• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Devlet, Derin Devlet ve Şiddet

Soru: Türkiye'de "devlet içinde devlet" ya da "derin devlet" gibi mevzular öteden beri hep konuşuluyor. Bir hukuk devletinin bünyesinde "derin devlet" gibi bir oluşumun meydana gelmesi mümkün müdür? Devlet, ülke çıkarları düşüncesiyle şiddet kullanabilir mi?

Din adına işlenen cinayetlerin vebali (1)

Fethullah Gülen: Din adına işlenen cinayetlerin vebali

Soru: Bir kısım örgütlerin, güya din adına işledikleri cinayetler, canlı bomba saldırıları ve benzeri hâdiseler sadece dış mihraklarla ve haricî yönlendirmelerle izah edilebilir mi? Bu tür hâdiselerin bugün Müslüman coğrafyasında da zemin bulmasının sebepleri nelerdir?

Din adına işlenen cinayetlerin vebali (2)

Fethullah Gülen: Din adına işlenen cinayetlerin vebali

Osmanlı Devleti çözülüp yıkıldıktan sonra İslâm dünyasında üst üste çözülmeler yaşanmıştır. Günümüzde ise yeniden bir toparlanma, yeniden kendimiz olma ve kendi ruhumuzu bulma gayretleri vardır. Siz İslâm coğrafyasının bütününe değil, sadece Türkiye açısından meseleye baktığınızda bile, hiçbir şeyin dünkü gibi olmadığını, son kırk-elli sene içinde pek çok şeyin değiştiğini görürsünüz. İşte İslâm dünyasındaki bu gelişme ve değişmelerden rahatsız olan bazı güç odakları, dinin temel dinamiklerinden habersiz, kendi kriter ve kıstaslarını bilmeyen ve aynı zamanda hissiyatla ve hamasetle hareket eden bazı kimseleri harekete geçirmiş ve onları kendi kirli emellerine alet etmek istemişlerdir.

Paranoya ihtiyacı ve aldatılan kitleler

Maalesef şurası bir gerçek ki, bugün, İslâm coğrafyasında yaşayan fertlerin hepsi aklı başında, dengeli düşünen, kendi kaynaklarını bilen insanlar değildir. Paranoya duygusunu tetikleyerek kendi çıkarlarına göre dünyada kamuoyu oluşturmak isteyenler ise, cehalet ve fakr u zaruretten kaynaklanan bizdeki bu zaafları görmüş, belli senaryolar hazırlamış ve neticede müsait insanları ya aldatmak veya ilaçlarla robotlaştırmak suretiyle bu senaryolarda figüran olarak kullanmışlardır. Evet, ihmal edilmiş, cehalete mahkûm bırakılmış nesilleri kullanıp kitleleri aldatmışlardır. Aldanmamanın yolu ise, bağışıklık sisteminizi güçlü tutmaktan geçer. Eğer mukavemet sisteminiz güçlü ise, bünyeye girecek virüs ve mikropların hepsinin hakkından gelebilirsiniz. Fakat bünyenin bağışıklık sistemi zaafa uğradığında, başkaları sürekli virüs enjekte edip bünyeyi yere sermek ister ve siz de buna engel olamazsınız.

Bu açıdan, küçülüp büzüşen günümüz dünyasında, Allah Resûlü’nün yoluna tabi olan Müslümanların çok daha akıllıca hareket etmeleri, attıkları her adımı düşünerek atmaları, bir söz söylemeden önce o sözün geriye nasıl döneceğini ve karşı tarafta nasıl bir his uyaracağını hesap etmeleri gerekmektedir. Konuşmadan önce kazanım ve kayıplar iyi hesap edilmeli ve on defa düşünmeden tek bir söz söylenmemelidir. Hele bulunduğu konum itibarıyla bir heyeti temsil eden insanların bu konuda daha bir hassas davranmaları gerekmektedir. Zira onların yapacağı bir hatanın cezasını temsil ettikleri heyetin bütünü çeker. Mesela sıradan bir insanın ağzından, “Falanlar sizin caminize karşı şöyle bir saygısızlıkta bulundular. Siz de gidin ve onlara zarar verin!” cümlesi çıktığında kimse buna iltifat etmez. Fakat kendini dinletebilecek bir sergerdan tarafından böyle bir söz söylendiğinde, bu dikkate alınır ve tamiri çok zor tahribatlara sebebiyet verir. Evet, şecaat ve cesaretin yanında ilim, hikmet, basiret ve firaset yoksa, böyle bir şecaat ve cesaret, insanı öyle bir cinnete sevk eder ki, yapılan yanlışlıkların tamir edilmesi, üstesinden gelinmesi mümkün olmaz. Bu itibarla maruz kaldığımız felaketlerde sadece karşı tarafı suçlamak doğru değildir. Aslında İslâm’ın güzelliklerinin yaşanmasını ve görülmesini istemeyen hasım cephe, bu tür tuzak ve ayak oyunlarını İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren hayata geçirmek istemiştir. Ancak Raşit Halifeler ve onları örnek alan basiretli idareciler buna fırsat vermemişlerdir. Ne var ki, bilhassa son iki-üç asırdan beri yabancı unsurlar, içimizden müsait bir kısım fıtratları figüre edip kullanmaya muvaffak olmuş ve maalesef İslâm’ın o dırahşan çehresini karartmışlardır. Denilebilir ki, İslâm’ın hiçbir döneminde günümüzde güya din adına gerçekleştirilen vahşete benzer bir vahşet yaşanmamıştır. Belki bir dönemde Muvahhidîn, bir dönemde Karmatîler ve başka bir dönemde de kendilerini Batınîliğe salmış bazı insanlar bu tür canavarlıklara teşebbüs etmişlerdir. Fakat onlar bile canlı bomba olmamış, kadın, yaşlı, çoluk-çocuk demeden toplu katliamlara yol açacak intihar eylemleri gerçekleştirmemişlerdir.

Mü’mince mücadele tarzı

Yeri gelmişken burada bir hatıramı nakletmek istiyorum. Ziyaretime gelen bir misafir, İslamî fobyadan bahsederek, Batılıların Müslümanlara bir canavar nazarıyla baktıklarını ifade etmiş ve onların karikatürlerinde, gazetelerinde ve televizyonlarında İslâm aleyhine yayın yaptıklarını anlatmıştı. Ben de, onlar bir yerde İslâm aleyhine saldırıda bulununca, bizim içimizde de maalesef hissî hareket eden bazı kimselerin aynıyla mukabelede bulunma gibi İslam’la telif edilmesi mümkün olmayan davranışlar içine girdiğini, bundan dolayı kendimizi bütün bütün paka çıkarmamızın doğru olmadığını anlattım. Bu, onun hiç beklemediği ve şaşırdığı bir cevap olsa da, inkâr edilemez bir gerçekti. Hâlbuki yapılan kötülüklere mukabelede bulunurken biz, bize yakışan şekilde davranmalı, mü’mine yakışır bir mücadele tavrı ortaya koymalıydık. Aksi takdirde yapılan yanlışlıklar yeryüzündeki bütün Müslümanları güç bir durumda bırakmaktadır. Çünkü bu tür hareketler belli odakların eline, Müslümanlar aleyhine kullanacağı malzeme vermektedir. Yapılması gerekli olan hareket tarzı ise, üslubumuzu namusumuz bilerek dinin temel esaslarına bağlılık içinde saldırıları bertaraf etmektir.

Vahşet irtikâp edenlerin Müslümanlıktan nasibi yoktur

Hem sertlik ve kaba kuvvetle, şiddet ve hiddetle dinin sevdirildiği, insanların İslam’a ısındırıldığı nerede görülmüştür? Bildiğiniz üzere, dinin tarifi yapılırken şu ifadelere yer verilir:

الدِّينُ وَضْعٌ إلَهِيٌّ سَائِقٌ لِذَوِي الْعُقُولِ بِاخْتِيَارِهِمْ الْمَحْمُودِ إلَى الْخَيْرِ بِالذَّاتِ
“Din, Allah tarafından vazedilmiş öyle bir sistemler mecmuasıdır ki, akıl sahiplerini bizzat kendi hür iradeleriyle hayra sevk eder.” (Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, 1/13)

Bana göre din adına yapılan böyle bir tarif, en ileri demokrasilerden bile daha ileri bir mülahazadır. Çünkü insanın iradesini esas almakta, onu kendi hür iradesiyle baş başa bırakmaktadır. İslâm’a göre insan, yaratılışı itibarıyla kerimdir, kadirşinastır. Şayet din doğru temsil edilebilir ve onun, insanın geleceği adına vaat ettiği güzellikler ortaya konulabilirse, insanlar zaten tercihlerini o istikamette kullanacaklardır.

Evet, eğer siz dinin güzelliklerini gösterir, sevdirir ve içlerde ona karşı bir iştiyak hâsıl ederseniz, insanlar da hür iradeleriyle onu seçerler. Kimse buna bir şey diyemez. İsteyen istediği dini seçme hürriyetine sahiptir. Önemli olan temsilin güzelliğidir. Bildiğiniz gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun o müthiş tebliğ enginliğinden geri kalmayan ve onunla at başı giden diğer bir yanı da O’nun temsilidir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), dediği her şeyi milimi milimine yaşamış ve böylece gönüllere taht kurmuştur.

Aslında O’nun ümmeti olarak bir zamanlar biz de böyle idik. Ne var ki son bir iki asırdan beri birileri bizim genlerimizi bozdular. Ve maalesef bazıları hem de din adına nice mesavi irtikâp etti. Hâlbuki vahşet irtikap eden insanların Müslümanlıktan nasipleri yoktur. Daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, terörist Müslüman olamayacağı gibi, Müslüman da terörist olamaz. Müslümanların içinden terörist çıksa bile, böyle bir kişi Müslümanlığa ait vasıflarını kaybetmiş demektir. Böyle birisine kesinlikle sağlam bir Müslüman denemez. Nasıl denebilir ki! Savaşın bile belli kuralları vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir orduyu uğurlarken ifade buyurduğu gibi, dinimiz kadınlara, çocuklara, mabedlere sığınmış insanlara ilişilmesini yasaklamıştır. Dolayısıyla günümüzde din adına işlenen bu cinayetlerle Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu disiplinleri telif etmek mümkün değildir.

Hâsılı, bize düşen, dinin doğru temsil edilmesinin yanında herkese karşı saygılı olmak ve her anlayışı saygıyla karşılamaktır. Zira başkalarına kendi sistemini dayatma dinin ruhuna zıttır. Topla, tüfekle, şiddet, hiddet ve kaba kuvvetle insanların üzerine gitmenin, kendince savaş ilan ederek gidip bir alış veriş merkezini işgal etmenin, masum insanları rehin almanın Müslümanlıkla telif edilebilir bir yanı yoktur. Barış ve esenlik dinine mensup olan bizler, aynıyla mukabelede bulunmayı zalimce bir kaide kabul ediyor ve insanca davranmayı her halükârda vahşice davranmaya tercih ediyoruz. Zaten inanan gönül bu tür davranışlara tenezzül edecek kadar aşağılara düşmez/düşemez.

Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi hikmetiyle mamur kılsın. Murad-ı Sübhanisine ters gelen bütün aykırılıklardan bizleri masun ve mahfuz buyursun! Peygamber yolunda olmayı, O’nun yolunda yaşayanların yolunda yaşamayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Dindarlık ve Dinî Hassasiyet

Dindarlık ve dinî hassasiyet tabirlerinin ifade ettikleri mânâlar nelerdir? İzah eder misiniz?

Dindarlığın, nazarî planda, dinî düsturlara şu veya bu ölçüde saygılı olmaktan dini kabullenip ona sahip çıkmaya; amelî planda da dini yaşamaktan onu hayata hayat kılmaya kadar değişik mertebe ve dereceleri vardır. Meselâ bazıları bir ilmihal bilgisi seviyesinde inanılması gerekli olan hususlara inanır ve o ölçüde ibadet ü taatlerini yerine getirirler. Kimileri ise, hem nazarî hem de amelî planda dini daha engince ele alır, bu yaklaşımla onun emrettiklerine ittiba edip nehyettiklerinden uzak dururlar. Öyle ki bunlar haramlardan içtinap etme ve farzları edanın yanında, harama düşme endişesiyle şüpheli şeylere karşı dahi tavır alır, hayatlarını sürekli takva mülâhazasına bağlı götürmeye çalışırlar. Dini daha şuurluca yaşayanlar ise ibadet ü taatlerini her zaman Cenâb-ı Hakk’ın teftiş ve takdirine sunuyor gibi eda eder, hayatlarını hep ihsan şuuru içinde yaşarlar. Bu açıdan dindarlığın seradan Süreyya’ya kadar çok farklı mertebeleri vardır. Bu arada şunu ifade edelim ki, dindarlık ilk mertebesiyle dahi kesinlikle hafife alınmayacak ölçüde insan için hayatî derecede bir kıymete sahiptir.

Dinî hassasiyet ise, başta şahsî hayatını milimi milimine dinin ölçülerine muvafık yaşamak, daha sonra da yakın daireden uzak daireye doğru aile efradı, yakın çevresi içinde, gözünün içine bakan ve etrafında halkalanan insanların dini yaşamaları mevzuunda fevkalade hassasiyet göstermek, duyarlı olmak ve ölesiye bir titizlik sergilemek demektir. Başka bir ifadeyle dinî hassasiyet, bir hak dostunun:

“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!
Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa..!”
(Taşlıcalı Yahya)

mısralarıyla seslendirdiği arzu ve iştiyakla hayatını sürdürmektir.

“Keşke Gönüllerde Allah Sevgisini Tutuşturabilsem!”

Dinî hassasiyet sahibi bir mü’minin diğer insanlar hakkındaki duygu ve düşüncesi şudur: Keşke şu kardeşlerime Allah’ı anlatıp onların gönüllerinde Allah sevgisini tutuşturabilsem! Keşke onlarda maiyyet arzusu uyarabilsem! Keşke onlar ellerini her kaldırdıklarında:

اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيـَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَمَحَبَّـتَـكَ وَمَعِيَّـتَكَ وَحِفْظَكَ وَحِرْزَكَ وَكِلاَئَـتَكَ وَنُصْرَتَكَ وَوِقَايَتَكَ وَحِمَايَتَكَ وَعِنَايَتَكَ

“Allah’ım! Senden, Senin yüce affını, afiyet vermeni, hoşnutluğunu, teveccühünü, ilâhî nefhalarını, dostluğunu, yakınlığını, yüce şanına yaraşır şekildeki muhabbetini, maiyyetini, hıfz u sıyanetini, koruyup kollamanı, yardımınla zaferler nasip etmeni, himaye edip gözetmeni… istiyorum!” diye Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakaracak ölçüde O’na yakın olsalar.

Böyle bir hassasiyete sahip olan bir mü’min derecesine göre sadece yakın çevresine değil, belki bütün bir ülke halkına, hatta bütün bir insanlığa bu ufku taşıyabilmenin, herkeste böyle bir heyecan uyarabilmenin hesabını yapacaktır. Onun derdi ve davası, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın nam-ı celîli anıldığı zaman burunların kemikleri sızlayacak ölçüde herkesin delice Efendiler Efendisi’ni (aleyhissalâtü vesselâm) sevmesini sağlamaktır. Diğer yandan o, insanların kaymaları, düşmeleri ve sürçmeleri karşısında ızdıraptan iki büklüm hâle gelir ve “Acaba, insanları mezelle-i akdam noktalardan uzak tutabilmek adına daha ne yapabilirim, ne yapmam gerekir?” diyerek oturup kalkıp bu mevzuda stratejiler üretme gayreti içinde olur. Hâsılı o, toplumu irşat etme, kaymaları önleme, dinden kopup gitmelerin önüne geçme istikametinde fevkalade hassas ve duyarlı bir hayat yaşar.

Başkalarını Diriltme Hassasiyeti

Bu istikamette o, ruh u revan-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece kendi ülkesinin minarelerinde şehbal açmasını yeterli bulmaz; bunun ötesinde “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” hadis-i şerifini kendisi için bir hedef, bir ufuk olarak görür ve hayatını bu gayeye bağlı götürmeye çalışır. Bu ufkun peşinden koşarken de o, hiçbir zaman kendi darlığına takılmaz, “Benim gibi bir adam ne yapabilir ki?” demez; “Allah küçüklere büyük işler gördürür” mülahazasıyla her zaman azimli, her zaman gayretli davranır ve hep sorumluluk ruhuyla hareket eder. O, “Bir yerde imanla dolu bir sine varsa, o sine, bir yolunu bulup oradaki bütün gönüllere ruhunun ilhamlarını duyurabilir.” anlayışına sahiptir. Evet, bilinmesi gerekir ki, eğer bir insanın himmeti bütün bir millet olursa, Allah, bütün bir milletin yapabileceği işi o şahsa yaptırır. Hazreti İbrahim’e ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) yaptırdığı gibi böyle ulvî bir misyonu o insana da müyesser kılar.

İşte bütün bunlar, dindar olmanın ötesinde dinî hayatta fevkalade hassas olmanın ifadesidir. Diğer bir tabirle buna, başkalarını diriltme ve ihya etme hassasiyeti de diyebilirsiniz. Bu açıdan denilebilir ki, dindarlıkla dinî hassasiyet birbirinden farklıdır. Ancak bunların hemhudut oldukları yerler de vardır. Dindarlığın son hududu olan, şüpheli şeylerden sakınma, kaçırdığı bir namazdan dolayı kendini âdeta cinayet işlemiş bir mücrim gibi görme ve böyle bir hassasiyet ufkunda memur olduğu şeyleri kusursuz bir şekilde kemal-i hassasiyetle yerine getirme, aynı zamanda; Allah’ın emrettiği fiilleri işlediği zaman tahdis-i nimet mülâhazasıyla bundan inşirah duymanın yanında, “İnşallah işin içine riya karıştırmamışımdır, inşallah onu süm’a ile kirletmemişimdir!” endişesini taşıma gibi hususlar, dinî hassasiyetin de başlangıcı demektir. Çünkü bu enginlik ve derinlikte hassasiyete sahip olan bir mü’min, böyle bir hassasiyetin gereği olarak duyup hissettiklerini başkalarına da duyurmak, mazhar olduğu nimetleri başkalarına da ulaştırmak ister.

Öncelikle Benlik Âbidelerimizi Yerle Bir Edelim

Bu ufkun insanları, daha ziyade muzdarip dimağlardır. Bunlar otururken kalkarken hep mefkûrelerini düşünür, onun fikir çilesini çekerler. Hatta –bağışlayın– ıtrahat esnasında bile, zihnî aksiyonlarını devam ettirir, yeni yeni düşünceler üretir ve akıllarına gelen bu düşünceleri ilk fırsatta hemen bir yere kaydeder, kaydetme fırsatı bulamadıklarında ise, daha sonra değerlendirmek üzere onları kafalarının nöronlarına yerleştirirler. Dava ızdırabı, bu muzdarip ruhları, bazen namazda sehiv yaşatacak ölçüde sarar. Terminolojide böyle bir kavram olmasa da, biz mukarrabînin sehivlerini işte böyle bir yüksek mülâhazaya bağlıyoruz. Meselâ biz, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazlarındaki birkaç sehvi hakkında şöyle düşünürüz: “Maalîye açık olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) kim bilir ne tür yüksek mülâhazalar arkasında koşuyordu ki, namaz bir mânâda o hâle göre küçük kaldı.” Zaten O (aleyhissalâtü vesselâm), vazifesine göre miracı bile küçük görmüş, ulaşılmazlara ulaştıktan sonra vazifesi icabı geriye dönmüştü. Nitekim Abdülkuddûs’ün miraç hakkındaki sözleri bu hakikati izah eder gibidir. O der ki: “Vallahi Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) erişilmezlere erdi, görülmezleri gördü. Öyle yerlere ulaştı ki, oraya giden bir insanın geriye dönmesi mümkün değildir. Vallahi ben oralara gitseydim geriye dönmezdim!” Bu iki mülâhazayı değerlendiren bir başka Allah dostu ise şöyle der: “İşte veli ile Peygamber arasındaki fark!” Yani veli, fenafillah, bekabillah, maallah, yolunda yükselir gider; fakat Peygamber, yükseldiği en yüksek zirvelerden sonra insanların elinden tutarak onları da oralara götürme adına geriye, onların arasına döner.

Hazreti Ömer Efendimiz’in namazındaki sehvi de aynı mülâhazaya bağlayabiliriz. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) namazını bitirdikten sonra sahabe efendilerimiz namazı yanlış kıldığını hatırlattıklarında, O, Irak’a i’lâ-yı kelimetullah için asker sevk ettiğini söylemişti. Görüldüğü üzere bu büyük kametlerin hayatlarının her alanında hâkim olan i’lâ-yı kelimetullah vazifesi, namazın boşluklarında bile onların kafasına girmiştir. İşte bu, kendi dinine sahip çıkma mevzuunda fevkalade bir hassasiyetin ifadesidir. Din konusunda bu derece hassas olan bir insanın, ne haramlara açık durması ne de farzlarda bir kusur ve çatlama meydana getirmesi mümkün değildir.

Hâsılı, pörsümüş duygularla ve aradan çıkarma mülâhazasıyla ibadetlerini yerine getiren bir topluluğun ruhumuzun heykelini dikmesi ve yeniden bir diriliş kahramanı olması mümkün değildir. Şayet biz milletçe göz alıcı, inşirah verici ve insanı büyüleyen bir ruh âbidesi ikame etmek istiyorsak, öncelikle elimize bir balta alarak kendi benlik âbidemizi yıkmalıyız. Daha sonra da taşı ve toprağı dinin emir ve nehiyleri, harcı da Cenâb-ı Hakk’ın rızası olan bir âbide ikame etmeliyiz ki bir daha yıkılmasın. Dolayısıyla “Kıl namazını, tut orucunu, karışma kimsenin işine!..” düşüncesine sahip bir anlayış kesinlikle tasvip edilemez ve böyle bir anlayışın i’lâ-yı kelimetullah vazifesi yerine getirmesi de mümkün değildir.

