• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

En Güzel'e Giden Yol

İbadet hayatımızın istikrarlı olması ve kulluk yolunun bizim için kolay yürünür bir cadde haline gelmesi hangi hususlara bağlıdır?

İbadetin şuurluca yapılmasıyla onun temâdîsi (sürüp gitmesi, devamlı olması ve kalıcı tesirler bırakması) arasında “sâlih daire” söz konusudur. Çünkü, her şer aynı zamanda başka bir şerre çağrı ve her kötülük sonraki bazı kötülüklerin mukaddimesi olduğu gibi; her hayır da, diğer bir hayrın davetçisi ve her güzel amel başka iyiliklerin vesilesidir.

Sâlih Daire

Nasıl ki, insan bir günah işlemekle hakiki imanın nezih atmosferinden bir adım uzaklaşmış, küfre bir adım yaklaşmış ve şerre daha açık, günaha daha meyilli hale gelmiş olur; bir hayır yapmakla da günahların bunaltıcı havasından biraz daha sıyrılmış, imanını daha bir perçinlemiş, dolayısıyla da küfre karşı kendisine yeni bir sera daha oluşturmuş ve o ölçüde dalâletten korunmuş olur. Ayrıca, yaptığı o hayır sayesinde gönlünde başka iyiliklere karşı daha güçlü bir istek bulur. Şayet, şerrin şer doğurmasıyla hasıl olan kötülükler zincirine “fâsid daire” ya da günümüzün moda tabiriyle “kısır döngü” diyeceksek, bir hayrın daha başka hayırlara vesile olmasına ve sonraki iyiliklere zemin teşkil etmesine, böylece sürekli hayırlar meydana gelmesine de uydurma dildeki “doğurgan döngü”nün karşılığı olarak “sâlih daire” diyebiliriz.

Evet, şuurluca eda edilen her ibadet ü taat, arınmaya ve Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya vesile olur. Arınma yaklaşmayı, yaklaşma da arınmayı netice verir. İnsan, ibadet ü taat sayesinde beşerî kirlerden temizlenir, günahlarından arınır ve Allah Teâlâ’ya kurbet kesbeder. Allah’a yakınlaşma da insanın gönlünde ibadet iştiyakını ve hayır yapma duygusunu coşturur. Böyece, samimâne ve şuurluca ortaya konan ibadet ü taat ve hayr ü hasenât ile arınma ve kurbet kazanma birbirini takip edip durur; bu şekilde kullukta temâdî sağlanmış olur. Devam ve temâdî kalb ve ruh hayatında derinleşmeyi temin eder; derinleşme de, şuurda ve vicdanda ayrı bir enginliğe kapı aralar; insanı farklı bir marifet ufkuna ulaştırır.

Bu sâlih daire, insanın marifetten muhabbete, hatta bazen muhabbetten de lezzet-i ruhaniyeye kadar pek çok güzelliği duyup hissetmesini sağlar. Öyle ki, ibadet iştiyakı onun ruhunu bütün bütün sarar ve kulluk onun için ruhanî bir zevke dönüşür; artık o, bal-kaymak yiyor gibi ibadet eder ve ibadete bir türlü doymaz.

Gerçi, insan lezzet-i ruhâniyenin ve manevî zevklerin talibi olmamalıdır; fakat, o peşine düşmese de bunlar kulluğun bir semeresi olarak ziyade bir lütuf şeklinde esip gelebilir. Nitekim, Nur Müellifi, “Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhâniyedir.” derken bir hedef göstermekten daha çok tabiî bir neticeyi nazara vermiştir. Hazreti Üstad, hakiki saadetin, hâlis sürurun, en şirin nimetin ve safi lezzetin marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu belirtmiş ve bir insan marifet ve muhabbet ufkuna ulaşırsa, onun ekseriyetle lezzet-i ruhaniyeyi de derinden duyup tadacağına işaret etmiştir.

Yoksa, ibadeti ve genel olarak kulluğu -ruhânî de olsa- zevke ve lezzete bağlama bizim mesleğimize uygun değildir. Hâlis bir mü’min, haccını, orucunu, namazını, teheccüdde gece karanlıklarını yırtan âh u vahlarını ve i’lâ-yı kelimetullah hesabına iştirak ettiği hayırlı faaliyetlerini zevk almaya, lezzet-i ruhâniye ile dolmaya ve doyma bilmeme gibi hallere mazhar olmaya bağlamamalı; bütün amellerini sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getiriyor olma mülahazasıyla ve O’nun rızasını arama duygusuyla ortaya koymalıdır. Vakıa, insan bu konuda hâlis niyetini ve istikamet çizgisini korursa, onun bir kısım ekstra lütuflarla mükafatlandırılması da her zaman söz konusudur; o talep etmese de zaman zaman lezzet-i ruhâniye meltemleri eser gelir ve onun ruhunu sarar. İşte, bu marifet, muhabbet ve lezzet-i ruhâniye esintileri de insana o sâlih daire adına bir adım daha attırır; vicdanına “Hadi şunu da yap, bunu da tamamla, o hayırlı işi de eda et!..” dedirtir. Böylece, şuurlu amel temâdîye, temâdî derinleşmeye ve derinleşme de başka hayr ü hasenâta vesile olur.

İnsan, ibadet ettikçe manen yükselir, terakkî ettikçe de ibadet iştiyakıyla daha bir gerilir. Bir hadis-i şerifte de işaret edildiği gibi, mü’min Kur’an okudukça yükselir, yükseldikçe Kur’an-ı Kerim’e karşı iştiyakı artar. Dahası, bu terakkî onu ötede de Kur’an sayesinde yücelip yükselme ufkuna ulaştırır; orada kendisine “Oku, yüksel!” denilir ve dünyada öğrenip hıfzettiği her ayete bedel ona biraz daha yücelme mükâfatı bahşedilir. Evet, okuma yükselmeye vesile olur; sonra bu yükselme ruhta inşirah hasıl eder, daha çok okuma duygusunu tetikler. Böylece, okuma ve yükselme, ibadet ve terakkî arasında bir sâlih daire oluşur. İnsan o sâlih dairede dönüp durdukça ve o daire güzellikler üretmeye devam ettiği müddetçe kulluk yolundaki bir takım zorluklar da kolaylaşır, ibadet ü taat bir yük ve angarya olmaktan çıkar; aşılmaz gibi görünen engeller küçülür, üstesinden gelinebilecek bir keyfiyete bürünür.

En Kolay Yol ve En Emin Yolcu

Kur’an-ı Kerim, Leyl Suresi’nin şu mealdeki ifadeleriyle diğer mesajlarının yanı sıra bu hususa da dikkat çekmektedir: “Kim (Allah’ın kendisine verdiği şeylerden O’nun yolunda ve muhtaçlar için) harcar ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na isyandan kaçınırsa; ayrıca, (inanç, davranış ve bunların karşılığında verilecek mükâfat konusunda “hüsnâ”yı) en güzel olanı tasdik ederse, Biz de ebedî mutluluğa giden yolu (ve ahirette de hesabı) onun için kolaylaştırırız.” (Leyl, 92/5-7)

Bu ayetlerdeki, {فَأَمَّا مَنْ أَعْطَى} “Kim (Allah’ın kendisine verdiği şeylerden O’nun yolunda ve muhtaçlar için) harcarsa...” ifadesi, sadece maddî imkanlardan infakta bulunmak gerektiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, insanların, kendilerine lutfedilen nimetlerin herbirine karşı, o nimetlerin kendi cinsinden bir nevi şükür edasına girişmeleri icap etmektedir. İşaratü’l-İ'caz’da da belirtildiği gibi, “...ve min mâ razaknâhum yünfikûn - Kendilerine ihsanda bulunduğumuz nimetlerden infak ederler.” (Bakara, 2/3) ayet-i kerimesindeki “mâ” umumî bir manayı ifade etmektedir. Yani, infak sadece mala ve paraya münhasır değildir; ilim, fikir, kuvvet, kabiliyet ve amel gibi şeylerden de muhtaç olanlara infakta bulunmak gerekmektedir. Bu nükteye bağlı olarak meseleyi ele alırsak; Mevlâ-yı Müteâl bize hangi lütuflarda bulunmuşsa, onların hepsini insanlığın istifadesine sunmak üzerimize bir vazifedir; ilim vermişse ilimden, mal vermişse maldan veya üstün bir dimağ vermişse de ondan başka insanları da faydalandırmak Allah yolunda infakta bulunmak demektir.

{وَاتَّقَى} “Allah’a gönülden saygı besleyip O’na isyandan kaçınırsa...” sözünde üzerinde durulan takvâ; farzları yapıp günahları terk etmekle beraber haramlardan fevkalâde sakınma duygusu içinde bulunmak, günaha girme korkusundan dolayı bazı mübahlara el uzatırken bile titremek ve hatta şüpheli şeylerden kaçınarak, şöyle-böyle kuşku hasıl eden her şeyi bırakıp, tamamen tereddütten uzak bir hayat yaşamak manalarına gelmektedir. Allah’ın rızasından başka hiçbir şeyi gâye-i hayal edinmeme, maddî-manevî her nimeti Allah’tan bilip hiçbir şeyi nefse mâl etmeme, her meselede dinin hükümlerini gözetme, Allah Rasûlü’ne bilâ kayd ü şart inkıyâd etme, Hak’tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bulunma, haramlara götürebilecek nefsî hazlar karşısında devamlı uyanık olma ve râbıta-ı mevti hayatın bir parçası haline getirme gibi hususlar da takvânın çerçevesine dahildir.

