyle bakalım, sahi sen onların dediği gibi miydin?” şeklinde sualler yönelttiklerinden, sonra da mübalağalarla anlatılan kimseleri cezalandırdıklarından bahsedilmektedir. (20:15)
  • Bazıları, insanların takdir etmelerine ve alkışlamalarına o kadar değer verirler ki, cenaze merasimlerinde çok kalabalık bir cemaatin bulunmasını can u gönülden ister ve beklerler. Oysa, “Acaba benim cenazeme de şu kadar iştirak olur mu?” düşüncesi insanın kendi nefsine ne ölçüde meftun olduğunu ve kendini ifade etmeye ne denli müptela bulunduğunu gösteren ne büyük bir inhiraftır!.. Şayet sen ölüm ötesine, mahşere, hesaba, Sırat’a, Cennet’e ve Cehennem’e inanmıyorsan, öbür âleme inanan bir insan edasıyla yaşamamış ve koskoca bir ömrü heder etmişsen, bütün dünya senin cenaze namazını kılsa ne ifade eder ki?!. Fakat, sen sağlam gitmişsen öteye, cenaze namazını sadece iki kişi de kılsa önemli değildir. Cenaze namazı ve kabre son yolculuk şan ü şöhret aranacak, debdebe ve ihtişam istenecek, âlâyişe girilecek bir yer değildir. Orası, hakiki mü’minler için en mahcup olunması ve şefkate en çok ihtiyaç duyulması gereken bir acz durağıdır. (21:26)
  • Ahmed Naim’in, Mehmet Akif’in ve Vehbî Efendi’nin cenaze namazlarına farklı bir bakış.. ibret alınacak hususlar... (21:52)
  • Asıl mesele Cenâb-ı Hak indinde makbul bir kul olabilmektir; yoksa, sadece insanların hüsn-ü şehadeti hiçbir mana ifade etmemektedir. Sâlih kulların, mevtânın iyiliğine şahitlik etmeleri, hayırlı insanların arkadan Kur’an okumaları ve istiğfarda bulunmaları, ancak imanla giden insanlar için muhtemel bir kurtuluş vesilesi olsa da, meselenin nîrengi noktası insanın kendisinin son yolculuğa hazır ve “gel” emrine âmadeyken ötelere yürümesidir. (24:41)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ebû Zer hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur:
    جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ
    وَخُذِ الزَّادَ كاَمِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ
    وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ اْلعَقَبَةَ كَئُودٌ
    وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

    “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlaslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden de haberdârdır.” (27:27)
  • Oğlu İbrahim daha küçücük yaşında vefat edince, Müşfik Nebi, gözyaşlarıyla yanaklarını ıslatmış ve etraftakilerin “Sen de mi ya Rasûlallah?” sualine muhatap olmuştur. Peygamber Efendimiz’in cevabı bizim için çok güzel bir ölçüdür: “Göz yaşarır, kalb hüzünlenir; buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!” Bunu söyleyen Peygamber Efendimiz, kucağında son nefeslerini alıp veren biricik oğlunu öpüp koklamış, bağrına basmış ve “Ey İbrahim, gerçekten senin firkatinden dolayı mahzunuz.” deyip gözyaşı dökmüştür ama kaderi tenkit manasına gelecek ve isyan ifade edecek tek kelime söylememiştir. (29:06)
  • Tabii ki, çok sevdiği bir insanın ölüm haberini almak anne-baba, abi-abla, eş-dost ve çoluk-çocuk için pek acı bir hadisedir. Böyle bir haber karşısında üzülmek ve ağlamak insan olmanın iktizasıdır, şefkatin gereğidir. Bir sevdiğinin ya da yakınının vefatına üzülmeyene dense dense katı kalbli denir. İbrahim Canan Hocamızın vefat haberini aldığım vakit sesim gırtlağımda düğümlendi. İbrahim Canan gibi bir insana nasıl ağlamayacaksın!.. Ne var ki, İnsanlığın İftihar Tablosu bizim için her meselede en güzel örnektir; o bir insanın başına gelebilecek pek çok musibeti görüp yaşamış ve bu musibetler karşısındaki tavır ve duruşuyla da bize hüsn-ü misal olmuştur. Onun bilhassa oğlu İbrahim’in vefatı karşısındaki tavır ve davranışı bizim için ölçüdür. (31:20)

Dua İhtiyacı ve Gönülden Yakarışlar

Şekil ve formatların öldürücü ağında edâ ettiğimiz şeylerden biri de dua meselesi. Sebepler üstü Allah'a teveccühün bir adı ve ünvânı olan duada ülfet ve ünsiyet perdesini yırtma adına bir şekil ve format değişikliğinden bahsedilebilir mi?

Dünden bugüne fitneler ve değerbilmez kimseler

Fethullah Gülen: Dünden bugüne fitneler ve değerbilmez kimseler

  • Kur’an-ı Kerim’de Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e şöyle buyurulmaktadır:

    إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلَّا خَلَا فِيهَا نَذِيرٌ
    “Şüphesiz Biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24)

Değişik kulluklardan sıyrılmanın tek yolu Allah’a kul olmaktır!..

  • Evet, beşer tarihinin değişik dönemlerinde, “Şimdiki insanlara şöyle seslenilmesi lazım! Onların problemleri ve dertleri üzerinde böyle durulması lazım! Dertlerin analizi şu şekilde yapılması lazım! Dertlere reçete veya derman analizi de böyle yapılması lazım!” denircesine peygamberler ve ilahi emirler gönderilmiştir. Fakat bir Peygamber gelmiş, aradan üç-dört asır geçmiş, insanlar onun izini, sözünü unutmuşlardır. İzini unutmuş, onu takip edememişlerdir; sözünü unutup bir yönüyle onunla kalbî ve ruhî hayata erememişlerdir. Çünkü insan kalbî ve ruhî hayata ancak o ilahî nefhalarla, vahy-i semâvî ile, Peygamber soluklarıyla erebilir. Dolayısıyla da bazıları çok çabuk, hemen putperestliğe sapmış, totemler oluşturmuşlardır Kendi günlerinde şöyle böyle -şişen kabaran hindiler gibi- tiranlaşan insanlar ilahlaştırılmış; “Dokunan cennetlik olur; koklayan cennetlik olur.” denmiştir. Bakarsınız meseleyi daha ileriye götürenler olur; “sana tapıyorum” diyen kefere ve fecere zuhur eder. Peygambere bile böyle dense, diyen kâfir olur. Cebrail’e böyle dense, onu söyleyen kâfir olur. Tapma dediğimiz kulluk, yani ibadet, ubûdiyet ve ubûdet ancak Allah’a yapılır.
  • Seyyid Kutup’un ifade ettiği gibi, “Değişik kulluklardan sıyrılmanın, kurtulmanın bir tek yolu vardır; o da Allah’a kul olmak!” Kur’ân’ın ifadesiyle, o yoldan sapılınca, çok farklı, abuk sabuk yollara sapılmış olur. İnsan bir daha da hedefine varamaz hafizanallah.

“Yarıp Kalbine mi Baktın?..”

  • Merhamet-i ilâhî, inâyet-i ilâhî, fazl-ı ilâhî hiçbir çağı boş bırakmamıştır. Ne var ki, bazıları erken sapmış, bazıları biraz sonra sapmışlardır. Hatta bazıları dinleri adına sapmışlardır günümüzde din adına cinayetler işleyen, canlı bombalar halinde intihara teşebbüs eden, başkalarının ölümüne sebebiyet veren kimseler gibi Bir insan diliyle bile olsa “Lâ ilâhe illallah, Muhammedu’r-Rasûlullah” diyorsa, ona ilişilmez. “Kalbinden dememiş!” Kalbini bilmiyoruz ki biz! “Falan günahın başında gördüm, filan günahın başında gördüm onu!” Bir insan “Lâ ilâhe illallah” diyorsa, “Muhammedu’r-Rasulullah” diyorsa, ona ilişen kendi dinine ilişmiş olur.
  • Bir savaşta Üsâme b. Zeyd Hazretleri, düşman saflarında bulunan birisiyle savaşırken, tam onu öldüreceği esnada o kişi, kelime-i şehâdet getirir. Ancak Hazreti Üsâme, adamın içinden gelerek değil de kılıç korkusuyla bunu söylediğini düşünerek onu öldürür. Hazreti Üsâme gibi büyük bir sahabînin hislerine kapılıp gayz ve nefretle bir insanı öldüreceğine ihtimal verilemez. Demek ki, meselenin temel esprisini bilemiyordu. Çünkü o dönemde her şey ter ü taze olarak bildiriliyor ve sahabe tarafından da hemen hayata geçiriliyordu. Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm) bildirmeyince onlar nereden bileceklerdi ki! İşte bu durum haber verildiğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yarıp kalbine mi baktın?” diyerek Hazreti Üsame’ye öyle itap etmişti ki, Allah Rasûlü’nün bu cesur komutanı ve Hazreti Zeyd b. Harise’nin mahdumu olan Hazreti Üsame, “Keşke şu ana kadar Müslüman olmasaydım.” demişti. Bunun mânâsı şuydu: “Keşke bu hâdiseden sonra Müslüman olsaydım da Efendim’in bu itabına maruz kalmasaydım.”
  • İslâmî disiplin: “Biz işin zâhirine, dış yüzüne göre hükmederiz.” Bir insan dış yüzüyle kelime-i tevhîdi veya kelime-i şehadeti diyorsa, onun Müslümanlığına hükmedilir ve kılına dokunulmaz onun. Ona dokunmak dine dokunmak demektir. Ona dokunmak, Cenâb-ı Hakk’ın o mevzudaki emirlerine dokunmak demektir. Ona dokunmak, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) disiplinlerine dokunmak demektir.

“Dini biliyor görünen insanların haramîlikler karşısındaki sessizlikleri günahların yaygınlaşması için referanstır!..

  • Günümüzde hüsn-ü zan meselesi yıkılmış. Falanın filanın hevâ ve hevesine uymayınca, tam bir vesâyete girmeyince, biatler tahakkuk etmeyince, çok rahatlıkla “Bunların gıybeti edilebilir! Bunlara iftira savrulabilir! Bunlara zift atabilirsiniz!” denilircesine en çirkin şeyler mübah görülüyor, öyle yaygınlaştırılıyor! ( ) Medenî cesareti olan birinin de “Yahu bu kadarı fazla!..” falan dediğine şahit olmadım! Böyle bir dönemde yaşıyoruz.
  • Hem öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, kalkıp böyle bir yalana yalan diyen, böyle bir serikaya sirkat diyen, böyle bir iftiraya iftira diyen çıkmıyor. Dahası camilerde “Sözler şöyle söylenecek! Hutbeler şöyle okunacak! İfadeler şu şekilde olacak!” filan denircesine, bir yönüyle hutbe karakteri belirleme gibi şeylere girişiliyor. Ve bu ne yapıyor? O mesâvîyi, o günahı mübah haline getiriyor, yaygınlaştırıyor! Dini biliyor gibi görünen insanların bu mevzuda sessizliği bir referanstır; o haramların irtikâp edilmesine bir referanstır. O günahları işleyen insanların vebâli onların da sırtına binecektir. Ve o günah, bir camiaya karşı, birkaç camiaya karşı, insanlara karşı işleniyorsa şayet, bütün bunların vebâli aynı zamanda onların sırtına bir yük halinde yüklenecektir. Zira Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, günahlara sebebiyet verenler, bir yönüyle azdırdıkları, şirazeden çıkardıkları insanların veballerini de -sebebiyetleri yüzünden- sırtlarına alacaklardır.
  • Evet, böylesine her şeyin şirazeden çıktığı, İslamî düşüncenin bir endâzesizliğe mahkûm edildiği bir dönemde, en azından bir camia dilini sağlam tutmalı, kalbine hâkim olmalı, duygu ve düşüncelerini her zaman gözden geçirmeli. Elin âlemin günah işlemesi, bizim günah işlememizi mubah kılmaz! Herkesin günahı kendine; kimse kimsenin günahını yüklenemez! Enbiyâ-ı İzâm gelmiş, akı karayı birbirinden tefrik etmiş; inzârını yapmış, eğri yolun encâmından sakındırmış; tebşirini yapmış, doğru yolun encâmıyla bir yönüyle kalblere inşirah salmış, sevindirmiş, şahlandırmış, metafizik gerilime sevk etmiş. Boş bırakmamış Allah (celle celalühu). İnşaAllah boş bırakılmadığımızın şuurunda olarak, istikamet duygusunu bir daha gözden geçirip, Allah karşısında durulması gerekli olduğu şekilde durmaya çalışmalıyız.
  • Günümüzde -geçmişte olduğu gibi- türlü fitneler var. Kimileri ikbal hırsıyla yanıp kavruluyor. Kimisi saltanatını devam ettirmek için bir yönüyle secde etmediği kimse bırakmıyor, herkesin karşısında eğiliyor; “rükû yetmez, eğilme yetmez” diye ta yerlere kadar kapanıyor. “Tapıyorum” diyor. “Elini dokunduran kurtulur, cehennem görmez o” diyor. Böyle iğfaller, idlâller, kandırmalar Bir de bir yere koydukları, “karşı taraf” dedikleri, “ötekiler” dedikleri insanlara veryansın ediyorlar.. ve o zavallı güruh, şuursuz güruh; onlar da bütün bu mesâvîyi dilsiz şeytan hissiyle sessizce temaşa ediyorlar. Dinliyorlar değil; dinleseler tepki verirler. Toplu iğneyle bile olsa birine dokunulsa tepki verir; fakat öyle bir ölüm sessizliği yaşanıyor ki yok tepki, yok reaksiyon: “His yok, hareket yok, acı yok Leş mi kesildin? / Hayret veriyorsun bana Sen böyle değildin. / Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz? / Kendin mi senin, yoksa, ümidin mi yüreksiz?” (M. Akif Ersoy)

Nedamet ve özür dileme mevsimi de gelecek!..

  • Şimdi böyle bir dönemde Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali (radıyallahü anhüm elfe merrâtin), Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin (radıyallahu anhuma) gibi, fitneler karşısında istikameti korumasını bilen -en azından- bir camia olması lazım.. sövene dilsiz, dövene elsiz, hakaretlere karşı gönülsüz bir camia olması lazım. Mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesine gitmeden, problemi büyütmeden; elin-âlemin deşelediği, zaten yara haline getirdiği şeylere bir de sterilize edilmemiş hançerlerle dokunmadan, yarayı onulmaz hale getirmeden; elini, dilini -Hacı Bektaş Veli’nin ifadesiyle, o iffet adına uçkuru da diyor- koruması lazım.
  • Azıcık fırtınalar dindiğinde, azıcık bahar meltemleri esmeye başlayınca, hatta geceyse şayet, bir fecr-i kâzip zuhur ettikten sonra -daha şimdiden başlamış bazıları- nedamet ve özür dileme faslı gelecek Allah’ın izni ve inayetiyle. O zaman o örnek hareketin, o örnek camianın duruşu takdir edilecek. Böyle davranmanın güzelliği ve sövüp saymanın milletimize hiçbir şey kazandırmadığı anlaşılacak.
  • İçinde bulunduğumuz toplum açısından Orta Asya ile bir irtibatımız var, Orta Doğu’yla bir irtibatımız var; Uzak Doğu’yla bile irtibatımız var, Hindistan’la, Pakistan’la, Bangladeş’le, Endonezya’yla bir irtibatımız var. İslam’a dayalı kardeşlik irtibatı var.. ve belki bütün dünya ile insanî çerçevede bir irtibatımız var. Bu irtibatlar sayesinde zannediyorum ütopya gibi gördükleri böyle bir camia, böyle bir hareket örnek olarak ele alınacak, bu bir nüve gibi olacak. Bir yönüyle, bir dönemde Söğüt’teki o söğüdün dal budak salması, çok geniş bir gölge hâsıl etmesi ve herkesin onun gölgesine koşması gibi örnek alınacaksınız Allah’ın izni ve inayetiyle.
  • Fitne ve fesatlar da bu sayede yatışacaktır Allah’ın izni ve inayetiyle. Fakat bunun için kendimizi sık sık gözden geçirmemiz lazım; sefinemizi bu uzun yolda gözden geçirmemiz lazım; yolun çok engebeli olduğunu gözden geçirmemiz lazım; çok ciddi zâd u zahireye ihtiyacımız olduğunu gözden geçirmemiz lazım.. ve bütün bu gözden geçirmelerin ötesinde, en önemli mesele, Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu gözden geçirmemiz lazım. Soru: Değişik ayet-i kerimelerde Zât-ı Ulûhiyyete, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e ve Kur’an-ı Kerim’e karşı kadirnâşinaslık yapıldığı anlatılıyor. İster meâliye isterse de insanî ve içtimâî münasebetlere bakan yönleriyle, imanın derinliği ile kadirşinaslık arasında nasıl bir münasebet söz konusudur?
  • Kur’ân-ı Kerim’de “Zât-ı ulûhiyeti hakkıyla takdir edemediniz.” manasına gelen değişik ayet-i kerimeler vardır. Bir yerde şöyle buyurulmaktadır:

    وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَالْأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّماوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
    “Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tazimi göstermediler. Halbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun kabza-yı tasarrufunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak kudret elindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” (Zümer, 39/67)

    Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbede okuduğu ayetlerin bazılarında çok ciddi heyecan duymuşlardır; onlardan bir tanesi de budur.

“Allahım, Seni hakkıyla takdir edemedik!..”