Dindeki Kolaylık Prensibi ve Büyüklerin Hayatı

Soru: Dinimizde zorlaştırmayıp kolaylaştırma ve nefret ettirmeyip müjdeleme genel bir kaide olduğu halde, İmam Gazzâlî ve Muhasibî gibi büyük zatların kalbleri titreten o yakıcı ifadeleri ve temsil ettikleri hayatın adeta yaşanmaz gibi görünmesi kimi zaman ümitlerimizi sarsmaktadır. Bu iki hususu nasıl telif edebiliriz?

Dine Hizmet Eden Fâcir

İman ve Kur'an hizmetinde bulunan bir insanın kendisini "racul-ü fâcir" kabul etmesi ne demektir. İ'lâ-yı kelimetullah vazifesi fâcir kimseler için de bir arınma fırsatı sayılır mı?

Dine Hizmet Mazhariyeti

İman ve İslâm çok büyük bir lütuf ve mazhariyet olduğu gibi, iman ve İslâm'a hizmet şuurunun da bu mazhariyetin ayrı bir derinlik ve buudu olduğu ifade ediliyor. Böyle bir mazhariyetin insana yüklediği sorumluluklar ve bu mevzûda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Dinî duygu ve düşüncede derinlik

Fethullah Gülen: Dinî duygu ve düşüncede derinlik

Soru: Dinî duygu ve düşüncede derinleşme ne demektir? Böyle ulvî bir hedefe nasıl ulaşılır?

Cevap: İnsanlarda dinî duygu ve düşünce, öncelikle telkinle başlar, sonra da taklitle benimsenir ve yaşanmaya devam eder. Belki hepimizin mebde-i hayatına inilse, çocukluk dönemine gidilse bir ilmihal bilgisi mahiyetinde Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere imanın yanında kelime-i şehâdet getirmek, namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinin temel rükünlerinin bizlere telkin edildiği, bizim de onları taklitle alıp zamanla benimsediğimiz görülür.

Usûlüddin uleması (kelâmcılar), bu şekilde taklitle kazanılan inancın bile insanı kurtaracağını söylemiş ve bunu ıstılahî ifadesiyle, “Taklidî iman makbuldür.” (Bkz. et-Teftâzâni, Şerhu’l-Mekâsıd 2/264; Mütercim Asım efendi, Merehu’l-meâli fi şerhi’l-Emâlî s.155) şeklinde ifade etmişlerdir. Fakat her ne kadar böyle denmiş olsa da, inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında imanın ayakta kalabilmesi için taklitle benimsenen bu mülâhazaların, daha sonra altlarının doldurularak sağlam bir blokaja oturtulması ve içte hazmedilip sindirilmesi gerekir. Zira taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla elde edilenlerin kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür. Mesela anne babalarımız, bize Allah’ın varlığı ve birliğiyle alâkalı ilk nazarî bilgileri telkin etmiştir. Fakat bizim daha sonra  “Allah birdir.” denildiğinde, kâinattaki her bir nesneden, her bir tekvinî emirden aynı hakikati süzüp çıkartabilmemiz gerekir. Tıpkı bir laborantın laboratuvarda yaptığı tahlil ve tetkiklerle neticeyi ortaya koyma çabası gibi. Bu mevzuda, “Elli defa bunun aksi iddia edilse hakikat budur. Riyaziye-i katiyede iki kere ikinin dört etmesinde belki şüphem olabilir. Ancak imana ait hakikatler bende öyle bir kanaat hâsıl ediyor ki doğruluğunda zerre kadar şüphem yoktur!” diyebilecek şekilde, Richter ölçeğine göre on şiddetinde bir depreme maruz kalınsa bile sarsılmayacak sağlam ve güçlü bir imana sahip olunmalıdır.

Taklitle elde edilenler, ceht ve gayretimize emanet

Peki, bunun için yapılması gerekenler nelerdir? Öncelikle atalarımızdan tevarüs ettiğimiz, yetiştiğimiz kültür ortamıyla elde ettiğimiz ve Allah (celle celâluhu) tarafından tabiatımıza mal edilen bu değerler bir emanet olarak alınmalı, “Aman ha bu değerleri kaybetmeyelim!” düşüncesiyle sık sık zemin yoklaması yapılmalıdır. Onları daha sağlam bir zemine oturtma adına, statik sürekli kontrol edilmeli, “Acaba bu düşünce zemininde bir çatlama, bir kırılma var mı? Varsa onlara karşı ne yapmamız gerekir?” şeklinde arayışlarla iman esaslarını sürekli tahkim peşinde koşulmalıdır.

Bizler çoğumuz itibarıyla Müslüman bir anne-babadan dünyaya gelmiş, Müslümanlığın yaşandığı, minarelerinde gürül gürül Ezan-ı Muhammedî’nin okunduğu, yine camilerinde gürül gürül Kur’ân-ı Kerim’in tilâvet edildiği, vaaz u nasihatlerin yapıldığı bir ortamda neş’et etmişiz. Böylelikle bütün bu hakikatleri nazarî planda elde etme imkânını Allah (celle celâluhu) bizlere bahşetmiş. O hâlde bizim dûnhimmetlik etmememiz, bu önemli kazanımları ilk hâliyle bırakmamamız, daha ileriye taşımak adına sürekli ceht ve gayret içinde olmamız gerekir. Aksi tutum ve davranış ise o emanetlere karşı nankörlük ve saygısızlık demektir.  

Evet Cenâb-ı Hak, bütün bunların nazarîsini lütfetmiş ve onun amelîsini hâsıl etmeyi bizim iradelerimize emanet etmişse, bizim de bu mevzuda ceht ve gayretlerimizle o emanetlerin peşinde koşmamız gerekir.

Tahkike giden yol ve yakîn mertebeleri

Taklitten tahkike giden bu yolda “ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn” kavramları bir projektör vazifesi görebilir.

Şöyle ki, ilme’l-yakîn; ilmin aydınlatıcı tayfları altında eşya ve hâdiseleri analize tâbi tutma; tefekkür yoluyla tekvinî emirlerin hikmet ve mânâlarını süzüp çıkarma ve böylece delil ve burhanlarıyla iman hakikatlerini ispat edebilecek ölçüde bir mârifete erme demektir. Bu şekilde bir okuma, inceleme, tahlil ve terkip; taklitle elde edilenleri teminat altına alma, ehl-i ilhadın atacağı şüphe, tereddüt, vesvese vb. şeylere karşı onları bir sera gibi koruma vazifesi görecektir. Ayne’l-yakîn ise, delil ve burhanlarıyla aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanılan nazarî bilgilerin doğrudan doğruya müşahede edilmesi, insanın bütün latîfelerini o hakikatlere şahit kılması demektir.

Burada üzerinde durulması gereken husus, görmenin bakmadan farklı olduğudur. Eğer siz, doğru bakış açısını yakalayıp bakmanın ötesinde görme mazhariyetine ermişseniz, tabiat içinde dolaşırken çevrenize öyle bir nazar edersiniz ki ağaçtan ağaca koşup onları öpesiniz gelir. Zira onların her birinin çehresinde Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellisini müşahede edip kendinizden geçersiniz. Evet, ayne’l-yakîn ufkuna kapı aralayanlar, her bir varlıkta Cenâb-ı Hakk’ın bin bir tecellisini müşahede eder, yer yer kendilerinden geçer; geçer de duygu ve düşüncelerini Niyâzî Mısrî’nin ifadeleriyle, “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı, / Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı.” şeklinde seslendirmeye başlarlar.

Demek insan kendini terk edince her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerini görmeye başlıyor; başlıyor ve ciddî bir istiğrak, bir heyman, bir kalak hâliyle kendinden geçiyor ve o derya içinde eriyip yok oluyor.

“Sen tecellî eylemezsin, perdede ben var iken / Şart-ı izhâr-ı vücudundur adîm olmak bana!” (Gavsî) beytinde ifade edildiği gibi, insan hakikî vücut karşısında kendi vücudunu erittiğinde, hakka’l-yakîn ufkuna kapı aralamaya başlıyor. Vâkıa, bu anlamda bir hakka’l-yakîn mertebesi dünyada kemâl ile insana müyesser olur mu, bilemiyoruz. Bu hususta İmam Rabbânî Hazretleri, Mektubat’ının bir yerinde bunun mümkün olmadığını söylerken, bir başka yerde ise belli ölçüde müyesser olabileceğini ifade eder. Bu iki mütalâayı beraber değerlendirdiğimizde denilebilir ki, hakka’l-yakînin gölgesi belki dünyada müyesser olabilir ancak asıl hakikati ahirette zuhur edecektir. Zira kudret-i ilâhiyenin, hikmetinin önünde tecellî ettiği yerde, hakka’l-yakîn de hakikatiyle zuhur edecek ve insan kendi ufkuna göre o hakikati bütün buutlarıyla duyup yaşayacaktır.

İstediğini O’ndan isteyen yollarda kalmaz

Ehl-i tahkik, kısaca ifade etmeye çalıştığımız yakîn mertebelerini bazı misallerle izah etmeye çalışmışlardır. Mesela bazıları, bir insanın nazarî olarak, ateşin yakıcı, pişirici, alev hâlindeyken aydınlatıcı olduğunu bilip ona inanmasını ilme’l-yakîn; sobanın içinde kor kesilmiş ateşe nazar ettiğinde onun hem hararet verici, hem de aydınlatıcı olduğunu kendi gözleriyle müşahede etmesini ise ayne’l-yakîn olarak ifade etmişlerdir.  Doğrudan doğruya içerisi ateş dolu sobaya sokulan maşanın âdeta nar gibi kıpkırmızı kesilmesi ve artık ateşten fark edilememesi hâlini ise hakka’l-yakîn’e örnek göstermiş ve akla yaklaştırmaya çalışmışlardır. Bu son noktada artık ne sen var, ne de ben; orada sadece O (celle celâluhu) vardır. O noktada insan “ben” demeye utanır; sadece “Hû” der ve O’nu soluklar.

O hâlde insan, “hel min mezîd/daha yok mu” yolcusu gibi sürekli bir menzilden bir başka menzile koşmalı; çok sık tekrar ettiğimiz bir ifadeyle her meseleyi sohbet-i Cânan’a bağlamalı ve böylece onu her gün yeni bir müktesebatla ele almalı, bir kere daha canlı bir müzakere mevzuu yapmalıdır. “Elhamdülillâh, bugün de Rabbimizi yeniden tanır gibi olduk. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere daha andık ve âdeta burnumuzun kemikleri sızladı. O’nun ismini duyunca, ‘Âh, Sana kurban olayım!’ dedik. Bu tatlı meclisi, ribat duygusuyla bir kere daha ne zaman gerçekleştiririz mülahazasıyla dolduk.” demelidir. Böylelikle insan, ömrünün saniyelerini seneler hâline getirme imkânını elde edebilir. Evet insanın o tatlı demleri, onlara ulaşma arzusuyla yaşaması ve onları hayalinde sürekli canlı tutması, hayatının saniyelerini, sâliselerini, hatta âşirelerini ibadet hükmüne geçirecek ve onu ebediyete namzet kılacaktır. Mademki insan kendisini ebede, Ebedî Zât’a namzet görüyor, Allahu a’lem, onları elde edebilmenin yolu da işte bu mülâhazalara bağlı yaşamakla mümkündür.

Allah (celle celâluhu) bu yolda inayetini bizlere yâr eylesin. İstediğini O’ndan isteyenler, hiçbir zaman yollarda mahrum kalmazlar. Biz de istediklerimizi O’ndan istersek; ama bugün, ama yarın, ama öbür gün taleplerimizi O mutlaka verecektir. Alvarlı Efe Hazretleri, rahat ve sâde bir söyleyişle bunu ne güzel ifade eder:

Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,
Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Dinî hayat ve ciddiyet

Çocuklar hayatımızın fotoğrafı gibidir. Öyleyse onlara ona göre poz vermek lazım. Nasıl olmalarını istiyorsak onlara öyle gözükmeliyiz. Mesela namaz, müslüman için vazgeçilmez, yeri başka hiçbir şeyle doldurulamaz bir ibadettir. Onun için çocukları namaza alıştırma şuur altı beslenme döneminde başlamalıdır. 4 yaşından itibaren namaz kılıyormuş gibi yatıp kalkmalı, tabiatlarının bir yanı haline getirilmeye başlanmalıdır. İlerleyen yaşlarda o "Namazsız olacağıma öleyim daha iyi!" diyecek hale gelmeli veya böyle düşününceye kadar telkine devam edilmelidir.

Soru: Dinî hayatı destekleyen ve canlı tutan “müeyyidât” dediğimiz vesilelerin iki önemli rüknü bulunduğu; bunlardan birinin “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”, diğerinin de “rekâik” olduğu ifade ediliyor. Bilhassa günümüze bakan yönüyle bu iki hususu açar mısınız?

Cevap: Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker, insanların, dinin yapılmasını emrettiği şeylere davet edilmesi, yasakladıklarından da sakındırılması demektir. Hatta Maturidî akidesi ve Hanefî fukahasının yaklaşımıyla ifade edecek olursak o, insanlara aklın güzel gördüğü şeylerin emredilmesi, yine aklın çirkin gördüğü şeylerin ise nehyedilmesidir. Başka bir ifadeyle emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker; iyilik ve güzellik adına ne varsa insanlar arasında yaygınlaşmasının sağlanması, kötülük ve çirkinlik adına ne varsa ondan da insanların vazgeçirilmesi ve korunması demektir.

Farzlar üstü farz bir vazife

Bu vazifenin sistemli ve bütün toplumu kucaklayacak şekilde işlettirilmesi adına Devr-i Risalet-penahi’den itibaren farklı farklı vesileler değerlendirilmiş, hutbeler verilmiş, vaaz u nasihatler edilmiş, ders halkaları kurulmuş ve bu faaliyetler, gelenekler içinde farklı desen ve şiveler kazanarak günümüze kadar devam edegelmiştir. Onun en canlı, can alıcı ve müessir olanları da tekke ve zaviyelerde cereyan etmiştir. Çünkü orada vazife yapan insanlar, büyük ölçüde millete kalblerinin sesiyle seslenmiş, mantıklarının önüne geçen vicdanlarıyla insanların gönüllerinde müessir olmaya çalışmış, latîfe-i rabbâniyenin, sırrın, belki hafî ve ahfânın diliyle onların ruhlarına nüfuz etmiş ve hem Cenâb-ı Hakk’ın esması, hem sıfatları hem de Zât-ı Baht adına muhataplarına çok şeyler ifaza ederek onları hep canlı tutmuşlardır.

Mârufu emretme ve münkerden neyhetme, dinî hayatın dipdiri ayakta kalmasına yardımcı olan önemli bir müeyyide olduğu için, ihmal edildiği zamanlarda dinî hayatta da sönme başlamış ve millet dinî değerlerine karşı yabancılaşmıştır. Belli dönemlerde camilerin kapısına kilit vurulmuş, belli dönemlerde ise camiler kendi fonksiyonlarını kaybetmiş, hutbe ve vaazlarda aktüaliteye girilerek kürsü ve minberin itibar ve müessiriyetine gölge düşürülmüştür. Dolayısıyla da bu önemli müeyyide bir yönüyle paketlenip ambalajlanarak bir yere konulmuş ve “sen biraz burada dur” denilmiştir. Dinî duygu ve dinî düşünce adına kıtlık ve kaht dönemlerine baktığımızda, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker açısından bugün nispeten daha iyi bir durumda olduğumuzu iddia etsek de, Devr-i Saadet günlerine ve Osmanlı’nın bidayetine nazaran hâlâ debelendiğimiz bir gerçektir. Bediüzzaman Hazretleri, asrımızda ihmale uğradığından dolayı “farz der farz” tabiriyle emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesini “farzlar üstü farz” bir vazife olarak ifade etmiştir. (Bediüzzaman, Lem’alar s.53 (Onuncu Lem’a, Birinci Tokat)) Dolayısıyla, günümüzde bu vazife, farzlar üstü bir farz olarak her birimizin omuzları üzerindedir ve yeniden dirilişimiz adına yeri başka bir şeyle doldurulamayacak bir dinamiktir.

Rekâik: Tir tir titreyen kalb inceliği

Rekâike gelince; o da dinî hayatın arızasız kusursuz yaşanması hususunda kalbleri yumuşatacak, insanın ruhunu harekete geçirecek, nazarları ahirete tevcih edecek, hesap ve mizan adına yüreklerde endişe uyaracak ve aynı zamanda onlarda reca duygularını coşturacak hususların anlatılmasıdır. Bu açıdan rekâik; inanan insanlara mahsus farklı bir irşad keyfiyetidir. Onda imana ve İslâm’a müteallik meseleler, hususiyle insanın âkıbetiyle ilgili konular; mesela insanın ölüm meleğiyle karşılaşması, defnedilmesi, kabir azabı, berzah hayatı, mahşer, hesap, mizan, sırat gibi konular ele alınır.

Aynı zamanda önemli bir Hanefî fakîhi olan Ebu’l-Leys es-Semerkandî Hazretleri’nin “Tenbîhu’l-Gâfilîn” adlı kitabı rekâik konusunda önemli eserlerden biri olarak kabul edilir. Eserinde ihlâs, Cennet, Cehennem, mizan gibi konuları ele almıştır. Son bahsinde de şeytanın, Allah Resûlü’yle (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşılaşmasını anlatmıştır. Bu konuları işlerken o, Buharî, Müslim, Nesâî hassasiyetinde senet zincirine dikkat etmemiş olabilir. Aynı durum İmam Gazzâlî’nin İhyâ’sında da söz konusudur. Zira onlar, tergip (teşvik) ve terhip (korkutma) adına zayıf rivayetleri kitaplarına almada bir beis görmemişlerdir.

Bu mevzuda eser kaleme alan İmam Kurtubî Hazretleri daha hassas, daha temkinli ve daha dikkatlidir. Aynı zamanda Mâlikî mezhebinin önde gelen bir fakîhi olan Kurtubî’nin tefsirdeki mahareti de müsellemdir. Onun, insanda hayret uyandıran bir başka yönü de Endülüs’te yaşamış olmasına rağmen, Doğu’da yazılan bütün eserlere vâkıf olmasıdır. Aynı hususiyeti onu gibi Endülüslü olan Ebû Hayyan’da da görmek mümkündür. Onlar, İslâm Dünyası’nın batısında yaşamalarına rağmen, Orta Asya, Şam, Mısır, Medine ve Bağdat gibi farklı İslâm beldelerindeki eserlere ulaşmışlardır. Onların bu gayret-i diniye ve imaniyelerini hayret ve hayranlıkla takdir etmemek mümkün değildir.

Bugüne kadar daha pek çok âlim, dinî hayatın ayakta durması adına önemli bir müeyyide olan rekâike dair mevzuların üzerinde durmuş ve bu konuda eserler telif etmiştir. Ne var ki bunların gönüllerde mâkes bulması ve ruhlarda tesirli olması için, öncelikle muhataplarda sağlam bir imanın mevcut olması gerekir. Çünkü insanlar, imanda ne kadar ileri gider ve yakinin mertebelerinde ne kadar terakki ederlerse, o ölçüde söylenen ve yazılanları kabul edecek, mesâviye kapanacak ve ibadet ü taate karşı aşk u iştiyak içinde bulunacaklardır. Hiç şüphesiz dinî meselelere karşı bu ölçüde hassasiyet kazanmış olan insanların, bahsedilen müeyyideler karşısındaki tavırları çok farklı olacaktır. Aksi takdirde söylenilen sözler, tunçtan bir duvara toslayacak ve muhataplarda tesir icra etmeyecektir.

Akıbetinden endişe eden gerçek mü’min

Bu noktada bir fikir vermesi açısından, yaşadığım bir iki hâdiseyi size nakletmek istiyorum. İlk defa kendi köyümüzde vaaz ettiğimde on beş-on altı yaşlarındaydım. Bugünden o günlere bakınca hayret ediyorum; o köylüler ne terbiyeli, ne alçak gönüllü insanlarmış! Babam, dedem yaşındaki insanlar, kendilerinden çok küçük yaşta olan birisini dinliyorlardı. Onlara öğle vaazında Tenbihu’l-Gâfilîn’den, ikindi vaazında da Dürretü’l-Vâizîn’den ders yapıyordum. Yerine göre Beyzâvî gibi eserlerden de istifade ederek Kur’ân âyetlerini tefsir ediyor, yer yer de menkıbe ve kıssalara yer veriyordum. Akşamları da İbrahim Halebî Hazretleri’nin Gunyetü’l-Mütemellî fî Şerhi Münyeti’l-Musallî’sinden fıkha dair meseleleri arz ediyordum.

Tenbihu’l-Gâfilîn’den ihlâs konusunu anlatmaya başlamıştım. Demek ki cemaat, derin bir muhasebe duygusuyla öyle sıkılmış, öyle bunalmış ki içlerinden bazıları, “Yahu kim bunu bu seviyede götürebilir ki!” demişti. Ellili yılların Osmanlı nesliydi onlar. Dinî hayatın yaşanmaması için âdeta tepelerine balyozlar inmesine ve üst üste travmalar yaşamış olmalarına rağmen o günkü dinî telâkkinin bakiyyesiyle meseleyi bu şekilde algılamaları hayret vericidir! İhlâs mevzuundan sonra Cehennem bahsine geçmiştim. Bir gün, iki gün derken içlerinden bazıları hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Bir gün camiden çıkarken hâlâ isimlerini unutmadığım bir iki insan yanıma sokulmuş, “Hocam, Allah aşkına, Allah’ın bir de Cennet’i yok mu? Bittik biz!” demişti. Üzerinden elli seneden fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen bu durumu hiç unutmam ve hâlâ o zatların hâlleri gözümün önünde tüllenir. Daha sonraki yıllarda büyük camilerde vaaz ederken bile o kalabalıklar içinde meseleleri bu ölçüde engin bir vicdanla karşılayan çok az insana rastlamışımdır.