Ayrıca, bizim telakkîlerimiz açısından, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riâyet etmek, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatın bağrına yerleştirdiği âdât-ı sübhaniyesini mütâlaa ederek tekvînî emirlerin gereklerini yerine getirmek ve âyât-ı tekvîniyeyi sürekli tetkik ve tefekkür ederek kalbî ve ruhî hayatı yenilemek de takvânın önemli bir buudunu teşkil etmektedir. Bir de, bu ayette kullanılan fiil kipi nazar-ı itibara alınacak olursa, “ittikâ” kelimesinin “iftial babı”ndan olduğu ve bunun da “mutâvaat” (dönüşlülük) ifade ettiği görülecektir. Bu açıdan takvâ; Allah’ın gazabından rahmetine sığınmak, teşriî ve tekvinî emirlere muhalefet etmemek suretiyle daima O’nun himayesinde kalmak, huzuru ve rahatı O’na yakınlıkta aramak, O’ndan korkarken bile yine O’nun merhametine iltica etmek ve bu şuuru tabiatın bir derinliği haline getirmek demektir.

{وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى} “Ayrıca, (inanç, davranış ve bunların karşılığında verilecek mükâfat konusunda “hüsnâ”yı) en güzel olanı tasdik ederse...” beyanında zikredilen “hüsnâ” tabiri, “ahsen” kelimesinin müennesidir ve “daha güzel” veya “en güzel” manasına gelen bir sıfattır. Hüsnâ ifadesini, Esmâ-yı Hüsnâ, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecelli alanı, en güzel haslet sayılan iman ve ihsan veya en güzel kelime olan Kelime-i tevhid, yahut hepsini ihtiva eden Kur’an-ı Kerim ve en güzel mükâfat olan Cennet şeklinde tefsir edenler olmuştur. Genellikle müfessirler, “Lillezîne ahsenû’l-husnâ ve ziyâde - İyi ve güzel davranışlarda bulunanlara en güzel mükâfat ile daha da fazlası var.” (Yunus, 10/26) ayet-i kerimesi gibi ilahî beyanlarda yer alan “hüsnâ” sözünü Cennet, “ziyâde” ifadesini de Allah’ın cemalini görmek şeklinde anlamışlardır.

Kanaatimce, hüsnâ tabiri, Cennet’i, oradan Zât-ı Uluhiyeti görmeyi ve o büyük pâyeye ulaştıran yolun erkânını bilcümle ifade etmektedir. Bu zaviyeden, mezkur ayette, Din-i Mübin’in esaslarını tasdik etmiş, iyiyi kötüyü öğrenmiş, fazileti rezilliği birbirinden ayırmış; dünyada ihsanda bulundukça daha çok iyiliğe mazhar olacağına, her hayr ü hasenâtın mizanda da mutlaka bir değer ifade edeceğine ve ötede mükâfatının fazlasıyla verileceğine kanaat getirmiş; iman ve ihsan üzere yaşadığı takdirde sonunda en güzel akıbete, ahirette Cennet’e ve Cemal’e erdirileceğine iman etmiş ve hayatını bu en güzel neticenin doğruluğuna inanmışlık içinde sürdürme gayretine girmiş bahtiyar insan nazara verilmektedir.

İşte, üç önemli vasfı sıralanan bu sadâkat kahramanına ilahî bir vaadde bulunulmakta ve şöyle denmektedir:

{فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى} “Biz de ebedî mutluluğa giden yolu (ve ahirette de hesabı) onun için kolaylaştırırız.” Demek ki, mazhar olduğu nimetlerden infakta bulunan, takvâ dairesine sığınan ve En Büyük Hakikati tasdik edip coşkun bir imanla O’nun vaad ettiği mükâfata yürüyen bir insan, en hırçın dağlarda, dik tepelerde yasemenlikte yürüyor gibi rahat yürüyecek, yürüyüp Allah’a gidecektir. Beled Sûresi’nde bahsedilen ve başkaları için aşılması çok zor sarp bir yokuş olan hayır yolu ve o yolun akabeleri onun için kolaylaşacak ve ona boyun eğecektir. Nihayet, o önüne çıkan bütün engelleri -Allah’ın inayetiyle- kolaylıkla aşacak, çok zorlanmadan hayırlı işler yapmaya muvaffak olup saadet-i dâreyne erecektir.

Böyle bir insanın yürüdüğü yol, “kolay yol”dur; zira, o, Hâlık-ı kâinatın rızasına ve insanın fıtratına çok uygundur. Ayrıca, bu yoldaki her iyilik, insandaki hayır yapma duygularını daha da şahlandırır ve yolun zorluklarını kolayca aşmaya vesile olur. Başlangıçta bazı emir ve yasaklar nefse ağır gelse de ve meşakkat televvünlü bir kısım mesuliyetler insanı zorlasa da, şayet insan dinin özündeki yüsr hakikatine muvafık şekilde sorumluluklarının gereğini yerine getirmeye gayret eder ve bu konuda heva ve hevesinin dizginlerini aklının, kalbinin ve iradesinin ellerine verirse, zamanla ihsan ve takvâ şuuru o yolun yolcusunun tabiatı haline gelir. Öyle ki, o göz ucuyla harama bakacak olsa, daha iradesi devreye girmeden ve kendi kendine “Burada ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım?” demeden, hemen tabiatının tepkisiyle karşılaşır; tabiatı ona “Nazarına hâkim ol, bu memnudur!..” der. Dudaklarından dökülebilecek nâhoş bir kelime aklının ucuna gelir gelmez iradesinden önce tabiatı “Hayır, söyleme onu; telaffuz ettiğin her şey kaydediliyor!..” diyerek ona mani olur. Hayaline küçük bir kir bulaşacak olsa, daha tasavvur ve taakkul safhalarına varmadan yine selim tabiatının dürtüleriyle o kirin önünü keser, “Allah Allah, ben ne kadar vicdanı bozuk bir insanım ki böyle çirkin bir sahne benim içime akabiliyor, tahayyül dünyama girebiliyor” diye içinden geçirir ve -tabiatının tepkisi sayesinde- o kötü hayali daha o safhada boğar, büyüyüp başka kirli tabloları zihnine davet etmesine ve hafızasını kirletmesine meydan vermez.

Evet, takvâ duygusunu tabiatının bir derinliği haline getiren bir insan, artık dinin emirlerine karşı gayr-ı iradî olarak titizlik gösterir, yasaklara karşı da vicdanî tepki verir. Küfür, şirk, isyan, dalâlet ve günah şâibesi taşıyan her türlü, söz, tavır, davranış ve fiillerden tiksinti duyar. Haram mala el uzatmayı ateşi avuçlamak gibi görür; zinaya yaklaştıran her türlü fenalıktan cehennemin alevlerinden ürkmüşçesine kaçar. Namaz kılmak onun için angarya olmaktan çıkar; daha bir vaktin farzını eda eder etmez diğerinin programını yapar. Bir sabah uyanamasa ve namazını kaçırsa yemeden içmeden iştihası kesilir. Gönül hoşnutluğuyla zekatını verir ama onunla da iktifa etmez; infakı hayatının vazgeçilmez bir esası kılar. Yaptığı her iyilik onu daha başka iyiliklere sevkeder; kaçındığı her kötülük ve günah sonrasında, o kötülük ve günahlara karşı iyice bilenir ve onlardan olabildiğine uzaklaşma azmini güçlendirir.

Böylece o insan tam bir sâlih dairenin içine girmiş olur. Artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider, öyle mücahede eder ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler bakar da ona ya hayran olur veya “Bu delidir!..” derler. Zira, Allah Teâlâ iyiye giden ve sonu Cennet’e açılan yolu ona kolaylaştırmıştır ve onu çağlayan bir ırmak gibi akar hale getirerek hedefine rahatlıkla varacağı bir kıvama ulaştırmıştır. Mevlâ-yı Müteâl ötede de onu “Hesabı kolayca görülür ve ailesine sevinç içinde döner.” (İnşikak, 84/8-9) ilahî beyanıyla resmedilen bir mazhariyete erdirecek ve çok kolay bir hesap ile Cennet’e girmeye muvaffak kılacaktır.

Perişan Yolcu ve Sarp Yokuşlar

Diğer taraftan, sadece dünya hayatına bel bağlayan, ahiret azığı hazırlamaya hiç ihtiyaç duymayan, hem teşriî hem de tekvînî emirleri gözardı eden, her konuda kendini yeterli görüp nefsine güvenen, kendi menfaatlerinden başka hiçbir şey düşünmeyen ve -iyiliği tabiatına mâl etmek bir yana- hep kötülüklerle içli dışlı yaşayan kimseler ise, en geniş caddeleri bile patika gibi görürler; en selametli bir şehrah olan Din-i Mübin yolunda dahi rahatça yürüyemez, yönlerini bulamaz ve sonsuz saadet hedefine ulaşamazlar.