  • “İnsanlar Zat-ı ulûhiyeti azamet ve ulûhiyetine yakışır, şayeste şekilde takdir edemediler. Edememeden dolayı da esasen O’nun karşısında bulunmaları gerekli olan tavrı bihakkın alamadılar, düz duramadılar, istikametlerini koruyamadılar” diyor. Mutlaka o istikameti -imkân ölçüsünde- koruyan insan vardır ve bunların başında insanların sertâc-ı ibtihâcı sayılan enbiya-ı izam, enbiya-ı izamın da sertâc-ı ibtihâcı sayılan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelir. Cenâb-ı Hakk’ı O’nun kadar bilen, Zat-ı ulûhiyet karşısında O’nun kadar temkin, teyakkuz sergileyen bir ikinci insan göstermek mümkün değildir.
  • İnsan, Zât-ı Ulûhiyeti azamet ve ulûhiyetine yakışır şekilde takdir etme ve ona göre bir kulluk ortaya koyma mevzuundaki eksik ve kusurlarını kabullenmelidir. “Allah’ım, Seni hakkıyla takdir edemedik! İçinde bulunduğumuz durum, neşet ettiğimiz ortam, çevre, biraz da bizim kabiliyetsizliğimiz ve Sana yürekten teveccüh edemeyişimizden Seni hakkıyla takdir edemedik. Şekilde kaldık, çok defa surette kaldık, kulluktaki mükemmelliği yakalayamadık.” demelidir.
  • Vakıa Cenâb-ı Hak böyle diyenleri alıp çok ileriye götürebilir. Hiç farkına varmadan insan kat-ı meratib edebilir. Mesela; Hazreti Üstad diyor ki: “Arkadaşlarımızdan -Allah Rahmet etsin- iki genç vardı. Biri İlâmalı Sabri, diğeri İslâmköylü Vezirzade Mustafa. Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve îman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki; her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair gafil ve feraizi terkeden gençlere bedel, en mühim bir takva ve en kıymettar bir hizmette ve âhirete nâfi bir vaziyette bulundular. İnşâallah iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medâr oldu. Ben onların sıhhati için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum dünya itibariyle beddua olmuş. İnşâallah o duam, sıhhat-ı uhreviye için kabul olunmuştur. İşte bu iki zat, benim itikadımca, on senelik bir takva ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip, gaflet ve sefahate atılsaydılar; ölüm de onları tarassud edip tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı; o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.”
  • İnsan hangi seviyeye varırsa varsın, hep o meselenin dertlisi olmalı, o dertle oturup kalkmalı; hiç farkına varmadan, Allah alıp bir yere götürebilir onu, hiç farkına varmaz. Öbür tarafta gözlerini açtığı zaman bakar ki, oh ne güzel, başı Efendimiz’in ayaklarının altında. Ondan daha büyük paye mi olur? Bakar böyle kendine, üfül üfül Ebu Bekir kokuyor.. Ömer kokusu geliyor.. Osman kokusu geliyor.. Ali kokusu geliyor. Allah Allah. Hiç farkına varamazsın. Yürüdüğün yolda yaptığın güzel şeylerle ve şu temiz, nezih mülahazalarla -kendini debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurarak- yaşadığın takdirde, seni alır, öyle bir yere koyar ki!.. Gururlanmayasın diye, iç beğeni diyebileceğimiz o ucba düşmeyesin diye, kendini bencilliğe salmayasın diye, egoizmaya salmayasın diye, Allah (celle celaluhu) ayrı bir rahmet tecelli dalga boyunda seni sıyanet eder, himaye buyurur, bir yere kor. Öbür tarafa gözlerini açtığın zaman, bir de bakarsın, “Allah Allah, sofranın başında Efendimiz oturuyor, ben de yanında aynı çanağa kaşık çalıyorum.” Ya orada çanak mı var, kaşık mı var ama işte benim gibi işi çanakla kaşıkla olanın sözleri böyle olur, kusura bakmayın.
  • Bilinme ve kendi makamını bilme gibi harikulade şeylere talip olmamak lazım. Sadece ve sadece Allah’ın rızasına talip olmak lazım. Hazreti Rasûl-ü zîşanın yolunda sâdıkâne yürümeye talip olmak lazım. İşte bu, Hakk’ı hak ile takdir yolunda takdiri takip ederek, takdir ederek takdir arkasında koşmak demektir. Sen koştun da hedefine ulaşabildin mi? O maratonda başarılı oldun mu, olamadın mı? Onu bilme seni çok alakadar etmemeli. Sen sadece kendi içinden bir derinlik namzedi olmalısın, hep derinlikten derinliğe, derinlikten derinliğe Bütün bunları yaparken de kendini hep sığ görmelisin. Kendini derin gören insanlar, çok sığ insanlardır. Derinliğine rağmen kendini sığ görenler de çok derin insanlardır. Büyük insanlarda tevazu, onların büyüklüğünün emaresi; küçüklerde küçüklük, tekebbürdür onun emaresi.

“Tanımadıklarından mı inkar ediyorlar?”

  • Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin ve özellikle Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in kadirnâşinaslıkla karşı karşıya kaldığını işaretleyen ayet-i kerimeler vardır. Mesela, şöyle buyurulmaktadır:

    أَمْ لَمْ يَعْرِفُوا رَسُولَهُمْ فَهُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ
    “Yoksa Peygamberlerini henüz tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?” (Mu’minûn, 23/69)

    Dünyalarını aydınlatmak üzere hak mesaj ile gelmiş o Hak Peygamberi irfan ufkuyla tanıyamadılar mı? Tanıyamadılar da mı bu sebeple O’nu inkâr ediyorlar, inanmazlıktan geliyorlar, nankörlük ediyorlar?!. Allah’ın insanlığa en önemli armağanı Rasûl-ü zîşandır (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bu nimeti görmüyorlar, nankörlük ediyorlar.
  • Kendisine güven duyulan, katiyen hilaf-ı vaki beyanda bulunmayacağına inandıkları bir insan, bir gün bir vahiyle karşılarına çıktığında, bu defa onu tanımazlıktan geliyorlar. O güne kadar söyledikleri, ettikleri, kabullendikleri şeylerin hepsini ellerinin tersiyle itiyorlar. Bir yönüyle, aynı kaderi yaşıyorsunuz. Yirmi senedir “Bunların yaptıkları, hizmet. Bizim kırk senelik bu idari, siyasi hayatımız bunun bir zerresi kadar, deryada damlası kadar bile olamaz!.” deyip takdir ettikleri, sena ettikleri, “milletimizin bu çağda açılımı” dedikleri mesele birdenbire her nasılsa “yerin dibine batsın” tel’inlerine maruz kalıyor. Elçiye söylüyor, doymuyorlar; konsoloslara söylüyor, doymuyorlar. Cibilli olarak milletimize şöyle böyle bakışı az miyopça olan bir millete belki on defa şikâyette bulunuyorlar, yakın tarihte de yine şikâyette bulunuyorlar. Farkı var mı bunun? Nebi’yi de (O nebiye canımız kurban) tanıyamadılar ve tanımak şöyle dursun kalktı, nankörlük yaptı, o güne kadar dedikleri şeylerin hiçbiri olmamış gibi onu görmezlikten geldiler, nimet nankörlüğü yaptılar.. Allah’ın en büyük nimetiydi o.

“Ya Rabbî, halkım bu Kur’ân’ı terk ederek ondan uzaklaştılar!”

  • Kur’an-ı Kerim de kadirnâşinaslığa maruzdur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

    وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ إِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هَذَا الْقُرْآنَ مَهْجُورًا
    “O gün Rasûl dedi ki: Ya Rabbî, halkım bu Kur’ân’ı (mehcur ittihaz edip) terk ederek ondan uzaklaştılar!” (Furkan, 25/30)

    Bu ayet-i kerimede, sitemde ve şikayette bulunan Rasûl, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olabileceği gibi, başka peygamberler de olabilir. Bazı müfessirler, ayetin metnindeki “rasûl” ifadesini öncesi ve sonrasıyla değerlendirip, her peygamberin karşısında ilahî mesajı yalanlayıp onunla alay eden bir kısım düşmanların bulunduğunu ve dolayısıyla bütün peygamberlerin kendi kavimlerindeki adâvete kilitli bu kimselerden şikâyetçi olduklarını/olacaklarını söylemişlerdir. Hepsi Allah nezdinden geldiğinden, tamamı öz itibarıyla aynı mesajı getirdiğinden ve bütünü Cenâb-ı Hakk’a kurbete vesile olduğundan dolayı Hazreti Adem’den Seyyidü’l-Mürselîn’e (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselam) kadar bütün râsullerin suhuflarının ve kitaplarının “Kur’ân” olarak anılması da mümkündür.
  • Evet, Kur’an-ı Kerim’de Zât-ı Ulûhiyyete, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e ve Hak Kelam’a karşı kadirnâşinaslık yapıldığı anlatılıyor. İster meâliye isterse de insanî ve içtimâî münasebetlere bakan yönleriyle değerbilmezliğin çirkinliği vurgulanıyor. Bunların takdir edilmemesi nankörlük ve kadirnâşinaslıksa, o takdiri adım adım takip etmek, doyma bilmeyen bir hisle Allah’ı takdir arkasında koşmak lazım. Ciddi bir irfan hissiyle Nebi’nin arkasına takılıp o Zat’ı bütün enginlikleriyle tanımaya ve o münkirinden olmamaya, kadirnâşinas değil de kadirşinas olmaya bakmak lazım. Hatta kadirşinaslığı takip etmenin yanı sıra onu da yeterli görmeyip “Daha yok mu? Daha yok mu benim Efendim’le duyacağım, diyeceğim şeyler?” demeli ve hep onun arkasında koşturup durmalı.
  • Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz. Allah’ı tanıma adına hep koşturup duruyorsanız, kendinizi orada tanınmışlığın kucağında bulursunuz. Rasûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıma adına koşturup duruyorsanız, kendinizi onun sofrası başında bulursunuz. Onca inkar eden insana rağmen O inkarın karşılığı, imandır; imanda zirve sayılan irfandır.. o irfanın mükafatıyla Allah (celle celaluhu) sizi rü’yetiyle, rıdvanıyla taçdar eyler, başınıza taç kor, kral eyler sizi. Dünya sultanlığı, öyle bir krallığın yanında deryada damla kalmaz.
  • “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bütün kainatı beraber isterim.” İşte yüksek ufuk insanının düşüncesi!.. İşte talip olunacak şey.. arkasından ölesiye koşulacak şey.. yorulmadan, kalb duruncaya kadar maraton yapılacak şey.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Dünya hayatında tûbâ ve zakkum

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Dünya hayatında tûbâ ve zakkum konulu sohbeti

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Hevâ”yı “hüdâ”ya çevirebilmiş Hak dostları

“Zulmet-i hicrinle bîdâr olmuşum yâ Rab meded,
İntizâr-ı subh-u didâr olmuşum yâ Rab meded!..” (Niyâzi-ı Mısrî, 1618-1693)

Hep “Yâ Rab meded!.. Ayrılığın hicranıyla kavruluyorum!” deme.. bir yönüyle, Arş’ın örtüsüne başını koysan bile “Ötesi yok mu yâ Rabbî!” diyecek kadar derin bir hicran hissiyle hep kavrulup durma Ufuk bu olmalı. İstidadın ve arş-ı kemâlâtın seni nereye kadar götürmeye müsait ise, oraya kadar gidersin. Arada belli boşluklar kalabilir fakat azmin ve niyetin ile, Allah (celle celâluhu) onu doldurur ve tıpkı başını oraya koymuş gibi kabul buyurur.

“Başı oraya (Arş’ın örtüsüne) koyma” meselesini, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Hazreti Musa (salavâtullâhi ve selâmuhu ala nebiyyinâ ve aleyhi) için kullandığı bir tabirden mülhem ifade ediyorum. (Sahih-i Buhari’de nakledilen bir hadis-i şerifte, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) -ihtimal- hem kendi tevazuunun ifadesi olarak hem de ümmetine diğer peygamberlere karşı saygı telkin etme gibi hikmetlerle buyuruyor ki: “Beni Musa’ya tercih etmeyin, ondan daha hayırlı olduğumu söylemeyin. Haşr u neşir olduğunda onu arşın kaidelerine tutunmuş olarak göreceğim. Bilmiyorum, daha önce yaşadığı (Tur’daki tecellî neticesinde meydana gelen) baygınlıktan dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa önce mi haşroldu?” (Buhâri, Enbiyâ, 31; Müslim, Fezâil, 157.)

Cenâb-ı Hak, dini, imanı, ihsanı, ihlası, marifeti, muhabbeti, aşk u iştiyakı içtenleştirmeye, tabiatımızın bir derinliği haline getirmeye ve dinin delisi olup O’nu başkalarına da sevdirmeye bizi muvaffak kılsın.

Ama gönül arzu ediyor O’nu, gönül. Hazreti Hanzala gibi.. Efendimiz’in huzurunda olunca mest u sermest, kendinden geçiyor, adeta bayılıyor. Dışarıya çıkınca, çoluk-çocuk, evlâd ü iyâl, çarşı-pazar Halini Hazreti Ebu Bekir efendimize açıyor; o da aynı şeyden şikâyet ediyor. Bildiğiniz bir mevzu, muteber kitaplarda zikrediliyor: O, نَافَقَ حَنْظَلَةُ “Hanzala münafık oldu!” deyince, Hazreti Ebu Bekir “Neden?” diye soruyor. Allah Rasûlü’nün huzurundaki o enginleştirici, o derinleştirici, o sonsuz ufuklara açılma imkânı sunan atmosfer dışarıda bulunamıyor. Bir yönüyle, dünyanın içine açılınca, o seviye, o kıvam korunamıyor; Hazreti Hanzala, kendi ufku itibarıyla, azıcık kırılmalar hissediyor kendi içinde, “Nöronlarıma bir kısım toz-duman bulaştı!” diyor ve bunu nifak sayıyor: نَافَقَ حَنْظَلَةُ

Hazreti Ebu Bekir’e derdini açıp sebebini de söyleyince; o koca insan da kendi hakkındaki endişesini dile getiriyor. Şayet Hazreti Ebu Bekir, peygamberler devrinde yaşasaydı, peygamberlerden bir peygamber olurdu; رَغْمًا عَلَى الزَّرْدُشْتِيِّين (Onun faziletine inanmayan Zerdüştîler’e (!) rağmen bu böyledir.) İşte o insan (radıyallahu anh) diyor ki: “Yahu Hanzala, bende de oluyor bu! Demek ki ben de öyle ” Dertlerini Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz ediyorlar. Buyuruyor ki, o büyük insibağ sahibi İnsan, “Bazen öyle, bazen böyle!..”

“Allahım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver!”

“İnsibağ” dediğimiz, O’nun boyasıyla boyanma Huzurunda oturunca, O’nun bakışlarında, gözünün “iris”inde, gözünün siyahının oynamasında, dudaklarının kıpırdayışında, mübarek kulaklarının duruşunda, çehresindeki ciddiyette derin manalar okuma Şayet ön yargınız yoksa, şartlanmış değilseniz, O’nu gördüğünüz ân, Abdullah ibn Selam gibi, hemen diz çöküp لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demeniz mukadder Öyle bir insibağı var. Bir kere görme, size öyle bir boya çalıyor ki, hemen onun rengine bürünüyorsunuz.

İşte Hanzala, huzur-u nebevîde bulunurken, o renge bürünüyor insibâğ-ı nebevî ile, huzurun insibağı ile. Oysaki oradan ayrılınca, bu defa dünya -şöyle böyle- üzerinde tesirini icrâ ediyor ve Hazret ona “nifak” diyor. Huzur-u Risaletpenâhî’de mesele sorulunca, Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, huzurumda duyduğunuz şeyleri dışarıda, çarşıda-pazarda da duysaydınız, melekler sokaklarda sizinle musâfaha ederler, sizi gezdiğiniz her yerde selamlarlardı!..” Evet, inerler, size selam vermek için kuyruğa girerlerdi. “Şu mübareğe bir selam da ben çakayım, bir selam da ben çakayım!..” demektir bu. (Bu son söylediğim, o meseleden mülhem sadece, meselenin haşiyesinden, şerhinden ibaret.)

İnşaallah kalblerimiz o ufka müteveccihtir; Allah, o ufka tam müteveccih kılsın!.. Arş-ı kemâlâtınızın üzerinde size yeni arş-ı kemâlâtlar, daha yüksek seviyeler bahşeylesin!.. (Âmin) Bu Kıtmîr’i de O’nun kıtmîri de olur, heyetin kıtmîri de olur. Şahs-ı mânevînin kıtmîri olmayı şeref bilirim, şahs-ı mânevînin kıtmîri Kıtmîr’i de Allah, size bağışlasın.

“Mü’min, temiz kalbli, hüsn-ü zanlı ve kerimdir; fâcir/münafık ise hilekâr ve leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, hep alçakça davranır.)”

Biz hüsn-ü zannın gereği olarak herkesi kendimizden aziz biliriz/bilmeliyiz. Kimler hüsn-ü zan edebileceğimiz ölçüde namazını kılıyor, orucunu tutuyor, haram yemiyor, yalan söylemiyor, iftirada bulunmuyor, Makyavelist gibi gayr-ı meşru yolları hedefine ulaşmak için kullanmıyorlarsa, onları kendimizden aziz biliriz. Bu, meselenin bir yanıdır. Fakat bazı kimseler haram yiyor, yalan söylüyor, iftirada bulunuyor, makamını korumak için her türlü gayr-ı meşru vesileye başvuruyor, tam bir Makyavelist gibi hareket ediyor, diyalektikten diyalektiğe koşuyor, demagojiden demagojiye koşuyor ise, bunlar hakkında hüsn-ü zan etmek, aldanmışlık olur.

Bazen aldandığımız da olabilir: İyi yanlarını görürüz, bir لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demelerini nazar-ı itibara alırız. Kurban olayım o ikrara; biri onu ağzına aldığı zaman, bir kere öyle deyince, en azından o anda, o meselenin telaffuzu karşısında, telaffuz edilen şeyin hatırına, benim gönlümdeki -aysbergler gibi- buzlar erir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de buyurmuyor mu: الْمُؤْمِنُ غِرٌّ كَرِيمٌ، وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيمٌ “Mü’min, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.” Dolayısıyla da aldanmış olabiliriz. Çend defa, böyleleri Müslümanlar içinde göründüğünden, İslamî argümanları kullandığından dolayı, aldandık; çend defa

Evet, şimdiye kadar çend defa aldanmışızdır biz bu mevzuda. Böyle iyi bir yanlarını görünce hemen inandık. Tavus kuşu insanları gördüğü zaman, bütün renkleriyle kendini salıverir; o zaman, gel de sen ona “güzel” deme! O türlü tavırlar içinde bulunan insanlar hakkında da aldandığımız olabilir, yanıldığımız olabilir. Allah, o yanılmaları bağışlasın! Yanılmış, kapı kapı dolaşmış ve onlar için olumlu şeyler söylemiş, onlar için çok pozitif davranışlarda bulunmuş, dünya adına kazanacakları şeyleri kazanmaları mevzuunda el-etek açmış, yüzsuyu dökmüş, dilencilikte bulunmuşuz. Aldanmışız. Aldanabilir mü’min.

Arz ettim: وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيمٌ “Fâcire gelince, o sürekli ayak oyunları sergiler, her türlü demagojiye ve yalana başvurur.” Günümüzde bazı medyada gördüğünüz bir kısım kimselerin yaptıkları gibi Sesli, sözlü, kalemli, tuşlu, yazılı, İnternet’li, Twitter’li, bir sürü yalanlar, tekzipler, tehcirler, tahkirler, tezyifler görebilirsiniz. Bunlar devam ve temadi ediyorsa şayet, devam ve temadi, insanda imanın zırnığını bile bırakmaz. Zırnığı bile kalmaz ki, çağrı olsun diğerlerine!.. “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır!” Hemen tevbe, inâbe, evbe ile o günah silinmezse, o, bir lekeye çağrı olur; bir leke de başka bir lekeye

“Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”

Hadis-i şerif ifade buyuruyor, Hazreti Pîr de hadisin manasından mülhem şöyle söylüyor: “Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nûr-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” Lem’alar, s.9 / İkinci Lem’a) Bu defa tabiplerin “fâsid daire” dedikleri, sadeleştirip “kısır döngü” sözü ile ifade ettikleri “günah kısır döngüsü” oluşur. Her günah, bir ikincisine çağrı olur; ikincisi üçüncüsüne çağrı olur. Bir kere yalan söyleyen, ikincisine doğru da bir adım atmış olur. İkincisine adım atan, bu defa müzaafa geçer; dördüncüsüne.. dördüncüsünü yapan, sekizincisine.. sekiz defa yalan söylemiş olan, on altıncısına.. ve artık bu kadar yalan söyleyen, iftirada bulunan, tezvirde bulunan, tahfifte bulunan, tahkirde bulunan, her mü’mini her şeyiyle hafife alan, hatta günümüzün bir kısım sapıklarının dedikleri gibi, mü’mine “mürted” diyen, “firak-ı dâlle” diyen insanlar, hiç farkına varmadan, -Allah korusun- küfrün gayyası içine yuvarlanmış olurlar. Bu da meselenin diğer bir yanı.