Demek ki algılama çok önemlidir. Eğer meseleyi böyle algılamıyorsanız, hâlâ işin kenarında köşesinde duruyorsunuz demektir. Bu açıdan rekâike dair mevzuların insanda bir tesir icra etmesi için, insanın söylenilen sözleri üzerine alması ve kendisine söyleniyor gibi dinlemesi gerekir. Mesela Cennet’ten bahsedilirken, onun kendisi için de her zaman mukadder olabileceğini düşünme; Cehennem’den söz açıldığında, kendisinin de buna maruz kalabileceğini düşünüp ürperme; konu ihlâsa geldiğinde, amellerini gözden geçirip gizli şirk olan riyaya düşmüş olabileceği mülâhazasıyla tir tir titreme çok önemlidir. Aksi takdirde hikâye anlatıyor gibi birileri konuşacak, menkıbe dinliyor gibi diğerleri de dinleyecekse, ne rekâike başvurmanın ne de bu türlü konularla meşgul olmanın faydası görülür.

Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), gerçek inanmış bir insan tipidir. O, hep akıbetinden korkmuştur. Zira akıbetinden korkmayanın akıbetinden korkulur. Aynı anlayışla Hazreti Ömer de (radıyallâhu anh) akıbetinden hep endişe etmiştir. Yine Kûfe’deki Nehaî mektebinin önemli imamlarından birisi olan Esved İbn Yezîd en-Nehaî, vefat ederken çok korkar, yüzünde takallüsler oluşur ve hâlden hâle, renkten renge girer. Onun başında bulunan Alkame İbn Kays sorar, “Ne o, günahlarından mı korkuyorsun?” O, acı acı tebessüm eder de, “Ne günahı! Kâfir olarak ölmekten korkuyorum.” der. (Bkz.: Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/103-104; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 4/52.) İşte akıbetinden endişe eden gerçek bir mü’min!

Lezzetleri acılaştıran ölüm

Rabıta-i mevt de rekaikle alâkalı üzerinde durulması gerekli olan konulardan biridir. Rabıta-i mevt, ölümü ve ötesini düşünmek, kabrin vahşet ve yalnızlığını akla getirmek, ahiret güzergâhında insanı bekleyen tehlikeleri hatırlamak ve her an ölüm geleceği mülâhazasıyla yaşamaktır. Farklı bir ifadeyle rabıta-i mevt, “Nasıl olsa ben daha gencim. Yirmi yaşında olduğuma göre önümde belki altmış sene var. Çünkü seksene kadar yaşayanlar var.” şeklinde düşünüp yaşama değil de, ölümü ne zaman geleceği belli olmayan bir misafir gibi görme ve buna göre hazırlık yapma demektir. Nitekim bir Arap şâiri de, “Ansızın gelip çarpar ölüm; kabir ise amel sandığıdır.” (İbn Hacer, el-Münebbihât s.4) demiştir ki buna göre insan, o güne kadar ne kazanmışsa, oraya götürdüğü çeyizi olacaktır.

Böyle bir duygu, ahirete hazırlanma adına çok önemlidir. Çünkü insan, dünyada emin bir yolda, bir şehrahta yürümemişse, ahiret adına da onun için güzergâh emniyeti söz konusu değildir. Dolayısıyla da o, ahirette çok tehlikeli bir yolda yolculuk yapmak mecburiyetinde kalacaktır. Bu açıdan rabıta-i mevt, insanı her an ölümle irtibat içinde bulundurup, ona kabir ötesi şeyleri düşündüreceğinden değerlendirilmesi gereken önemli bir husustur.

On ikinci notada ifade edilen mülâhazalara bakılacak olursa Hazreti Bediüzzaman’ın Risale-i Nurlar’ı yazmadan evvel bu mevzuda nasıl bir duyarlılık yaşadığı görülür. Orada nefsine söylemedik söz bırakmaz. (Bkz.: Bediüzzaman, Lem’lar s.160-162 (On Yedinci Lem’a)) Aslında Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Abdulkadir Geylânî ve Hasan el-Basrî Hazretleri’nin kendilerini sorgulama istikametinde ortaya koydukları münacatlarına bakıldığında, onların da aynı duyguları paylaştıkları görülür.

Malum olduğu üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) belli bir dönemde, ihtimal kabirlere karşı yakışıksız değerlendirmelerde bulunulduğundan dolayı, mü’minleri kabir ziyaretinden men etmiştir. Fakat bir süre sonra bu yanlış telâkki yıkılıp gidince, “Ben, sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Şimdi kabirleri ziyaret edin, o ahireti hatırlatır.” (Tirmizî, cenâiz 60; Ebû Dâvûd, cenâiz 75) buyurmuştur.

Hâsılı, ister “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” vazifesinin yerine getirilmesi, isterse “rekâik”e dair konuların sürekli hatırlatılması, vücuttaki atardamar ile toplardamar gibidir. Nasıl ki kılcallara kadar tüm vücudun canlılığı bunlara bağlıdır. Aynen öyle de dindeki canlılığın mevcudiyetini sürdürmesi bu iki müeyyidenin yerine getirilmesine bağlıdır. Çünkü insan, bu sayede kendi akıbeti üzerinde yoğunlaşacak hüşyar bir kalbe sahip olacak, her adımını temkin ve teyakkuz içinde atacak ve hayatının her ânını muhasebe duygusu içinde geçirecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Dinin Temel Meseleleri

Soru: Bediüzzaman Hazretleri’nin “talim-i nazariyattan ziyade tezkir-i müsellemata ihtiyaç var (Teorik şeyler öğretmekten ziyade, herkesin kabulü olan şeylerin hatırlatılmasına ihtiyaç var).” sözünü nasıl anlamalıyız?

Cevap: Hz. Pir bu sözüyle biraz da yaşadığı dönemin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, dinî meseleler etrafında nazariyeler üretme ve bunlarla meşgul olma yerine, dinin muhkematı ve temel disiplinleri üzerinde durulmasının daha faydalı olacağını ifade etmiştir. Mesela Allah’ın (celle celâluhû) varlığı ve birliği, nübüvvet hakikati, haşre iman, ilahî kitaplara inanma gibi itikadî esaslar veya namaz kılma, zekât verme, oruç tutma ve hacca gitme gibi amelî hükümler dinde müsellem olan hakikatlerdir. Müslümanların asıl yoğunlaşmaları gerekli olan alan da bunlar olmalıdır. Farklı vesileleri değerlendirerek sürekli bu hakikatler üzerinde durmalı, farklı argümanları kullanarak zihinlerde oluşan şüpheleri izale etmeli ve bunların her birisini sarsılmaz birer hakikat olarak ortaya koymalıdırlar.

Hatta meseleyi sadece imanın erkânı ve ibadetlerle sınırlamak da doğru olmaz. Kur’ân ve Sünnet’in ferdî, ailevî ve içtimaî hayata dair koyduğu pek çok hüküm vardır. Bize düşen, bütün bu hükümleri hikmet ve maslahatlarıyla birbirimize hatırlatmak ve anlatmaktır. Zira Müslümanlar, müsellemat dediğimiz İslâm’ın bu temel hükümlerine bağlı kaldıkları takdirde hem dünya hayatları düzene girecek hem de ahiretleri kurtulacaktır. Yoksa sırf ilimle meşgul olacağım diye doğrudan dünyevî ve uhrevî bir faydası olmayan bir kısım teorilerle uğraşmak, yeni nazariyeler geliştirmeye çalışmak ve bunlarla müteselli olmak isabetli bir yol değildir. Doğrudan günümüz insanlarının problemlerine çare olmadıktan sonra, sırf ilmîlik adına oturup belirli meseleler üzerine kafa yormanın, onlar hakkında teoriden öteye gitmeyen bir kısım fikirler üretmenin kimseye bir faydası yoktur.

Öte yandan Üstad Hazretleri, bu sözüyle aynı zamanda kendi mesleğinin esasını ifade etmiştir. Zira o, dinin usûlünden fürûuna kadar pek çok meselenin ihmale uğradığı bir zamanda yeniden bunların ihyasına koyulmuştur. Kendi ifadesiyle asırlardır rahnedâr olan bir kalenin tamiriyle uğraşmıştır. Zira ona göre öncelikli olarak yapılması gereken şey, tahrip edilen değerlerin yeniden tamir edilmesidir. Dolayısıyla o, böyle önemli bir vazife dururken birilerinin, pratikte bir faydası olmayacak nazarî bir kısım meselelerle meşgul olmasını doğru bulmamıştır. Himmetlerin, sağa sola değil, yıkılan kalenin yeniden onarılmasına harcanması gerektiğini ifade etmiştir.

Nasıl ki kalede çatlaklar bulunduğu sürece, henüz onları tamir etmeden nakış ve süslemelerle meşgul olmak doğru değilse temel değerlerde sarsıntı ve kırılma yaşandığı bir dönemde, bu problemleri halletmeden âfâkî meselelerle meşgul olmak da aynı şekilde doğru değildir. Üstelik muhkemat ve müsellematla ilgili meselelerde yaşanan kırılmaların, daha başka meseleleri de etkileyeceği ve neticede dine ait bütün değerlerin gümbür gümbür yıkılacağı muhakkaktır. Bu sebeple himmetin, müsellemat-ı diniyeyi tahkim etmeye sarf edilmesi gerekir.

Bu yapılırken de günümüzün şartları mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Binanın inşaatına başlamadan önce statik çok iyi hesap edilmeli ve blokaj çok iyi hazırlanmalıdır ki muhtemel bir kısım yıkımların önü alınabilsin. Eğer içinde yaşadığımız zaman doğru okunamaz ve dinî meseleler buna uygun ele alınamazsa “tezkir-i müsellemat”ın, yani dinin temel meselelerinin hatırlatılmasının da bir faydası olmayacaktır.

Tecdit Ruhu

Tecdit; dinin, içinde yaşanılan zamanın şartlarına göre ele alınıp yeniden yorumlanmasıdır. O, meselenin aslıyla oynama, aslını değiştirme veya deforme olmuş bir şeyi yeniden reforma tâbi tutma değildir. Bilakis o, zamanın geçmesiyle renk ve desenini kaybetmiş bir hakikatin yeniden aslî hüviyetine kavuşturulmasından, asıl mahiyetiyle bir kere daha ikame edilmesinden ibarettir.

Bunu bir açıdan antik eserlerin restore edilmesine benzetebiliriz. Bu işle meşgul olanlar, o eserleri en ince detaylarına varıncaya kadar onarıyor ve yeniden aslî hüviyetlerine kavuşturuyorlar. Bunu yaparken söz konusu eserin ne nakışlarını bozuyor, ne mukarnaslarına zarar veriyor, ne de vitray ve arabesklerini tahrip ediyorlar. Bilakis onu, bütün parçalarıyla yeniden aslına döndürüyorlar. Aynen bunun gibi insanlar nazarında önem ve anlamını yitiren müsellemat-ı diniyenin de yeniden gözden geçirilmesine ve vazediliş gayesine uygun şekilde bir kere daha insanların nazarına sunulmasına ihtiyaç vardır. Bir yönüyle buna tecdit diyebiliriz.

Tecdit ile reformu birbirine karıştırmamak lazım. Dinde reform düşüncesi, bir lüks ve fanteziden ibarettir. Mesela tarihselcilik adı altında İslâm’ın pek çok muhkem hükmünü geçersiz kılma çabaları böyle bir fantezinin neticesinde ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde İslâm’ın bazı meselelerini sırf muhataplara kabul ettirebilme veya şirin gösterebilme adına değiştirmeye ve çarpıtmaya çalışmak da ayrı bir fantezidir. Maalesef günümüzde çok sayıda insan böyle bir lüksün ardından koşuyor. Hâlbuki İslâmî esaslarda ve disiplinlerde bugüne kadar herhangi bir deformasyon söz konusu olmamıştır ki onları reforma tâbi tutmadan bahsedilsin.

Din her zaman ter ü tazedir. Eskiyen, insanların zihinleridir, düşünceleridir. İnsanlar, duygu ve düşünceleri itibarıyla renk atıp solmadıkları sürece, dinin emirlerini yeni gökten inmiş gibi duyup hissedebilirler. İşte bu yetilerini kaybetmiş insanlara, inanılması ve yaşanması gereken değerleri bir kere daha arz etme, bunu yaparken mutlaka çağın idrak ve yorumunu arkaya alma işine tecdit, tecdit vazifesini üstlenen kimseye de müceddit diyoruz.

Farklı bir ifadeyle tecdit, aslına dokunmadan sadece formatlarıyla oynayarak dinî hakikatleri kendi tazelik ve canlılığıyla bir kere daha insanlara duyurmak demektir. Bazıları İslâm tarihinde ilk müceddit olarak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i sayar, arkasından Ömer b. Abdülaziz’i gösterirler. Sonraki dönemlerde ise Hz. Pîr-i Mugân’a kadar İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Mevlâna Halid el-Bağdadî gibi pek çok zat tecdit hareketlerinin temsilcisi olmuşlardır.

Zamanın geçmesiyle, âdet ve alışkanlıkların galip gelmesiyle insanlar dinin nezih atmosferinden uzaklaşabiliyor. Dinin en muhkem meselelerine karşı dahi ülfet ve ünsiyet hâsıl olabiliyor. Gafletin galebe çalmasıyla bir kısım dinî hassasiyetler kaybolabiliyor. Hatta dine bakışta ve dinî meseleleri algılayışta bir takım çarpıklıklar ortaya çıkabiliyor. İşte bu yüzden tıpkı Hz. Pir’in yaptığı gibi dinî meselelerin mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun bir şekilde yeniden ortaya konulması, onların yeni bir şive ve farklı bir desen ile bir kere daha insanların nazarına arz edilmesi, arz edilip bu hakikatlere karşı insanların ruhunda yeni bir heyecan uyarılması en öncelikli vazife hâline geliyor.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ahir zaman âlameti olarak ifade ettiği üzere günümüzde zaman büzüldü, mesafeler daraldı. Yaşadığımız çağ, sürat çağı. Böyle bir çağda yapılması gerekli olan dine ait vazifelerin daha hızlı yerine getirilmesi, dava-i nübüvvetin varisleri için ayrı bir önem arz ediyor. Bunun için de ortak aklın kullanılması, kolektif şuura başvurulması ve bulunulan zamanın ruhunun kavranması şarttır. Herkes kendine düşen vazife ve sorumlulukları layıkıyla yerine getirebilme adına elinden geleni yapmalıdır. Gerekirse think-tank kuruluşları tesis ederek geleceğe dair sağlam plan ve projeler oluşturulmalı, yüz senede yapılacak işleri on seneye sıkıştırmanın yolları aranmalıdır. Teşriî hükümlerin yanında tekvinî emirler de çok iyi okunmalı, yerinde kullanılmalı ve yakalanması gerekli olan hız yakalanmalıdır. Esaret altına alınmış koskocaman İslâm dünyasının yeniden derlenip toparlanması ve asırlardır dumura uğramış zihinlerin yeniden canlanması adına bunlar çok önemli gayretlerdir.

Diriliş Çağrısı ve Yaşatma Mefkûresi

Soru: Enfal Sûresi'nin 24. ayetindeki diriliş çağrısı hangi hususlara işaret etmektedir? "Ba'sü ba'del mevt kahramanları" bu ilahî daveti nasıl anlamalı ve ona icâbet mevzuunda neleri nazar-ı itibara almalıdırlar?

"Diriliş", canlanmak, kuvvet kazanmak ve hayata ermek gibi manalara gelmektedir. Son dönemde daha ziyâde Sezâi Karakoç Bey'le anılagelen "diriliş" kelimesine mukabil, Merhum Necip Fazıl genellikle "ba'sü ba'del mevt" tabirini kullanmıştır. "Ba'sü ba'del mevt", öldükten sonra tekrar dirilme demektir ve "âmentü"nün esaslarından biridir. Bildiğiniz gibi "âmentü" ifadesi, "imân ettim" demek olup, iman esaslarını "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, rasûllerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şer her şeyin Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasıyla meydana geldiğine inanmak" şeklinde özetleyen sözün özel ismidir. Bu sözün sonunda "Vel ba'sü ba'del mevti hakkun" denilerek öldükten sonra dirilişin de bir hakikat olduğu vurgulanmaktadır. Bundan dolayı da, bu tabir, bütün mü'minlerin duyduğu, âşina olduğu ve bildiği bir tabirdir. Ayrıca, diriliş ve "ba'sü ba'del mevt" ifadeleri, tamamen yok olmuş gibi görünen bir şeyin yeniden hayatiyet kazanmasını ve kimliğini yitiren, kendi değerlerinden uzaklaşan bir kimsenin ya da bir milletin tekrar özüne dönmesini anlatmak için de kullanılmaktadır.

İnsanların ahirette mü'mince dirilmelerinin ve ebedî saadet va'deden bir hayata mazhar olmalarının teminatı, daha dünyadayken iman açısından diri olmaları ve hep canlı kalmalarıdır. Kendilerine bahşedilen hayat nimetinin kıymetini bilemeyenler, kalp ve ruh ufku itibarıyla hep ölü gibi yaşayanlar ve koskocaman bir ömrü heder edenler, haşir meydanına da cansız, ruhsuz, bitkin ve perişan bir halde getirileceklerdir. Burada diriliş şerbeti yudumlayanlar ise, ötede de sonsuz huzurun ilk adımı sayılan bir ba'sü ba'del mevte mazhar olacak ve dinç, zinde, canlı insanlar olarak Cennet'e yürüyeceklerdir. İşte, ötedeki o diriliş, daha buradayken Allah ve Rasulü'nün davetine icabet ederek canlanmaya ve Cenâb-ı Hakk'a karşı sürekli teveccühte bulunarak hep diri kalmaya bağlıdır.

İlahî Davet

Nitekim, Allah (Tebâreke ve Teâlâ), soruda işaret ettiğiniz ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ya eyyühellezîne amenüstecîbû lillâhi ve lirrasûli izâ deâküm limâ yühyîküm va'lemû ennellâhe yehûlü beynel-mer'i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn - Ey iman edenler! Size hayat verecek hakikatlere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlü'ne icâbet edin. Bilin ki, Allah insan ile kalbi arasına bir sütre gerer (dilediği takdirde arzusunu gerçekleştirmesini önler) ve yine bilin ki, siz dönüp O'nun huzurunda toplanacaksınız." (Enfal, 8/24)

Bu ilahî beyanda ilk dikkat çeken husus, "Allah'a ve Rasûlü'ne icâbet edin" denilerek Cenâb-ı Hakk'ın ism-i şerifinin yanı sıra Peygamber Efendimiz'in de anılmasıdır. Aslında, burada Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) teşrîfen ve tekrîmen zikredilmiş; böylece bir kez daha O'nun Hâlık-ı kâinat nezdindeki kıymetine vurguda bulunulmuştur. Zira, davet birdir ve Allah'a aittir. Zaten, ayet-i kerimede hem Cenâb-ı Hakk'a hem de Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'e icâbet istendiği halde, davet fiili tesniye (bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi) sigası ile değil de müfret (tekil) olarak getirilmiştir.

Rasûl-ü Ekrem'e İcâbet

Evet, diriliş çağrısının asıl sahibi Hazret-i Vâhibü'l-hayat'tır; Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü's-salâti ve etemmü't-teslimât) ise, o davetin dellalı, duyurucusu, tebliğcisi ve tercümanıdır. Allah Rasûlü, nübüvvetinin gereği olarak bize her şeyden önce Cenâb-ı Hakk'ı zât-sıfât-esmâsıyla tanıtmış ve O'na karşı içimizde sorumluluk duygusu uyarmıştır; bu yönüyle o, bilinmezleri bildiren, idrak edilmezleri ruhlarımıza duyuran bir tarif edici ve bir muallimdir. Aynı zamanda, dinî hükümleri tebliğ, insanî değerleri talim ve ahlâkî esasları temsil yanı itibarıyla da, o, muvazzaf bir müşerri'dir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Kurân'ın mübhem kısımlarını tefsîr, mücmel yerlerini tafsîl, mutlak olan hükümlerini takyit, umumî olan kısımlarını da tahsîs etme gibi hususiyetleriyle tam bir kanun koyucudur.

Şayet, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun bu tercümanlığı ve teşrîi olmasaydı, biz kendi idrak ve anlayışımızla hiçbir dinî emri eksiksiz olarak anlayamaz ve uygulayamazdık. Mesela, Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de defaatle "namaz kılın" demiştir; fakat, namazın nasıl kılınacağını, tekbirin nasıl alınacağını, kıyamda ne yapılacağını, kıraat anında ne okunacağını, rükûa nasıl gidileceğini ve nasıl secde edileceğini ayrıntılı olarak anlatmamıştır. Bu meselelerin tafsilâtını, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'e bırakmıştır. Bu itibarla da, onun bu mevzuudaki şerh ve izahları olmasaydı, her zamanki mükellefiyetimiz olan namaz gibi bir ubudiyette bile şaşırır kalırdık. Ne zekâtı, ne nisâbı ve ne de edâ keyfiyetini kavrayabilirdik. Sünnet-i seniyyedeki ayrıntılı bilgiler olmasaydı, Kur'an'da mücmel olarak zikredilen oruç ve hac gibi diğer ibadetleri de tam olarak bilemez, noksansız eda edemezdik. Allah Rasûlü, ayet-i kerimelerde umumî olarak zikredilen miras hükümlerini anlatırken, peygamberlerin mallarının miras olmayacağı ve katlin mirastan mahrumiyete sebebiyet vereceği gibi hususları tahsîs etmeseydi bu hükümleri de öğrenemezdik. Bu arada, yırtıcı hayvanların etlerinin haram edilmesi gibi Kur'ân-ı Kerim'in tek kelime ile dahi temas etmediği meseleler de vardır ki, Allah Rasûlü'nün teşrii olmasaydı onları hiç bilemezdik.