Nitekim, Kur’an-ı Kerim, zikrettiğim ayetlerde sâlih dairenin hep iyiliklerle iç içe olan kahramanlarını anlattıktan sonra, akabindeki ayetlerde de bir fâsid dairenin girdabında debelenip duran zavallılara değinmiş ve onları sürekli kötülüklere sevkeden çirkin huylara karşı mü’minleri şöyle ikaz etmiştir: “Cimrilik yapan ve kendisini her konuda yeterli görüp Allah’a ihtiyacı yokmuş gibi davranan; bir de hüsnâyı, o en güzel kelimeyi (kelime-i tevhidi ve onu ikrarın gereklerini) yalanlayan kimseyi ağır bir sorguya ve ebedî helaka giden en güç yola sardırırız.” (Leyl, 92/8-10)

{وَأَمَّا مَنْ بَخِلَ} “Cimrilik yapan” sözüyle zemmedilen “bahîl” insanın eli çok sıkıdır; o kendi rahatı ve ailesinin ihtiyaçları için çok cömertçe mal sarfetse ve bazen bu konuda müsrif davransa bile, hayırlı bir iş için cebinden beş kuruş dahi çıkarmaz. Hatta, kimi zaman o, aşırı mal hırsından dolayı kendisi ve ailesi için de harcamada bulunmaktan kaçınır; sadece mal biriktirmeyi ve daha çok servet sahibi olmayı düşünür.

Bu arada, infak sadece mala ve paraya münhasır olmadığı gibi, cimrilik de yalnızca maddî imkanlarla ilgili bir kavram değildir. İnfakla alâkalı mülahaza cimrilik hakkında da geçerlidir; ilim, fikir, kuvvet, kabiliyet ve amel gibi şeylerde de cimrilik söz konusudur. Bildiğini öğretmeyen ve ilminden diğer insanları istifade ettirmeyen kimse de en az mal konusunda eli sıkı olan insan kadar cimri sayılır.

{وَاسْتَغْنَى} “Kendisini kendine yeterli görüp Cenâb-ı Hakk’a bile ihtiyacı yokmuş gibi davranan” bu aldanmış adam, kendi heva ve hevesinden başka hiçbir şeyi umursamaz, hayır ve hasenata karşı alâka göstermez ve salih kimselerle beraber olmaya dahi tenezzül etmez. Ahireti hiç düşünmez ve Allah’ın gazabından rahmetine sığınmayı asla aklına getirmez. Kulluk yolunda önüne çıkabilecek bütün engelleri aşmasını sağlayacak olan takvâ şuuruna karşı da bütün bütün bîgâne yaşar; dolayısıyla, günahlardan kaçınmaz, isyan deryasına dalmaktan sakınmaz.

Aslında âciz-i mutlak, fakîr-i mutlak ve muhtac-ı mutlak olduğu halde, adeta acz ü fakrdan hiç haberi yokmuş gibidir; nimetleri başından aşağı sağanak sağanak yağdıran Mün’im-i Hakiki’yi hiç düşünmemekte ve O’na şükretmemektedir; sanki şevk u şükürden de bütün bütün habersizdir, hamd ü sena hislerinden de mahrumdur. Hal ve tavırlarından, kendisini ulaşılabilecek en son noktaya ulaşmış, doyuma ermiş, en güzel neticeye vasıl olmuş ve artık hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış bir insan olarak gördüğünün emareleri dökülmektedir.

Ah zavallı insan! Bu kibir ve gururu sebebiyle ne kadar da acınacak bir hale düşmüştür. İstiğna gibi peygamberlik mesleğinin şiarı olan bir güzel vasfı nasıl da yanlış yorumlamış ve onu bir küfür sıfatına dönüştürmüştür. Evet, mü’min müstağnidir; fakat, o Allah’ın verdiği nimetlere kanaat ettiğinden dolayı kat’iyen başkasının eline bakmayan, hep gözü tok, gönlü zengin ve beklentisiz davranan insandır. Şu kadar var ki, mü’min acz ü fakrının hep farkındadır ve Cenâb-ı Hakk’a her an-ı seyyale muhtaç olduğunun şuuruyla yaşamaktadır. Zira, Mevlâ-yı Müteal’e karşı istiğna tavrı bir küstahlık, nankörlük ve hatta -derecesine göre- küfürdür.

Bu küstah ve nankör adam {وَكَذَّبَ بِالْحُسْنَى} “Bir de o en güzel kelimeyi, hüsnâyı yalanlamaktadır.” Kelime-i tevhidi ve dinin sair esaslarını -bazılarını sözle, bazılarını da fiille- tekzib etmektedir. O her işini bir kâfir sıfatı olan yalana bağlamıştır. Pek çok meseleye gönülden inanmadığı halde, münafıkça davranmakta ve durumu idare etmeye çalışmaktadır. O hep olduğundan farklı görünen ve kalbinin sesi olmayan sözleri söyleyen tam bir şekil insanıdır; onun tavırları yalan, davranışları yalan ve sözleri de yalandır. O, birr ü takvânın Cennet’e götüren bir burak olduğuna, buradaki iyiliklerin karşılığının ahirette fazlasıyla verileceğine ve ihsan sahibi kimselerin ötede ebedî nimetlere, Cennet ve Cemal lütuflarına ereceklerine hiç iman etmemiş; bütün bu hakikatlere “yalan” demiş ve bu dünyayı kalıcı zannederek bütün bütün kaybedeceği bir yola girmiştir.

İşte, üç kötü vasfı sıralanan bu zavallı adama da şöyle ilahî bir vaîdde bulunulmaktadır: {فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرَى} “Onu ağır bir sorguya ve ebedî helaka giden en güç yola sardırırız!” O, hiçbir zaman aşamayacağı öyle bir yokuşla karşı karşıya getirilir ki, burada her durakta takılır yolda kalır; ötede de ateşe girmek gibi en zor ve en acı akıbete müstehak olur.

Tefsirciler, “en zor olan” manasındaki “usrâ” ifadesini, Allah’ın sevmediği ve işlendiği takdirde insanı cehenneme sürükleyen ameller şeklinde anlamışlardır. Dünyanın zahirî güzelliklerine tamah ederek bu yola giren ve nefsanî isteklerinin kölesi haline gelen bir insan, bu yolun her adımında kendi fıtratının ve vicdanının tersine hareket eder. Cismanî arzularını tatmin etmeye çalışırken din, diyanet, ismet ve iffet sınırlarını birer birer çiğner; her zaman günahların peşinde sürüklenir durur. Haramların teşkil ettiği fâsid dairede debelenirken, ibadet ü taat ve hayr ü hasenât da ona çok zor gelir.

Kur’an-ı Kerim, pek çok ayet-i kerimesiyle, takvâ hissinden mahrum kulların önündeki bu zorluğa işaret etmekte ve –mesela– şöyle demektedir: “Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah’tan yardım dileyin. Gerçi bu çok zor bir iştir, fakat içi saygı ile ürperenlere değil.” (Bakara, 2/46) Yine, bazı münafıkların, nifaklarını gizlemek için bazen mü’minlerle beraber saf tuttuklarını ve maddî imkanlarından infakta bulunuyormuş gibi gözükmeye çalıştıklarını, fakat, onların bu teberrûlarının Hak katında hüsn-ü kabul görmediğini vurgulamakta; sadakalarının kabul edilmeyişinin sebebini anlatılırken de aynı zorluğa ve onların, nefislerinden kaynaklanan bu zorluğun altında kalıp ezildiklerine dikkat çekmektedir: “Çünkü onlar Allah’a ve Rasûlüne karşı inkâr ve nankörlük içindedirler. Namaza ancak üşene üşene gelirler. Yardımda bulunurken de istemeye istemeye, gönülsüz verirler.” (Tevbe, 9/54)

Aktif Marifet

Demek ki; din yolunun rahat yürünür geniş bir cadde olması ve ibadet ü taatin insana kolay gelmesi, selim bir kalbe sahip bulunmaya, infak ruhuyla hareket etmeye, takvâ şuuruyla donanmaya, Allah’a tam teveccüh edip sadece O’nun rızası için kulluk yapmaya ve dünyada ortaya konan zerre kadar bir iyiliğin ya da atom parçası ağırlığındaki bir şerrin karşılığının ötede mutlaka verileceğine gönülden inanıp, daima bu inanca uygun düşen ihsan duygusuyla yaşamaya bağlıdır. Acz u fakr hisleriyle dergâh-ı ilahinin eşiğine başını koyma, isteyeceklerini O’ndan isteyip, sürekli O’na el açma ve sonra şevk, şükür ve tefekkür sayesinde kullukta daha bir derinleşme de rıza-yı ilahiye varıp ulaşacak yolu kolaylaştıran hususlardandır.