Bir de bazı kimseler de vardır ki, hakikaten ümmîdir; gördüğünüz ve Kur’an’ı eline verdiğiniz zaman, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ beyanını bile doğru telaffuz edemez; “Rabbi’l-elemin” der, “ayn”ı da “elif” okur, “Ha”yı “he” okur. Öyle okur; öyledir, bilgi ufku o kadardır. Evet, çok kitap görmemiştir. Fakat Allah ile öyle bir irtibatı vardır ki, bildiğini öyle pratiğe dökmekte, amele dökmekte ve إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (iman edip sâlih ameller işleyenler hüsrâna uğramaktan ve esfel-i sâfilîne/en aşağı derekeye düşmekten hâriçtirler) hakikatine öylesine merbût yaşamaktadır ki “İman ve aksiyon” birbirinden kopmaz, bir hakikatin iki farklı yüzü gibi. Evet, iman varsa, mutlaka aksiyon da olmalı, amel-i sâlih de olmalı. Öylesine merbut o mevzuda, öylesine bağlı!.. Baktığınız zaman, hakikaten onların ikliminde de, o engin insibağı görebilirsiniz. Bakışlarıyla, duruşlarıyla -bir yönüyle- inandırırlar sizi. Fakat idrak ufukları itibariyle sınırlıdırlar; çok kitap karıştırmamışlardır. كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “ tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzerler ” (Cuma, 62/5) denilen insanlardan değillerdir. Çok kitap sırtlamamışlar, fihriste bakmamışlar, fihrist fişlememişler, sonra onlardan kitaplar işlememişler, işledikleri kitaplarla övünmemişler. O mevzuda çok geri kalmışlar. Fakat kalbî enginlikleriyle öylesine derinliklere açılmış, öyle cevher adalarında, mercan adalarında dolaşıyorlar ki, o zenginlikler artık onların gözlerini kamaştırmıyor, “Ne olacak bunlar!” diyorlar. Çünkü gördükleri çok farklı zenginlikler var, kalblerinde müşahede ettikleri çok derin zenginlikler var. “Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.”; o cennet çekirdeğinde her zaman cenneti müşahede ediyorlar. “Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”; onu da o kadar çirkin görüyorlar.

İmanın o derin ve doyulmaz tadını duyabilmenin üç şartı

Evet, tam şu hadisin mealine uygun: ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ “Üç şey vardır ki, kimde bulunursa, o, imanın o engin, o derin, o doyulmaz tadını tatmış demektir.” Kimde bu hasletler varsa, imanın o engin, o derin, o tattığınız zaman bir daha elinizden bırakmayacağınız, bırakamayacağınız, duyulmadık, doyulmadık tadını tatmıştır. ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ “Üç şey vardır ki, kimde bulunursa.. وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ “İmanın halâvetini tam tatmış demektir.”Artık onun nazarında, o imana muhalif en küçük şey, -bağışlayın- zehir zemberek gibi gelir, kezzap gibi gelir. “Amanın, bunu ben dilime, dudağıma, dişime dokundurmamalıyım; o, dokunduğu yeri öyle bir yaralar ki, bir daha onulması imkânsız olur.” der. Küfrü, küfre götüren yalanı, iftirayı, tezviri, dünyaperestliği, nefsânîliği, hevâ-i nefse uymayı, bohemliği, hayvanca yaşamayı öyle bir kerih görür ki!.. Çünkü kendini o iman halâvetine salmıştır. وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ

 Bir: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا “Allah’ı ve Rasûlü’nü, -Allah ve Rasûlü müstesnâ- her şeyden fazla sevme.” Allah ve Rasûlü’nü öyle sevme ki, işte Hazreti Ömer efendimize, Efendimiz’in buyurduğu gibi; “Beni kendinden de artık sevmedikten sonra gerçek iman etmiş olamazsın!” Bir hakikat dersi veriyor. Allah’ı ve Rasûlullah’ı -istekleri ve emirleri istikametinde- kendi arzu ve isteklerinize tercih edeceksiniz. Seveceksiniz. Öyle bir sevgi içinizde olunca, imanı da tatmış olacaksınız. Cenâb-ı Hak, kalblerinize, kalblerimize, derinlemesine taklidî iman taşıyan, şeklî Müslümanlığa takılıp kalan, bir yönüyle (hadislerin ifadesiyle) Sırat’ta kancalara takılıp kalmış kimseler gibi nefsâniliğe ve taklide takılıp kalmış olan insanların kalblerine bu engin imanı ihsan eylesin, lütfeylesin.

İki: وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ “Bir insanı seviyorsa, ancak Allah’tan dolayı sevmek..” Buna اَلْحُبُّ للهِ “Allah için sevgi” denir. Bir kelime ilave edebilirsiniz; اَلْحُبُّ لِرَسُولِ اللهِ Rasûlullah’tan dolayı sevgi. Efendimiz’in hatırına Ehl-i beyti sevmiyor musunuz?!. Geçen gün Kıtmîr ifade etti, İmam Şâfii’nin sözüyle: Ehl-i beyti sevmek, Alevîlikse şayet, yedi cihan şahit olsun, Hasan’a da bayılırım, Hüseyin’e de bayılırım, Zeynü’l-âbidin’e de bayılırım, İmam Caferü’s-sâdık’a da bayılırım, Muhammed ibnü’l-Hanefiyye’ye de bayılırım.. bayılırım.. bayılırım. Perslerin “İmam-ı müntazır” dedikleri zat gerçekse şayet, ona da bayılırım. On ikinci evladı değil, yüz yirminci evladı, ona da bayılırım. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispeti olan herkese bayılırım. Bu ayrı bir mesele..

Bir insanı severken, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ Allah’tan ötürü, Rasûlullah’tan ötürü, dininden ötürü, diyanetinden ötürü sevmek. اَلْحُبُّ للهِ وَالْبُغْضُ للهِ sözüyle ifade etmişler bunu; Allah için sevmek ve buğz edeceksen Allah için buğzetmek.

Bu arada buğz meselesine de bir tahşiyede bulunmak lazım. Tahşiye kelimesi de tehlikeli ya!.. Mahkemeye veriyorlar; burada vermişlerdi. Bir avukat da tutmuşlardı, ona milyonlar da vermişlerdi, mahkûm etmek için Kıtmîr’i. Hâkim de o iddianameyi, o avukatın yüzüne çarptı; “Böyle bir dava olmaz!” diye, burada.

Allah için buğz etmek ne demektir; öyle bir buğzun gerekleri nelerdir?

Allah için buğz etme, esasen insana buğz etme demek değildir, sıfatlara buğz etmektir. “Her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez.” diyor büyük Hak dostu.

İnsanlara ve insanlığa karşı mürüvvetli hareket etmek.. insanî değerlere karşı saygılı olmak.. insanları sevmek.. insan Allah’ın elinden çıkmış âbide bir varlık olduğu için, en azından San’atkar’ın sanatına saygı duymak Bunlar esastır. Fakat ille de bir şeye buğz edilecekse, insanın evsâf-ı deniyyesine buğz etmek gerekir: Yalana buğz etmek, iftiraya buğz etmek, bohemliğe buğz etmek, haram yemeye buğz etmek, dünya hayatını ukba hayatına tercih etmeye buğz etmek, tûl-i emele buğz etmek, tevehhüm-ü ebediyete buğz etmek, dünya adına doyma bilmemeye buğz etmek Bunların hepsi şeytan dürtüsüyle insanın içinde filizlenmiş “şeytanî fideler”dir. Şahsa değil de bu evsâf-ı deniyye-i hasiseye buğz etmek, Allah için buğz etmektir. Böyle bir buğzun gereği de “Yahu nasıl yapsam ki, bu insanı bu pislikler sarmalından kurtarsam?! Kendini -zavallı- yüz tane öyle şeytanî sarmal içine atmış ki, bu, bunların içinde ölür giderse ” deyip o kötü sıfatların izalesine çalışmaktır.

Dünden bu yana birkaç defa aklıma geldi: Zulmedenler, haksızlık yapanlar, tagallüpte, tahakkümde, tasallutta, temellükte, kıyımda bulunanlar, alın teriyle kazanılan şeylerin üzerine konanlar, onları satışa-pazara çıkaranlar Yaptıkları bu şeylerle zâlim olduklarında şüphe yok, fâsık olduklarında şüphe yok. Evet, fâsık ve zâlim olduklarında şüphe yok; çünkü bu sıfatlar kâfir sıfâtı. Bunlar aklıma geldiğinde dedim ki, “Yâ Rabbi! Bahtına düştüm, kurban olayım Sana. Bu büyük günahların cezasını ahirete bırakma; birer tokatla, birer kulak çekmekle bu zalimleri vazgeçirteceksen, bir de beni orada yakma. Cehennem’de alev alev yanarlarken, onları öyle göstermek suretiyle, canımı yakma ya Rabbi!” Yemin ederim size, kaç defa aklımdan geçti. Ve derdimi döktüm, Rabbim’e karşı derdimi döktüm..

Evet, olumsuz sıfâta karşı tavır almak, اَلْبُغْضُ فِي اللهِ Allah için buğz etmek ama sıfata buğz etmek. Ve buğzu da bir yönüyle onu, o şeytanî sarmaldan kurtarma istikametinde kullanmak. Hangi argümanları değerlendirerek, hangi güzel şeyleri bir meşhere sergiliyor gibi sergileyerek o işi yapacaksanız, onu yapacaksınız. Ev mi açacaksınız, okul mu açacaksınız, üniversite mi açacaksınız, evinize mi davet edeceksiniz, telefonla hatırını mı soracaksınız, ne yapacaksanız, yapacaksınız. Elli türlü alternatifiniz olacak; sadece a-b-c planı değil, hece harflerini aşacak şekilde; yirmi sekiz tane değil, alternatif yollarınız yöntemleriniz olacak.

“Ne yapmalıyım ki ister kendi ülkemde, isterse bütün âfâk-ı âlemde, enhâ-ı âlemde, nevâhiü’l-hayatta, bu insanları o şeytan sarmalından kurtarayım?!. Acaba ne yapmalıyım?!.” Bu niyetin seni kurtaracaktır. Gerçek kurtarmaya gelince, o Allah’a aittir: إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ “Her arzu ettiğin kişiyi doğru yola iletmek senin elinde değildir.” (Kasas, 28/56) Kime diyor?!. Huzurunda durduğun zaman, içindeki küfür aysbergleri eriyen İnsan’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) diyor. إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ “Her arzu ettiğin kişiyi doğru yola iletmek senin elinde değildir; ancak Allah’tır ki, kimi dilerse onu doğru yola iletir. O, hidayete lâyık ve yatkın olanları çok daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56) Sen, o yolda olacaksın ama kalbleri yumuşatmak, onları sırat-ı müstakîme hidayet etmek, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatiyle serfiraz kılmak sadece Allah’a ait bir şeydir.

Üç: وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِى الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ (يَعُودَ) فِي النَّارِ ِ “Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.” Allah (celle celâluhu) hidayet buyurup -hepimizi hakiki hidayet ile serfiraz kılsın- iman nuru ile onu taçlandırdıktan sonra, küfre dönmeyi, Cehennem’e giriyor gibi kerih görmek!.. Hafizanallah, Allah hidayet ettikten sonra, yeniden küfre düşmek ne kötü bir akıbet!.. وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ تَعَالَى كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يَعُودَ فِي النَّارِ Ateşi görmüş, ateşin ne demek olduğunu anlamış, tatmış. Kim bilir, ilme’l-yakînin ötesinde, belki hakka’l-yakîni görmüş. Böyle bir şeyden sonra, ateşin içine dönmeyi nasıl kabul edemiyor, vicdanen kerih görüyor. Aynen öyle, imandan sonra küfre dönmeyi, öyle kerih görüyorsa bir insan, gerçekten imanın tadını tatmış demektir.

Bu üç esas çerçevesinde, Cenâb-ı Hak, imanın tadını tatmış olanlar zümresine bizleri ilhâk buyursun!..

Sabredin; her gecenin bir nehârı, her kışın da bir baharı vardır!..

Sabırlı ol!.. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.” Ezecekler, üzecekler.. ayaklarının altına alıp üzerinde gezecekler.. üzerine çizgi çizip çizecekler, vatandaşlıktan çıkararak çizecekler.. mallarının üzerine iz koyacaklar, “Bize kaldı!” diyecekler.. haramı “helal” diye yiyecekler.. sizden aldıkları şeyleri kendi urbaları gibi giyecekler.. edecekler Bütün bunları göreceksiniz, tiksinti duyacaksınız, ürpereceksiniz. Fakat ye’se düşmeyeceksiniz, inkisar yaşamayacaksınız. “Her gecenin bir nehârı, her kışın da bir baharı vardır!”diyeceksiniz. “Her hazanı bir nevbahar, bir gülizar takip etmiştir!” diyeceksiniz, “Hâristanlar, mevsimi gelince, emin ellerle tımar görünce, gülistana, baharistana, bostana dönecektir!” diyeceksiniz. Ve yürüdüğünüz yolda, doğru bilerek yürüdüğünüz yolda, hep yürüyeceksiniz!..

(Elektronik tabloda) Bakîü’l-ğarkad resmi çıktı; deniyor ki:

“Âbâd ettiniz bizi, siz de olunuz âbâd,
Mü’min sineler, şükranla bunu ediyor yâd;
Şimdilerde birer “yâd-ı cemil”siniz mûtâd,
Şâd olun ey kutsîler, Hak maiyetiyle, şâd.”

Yolunuzu, çizginizi korursanız, Amerika’ya gömülseniz dahi, Türkiye’ye gömülseniz dahi, Bakîü’l-ğarkad’da ashaba komşu olursunuz. Ehl-i keşif öyle müşahede etmiş; başka diyarda vefat eden nice sâlih zatı, Hazreti Hasan efendimizin yanında, Hazreti Osman efendimizin yanında, on bin sahabînin medfun bulunduğu yerde, onların yanında medfun görmüşler. Başka yerde ölmüş fakat ufku o olduğundan dolayı, oraya dâhil edilmiş. Yerin altında mesafe yok, orada mesafe, sıfır; milyonlarca kilometreler, orada birden bire “zero”laşıyor. Allah, inayetini üzerimizden eksik etmesin!..

Dünyada başkalarının sizi “zero”laştırmasına bakmayın. Evet, Allah sol tarafınıza bir rakam koyar, birden bire olursunuz, on. Rahmeti, gazabına sebkat etmiştir. وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”(A’raf, 7/156) buyuruyor. İki rakamı koyar, birden 20 olursunuz. “Ee bu ikiyi buraya koyduğuma göre, ben, sağ tarafa bir tane daha sıfır koyayım!” der, 200 olursunuz. Oraya bir sıfır daha, bu defa 2000 olursunuz. Önünüzde böyle bir yol varken, bir kısım zalimlerin, gaddârların, hattarların, fâsıkların, fâcirlerin, haram-horların, haram-zâdelerin, bohemlerin, müfterilerin, aynı zamanda “itiraf” adı altında iftira edenlerin, müfteri olan mu’teriflerin deyip ettiklerine aldanmayın!..

Evet. Önemli değil dünyada cefa görme, ezâ görme, belâ görme. أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla yakın olan insanlara gelir.” deniyor hadis-i şerifte.

Ali Cuma Hoca efendi hazretleri de ifade buyurdular; Allah uzun ömür ihsan eylesin, Efendimiz’e komşu eylesin. Yakın körlüğü yaşayanlar, “mürted” derken, o, tâ Mısır’da kalktı, müdafaa etti sizi. Arkasından daha başkaları da, niceleri Belki yarınlarda, öbür günlerde daha öbür günlerde insaflı ehl-i iman, ulemâ-i benâmın yüzlercesi, aynı şeyi söyleyecek: Mü’mine “mürted” diyenin mürted olduğunu.. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisinde yaşamayı hayatının gayesi görmüş, “Amanın!.. Böyle zerre kadar muhalefet edersem, Allah canımı alsın!” diyecek kadar o mevzuda vefalı davranmış insanlara “firâk-ı dâlle!” diyen, Süfyan ordusunun düşük neferlerinin dalaletini Bunları sorgulayan dünya kadar insaflı ulemâ-i benâm zuhur edecektir. Ve bir de o çirkin lafları edenler, gelecekte tarihin sayfalarında birer kirli satır halinde, tek satırla bahsedilecekler; “Vefasız, gayyâ insanları!” diye, tek satırla bahsedilecekler. Bugün, kendilerini nasıl -böyle- kin ve nefret sarmalı içinde bulmuşlarsa, öbür tarafta da öyle olacak.

Ama her şeye rağmen, bizim duamız: اَللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ، تُحِبُّ الْعَفْوَ، فَاعْفُ عَنَّا، وَاعْفُ عَنْهُمْ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ Allahım, şüphesiz Sen affetmek şanından olan Afüvv, ikram u ihsan denince akla gelen yegâne Kerim’sin; affetmeyi çok seversin. Bizi affeyle; bize zulmü reva görenleri de affına mazhar olacakları yola sevk et. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, onun güzide aile fertlerine ve Ashâb-ı kiramına salât ü selam ederek bunu Sen’den diliyoruz. Kabul buyur Rabbimiz!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Dünya şefkate muhtaç

Bamteli: Dünya şefkate muhtaç

“Gelir bir bir, gider bir bir, kalır Bir.

Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.

Gelirse gelir bir kıl ile eyleme tedbir.

Giderse gider, eğlemez bir koca zincir!”

Buyurun, gelenleri savın! Buyurun, gelmek isteyenleri, gelmesini istediğiniz şeyleri, kendiniz getirin! Getiren de O (celle celâluhu), götüren de O; var eden de O, yok eden de O. Öyle bir kapı, öyle bir dergâh varken, bence başka kapıların ziline dokunmak, beyhude enerji harcamak demektir; karanlıkta türkü söylemek demektir. Öyle değil, sesimizi/sözümüzü O’na teveccüh, O’na münâcaat ile değerlendirmeliyiz. Kelimeler, O’nu ifade ettikleri zaman altına, gümüşe, zebercede, yakuta dönüşür; melekler, avuç açarlar onlara; “Benim avuçlarıma dökülsün!” diye. O’nu ifade eden kelimeler, O’nu ifade eden beyanlar, kıymet üstü kıymet kazanır.

Neye namzet olduğunu bilmeyen insan, kuyumcular caddesinde kendisine kıymet biçilemediği halde, bakırcılar çarşısında talep arar.