Bu itibarla, davet tek ve Cenâb-ı Hakk'a ait olduğu halde, "Allah'a ve Rasûlü'ne icâbet edin" denilerek, bir yönüyle Peygamber Efendimiz'in de müşerri' olduğuna ve ilahî mesajın bize onun tarafından ulaştırıldığına işaret edilmesi pek latîftir.

Sonsuz Saadetin Vesileleri

Ayetin devamında "izâ deâküm limâ yühyîküm - Size hayat verecek hakikatlere sizi çağırdığı zaman.." ifadesi yer almaktadır. Buradaki "lâm" edatı, lâm-ı âkıbet kabul edilecek olursa, bu söz "Netice itibarıyla Allah'ın sizi ihyâ etmesi, ba'sü ba'del mevte erdirmesi ve dirilişe ulaştırması için bu çağrıya icabet edin!" manasına gelmektedir. Mü'minlerin yeniden dirilmesine ve canlanmasına vesile olacağı söylenen ve ötede de onları ebedî bir mutluluğa kavuşturacağı îmâ edilen hayat kaynağı, müfessirler tarafından İslam, Kur'an, dini ilimler ve salih amel olarak tefsir edilmiştir. Evet, Allah ve Rasûlü, mü'minleri İslam dinine, Kur'an'ın ulvî hakikatlerine, kâmil imâna, i'lâ-yı kelimetullah davasına, insanlığı kullara kul olmaktan kurtarıp sadece Allah'a kul yapmaya ve Allah'ın bahşettiği insanlık şerefine yakışır şekilde yaşamaya davet etmektedir. İnananlar ancak böyle bir hayat sayesinde kalp ve ruh dünyası açısından diri kalabilecek ve gerçek hayat çizgisine ulaşmış olacaklardır.

Ayrıca, insanların bu dünyada ba'sü ba'del mevte ermeleri ahirette de diri olmalarının teminatıdır. Bu itibarla, burada Allah'ın davetine icâbet ederek dirilenler, öbür tarafta da diriliğin neşvesini tâ iliklerine kadar duyacaklar.. duyacak ve hesap defterlerini sağ taraflarından alarak neşelenecek; herkese "İşte defterim! Buyurun okuyun, inceleyin! Zaten ben hesaba çekileceğimi biliyordum!" deyip ahiret azığı hazırlamış olmanın inşirahını yaşayacaklar. Sonra da, serâpâ mutluluk olan bir hayata nail olacaklar. Göz ve gönül okşayan Cennet bahçelerinde, dallarından olgun meyveler sarkan ağaçların gölgesinde eğlenip dururlarken kendilerine şöyle denilecek: "Geçmiş günlerinizde yaptığınız güzel işlerden dolayı afiyetle yiyin, için!" Dahası, her adımda yeni bir ihsanla karşılaşarak Rıdvan'a mazhariyetin eşsiz lezzetini yudumlayacak; o an bütün hisleriyle coşacak ve davete icâbetin ne tatlı bir âb-ı hayat olduğunu anlayacaklar.

Ebedî Ölüm Mahkumları

Hakk'ın çağrısına koşmayanlar ise, asla dirilişe eremeyecek, hayatın gerçek tadını hiç zevkedemeyecek ve mü'min insan olma ufkunun çok dûnunda bir ömür sürerek, kendilerine bahşedilen ilk mevhibeleri de heder etmiş birer müflis olarak göçüp gidecekler. Gidecekler ama dünyada ruh ve mana itibarıyla sağır, dilsiz ve kalpsiz oldukları için ötede de nihayetsiz bir ölüm haline maruz kalacaklar. Ba'sü ba'del mevti yeni bir azabın başlangıcı olarak hissedecek ve ölümü bütün dehşetiyle her an bir kere daha bir kere daha duyacaklar. Allah'ın davetine kulak vermeyen ve Rasûl-ü Ekrem'in çağrısına icâbet etmeyen kimselerin ölü kalpleri İsrafil'in Sûruyla bile dirilmeyecek. Sûr sesi onlar için bin bir pişmanlığın ve iç içe korkuların başlama işareti gibi olacak.

Diriliş çağrısına kulak tıkamış ve ebedî ölüme mahkum olmuş talihsizler, hesap defterlerini sol taraflarından alır almaz, "Eyvah! Keşke verilmez olaydı bu defterim! Keşke hesabımı hiç bilmeseydim! N'olurdu, ölüm her şeyi bitirmiş olaydı! Servetim, malım bana fayda vermedi! Bütün gücüm, iktidarım yok olup gitti!" diyecek ve inim inim inleyecekler. Hususiyle berzah hayatları hep bir ebedî ölüm mülahazasıyla ızdırap içinde geçecek. Daha sonra da, Cehennem'e yuvarlanacakları için onlar ölümden beter bir duruma düşecek ve "Keşke toprak olsaydım!" temennisiyle dövünüp durucaklar.

Hazreti Üstad'ın da ifade ettiği gibi, ahirete inanmayan kimseler aile fertlerine ve sevdiklerine karşı hissettikleri şefkat, muhabbet ölçüsünde ve içlerindeki yaşama hırsı nisbetinde elîm endişeler ve azaplar çekerler. Dünyada çok rahat ve bolluk içinde yaşasalar bile, sevdiklerinden ayrılığı ve ölümü düşündükçe, bir anda o geçici ve sözde cennetleri cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle kendilerini avuturlar. Başını kuma sokup avcıdan gizlenmeye çalışan devekuşu gibi, onlar da başlarını gaflete sokarlar, tâ ki ölüm ve ayrılık acısı onlara ulaşmasın. Onlar, çok mühim bir hakikat olan ebedî hayatı inkar ettiklerinden ve sürekli ölüm korkusuyla yaşadıklarından dolayı, "Ceza, yapılan işin cinsine göre verilir" fehvâsınca, ötede de hep bir yok olma salonunda bekliyorlarmış gibi kahreden bir endişeyle dolacak ve o yok olma ızdırabını vicdanlarında derinlemesine duyacaklar. Dünyadayken, ölüm ve ayrılık korkusunu gafletle, dalaletle, eğlencelerle ve sarhoşlukla kısmen bastırabilirler; gaflet uykusuna dalarak korku ve endişe hissini baskı altına alabilirler. Fakat orada ayandan sonra ayan olmayacak, beyandan sonra beyan bulunmayacak; her şey gerçek keyfiyetiyle ortaya çıkacak ve insanların önüne dökülecek. İşte o zaman dünyada birer ölü görüntüsü sergileyenler, ölümü, ebedî azabı ve yok olmayı çok derince duyacaklar. Her an dibi olmayan bir kuyuya atılacaklarmış gibi bir hisle kıvrım kıvrım kıvranacak ve sonsuza kadar hep tepetaklak gideceklermiş gibi bir hisle iki büklüm olacaklar. Böylece, bir manada ebedî ölüme mahkum edilecekler ve diriliş neşvesini asla bulamayacaklar.

Kalbin Önündeki Karanlık Perdeler

Ayet-i kerimenin sonunda "va'lemû ennellâhe yehûlü beynel-mer'i ve kalbihî - Bilin ki, Allah insan ile kalbi arasına bir sütre gerer" denmektedir. Yani, bazen kalp ile Zât-ı Uluhiyete ait tecellîler arasına bir sütre çekilir; bir haylûlet vâkî olur, araya bir perde gerilir. Aslında, irşaddan beklenen gaye de, araya girmesi muhtemel olan o perdeleri, sütreleri kaldırmak ve herhangi bir haylûlete fırsat vermemektir; gönülleri Hakk'a uyarmak, insanların Allah'a ulaşmasına engel sayılan mâniaları bertaraf ederek duygu ve düşünceleri Hak'la buluşturmak ve Hak'la tanışık ruhların da, O'nunla münasebetlerinde daha bir derinleşip yükselmelerine vesile olmaktır. Fakat, bazen irşad hedefine ulaşmaz ve insan bir kısım engellere takılıp kalır. Cenâb-ı Hak, ona kalbinden, kalbine de ondan daha yakın ve hâkimdir. Murat buyurursa, kulunun aklını elinden alır, onun bütün şuurunu yok eder. Onu kendi kendini duymaz ve kendi kendinin farkına varmaz hale getirir.

Allah'a ve ahirete inanmayan kimseler için mütemâdî bir haylûlet söz konusudur; yani, onlar bazen kibirlerinden, bazen bakış açısındaki inhiraflarından, bazen zulümlerinden, bazen ataları körü körüne taklit gibi başka bir hastalıklarından ve bazen de Zât-ı Uluhiyete bedel –hâşâ– başkalarını ilah ittihaz ettiklerinden dolayı hak ve hakikate asla ulaşamazlar. Dolayısıyla onlarla ilahî tecellîler arasında mütemâdî bir perde, aşılması zor bir engel vardır. Bu itibarla, onlar, kalplerinde sürekli hüsûf ve küsûf yaşarlar ve Zât-ı Uluhiyet hakikatını hiçbir zaman vicdanlarında duyamazlar.

Mü'minler de muhtemel bir hayluletten ve çeşitli manilerden bütün bütün emin değillerdir; onlar da tehlikeli bir zeminde bulunmaktadırlar. Şayet sürekli uyanık olmaz ve her zaman tetikte durmazlarsa, kalbe hücum eden vesveselerden sakınmaz ve Allah'la münasebetlerini sağlam tutmazlarsa herhangi bir hata, gaflet veya dehşet anında gönlün başka taraflara yönelmesi ve Hak ile kalp arasına bir perde gerilmesi her zaman onlar için de söz konusudur.

Ey Kalpleri Evirip Çeviren Allah'ım!

İşte, o perde bir kere gerildi ve ilahî tecelliler kesildi mi, artık insan iman ile küfür arasındaki uçurumu farkedemez hale düşebilir. Nitekim, Hazreti Enes (radiyallahu anh), Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'e, "Ya Rasûlallah, biz Sana ve Senin getirdiğin bütün hakikatlere iman ettik; buna rağmen hâlâ bizim hakkımızda endişelerin var mı, akıbetimizden korkuyor musun?" dediğinde, Şefkat Peygamberi'nin cevabı şöyle olmuştur: "Evet, çok korkuyorum; zira, kalpler Rahman'ın iki (kudret) parmağı arasındadır; O, onları dilediği gibi yönlendirebilir."

Evet, günah ve isyanlar neticesinde insanın kalbinin kararması ve gönlün Zat-ı Uluhiyetten gelen tecellilere karşı kapanması çok kötü bir akıbettir. Bu akıbetin fenalığını idrak edebilen bir kulun ürpermemesi, tir tir titrememesi ve o kötü sona dûçar olmamak için Cenâb-ı Hakk'a yalvarıp yakarmaması mümkün değildir. Kâinatın Efendisi'nin hemen her dua edişinde "Allahümme yâ mukallibe'l-kulûb, sebbit kalbî alâ dînike - Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım! Kalbimi dininde sabitleyip perçinle." yakarışına da yer vermesi bu idrakten olsa gerektir.

Aslında, Masum Nebi (aleyhissalâtü vesselam) kendi kalbinin hak din üzere sabit olması için bu şekilde dua ediyorsa ve Allah'ın rızasına mazhar oldukları ayât-ü beyyinâtla müjdelenen Ashab-ı güzîn hakkında bile endişesini dile getiriyorsa, bizim de kendi akıbetimizden çok korkmamız icap eder. Allah korusun, biz de her an bir hüsuf ya da küsuf yaşayabiliriz; ayın veya güneşin tutulduğu gibi bazı günahlar da kalbimiz ile ışık kaynağımızın arasına girip bizi karanlıkta bırakabilir. Tercih edeceğimiz şeyi iyi tesbit edemeyebiliriz; dünya araya girebilir, makam-mansıp sevdası perde olabilir, şan u şöhret tutkusu hakikatleri görmemizi engelleyebilir; bencillik, tenperverlik, haneperestlik, yuvaya düşkünlük ve mücâhedenin ağırlığından kaçma gibi hastalıklar bizi tutunduğumuz sapasağlam kulptan koparabilir. Bir kere kopanın da tekrar dönüp ona tutunması çok zordur; öyle birinin ömür boyu bir kopuk olarak yaşaması kuvvetle muhtemeldir ve bu konuda da kimsenin teminatı yoktur.

İşte, bütün bu mülahazalardan dolayı olsa gerek, geçenlerde misafirimiz olan muhterem bir hocamız sabah namazı kıldırırken "va'lemû ennellâhe yehûlü beynel-mer'i ve kalbihî" ayetine gelince çok doldu ve ağladı. O zatın, ayetin manasını öyle derince duyuşu ve duygulanışı benim de rikkatime dokundu. Hafizanallah, biz de bir çeşit haylûlete mâruz kalabiliriz. Bir yerde başımız dönebilir, ayağımız tökezleyebilir ve düşebiliriz. Öyleyse, daha fırsat varken, hâlâ yaşıyorken ve –inşaallah– kalbimizle aramız henüz açılmamışken, gönlümüzü ihya edecek ve bizi ebedî hayata yükseltecek olan dinimizin çağrısına ve i'la-yı kelimetullah davasına gönül vermeliyiz; faydalı ilim ve salih amele davet edildiğimizde hemen koşmalıyız. Bunama, delirme, kayma, yüzüstü kapaklanma ve bakış inhirafına düşme gibi engeller önümüze çıkmadan ya da ölüm gelip çatmadan ilahî davete bütün ruh u canımızla icâbet etmeliyiz.. ve unutmamalıyız ki, Allah kalplere nigehbândır, her türlü duygu ve düşünceden haberdârdır; bizim icâbetimizin gönülden olup olmadığını da bilmektedir. Dahası, "Hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız" ihtarı da bize her şeyin ayan beyan ortaya döküleceği bir günü hatırlatmakta ve bizi samimi olmaya, tam inanmaya ve o dehşetli gün için hazırlık yapmaya çağırmaktadır.

Diriliş Süvarileri

Bu konuda üzerinde durulması gereken bir husus da şudur: Herkes için farklı seviyede bir diriliş söz konusudur. Dava-yı nübüvvetin vârislerine düşen ise dirilmenin de ötesinde bir diriltme mefkûresidir. Nasıl ki, insanlık tarihi boyunca peygamberler ve onların tâbîleri o dirilten soluklarıyla her tarafa hayat nefhetmişler; nefehât-ı ilahiye'yi herkese üflemişler ve herkesin dirilmesini sağlamışlardır; aynen öyle de, günümüzün hizmet erlerini bekleyen en önemli vazife "ba'sü ba'del mevt kahramanı" ya da "diriliş süvarisi" olarak adlandırabileceğimiz birer diriliş eri olmalarıdır. Evet, onlar, hayatlarını bu işe vakfetmeli; "Sıra şunun dirilmesine geldi, buradan sonra da falan beldeye gidilmeli!" diyerek, ülke ülke, şehir şehir, belde belde dolaşmalı ve herkese âb-ı hayat sunmalıdırlar. Yazıyla, şiirle, resimle, musikiyle, sanatın değişik dallarıyla ve her şeyden öte dini güzel temsil etmek suretiyle her yerde dirilişin mümessili olmalı ve insanlara diriliş nefhasında bulunmalıdırlar. İşte, bu mefkure, dirilmenin de ötesinde bir icâbettir, diriltme davasıdır; isterseniz siz buna "yaşatma arzusu" ya da "yaşatma mefkuresi" de diyebilirsiniz.

Zaten, kendilerini insanlığın ihyasına adamış bu ba'sü ba'de'l-mevt kahramanları, Allah'ın onlara ihsan ettiği kabiliyetleri bu mefkurelerini ikâme etme istikametinde son santimine kadar kullanır ve insanların mânen ölmemesi için onlara sürekli hayat suyu içirme gayretinde bulunurlar. Muhataplarına susuzluk çektirmemek, onları aç bırakmamak ve böylece yürüdükleri yolda temâdîyi sağlamak için çırpınır durur; hem azık tedarik etmek hem de yol arkadaşlarını muhtemel tehlikelere karşı hazırlamak için uğraşıp didinirler. Kendileri ilk günkü azim ve kararlılıkla yollarına devam ettikleri gibi, kader birliği ettikleri insanların da rehabilitasyonlarını sağlamaya çalışırlar. Öyle ki, bir gün gelir hem onlar hem de onların elinden hayat yudumlayanlar, gökler şâk şâk olup başlarından aşağı dökülse, yer yarılıp hepsini yutacak hale gelse ve bütün insanlar toplanıp üzerlerine yürüse de davalarından dönmezler, döndürülemezler. Boykotlara, işkencelere ve tehcirlere maruz bırakılan, bin türlü işkenceyle şehit edilen Ashab-ı Kiram efendilerimiz dönmedikleri gibi onlar da dönmezler. Göz ucuyla da olsa arkaya bakmayı bile döneklik sayarlar ve dönekliği de dine ihanet kabul ederler.

Yermük'te bozguna uğrayıp kaçan Roma İmparatorluğu'nun askerleri, imparatorun karşısına çıktıkları zaman, ordu komutanı şöyle dert yanar; "Efendimiz! Bu adamlarla savaşmak mümkün değil. Biz ölümden ne kadar kaçıyorsak onlar da o kadar ölüme doğru koşuyorlar. Ölümden kaçanlar ölüme doğru koşanlarla nasıl savaşsın ki?!" der. Evet, ilkler hayatı nasıl istihkar etmiş ve ölüme gülerek gitmişlerse, her devrin diriliş erleri de aynı ölçüde fedakâr, hasbî ve korkusuzdurlar. Onların ölümden korkma gibi bir zaafları yoktur; yaşama tutkusu, rahat etme arzusu ve yuva düşkünlüğü gibi virüsler onların kalplerine girememiştir.

Şu kadar var ki, ilklerinkinden farklı olarak, onların mesul olduğu mücahede, savaş meydanlarında ölüme yürüme değil, ellerindeki iman tulumbacıklarıyla inançsızlık yangınlarını söndürmek için ölesiye koşma şeklinde bir vazifedir. Hızır gibi, İlyas gibi diyar diyar dolaşıp başkalarına hayat üflemek ve gezdikleri her yerin yeşermesini sağlamaktır. Nesriyle, nazmıyla edebiyatımızda yer alan "Oraya Hızır seccadesini sermiş" ifadesindeki nükteye bağlı olarak, uğradıkları yerlerde bir dirilişin başlamasını temin etmektir.

Evet, ba'sü ba'del mevt kahramanları, kendilerini diriltmeye adamış bahtiyarlardır. Onlar, Allah ve Rasûlü'nün çağrısına icabet ettikleri takdirde Cenâb-ı Hakk'ın da kendilerine diriliş yollarını göstereceğine ve dökülüp yollarda kalmalarına asla meydan vermeyeceğine yürekten inanmışlardır. Bu inançla önce Allah'a tam teveccühte bulunmuş, sonra da çevrelerindeki aç gönülleri tatmin etmek ve karanlık ruhları aydınlatmak için her zaman bir buhurdanlık gibi tütüp durma yoluna girmişlerdir. Bu diriliş süvarileri, oturur-kalkar yaşatma zevkiyle soluklanır ve mefkûrelerini ifade adına hiçbir fedakârlıktan geri kalmazlar: Gerekirse diriltmek için ölür, güldürmek için ağlar, dinlendirmek için hamarat gibi çalışır ve çevresindekileri ebediyete uyarma yolunda dur-durak bilmeden hep koşarlar. Bunu yaparken de, ne yaldızlı takdirlere ne de insafsız tenkitlere önem verirler. Hayır, onlar, iltifat gördüklerinde vicdanlarının en derin yerinden kopan bir "estağfirullah"la mukabelede bulunur; tenkitleri de "eyvallah"larla karşılar, nefis muhasebesine vesile kılar ve yollarına devam ederler.

İşte, şimdilerde, engin bir rahmet tecellisini temsil eden bu kahramanlara her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Cilt cilt kitaplara, başdöndüren felsefî düşüncelere ve hatta süper güçlerin desteğine değil, şu yaşlanmış yeryüzünün çehresini son bir kere daha güldürecek adanmış gönüllere ve mefkure kahramanlarına ihtiyaç var. Süper güçleri yanınıza alsanız da, herkes ve her toplum için mukadder ve muayyen bir ömür mevzubahistir. Mîadını dolduranlar karbonlaşmış birer ağaç gibi kütür kütür devrilirler. Fakat diriliş erleri ilahî çağrıya icabet ettikleri sürece, Allah'ın izniyle asla yıkılıp gitmezler. Kıyamete kadar dört bir yana koşmaya ve herkese kâse kâse diriliş şerbetleri sunmaya devam ederler.

Disiplin insanı ve Ramazan'ın mirası

Fethullah Gülen: Disiplin insanı ve Ramazan'ın mirası

Soru: Birer disiplin insanı haline gelebilmemiz için Ramazan ayının ne gibi katkıları olabilir? Ramazan-ı şerif bizde ne türlü alışkanlıklar hasıl etmelidir?

Disiplin, frenkçe bir kelimedir; intizamın te’mini için uyulması gereken emir ve yasaklar, dengeli bir insan olabilmek için lazım gelen zihnî, ahlâkî, ruhî terbiye ve "düzen ruhu" manalarına gelmektedir. Disiplin insanı ise, belli kaide ve prensipler çerçevesinde yaşayan, tertip ve düzen hususunda hassas davranan insan demektir.