Bugün, cihanın dört bir yanına mukaddes göç seferleri düzenleyen adanmış ruhların yaptıklarını bu hakikatler ışığında değerlendirmeden onları ve fedakarlıklarını anlayabilmek çok zordur. Evi-barkı, yurdu-yuvayı, anayı-babayı, yârı-yârânı arkada bırakıp haritada dahi yeri güçlükle bulunabilen diyarlara hicret etmek, onca sıkıntıya rağmen gece-gündüz demeden çalışıp didinmek, maddî-manevî füyuzât hislerinden fedakârlıkta bulunmak; bazen sıcaktan yanmak, kimi zaman soğukta donmak.. ama yine de imanla, aşkla, azimle ve ümitle ayakta kalmak.. koşmak, yorulma bilmeden hep Allah’ın hoşnutluğuna koşmak... Bunlar, ancak Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla ve aşılmaz gibi görünen zorlukları kolaylaştırmasıyla gerçekleşebilir.

Son olarak önemli gördüğüm bir hususu bir kere daha hatırlatmak istiyorum: İster ferâiz kurbeti diyeceğimiz şekilde, farz ibadetleri şuurluca eda etmek suretiyle Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmış olun, isterseniz de farzlarla beraber nafileleri de hiç aksatmayıp kurbetinize bir enginlik daha ilave etmiş bulunun; ne suretle ve ne seviyede olursa olsun, iyilikleri tabiatınızın bir derinliği haline getirseniz ve oluşturduğunuz sâlih daire vesilesiyle sürekli bir hayırdan diğerine koşup dursanız da akıbetiniz mevzuunda teminatınızın olduğu söylenemez. Bugün Hazreti Abdülkadir Geylânî’nin kulluk mertebesi ölçüsünde bir noktayı ihraz etseniz de, bu sizin yarınınıza hiçbir şey miras bırakmayabilir. Her gün sizin için yeni bir gündür ve her yeni gün müstakil olarak inşa edilmesi gereken bir zaman parçasıdır. Dahası, her yeni günde siz de bir manada yeni bir insansınız ve ruhunuzun abidesini bir kere daha ikâme etmek zorundasınız.

Öyleyse, her gün düşünce dünyanızı yeniden gözden geçirmeli, bir kere daha Allah yolunda infak duygusunun, takvâ şuurunun ve sadâkat ruhunun tabiatınıza mal olup olmadığını kontrol etmeli ve bu konuda cehd ü gayret ortaya koyarak Cenâb-ı Hak tarafından işi kolaylaştırılan ve önündeki engeller kaldırılan bir insan olmaya namzed hale gelmelisiniz.

Binaenaleyh, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ceddidû imaneküm bi lâ ilahe illallah - İmanınızı Lâ ilâhe illâllah ile yenileyiniz.” buyurmuş ve ümmetini sürekli tecdid-i imana davet etmiştir. Zira, Mektubat’ta da vurgulandığı üzere, nefis, hevâ, vehim ve şeytan az-çok her insana hükmetmekte; onun gafletinden istifade ederek, pek çok hile, şüphe ve vesveseyle iman nurunu kaplamaktadır. Onun için, her gün, her saat, hatta her vakit, imanı cilalamaya ihtiyaç vardır.

Dün her açıdan tenevvür etmiş olsanız dahi, bugün de arınmalı, aydınlanmalı ve nurlanmalısınız. Dünkü zaman ayrı bir zamandı; bugünkü zaman da tenevvüre muhtaçtır. Dünkü vücudunuzun zerrâtının bazıları ölüp gitti; Cenâb-ı Hak bugün bünyenizde yeni zerreler halketti, onların da imanın nurundan nasiplenmeye ihtiyacı söz konusudur. Duygularınızda değişmeler meydana geldi, bilgi adına yeni müktesebâtınız hasıl oldu, onların hepsinin sizin renginizi ve imanınızın desenini alması gerekmektedir. Bu açıdan, teminat altında olduğunuz mülahazasına asla kapılmamanız ve hep yenilenme peşinde olmanız icap etmektedir.

Unutulmamalıdır ki, bir bilgi hamalı olmak ve engin bir müktesebâta sahip bulunmak kulluk hesabına çok fazla bir mana ifade etmemektedir. O bilginin marifete dönüştürülmesi ve hatta o marifetin de “aktif marifet” haline getirilmesi lazımdır. Aktif marifet ise, -bu tabir çok kullanılmamış olsa da şahsen bir mahzur görmüyorum- kendi içinde sürekli kaynayıp duran ve insanı hep muhabbet ufkunda dolaştıran vicdan kültürü demektir. Dolayısıyla, Allah’a kurbet açısından hangi seviyede bulunursanız bulununuz, size düşen vazife; teşriî ve tekvinî emirleri iyi okuyarak mütemadiyen imanınızı yenilemeniz, iman-ı billah içindeki marifetullaha ulaşıp onu tabiatınızın bir yanı haline getirmeniz; fakat, yine de kendinizi teminat altında görmeyip, vicdanınızdaki marifet kazanını sürekli kaynatarak aktif marifeti elde etmeye ve hep muhabbetullah atmosferinde nefes alıp vermeye çalışmanızdır.

En hayırlı gençler

En hayırlı gençler

Bir hadis-i şerifte, en hayırlı genç ve en şerli yaşlı olarak tavsif edilen kimselerin özellikleri nelerdir? Bir gencin Allah'ın hoşnutluğunu kazanması ve bir ihtiyarın Hak katında makbul olması hangi hususlara bağlıdır?

En Önemli Vazife

İ'lâ-yı kelimetullah

Allah'ın adının gönüllere nakşedilmesi, İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip yayılması mânâsına gelen "i'lây-ı kelimetullah", bir mü'minin en önemli vazifesi ve Cenâb-ı Hakk'ın da en çok sevdiği ameldir. Allah'a îman ve O'nun nâm-ı celîlîni i'lâ etme gayreti müminlik şiarıdır. Aslında, Allah'ın adı zatında yücedir, o her zaman âlîdir, O'nun "Aliyy" ismi de var, Aliyy'dir O. Fakat, "O'nun adını yüceltme" ifadesini kendi idrakimiz itibariyle, kendi ufkumuzu aydınlatma açısından kullanıyoruz.. i'lâ-yı kelimetullah derken, kararmaya yüz tutmuş kalblerin kir ve lekelerinden arındırılarak asıl sahibine hazır hâle getirilmesini, gönül tahtının Mâlikü'l-Mülk'e, Melikü'l-Mülûk'e arz edilmesini ve Yaratıcı ile kullar arasındaki engellerin kaldırılmasını kastediyoruz.

Evet, i'lâ-yı kelimetullah vazifesi, en kutsal vazifedir ve esas itibariyle peygamber mesleğidir. Eğer, Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı Cenâb-ı Hak peygamber efendilerimiz gibi en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi. Oysa ki, Allah Teâlâ, peygamberlerini i'lâ-yı kelimetullah vazifesiyle görevlendirmiş ve sürgünlerin, hapishanelerin, hakaretlere maruz kalmaların, işkencelerin, idam sehpalarına götürülmelerin, hatta şehit edilmelerin çokça görüldüğü bu kutsal yola en güzîde kullarını -bir mânâda- feda etmiştir. Şâyet, Cenâb-ı Hakk bir şeyi bu şekilde öne çıkarmışsa onu bizim arkaya çekmemiz mümkün değildir, bizim de o şeye aynı ölçüde değer vermemiz inanmış olmamızın gereğidir.

Ayrıca, i'la-yı kelimetullahı ister emr-i bi'l m'aruf, nehy-i anil münker yani iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma şeklinde ele alalım; ister "Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et." (Nahl, 16/125) çerçevesinde mütâlaa edelim; isterse de "Din, nasihattir..." hadis-i şerifinin ifade ettiği mânâlar itibariyle değerlendirelim, o, Rabbimizin ve Efendimizin nâm-ı celîlinin dört bir yanda şehbal açması ve insanların cehalet zulümatından kurtulup imanın aydınlığına ermeleri için, Allah'ın rızasını kazanmaya mâtuf olarak eda edilen bir vazifedir. Bu vazifenin semeresi rıza-yı ilahîdir. Yani, Cenâb-ı Hak Cenneti verir, Cennet nimetlerini tattırır, hatta Cuma yamaçlarında Cemâl-i bâkemâli'yle tecelli eder, ehl-i Cenneti rü'yete mazhar kılar. Aliyyu'l Kârî ifadesiyle "Yazık o inanmayanlara, ne büyük hüsrandır onlarınki, müminler Cenab-ı Hakk'ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken onlar pişmanlık ve hasretle vurunur dövünürler." Evet, Cenab-ı Hakk'ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk'ın Cemâli'ni bir dakika görmeye mükâbil değildir. Fakat onun da ötesi vardır ve müsadenizle o öteler ötesini ilave edeyim: Cenâb-ı Hakk'ın Cemâli'ni görmek de, O'nun kullarına bizzat "Ben sizden hoşnutum, artık size gazap etmeyeceğim" demesine asla mukabil gelmez. Öyleyse, esas olan O'nun rızasını kazanmak, hoşnutluğuna mazhar olmaktır. O'nun rızasına götüren en kestirme ve sağlam yol ise i'lâ-yı kelimetullah yoludur.