İnsan, öyle şeylere namzet yaratılmıştır ki, “namzet olduğu” şeyleri bilmiyorsa, hiç farkına varmadan, kuyumcular caddesinde kendisine kıymet biçilemeyecek insan, bakırcılar çarşısında talep arar; kendi kıymetini düşürür, ayaklar altına almış olur.

Allah; insanı, sevilen bir varlık olarak yaratmıştır. “Mahlûk” demedim; çünkü dilimizde onu hakaret ifade eden bir tabir olarak kullanırız. Evet, insan, sevilen/sevilesi bir varlık olarak yaratılmıştır. “İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır!” O (celle celâluhu), sizi de sever, yarattığı her şeyi de sever. Hazreti Pîr’in değişik yerlerde, farklı üsluplarla anlattığı gibi, “Sanatını sever!” Hele insanı, ahsen-i takvîme mazhar etmiştir.

Batılı birisi/bir düşünür -haşa- o tabiri kullanıyor, “Allah, insanı, özenerek yaratmış!”diyor. Belki bu ifade insanların yaptıkları şeyler, ortaya koydukları sanatlar için kullanılabilir; mesela Michelangelo (Mikelanj) veya bilmem kim, sanatına karşı ciddi bir alaka gösterir, özenir. Fakat bu tabiri Zât-ı Ulûhiyet için kullanmak, doğru olmayabilir. Ama onlar, sizin o ince kıstaslarınıza vâkıf olmadıklarından dolayı öyle diyordu, bir eserde görmüştüm: “Allah, insanı, özenerek yaratmış!”

İhtimal hesaplarına göre, milyarda bir, belki trilyonda bir, yüz şeklinin bu hali alması. Burun.. kulaklar ile münasebeti onun.. gözler ile münasebeti… Sadece bir kulak-burun-boğaz uzmanı açısından meseleye baktığınızda, ihtimal hesaplarına göre ancak trilyonda bir bu böyle olabilir. Belli ki bir meşîet-i İlahî var; belli ki bir ilm-i muhît programına göre her şey oluyor, kendi kendine değil. Bunların rastlantıya verilmesi mümkün değil; “ahsen-i takvim”e mazhar ediyor ve onu, o sanatı, severek yaratıyor. Sevilsin diye sahneye sürüyor. Ona karşı saygı duyulsun, alnından öpülsün, elleri sıkılsın, bağırlara basılsın diye yapıyor.

İnsanın da bunu anlaması lazım ki, bu, “makâsıd-ı İlâhiyeye göre hareket etme” demektir. İnsanın, Cenâb-ı Hakk’ın o mevzudaki murad-ı Sübhânîsine göre -evet, başka bir kelime olacaktı, onu da yakışıklı bulmadım, demedim- makâsıd-ı Sübhâniyesine göre hareket etmesi lazım.

İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır ve kişinin imandan nasibi, mahlûkata -hususiyle de insana- şefkatiyle doğru orantılıdır.

İnsan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır!.. Ve insanın imandan nasibi, mahlûkata, hususiyle insana şefkati ile -eski ifadesiyle diyeyim- “mebsûten mütenâsib”dir (doğru orantılıdır). Mahlûkata şefkati ne kadar varsa, insanları ne kadar seviyorsa, insanın imandan nasibi de o kadardır. Çünkü o mesele, Allah ile irtibatlıdır; Allah’ın sanatına karşı saygılı olma, Allah’ın en mükemmel yarattığı, ahsen-i takvîme mazhar ettiği sanat eserine, âbide sanat eserine saygı duymayla alakalıdır.

Başta, Allah (celle celâluhu), Hazreti Âdem’e karşı meleklere اسْجُدُوا “Eğilin, inhinâda bulunun onun karşısında!” buyurmuştur: “Ben, onu size bir ibre gibi yarattım, bir pusula gibi koyuyorum önünüze; ona eğilmek suretiyle, Benim karşımda eğilmiş sayılacaksınız!..” Hazreti Âdem, öyle bir “mihrab-nümâ”, O’nu gösteren bir ibre. Siz ona eğildiğiniz zaman, emre itaatteki inceliğin gereğini yapmış oluyorsunuz.

Bu konuda, Hallaç’ın -sorguladığım- bir lafı vardır: “Emre itaatteki inceliği Âdem’den öğrenmek lazım!”der. Bunun devamında, şeytan için de bir şey diyor, onu sorguluyorum: “Aşkı, O’na bağlılığı, O’ndan başkası karşısında eğilmemeyi de şeytandan öğrenmek lazım!” Adeta şeytan “Ben eğilirsem, sadece Senin karşısında…” demiş. İşte Hallaç’ın bu sözünü sorguluyorum. Şeytanınki öyle mi, yoksa “Ben, ateşten yaratıldım; ona (Hazreti Âdem’e) fâikım, eğilmem karşısında!” mülahazasından mı kaynaklanıyor; fîhi nazar.

Evet, insan, sevilmek için yaratılmış bir varlıktır! Allah; mü’minleri daha çok sever. Ve imtihanıyla bile -esasen- sevginin ayrı boyutunu ortaya koyar veya sevginin ayrı bir televvünü ile tecelli buyurur. İmtihan ederken bile, bir yönüyle arındırır mü’mini. İmtihanlar, âdeta onu arındırma kurnalarının altına sokmak, “Yıkan!” demek gibi bir şeydir; “Kirlerini at!” demek gibi bir şeydir. “Seviye kazan; mahiyet değişikliğine gir! Huzuruma çıkmaya ehil, layık, münasip hâle gel!” demek için, onu değişik haddelerden geçirir, değişik cenderelerden geçirir. Dolayısıyla O’nun şefkatinin, re’fetinin ayrı bir tecellisi olur bu.

Diğerlerine de şefkat ve merhametiyle muamele eder. İnanmıyordur, beyne-beynedir, ortadadır, âraftadır… Onlara da “imhâl, imhâl üstüne” vermek suretiyle yine re’fetinin ve şefkatinin bir çeşit tecellisini ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim’de kaç yerde, bazen, بِمَا كَسَبُوا bazen de بِمَا ظَلَمُوا kaydıyla zulüm ve kötülük irtikâp edenlere mühlet tanındığı bildirilmektedir. Mesela, bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى “Eğer Allah, (şirkten daha başka hatalarına kadar) zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı bırakmazdı; fakat O, onları takdir buyurduğu bir vadeye kadar bekletmektedir.” (Nahl, 16/61) Evet, “Eğer Allah, zulmettiklerinden dolayı o insanları helak etse, yeryüzünde bir dâbbe, bir canlı, debelenen bir şey kalmaz!” diyor. İmhâl üstüne imhâl ediyor; mehil veriyor, mehil veriyor, mehil veriyor… Bu, O’nun yarattıklarına karşı şefkatinin gereğidir. Kâfir, münkir, mülhid, materyalist, dinsiz, imansız da Cenâb-ı Hakk’ın bu türden bir şefkat tecelli dalga-boyu altında -esasen- imhâl imhâl üstüne, mehil mehil üstüne, uzun boylu yaşama imkânı buluyor, öleceği âna kadar.

Öbür tarafa gittiği zaman, mazereti yok onun. “Ben sana şu kadar zaman tanıdım, hak tanıdım. Hatta bir gün bile olsa, o bir günde Beni bulabilirdin, Beni bilebilirdin. Ama hiç aramadın!..” مَنْ جَالَ، نَالَ “Eğer bir şeyin arkasında isen, cevelanda olduğun sürece sen, onu elde edebilirsin.” مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ “Bir şeyin arkasına düşüyorsan, düşmede de ciddi isen, mutlaka onu bulursun.” مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ Bir gün bile yeter bunda. Fakat sen, bir günü değil de, hem de elli sene, onun bir miktarını bile ayırıp bu mevzuda hiç kullanmamışsın. Tekvinî emirlere bakmamışsın. Dimağını o istikamette değerlendirmemişsin. Biraz evvel arz ettim; çehrene baksaydın, yeterdi senin için, mahiyetine bakman kâfi gelirdi; zira senin anatomin hep Allah’ı haykırıyor.

“İnsan, Bu Meçhul” kitabında Alexis Carrel, insan anatomisi ile -esasen- Zât-ı Ulûhiyeti anlatıyor. Bir yönüyle, bakınca bir insan, mutlaka o mevzuda bir yere varır, bir şey der: “Bu mesele, öyle rastlantıya çok benzemiyor; var arkasında bunun bir sır. Sır değil, Sırlar Sırrı (celle celâluhu) var.” Onun için “sırri sırri sırri” diyorlar, üç defa; “Sırlar Sırrı” bu. Dolayısıyla o güzergâh takip edildiği zaman, sen, sırların sırlarına ulaşırsın. “Evet, sana çok az bir zaman bile yeterdi ama Benim sana olan şefkatimden dolayı Ben sana bir sene, iki sene, üç sene… mühlet verdim.” Kur’an-ı Kerim’de, أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَاءَكُمُ النَّذِيرُ “Size, düşünüp ders alacak kimsenin düşünüp ders alacağı (ve gereğini yapacağı) kadar bir ömür vermedik mi? Hem size, uyarıcı olarak peygamber de gelmişti.” (Fâtır, 35/37) buyurulur. Cenâb-ı Hak, “Düşünebilen insanın düşünebilmesi için, Ben ona ömür vermedim mi, onu ma’mur, muammer kılmadım mı, ömrünü uzatmadım mı?!.” der. İşte bunlar, hep “şefkat tecelli dalga-boyu”nda, Cenâb-ı Hakk’ın insana teveccühünün ifadesidir. İnsan, böyle bir varlıktır.

Demek ki, izafî olarak herkese karşı bir “İlahî şefkat” var. Öyleyse, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ mülahazasıyla siz de “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” Siz de sevin, herkese karşı bir şefkat tavrı sergileyin! Yumuşak gönüllerin avlayamayacağı insan yoktur, bugün olmasa yarın. Senin kalbin, öyle bir mülayemet içinde ise, herkese açık ise… Yine Levhalardaki sözlerden yürüyelim: “Vicdanınızda veya kalbinizde herkesin oturacağı bir sandalye olmalı! Sizin sinenize seyahate azmeden insan, ayakta kalacağı endişesine kapılmamalı!” Gönlünüze girdiği zaman mutlaka bir koltuk bulmalı; böyle bir koltuk da değil, Şah İsmail’in koltuğu gibi bir koltuk… Estağfirullah; Cennet’te Allah’ın “erâik” (erîke’nin çoğulu: Taht, koltuk ) ve “sürür” (serir’in çoğulu: Divan, kürsü, taht) gibi koltuklarından bir koltuk bulmalı ve oturmalı; ayakta kalma endişesine/paniğine kapılmamalı. İnsan, bunun için yaratılmıştır. Bir yönüyle, insanlara karşı böyle davranması, Allah’ın insanlara karşı o mevzudaki İrade-i Sübhâniyesi, bakışı ve tecellileri ile örtüşmesi içindir. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ beyanı da öyle davranmayı gerektirmektedir.

İlahî ahlakla ahlaklanıp mahlûkata karşı şefkatle dolu bulunduğundandır ki, İnsanlığın İftihar Tablosu, ulaşılmazlara ulaştıktan sonra bile – ellerimizden tutmak için- dert ve ızdırap yurduna dönmüştür.

Geçen sohbette ifade edildiği gibi; İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tâif’te, o kadar saygısızlık, o kadar hakaret ve o kadar densizliğe maruz kalmasına rağmen; nefsini Allah’a şikâyet etmiştir. Arz etmiştim; şöyle niyazda bulunmuştur:

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Veçhine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

Sonra, Allah (celle celâluhu) ta’zîb melâikesini gönderince, onlara “Hayır!” diyor. Bu, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mahlûkata şefkatinin ifadesi. Kur’an-ı Kerim’de iki yerde, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ tabiri geçiyor. Bir yerde, “İnanmıyorlar diye!..” لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “O insanlar iman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin.”(Şuârâ, 26/3) Diğer bir yerde ise, “Sana ineni kabul etmiyorlar diye…” فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “(Ey Rasûlüm), o müşriklerin peşinde, bu Söz’e (Kur’ân) inanmazlarsa diye duyduğun üzüntüden dolayı kendini neredeyse helâk edeceksin.” (Kehf, 18/6) “Neredeyse kendini öldüreceksin!..” Öyle ki herkesi kucaklayıp Cennet’e sokmayı düşünüyor; çünkü ebedî hayatın orada olduğuna çok iyi inanıyor.

Evet, yine değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, Miraç’a yükseliyor, “vücûd-i necm-i nûrânî”siyle, “vücûd-i necm-i sâkib”iyle, “vücûd-i necm-i hâkânî”siyle. Ve öbür tarafta olabilecek her şeyi inkişaf etmiş şekilde görüyor; görülmesi gerekli olan şeylerin en yücesini de görüyor; bazılarına göre, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-Kemâlini müşahede ediyor. Ama dönüp geriye geliyor. Niye? Adeta kendini uğrunda öldürdüğü o yüksek “gâye-i hayal” adına geriye dönüyor. Abdülkuddûs’ün sözüne bakın: “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), varılmazlara vardı, görülmezleri gördü. Allah’a yemin ediyorum ki, ben oralara çıksaydım, geriye dönmezdim!”O (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefkatinin enginliğiyle, senin için, benim için dönüyor. Elimizden tutmak için dönüp geliyor. Ne kadar insana parmak uzatırsa… “Tut, sen de şuna yapış! O parmağın gösterdiği yere sen de yönel, teveccüh et! Rica ederim, güneşe sırtını dönme, gölgene takılma! Karanlıkla kendini boğma, ışığa doğru yürü!” Onun için dönüp geliyor. Dönüp geliyor, yine yeryüzünde çekmeye devam ediyor.

Ve hiç şikâyet etmiyor. “Hasımlarımın ettikleri şeyden şikâyet ediyorum!” demiyor. “Kaç insana ulaşır, bu mevzuda onlara ruhumun ilhamlarını duyursam, içimdeki heyecanları onların içine boşaltırsam, onları Allah’a yönlendirirsem, kazanmış sayılırım!” mülahazasıyla yaşıyor. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ beyanını hayatıyla talim buyuruyor. Onun için, Allah O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kalem Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, yüksek bir ahlak üzerinesin!” (Kalem, 68/4) buyuruyor. Tebcîl, takdir, Allah’ın takdiri. Bu, öyle bir şeydir ki, insan bu mevzuda, bu uğurda bin defa ölse, yine karşılığı sayılmaz. وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, gerçekten, Allah ahlakı ile ahlaklanmış yüce bir mütehallıksın!” (Kalem, 68/4)

Dünya Allah Rasûlü’nün ortaya koyup talim buyurduğu şefkate ne kadar muhtaç!..

Sana kurban olayım ben, kurban olayım!.. Bu söz ifade etmez ki!.. Bin defa düşünmüşümdür, geçerken O’nun nâm-ı celîlinin yanından. Benim gibi bir günahkâr, köpek olamam O’na, olamam. “Fethi de benim köpeğim!” dese!.. Ama nâm-ı celîlinin yanından geçerken, o resmi kaç defa öpmek gelmiştir aklıma. Ama korkuyorum; siz bir şey yaparsınız, kalkar insanlar da öyle bir şey yaparlar. Putperestlik, bu mülahazalarla doğmuş, insanların ruhuna hâkim olmuştur. Sevin!.. Burunlarınızın kemikleri sızlasın!.. Ahiret sizin için “Şeb-i arûs” şeklinde algılansın!.. “Ben Efendimiz ile aynı sofraya oturacağım, kaşık çalacağım, O’nu göreceğim, müsaade buyururlarsa. Haftada bir mi olur, ayda bir mi olur, senede bir mi olur; O’nu göreceğim. Etrafındaki nurdan hâleyi göreceğim. O bir “Kamer-i Münîr”, etrafındakiler de O’nun ışıktan hâlesi. Onlarla beraber olacak, onlara karışacak, onlarla beraber oturup kalkacağım, onlarla…” mülahazalarıyla dolup taşın!..

Evet, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ diyor; “Sen, ahlakın en yücesi üzerine yaratılmışsın!” (Kalem, 68/4) Şefkatin unutulduğu, re’fetin gömüldüğü, üzerine taş taş üstüne konduğu, “Aman bir daha dirilmesin!” dendiği; vahşetin, denâetin, zulmün müza’afının -hayır, Ziya Gökalp’ın ifadesiyle- “mük’ab”ının peşi peşine irtikâp edildiği bir dönemde, o şefkat iklimine ne kadar ihtiyacımız olduğunu daha iyi anlıyoruz. İnleyen çocukların sesinde, annesiz çocukların sesinde, o nağmeyi duyuyoruz!.. Annelerin çocuklarına karşı iniltilerinde… Derdest edilmiş, zindana atılmış; bir vehme binaen, bir cinnet saikasıyla, bir paranoya saikasıyla zindana atılmış. Aileler parçalanmış, toplum, didik didik edilmiş. Bir yönüyle bir kutbiyet, bir gavsiyet gayret ve ciddiyetiyle meseleyi tamir etmeye, yeniden restore etmeye kalksanız, inanın bana, bir nesil boyu yetmeyecektir bu işe. İslam dünyasında öyle korkunç bir tahribata, öyle korkunç bir deformasyona sebebiyet verilmiştir ki!.. Şefkat ayaklar altına alınmış; re’fet ayaklar altına alınmış; mülayemet ayaklar altına alınmış; Allah’ın değer atfettiği, yaratıp değer atfettiği, “Bu Benim sanat eserim! Buna, bunlar yapılmaz!” dediği varlığa karşı, hayvana yapılmayan şeyler yapılmış.

Aslında hayvana bir şey yapılırken bile şefkat esastır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Keseceğiniz zaman…” der. Besin zinciri mülahazasıyla. Hayvanat âleminde de var; onlar da kendilerine göre -o besin zinciri mülahazasıyla- gıdalarını onun ile temin ediyorlar. Buyuruyor ki, “…Bıçağı iyi bileyin!”Diyor ki, “Ona eziyet çektirmeyin! Canını acıtmayın!” Şefkat Âbidesi, “Raûf ve Rahîm” diye Kur’an-ı Kerim’in anlattığı. Raûf ve Rahîm, içi tir tir titreyen, insanlar için. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm, re’fetinin ve şefkatinin gereği, hayvanlara karşı bile, böyle davranılmasını tavsiye buyuruyor: “Bıçağı bileyeceksin, onu incitmeyeceksin, canını yakmayacaksın!” Bıçağı ilk çalışında hemen şoke olacak o, acıyı da duymayacak. Allah’ın kânunu, kuralı, cevaz verdiği şeydir, onların etinden istifade. Kur’an diyor: “Allah’ın helal kıldığını, kim haram kıldı?!.”Siz nasıl haram kılıyorsunuz onu; Allah, onları helal kılmış. Ama bizim burada üzerinde durduğumuz şey, şefkat âbidesi, re’fet âbidesi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzudaki tavrıdır.