Aslında, bir mü’minin hayatı her zaman çok ahenkli olmalıdır. O, ne zaman ne yapması gerektiğini, nelerle meşgul olması ve hangi işlerle uğraşması lazım geldiğini önceden bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Onun, hangi işi önce yapacağını belirleme ve bir programa göre çalışma niyeti haricinde "Acaba şimdi ne yapsam?" şeklinde bir düşüncesi olmamalıdır. O, hem Cenab-ı Hakk’a karşı kulluk vazifelerini hem diğer insanlarla alakalı sorumluluklarını hem de kendi şahsî işlerini ve bunlardan hangisini ne zaman yapacağını mutlaka önceden tayin etmeli; her haliyle bir düzen ve intizam örneği sergilemelidir. Haddizatında, ibadetler iş tanzimi ve vakit taksimi için çok önemli birer köşe taşıdır ve inanan insan çoğu zaman işlerini o ibadet takvimine göre ayarlar: "Öğle namazından sonra; akşam namazından önce.." diyerek gününü belli dilimlere ayırır ve hiçbir anını boş geçirmemeye çalışır.

Zamanın kıymetini bilen ve ömrü, değerlendirilmesi gereken çok önemli bir nimet olarak gören kimseler, yeme içmeden yatıp-kalkmaya kadar her şeyi zabt u rabt altına alırlar; hiçbir meselelerini dağınıklık içinde ve sürüncemede bırakmazlar. Onlar bilirler ki, hem insanların hem de kurumların en verimli oldukları anlar, en düzenli oldukları zamanlardır.

İşte, Ramazan ayı, yemek-içmek-uyumak gibi nefsin arzu ettiği şeylere karşı tavır belirleyerek, bunları ihtiyaç ölçüsünde ve hamd ü şükür duyguları içerisinde gidermek suretiyle hayatı disipline etmeyi öğretir. Nefsanî isteklere karşı, kalb ve ruh atmosferine sığınarak, vicdanı harekete geçirip iradeyi güçlendirerek sürekli istikamet üzere olabilmeyi ders verir.

Ramazan-ı şerif, insanın en zayıf damarlarından biri olan yeme-içme isteğini sınırlamayı ve kontrol altında tutmayı sağlar. Adeta bir beslenme disiplini talim eder. Evet, hayatı devam ettirebilmek için mutlaka yemeye, içmeye ihtiyaç vardır. Ne var ki, sağlık prensipleri hesaba katılmadan yenip içilen her şey beden için zararlı olduğu gibi; midenin, kalbi ezecek kadar güçlenip insanı kalb ve ruhun derece-i hayatından hayvaniyet ve cismaniyet çukurlarına düşürmesi de bir felakettir. Evet, vakitli vakitsiz sürekli bir şeyler yeyip içmek ve mideyi hep dolu bulundurmak, hem bedene zarardır hem de Cenab-ı Hakk’ın hoşlanmadığı bir davranıştır.

Bu mübarek ay boyunca tutulan oruç, yemek vakitlerini belirleme, israftan ve mideyi tıka-basa doldurmaktan kaçınma, hem beden hem de ruh sağlığına zarar veren şeylerden uzak durma ve aynı zamanda mutlaka helâl dairesinde kalarak harama asla el uzatmama hususlarında temrinat yaptırır; Ramazanlaşan insanlara bu konularda disiplin ruhu kazandırır.

İbadetten Ubûdiyete

Ramazan, ondan nasiplenmesini bilen her insanı, seviyesine göre bir sadâkat eri haline getirir. Oruç tutan ve ondaki sırrı kavramaya çalışan bir mü’min, hem Hakk’a teveccühünde hem de halkla münasebetlerinde hep vefâ ve sadâkat peşinde olur. O, sadece belli vakitlerde ibadet eden bir insan olmakla yetinmeyip, ubudiyet ufkuna yürür ve bütün gününü kulluk şuuruyla değerlendirir, her an ibadet ediyormuş gibi yaşar. Dünyevî eğilimlerden ve cismanî temayüllerden birazcık sıyrılınca, kendini Cenâb-ı Hakk’a adama ve bir hakikat eri olma hedefi belirir önünde. Bu hedefe ulaşmak maksadıyla, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, hep Allah için düşünme, Allah için konuşma, Allah için muhabbet duyma, "lillah, livechillah, lieclillâh" dairesi içinde kalma ve her zaman Hakk’a müteveccih bulunma denemeleri yapar; bu denemeler neticesinde başarıyı yakalamaya her gün biraz daha yaklaşır. Derken, tam bir vefa ve sadakat insanı olur. Zaten oruç, vefa duygusunun en güzel bir alametidir. Zira o, Allah ile kul arasında yapılmış bir anlaşmadır: Kul, belirli süreler dahilinde, belirli şeylerden vaz geçer ve bu suretle ahdinde vefalı olduğunu gösterir; Cenab-ı Hak da onun mükafatını bizzat Kendisinin vereceğini vaadeder. Allah’a karşı vefalı davranan bir insan, zamanla ailevî ve içtimaî hayatında da tam bir "vefa abidesi" durumuna yükselir. Bu duyguyla, sıla-yı rahimi gözetir; herkese yardım eli uzatır; zekatını ödemekten asla kaçmaz; hatta sadaka vermeye ve infak etmeye hiç doyamaz.

Hakk’la münasebetin önemli bir şiarı da Kur’an okumak, dua dua Cenab-ı Allah’a yalvarmak ve sürekli O’na teveccühte bulunmaktır. Ne var ki, Kur’an-ı Kerim’in işlemeli sandıklar ve ipekten kılıflar arasındaki hapsine son verip, onu dil ve gönüllere şeker-şerbet yapmak da pek çokları için bir manada ancak Ramazan-ı şerifte mümkün olmaktadır. Bu kutlu ay, damaklara bir Kur’an tadı çalmakta ve insanlara bir evrad ü ezkar disiplini de aşılamaktadır.

İşte, bir ay boyunca, yeme-içmeden yatıp kalkmaya, ibadet ü taatten evrad ü ezkâra kadar hayatın hemen her alanıyla alakalı bazı kaide ve kurallar çerçevesinde davranan, bir ölçüde disiplin ruhuna kavuşan ve düzenli yaşamaya alışan insanlar, Ramazan’dan sonra da aynı nizam ve intizamı korumalı, devam ettirmelidirler. Mesela, bir ayın her gecesinde uykuyu bölüp sahurun bereketinden istifade etmeye koşan, bu arada seccadeyle de bir vuslat yaşayan mü’minler, bu otuz geceyi bir temrinat süresi olarak değerlendirmeli ve artık senenin her gecesini bir vuslat koyu bilmeli, gecelerini hiç olmazsa bir kaç rek’at teheccüd namazıyla aydınlatmalıdırlar.

Evet, bir disiplin insanı, nasıl yaşayacağını ve nerede nasıl davranacağını önceden belirler; belli prensipler çerçevesinde kendine bir rota çizer ve attığı her adımı bilerek atar. Bizim, tavır ve davranışlarımızın renk, desen ve çizgilerini de dinimiz çok önceden belirlemiştir. Mesela, Allah’a ve Rasûlü’ne iman bizim için en önemli esastır. Bu esas, sonraki adımlarımızın yönünü de tayin eden bir yol işaretidir. Biz, inandığımız Rabbimizi, rehber bildiğimiz Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i herkese anlatmakla mükellefiz. Dinimizi neşretmek bizim görevimizdir. Dolayısıyla, gönüllere girmeye çalışırız; çok güzel olan İslam’ın güzelliklerini sergilemek için onu güzelce temsil etmeye gayret gösteririz. Bu niyete matuf olarak, dinî kaynaklarımızın şekillendirdiği tavır ve davranışlarımızla insanların arasında bulunur; onlara kendi değerlerimizi tanıtırız. Gönül verdiğimiz hakikatleri herkese anlatmak için, şer’an katî haram olan meselelere girmeme kaydıyla, o mevzuda kullanılmasına cevaz verilen bütün vesileleri kullanır ve ne yapıp edip insanlarla iman hakikatleri arasındaki engelleri kaldırmak için çabalarız. Aynı zamanda, disiplin insanı olmakla kuralcı olmak arasındaki farka da dikkat eder; içinde yaşadığımız zamanın şartlarını da göz önünde bulundurma, kendi kültür ortamımızın gerçeklerini de gözetme ve devrin insanlarına onların anlayacağı bir dil ve üslupla hitap etme gibi hususlara da azami özen gösteririz.

Şayet, kendimizi Cenâb-ı Hakk’ın rızasına adamış ve o rızayı da Zat-ı Uluhiyeti duyurmaya bağlamışsak, artık nerede olursak olalım, hangi şartlar altında bulunursak bulunalım, bizim için durmak, acizliğe düşmek ve mesuliyetten kaçmak söz konusu değildir. Zira, "Bahar gelsin, hava ısınsın, çiçekler açsın, bülbüller ötmeye başlasın... işte o zaman ben de şakırım!" şeklindeki bir düşünce bir disiplin insanının mülahazası olamaz. O kışda da şakımalıdır, yazda da; baharda da güle türküler söylemelidir güzde de. O, her mevsime ve her döneme göre bir dil ve üslup tutturmalı, dilbeste olduğu hakikatleri terennüm etmekten asla geri durmamalıdır.

Tabii ki, böyle bir gönül yüceliği ve bu denli bir disiplin ruhu –hususî bir inayet olmazsa– bir anda kazanılmaz. O ufka ulaşmak, uzun bir zaman ve ciddi temrinat ister. Şu kadar var ki, Ramazan bir başlangıçtır ve o güzel hasletlere ulaşmak için çok bereketli bir ekim mevsimidir.

Aslında, inananlar için, insan ömrü bir Ramazan, büluğ çağı imsak vakti ve ölüm de iftar anıdır. Bir aylık Ramazan, bir ömür süren kulluk orucunun alıştırması gibidir. Otuz günde kazandığı güzel hasletleri hayat boyu devam ettirmesini bilenlerdir ki, onlar, burada biraz aç ve susuz kalmaya bedel, ötede "Kullarım, çok defa sizi renginiz kaçmış, benziniz sararmış-solmuş, gözleriniz içine çökmüş ve avurtlarınız çukurlaşmış olarak görüyordum. Buna Benim için katlanıyordunuz. O geçmiş günlerde takdim ettiklerinize bedel haydi bugün afiyetle yeyin, için." hitabını duyacak ve işte o gün asıl iftarı yapacaklardır.

Ramazan'ın Varisi

Soru: Bayram hakkında "Ramazan’ın bütün vâridâtına vâris-i has olan, hayrı, bereketi, neşesi sıkıştırılmış bir gün" demiştiniz? Bu ifadeyi biraz açabilir misiniz?

Cevap: Merhum Necip Fazıl, hakiki mü’mini, iyice sıkıştırılmış bir şeker kalıbına benzetir ve "Mü’min sıkıştırılmış şeker gibidir, deryayı tatlandıracak güce sahiptir." derdi. Evet, iyi inanmış ve inancını tavırlarına, davranışlarına da yansıtabilmiş bir insan, çevresi için rahmettir; o, bir ölçüde etrafındaki herkesi ve her şeyi tatlandırır. O öyle bir şeker kalıbı gibidir ki, onu tuz yoğunluğu yüksek bir denize de atsanız, o koca denizi bile şerbet yapabilecek kadar tat ihtiva eder.

İşte, bayram da, kısalığına rağmen haftaların, hatta ayların varidâtını, hayrını, bereketini ve neşesini bağrında saklayan bir zaman dilimidir. Bayramda Cenâb-ı Hakk’ın öyle ekstradan teveccühleri ve sürpriz ihsanları vardır ki, onlara bayram olmayan on günde, belki bir ayda, belki on ayda, belki birkaç senede ulaşılamaz. Yapılan bütün hayır ve hasenât ancak Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüyle değer kazanır; bayram işte öyle bir ilahî teveccühün en önemli vesilelerindendir; adeta bir ömrü tatlandıracak kadar engin ilahî lütuflara mazhar olma vaktidir.

Tabii, böyle bir mazhariyet Ramazan’ın hakkını vermiş, bayramda da laubâlîliğe girmemiş insanlar için söz konusudur. Bayramı sadece bir tatil olarak gören, bir ay boyunca yemeden, içmeden alıkonulmuş olmanın intikamını alıyormuşçasına abur–cubur her şeyi yiyen ve mübarek günlerde muvakkaten uzak durduğu haramlara yeniden giren kimselerin bayramın hususi varidâtından istifade etmesi çok zordur. Ancak bayramda da Ramazan’daki temkin ve teyakkuzunu koruyan, imsak-iftar arası mübahlardan elini–eteğini çektiği gibi hayat boyu da haramlara karşı mesafeli duran ve kulluğunun idraki içinde bulunan insanlardır ki, onlar, kısa bir zaman içine çok hayır ve hasenâtın sıkıştırılmışlığına mazhar olurlar. Onlar için bayram, Ramazan’ın vâris-i hassıdır; yani, Ramazan’da sevap ve mükafat adına ne va’dedilmişse, bayramda da onları bulmak, aynı semerelere sahip olmak mümkündür. Nasıl ki, Kadir gecesi sıkıştırılmış bir hayrât u hasenâtı bağrında saklar; bayram da öyledir. Şu kadar var ki, Ramazan günlerini ve Kadir gecesini Allah’a kurbet vesileleri olarak değerlendirmek söz konusudur; bayramda ise kurbet ümidi esastır, "Allah’ın izniyle o kurbeti elde ettik; bir neferdik, müşirliğe yükseldik" şeklindeki reca mevzubahistir.

Bayram, kat’iyen Ramazan’dan çıkmış olmanın, oruç günlerini arkada bırakmanın ve rahatça yeme-içme serbestliğine ermenin sevinci değildir. O, kulluk vazifesini eda etmiş olma ve Cenâb-ı Hakk’ın gufrânına kavuşmuş bulunma ümidiyle gelen gönül inşirahıdır. Biz, Ramazan’ı ve oruç günlerini arkada bırakmanın değil, hata ve günahların ağırlığından kurtulmuş olmanın bayramını yaparız. Alvar İmamı’nın, "Mevlâ bizi affede bayram o bayram olur/Cürm ü hatalar gide bayram o bayram olur" sözleri genel duygu ve düşüncemizi çok güzel ifade eder. Evet, bizim bayramımız, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu da Cehennem ateşinden kurtuluş olan Ramazan-ı şerifi tam değerlendirip, ateşten azad olma ümidimiz üzerine kurduğumuz bir bayramdır; Allah’ın rahmetinin enginliği ve o rahmetten nasiplenme beklentisi üzerine bina ettiğimiz bir bayramdır.

Gerçi, oruç sonunda bize lutfedileceği vaad buyrulan şeyleri henüz almadık. Allah’ın özel teveccühünü maddî alıcılarımızla ve dünyevî ölçülerimizle takdir etmemiz de mümkün değil. "Oruç sırf Benim içindir; onun karşılığını da bizzat Ben vereceğim" vaad-i sübhânîsi ile nazara verilen mükafat her ne ise onu da tam bilemiyoruz ve henüz o mükafatı da almadık. Fakat, Allah’ın va’dine öyle inanıyoruz ki, bunları bize verecek ve bizim beklentilerimizin çok çok ötesinde, bitip tükenme bilmeyen hazinelerinin büyüklüğüne göre bize lütuflarda bulunacak. İnanıyoruz ki, bizi Ramazan’a ulaştıran, bir ay boyunca iftar-sahur arası kulluk mekiği dokuma imkanına kavuşturan, elimizden geldiği kadarıyla vazifelerimizi yapma güç ve kuvveti vererek nihayet bizi bayramla buluşturan Rahman u Rahim ileride şimdikinden daha fazla mes’ud olacağımız mutlu günleri de nasip edecek. İşte bu inançla bayramı idrak ediyor ve ebedî saadet saraylarında geçireceğimiz asıl bayramların hülyalarıyla doluyoruz.

Evet, bütün bir ömür boyu, Cennet yolunda önümüzü kesen sıkıntılar, meşakkatler ve gâilelerle; Cehennem’e çeken türlü türlü arzular, iştihalar ve şehvetlerle mücadele ede ede Cuma yamaçlarına ulaşacağımızı ümit ettiğimiz gibi, iyi bir imtihan vermeye çalışıp "Hak rızası" çizgisinde geçirmeye gayret ettiğimiz Ramazan’dan sonra da ahiret hesabına önemli yatırımlara muvaffak olduğumuz düşüncesiyle, buna muvaffak eden Zat’a karşı içimizde rahmet buudlu bir kısım beklentilerin hasıl olması gayet normaldir, hattâ bu türlü ümit ve beklentiler Allah’a inanmış olmanın gereğidir. Dolayısıyla, bayram bizim için, ebedî saadet adına ümit ve beklentilerimizi bağladığımız inşirah günüdür.

Bizim Bayramımız

Diğer taraftan, bizim bayramlarımız başka kültürlerin karnaval ve kutlamalarından çok çok farklıdır. Mü’minlerin tavır ve davranışlarında bayramlarda bile laubâlîlik, taşkınlık ve dengesizlik asla görülmez. Mü’minlerin, dengeli hareketlerinde, vakur davranışlarında, derin bakışlarında hep Kur’ân’a uyanmış ve Kur’ân dinlemiş olmanın ciddiyeti vardır. Onlar, her zaman olduğu gibi bayramlarda da Allah’a ve Peygamber’e açık durur; başkalarıyla münasebetlerini saygı, sevgi ve şefkat yörüngeli götürürler. O mübarek günlerin hiçbir anını heder etmemeye çalışırlar.

Bildiğim kadarıyla, Peygamber Efendimiz döneminde bayram günlerinde işler tatil edilmiyordu. İnsanlar günlük işlerini yine yapıyorlardı. Bayram namazı ve hutbesiyle o günü diğerlerine göre daha farklı karşılıyorlardı; sonra da birbirlerine tebessüm teatisinde bulunuyor, fakiri-fukarayı gözetiyor ve eşe-dosta yemek yediriyorlardı. Günümüzde, bayramlar biraz da bizim kendi törelerimizin rengine bürünüyor. Böyle mübarek bir gün bahane yapılarak tatil ilan ediliyor. Kabir ziyaretlerine daha bir ehemmiyet veriliyor. Sıla-yı rahim adına gidip gelmeler, arayıp sormalar bayrama ayrı bir derinlik kazandırıyor. Anne, baba ve çocuklar arasındaki münasebetler bir kere daha pekiştirilmiş oluyor. Çocuk yuvaları ve huzur evleri gibi yerlerde ziyaretçi bekleyen ve arayıp soranı olmama talihsizliğiyle kıvranan kimseler ziyaret ediliyor, sevindiriliyor. Böylece, bir yönüyle, daha geniş manada bir sıla-yı rahimde bulunuluyor.. Cenab-ı Allah’ın af ve mağfiretine erme ümit ve beklentisi esas olmakla beraber, temelde dine aykırı olmayan, belki asıl kaynaklar itibarıyla dine dayanan ama zahiren örflerimizden, adetlerimizden kaynaklanan şeyler de bayrama farklı manalar katıyor.

Soru: Daha önceki yıllarda yine bir bayram sohbeti münasebetiyle, "İslam yeniden doğa, bayram o bayram olur; ışık zulmeti boğa bayram o bayram olur" buyurmuştunuz. Bu, müntehadaki bir bayram mıdır?

Cevap: Biz, topyekün insanlığın İslam’a ve Kur’an’ın mesajına muhtaç olduğuna inanıyoruz. Evet, insanlık, İslam’la tanıştığı ve İlahî Beyan’ın nuruyla buluştuğu zaman bayram edecek. Kederli çehreler ancak iman esaslarının kalbde hasıl ettiği inşirahla gülecek.

Şu anda idrak ettiğimiz bayram, bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın pek çok lütfunu beraberinde getiriyor. Allah, bize bir ay oruç tutmayı ve kulluğumuzu daha engince eda etmeyi lütuf buyurdu; şimdi de bayram bahşediyor. Bir ay boyunca, bir ölçüde bütün dünyaya Ramazan boyası çaldığı gibi, şimdi de dünyanın değişik yerlerinde aynı güzellikleri yaşatıyor ve bizi ayrı bir sevince ulaştırıyor. Bir bir Ramazanlaşan, bir bir bayram sevinci duyan insanlar koca bir deryadan mesajlar taşıyor; parça parça, damla damla büyük bir deryayı oluşturuyor.

Bize şimdilik bu kadar lütuflarda bulunan Allah, adeta bir gün zulmetleri bütün bütün boğacağını ve her tarafa rahmet yağdıracağını gösteriyor. İnşaallah ortalık ağarıyor; dünya bir bayram arefesinde, gün bayrama kayıyor. Allah inayetini üzerimizden eksik etmesin..

Soru: Cenâb-ı Hakk’ın bayrama özel lütuflarını duymanın nisbeti mekana göre değişir mi? Mesela, bayramı gurbette duyuş ile onu sılada karşılayış farklı mıdır?

Cevap: Gurbet, şayet Allah rızası için yaşanan bir gurbetse, öyle bir gurbette bayramı duyma, sılada bayram yapmadan çok daha derindir. Bir insan kendi ülkesinde, bayramı bütün şatafat ve debdebesiyle, olanca ihtişamıyla yaşayabilir; fakat, zannediyorum, onu gurbette hicran duygularıyla karşılama Cenab-ı Hak katında daha değerlidir.

Bir insanın gurbette ölmesi, Allah nezdinde nasıl değerli ise ya da Allah rızası için vatanından ayrılan bir insanın hicreti nasıl kıymetler üstü kıymete ulaşıyorsa, aynen öyle de, dine, Kur’an’a ve insanî değerlere hizmete bağlı olarak veya ehl-i dalalet ve ehl-i küfrün cebrine maruz kalarak gurbette bayram yapan insanın bayramı da çok derinleşir; o insanı farklı buudlara ulaştırır.