Diğer taraftan, Cîlî'nin ifadesiyle, hakîkî insân-ı kâmil Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) ise –ki O'dur–, O'nun getirdiği din de hakîkî, kâmil dindir. Zaten, Allah Teâlâ "İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâmı seçtim." (Mâide, 5/3) diyor. Yani, "Bugüne kadar her Peygamber'e, her Safî'ye, her Velî'ye bazı nimetlerde bulundum; fakat size nimetimi tam verdim; dininizi kemale erdirdim. Din olarak da İslam'dan razı oldum." buyuruyor. Öyleyse, i'la-yı kelimetullah, Allah'ın hoşnut olduğu kâmil dini muhtaç gönüllere duyurmaktır ki, neticede yine O'nun rızası vardır.

İnanıyor muyuz; öyleyse...

Bir insan, Allah'ın rızasını dert edinmiş, hayatını ona bağlamışsa, onun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorsa, ona "rıza insanı" veya "rıza eri" denebilir. Eğer sen, Allah'a imanla şahlanmış bir rıza eriysen artık yerinde duramazsın, sürekli O'nun hoşnutluğuna ulaştıracak yollar, vesileler ararsın. Eğer gerçekten inanmışsan, imanın va'd ettiği şeyler karşısında lâkayt kalamazsın. Çünkü iman ebedî saadet va'd ediyor, beşerin yaratılış gayesini ruhlara duyurduğu gibi kainatı dahi aydınlatıp sebeb-i hilkatini okutturarak insanı dünyada vahşetten, ötede de zulümat-ı ebedîyeden kurtarıyor. Yirmiüçüncü Söz'de ifade edildiği gibi; ancak iman sayesinde her şeyin yüzü aydınlanıyor. İman sayesinde, kâinat bir gündüz rengini alıyor, nur-u İlâhî ile doluyor. Geçmiş, büyük bir kabristan olmaktan kurtulup, mazinin herbir asrı bir nebînin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti ifa eden insanların meşheri haline geliyor. Fırtına, zelzele ve tâun gibi hadiseler, birer vazifeli memur oluveriyor. Hatta, ölüm bile, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabir, saadet-i ebediyenin kapısı olarak görülüyor. Evet, ahiretin aydınlanması da, ebede namzet olan insanın ebediyeti elde etmesi de imana vâbestedir. Sen ebediyete ancak onunla mazhar olursun. Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâkemâlini görmeye ancak onunla ulaşabilirsin. İşte, sen bunlara inanıyorsan, ebedî azaptan kurtulup gönlünce yaşamanın Cennette olacağına imanın varsa, kendi çevrene karşı nasıl lâkayt kalırsın! Annen, baban, dayın, teyzen, yakınların, akrabaların ve sevdiğin insanlar, bir yerde oturup beraber çay içtiğin kimseler.. nasıl lakayt kalırsın onların akıbetine...

Evet, Peygamberlikteki derinlik de bu noktadadır. Defaatle arz etmişimdir bunu; hani Abdulkuddüs Hazretleri diyor ki: "Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mirac'da gökler ötesi alemlere gitti, Sidretu'l-Müntehâya ulaştı, Cenâb-ı Allah'la konuştu. Fakat, Cennetin câzibedar güzellikleri O'nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah'a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!." Onun bu sözlerini değerlendiren başka bir Hak dostu diyor ki; "İşte nebî ile velî arasındaki fark budur. Biri sürekli O'na doğru gidiyor; vuslat peşinde, üns billah peşinde, maiyyet peşinde.. Beriki oraya ulaşıyor, Allah'la maiyyetini devam ettiriyor, bir ayağını oraya pekçe koyuyor; fakat, Hazreti Mevlânâ ifadesiyle, diğer ayağını yetmiş iki millet içinde döndürüyor, tattıklarını onlara da tattırmak, duyduklarını onlara da duyurmak, onları da zirveye ulaştırmak istiyor." İşte peygamberâne tavır, peygamberâne azim budur; peygamber enginliği, peygamberâne vicdan genişliği herkesi kabulde, duyduklarını herkese duyurma gayretinde gizlidir.. Bu açıdan, Allah'a, ahirete inanan bir insan, i'lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten yürekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gönlünden, kafasından çıkaramaz.

Mefhumu muhâlifiyle meseleye şöyle de yaklaşılabilir; bir insan inandım dediği halde, inandığı esasları, sistemi, düşünceyi, kendi kültür kaynaklarından nebeân eden değerleri başkalarına duyurma cehd, gayret ve iştiyakından mahrumsa, onun iman problemi var demektir. Tebliğ ve temsil aşk u iştiyakından, i'lâ-yı kelimetullah arzusundan ve irşad sevdasından yoksun oluşu, onun imanında da bir problem bulunduğunu gösterir.. öbür tarafı, bilmesi gerektiği gibi bilememiş, öteki âlemin vad ettiklerine tam inanamamış demektir. Öteye gerçekten inanmışsan, kabir hayatına, mahşere, sorgu-suale, sırata, Cennet nimetlerine, Cehennem azabına.. imanın varsa, sen nasıl annenin, babanın elinden tutmayı düşünmezsin?.. nasıl sevdiğin insanların akıbeti ve kurtuluşu hususunda endişeye düşmezsin?.. ve ebedi hüsran ateşini gördüğün halde nasıl olur da bir itfaiyeci gibi elinde iman tulumbacığınla alevleri söndürmeye koşmazsın?!. Hayır hayır.. inanıyorsan lakayt kalamazsın!...

Havârîlerdeki tebliğ aşk u iştiyakı o imandan kaynaklanıyordu; Sahabedeki enginlik o itikattan, imandaki derinlikten nebeân ediyordu. Hazreti Bedîuzzaman ve onun ilk talebelerindeki şuur, imanın içlerinde tutuşturduğu korun tezahürüydü. İman gönüllerinde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor, insanların ebedi saadet-i için dünya mahrumiyetlerine seve seve katlanıyorlardı. Dinleyin merhum Zübeyr Gündüzalp'i, ne diyor: "Eğer Üstadımız, talebelerine musibet zamanında sabır, tahammül ve itidal telkin etmemiş olsaydı; ona hürmetkâr binlerce talebe, Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içerisinde, mahkemenin beraat kararını bekleyeceklerdi... Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz." Evet, onlar yürekten bağlanmışlardı i'la-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyorlardı.

Ayrıca şu meseleyi de açıklamanın zarurî olduğuna inanıyorum: Bazı dönemlerde devlet, sistemini o yüce gâyeye göre kurar.. planını, projesini tamamlar, o vazife için tahsis ettiği insanlarla dinin i'lası için gayret eder. Fakat, bunu da bir dayatmayla değil, bir yönüyle empoze etmekle değil, dinin güzelliklerini sergilemek ve gönüllere girmekle yapar. Hiçbir devletin diğer bir devlete "ille de bunu alacaksınız.. ille medenî olacaksınız, ya da medeniyeti şu şekilde anlayacaksınız.. ille demokrasiyi böyle yorumlayacaksınız" şeklinde baskılar kurmaya ve istediğini kaba kuvvete başvurarak almaya hakkı yoktur. Bir başka ülkeyi demokratlaştırmak, -kendi anlayışına göre- medenileştirmek kimsenin vazifesi değildir. Çünkü bu mülahaza her zaman su-i isti'mallere, haksızlıklara açıktır; her zaman baskı ve dayatma vesilesi yapılabilir ve her zaman bazı insanların haysiyetiyle, şerefiyle, onuruyla, milli birlikleriyle, kendi iktidarlarıyla oynamaya sebep olabilir. Evet bu tür baskı ve zulümlere başvurulamaz dinin anlatılması için. Siz medeniyetinize, dininize, kendi değerlerinize ait güzellikleri âdetâ bir panayırda, bir sergide teşhir ediyor gibi sergilersiniz ve bu sergilemeyi de hususiyle tavırlarınızla, davranışlarınızla, ahlakınızla yaparsınız. Başkaları koşup gelir sizin serginize ve beğenen alır güzelliklerinizi. Ne güzel der Alvar İmamı, "Tevhid Güneşi doğmuş; yağmadır, alan alsın!" Evet, İslam güneşi doğmuş, yağmadır, alan alsın.. iman güneşi zuhur etmiş, yağmadır, alan alsın... İşte, devlet, semâda markalanmış, kudsiyeti damgalanmış bu dini, baskılara, dayatmalara tenezzül etmeden, işe "kaba kuvvet terörü"nü karıştırmadan başkalarına da anlatır, dünyanın her tarafına yayarsa, öyle bir dönemde i'lâ-yı kelimetullah bir farz-ı kifâye haline gelir. Yani, fertler o vazifeyle tâlî dereceden sorumludur. Fert, namazını kılar, orucunu tutar, zekâtını verir.. bunlar birer farz-ı ayndır, herkesin mutlaka eda etmesi gereken ferdî mükellefiyetlerdir; onların yanında emr-i bi'l ma'ruf, nehy-i ani'l münker gibi bir yolla i'lâ-yı kelimetullah yaparsa bir farz sevabı kazanır; ama yapmazsa günaha girmiş olmaz.