Ne kadar muhtacız o tavra?!. Yitirdik onu, belki birkaç asır evvel. Fakat şimdi, o yitirmenin âdetâ müza’afının, mük’abını yaşıyoruz; kat katını, iki buudlusunu, üç buudlusunu, dört derinliklisini, beş derinliklisini yaşıyoruz. Öyle ki, zannediyorum, aslanlar, kaplanlar, panterler, ayılar insanlara reva görülen bu şeye baksa, “Allah Allah! Bizden vahşileri de varmış!” diyecekler, zannediyorum. İsterseniz bir deneyin; bir ormana gidin, bakın; aslanın bakışında, kaplanın bakışında, panterin bakışında, ayının bakışında bunları göreceksiniz. “Allah Allah!” dercesine şaşkınlık ifadesi sergileyecekler. Hal diliyle, “Biz, bu insanları böyle bilmiyorduk. Hayret, bu ne vahşetmiş, bu ne denaetmiş, bu ne şenaatmiş!” diyecekler. Re’fete ve şefkate o kadar ihtiyacımız var.

Günümüzde insî şeytanlar cinnî üstatlarını zil takıp oynatacak kötülükler yapıyorlar; “bir dolar” hikayesi ve bebek isimleri bahanesi sadece iki misal!..

Geriye dönelim; insanın, imandan nasibi, mahlûkata -hususiyle insanlara- gösterdiği/göstereceği şefkat ile mebsûten mütenâsiptir; ne kadar şefkat duyuyorsa, Allah ile münasebeti o ölçüde engindir/derindir. Ne kadar şefkatten, re’fetten, merhametten, mürüvvetten mahrum yaşıyorsa, daha doğrusu gırtlağına kadar vahşet içinde sürüklenip gidiyorsa, o kadar da şeytanı memnun ediyor demektir. Şeytanları memnun ediyor, hiç farkına varmadan; kendisi de insan suretinde -belki- bir şeytandır onun. Onun için Kur’an-ı Kerim “cinnî ve insî” diyor: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ اْلإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا  “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.” (En’âm, 6/112) Aldatmak, şaşkınlığa sevk etmek için, o ona, o da ona bir fit sokar/sokuşturur. Dolayısıyla insanlar, şeytanın güdümüne girince, onu memnun edecek, zil takıp oynattıracak şeyler yaparlar.

İnanın, şu anda o kulağınız varsa, şeytanın zil takıp oynadığını duyacaksınız. Ben duymuyorum da fakat zannediyorum veli olan kullar, duyacaklardır. Allah’ın dostu olan insanlar duyup söyleyeceklerdir: “Şeytan, şu anda zil takmış oynuyor!” Amnofis döneminde, Ramses döneminde, İbnü’ş-Şems döneminde, Sezar döneminde zil takıp oynadığı gibi, şimdi de Kapadokya’nın değişik vadilerinde zil takmış, hep oynuyordur. “İşin doğrusu ben bu insanların bu kadar hayvanlaşacağına ihtimal vermiyordum. ‘Kandıracağım!’ diyordum, ‘Sürçtüreceğim!’ diyordum fakat böylesine balıklamasına, dalaletin, küfrün, küfranın gayyasına gireceklerine ihtimal vermiyordum!” diyordur. Zannediyorum, onun da kafası karışmış herhalde. Zannediyorum, kulak verip dinleseniz, şeytanın böyle dediğine şahit olacaksınız. Ama veliler/Hak dostları dinliyorlardır; dinleyip dedikleri gibi inlere girenleri, gorilleşenleri; onlar görüyorlardır, söylüyorlardır. Ama öyle olanlar, o işin farkına varmadıklarından dolayı, onlar da o işin “Hel min mezîd!” (Daha yok mu?) deyicisi olmuşlardır; vahşileştikçe yine “Hel min mezîd!” diyorlardır: “Daha, daha, daha, daha, daha!..”

Evet, bakın, sizin menkıbe gibi, ironi zannedeceğiniz bir şey söyleyeyim size: Hani bir dolar hikayesi var ya!.. Üzerinde bir rakamı olan, bir dolar meselesi. Onun ile derdest edilenler, bazı kimseleri o mevzuda ciddî israfa sevk etmiş; adamların ellerinde bir dolar varmış, çokça. “Başımıza iş açarız!” diye, götürmüş çöplükte yakmışlar o bir dolarları. Çünkü üzerlerinde bir dolar bulunması, “Suç tamam; öyle ise, ceza da tamam verilmeli!” diye, insanların derdest edilmeleri için yetiyor.

Bundan daha komik bir şey var: Şimdi nüfus kütüklerine bakılarak tespitler yapılıyor; şu beş on sene içinde dünyaya gelen insanların isimleri sizin tarafınızdan konuyor diye… “Baba ile oğlun isimleri birer şiir mısraına kafiye olacak şekilde birbirini tutuyorsa, bu da bu mevzuda yeterli bir suç sayılır.” Mesela “Hakan ve Orhan; “İşi başlattı Hakan / Devam ettirdi Orhan!” “Ha, tamam, belli!.. Bu da, bu uğursuz şebeke tarafından… Bu da onlardan, falan!..” Evet, hilaf-ı vâki beyanda bulunmuyorum. Bu işi takip etmek için ekip, hususi bir ekip kurmuşlar.

Şeytanın aklına gelmemiştir bu. Çünkü şeytanın dediği şeyler Kur’an’da anlatılıyor; ben biliyorum onun dediklerini, biliyorum ben onu. قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ  “Şeytan, devam etti: Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!” (A’râf, 7/16-17) “Sağdan, soldan, önden, arkadan gelirim!” diyor, “Bunları, tepeden vururum, bazen!” diyor. Fakat aklına gelmemiştir böyle şey. Demek ki, bir müctehid derecesinde kötülük kabiliyeti var bunlarda. Sürekli, şeytanın borazanı haline geldiklerinden dolayı, dinlediğiniz nağmeler de şeytanın borazanından çıkan ses oluyor.

Böyle bir dönemde, siz, bu vahşeti, bu denâeti, bu şiddeti, bu hiddeti ancak re’fetinizle, şefkatinizle kırabilirsiniz. Zira mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesine girerseniz, hatta sözünüzle/beyanınızla “Bunlara laf yetiştirelim!” derseniz, meseleyi büyütmüş olursunuz, ikiye katlamış olursunuz. Musibet ve bela, ikileşmiş olur. Basit iken, bir vâhid iken, bu defa muzaaf (katlanmış) olur. Siz, yerinizde durursanız, hatta onların uzaklaşmalarına rağmen, şöyle yarım adım, bir karış onlara yaklaşırsanız, mesafenin çok açılmamasına vesile olmuş olursunuz ve onun mükâfatını da mutlaka görürsünüz. Ama onlar kötülükleriyle on kilometre uzaklaştığında, “Biz de o kadar uzaklaşalım!” derseniz şayet, aradaki mesafe yirmi kilometre olur. Sonra bir gün pişman olursanız, onlar da pişman olurlarsa şayet, nedâmet duyarlarsa, yirmi kilometrelik bir mesafeyi kat’ etmek icap eder. Bence, arayı açmamak lazım; yeni mesafeler oluşturmamak lazım.

Durduğumuz yerde durmamız, yaptığımız şeyleri yapmamız, Allah’ın izni ve inâyetiyle, gelecekte karşımıza çıkacak devâsâ problemlerin halli adına çok önemli, müşkül-küşâ anahtarlardır, mülahazalardır. Hatta bazıları çok fazla bulabilirler: Bence şefkatiniz adına bile bir şey kaybetmeden, durduğunuz gibi durmalısınız, kucakladığınız gibi kucaklamalısınız. Bir gün birileri hiss-i nedâmetle dönüp geldiklerinde, hemen sizin bakışınıza, yüz çizgilerinize ve tebessümlerinize bakıp kendilerini sizin kucağınıza atmaya onları itmelisiniz. İtmeli mi? Çekmelisiniz!.. İle’l-merkez bir güç ile ki, bu “merkez-çek” demektir; “ile’l-merkez” bir güç ile kendinize çekmelisiniz. Çehrenize bakan, şayet önyargısı yoksa, inadında, temerrüdünde hâlâ ısrarlı değilse, güvenle dolacaktır. Abdullah İbn Selam gibi, bir kere bir çehreye bakış, yetecektir ona. Hemen kendisini o kucağa atacaktır; “Vallahi bu çehrede yalan yok, irdeme (beğenmemek, istememek, nefret etmek) yok, kovma yok, tard etme yok; emniyet var, güven var, şefkat var!” diyecektir.

İmtihanlar da bir yönüyle Kuddûs isminin cilvesidir; arınmanın önemli bir vesilesi ise, musibet ilk tosladığı andan itibaren sabretmektir.

İsm-i Kuddûs’ün cilvesi… Kâinatta umum temizliğin esasıdır, Kuddûs ismi. Zât-ı Ulûhiyet adına, sıfât-ı selbiyeden münezzehiyete delalet eder. “…Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah / Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden / Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.” (İbrahim Hakkı Hazretleri) “Sübhân” kelimesi, “Kuddûs” ismi, Zâtına bakan yönüyle bunu ifade eder; kâinata bakan yönüyle de altı tane isim: Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs. Evet, Kuddûs, Lem’alar’da ifade edildiği gibi, kâinattaki umum nezâhetin, nezâfetin, temizliğin, zerâfetin, inceliğin, dizaynın, peyzajın -esas- arkasındaki mukaddes bir isimdir. Zira bütün varlık/âsâr, Ef’âl-i İlahiye sonucudur; Ef’âl-i İlahiye, Esmâ-i İlahiye’ye dayanmaktadır; Esmâ-i İlahiye, Sıfât-ı Sübhâniye’ye ve o da Zât-ı Akdes-u Mukaddes’e.

İsm-i Kuddûs… İsm-i Kuddûs’ün bir cilvesi olarak, Cenâb-ı Hak, huzur-i kibriyâsına öyle arınmış şekilde çıkmaya muvaffak eylesin!.. Cenâb-ı Hak lütfeylesin!.. O zatın dediği gibi, Kıtmîr de hep onu tekrar ediyor: “Allah’ım, meccânen, meccânen, meccânen, meccânen! Allah’ım, lütfen, lütfen! Allah’ım, fadlen, fadlen, fadlen.” O ahlak da benim Efendim’in ahlakı (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Hiç kimse ameli ile Cennet’e giremez!” buyurunca, sahabî soruyor: “Sen de mi yâ Rasûlallah?!” “Evet, Ben de. Ancak Allah’ın fazlıyla!..” buyuruyor. Hani buna isterseniz “Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan lütfu” diyebilirsiniz, kudsî hadisin ifadesine bağlayarak/irtibatlandırarak: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ  “Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği sürpriz nimetler hazırladım.” “İşte bu kategoride, tutar elimden, beni öyle Cennet ile serfirâz kılar!” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, bir yönüyle, Huzur-i Kibriyâsına arınmış olarak çıkmaları için kullarını imtihanlarla arındırır. Zira ancak pâk ve temiz olanlar, O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşahede edebilirler. Bir yönüyle aklananlar.. bir yönüyle Allah tarafından kutsananlar.. Kuddûs ismine mazhar olanlar. Kuddûs isminin tecellisiyle bütün tekvinî daire temizlendiği gibi, insan da pak hale gelir. Şu kadar var ki, insanın temizlenmesi -şart-ı adi planında- iradî olur. Dolayısıyla insan bazen imtihanlarla arınır: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الأَمْوَالِ وَالأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “Hiç şüphesiz sizi korku, açlık ve maldan, candan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla bir şekilde imtihan ederiz. Müjdele o sabırlıları!..” (Bakara, 2/155)

İmtihan ile arınma… Korku ile.. açlık ile.. maldan, candan, hasılattan eksilme ile. Birileri gâsıbâne malınıza/mülkünüze el koyacaklar, üzerine oturacaklar. Buna eski ifadesiyle “tagallüp, tahakküm, tasallut, temellük” diyoruz. Hakları olmadığı halde senin evine sahip olacaklar. Birine müftüyü yerleştirecekler, birine vâizi yerleştirecekler. Dolayısıyla böylece o İlahiyatın onlara kazandırdığı sinerji ile de (!) daha bir katlanmış güce sahip olacaklar. Sizin yüzünüze hakaret edici bir bakışla bakacaklar; “Bakın, falanlar da bizimle beraber!” diyecekler. Nasıl beraber? “İşte görüyorsunuz ya, gasp edilmiş, temellükte, tagallüpte, tahakkümde, tasallutta bulunularak ele geçirilmiş, falanın evinde oturan insanlar, bizim dediğimizi diyorlar!” diyecekler. İşte, malınızla imtihan.

Korku… وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ “Hiç şüphesiz sizi korku ile imtihan ederiz.” Terör estirecekler.  Sindirecekler; “Dediğimizi deyin, yoksa canınıza okuruz!” diyecekler. “Bizim gibi düşünün, değiştirin kafanızı. Mümkünse bir nöroloğa gidin, beyninizdeki nöronları değiştirin. Şuuraltı müktesebatı kaldırıp atmak çok zordur; fakat o temiz nöronları değiştirin, bizim kirliliğimizle uyum sağlayabilecek farklı nöronlar yerleştirin! Bunu ayının kafasından mı alırsınız, panterin kafasından mı alırsınız. Dolayısıyla öyle farklı nöronlar yerleştirin, bizim gibi düşünün!..” Havf ile imtihan.

Açlık… وَالْجُوعِ Aç bırakılırsınız. Binlerce insan açlığın/susuzluğun pençesinde inim inim inliyorlar. Malına el konmuş, mülküne el konmuş, evine el konmuş. “Nerede oturursan otur; beni gönlünde oturtmadığına göre, nerede, hangi cehennemde oturursan otur!” mülahazası… Mantık bu.

Maldan, candan ve meyveden, semerâttan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla da bir şekilde imtihan… Fakat mü’min bütün bunlar karşısında, sabra kilitlenmelidir. وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ “Müjdele o sabırlıları!..” diyor. Evet, bütün bunlar karşısında, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ * اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ * اَلْخَيْرُ فِيمَا وَقَعَ “Hayr, Allah’ın ihtiyar buyurduğundadır; hayr, Allah’ın takdir ettiğindedir; hayr, Allah’ın izin ve meşietiyle vukua gelendedir.” diyen insanlar müjdeleniyor. “Sen bunları müjdele, onlara bişârette bulun!” deniyor. Türkçemizde “beşâret” diyoruz, mahzuru yok, galat-ı meşhur. “Bişârette bulun!” diyor, “Müjdele bunları!” Ne ile müjdeliyor? Bir yönüyle, “Ahiretlerini teminat altına almakla müjdele. Cennet’e girmekle müjdele. Cemâl-i bâ-kemâli görmekle müjdele!” demek. الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Ki onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Biz Allah’a aidiz (O’nun mahlûku, O’nun kulları, O’nun mülküyüz; O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder) ve zaten O’na dönmekteyiz.” der (ve bu inançla, bu şuurla davranırlar).” (Bakara, 2/156)

İşte biraz evvel sayılan musibetlerden herhangi biri gelip tosladığı zaman, daha ilk tosladığında, sabırla mukabele etmek ve “Vardır bir hikmeti!..” demek lazımdır. إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) buyuruyor: “Sabır, meselenin şoku yaşandığı ândadır.” Daha sonra onun vâridatı ve mevhibeleri söz konusu olduğu yerde, döner; onu, sizi sevindirecek/güldürecek menkıbe şeklinde anlatmaya durursunuz. Ama ilk başınıza geldiği/çarptığı zaman… Malınıza eşkıya/kırk haramîler el koyduğu zaman.. mülkünüze el koydukları zaman.. evlerinizi sahiplendikleri zaman.. sizi vatandaşlıktan çıkardıkları zaman… İşte o zaman sabredeceksiniz. Hâdisenin şoku yaşandığı ân, sabredeceksiniz. “Sen’den geldi.” diyeceksiniz. “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, Kahrın da hoş.” Sen’den hem o hoş, hem bu hoş; hepsi ne hoş!..

“Hoş!” diyeceksin musibetlerin hepsine. Ondan sonra, bir gün gelecek, onlar, vâridatını senin eteklerine döktüğü zaman, “Yahu ne isabetli imiş meğer bu!” falan diyeceksin. Bunu dünyada da diyeceksin, kabre girdiğinde de diyeceksin. Münkir-Nekir gelecek, diyecek ki: “Yahu bu arınmış insanlara ne soruyorsunuz? Bunlar, dünyada sorgulandılar. Kabrin sıkıştırmasına/tazyikine lüzum yok; bunlar dünyada sıkıştırıldıkları kadar sıkıştırılmışlar.” Evet, sıkıştırmaz kabir o zaman. Ne soru soracaksın bunlara? Dünyada istintaka tâbi tutulmuşlar; diyeceklerini demişler, çekeceklerini çekmişler! Ya “Nem!” diyecekler sana, hadisin ifadesiyle, “Sen, uyumana bak!” diyecekler. Veya bir de böyle teheccüd namazlarını kılmış, Evvâbînlerini kılmış, Duhalarını kılmış isen, berzah hayatını projektörlerle aydınlatmışsın demektir; o aydınlığın -bir yönüyle- varabildiği yere kadar, azm-i râh edeceksin. Evet, “azim”, azmetme, o Arapça; “râh” da Farsça “yol” demek. “O yola koyulacaksın!” diyebilirsiniz. O yola koyulacak, varman gerekli olan yere Allah’ın izni ve inayetiyle varacaksın.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Dünyaya tapanların çağı

Fethullah Gülen: Dünyaya tapanların çağı

İbadetin, marifetin, hamdin, şükrün, tesbihin hakkını veremedik!..

  • Türkçe de söyleyebilirsiniz Arapça da; aynı mazmun çerçevesinde daha başka hususlar da katabilirsiniz; fakat bütün istekleriniz şu noktada temerküz etmeli:

    اللّهُمَّ تَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَمَعِيَّتَكَ وَحِـمَـايَـتَـكَ وَرِعَايَتَكَ وَكِـلَاءَتَـكَ وَنُـصْـرَتَـكَ وَحِفْظَكَ وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ وَحِـرْزَكَ الْحَصِينَ وَالنُّـصْـرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَـا مِنَ الْإنْسِ وَالْجِنِّ وَالْغُولِ وَالْغُولَةِ وَالسَّاحِرِ وَالسَّاحِرَةِ وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَالْإشْتِيَاقِ اِلَى لِقَائِكَ وَاِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ أَبَدَ الْآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ
    “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı; yardımınla destekleyip insanlardan, cinlerden, türlü türlü habis ruhlardan, erkek veya kadın sihirbazlardan olan düşmanlarımıza karşı zafere ulaştırmanı diliyoruz. Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.”

  • Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında aklımıza “Bir şeyler yaptık” mülahazası geldiği zaman hemen o düşüncenin başını “mâ abednâ”, “mâ arefnâ”, “mâ hamidnâ”, “mâ şekernâ”, “mâ sebbahnâ” (İbadetin, marifetin, hamdin, şükrün, tesbihin hakkını veremedik!) duygusuyla ezmeliyiz. “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!.. Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!.. Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik! Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!”deyip O’na gerektiği gibi kullukta bulunamadığımızı, O’nu hakkıyla bilemediğimizi, ululuğu ölçüsünde zikredemediğimizi ve şükür vazifesini tam yerine getiremediğimizi avaz avaz ilan etmeliyiz.
  • O’nunla münasebeti kavi tutmak lazım. Dünyanın cazibedar güzellikleri baş döndürebilir. Hatta inanıyor gibi görünen insanlar bile bütün kalbleriyle dünyaya bağlı olabilirler. Hafizanallah, dünyayı seviyor, onu her şeye tercih ediyor ve bu açıdan da yanılıyor olabilirler. Yanılmamanın yolu, günde yüz rekât namaz kılsak ve yüz bin defa tesbih u takdis u tebcil u takdirde bulunsak da yine vazifemizi yerine getiremediğimize inanmamızdır. “Senin hakkını eda edemedik ey Mabûd-u Mutlak, ey Maksud-u bi’l-istihkak!” hissiyle dolu olmamızdır. Belki böyle bir mülahaza, rahmet-i ilahiyeyi harekete geçirerek bizim kulluk adına bıraktığımız boşlukları da doldurur ve öbür tarafta çok önemli, tam, hatta etemm teveccühlere mazhar oluruz.

“Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler.”

  • Allah’a teveccüh etmeli ve O’nun teveccühü peşinde olmalı. Şayet dünya da gelirse bizim bu mülahazalarımızın arkasından gelmeli. Fakat dünyanın arkasından katiyen gitmemeli. Şu kadar var ki, şayet dünyayı Allah’a kurbet ve vuslat yolunda bir vasıta, bir çekiç, bir örs, bir çapa, bir kürek, bir kazma olarak kullanıyorsak, dünyaya tapanların ve ahireti bilmeyenlerin deli diyeceği şekilde O’nun delisi olma istikametinde değerlendiriyorsak, işte o zaman o kömür veya toz toprak gibi olan dünya birden bire cevhere, elmasa, yakuta, zebercede dönüşür.
  • Kur’an-ı Kerim tevehhüm-ü ebediyete müptela, gafil insanların bir özelliği olarak şu hususu nazara verir:

    اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ
    “Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler.” (İbrahim, 14/3) Hazreti Üstad, mezkûr ayetin bu çağa baktığını da ifade ederek şöyle diyor: “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara, bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.”

  • Ölmeyecekmiş gibi yaşama, tûl-i emele saplanma, tevehhüm-ü ebediyet arkasında hiç olmayacak şeyleri heceleyip durma Onlar öyle heceleyip dursunlar ve yerinde de “İslamiyet” desinler; bazen namaz da kılsınlar abdestli, abdestsiz; hiçbir şey ifade etmez. “Siyasî İslam” desinler; hiçbir şey ifade etmez. Bir şey ifade etmesi, yapacağınız şeylerin O’nunla irtibatına, delice O’na bağlanmaya ve O’nun karşısında her şeyi yok bilmeye bağlıdır.

“Allah’ım bizi de Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) hürmetine affet!..”

  • İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne kadar büyükse, o kadar da mahviyet, tevazu ve hacâlet içindeydi. Eğildikçe eğiliyor, tevazu kanatlarını yerlere kadar indiriyordu. Allah da O’nu yükselttikçe yükseltiyor ve Mi’raç’la serfiraz kılıyordu.
  • Allah Rasûlü, gaye ölçüsünde bir vasıtaydı, bir vesileydi; fakat O kendisini sıradan bir insan gibi görüyordu. Sadece vazifesi üzerinde hassasiyetle duruyordu; çünkü Allah O’na “Ey (şanı çok yüce, o en büyük) Rasûl! Rabbinden sana her ne indirilmişse onu eksiksiz tebliğ et! Eğer böyle yapmazsan risalet (elçilik) vazifeni yerine getirmemiş olursun. Allah, seni bütün insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu (senin aleyhindeki) hedeflerine ulaştırmaz.” (Mâide, 5/67) diyordu. Farzımuhal tek bir emri tebliğ etmemesi, vazifeden kaçma, askerlikten firar etme demekti. Dolayısıyla hassasiyetle onun üzerinde duruyor; “Vazifem, mesuliyetim, sorumluluğum!” diyor, onu vurguluyordu.
  • Kâdı Iyaz hazretleri, Hazreti Âdem’in tevbesini ve o tevbenin kabulünü şöyle bir tablo ile resmeder: Dergâh-ı İlâhîden uzaklaştırılması Hazreti Âdem’i o kadar üzmüştü ki, tam kırk sene mahcubiyetten başını kaldıramadı; dua dua yalvardı, gözyaşlarını ceyhun etti. Nihayet Cennet’ten aklında kalan bir hatıra onda yeniden dirilme ümidini şahlandırdı. Hazreti Âdem, henüz Cennet’te iken, Cennet kapısında gördüğü bir levhayı seyre dalmıştı. Levhada “Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlullah” yazıyordu. Cennet’in girişi bu cümle ile süsleniyordu. Adetâ “Muhammed” ismi, birden Hazreti Âdem’in karşısında temessül etti. “Allahım beni Muhammed hürmetine affet!” dedi. Cenâb-ı Hak, “Sen O’nu nereden biliyorsun?” buyurunca, Hazreti Âdem: “Arş-ı A’zam’da Senin mübarek adının yanında O’nun isminin yazılı olduğunu görmüştüm. Bundan anladım ki, nezd-i ulûhiyetinde teklifsiz biri varsa o da o Zât’tır.” cevabını verdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hazreti Âdem’i affedip kurb-ı huzuruna kabul buyurdu.

“Gönülden” demekle gönülden olmaz; “gönülden demek”le gönülden olur.

  • Günümüz ve çağımız dünyayı ahirete tercih edenlerin çağı. Camidekinin derdi de o, Kabe’ye gidenin derdi de o, Arafat’ta el kaldırıp yalvaranın derdi de o: “Dünyada bana şunu ver, şunu ver, şunu ver!..” Seslerine kulak verin, dinleyin; yanan yüreklerle Allah’a teveccüh var mı?. “Gönülden” demekle gönülden olmaz; “gönülden demek”le gönülden olur. Aşk, heyecan ve marifetin ses çıkarıcı bir mızrap gibi kalbe inmesi, o kalbin iniltisinin dil ve dudakla seslendirilmesi, yüreği çatlatacak bir hava içinde -cehennemi söndürecek tek iksir olan- gözyaşlarının ceyhun edilmesi ve bu hissiyatla “Allahım Sen.. Sen.. Sen!..” denmesi esastır. “Evlad u ıyâlim.. çocuklarım.. torunlarım.. ikbâlim.. istikbâlim.. geleceğim.. yalılarım.. yatlarım.. makamım.. mansıbım.. payem.. alkışlanmam.. kabul edilmem.. parmakla gösterilmem!..” Bu mülahazalardan bir tanesi o kulluğun içine, o Müslümanlığın içine katıldığı zaman, koskocaman, belki dünya hayatı çapındaki bir zülal bir yönüyle zehir haline getirilmiş, kirletilmiş ve tesiri kaybettirilmiş olur.
  • Fakat ne acıdır ki, bu çağ, dünyaya tapanların çağı.. bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenlerin çağı.. camiden Kabe’ye, oradan Mina’ya, Müzdelife’ye ve Arafat’a kadar!.. Bütün kulluğu kirletecek şekilde dünyaya birinci sırada yer vermek, onu birinci tercih yapmak -hafizanallah- bu çağın vebadan, taundan, cüzzamdan, AIDS’ten daha tehlikeli bir hastalığıdır; o virüs kime musallat olursa, onu yere serer.

“Öyle bir dildâre dil ver, eyleye dilşâd seni / Öyle bir dâmeni tut ki, ede ber-murâd seni!”

  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” buyuruyor. Bütün hayatı, hayata ait her şeyi, dünya ve mâfîhâyı istihkar edecek fedakâr insanlar sayesinde namının bir gün güneşin doğup battığı her yere ulaşacağına işaret ediyor ve gayb-bîn gözüyle bunun olacağına dair bilgi veriyor. Aynı zamanda kendisine inanan insanlara hedef gösteriyor; “Ben bunu diyorum, siz de bunu gerçekleştirmeyi gâye-i hayal yapın, mefkûre/ideal edinin; bunu gerçekleştirmeye bakın!” diyor. İnsan bu niyetle yola çıkarsa, hedefe ulaşamasa bile, Cenâb-ı Hak onu hedefi yakalamış gibi ötede mükâfatlandırır. Zira ameldeki boşlukları halis niyete bahşedilen lütuflar doldurur.
  • Hak ve hakikatlere tercüman olmaktan daha büyük bir vazife yoktur; o, dünyada yüz tane imparatorluk kurmaktan çok daha önemlidir. Hem zaten sizin böyle pes bayağı şeylere karşı teveccühünüzün olduğu/olacağı kanaatinde değilim. Biz dünyayı Zât-ı ulûhiyete ve Esmâ’sına bakan yönüyle öper başımıza koyarız; ahiretin mezrası ve koridoru olması yönüyle öper başımıza koyarız. Fakat dünyanın hevâ-i nefsimize, bedenimize, garîze-i beşeriyemize, cismaniyetimize, hayvaniyetimize, tûl-i emelimize, tevehhüm-ü ebediyetimize bakan yönleriyle “Dünya bir cife, bir pislik yığınıdır. Onun arkasından koşanlar da sadece kilâbdır (köpeklerdir)!..” beyanını esas alırız.
  • Alvarlı Efe Hazretleri der ki: “Öyle bir dildâre dil ver, eyleye dilşâd seni / Öyle bir dâmeni tut ki, ede ber-murâd seni!” Yani, öyle bir sevgiliye gönül bağla ki, gönlünü şâd etsin. Öyle bir eteğe yapış ki, seni muradına erdirsin. Öyle birine talip olmalı ki, sizi olmazlara, ulaşılmaz zirvelere ulaştırsın.

“Az ağrı, âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an; akıbet Firdevs-i Cinân ve rü’yet ü Rıdvan.”

  • Cennetin binlerce sene mesudâne hayatı bir dakika rüyet-i cemaline mukabil gelmeyen Hazreti Cenâb-ı Hakk’ın mübarek rü’yetine, rızasına ve Rıdvan’ına müteveccih olan insanlar, başka teveccüh aramaktan vazgeçmeliler, vazgeçerler. Görmezler dünyayı, buğulu görürler onu. Dünya bütün parlaklık, ihtişam ve debdebesiyle görünse de flulaşır onların nazarında, renk kaybeder, belki de hiç görmezler onu. Erzurumluların ifadesiyle, “Az ağrı, âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an; akıbet Firdevs-i Cinân ve rü’yet ü Rıdvan.” Buna kilitlenmiş bir insanın etrafından altın, gümüş, zebercet saçılsa, o dönüp bakma lüzumunu duymaz; belki “Allah Allah, ne kadar komik insanlar bunlar! Ben neye müteveccihim, onlar beni neye müteveccih görüyorlar ve gösteriyorlar!” der.
  • Günümüzün o kadar çok körü, sağırı, kalbsizi var ki, mabedde başını yere koyarken bile hakikati göremiyor. İhsan ruhundan habersiz.. ihlas ruhundan habersiz.. iştiyak likaullahtan habersiz Sadece kendilerine iliştiğiniz zaman, kovanına ilişilen arıların birden hücum edip sokmaya kalkışmaları gibi, balını kaptırmamak üzere harekete geçip saldırıyorlar. Ballar balını bulamamış, “Ballar balını buldum kovanım yağma olsun!” (Yunus) duygusunu hiç tatmamış zavallılar, hemen sizi sokmaya kalkıyorlar. “Bunları sokar, zehirler, öldürürsek, dünya bütünüyle bize kalır. Şayet onlara hakk-ı hayat tanımazsak, onları tenkile uğratır, tehcir eder, ibâdede (kökten kazımada) bulunursak, dünya bütün hezâfiriyle, göz kamaştırıcı güzellikleriyle bize kalır.” diyorlar. Hâlbuki gönlünü dünyaya kaptıran, “dünya” deyip oturan “dünya” deyip kalkan kimseler ahiret adına bütün azıklarını dünya hesabına kullanmış ve gidecekleri mezara zâdsız zahîresiz gitmiş olurlar.

Sizi bir yerde sıkıştırdılar ama siz dünyanın değişik yerlerine saçıldınız, geleceğin başaklarının tohumları oldunuz!..

  • Yaptığınız her şeyde ihlasa yapışır, Allah’ın rızasını gözetir ve O’na iştiyakla başka şeylerden kalbî alakanızı kesmeye çalışırsanız, çok iyi bir şeyi avlamış sayılırsınız. Hazreti Üstad bu hakikati ne güzel ifade eder: “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.”
  • Muhalif rüzgârlar karşısında sarsılmadan, eğilmeden, devrilmeden yola devam etmek lazım. İnşaallah siz sarsılmadınız, eğilmediniz, devrilmediniz. Sizi eğmeye, devirmeye, yıkmaya çalışan kimseler, sizi kendilerine benzettiler, korkuttukları zaman dağılıp kaçacağınızı zannettiler. Vâkıa savrulan bazı kimseler oldu, onlar zaten iğreti duruyorlardı. Fakat Allah’ın izni ve inayetiyle, sizi bir yerde sıkıştırdılar, siz tohumlar gibi dünyanın değişik yerlerine saçıldınız; kuvve-i inbâtiyesi çok yüksek olan yerlerde geleceğin başaklarının tohumları oldunuz. Çok yakın bir gelecekte, dünyanın dört bir yanında, İslam’ın evrenselliğine uygun, o tohumlar başağa yürüyecek; o fideler çınar olmaya, selvi olmaya yürüyecek; ser çekecek, dal budak salacak, meyvelerle salınacak; bugün sizin yaptığınız şeylerle dünyanın yüzü gülecek, insanlık ütopyalarda aradığını sizin bugün yaptığınız o hizmetin sonucunda görecek. Dünyevîler, dünyaya tapanlar, sizi değişik ad ve unvanlarla karalamaya çalışanlar bunu anlamasalar bile!.. Zaten anlayamazlar Karanlığa kilitlenmiş, güneşe sırtını dönmüş, Allah’tan kopmuş, Peygamber’den uzaklaşmış kopuklar anlamasalar bile her şeyi anlayan, bilen bir Zât var; O mutlaka sizi beklediğinizin çok çok üstünde ihsanlarla lütuflandıracak.

Şeytana tâbi olmuş kimselerden yalan, iftira ve entrikadan başka bir şey beklemeyin!..

  • “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” (Nef’î) Ezseler de, üzseler de, yaralasalar da, değişik iftiralar atsalar da, uçaklar icat etseler de, yalancı biletler icat etseler de, bir yerden başka bir yere kaçıyor gibi gösterseler de, olmadık yalanlarla değişik senaryolar oluştursalar da, telefonlarla falana filana emir veriyormuş gibi “Filanın hakkından gelin!” dedirtseler de, bir dönemde belli şekilde kullanıp mesâvîler irtikap ettirdikleri bazı kimseleri muratları hasıl olduktan sonra partal eşya gibi kaldırıp bir kenara atsalar da.. dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız yok!.. Böyle davransalar ve bunların senaryolarını yapsalar bile şeytana tâbi olmuş insanlardan başka şey beklemeyin.
  • Allah’a tâbi olan insanlar, insanların bu zaaflarını bilmelidirler. Hazreti Rasûl’e tâbi olan insanlar, O’nun yolunda olmalı fakat aynı zamanda şeytana tâbi olan kimselerin öyle diyeceklerini, öyle düşüneceklerini, öyle kararlar vereceklerini, öyle çığırtkanlık yapacaklarını da nazardan dûr etmemelidirler. Bir mü’min bir delikten bir kere ısırılır. Hüsn-ü zannınıza yenik düştünüz, yılanlar tarafından ısırıldınız! Bir kere ısırılma aklınızı başınıza getirdiyse, inşaallah bir daha ısırılmazsınız. Allah inayetini, riayetini, kilâetini eksik etmesin sizden!.. Vesselam!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Düşen maskeler ve Karakuşî kararları

Fethullah Gülen: Bamteli: Düşen maskeler ve Karakuşî kararları

  • Her sıkıntı ve ızdırap bir kolaylığa gebedir ama haml (yüklülük) müddetine tahammül etmek gerekir.
  • “Bi-kaderi’l keddi tüktesebü’l-meali – Sıkıntı ölçüsünde seviye/yükselme elde edilir.” Hatta denebilir ki, sıkıntı ne kadar şiddetli gelirse, “Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 94/5-6) hakikati zaviyesinden, Allah’ın izni ve inayetiyle, o zorluktan sonra gelen kolaylık da o ölçüde çaplı, çok derinlikli ve buudlu olur. Öyle bir inşirah yaşatır ki, çocuğunu dünyaya getiren anne gibi, daha önce çektiği bütün sıkıntıları unutur; “Bu Allah’ın ne büyük nimeti” der ve dedirtir.

Her dönemin Ashab-ı Kehf’i ve zalim Dakyanusları vardır!..

  • Geçmiş dönemlerde yaşayan mü’minlerin çektikleri sıkıntılar düşünülünce bugün maruz kalınan şeylere sıkıntı dememek icap eder. Mesela, Ashab-ı Kehf’i düşününüz. O insanlar, Dakyanuslar tarafından kurulan çarmıhlar karşısında dişlerini sıkıp sabretmişlerdir. Her zaman bir kısım Dakyanuslar olacaktır. İnançta, düşüncede, dünya görüşünde, hayat felsefesinde onlarla aynı şeyi paylaşmıyorsanız, biat etmemiş iseniz şayet, birkaç ay içinde üç defa yol, yöntem ve din değiştiren ehl-i nifakın sizi çepeçevre musibetler sarmalı içine alması kaçınılmazdır.
  • Her dönemde Dakyanuslar vardır! Fakat inanın, ne Seyyidina Hazreti Musa’nın çektiğinin onda birini çekiyorsunuz, ne Hazreti İsa’nın, ne Hazreti Zekeriya’nın, ne Hazreti Yahya’nın, ne Hazreti Nuh’un, ne Hazreti Lut’un, ne de İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın çektiğinin onda birini çekiyorsunuz.
  • Onlar yapacaklarını yaptılar, arkada bir gül devri bıraktılar. Bâkir topraklara tohumlar saçtılar ve ciddi bir ihlas ve samimiyet şuuruyla, bir îsâr ruhuyla; yani kendileri için bir şey düşünmeden, başkaları için yaşama felsefesiyle tohumu attı gittiler. “Biz tohum atalım, hatta icap ederse bunun tımarını da yapalım! Fakat kim hasat ederse etsin. Kim ambara taşırsa taşısın. O meselenin sonucuna kim sahip çıkarsa çıksın!” Böyle düşündü, böyle yaşadı ve arkada böyle bir miras bırakıp gittiler.