Gökler ötesinin makro planı

Soru: Ramazan boyunca ekrana yansıyan eğitim, hoşgörü ve diyalog faaliyetleri hakkında, "Bunlar gökler ötesinde yapılan bir makro planın yavaş yavaş gerçekleşen parçalarıdır" dediniz. Bu sözü nasıl anlamalıyız?

Cevap: Televizyonda seyrettiğim ve bazılarından dinlediğim hadiseler o kadar aşkın şeyler ki, bunları sadece insanların cehd ve gayretine vermek bakış açısını ayarlayamamak ve yanlış görüp yanlış değerlendirmek olur. Bir insanın, yalnızca Allah’a itimat ederek, okul açmak için adını bile bilmediği bir ülkeye gitmesi, daha uçaktayken, gideceği yerde mutlaka müracaat etmesi gereken insanla tanışması, uçaktan iner inmez hiç tanımadığı biri tarafından karşılanması, karşılayan şahsın "Ne zamandır sizi bekliyorduk, nerede kaldınız?" demesi ve oraya vardıktan üç ay sonra okul açmaya muvaffak olması, gönüllere girmesi, kendini ve temsil ettiği değerleri sevdirmesi... bütün bunlar ihtimal hesaplarıyla açıklanamayacak kadar sırlı hadiselerdir.. ve bu türlü hadiseler üç beş tane de değildir; fedakâr ve samimi eğitim gönüllülerinin, sevgi kahramanlarının gittiği her yerde benzeri hadiseler yaşanmıştır.

Dolayısıyla, meseleyi geniş dairede, bir makro plan olarak ele aldığınız zaman, onun insan dehasını, beşerî plan, proje ve tedbirleri çok çok aştığını görürsünüz. Şu olmasaydı şöyle olmazdı, şöyle olmayınca da bu netice çıkmazdı... şeklinde arka arkaya sıralayacağınız o kadar çok sebep vardır ki, bu sebeplerin herbirinin yerli yerine oturması ve bugünkü tabloyu meydana getirmesi Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve lütfundan başka hiçbir şeyle kesinlikle açıklanamaz.

Öyle büyük büyük projeleri yapıp sonra da hayata geçirmek şöyle dursun, insan iki güzel cümle söylemeyi, güzel bir söz etmeyi bile Allah’tan bilmeli. Fakat bunu vicdanınca bilmeli, o bilmeyi vicdanına da mal etmeli. Bazen "Bunlar Allah’tan!.." dersiniz, ama bu nazarî bir kabulün ifadesidir. Hayır, nazarî kabul yeterli değildir, asıl olan vicdanın kabul etmesidir. Yani, nefse en küçük bir pay çıkarıldığında, vicdanın "Estağfirullah ya Rabbi, bunu sahiplenirsem dalalete sapmış olurum, her şey Sen’den!" diye inlemesidir. Mesela, insanlar size itimat etseler, sözlerinize güvenseler ve sizin işaretleriniz istikametinde bazı şeyler yapsalar dahi, şayet siz "Şöyle yönlendirdim, şuraya gönderdim, şunları yaptırdım." türünden mülahazalara girer ve meselenin öşrüne bile sahip çıkarsanız, bu duygular bir an zihninize geldiğinde hemen odanıza çekilip "Ya Rabbi, şirkten Sana sığınıyorum!" demezseniz, kaybetmiş olursunuz. Bu çok nazik bir konudur. Bir lütf-u ilahî olarak sa’ye terettüp eden muvaffakiyetler de O’ndandır ve siz kat’iyen onlara sahip çıkamazsınız. Evet, "Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır" hakikati bu gerçeğin ifadesidir. Sebepler neticesinde ortaya çıkan da, sebepleri yaratan da Allah’tır. Fakat, öyle ince bir sır vardır ki, mesele iktiran içinde cereyan ettiğinden dolayı sebepler öne çıkmaktadır. İşte, soruda dile getirdiğiniz cümle de, her şeyin Allah’tan olduğunu ifade etme ve tevhid yolunda yürürken şirke düşmeme niyetinin seslendirilmesinden ibarettir.

Evet, bir taraftan tevhid hakikatinin dellallığını yapacaksınız, İbrahim Hakkı hazretleri gibi,

Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir teâlallah.
Şeriki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, İhlâs içinde zikreder Allah.

diyeceksiniz; diğer taraftan da "Öyle bir anlattım ki, herkes mest oldu; sözlerim insanları harekete geçirdi de bunlar meydana geldi." şeklinde şirk kokan laflar edeceksiniz. Bir de bu sözleri, en münafıkça bir edayla, "İşte âcizâne hizmet ediyoruz; dilimizin döndüğünce anlatıyoruz." diyerek iyice nifaka bulayacaksınız. Evet, en münafıkça laflar, "estağfirullah" gibi bir mübarek sözle ambalajlanan, tevazu perdesi altında telaffuz edilen ve vicdana mal olmamış laflardır. İşte, hem tevhid hakikatini anlatacaksınız, her şeyin Cenab-ı Hakk’a verilmesi gerektiğini söyleyeceksiniz, "Allah tektir, eşi–menendi yoktur" diyeceksiniz, hem de sebepleri Müsebbib yerine koyacak, O’na bir sürü eş koşacak ve "Yaptım, ettim" diyerek bir de kendi adınıza varlık iddiasında bulunacaksınız. Böyle bir tavır şirktir; yürüdüğünüz yolun âdâb u erkânına aykırı hareket etme ve kendinizle çelişkiye düşme demektir.

Ayrıca, nasıl ki yegâne hâlık Allah’tır ve her varlık O’nun var etmesiyle varlık sahasına çıkmıştır; aynen öyle de mevcudâttaki her şey ancak Cenâb-ı Hakk’ın kayyumiyetiyle varlığını sürdürmektedir. Bu gerçeğin her fırsatta dile getirilmesi gerektiği gibi bunun vicdanen kabul edilmesi de çok önemlidir. Bu kabul insanın bütün söz ve tavırlarına da yansımalıdır. Her şeyi Allah’tan bilme ve öyle ikrar etme, o kadar derin bir şükürdür ki, aynı zamanda nimetlerin kat kat artmasına da vesiledir. Dolayısıyla, Allah’tan gelen nimetleri ve bereketi kesmemenin yolu meseleyi gerçek sahibine vermektir.

Hasılı, eğitim ve diyalog faaliyetleri hakkında, "Bunlar gökler ötesinde yapılan bir makro planın yavaş yavaş gerçekleşen parçalarıdır" demek de hem bir hakikatin ifadesidir hem de o nimetlere karşı şükür duygusunun seslendirilişidir. Şayet, biz de nümunelerini gördüğümüz nimetlerin devam etmesini istiyorsak, Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanları karşısında her zaman müteyakkız insanlar gibi düşünmeli; tasavvur ve tahayyüllerimizi tevhid anlayışıyla test etmeli; söz ve tavırlarımızda tedbirli ve temkinli davranmalı ve tevhid yolunda şirke girmemeye, hatta şirk şaibesine bile düşmemeye azamî özen göstermeliyiz.

Dışarının Dejenerasyonuna Karşı

Toplu ve beraber olmada rahmet; firkatte (ayrılıkta) ise nikmet (bela ve afet) vardır. Öyleyse, ayrı ve yalnız kalmamak lazımdır. Ayrı durma öldürücü ve tehlikelidir. Her huzurun bir insibağı olduğu gibi bir araya gelme de bir insibağ hasıl eder. Ayrıca, bir yerde kalınırken ya da bir yere gidilirken elden geldiğince bizi kontrol edecek birisiyle beraber olmak; yalnız kalmamak, yalnız gitmemek, yalnız dolaşmamak gerekir.

Peygamber Efendimiz'in (sav) "Yalnız şeytandır." sözünü dar anlamamalı. "Tek başına bir yerde yatıp kalkmadan, yalnız dolaşmaya kadar, hemen her halükarda o teklik içinde bir şeytanlık vardır." şeklinde geniş yorumlamalı. Evet, yalnızlık içinde bir şeytanlık vardır. Allah Rasûlü (sav), bunu bir mânâda iki kişi için de söylüyor. Çünkü, ihtimal hesaplarına göre iki kişi bazı şerleri işleme hususunda mutabakat sağlayabilir. Mümkünse hep üç kişi olmak gerekir. Üç kişinin şer üzere birleşmesi ve birden bire dejenerasyona maruz kalması çok düşük bir ihtimaldir.

Zihin ve düşünce dağarcığımızda sürekli bir şeyler bulundurmak lazım. Mesela, bir yere gidiyorken; evvela, yapılacak bir iş için oraya gidiyor olmalı. Yol boyunca yapılacak o vazife düşünülmeli. Yola çıkmadan önce de Rabb'imize teveccüh ederek iç donanımımızı gözden geçirmeli, çok dua ve istiğfar etmeli. "Ya Rabbi, bin defa kaymaya istihkak kesbetsem de Sen beni kaydırma. Eskilerin dediği gibi Elimdenayağımdan, gözümdenkulağımdan, dilimdendudağımdan.. kötü bir şeyin sâdır olmasına meydan verme." deyip O'nun sıyanetine sığınmalı.

Kontrollü durmak, günahlar karşısında kendini salmamak ve lâubâliliklere karşı kapalı kalmak lazım. Hatta içimizdeki inşirahları bile zevki ruhânî havası içinde karşılayarak onlarla sevinme yerine, "Ya Rabbi! Ben Sana karşı hakkıyla kulluk yapamadım ki, içimde böyle bir esinti olsun. Yoksa bu hâl şeytandan mı?" diyerek ondan dolayı bile istiğfar etmeli.

Bize ait hiçbir güzelliğe güvenmemek esastır. Dünyada havf (korku) içinde yaşayanlar, ahirette emniyet içinde olurlar. Cenâbı Allah, bir kudsî hadiste "Havf ve emniyeti cem etmem, bir arada vermem." buyuruyor. Yani, burada ahireti hesabına korku içinde yaşayanlar orada emniyet içinde olacak. Dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar ise orada korku yaşayacaklar. Şazelî'den İmam Gazalî'ye, ondan da Üstad Bediüzzaman'a kadar pek çok Hak dostu "hayatta iken havf kapısını ardına kadar açık bırakmak ve ölüm zamanı da recâya yapışmak" gerektiğini söylerler. Kat'iyen emniyet duymamak, ahiret adına güvende olduğu zannına kapılmamak lazım.

Her ne kadar Kur'an talebeleri, birbirleri hakkında küllî dua etmelerinden, imanı tahkikî açısından latîfelerini nûrefşân hale getirmelerinden ve şeytanın elinin ulaşamayacağı yerlere kadar kalblerine imanın sirayetinden ötürü inşaallah kabre imanla gireceklerine dair bir müjde alsalar bile, bir Kur'an talebesi asla akıbetinden emin yaşamamalıdır. Bu hususla alakalı terhîb ve terğîb (sakındırma ve teşvik etme) makamlarında söylenen sözleri, sıratı müstakîm adına söylenmiş genel ifadelerle karıştırmamak gerekir. Mesela, Allah Rasûlü'nün (sav) terhîb için "Konuştuğunda yalan söyleyen, verdiği sözde durmayan ve emanete ihanet eden halis münafıktır." buyurmasıyla, tergîb ifade eden "La ilahe illallah diyen cennete girer." müjdesini, sebebi vürûdlarını dikkate alarak değerlendirmek, bunları umumî kaidelerle karıştırmamak icap eder.

Doğruluğumla Kurtuldum!..

Daha önceki bir sohbetinizde "mazeret döktürme"nin de "zımnî yalan" olduğunu ifade etmiştiniz. Mü'minleri ve münafıkları birbirinden ayıran davranışlar açısından, hata ve günahlar karşısında "mazeret döktürme" meselesini bir misalle açıklayabilir misiniz?

Dört Maddelik Nasihat

Bir sohbetinizde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Hazreti Ebu Zerr'e dört maddelik bir nasihatte bulunduğunu anlatmıştınız. Söz konusu nebevî beyandan kendi adımıza almamız gereken mesajlar nelerdir?

Dua

Duaya inanmak

Duada esas olan onun kabulüne inanmak ve güvenmektir. Duada elleri açmak bir yana, insan asıl gönlünü açmalıdır. Sabah ve ikindiden sonra yapılan dualarda söylenen cümleler Mecmuatu’l-Ahzab’da mevcuttur; ama az bir farkla kayıtlıdır. Orada “Sübhâneke Ya Allah teâleyte Ya Rahman ecirnâ minen nar bi afvike Ya Mücîr” denilir. Mücîr de Allah’ın ismidir, ancak burada “Bi afvike Ya Rahman” demek bana daha sevimli geliyor. Üstad Hazretleri bu duayı çok önemli gördüğünden olacak sabah ve ikindiye hasretmiş.

Gümüşhânevî Hazretleri, Mecmuatu’l-Ahzab’ta duaların faziletine dair pek çok şey söylemiş. Bunlardan ilk bakışta çok mübalağalı gibi görünen şeyleri Üstad’ın verdiği ölçüler çerçevesinde anlamak lâzım. Yani o durum, okuyanı ilgilendirir. Başka bir ifadeyle, mesela, “Şu duayı bir kere okuyan cennete girer” denildiği zaman bunu, “Bu dua öyle bir duadır ki, onu inanarak, gönlünü vererek lâyık-ı vechiyle bir kere okuyan cenneti kazanabilir” şeklinde anlayabiliriz. Benim öyle inancım var ki, bir insan gönlünü açsa ve kâmil imanıyla bir kere “Allah!” dese, sonra kendini onuncu kattan aşağı atsa, betonlar paramparça olur da ona bir şey olmaz. Bilhassa âlem-i İslâm’ın kan kustuğu şu günlerde göğsünü çatlatırcasına dua etmek lâzım, buna ihtiyaç var.

Dua ve ibadet iştiyakı

Soru: Sahabe mesleği denilen yolda bulunanlar genellikle mânevî terakkîlerinden haberdar olmuyorlar. Ancak bazıları zamanla ibadet ü tâate fevkalâde bir iştiyak duyuyorlar. Âdeta kendilerini ibadete, tesbihata, evrâd ü ezkâra sevk eden, zorlayan bir şey oluyor. Bunun izahı nedir?

Cevap: O hal, devamlı ibadet eden bir insanda, ibadetin zamanla fıtratın bir yanı haline gelmesinden dolayı olabileceği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bilemediğimiz bir sırla ibadet ü tâate iştiyak (arzu) uyarması şeklinde de olabilir. Her iki durumda da bu iştiyak Allah’ın bir lütfudur. İbadet etmek bir lütuf; ibadete karşı içte hissedilen arzu ve alâka da o lütfun üzerine ayrı bir lütuftur. Cenâb-ı Allah bazen bir kula bu duyguyu lûtfeder; o da ibabetleri tabiî ihtiyaçları, âdetleri gibi görür. Bu, o insanın iyi ve güzel hallerinin iştiyaka dönüşmesi demektir. Bu iştiyakla, “Ne kadar yapsam az” der.

Ne kadar ibadet yaparsa yapsın, ne kadar evrâd u ezkârda bulunursa bulunsun “Senin zatını senâ ettiğin (övdüğün, methettiğin) ölçüde seni senâ etmeye gücüm yetmez. ” felsefesine bağlı vazifesini edâ edemediği, iyi bir kul olamadığı gibi bir duygu içinde varsa, yani yaptığı her şeyi azımsıyorsa bu kişi Allah’ın epey bir lütfuna mazhar demektir. Mesela, günde bin tane salât u selâm okur da sonunda der ki; “Ya Resûlallah! Senin kadr u kıymetine göre salât ü selâm okuyamadım” İnsan, günde bin defa, mesela Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’nin fethi sırasında söylediği, “Allahü ekberu kebîrâ, velhamdülillahi kesîrâ ve sübhanallahi bükraten ve asîla. Lâ ilâhe illallahü vahdeh. Eazze cündeh. Ve nasara abdeh. Ve hezeme’l ahzâbe vahdeh. Lâ şerîke leh” (Allah en büyüktür, ona çokça hamdolsun, sabah akşam Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederim. Allah’tan başka ilâh yoktur, sadece o vardır. Ordusunu aziz etti. Kuluna yardım etti. Düşmanlarını tek başına mağlup etti. O yegâne ilâhtır, onun ortağı yoktur.) sözlerini tekrar ediyorsa; sonunda da “Bu olmadı. Rabb’im karşısında bununla yetinmem çok küçük kalır, çok ayıp olur. Lâ uhsî senâen aleyk, ente kemâ esneyte alâ nefsike” diye gönlünden geçirebiliyorsa bu bir mazhariyettir.

Yaptığı ile iktifa eden mü’mindir, inanıyordur, ibadet ü tâatındadır; ama bu ölçüde mazhariyete ulaşamamış demektir. Yani, günde bin rek’at namaz kılsa da “Hayır, Rabb’ime karşı borcumu kat’iyen ödeyemedim” demek “Ona karşı şükran borcumu edâ edemedim” mülâhazasına girmek mevhibe üstü bir mevhibedir. Onun için mükemmelini anlatma sadedinde hadis olarak da rivayet edilir: “Mâ arafnâke hakka mârifetike ya Ma’rûf” (Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabb’im, seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!), “Mâ abednâke hakka ibadetike ya Ma’bûd” (Ey yalnızca kendisine ibadet edilen Allah’ım, sana hakkıyla kulluk edemedik!), “Mâ şekernâke hakka şükrike ya Meşkûr” (Ey her dilde meşkûr olan Rabb’im, sana gereğince şükredemedik!), “Ma zekernâke hakka zikrike ya Mezkûr” (Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan Allah’ım, şanına lâyık zikri yapamadık) sözleri, vicdanın kriterlerine ve kadirşinaslığına göre “Tam edâ edemedik” şuurunu anlatır.

İmanın kalbte sebat bulması çok önemli olduğu için, ben dua ederken mütemâdiyen (sürekli olarak) “Allahümme yâ mukallibe’l-kulûb, sebbit kulûbenâ alâ dînik” (Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi dininde sabitleyip perçinle) diyorum. Gerçi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu genelde nefs-i mütekellim (birinci tekil şahıs) sigası ile demiş: “Allahümme ya mukallibe’l-kulûb, sebbit kalbî ala dînike” Bir yerde “kulûbenâ” şekli gözüme ilişmişti; ama meşhur olan ikinci söylediğim şeklidir. Başka bir duada da, “Allahümme ya musarrife’l-kulûb, sarrif kulûbenâ ila tâatik” (Ey kalbleri evirip çeviren, kalblerimizi ibadet ü tâat sevdasına çevir!) diyorum. Buna ilaveler yapabilirsiniz: “İla mâ tuhibbü ve terdâ. Lâsiyyema ilel ihlâs” (Kalblerimizi sevip razı olduğun işlere, hususiyle de ihlâsa yönelt) diyebilirsiniz. “İle’l-îmâni’l-kâmil ve’l-yakîni’l-etemkamil” (İman ve mükemmel yakîne yönelt) diyebilirsiniz. “İle’l-hilmi ve’l-enât” (Yumuşak huyluluk ve düşünerek, temkinli davranmaya yönelt) diyebilirsiniz. Bunlar istenir Allah’tan. Fiille de ısrar edilirse, Cenâb-ı Hak her şeye rağmen, cismaniyete ve bedene rağmen ibadete aşk u iştiyak verir. O hale gelir ki insan, santim eksik yapsa çok ıstırap duyar ve yaptığı her şeyi az görür, küçük kabul eder.

Evet, elinden geldiğince ona karşı kulluğunu ifade edeceksin; ama sonunda “Diyemedim…” diyeceksin; “Söyleyemedim, edemedim, yapamadım… Nerede Rabb’imin sonsuz lütufları, nerede ona tam şükürle mukabele!” Bize, bunları söyleme, bu istikametteki istekleri ortaya koyma düşer.

Fâtiha, en güzel duadır

Dua okuyacağım zaman bir hadis-i şeriften istinbatla Fâtiha Sûresi’ni okuyorum, sonra da (meâlen) “Allah’ım, işte bu şifa vesilesi Fâtiha’dır; sen de Şâfî’sin, şifa veren yalnız sensin. Senden başka şifa verebilecek kimse ve senin şifandan başka da şifa yoktur. Hastalığımı gider, bu derdime deva ver. Hastalıktan hiçbir eser bırakmayacak bir şifa nasip et” diyorum.

Evet, en güzel dua Fâtiha’dır. Samimî bir kalble, hangi hastalığa okunursa okunsun biiznillah şifa vesilesi olur. Zaten, Fâtiha’nın isimlerinden biri de “Şâfiye”dir. Ayrıca, başka yirmi kadar ismi de vardır. Mesela, namazda okunması vâcip olduğundan “Sûretu’s-Salât”; başlı başına yeterli olduğundan “Vâfiye” ve “Kâfiye”; bütün sûrelerin aslı ve özü durumunda olduğundan “Ümm’ül-Kitab” ve “Esas” bu isimlerden bazılarıdır.

Siz de her türlü dert ve sıkıntınızın izâlesi için Fâtiha’yı okuyup, “Rabb’im, işte bu sûre Kâfiye’dir. Senin izin ve inayetinle her derde yetebilir. Sen Kâfi’sin. Okuduğum şu sûre hürmetine dert ve sıkıntılarım hususunda bana yardımcı ol” diyebilirsiniz.