Fakat, bir dönemde devlet boyunduruğu yere koyarsa, i'lâ-yı kelimetullah vazifesini eda etmezse, o zaman her fert o vazifeden sorumlu olur; o vazife, bir farz-ı ayn hâline gelir. Hatta, devlet birkaç müessesesiyle o vazifenin kıyısından köşesinden tutsa bile onun hakkı tam verilemiyorsa, o zaman da bir seferberlik anı gibi o vazife herkese terettüp eder. Mesela, günümüzde olduğu gibi, din terörle beraber zikredilir olmuşsa, din adına canlı bombalar patlatılıyor ve böylece İslâm'ın dırahşan çehresi karartılıyorsa.. din bombaların, cinayetlerin gölgesinde anlatılıyor ve dolayısıyla terörle müşterek mütâlâa ediliyorsa.. -Onun tertemiz yüzünü kana bulayanlar yerin dibine batsın.- böyle bir dönemde, doğruyu doğru üslupla ve meşru yollarla anlatmak farz-ı ayn gibi olur.

İman ve Amel

Bir başka husus da şudur: Kur'an-ı Kerim'de pekçok yerde iman ve amel-i sâlih beraber zikredilmektedir. Amel, umumî mânâda iş, vazife, hareket, davranış, ibadet, hayırlı faaliyet demektir. Fakat, daha ziyade insanların bir maksada binaen yaptıkları işe "amel" denir. Yapılan işte bir gâye ve maksat yoksa buna "fiil" denir, amel denmez. Necip Fazıl "iman ve aksiyon" konferansında temelde "aksiyon"u "amel"in karşılığında kullanmıştı. Fakat, Kurân'ı Kerim'in o mevzudaki üslubunu tercih ederek "iman ve amel" demek daha uygun ve doğru olsa gerek. Evet, sâlih amel, Cenâb-ı Hak nezdinde güzel ve makbul olan iş demektir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât ve sadaka vermek gibi ameller amel-i sâlihe dahildir. Hatta güzel ahlaklı olmak ve evrensel İslâmî değerleri sergilemek de bir sâlih ameldir. Kur'an-ı Kerim ameli, "sâlih" sıfatıyla beraber ortaya koyuyor. Dolayısıyla, "aksiyon" kelimesi mânâyı karşılamakta yetersiz kalıyor. Çünkü, aksiyonda sadece hareket vardır. Sâlih amelde ise, arızasız, kusursuz ve bir gâyeye matuf olma esastır. Sâlih kelimesini, "kısır döngü" dedikleri "fâsid daire"nin zıddı olarak uydurma dildeki "doğurgan döngü"nün karşılığı olan "sâlih daire" ifadesinde de kullanıyoruz. Nasıl ki, şerler, şerre çağrıdır, davetiyedir; bir şer, başka bir şerrin vesilesidir, mukaddimesidir; aynen öyle de, bir hayır, başka bir hayrın çağrısıdır. Nasıl ki, insan bir şer işlemekle imandan bir adım uzaklaşır, küfre bir adım yaklaşmış olur; bir hayır işlemekle de imanda o kadar pekişmiş, o kadar güçlenmiş ve dolayısıyla da küfre, dalâlete karşı kendisine yeni bir sera daha oluşturmuş, zarardan korunmuş olur. İşte, bir hayrın daha başka hayırlara vesile olması ve sonraki hayırlara ortam teşkil etmesiyle sürekli hayırlar meydana gelmesine sâlih daire diyoruz.

Kur'an'daki, "sâlih amel" ifadesinde bir ıtlak vardır, yani, sâlih amelden kastın ne olduğu net olarak ifade edilmemiş, sınırları çizilmemiştir. Üstad hazretlerinin Sünuhat'ta dediği gibi, "Kur'ân, sâlihat'ı mutlak, müphem bırakıyor. Çünkü ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır çoğu nisbîdirler. Neviden nev'e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Meselâ, bir idarecinin, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Kendi evindeki ciddiyeti ise kibir, mahviyeti tevazudur. Madem ki, Kur'ân, bütün tabakata, bütün asırlara, her hâle şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsün ve hayır çoktur. Sâlihat'taki ıtlakı, beliğâne bir icâz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür." Evet, Kur'an-ı Kerim bazı şeyleri mutlak bırakıyor ki, o mevzu şâmil olsun, benzer her hususu içine alsın. Öyleyse, hâlis bir niyetle, rükünlerine riâyet edilerek, şekil ve lafzın yanında meselenin ruhu, mânâsı ve özü de göz önünde bulundurularak, ondan matlub olan ma'rifet, muhabbet, aşk-u şevk yudumlanarak kılınan bir namaz da sâlih ameldir. Dolayısıyla, emr-i bi'l m'aruf, nehy-i ani'l münker veya i'lâ-yı kelimetullah da sâlih amel haricinde kalmaz. Hani, Hilafet kaldırılırken bir kanun madesi olarak deniyor ki: "Hilâfet resmen ilgâ edilmiştir; fakat Büyük Millet Meclisi'nin şahs-ı mânevîsinde meknuzdur." İşte, amel-i sâlih'in ruhunda da emr-i bi'l ma'ruf nehy-i anil münker, irşâd ve i'lâ-yı kelimetullah meknuzdur. Demek ki, "iman edenler ve salih amel işleyenler" dendiği zaman i'lâ-yı kelimetullah da kastedilmektedir. Normal zamanlarda farz-ı kifaye olarak, irşad adına seferberlik anında da farz-ı ayn, yani teker teker her ferdin görevi olarak o vazife terettüp etmektedir.

Şeytanın Gemleri

Şunu da unutmamak lazım; Lokman aleyhisselam oğluna, "Evladım, namazı hakkıyla ifa et, iyiliği yay, kötülüğü de önlemeye çalış ve başına gelen sıkıntılara sabret! >Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren işlerdendir. (Lokman, 31/17) buyuruyor. Emir mahiyetinde dört nasihatte bulunuyor: namaz kıl, emr-i bil m'aruf yap, nehyi ‘anil münkerde bulun ve bunları yaparken başına gelebilecek musibetlere karşı dişini sık, sabret. Çünkü, azim ve kararlılık gerektiren çok kıymetli bu üç ameli eda edenleri şeytan ve avaneleri pek hoş karşılamaz ve rahat bırakmazlar; tahditlere, sıkıntılara, eziyetlere, takiplere, esaretlere, sürgünlere... maruz bırakırlar. Hatta ölümle tehdit eder, fırsat bulurlarsa zehirler, darağaçları hazırlar ve ne yapıp edip ilâ-yı kelimetullah vazifesinin yapılmasına mani olmaya çalışırlar.

Bu kavga, ta Hazreti Adem'e karşı şeytanın düşmanlığıyla başlamıştır, günümüzde de devam etmektedir. Üstad, "Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır." demiyor mu? Eğer hayırlı işlerin arkasındaysanız, şeytan ve onun cinnî-insî dostları sizinle de uğraşacaklardır. Peki neden başkalarıyla uğraşmıyorlar? Niye uğraşsınlar ki? Anlatılır ya: Birisi, caminin önünden geçerken bakmış ki orada başka biri bekliyor. "Sen kimsin, burada ne bekliyorsun?" diye sormuş. Karşıdaki cevap vermiş: "Ben şeytanım, şu camiden çıkacak insanları bekliyorum. Elimdeki şu gemleri onların kafalarına vuracak ve istediğim tarafa yönlendireceğim onları." Adam tekrar sormuş; "Benim için getirdiğin gem hangisi?" Şeytan cevap vermiş: "Senin için geme lüzum yok ki; sen zaten kendi ihtiyarınla arkamdan koşturup duruyorsun." Evet, tabiatı dalalete, küfre kilitlenmiş bir varlıktır şeytan. Başka şeyleri düşünmeye, faydalı işleri mülahazaya almaya içinde hiç boşluk kalmamıştır onun. Mütemâdî kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiştir.. Ebû Leys Semarkandî, Tenbîh'ul Gâfilîn'in son bahsinde Peygamber Efendimiz ve şeytanın karşılaştığından, Efendimizin ona on tane soru sorduğundan bahsediyor. Soruların birinde Peygamber Efendimiz, "En çok kimden nefret ediyorsun?" deyince "Senden" diye cevap veriyor mel'un. Elbette O'ndan nefret edecektir. Çünkü O'nun, kâinatın yüzüne serptiği nurlarla varlığın mânâsı ve mahiyeti okunmuş; şeytanın oyunları bozulmuştur. Çünkü O olmasaydı eşyânın mahiyeti anlaşılamayacaktı.. O olmasaydı biz Enbiya'yı tanıyamayacak.. O olmasaydı dünya ve ukbâyı anlayamayacaktık. Elbette şeytan onun düşmanı olacaktır. Ondan sonra da derecesine göre, peygamber varislerine düşmanlık edecektir.