Musibet varsa da mübeşşirât da devam ediyor

  • Kur’ân’a, tarih şuuruna, ruh ve mana köküne gönülden bağlılık içinde, dünyaya ütopyalar üstü bir hayat felsefesi sunma ve bunun için dünyanın dört bir yanına yayılma imkânı vermiş Cenâb-ı Hak. E canım o kadar hizmet, o kadar Cenâb-ı Hakk’ın muvaffakiyeti, o kadar teveccühât-ı Sübhâniye ve şimdiye dek belki bin defa –mübalağa etmiyorum– Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm’ın iltifatına mukabil bir kısım sıkıntıların olması tabii değil mi?!. İnsan olan insanların rüyalarında temessül buyuruyor: “Ben sizden hoşnutum, yaptığınız şeylerden. Durduğunuz yerde dişinizi sıkın, kemâl-ı sabırla sabredin, dimdik durun!..” diyor.
  • Şimdi bunlar da kendilerine ait olmayınca, “Falanlar rüyayla amel ediyorlar” diyerek ta’n ediyorlar. Halbuki, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Benimle nübüvvet kesilir, fakat mübeşşirat devam eder.” buyuruyor. Gözler âlem-i şehadete kapanınca, âlem-i misâle ve âlem-i berzaha açılmalar oluyor. O açılmada değişik levhalar, değişik resimler ve değişik fotoğraflar belli hadiselerin sembolü olarak intikal ediyor. Koca İbn-i Sîrîn “Tâbirât” ile alakalı mücelledler yazmış; günümüzde bunların tercümeleri de var; hepiniz muttali olmuşsunuzdur.
  • Yapılan iş Allah rızasına uygunsa, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm ondan hoşnutsa; iki üç ay içinde üç defa yol değiştiren, ortada durup “Acaba nerede olursam, orada daha fazla çıkar elde ederim!” mülahazasıyla hareket eden, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “zıp orada zıp burada” insanlar tarafından tazyik görüyorsanız; bütün hayatlarını dünyevî çıkara bağlamış insanlar tarafından tazyik görüyorsanız, hakaret görüyorsanız, bunu size Allah’ın bir teveccühü ve iltifatı olarak kabul edin. Ve Fakir’e inanın burada: Allah sizi seviyor ki, sizi bu türlü şeylerle, hem de yakın gördüğünüz insanlarla imtihan ediyor. Çünkü Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm, “İnsan, dininin gücü, mukavemeti, enginliği ölçüsünde belalara maruz kalır.” diyor; bir başka hadis-i şerifte de “Belanın en çetini, en zorlusu Enbiyâ-i İzâma, ondan sonra da derecesine göre onların yolunda giden, onları adım adım takip eden ve izleyenlere gelir!..” buyuruyor.
  • Bu ölçüde bişaretler varsa, bence, sinek ısırması nev’inden musibetlere aldırmamak lazım. Ölümle tehdit edebilirler, kanaat oluşturmaya çalışabilirler, korkutabilirler, sindirebilirler, bazı kimselere işkence de edebilirler; olabilir bütün bunlar.
  • Molla Câmi ne güzel söyler: “Yâ Rasûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, Senin Ashâbının arasında Cennet’e girseydim. Onun Cennet’e, benim Cehennem’e gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği; ben ise Senin Ashâbının köpeği!..” Büyükler kendilerine hep böyle bir “kıtmîr” olarak bakmışlar; biz kendimizi öyle görsek çok mu?

Bir-iki eve, birkaç milyon ikramiyeye peylenen insanları tanıma imkanı buldunuz!..

  • Halihazırda yaşananlar, Cenâb-ı Hakk’ın çok değişik tecelli dalga boyunda öyle lütuflar ifade ediyor ki, tahmin edemezsiniz. Sadece bir iki tanesinin kapağını aralayayım: “Mü’min, münafık birbirinden ayrıla, bayram o bayram olur!” Bu sayede, küçük bir tazyik karşısında bir eve peylenen insanları tanıma imkânını buldunuz. Ankara’nın göbeğinde iki eve peylenen insanları tanıma imkânını buldunuz. Bir sürü dönek insanın kaç kuruşla satıldığını görme imkânını elde ettiniz. Kimlerin gerçek fiyatının ne olduğunu görme imkânı oldu. Daha kritik dönemlerde bunların nasıl ters-yüz olacaklarını, tornistan olacaklarını görme imkânına sahip oldunuz. Bu size Allah’ın öyle bir lütfudur ki, hüsn-ü zan edersiniz, fakat böyle döneklerle bu büyük davanın gitmeyeceğine dair de adem-i itimad mülahazasını hatırınızın bir köşesinde daima muhafaza edersiniz veya hatırdan çıkarmazsınız.
  • Çok kimseleri tanıma, öğrenme imkânı oldu. Hiç ihtimal vermiyordum! Baktım ki bir milyona satılan insan varmış. İki milyona, üç milyona, dört milyona, beş milyona yer değiştiren, tornistan olan, yüzken astar, astarken yüz olan bir sürü yüzsüz varmış. Bunları tanımak, size Allah’ın öyle bir lütfudur ki Gelecekte bunlara da bağrınızı açarsınız, hüsn-ü zan edersiniz, tebessüm tasaddukunda bulunursunuz. Fakat “Bu yol uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var!” Bu yolu onlarla aşamayacağınıza, onların bu yolda size refakat edemeyeceğine dair bilginiz olsun diye, Cenâb-ı Hak, karakterleri kendilerine has resimleriyle, kabiliyetleriyle, donanımlarıyla ortaya koyuyor, “Dikkatli olun!” diyor. İbn Selulleri deşifre ediyor, onun arkasındaki 300 şu kadar insanı deşifre ediyor Allah (celle celâluhu). Siz de uzun yolun ancak kimlerle yürünebileceğini öğrenme imkânını elde ediyorsunuz. İnanın bana, bir trilyon para verseydiniz, bu kadar densiz, zıp orada zıp burada insanı tanıma imkânını elde edemezdiniz. Allah’ın öyle bir lütfu oldu ki size, bir sürü insanı iç dünyalarıyla, kinleriyle, nefretleriyle size tanıttırdı bu sayede; dolayısıyla güzergâh emniyetini sağladı. Yürüdüğünüz o upuzun yolda, yol emniyetini sağlamak adına, kimlerle uzun boylu bu yolculuk kat edilir, onu size talim buyurdu. Hem de nazarî bilgilerle değil, doğrudan doğruya pratikle. İşte bunu Allah size bahşettiyse, bunu alın, cebinize değil kalbinizin nöronlarına işleyin, tâ bundan sonra sûret-i haktan görünen bu türlü insanlar karşısında aldanmayasınız.

Hiç paralel olmadık, hep Türkiye ve mefkûremiz için yaşadık!..

  • Mağdur olan, mevkuf olan ve aynı zamanda istintak edilme durumunda bulunan insanlar vardır. Allah onların da yardımcısı olsun.. ve olacaktır da!
  • Evvelki sohbetlerde de dedim: Paralel, paranoyanın nesebi gayr-i sahih, gayr-i meşru bir veled-i mülevvesidir. Hiç paralel diye bir şey yok. Ve dedim: Kim paralelse, Allah onun belasını versin. Çok rahat.. endişe duymuyorsunuz değil mi? Devletinize, milletinize, hükümetinize dünya çapında itibar kazandırdınız. Paralel olmadınız. Aklı başında olan insanlar, evvelki gün Süleyman Bey, daha sonra Turgut Bey, hatta Mesut Bey bu hizmetin yanında olmayı, Türkiye’nin gelişmesi, dünya tarafından tanınması adına çok önemli saydılar.
  • Görüyorsunuz, bir yerde tek cepheli bir problemle başa çıkamıyoruz. Kırk senedir kan döküyoruz, dil döküyoruz, olmadı taviz veriyoruz, olmadı haysiyet ve şerefimizi ayaklar altına alarak pazarlıklara giriyoruz, vaatlerde bulunuyoruz. Tek bir cephedeki problemi halledecek kadar bir dirayet, bir kiyaset gösteremedik. Düşünün (Osmanlı’yı), 250 milyon ve içinde herkes var; Hristiyan var, Yahudi var, Ermeni var. Bunların hepsi insan ve her insana, ahsen-i takvime mazhariyeti cihetiyle o ölçüde saygı duymak bir mü’minin vazifesidir. İman ayrı bir meseledir. O sizin kendi yolunuz yönteminize karşı daha derince, daha içten, daha buudlu bir sevgi, bir alaka duymayı gerektirir. Fakat bu katiyen başkalarına adavet etme, onları bir cephe kabul etme, onları tahkir etme, onları tezyif etme, onların üzerine gitme densizliğini gerektirmez.
  • Kürdüyle, Türküyle, Zazasıyla, Lazıyla, Çerkeziyle, Abazasıyla, Boşnağıyla, Makedonuyla, Arnavutuyla Anadolu insanı, el ele vermiş; dünyanın 160 ülkesinin okulunun arkasında duruyorlar. Öyle bir fasl-ı müşterek arkasında duruyorlar ki, bu meselenin makuliyeti katiyyen sorgulanamaz. Gittikleri yerlerden bu arkadaşlar hakkında en küçük bir şikâyet gelmedi. Üniversiteyi yeni bitirmiş ve bazıları da talebe olarak rehber gibi gittiler. Bu insanların hayat tecrübeleri yoktu. Rehabilitasyondan geçmemişlerdi. Kendilerine bir seminer verilmemişti. Demek ruhlarında bir saffet vardı, bir insanî sevgi vardı, bir alaka vardı ki, gittikleri yerlerde yadırganmadılar. İnsanca davrandılar. Demek ruhlarında bir yönüyle bir derinlik haline gelmişti İslam’ın engin ruhu. Bu muvaffakiyetin ikinci ve daha önemli yanı da Allah’ın iltifatıydı. Cenâb-ı Hak, onlar için kalblere vüdd (derin ve içten sevgi) vaz’ etmişti.

Dünyanın bütün şeytanları toplansa da mefkûre insanını yolundan alıkoyamaz!..

  • Anadolu insanı, her rengiyle, her deseniyle, o dantela gibi şekliyle 160 küsur ülkede okul açıyor. Bir yönüyle yabancı elçilik yapıyor, ticarî münasebetler adına zemin oluşturuyor, ülkenizi tanıttırıyor, ruh ve mana köklerinizde nebeân eden zülali onlara tattırıyor. Birileri de kalkıp “Aman kapatın!” diyorlar. Bir kere demeyle iktifa etmiyorlar. Mesela, bir iki ay içerisinde Rusya’ya sekiz defa “Bu okulları kapatın!” diye başvuruda bulunuluyor. Öyle bir kin, öyle bir nefret, öyle bir iğbirâr, öyle bir haset, öyle bir intikam duygusu ki, yirmi değişik yol, yirmi değişik alternatif kullanılarak, Peygamber yolu olan o yoldan insanları vazgeçirmek için, şeytanın dürtüleriyle hiç durmadan uğraşıyorlar.
  • Fakat bütün bunlar sizde katiyen sarsıntı meydana getirmemeli. Biz her birerlerimiz çarşıda pazarda demircilik yaparız, ayakkabı boyacılığı yaparız, şuna buna takke öreriz, çorap dokur satarız, Allah’ın izni ve inayetiyle bu işi devam ettiririz ve Allah’ın yanında olduğu, zahîr bulunduğu bir meseleyi, dünyanın bütün şeytanları toplansa, O’nun izni, müsaadesi olmadan engelleyemezler.
  • Bu açıdan, böyle tutarsız şeylerle, inanan insanların yol emniyetini tehlikeye atıyor gibi tehdit etseler bile, Allah’ın izni inayetiyle diriğ etmemek, kâle almamak, belki şöyle düşünmek lazım: İhtimal, Allah bize çok geniş imkânlar bahşetti; herhalde bu imkânlar benim gibi birinin elinde değil de Ali, Veli, Bekir, Osman gibi birinin elinde olsaydı, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle bu yapılanların beş katını yapardı. Demek ki, biz bazı şeyleri çok iyi değerlendiremedik. Zaman, imkan ve çevre adına Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği imkanları rantabl olarak değerlendiremedik. Cenâb-ı Hakk bu şekilde bizde bir metafizik gerilim hâsıl etti: Daha dikkatli olun! Bünyan-ı mersus gibi kenetlenin! Parmakların birbirine girmesi gibi birbirinize girin! Elli tane müfsit cereyan olsa, kopmamaya çalışın! Ve Kur’ân’a göre, Sünnete göre doğru bildiğiniz bu yoldan da ayrılmayın!
  • Eğer yürüdüğünüz yol doğruysa, döndüğünüz zaman, tarih size de dönekler diyecektir; zıp orada zıp burada gezen münafıklar diyecektir. Allah hakkınızda böyle dedirtmesin. Ben hepinizi dırahşan çehreler, pırıl pırıl, aynı zamanda insanların içine ilham akıtabilen ilham kaynağı insanlar olarak görüyorum. İnşaallah o keyfiyet, o hususiyet ve o derinliklerinizi koruyarak, “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de câna safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” der, Allah’ın inayet ve riayetiyle yolunuzda yürürsünüz.

Paralel bahane; mesele Karakuşî kararlarından ibaret

  • Mağdurlar var, mazlumlar var, müstantakîn (sorguya çekilenler) var. “Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?” (Ziya Paşa) Hâkim davacı oluyor, ihzâren celbeden emniyetçi de şahit oluyor, o mahkemenin hükmüne derler mi adalet?!. Şimdi o kadar komik duruma düşüldü ki bu mevzuda, her gün bir skandal. Hatta riyâzî değil de, skandallar hendesî katlanarak gidiyor.
  • Seleflerimiz, akıl ve mantıkla izah edilemeyen ya da kızgınlıkla veya tarafgirlikle verilen kararlara “Karakûşî Hüküm” demişlerdir. Kadı Karakuş’un kararları adeta birer fıkra ve darb-ı mesel niteliğinde dilden dile yayılmıştır. Bu anlatılanlardan biri de şöyledir:
  • Bir hırsız adına yakınları, Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girilen evin sahibini şikâyet ederler: “Kadı Efendi, evin penceresine çok boya çalınmış, iyice kayganlaştırılmış; adamımız kaçarken düşmüş ve kolu kırılmış/felç olmuş!” derler. Kadı, ev sahibini çağırıp sorguya çeker; o da “Efendim, pencereyi boyattım ama suç boyacıya aitti; o boyayı fazla kullanmış!” diyerek, işin içinden sıyrılır. Bu defa boyacı derdest edilip getirilir ve sorgulanır. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş onun idamına karar verir. Görevliler adamı alıp idam sehpasına götürürler; ne var ki, boyacının boyu uzun olduğu için idam sehpası çok kısa kalır ve idam bir türlü gerçekleştirilemez. Vazifeliler gelip durumu haber verince, Karakuş, “Gidin daha kısa boylu bir boyacı bulun ve hükmü infaz edin!” der.
  • Bu hadise, şu anda “paralel” yakıştırması ve bahanesiyle tutuklanan, sorgulanan ve sırada tevkifleri ve istintakları zalimîn güruhu tarafından söz konusu olan insanların durumuna da misal teşkil etmektedir. Mesele, Karakuşî kararından ibarettir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresi

Soru: Kur'an ve Sünnet'ten istifade edebilmek için onlara duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresi ile müracaat etmek gerektiği ve bunu yapanların ebedî canlılığı elde edecekleri ifade buyuruluyor. Kur'an'dan istifade etme hususunda duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresi nasıl anlaşılmalıdır?

  • Sürekli Kur'an-ı Kerim'le meşgul olduğu halde ondan hiç istifade edemeyen nasipsizler de vardır ki, bunların ortak özelliği duygularının kirli oluşudur!..
  • Bir manada, Kur'an da kıskançtır; kendisine karşı müstağni davrananlara sırlarını açmaz.
  • Kur'an-ı Kerim'den istifade etmek isteyen insan, münhasıran ona yönelmeli ve onda sadece Cenab-ı Hakk'ın muradını arama maksadına kilitlenmelidir. Hiçbir şey Kuran'daki makasıd-ı ilahiyi anlamakla insanın gönlü arasına girmemelidir.
  • Duygu duruluğu ve ihtiyaç tezkeresi okuduğunuz diğer eserlerin size açılması için de sırlı iki anahtardır.
  • Herkesin mutlaka sürekli tekrar etmesi gereken bir dua...
  • Yeme-içmede, evlenip yuva kurmada maksat ne olmalı?
  • Çoğu zaman, asıl yerden yere vurulması gereken nefsimizin hatalarını görmezden gelip insanları yerin dibine batırarak büyük bir yanlışlık yaptığımız gibi, kimi zaman da dostlarımızı olduklarının üzerinde değişik makamlara layık görerek, onları değişik payelerle payelendirerek ve onların muvaffakiyetlerini Cenab-ı Hakk'ın inayetinden bilmeyerek çok çirkin başka bir hataya da düşebiliyoruz.
  • Kendisini silemeyen Allah'ı bulamaz; kendi nefsine takılıp kalan Allah'a ulaşamaz!..
  • Dostlarınıza fevkalâde makamlar verip onları şişireceğinize, fevkalade sadakat gösterip kardeşliğin hakkını verin.
  • Yakîni olmadığı halde mübalağa edip falancaya "mehdi" diyenler, genellikle ─bu abartmalarının cezası olarak─ gün gelip de ona "deccal" demeden ölmezler.
  • Mutlaka herkesin dinlemesi gereken önemli bir nükte!.. Huneyn Savaşı'nda İslam ordusunun ihtişamına bakıp "Bu ordu mağlup edilemez!" diyenlerin beyan-ı ilahi ile uyarılmaları ve o hadisenin bize bakan yönleri...

Düzenli bir hayat için üç esas

Soru: Hem annenin hem de babanın vazife yaptığı bir evde, iman hizmetine ait işlerin aksatılmamasının yanı sıra aile fertlerinin, hususiyle çocukların da ihmal edilmemesi için hangi hususlara dikkat edilmelidir?