Allah’ı anma ve dua

Hak dostları evrâd u ezkâra (Kur’ân ve dua okumaya, Allah’ı anmaya) çok önem verirler. Her gün bir miktar Kur’ân okuma ve değişik dualarla Allah’a niyazda bulunmanın onunla irtibatımız açısından çok önemli olduğunu söylerler. “Her fert, kendi gücü nisbetinde bir şeyler belirlemeli ve onu her gün okumalıdır” derler. Üstad Hazretlerinin Mecmûatü’l-Ahzâb’ı on beş günde bir hatmettiğini bir yakınından birkaç defa dinledim. O kitap üç cilttir; demek ki, ciltlerden her birini beş günde bir okuyor. Onca kitap yazma, te’lîf, tashîh, arkadaşlarıyla görüşme, yaşadığı ağır şartlar, hapishaneler, takipler, tevkîfler, tarassutlar, tehcîrler... Bütün bunlara rağmen evrâd u ezkârında hiç kusur etmiyor.

Bazıları “Duada mübalâğa etmemeli, aşırı gitmemeli” falan derler. Zannediyorum aşırı gitme meselesini Ubâde b. Sâmit’in oğluna yaptığı vasiyetteki ifadelerini yanlış anlayarak ortaya atıyorlar. O, dua ederken, mesela, bazılarımızın “Allah’ım! Şöyle bir cennet, yamacında şöyle bir köşk, köşkün yanından akan pırıl pırıl bir çay” dediği gibi, teferruata ait şeyler zikrediyor; ayrıntılara dalıyor. Bu sebeple Hz. Ubâde, “Oğlum, ben Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) duada ifrattan sakındıran sözler duydum” diyor. O, ifratı (aşırılığı) meselenin keyfiyetiyle alâkalı detaylarla uğraşma şeklinde anlıyor. Yoksa, Cenâb-ı Hak “Ey iman edenler, Allah’ı çok anın, çok yâd edin” (Ahzab, 33/41) derken, bir insan sabahtan akşama kadar durmadan “Sübhanallâhi ve bihamdihî sübhânallahi’l-azîm” dese, yine duanın hakkını edâ etmiş olamaz. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duanın sabah akşam yüzer defa söylenmesini tavsiye ediyor. Ümmü Seleme validemiz de taşları veya fasulye tanelerini yanına koyuyor ve onlarla sayarak her gün yüz defa söylüyor.

Birbirini tanıyan, bilen insanlar değişik gruplar halinde dua okuyabilirler. Mesela, Büyük Cevşen’i birkaç kişi paylaşıp okuyabilir. Paylaşıldıktan sonra artık her insanın kendisine ayrılan bölümü okuması onun için gerekli olur. Yani “Allah’ı anma, zikretme hususunda ben her gün şu kadar bir şey yapacağım” diyen insan, üzerine bir sorumluluk almış olur ve bu sorumluluğu yerine getirmesi artık zarurîdir. İsteyenler Büyük Cevşen dediğimiz hizbi baştan sona kadar kendi başlarına da okuyabilirler. Fakat bir heyet halinde okuyunca, herkesin defter-i a’mâline o okumanın bütününden hâsıl olan sevap yazılır. Hakikî şahs-ı mânevî teşekkül edince herkes bütünün okuduğu kadar okumuş olur.

Bu hususta özellikle Mecmûatü’l-Ahzâb’ın çok istifadeli olacağını düşünüyorum; çünkü o kitap, oldukça geniş ve pek çok velinin dualarından değişik bölümler ihtiva ediyor. Gümüşhânevî Hazretleri onları toplarken bugünkü ölçülerde tashîh etme imkânı olmamış. Üstad’ın eline de ondan geçmiş. O okuduğu yerleri kısmen tashîh etmiş. Keşke bir iki gayretli insan yeniden onun üzerinde çalışsa ve o kitabın elden geldiğince hatasız olarak basılmasına vesilelik etse.

O basıldıktan sonra duaya iştiyaklı mü’minler aralarında taksim ederler. Öyle bir metod geliştirirler ki, herkes farklı zamanlarda farklı yerleri okur. Mesela, bir ay boyunca şu bölümü okuyan insan, ikinci ay diğer arkadaşının yerine geçer. O üçüncü arkadaşın, o da dördüncü arkadaşın yerine... Böylece herkes Mecmuatü’l-Ahzâb’ın her yerini okumuş olur. Gördüğü duaların orijinal, yepyeni olması insanda ayrı bir heyecan uyarır. Mesela, Şâh-ı Geylânî’nin insanın gönlünde ürperti hâsıl eden duasını bile otuz gün üst üste okuyan biri, zamanla onu ilk gün okuduğu gibi duyamayabilir. Fakat bu duayı ikinci ay biraz bekletir, başka dualar okur, ona karşı içinde hâsıl olan ülfeti giderir ve bir müddet sonra tekrar o bölüme dönerse yine ilk defa okuyormuş gibi duyup hissedebilir. Benim ömrüm vefa eder mi bilemiyorum; ama istiyordum ki, ben de onu birkaç arkadaşımla paylaşıp okuyayım. Bunun nasip olmasını çok arzu ederim.

Bazen şu husus kafama takılıyor: İşin esası, bir kenara çekilip kimseye demeden dua okumaktır. Fakat burada “Ben de böyle bir kenarda dua okuyabilirim, kimseye ihtiyacım yok” gibi bir gizli bencillik var mıdır, bilemiyorum. Eğer varsa bu çok tehlikelidir. Bir başkası da “Ben kendim bir kenara çekilip dua okuyabilirim; ama arkadaşların dualarının arasında olursa benim dualarımın da kabule daha yakın olacağını umarım” düşüncesinde olabilir. Böyle bir yaklaşımla duanın hiç olmazsa bir parçası, yarısı veya çeyreğini arkadaşlarıyla beraber okur. Fakat bu ikincisinde de görünme, duyulma hissi bulunabilir. Bunların hepsi tehlikelidir. Dua öyle hâlis olmalı ki, ona hiçbir mülâhaza bulaşmamalı. Onun sağından solundan, altından üstünden, neresinden bakılırsa bakılsın şeffaf, saydam bir şey gibi hep Zât-ı Ulûhiyyet tecellîleri görülmeli.

Bazen de, mesela aynı camide namaz kılan insanlar birbirlerine “Gelin selef-i salihînden rivayet edilen şu duaları okuyalım. Mesela, bir gece kalkalım, iki üç saat sürse de on dokuz defa Fetih Sûresi’ni okuyalım” diyebilirler. Ama herkes içinden gelerek katılmalıdır böyle bir dua şirketine. Fırlamalı, kalkmalı yerinden... Bir hâcet namazı kılmalı; Büyük Cevşen’i, Evrâd-ı Kudsiye’yi, Sekîne’yi okumalı. Arkadaşlarıyla beraber on beş yirmi dakika okuyorsa, sonra da kimsenin görmeyeceği, aklına herhangi bir mülâhazanın gelmeyeceği bir yere gitmeli, bir yarım saat de orada okumalı.

Evet, yalnız başına okurken “Bak, arkadaşlardan kaçtım, kendi kendime kimse görmeden yapıyorum, daha ihlâslıca oluyor” duygusuna kapılma veya “insanlar duysun, görsün” diye başkalarına sesini duyurma ve bu ikisinde de şeytana kapı aralama olabilir. Üstad Hazretleri, sesli okuyup insanlara duyurmayı İmam Gazalî’ye dayandırarak istihsan ediyor: “Ben önceleri sesli okuyordum; ama işin içine riya girer mi diye de endişe ediyordum. Sonra gördüm ki, İmam-ı Gazalî ‘Başkalarını uyarma ve teşvik etmeye matûf olunca mahzursuzdur’ diyor.” Fakat bütün bunlarla birlikte kalbimiz Üstad’ın kalbi de değil.

Cennetten içeriye gireceğimiz âna kadar bizim kalbimize her şey girebilir. Kırdaki, bayırdaki deliklerde yılan, çıyan arayacağına elindeki fenerini kalbine çevirmesi gereken bizlerin her hâlükârda çok dikkatli olması lâzımdır.

Ey Hâlık-ı Kerîm’im ve ey Rabb-i Rahîm’im!

Onyedinci Lem’a’nın on ikinci notasında Üstad Hazretleri şöyle diyor: “Ey Hâlık-ı Kerîm’im ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnûun ve abdin, hem âsî, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem musin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedâmet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatını itiraf ediyor.”

Bilindiği üzere peygamberler masum ve masundur; hem onlar günah işlemezler, hem de günah ve hatalara karşı Allah (celle celâluhû) onları muhafaza eder. Bediüzzaman gibi insanlara gelince, onlar masum değilse de masundurlar; yani, günahsız olmasalar bile Cenâb-ı Hakk’ın sıyaneti altındadırlar ve Allah (celle celâluhû) onlara günah işletmez.

Üstad yukarıdaki sözleri söylerken ne yapıyordu sanki! Hâşâ ve kellâ onun bu sözleri söylemesindeki sâik günahları değildi. O şekilde düşünmek su-i zan olur. Hayır, o, vazifesi ve misyonu gereği kendi gönlünce yapması gerekli olduğu gibi hizmet edemediğini düşünüyor; yapıp ettiklerini az görüyor; iyi bir kul olamadığı korku ve endişesiyle iki büklüm bir vaziyette, kendine göre, halinin ıslahı için niyaz ediyordu.

İşte, keşke bizim gönlümüzü de her an bu duygular kaplasa ve o sözler bizim vird-i zebânımız olsa, kendimiz hesabına söylesek onları. Kendi vicdanımıza söyletsek. “İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin afv u rahmetini intizar ediyorum” deyip her an herkesin başına gelebilecek olan ölümü yaşıyor gibi olsak ve şöyle devam etsek: “Eğer kemâl-i rahmetinle beni de kabul edersen, mağfiret edip rahmet edersen, zaten o senin şanındandır. Çünkü erhamu’r-râhimînsin. Eğer kabul etmezsen; senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mâbud yoktur ki, ona iltica edilsin!”

Evet, günah ve hataların ötesinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti var, o dilerse çok küçük şeylerden dolayı da affeder. Hem Üstad’ın, hem İmam Gazalî’nin ve hem de Muhasibî’nin dediği gibi hayattayken insan korkuyla tir tir titremeli; ama çaresiz kaldığı ölüm anında ümide ve recaya sarılmalı ve “Ya Rab, benim hiç sermayem yok; sadece ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Resûlullah’la sana geliyorum” demeli. Sekerât-ı mevtte recaya sığınmalı ve “Artık elimden bir şey gelmez; fakat senin rahmetin melceimdir, ‘rahmeten lilâlemîn’ olan habîbin de şefaatçim” duygusunda olmalı. Ne var ki, o zorlu dakikalarda bu hali yakalayabilmek, her şeyi yerli yerine koymaya ve temiz olup temiz kalmaya bağlıdır.

İnsan, iyilik yapma, iyi bir kul olma, her işi ihlâsa bağlama hususunda kat’iyen kanaatkâr olmamalı. Kulluk hususunda hırsla, ölesiye daha iyiyi, daha güzeli talep etmeli. Başka türlü davranmak dûn himmetlik olur. Hele kendini Kur’ân talebesi kabul edenler, veli olup uçsalar dahi, “Bu işte bir bit yeniği vardır, ben ihlâsımı bir daha gözden geçirmeliyim, kalbimi derinlemesine yoklamalıyım. Kontrol etmeliyim kendimi, onunla alâkalı olan mülâhazaların dışında başka mülâhaza var mı gönlümde, başka bir şey düşünüyor muyum?” demeli; sadece onun rızasını aramalı.

Cenâb-ı Hak, bizi bir şekilde belli bir yere kadar çekmiş; kalbimize iman nuru koymuş ve bize başkalarının imanı hususunda hizmet etme imkânları lütfetmiş. Bu ilk lütuf, ilk mevhibe, ilk vârid; bunun nemalandırılıp bir sermaye gibi değerlendirilmesi lâzımdır. İradelerimiz sadece birer şart-ı âdî... Bir yere getiren, lütfeden o. “Kendi aklımla buldum, bu başarılar benden” sözü firavunların ifadesi. “Estağfirullah ya Rabbi, sen verdin, sen ihsan ettin!... Tutmasaydın, biz burada duramazdık; bakmasaydın, görülüp gözetilen olamazdık. Tut bizi Allah’ım; tut ki, edemeyiz sensiz!” yakarışı imanlı gönüllerin sesi.

Üzerindeki lütufları, elde ettiği başarıları kendi kabiliyeti, istidadı ve becerilerine bağlayanlar manen terakki edemezler. İşleri Allah’a verince Cenâb-ı Hak ruhta bir inkişaf yaratır. Zannediyorum, herkes kendi hayatı açısından meseleyi değerlendirse bir tarafa çekilmiş, çağrılmış, hatta bir hayır yoluna zorla sürüklenmiş olduğunu görür. Bizden çok daha zeki, aklı her şeye eren insanlar vardır ki, Kur’ân dairesinin dışında kalmıştır. Çok samimî talebe olduğumuzu söyleyemeyiz. Bir Bediüzzaman Hazretleri gibi kendimizi yürekten bu işe verdiğimizi, hiç sönmeyen bir heyecanla, bütün mülâhazaları kafamızdan atarak milletimize hizmet ettiğimizi söyleyemeyiz. Fakat böyle işin kenarından köşesinden tutuyorsak, uhrevî yanı itibarıyla bu bile Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir nimetidir. Yoksa bütün bütün zayi olup gideriz. Kabiliyetimiz değil, istidadımız değil; onun lütfu sadece.

Erzurumluların bir lâfı vardır: “Suya aşağıya doğru atacaksın, yukarıya doğru arayacaksın, bulursan da başına vuracaksın” Biz de, nimetleri kendimizden bilme duygularını, suya aşağı doğru atmalı; yukarı doğru aramalı; kazara bulacak olursak, başına vurup o tür duyguları boğmalı ve her şeyi Allah’tan bilmeliyiz.

Dua seferberliğine çağrı

Soru: Bugün, dünyanın hemen her yanında, özellikle de müslümanların yaşadığı coğrafyada oluk oluk kan akıyor; mazlumların feryâd ü figânı ciğerleri dağlıyor; yanaklardan domur domur gözyaşı boşanıyor. Böyle içler acısı bir durum karşısında mü'minlere düşen vazifeler nelerdir?

Maalesef, şimdilerde dünyanın dört bucağında kan seylâpları akıyor; dökülen gözyaşlarının haddi hesabı yok. Göklere yükselen âh u efgânı tartacak bir kantar mevcut değil yeryüzünde. En nezih milletlerin içinde bile kendilerine yer bulabilmiş zalimler insan haklarını çiğniyor, evrensel değerleri ayaklar altına alıyor ve âdeta mazlumlara kan kusturuyorlar. Dahası, uluslar arası arenada koca koca tiranlar, dünyanın kaderine hükmetme adına çeşit çeşit cinayetler işliyorlar. Ne masum insanların kanlarının dökülmesi, ne gözyaşlarının ceyhun olması, ne yüreklerin dağlanması, ne anaların ağlayıp dövünmesi ve ne de babaların bağırlarının yanması bu acımasız kimselerin merhamet hislerini harekete geçirmiyor, onları birazcık olsun insafa sevketmiyor. Vicdanı ölmemiş bir insanı ızdıraptan kıvrım kıvrım kıvrandıracak her türlü kötülük âdiyattanmış gibi işleniyor ve bir yönüyle yeryüzünde şu anda Firavunlar dönemi ölçüsünde bir zulüm sürüp gidiyor.

Kan Gölü Ne Zaman Kurudu ki!..

Bazı fikirlerini beğenmesem de Türkçe'yi güzel kullanması açısından takdir ettiğim "Tarih-i İstikbal" müellifi Celâl Nuri, kendisine "Her tarafta kan seylapları ve kan gölleri var?!." denildiğinde, âdeta insanlığın tarihî sergüzeştini hülasâ etmiş ve "O seylaplar ne zaman durdu, o kan gölü hangi devirde kurudu ki? Beşer, birbirini öldürmekten ve birbirine zulmetmekten ne zaman vazgeçti ki!.." şeklinde mukâbelede bulunmuştur. Bu sözün, zulmün ve haksızlığın devamı bakımından bugün de geçerliliğini koruduğu âşikâr. Evet, Asr-ı Saâdet ve Osmanlı'nın belli bir dönemi gibi birkaç kısa zaman dilimi istisna edilecek olursa, dünyanın yüzü hiç gülmedi; Âdem Nebi'nin ilk oğullarından beri insanlar birbirlerini öldürmekten hiç vazgeçmedi ve yeryüzü kavgasız, kansız ve cinayetsiz günlere şahitlik edemedi. Bugün de, hemen her toplum içinde ve yüzlerce yerde benzer haksızlıklar irtikâp ediliyor ve aynı cinayetler işleniyor. Şu kadar var ki, bu zulümler bazı coğrafyalarda hadden efzun ve âdeta kızılca kıyamet bir harbin şiddetiyle devam ediyor.

Ne acıdır ki, bütün bu zulümlere "dur" diyebilecek dünya çapında muvazene unsuru bir güç mevcut olmadığından dolayı hiçbir şey zâlimleri hizaya getiremiyor. Evet, bugün devletler arasında denge unsuru olabilecek, bütün insanların haklarını koruyup kollayabilecek, zâlimlere hadlerini bildirip yeryüzünde hak ve adaleti temin edebilecek, herkesi gözünün içine baktıracak ve beşeri doğruya yönlendirecek bir devlet mevcut değil. Osmanlı, tarih sahnesinden silindiği andan itibaren koca bir bölgede huzurun bendi yıkıldı. O günden sonra hiç kimse hiçbir mazluma kanat geremedi, hiçbir düşkünün elinden tutamadı ve hiçbir azgına "yeter artık!" diyemedi. Felaketleri göğüsleyen, çığlıklara cevap veren ve hakkı tutup yükselten efsanevî ruhun sesi kesilince meydan zâlimlere, gaddarlara, hattarlara kaldı.

Nitekim, bugün, çağın zorbaları sürekli zulmediyor, kan döküyor ve kimseye de hesap vermiyorlar. Hatta döktükleri ve dökecekleri kanı masum göstermek ve cinayetlerine başka milletleri de ortak etmek için türlü türlü bahaneler uyduruyorlar. Kendileriyle aynı safta yer almayanlara gönül koyuyor, tavır alıyor, ambargo ilan ediyor, açık-kapalı tehditte bulunuyor ve yanlarına çekemediklerinin de hiç olmazsa seslerini kısıyorlar; kısıyor ve sonra da dünyanın gözünün içine baka baka tarihte emsali görülmemiş olan ve beşeri insanlığından utandıran kötülükleri ard arda sıralıyorlar. Dolayısıyla, günümüzde kimi yerde ayak bileğine dek, kimi yerde diz boyu ve kimi yerde de gırtlağa kadar zulüm irtikap ediliyor.

Zulme ve Zâlimlere Karşı...

İşte, böyle acı bir manzara karşısında muhakkak bütün mü'minlere bazı vazifeler düşmekte ve herkes kötülüklere engel olma hususunda cehd ü gayret gösterme sorumluluğuyla karşı karşıya bulunmaktadır. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'in beyanları içerisinde bu vazife, dinin çirkin saydığı bir münkeri mümkünse elle defedivermek, şayet fiilî müdahale imkanı yoksa, kavl-i leyyin ve va'z u nasihatla, yani dil ile o kötülüğün önüne geçmek; dil ile önlemeye de imkan ve vasat müsait değilse, en azından onu hoş karşılamamak ve ona kalben taraftar olmamak gibi farklı şekillerde ve üç değişik seviyede eda edilmelidir. Zira, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) "Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, diliyle onun çirkin olduğunu söylesin ve kötülüğün önüne geçsin. Buna da gücü yetmezse, hiç olmazsa, o işin kötülüğünü vicdanında duyup müteessir olsun; çünkü bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir." buyurmuştur.

Ne var ki, haksızlıklara karşı elle müdahale etme ve kuvveti, hakkı tutup kaldırmada kullanma meselesi ancak bir devletin yapabileceği bir iştir; üçüncü sınıf bir toplum olmaya rıza göstermeme, başkalarının güdümünde yaşamayı kabul etmeme ve güçlü bir millet olma kararlılığına vâbestedir. O iş, Merhum Mehmet Akif'in,

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,
Nur olup fışkırmışız ta sînesinden zulmetin.

sözleriyle ifade ettiği gibi, kendini bütün insanlığın ufkunu aydınlatmaya ve ihkâk-ı hakta bulunmaya adamış bir millet olmaya bağlıdır. Nasıl ki Osmanlı hükümdarı, "Bugün Hindistan'a emredersem yarın onu karşınızda bulursunuz!" dediği an "üzerine güneşin batmadığı imparatorluk" adıyla anılan koca bir devlet hemen hizaya gelmiştir; işte ancak öyle bir millet, zulümler karşısında "Yeter artık!" diyerek sesini yükseltebilir ve gaddarları hizaya getirebilir.

Denge Unsuru Bir Millet

Şayet, zulüm karşısındaki öyle bir notanız ve kötülüğe mani olmaya matuf ültimatomunuz –bağışlayın– havada kalacaksa, onu seslendirmenizin de bir anlamı yoktur. O vazife, güçlü ve kuvvetli bir devlet haline geleceğiniz ana kadar başvurmamanız gereken bir yoldur. Hem onun bir vakt-i merhûnu vardır ve o vakit geleceği âna kadar o mevzuda bir şey yapmanız mümkün değildir. Fakat, kadını erkeğiyle, genci ihtiyarıyla, idare edeni ve edileniyle milletin her ferdi kendi ülkesinin bir gün dünyadaki dengeler açısından hak ettiği konumu elde edecek, devletler muvazenesinde ibrelere yön verecek ve hakkın sesi-soluğu olacak bir devlet haline gelebilmesi için çalışıp çabalamalıdır. Bu hedef her inanmış insanın mefkûresi olmalıdır. Yanlış anlamalara ve garezli yorumlara meydan vermemek için şunu da ifade etmeliyim ki; bu sözlerimle idareden, rejimden, bir sistemi bir başka nizamla değiştirmekten bahsetmiyorum; devletimizin ve milletimizin büyüklüğe sıçramasını, diğer toplumlar nezdindeki tarihî itibar kredisine yaraşır bir hal almasını kastediyorum.