Cenâb-ı Allah, "Sen, de ki: "Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım!" (Mu'minûn, 23/97-98) buyuruyor. "Şeytan" değil de "şeyâtîn" diyor; yani, bir tane değil, pek çok şeytandan, onun avanesinden, dost ve yardımcılarından Kendisine sığınmamızı emir buyuruyor. "O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da." (Nâs, 114/6) diyerek cinler arasında olduğu gibi insanlar arasında da şeytan fıtratlı, şeytanın yardımcısı kimseler bulunduğunu haber veriyor. Allah'ı inkâr eden, inkâra dokunulduğu zaman kendisine dokunulmuş gibi rahatsızlık duyan, küfre kilitlenmiş tabiatlara dikkat çekiyor. İşte, eğer siz hayırlı bir iş yapıyorsanız, cinnî ve insî şeytanlar, mutlaka ona mani olmak isteyeceklerdir. Size meyleden insanların da başlarına gem vurmaya, onları başka vadilere çekmeye çalışacak, o hayırlı faaliyetlerinizden istifade etmelerine engel olacaklardır. Sürekli, hayırlı işlerin önünü kesmeye çalışacak, daima sâlihâtla aranıza setler çekeceklerdir. Bazen, malla, bazen dünyevî menfaatlerle, bazen şehvet, servet ve devlet vaadiyle hiç durma bilmeden size musallat olacak ve Allah'ın rızasına giden yolda ayağınıza çelmeler takmaya çalışacaklardır.

Fakat, inşaallah, sağlam bir imanınız varsa ve onu takviye etmenize vesile olan kendi kültür kaynaklarınıza karşı bir kopukluk yaşamıyorsanız, şeytanın muzır mânileri karşısında sarsılmayacak, tökezlemeyecek, dimdik ayakta duracak, doğru bildiğiniz yolda yüreyecek ve rıza burcuna ulaşacaksınız. Hem yaptığınız işlerden dolayı pozitif olarak sevap kazanacaksınız; hem de dünyanın hiçbir câzibedar güzelliği karşısında dize gelmeyecek, dünya tecessüm etse bir fettan şeklinde karşınıza dikilse bile rahatlıkla onu da itmesini bilecek, hiçbir şey karşısında eğilmeyecek, dünyayı ve dünyevîlikleri ayağınızın ucuyla itecek, bütün şeytanî engelleri aşacak ve "Allah" deyip yolunuza devam edeceksiniz; edecek ve bir de o manileri aşmakla sevap kazanacaksınız. Bilinemez, yaptığınız müsbet şeylerle kazandığınız sevap mı daha büyüktür; yoksa menfi şeyleri itmek ve yolunuza yürümekle elde ettiğiniz sevap mı daha büyük?!.

En yüce gaye ve merak duygusu

Soru: Günümüzde, insandaki merak duygusu daha çok günlük haberler, siyasî polemikler, meşhurların hayatları gibi konulara yönlendiriliyor. Merak duygusunun, insana veriliş hikmeti nedir? Bu duygu, yaratılış gayesi istikametinde nasıl kullanılabilir?

Merak duygusu, insanın içinde gerçeğe ulaşma arzusunu, hakikat aşkını, araştırma iştiyakını tetikleyen önemli bir faktördür. İnsan bu denli önemli bir dinamiği, yüce ve yüksek bir gaye hesabına kullanmalıdır. Peki, insan için yüceler yücesi en yüksek gaye nedir, ne olmalıdır? Bence, insan için en önemli gaye; kendisini yoktan var eden, varlık içinde mahlûkatın eşrefi kılan, bu dünyayı Cennet’in koridoru şeklinde onun önüne seren, esmâ-i ilahiyesiyle kâinatı süsleyip ahiretin bir mezrası hâline getiren, hiç yanıltmayan rehberler göndermek suretiyle gözündeki perdeyi açan ve her şeyi dosdoğru görmesini sağlayan Zât-ı Ecell-i Âlâ’yı tanıyıp bilmektir. Bu sebeple insan, bir ömür boyu, sürekli içindeki merak duygusunu tetikleyip harekete geçirerek, ne kadar tanıması mümkünse o ölçüde, bî kem u keyf (kemiyetsiz, keyfiyetsiz) Zât-ı Ulûhiyet’i tanıyıp bilme peşinde koşmalıdır.

Zât-ı Bârî idrak edilemez

Bu noktada, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu beyanı bizim için önemli bir ölçüdür: “Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhâr Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın; zira o, insan düşüncesini aşan bir mevzudur.” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/250) Belki bazıları vicdan enginliği, ihsas ve ihtisas derinlikleriyle Zât-ı Baht’la alâkalı bî kem u keyf bazı şeyler duyup hissetmiş olabilirler. Fakat duyulup hissedilen bu hakikatler, herkese müyesser olacak türden değildir. Bu açıdan bize düşen vazife, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun belirlediği sınıra riayet edip esmâ ve sıfât dairesi içinde cevelan edip durmaktır. Zira

لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ

“Gözler O’nu ihata edemez, O ise basar ve basîret her şeyi kuşatır/kuşatandır.” (En’âm sûresi, 6/103) âyet-i kerimesinde de ifade edildiği üzere Zât-ı Bârî idrak edilemez. O, her şeyi aşkındır. Çünkü O, muhittir. Muhit ise, muhit olduğu aynı anda idrak edilmek suretiyle muhat olamaz. Şayet her şeyi kuşatan ve ihata eden O ise, ihata edilenler ihata edeni ihata edemezler. Bu açıdan insanın nereye kadar, neyi, nasıl bileceğinin farkında olması ve herkese açık olan alanlar içinde bilebileceği şeyleri öğrenmeye çalışması gerekir.

İnsan tanıdıkça sever, sevdikçe daha çok tanımak ister

İnsanın hayatının gayesi olan bu yüce hakikate Bediüzzaman Hazretleri de şu ifadeleriyle dikkat çeker: “Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki mârifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o mârifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.” Hz. Pîr, burada iman-ı billâh, mârifetullah ve muhabbetullahı talep etmenin yanında lezzet-i ruhaniyeyi de bir hedef olarak göstermiştir. Ancak siz isterseniz bunu dünyada talep edersiniz, isterseniz “Allah’ım bunu ahirete sakla!” diyerek öteye bırakılmasını arzu edersiniz. Fakat bilinmesi gerekir ki, her hâlükârda zevk-i ruhanî hafife alınacak bir şey değildir. Kim bilir zevk-i ruhanî içinizde tecellî ettiğinde “Hel min mezid” (Daha yok mu?) diyerek daha ne türlü yeni yeni araştırmaların arkasına düşeceksiniz.

Bilinmesi gerektiği ölçüde Cenâb-ı Hakk’ı böyle bir mârifet enginliğiyle bilebilsek, zannediyorum, hayatımızı ona göre planlayacak, hep bu istikamette yürümeye çalışacak ve bilip duyduğumuz şeyleri başkalarına da duyurma heyecanıyla oturup kalkacağız. Herhâlde sahabe-i kiram ve havari-i fiham efendilerimizin bu mevzudaki aşk ve heyecanlarının arka planında da mârifetullah mevzuundaki böyle bir enginlik ve derinlik vardı. Evet, onlar Allah’ı çok iyi biliyor, vicdanlarında O’nu çok iyi duyup çok iyi hissediyor ve böylece imanda derinleştikçe derinleşiyorlardı. Bunun neticesinde iman onlarda öyle bir heyecan uyarıyordu ki: “İçimizde değişik tecellîleriyle tecellî eden ve yankılanıp duran bir Zât’ı nasıl olur da başkalarına anlatmayız!” mülâhazalarıyla hep metafizik gerilim içinde bulunuyorlardı.

Allah’a imanın yanında diğer erkân-ı imaniye ve esasat-ı İslâmiye de aynı şekilde mahiyet-i nefsü’l-emriyeleriyle kavrandıkça onlara karşı ciddi bir alâka duyulmaya başlanacaktır. Meselâ insan, İki Cihan Serveri’nin (aleyhissalâtü vesselâm) nezd-i ulûhiyetteki kıymetinin ne olduğunu ve O’nun getirdiği mesajın insanlık için ne ifade ettiğini merak ettiğinde O’nu mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun tanıma cehdi içine girer. Böylece O’nu tanıdıkça, O’na olan muhabbet ve saygısı daha da artar. Zamanla insan, her türlü hâl ve hareketinde, O’nun, kendisini yönlendiren bir rehber hâline geldiğini müşâhede eder.

Evet, iman ve İslâm esasları bilindiği ölçüde, onların güzellikleri ve tabiatımızla olan uyumları daha iyi anlaşılır. Bütün bunları vicdanında duyup hisseden insan: “Allah’ım sana kurban olayım! İyi ki bize Kendini ve Efendiler Efendisi’ni bu ölçüde bile olsa tanıtıp duyurmuşsun. Hayatımız için hayatî derecede lüzumlu ve bizi Sana yakınlaştırıcı olan İslâmiyet’i bize nasip etmişsin. Allah’ım bütün bunlardan dolayı Sana binlerce hamd ü senâ olsun!” diyecek ve sonra da Pîr-i Mûgân’ın Âyetü’l-Kübra’da ifade ettiği gibi “Hel mi mezid” deyip mârifetini daha da artırmak için mârifet zeminini biraz daha kazmaya çalışacaktır. Şayet siz elinizde bir kovayla bir kuyunun başında durur ve kendinizi su çekmeye verirseniz, zannediyorum çektikçe kuyunun suyunu coşturursunuz. Kuyunun suyu coştukça, sizde de çekme heyecanı coşar. Böylece siz doyma bilmeyen bir aşk u iştiyakla her defasında daha bir şahlanır ve bir “Hel min mezid” ferdi olursunuz.