  • Bazı şartlarda dinin bir kısım emirleri ihmale uğruyorsa, onların öne çıkarılması icap eder. İ'lâ-yı kelimetullahın farzlar ötesi bir farz kabul edilmesi de bu esastan dolayıdır.
  • Farz olan i'lâ-yı kelimetullah yolunda yaptığınız her hayırlı iş size farz sevabı kazandırır. Binaenaleyh, eğer istişarî toplantılarınız bu gayeye matufsa, orada da farz sevabı kazanırsınız.
  • Şayet, çocuklar manen beslenmeleri için gereken dersi sokaktan alamıyorlarsa, o ruhu camide dahi bulamıyorlarsa ve mektep sayesinde de istenen donanıma ulaşamıyorlarsa, o zaman onların güzelce yetiştirilmeleri de anne-babaya düşen ve öne alınması lazım gelen bir farz olur.
  • Toplumun ıslahı için tek tek fertlerin salâha erdirilmesi şarttır; aksi halde, eczası günahlardan mürekkeb parçalardan, sıhhatli bir bünyenin meydana gelmesi mümkün değildir.
  • Biz, hem vazifemizin hakkını verebilmek hem de ailemizin hukukuna tam riayet edebilmek için mesailerimizin tanzimine, aramızdaki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtacız.
  • Çocukların şuuraltı müktesebatı ve sohbetler Munise Nine'nin müessiriyeti..
  • Aman ya Rabbi!.. Mahşer meydanında kaçan kaçana.. birbirinin yüzünü görmek istemeyen kardeşler.. yavrusundan korkan anne-babalar.. valideyninin ellerinden yakasını kurtarmaya çalışan çocuklar.. birbirinden kaçan eşler.. kopukluğa düşen insanlar!..
  • İstişare adı altında tüketilen saatler, eriyen dakikalar... İrticâlînin kahramanlığına soyunan ifade özürlüler...
  • İncili Çavuş'un dilekçesi
  • "Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver."
  • Toplantı ve istişare âdâbı açısından çok önemli birkaç husus

Edep ve nezaket medeniyeti

Fethullah Gülen: Bamteli: Edep ve nezaket medeniyeti

Çay faslından hakikat damlaları: Korku ve ümit dengesi

  • Allah’ın rızasını nazar-ı itibaraalmadan yapıp ettiğimiz işlerin gayretullaha dokunacağından endişe etmeliyiz. (00:36)
  • İmam Gazâlî hazretlerinin yaklaşımıyla, Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, sevap atmosferine yaklaştırdığı yerlerde sürekli havf (korku) soluklamak; yeis çukurlarına düşmenin muhtemel olduğu veya ölüm emârelerinin iyice belirdiği zamanlarda da recâya (ümide) sarılmak bir esas olmalıdır. Evet, insanı lâubâliliğe iten “Nasıl olsa kurtulurum!” mülahazasına karşı korku unsurlarını öne çıkarmak, ümitsizlik hazanlarının esip-durduğu anlarda da recâ seralarına sığınmak lazımdır. (02:00)
  • Hazreti Ömer (radıyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu. Hazreti Aişe validemiz gibi daha başka sahabiler de kendilerinde nifak alameti olmasından korkar, tir tir titrerlerdi. (02:45)
  • Hazreti Ebû Hureyre (radıyallahü anh)’ın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şu şekilde çokça dua ederlerdi:

    اَللّهُمَّ اجْعَلْنِي أَخْشَاكَ كَأَنِّي أَرَاكَ
    Allah’ım! Her an Sen’i görüyormuşum gibi beni hep haşyet içinde tut!

    (05:14)
  • İsyan deryasında boğulduğuna inanan ama Rahman’ın rahmetine ümit bağlayan bir Hak dostu ne hoş söylüyor: “Bu günahlarla tartarsa beni Rahman (Deyyân) / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan!” (05:52)
  • Bazıları da büyük bir reca duygusuyla şöyle niyaz etmişlerdir: “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat, dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nisbetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) (07:20)
  • Hak dostları ömür boyu havf ve haşyetle tir tir titreyerek yaşasalar da bir kelime-i tevhid ile olsun kurtulabileceklerinden de ümit kesmezler; havf ve recayı dengede götürürler. Nitekim, hadisçiler arasında “Bitâka” (üzerinde bir not yazılı olan küçük kağıt ya da kart) hadîsi olarak bilinen bir nebevî ihbarda Cenâb-ı Hakk’ın merhameti şöyle nazara verilmektedir: Bir insan (kıyamet günü) getirilir. (Terazinin) bir kefesine onun amellerinin yazıldığı doksan dokuz defter konulur; her biri göz alabildiğine uzundur. Diğer taraftan üzerinde kelime-i tevhid yazılı bitâka da getirilir. O kimse sorar: Ey Rabbim, bu defterlerle birlikte bu kağıt nedir? Allah Teâlâ buyurur: Muhakkak ki sen haksızlığa uğratılmayacaksın! Sonra, o bitâka, terazinin bir kefesine konulur. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyurur ki: O kağıdın karşısında defterler çok hafif kaldı. (09:00)
  • Günümüzün insanında göze çarpan ciddi bir laubalilik var. Herkes yaptığı o minnacık şeylerle -hakkıymış gibi- Cennet’e gireceğinden emin yaşıyor. İnsanlar, akıbetlerinden hiç endişe duymuyorlar. O kadar rahat hareket ediyorlar ki, çok defa o şeklî ve sûrî namazlarıyla Allah’a karşı bütün mükellefiyetlerini eda etmiş gibi bir rahatlık içinde ömürlerini sürdürüyorlar. (11:11)
  • Seyyidina Hazreti Ebu Bekir hiçbir zaman herhangi bir büyüklük iddiasında bulunmamış ve asla kendisini emniyette görmemiştir. Bilakis, akıbetinden hep korkmuş, sürekli kendini sorgulamış ve devamlı nefsiyle yaka paça olmuştur. Mesela; Sâdık u Masduk Efendimiz’in “Eteklerin yerde sürünmesi kibirdir!” dediğini duyunca ürpermiş ve hemen “Ya Rasûlallah, yoksa ben de mi mütekebbirlerdenim?” deyip, Allah Rasûlü’nden öyle olmadığının teminatını alana kadar endişeyle beklemiştir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in onca takdirine, iltifatına ve müjdesine mazhar olduğu halde, kendisini hep mü’minlerin en gerisindeki biri gibi görmüş ve akıbetinden endişe duymuştur. (12:45)
  • Hazreti Pir, çoğu zaman “şu hiç ender hiç olan kardeşiniz ” diyor. Üstadınız, mualliminiz, mürşidiniz değil, kardeşiniz Yine şöyle diyor: “Ben de sizin bu ders-i Kur’aniyede bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan, bu kudsî hakikatlar en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum.” Ayrıca, Hazret, iman ve Kur’an yolunda hizmet etse de insanın kendisini racül-ü facir bilmesi gerektiğini ifade ediyor. (14:56)
  • Her gün Ayetü’l-kürsî, İhlas ve Muavvizeteyn gibi sureleri okuyarak ve bir sürü dua yaparak yatağa girerken kafir olarak ölmekten o kadar çok korkuyorum ki Cehennem’e atsalar o kadar ürpermem. Çünkü, o mevzuda teminatımız yok. (19:10)
  • Bu konuda benim mezhebim, Esved b. Yezîd en-Nehaî’nin mezhebi. Hayatını ibadetle geçiren ve Ebu Hanifeleri yetiştiren o hazret, vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Akrabasından olan Alkame gelip diyor ki, “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, peygamberlikle aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. Evet, korkmayanın akıbetinden korkulur; endişe duymayanın akıbetinden endişe edilir. İşte, o büyük Hak dostları, neticede kaybetme korkusuyla hep kıvrana kıvrana yaşamışlar; ye’se meyilli anlarda ise, bir nevi reca kalkanına sığınmış ve “Allah bize yeter!” diyerek soluklanmışlardır. (21:05)

Soru: Medeniyetimiz isimlendirilirken başka unvanlar yanında “edep ve nezaket medeniyeti” de deniyor. Fakat, maalesef bugün iş, aile ve toplum hayatında kabalık ve kırıcılığın daha baskın olduğu görülüyor. Edep insanı ve nezaket toplumu olabilmenin yolu ve esasları nelerdir? (22:55)

  • Medenî kelimesi, sözlük itibarıyla, şehirli, şehirlilik, faziletli, terbiyeli, kibâr, umran insanı olma; yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve sanatta tekâmül etmiş cemiyet demektir. (23:23)
  • İnsan, önce yaratılışı gereği medenî bir varlıktır. Yani, mahiyeti itibariyle medenileşmeye müsait olarak yaratılmış olup varlığa erdiği günden bu yana, bir ölçüde hep medenî olabilmiş veya olmanın yollarını aramıştır. Medenileşmeyi, insanoğlunun sanayideki baş döndürücü muvaffakiyetleri, teknik ve teknolojik sahalardaki yenilikleri, trenleri, transatlantikleri, tayyare ve feza gemileri, büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binaları, barajları, dev platformları, rafinerileri ve nükleer santralleriyle özdeşleştirmek isteyenler, hattâ özdeşleştirenler var ise de, bunlar hayatın “modernize” edilmesinde birer vasıta olup, medeniyet, insan istidat ve kabiliyetlerinin gelişmesine müsait bir iklim ve atmosfer, medenî insan da, bu iklimde, bu atmosferde duygu ve düşüncesi itibariyle inkişaf edip gelişen ve geliştirdiği yüksek duygularıyla toplumun emrine giren insandır. Bu itibarladır ki medenilik, zenginlik, lüks, saray ve apartman gibi cismanî refah unsurlarında, istihsâl ve istihlak (üretim ve tüketim) gibi bedenî duygu gayyalarında aranmamalı, belki görüş tarzı, düşünce sistemi ve ruh enginliğinde aranmalıdır. (24:01)
  • Medeniyet, edep ister: Edep hakkında nice cevher gibi sözler söylemişlerdir: “Edeptir kişinin daim libası / Edepsiz insan üryana benzer.” (Edep insan için bir urba, bir elbisedir. Edepli olmayan ise, çıplak demektir.) “Edeb bir tâc imiş Nur-i Hudâ’dan / Giy ol tâcı emin ol her belâdan.” (Edep, bir taçtır. O tacı giyen her belâdan kurtulur. Sen de belâlardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edepli olmaya çalışmalısın.) “Edeb ehl-i ilimden hâlî olmaz / Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.” (Gerçek manada ilimle meşgul olanlarda mutlaka edep bulunur. Edepsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine âlim sayılamaz.) “Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep / Dediler ilim geride, illa edep illa edep.” (27:23)
  • Medeniyet; zenginlik, kibarlık, bedenî hazları tatmîn ve cismaniyetin sefahatlar içinde yüzüp gezmesi değil, gönül zenginliği, ruh nezaketi, görüş derinliği ve başkalarına hayat hakkı tanıyıp, onları da kabûl etmek demektir. Ama ne yazık ki, her ülkede bulunan bir takım yarı “aydın”lar, medeniyeti modernleşme ile özdeşleştirmiş, teknik imkân ve modern vasıtalara sahip olmayı medenileşme diye takdim ederek, nesillerin önce ifade ve düşünce tarzında yanılmalarında, sonra da çarpık ve bozuk düşünceleri zihinlerine yerleştirmelerinde, neticede din, dil, millî felsefe, ahlâk ve kültür alanlarında tam bir dejenerasyona uğramalarında etkili roller oynamışlardır. Oysa medeniyet, daima ilim ve ahlâkın atbaşı götürüldüğü iklimlerde boy atmıştır. Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevaperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrayinden ibarettir. Modernleşmeye hizmet eden tabiat ilimleri ve çeşitli fenlerde çok ileri olmak, vapurlar, trenler, uçaklar gibi modern seyahat vasıtalarına ve büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binalara sahip bulunmak, ancak düşüncede, davranışta, inanç ve hayatta istikamete ulaşmış ellerde medeniyetin birer vesilesi olabilir. Fertlerin medenî olmaları, onların, özlerinde bulunan iyi şeylerin nüvelerini geliştire geliştire ikinci bir fıtrat kazanmalarında aranmalıdır. (28:10)
  • Edep insanı ve nezaket toplumu olabilmenin yolu, yeniden kendi özümüze dönmemize bağlıdır. Biz kuyunun dibinde hayata gözlerimizi açtığımız ve iyiyi, güzeli, mükemmeli göremediğimizden dolayı, nasıl bir hal içinde bulunduğumuzu da tam olarak kestiremiyor ve neyin edep neyin de edep dışı olduğunu anlayamıyoruz. İşte o kuyudan kurtulmamızın yolu, asıl kaynaklarımızla beslene beslene özümüze dönmemizden geçmektedir. (30:03)

Soru: Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) “Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) on sene hizmet ettim; yapmadığım bir şeyden ötürü ‘Niçin yapmadın?’, yaptığım bir işten dolayı da ‘Neden yaptın?’ dediğini hatırlamıyorum. Bana hiç itapta bulunmadı.” buyuruyor. Hem İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz’e hem de Hazreti Enes’e bakan yönleriyle, bu ifadenin bize verdiği mesajlar nelerdir? (33:35)

  • Bütün peygamberler gibi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de mehâsin-i ahlâkı (ahlak ve huy güzelliklerini) bütün fakülteleriyle ikâme etmek ve insanları mesâvi-i ahlâktan (ahlaksızlık ve çirkin huylardan) sakındırmak; Hazreti İmam-ı Gazalî’nin ifadesiyle, münciyâtı (kurtaran, felaha götüren amelleri) hâkim kılmak ve mühlikâtın (helak eden, felakete sürükleyen hususların) kökünü kesmek için yapılması gerekenleri ortaya koymuştur. Nitekim, İslâm’ın koruyucu zırhı hükmünde olan ve dinin ayakta durabilmesi için insanlar arasında daima canlı tutulması gereken esasların birincisi, “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker”dir; yani, sürekli iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır. Başka bir ifade ile, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, Kur’an ve sünnete uygun düşen söz, amel ve davranışları öğütlemek; haram ve günahlardan, Allah’ın razı olmadığı ifade, fiil ve tavırlardan da sakındırmaktır. (34:08)
  • “Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” meselesinde “usûl” kadar üsluba da dikkat edilmelidir. Karşı tarafın hissiyatının hesaba katılması ve neyin nasıl sunulması gerektiğinin tesbit edilip meselelerin o şekilde anlatılması çok önemlidir. Şayet üsluba dikkat edilmezse, usule de zarar dokundurulmuş olur. Mesela, “Kur’an Allah’ın kelamıdır” hakikati üslubunca anlatılmazsa öyle bir tepkiye sebebiyet verilir ki, eğer muhatap bir kafir ise, onun kafir-i mütemerrid olmasının yolu açılır. (36:25)
  • İnsanlar medenî değilse, şehir ne kadar mamur olursa olsun, oraya medenî denmez. Eski ismi Yesrib olan Medine, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) ve Ashab-ı Kiram sayesinde gerçek medine olmuştur ve medeniyet ruhu oradan bütün cihana yayılmıştır. (38:40)
  • Peygamber Efendimiz Medine’ye teşrif buyurunca Hazreti Enes’in annesi Ümmü Süleym (radıyallahu anha) Rasûlullah’a bir şey hediye etmek istemişti: Oğlunun Allah Rasûlü’ne hizmet etmesini kendi yanında kalmasına tercih ediyordu. Hem Enes’in Rasûlullah’ın terbiyesinde yetişmesini arzuluyordu. Hazreti Enes o sırada 10 yaşında bulunuyordu. Elinden tuttu, Peygamberimize götürdü; “Yâ Rasûlallah! Ensar’ın erkek ve kadınlarından din yolunda hediye vermeyen kalmadı. Ben de hediye olarak bu oğlumu size takdim ediyorum! Hizmetinizde bulunsun.” dedi. Enes (radiıyallahu anh) o günden Peygamberimizin (aleyhissalatü vesselam) ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar O’nun mukaddes hizmetinde bulundu; ilim ve feyzinden istifade etti. (40:20)
  • İnsanlığın İftihar Tablosu, insanların inanmayışı karşısında “kutsal hafakan” yaşıyor; birbirini takip eden Bedir, Uhud, Hendek gibi cihad meydanlarında Müslümanların çektiği sıkıntılar gibi hafakana sebebiyet verecek bir sürü hadiseyi göğüslüyordu. Fakat, her şeye rağmen, Peygamber Efendimiz kendi içindeki o duyguları bastırma konusunda iradesinin hakkını vermesinin yanında, Ashab-ı Kirâm için tansiyon indirici bir ilaç gibi olan sözleri ve nefehatıyla onları da sakinleştiriyor ve rahatlatıyordu. Onca olumsuz vakıa karşısında bile hep mülayemet, hep güleryüz ve hep tebessüm sergiliyordu. (41:19)
  • Allah Rasûlü’nün muhatapları tohumken ağaç olmaya yürüyen, vahiy ile beslene beslene büyüyerek kıvama eren insanlardı. Bu açıdan da bazen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hoşuna gitmeyen şeyler yapmaları da kaçınılmazdı. Fakat, “Beni Rabbim terbiye etti; terbiyemi ne de güzel yaptı!..” buyuran Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, o yüce ahlakıyla muhataplarının hatalarını görmezden gelir, engin hazım sistemiyle sindirir ve yüzünü bile ekşitmezdi. Hiç kimseyi kaçırmama adına her şeyi sinesine çekerdi. İşte, Hazreti Enes de “Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) on sene hizmet ettim; yapmadığım bir şeyden ötürü ‘Niçin yapmadın?’, yaptığım bir işten dolayı da ‘Neden yaptın?’ dediğini hatırlamıyorum.” sözüyle bu hakikate işaret etmektedir. (44:10)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, herkesi yerinde tutmak ve dinde sabit kılmak için bazen en olumsuz hadiseler karşısında bile sabrediyor ve mülayemetle muamelede bulunuyordu. Mü’minin, mü’mine karşı yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiğini de gösteren şu canlı misalle bizim için de bir ölçü ortaya koyuyordu: Bedir’de bulunduğu da rivayet edilen bir sahabi, içki yasak edilmiş olmasına rağmen koruk gibi meyve ve usarelerden içmeye devam ediyordu. Pek çok defa sarhoş olarak mescide gelmiş ve cezalandırılmıştı; bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirilerek te’dib edilmişti. Yine böyle bir durumdan dolayı o, Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi, “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” türünden sözler sarf etmişti. Bunu duyan Allah Rasûlü, “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Rasûlü’nü sever.” buyurdu. (47:08)
  • Nâbî bir büyüğü ve etrafındaki insanları vasfederken der ki: “Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme nûr ayetin tefsir eder mehtâb!” (Gördüğünüz cami kürsüsünde nasihat eden bir vaiz değil, etrafına topladığı yıldızların ortasında bir mehtap gibi parıldayan, nur ayetini o nurlu topluluğa tefsir eden Nur İnsan!) Aslında bu sözler en çok Hazreti Sâdık u Masduk Efendimiz’in ve çevresindeki Ashâb-ı Kiram’ın hallerini tasvire yakışmaktadır. Evet, o Nur İnsan (aleyhissalatü vesselam), nur halkasından bir damlacık ışık kopup gitmemesi için en katlanılmaz hadiseleri sindirmiş; içi içine sığmamış, kendi kendini yemiş ve kaçırmamak için adeta ölüp ölüp dirilmiştir. (49:23)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Efendimiz'in Mi'râcı ve açık bıraktığı kapılar

Efendimiz'in Mi'râcı ve açık bıraktığı kapılar

Soru: Eserlerde, Resûl-ü Ekrem Efendimiz'in, (sallallahu aleyhi ve sellem) Mi'râc'a, ubûdiyetinin neticesi olan velâyetiyle gittiği, oradan risâletiyle döndüğü ve geçtiği kapıları ümmeti için açık bıraktığı anlatılıyor. Ümmet-i Muhammed'in (aleyhissâlatü vesselam) o kapılardan geçebilmesi ve Mi'râc-ı Nebevî'nin gölgesinden istifade edebilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.