Gerçi, bu çok büyük bir iş, çok büyük bir proje ve gerçekleşmesi uzun zaman isteyen bir plandır; çünkü, insana müteveccih bir iştir ve Batılı bir düşünürün ifade ettiği gibi, insana yapılan yatırımlarda yüz seneyi nazar-ı itibara almak gerekmektedir. Şayet, sizin bu mevzudaki gayretleriniz inkıtasız, sistemli, çağa göre mâkul ve aynı zamanda çevreniz tarafından da destekleniyorsa, Allah'ın izni ve inayetiyle hak ve adaletin temsilcisi bir millet olmanız için yüz seneye ihtiyaç vardır. Belki, küreselleşen dünya ve gelişen telekomünikasyon şartları bunu biraz daha hızlandırabilir ve bir elli senede ülkeniz dünyada sözü dinlenen bir devlet haline gelebilir. Ne var ki, siz iki–üç neslin geçmesini göze almalı ve iki–üç nesil boyu dünyaya kendinizi anlatmalısınız. Anlatmalısınız ki, gerçekten sevgi ve barıştan başka bir şey düşünmediğinize dünya inansın; sizin kendi çıkarlarınız için yaşamadığınızı ve topyekün insanlığın saadetini düşündüğünüzü cümle âlem görsün, bilsin; onlarca yıl geçmesine rağmen bu çizginizde bir değişiklik olmadığına bütün insanlar şahit olsun ve herkes tereddüt etmeden size sırtını dönebilsin. İşte, ancak öyle bir konumda ve güven ortamında sözünüzü dinletebilir; ancak öyle bir denge unsuru olarak akan kanı durdurabilir ve ancak o zaman güç, kuvvet ve itibarınızı mazlumun âhını dindirmek için bir vesile kılarak ağlayanları güldürebilirsiniz.

Felaket Mağduru Çocuklar ve Onlara Uzanan Eller

Ayrıca, gücünüzün yettiği kadarıyla muhtaçların imdadına koşmanız ve onların ihtiyaçlarını karşılamanız da el ile ıslah demektir. Mesela, gönüllü kuruluşlar aracılığıyla Açe'ye gönderdiğiniz yardımlar hem bölge halkının bir ölçüde de olsa yaralarının sarılmasını sağlamış hem de onların gönüllerini bir kere daha fethetmiştir. Açe halkı sizden uzanan eli, Osmanlı döneminde yapılan yardımlara vesilelik eden ellerle yanyana koymuş; bugün sizin yaptığınız yardımla tarihte ecdâdınız tarafından yapılan yardımı birbirine katıp karıştırmış ve ikisini aynı kaynaktan beslenen iki cereyanın bir araya gelişi olarak değerlendirmiştir; sizin bağışlarınızın çehresinde Osmanlı'nın bir dönemde gönderdiği iâneyi de görüp yadetmiştir. Yine, Pakistan'daki deprem sonrasında Anadolu insanı adına imdada koşan gönüllü kuruluşlar, milletler arasında eşine az rastlanır bir sevgi ve dostluk havasında karşılanmış; fedakâr insanımızın dillere destan civanmertliği kardeş ülke halkına önemli bir inşirah vesilesi olmuştur. Öyle ki, her iki ülkenin en üst seviyeden idarecileri Türkiye'ye hususî minnet ve şükranlarını ifade etmişlerdir. Özellikle de oralarda açılan okullar insanlar için yeni bir ümit olmuştur ve çok ciddi bir ihtiyacı karşılamıştır.

Fiilî yardımın bir diğer yanı da şudur: Tsunami ve deprem gibi felaketlere maruz kalan ya da başka devletler tarafından işgal edilen ülkelerde çoluk–çocuk ortada kalıyor. Bazı teşkilatlar, o çocukları toplayıp kendi ülkelerine götürüyor, evlatlık edinip kendilerine benzetiyorlar. 1992 senesinde yine buradaydım. Bir dostumuz telefon etti; "Saraybosna'da katliam yapılıyor, her yanda soykırımlar cereyan ediyor, her gün yüzlerce insan öldürülüyor. Burada binlerce çocuk sahipsiz ve kimsesiz kaldı; şayet biz sahip çıkmazsak bunları başkaları alıp götürecek. Bazı çocukları Türkiye'ye getirebilir miyiz?" diyerek bu konudaki fikrimi sordu. O esnadaki halime şahit olan arkadaşlarımın anlattığına göre, bu sözleri duyunca toparlanıp ayağa kalkmak istemişim; fakat kalkamamışım, sandalyeye yığılıp kalmışım. O anki heyecanlarımla, "Yüz mü, bin mi, yüzbin mi, ne kadar bulursanız alıp götürün, Anadolu insanına emanet edin; birer-ikişer dağıtın evlere. Bu millet hem fedakâr hem de vefakârdır; hepsine bakarlar Allah'ın izniyle. Hangi dinden, hangi mezhepten olursa olsun, hiçbir çocuğun zâyî olmasına meydan vermeyin!." dediğimi hatırlıyorum. Böyle bir teşebbüse ne kadar ihtiyaç oldu, kaç çocuk getirildi ve ne ölçüde bakıldı, bu ayrı bir mesele. Demek istediğim şu ki, fiilen yapılabilecek her ne varsa, onu mutlaka yapmalısınız; o çocuklar ülkemizde okutulacaksa okutmalı; kendi ülkelerinde okullar açıp en güzel şekilde yetişmelerini sağlamak mümkün olacaksa, o imkanı temin etmeli ama muhakkak darda kalmış insanlara sahip çıkmalısınız.

Dilsiz de Olmamalı, Üslûpsuz da!..

Şayet, gücünüz bir yere kadar yetti ve imkanlarınız tükendi ise, bu defa da, hiç olmazsa dilinizle kötülüğe ve zulme mani olmaya çalışmalısınız. Bazen bir televizyon ekranında, kimi zaman bir gazete köşesinde, bir başka sefer de bir İnternet sayfasında duygularınızı, düşüncelerinizi aktarmalı ve fırsatını yakaladığınız her platformda hakikati dile getirmelisiniz. Mesela, tatlı dille, yumuşak bir üslûpla ve bir art niyetinizin olmadığını bütün samimiyetinizle ortaya koymak suretiyle şöyle seslenmelisiniz:

Acaba bu mesele diplomasi yoluyla çözülemez mi? Problemleri daha insanî bir şekilde halletmek varken neden hep kaba kuvvete müracaat ediyorsunuz! Oysa ki, kuvvet çok defa akla, mantığa ve muhâkemeye rağmen işler; şiddet şiddete sebebiyet verir. Bir toplumun üzerine kinle gitmekle onlarda size karşı sevgi hislerini uyaramazsınız. Sevgi duygusunu tetikleme ve canlı tutma ancak sevgiden geçer. Hele bir de sevgiyle yaklaşın; bir kerecik de muhabbetle onların sinelerine akın; işte o zaman sizi nasıl kucaklayacaklarına bir bakın. Siz nefret ettikçe, onlardaki nefret hislerini de körüklüyorsunuz. Bugünkü muvakkat nefret hissi tarihî bir nefret heykeline dönüşüyor ve tarihin sayfalarına öyle aksediyor. Bu gidişle, arkadan gelen nesiller sizi demokrasi ve özgürlük havarileri olarak değil vatanlarını işgal eden zâlimler olarak lanetle anacaklar. Lanet, lanet doğurur; nefret nefreti besler, kin kine sebep olur, gayz gayzı netice verir ve bunlar şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde hiçbir problemi halletmemiştir. Ne olur, bir de insanlık, sevgi ve merhamet yolunu deneyin!

Evet, böyle bir ikazı hem devlet yetkilileri, hem sivil toplum örgütleri hem de toplumun bütün fertleri yapabilir ve yapmalıdır da.

Mevzumuza esas teşkil eden hadis-i şerifte, "münkere karşı kalben buğz etmek", kötülüğü defetmenin üçüncü yolu ve imanın en zayıf mertebesi olarak nazara verilmektedir. Ne var ki, bunu, insanlara düşmanlık beslemek ve onlardan nefret etmek şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü, bir insana kin gütmek onu içine düştüğü fenalıktan vazgeçirmek için faydalı bir yol değildir. Öyleyse, bu sözden anlaşılması gereken husus, kötülüğe taraftar olmamak, ona karşı tavır belirlemek ve hem zulmedeni hem de zulme maruz kalanı ondan kurtarmaya çalışmaktır.

Bâri Dua Edelim!..

Zannediyorum, böyle bir maksadı gerçekleştirmenin en önemli vesilelerinden biri de duadır. Bu itibarla, şayet bir zulme şahit oluyor ve gadre uğrayan kimselere karşı gerçekten alâka duyuyorsanız, o zaman elle ve dille o kötülüğü engellemeye çalışmanın yanı sıra mutlaka Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmeli ve dua dua yalvarmalısınız. Eğer, oluk oluk akan kandan hakikaten müteessir oluyor, işittiğiniz hıçkırıkların gönlünüze bir kor gibi düştüğünü hissediyor ve ölen her insanla beraber siz de bir kez daha ölüyormuş gibi ızdırap çekiyorsanız, o halde kendi acz ve zaafınızın idraki içinde gücü her şeye yeten Kudreti Sonsuz'a yönelmeli ve O'na içinizi dökmelisiniz.

Evet, bir yönüyle, Allah'a sunacağımız ibadetler arasında duadan daha güçlü bir amel yoktur. Çünkü dua, Allah'ın varlığına, birliğine, hâzır ve nâzır olduğuna inanarak sebepler üstü bir taleple Cenâb-ı Hakk'a arz-ı halde bulunmaktır. Dua için ellerimizi açtığımızda, biliriz ki, bizim sesimizi işiten, kudret eli her şeye yetişen, bütün ihtiyaçlarımızı yerine getirmeye muktedir ve hadsiz düşmanlarımızı defetmeye kâdir bir Rabbimiz var.

İşte, bu iman ve inançla, Mevlâ-yı Müteâl'e dua etmeliyiz. Rahman ü Rahim'in dergâhında diz çökmeli; toprakları ellerinden alınan, yer üstü ve yer altı zenginliklerine el konulan, ırzları çiğnenen ve namusları pâyimal edilen müslümanları, her türlü mağduriyet, mazlumiyet ve mahkumiyetten halâs eylemesini O'ndan dilemeliyiz. Aynı zamanda, dünyanın dört bir yanında farklı bahaneler ileri sürerek insanları ezen ve cinayetler işleyen zâlimlerin hakkından gelmesini ve tuzaklarını kendi başlarına geçirmesini de yine O'ndan dilenmeliyiz.

Hazreti Nuh'un Duası

Söz gelmişken, bir hususa daha değinmek istiyorum: Hazreti Nuh, kavmini gece gündüz dine davet etmiş; bazen yüksek sesle kimi zaman da sessiz sedasız bir davetle onlara seslenmiş ve hidayete ermeleri için her yolu denemişti. Fakat, ne zaman onları hak ve hakikate çağırmışsa, onlar parmaklarıyla kulaklarını tıkamış, elbiseleriyle yüzlerini saklamış ve Seyyidina Nûh'un yüzüne bile bakmamışlardı. Sonunda Hazreti Nûh onlara beddua etmiş; "Rabbim, yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma! Zira bırakırsan onlar Senin kullarını, Senin yolundan saptırırlar ve sadece kendileri gibi kâfir, ahlaksız çocuklar dünyaya getirip yetiştirirler. Ya Rabbî beni, annemi, babamı ve evime mü'min olarak girenleri, erkek ve kadın bütün inananları affet. O zâlimleri ise, daha da beter, daha da perişan eyle!" (Nuh, 71/26-28) demişti. Bu beddua üzerine, Cenâb-ı Hak tufan göndermiş ve o kavmin altını üstüne getirmişti.

Hadis-i şeriflerde zikredildiğine göre, Allah Teala, kıyamet günü öncekileri ve sonrakileri bir alanda toplar. Güneş alçalır, insanları tahammül etmesi çok güç bir gam ve sıkıntı sarar. İnsanlar bir şefaatçi bulma ümidiyle Peygamberlerin kapılarını çalarlar. Nihayet, Hazreti Nuh'un huzuruna varır ve ondan da şefaat dilerler. Hazreti Nuh (aleyhisselam) ümmeti hakkındaki o bedduasını şefaat etmesine mani bir sütre gibi görür; "Benim bir tek duam vardı, onu da kavmimin aleyhine kullandım." der; "Nefsim, nefsim" diye iç geçirir ve insanları Hazreti İbrahim'e yönlendirir.

Öyle inanıyorum ki, Hazreti Nuh gibi ulülazm (her türlü zorluğa rağmen vazifesini eksiksiz eda eden en büyük beş peygamberden) birinin Cenâb-ı Hak'tan, küçük dahi olsa bir işaret almadan öyle bir dua yapması mümkün değildir. O, kavminin kat'iyen inanmayacağı hususunda mutlaka ilahî bir işaret almış ve kalblerinin mühürlendiğinden kat'î emin olduğu o kimseler hakkında bedduada bulunmuştur. Dolayısıyla, onun ümmeti aleyhindeki duasının kendisini şefaat etmekten alıkoyacak bir hata olduğu düşünülemez. Fakat, ulülazm bir peygamberin kendisi hakkında öyle hüküm vermesi ve yaptığı işi kendi ufku itibarıyla hata kabul etmesi de yine mukarrebîne yakışan bir ruh yüceliğinin ifadesidir.

Allahım, Sana Havale Ediyorum!..

İşte, ne zaman zâlimlere beddua etmek aklıma gelse, hemen Hazreti Nuh'un inkisarını hatırlıyor, ürperiyor ve onları tel'in etmekten uzak duruyorum. En amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile bedduada bulunmuyorum, kimseye lânet ve kahriye okumuyorum; onları Allah'a havale etmekle yetiniyorum. O havaleyi de yine İnsanlığın En Şefkatlisi'ne ittibâen yapıyorum. Nasıl ki, Allah Rasulü, "Allahümme aleyke bi-Ebî Cehl, Allahümme aleyke bi-Utbe, Allahümme aleyke bi-Şeybe..." deyip din düşmanlarını Allah'a havale etmiş ve bununla "Allah'ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap!" demek istemiştir; ben de, havale etmeyi bile onlar hakkında önce Allah'tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getiriyorum. Döktükleri kanı, akıttıkları gözyaşlarını, işkence ettikleri insanları düşününce, "Hiç olmazsa mazlumlara bu kadarcık bir vefa!.." mülahazasıyla kendi üslubumu korumaya çalışarak şöyle diyorum:

"Allahım, eğer kan düşünen, kan konuşan, kan döken, yurt içinde ve yurt dışında kan seylâpları meydana getiren bu zâlimlerin, bu gaddarların ve bu hattarların hidayetlerini murad buyuruyorsan, en yakın zamanda bunların kalblerine hidayetini salıver; gönül kapılarını imana ve İslam'a aç. Şayet onlar Senin nurundan bütün bütün nasipsiz kimselerse, ey bizi insanlığa çağırmak için kitap indiren Allahım, ey bulutları harekete geçirip semanın bağrından rahmet boşaltarak kupkuru çölleri cennetlere çeviren Allahım, ey en güçlü orduları hezimete uğratan Allahım, din düşmanlarına bozgun yaşat; altlarını üstlerine getir, onları birbirlerine düşür, birliklerini paramparça eyle ve emellerine ulaştırma; zâlimlere karşı bize nusrette bulun, yardımını üzerimizden eksik eyleme!"

Bazen de, "Allahım, bize ve bütün müslümanlara yardımcı ol; hizlanımızı isteyenleri, rezil rüsvâ ve perişan olmamızı arzu edenleri, bu istikamette komplolar düzenleyenleri hüsrana uğrat! İki ellerini bir araya getirme, onları muvaffak eyleme!" diyorum.. diyorum ama her defasında bu duamı şarta bağlıyor; önce onlar hakkında bile hidayet duasında bulunuyorum. Sonra da, "Allahım, şayet onlar mahrum ve nasipsiz kimselerse, hiç olmazsa bizi onların zulümlerinden muhafaza buyur; üzerlerinde baskını artırdıkça artır; silahlarını başlarında parçala; ellerini ayaklarını birbirine dolaştır; kalemle tecavüz edenlerin kalemlerini kır; müslümanlara sövüp sayanların dillerini ebkem kıl.. zâlimleri gaye-i hayallerine ulaştırma ve onlara karşı bize yardımcı ol!.." şeklinde niyazımı seslendiriyorum.

Gönülden inanıyorum ki, mü'minler Allah Teâlâ'ya yürekten teveccüh etseler ve duaya yönelseler Cenab-ı Hak şu anki dengeleri alt üst edecek ve her zâlime haddini bildirecektir. Ne var ki, bugün O'nun bize yakınlığını ve dualarımıza icabet edeceğini düşünerek, hâzır ve nâzır birinin huzurunda olduğumuz mülâhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hissederek Cenâb-ı Hakk'a arzıhâlde bulunduğumuzu ve en sâfiyâne, en hâlisâne bir kulluk tavrı olan duanın hakkını verdiğimizi söyleyemeyiz. Hatta, hacca giden insanların, duaların reddedilmediği o mukaddes yerlerde, Arafat'ta, Müzdelife'de, Mina'da yüreklerini çatlatırcasına, İslam dünyasının maruz kaldığı şu felaketlerden sıyrılması adına inlediğini iddia edemeyiz. Zannediyorum, yirmi tane içli, duygulu, dertli insan, orada üç-dört gün uykusunu terketse, başını yere koysa ve yalvarıp yakarsa, hatta birkaçının kalbi dursa, gerçekten yüreği çatlasa, Mevlâ-yı Müteâl o çatlamaya berikilerin başını patlatacak bir bomba tesiri lutfedecek ve inananların mazlumiyetine son verecektir. Fakat, öyle anlaşılıyor ki, müslümanlarda bu kadarcık olsun yürek yok; o mukaddes beldelerde bile Cenâb-ı Hakk'a tam teveccüh edilmiyor ve O'na gereğince yalvarılmıyor.

Gelin, Allah'a Yalvaralım!..

Bu açıdan, nazım geçse ve gücüm yetseydi, sesimi en ücra yerlere ulaşacak kadar yükseltir ve "Allah aşkına, gelin bir de duanın gücünü kullanalım; gönülden Allah'a yalvaralım!" derdim. Milletimizi ve bütün müslümanları Hakk'ın kapısında tazarru ve niyazda bulunmaya davet ederdim.

Evet, gelin şöyle altı ay, bir sene dişimizi sıkıp her gece teheccüde kalkalım. Kadın-erkek hepimiz önce gecenin zulmetini birkaç rek'at namazla aydınlatalım. Sonra da bütün samimiyetimizle dergâh-ı ilahîye el açalım; büyük-küçük acı ve ızdıraplarımızı, arzu ve isteklerimizi bir bir Cenâb-ı Hakk'a şerhedelim. Bizi gören, soluklarımızı duyan, içimizden geçenleri bilen ve iniltilerimizi değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten Mevlâmızın varlığını düşünelim; O'nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceğimiz inancıyla gerilip bir kez daha O'nun kapısının tokmağına dokunarak inleyelim..

Her birimiz önem verdiğimiz ve gönlümüze uygun bulduğumuz bir duayla başlayalım. Şâh-ı Nakşibend'in evrâd-ı kudsiyesi, Ahmed Rufaî hazretlerinin tazarruları, Abdülkadir Geylânî'nin kudsi virdleri ya da İmâm-ı Rabbânî, Hâce-i Ahrar, Ebu'l-Hasen Harakânî, Mevlâna Hâlid ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının hususî niyazları ile Yüce Dergâh'a yönelelim. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'den şerefsudûr olmuş münacâtları ve Cevşen-i Kebîr gibi meşhur duaları kendi arzu ve isteklerimize şefaatçi yapalım. Bu virdleri müteakiben, dertlerimize bir derman göndermesini, yaralarımızı tedavi etmesini ve müslümanları mazlumiyetten, mağduriyetten, mağlubiyetten kurtarmasını Cenâb-ı Hak'tan dilenelim. Ve şu mülahazaları gönlümüzde her an canlı tutalım:

Ey çaresizler çaresi! Sebeplerin sukût ettiği, içtimaî ahvalin boz-bulanık bir hâl aldığı, her yanda zâlimlerin "hay-hûy"unun duyulduğu, yığınların çaresizlikle kâh sağa, kâh sola toslayıp durduğu şu karanlık günlerde, zulmet zulmet içinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder.. sonsuz kudretinle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine bir su serp.. şeytanın ocaklarını söndür ve iblislerin boyunlarına çözemeyecekleri tasmalar geçir. Allahım, Sana ve dinine düşmanca davranmak suretiyle kendilerine yazık edenlerin kalblerini de imana, İslam'a, ihsana aç; onları da hidayete erdir. Fakat, şayet muradın bu değilse, onların buna liyakat ve istidatları yoksa, bütün bütün gayz, kin, nefret ve düşmanlığa kilitlenmişlerse, onların haklarından gel; şerîrlerin şerlerinden bütün mü'minleri muhafaza eyle!..

Duhân

Kıyametin alâmetleri arasında sayılan "duhân" maddî bir azap mıdır, yoksa fikir inhirafı gibi bir manevî hastalık mıdır? Onun, münkirleri öldürecek ve mü'minlere de nezle misillü bir maraz bulaştıracak olması nasıl anlaşılmalıdır?

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.