Merak ilmin hocasıdır

Kâinat kitabını okuma mevzuunda da merak çok önemli bir unsurdur. Hz. Pîr’in ifadesiyle merak, ilmin hocasıdır. Buradaki ilimden maksat, günümüzde kullanılan şekliyle dar anlamdaki bilim değil; zâhiri bilgi, bâtını mârifet, daha ötesi muhabbet ve onun da ötesi aşk u iştiyak olan ilimdir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın Nebiyy-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben buyurduğu:

وَقُلْ رَبِّ زِدْنِي عِلْمًا

“Ya Rabbî! Benim ilmimi artır, de!” (Tâhâ sûresi, 20/114) ifadesinde geçen ilim, mücerret olarak mahiyet-i eşyayı bilme değil, irfana dönüşen, vicdan kültürüne uzanan, muhabbetullahı netice veren, aşk u şevk derinliğine ulaşan bir kavramdır. İşte merakın ilmin hocası olmasını bu mânâda anlamak gerekir.

Vâkıa, bir kısım ehl-i dünyanın da kâinat kitabını okumada belli ölçüde merakı vardır. Onların bu merakını bir yönüyle takdirle karşılamak gerekir. Fakat onlar, meseleye sadece tabiat kuralları çerçevesi içinde, naturalist ve materyalist mülâhazalarla baktıklarından metafizik mülâhazalara açılma imkânı bulamıyorlar. Belki bu insanların içinde ruh ve mânâya açık duran insanlar da vardır. Hatta onların bir kısmı kendilerini parapsikolojinin enginliklerine salmışlardır. Meselâ, Batı’da materyalizmin gemi azıya alıp gittiği dönemde bile ruh ve cin çağırmanın oldukça yaygın olduğu görülür. Meşhur Victor Hugo bile bu meseleye ciddi düşkünlük gösterir. Zannediyorum Sefiller’i inceden inceye tetkik ettiğinizde satır aralarında bu tür temayülleri sezebilirsiniz. Sadece Victor Hugo değil, materyalist düşünceye sahip daha pek çok insan bu tür faaliyetlerle teselli olmaya çalışmıştır. Ne var ki fünun-u müspete ile meşgul olan bu insanlar, pek çoğu itibarıyla ya rehbersizlikten veya bağlı bulundukları din telakkileri bu mevzuda yeterli olmadığından bir yere kadar gitmiş, orada takılıp kalmış ve daha ötesine geçememişlerdir.

Her şeye rağmen, kâinat kitabını didik didik etmede, gidebildikleri yere kadar gittikleri için bu insanların gayretlerini takdir etmemek mümkün değildir. Daha önce de arz etmiştim; içlerinde bütün hayatını sadece bir hayvanın yaşayışını öğrenmeye adayan bir hayli insan vardır. Meselâ bir tanesi, akreplerin hayatıyla yirmi sene uğraştığını ifade ediyor. Bir başkası, bir kobranın hayatına ömrünü adadığını belirtiyor. İşte bütün bunlar, merakın bir neticesidir. Ama biraz önce de ifade ettiğimiz gibi metafizik mülâhazalar onlara bir şey ilham etmediğinden, onların bu çalışmaları gitmiş gitmiş, nihayette tabiat serhaddine dayanmış ve orada kalmıştır. Onlar hiçbir zaman eşyanın verasına geçememiş, metafizik mülâhazalara açılamamışlardır. Kalb ve ruha inememiş, içlerine dönüp, “Acaba bütün bunlar kendi kendine nasıl böyle mükemmel cereyan ediyor?” diyerek Hakikî Fâil ve Hakikî Müessir’e ulaşamamışlardır. Ayrıca insana verilen sonsuzluk arzusunu, onun ebediyete uzanan emellerini ve diğer insanî enginliklerini maddî âlem içinde müşahede etmek mümkün değildir. Demek ki bütün bunlar ona başka bir âlemden gelmiş ve başka bir âlem için ona verilmiştir. İşte metafiziğe kapalı bilim adamları ve araştırmacılar, bütün bunları görememe gibi bir körlük, bunlarla ilgili mesajları duyamama gibi bir sağırlık yaşamış ve böylece tefekkür, tezekkür ve tedebbürden uzak bir donukluğun esiri olmuşlardır.

Onlar pozitivist ve materyalist mülâhazalarıyla bir yerde takılıp kalsalar da, mü’min böyle yapmamalıdır. Çünkü o, iman hakikatlerine dair kendisine verilen doneler sayesinde her zaman insan, kâinat, eşya ve hâdiselerle alâkalı mülâhazalarını derinleştirebilir; derinleştirip tefekkür, tedebbür, tezekkür ve tefakkuhla farklı düşüncelere yelken açabilir.

Elbette ki her bir insanın, kendine göre bir ihata, bir anlayış ve bir bilgi ufku vardır. Sofîler, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn kavramlarıyla insanlar arasındaki bu farklılığa dikkat çekmişlerdir. Ne var ki insan, ilmin ayağıyla yürüyerek tekvînî emirleri okuyup, onları yorumlamaya çalışırken, yol boyu, kâinatın tercüme-i ezeliyesi, kavl-i şârihi ve burhan-ı vazıhı olan Kur’ân’a sürekli müracaat etmelidir. Böylece tekvînî emirlerdeki muğlâk ve müphem gibi görünen yerleri doğru okuyup doğru yorumlayabilecektir. Evet, insan, fizik, kimya, astronomi, antropoloji, zooloji gibi ilimlerle iştigal ederken, yanlış yorumlara düşmeme adına, yanıltmayan rehber konumunda bulunan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’a her zaman müracaat etmelidir. Böylece ilimlerin dili doğru anlaşılabilecek, o ilimlerin ifade ve işaret ettiği Zât da daha iyi tanınıp daha çok sevilecektir.

Enaniyet Çağında Acz u Fakr Yolu

Soru: Günümüzdeki dünyevî imkân, refah ve bolluğu; sürekli tetiklenen enaniyet ve benlik duygularını göz önünde bulundurduğumuzda, Hakk’a ulaşmada önemli bir vesile olan acz u fakr duygusunu kazanma adına neler yapılabilir?

Enaniyet ve Aidiyet Hisleri

Bediüzzaman Hazretleri işlenecek günahlarla insanda var olan bazı latîfelerin söneceğinden veya öleceğinden bahsederek Lem’alarda şöyle der: "Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür."

Her latîfenin bir gaye-i hilkati vardır. Hilkat gayesine uygun biçimde o latîfenin kullanılmaması elbette onun dumûra uğramasına veya ölmesine neden olacaktır. Burada işin en önemli noktası söz konusu latîfelerin tekrar dirilip dirilmeyeceği veya daha doğru bir tabirle Allah tarafından tekrar diriltilip diriltilmeyeceğidir. Kanaatim o ki, eğer Allah’ın fevkaladeden bir lutfu ve inayeti olmazsa onların tekrar dirilmeyeceği ve diriltilmeyeceğidir. Bu açıdan Bediuzzaman’ın, Lem’alardaki aynı yazının devamında söylediği "Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork- bir lokmayla, bir daneyle, bir bakmakla o latîfelerini batırma" nasihatine iyi kulak kesilmek gerek.

Ancak iman başta olmak üzere marifetullah, muhabbetullah, mehafetullah ve zevk-i ruhaniye erip, hakikat yolcusu insanın asıl hedefi olan rıza-yı ilahiye ulaşabilmesi adına verilmiş olan latîfeler eğer küfür ve dalaletle ölüyor ve bir daha dirilmiyorsa, sonradan hidayete eren insanlar hiç bir yere varamazlar. Oysa ki, mühtediler içinde seyr-i sülûkta nice mertebeleri kat’ etmiş insanlardan söz etmek mümkün olduğu gibi, cahiliyye insanlarından mucize denilebilecek bir toplum da çıkmıştır. Demek burada Allah’ın hususi bir iltifatı, fevkalade bir inayeti var.

Bizim hamuru müslümanlıkla yoğrulmuş insanlar olarak, inayete güvenmekle beraber, irademizi esas alarak davranışlarımızı ayarlamamız gerekir. Zira adet-i ilahi günahlara girme durumunda o latîfelerin sönmesini ve ölmesini netice veriyor.

Bu çerçevede iki önemli tehlikeye dikkatlerinizi çekmek istiyorum; çoklarımızın içki, kumar, hırsızlık türü günahlar kategorisi içine girmediği için belki dikkat etmediği ama işin aslına bakılırsa bir çok latîfelerin ölmesine neden olan iki yanlış his ve duygudur bunlar. Aslında ikisini bir başlık altında da toplayabiliriz: enaniyet. Ama biri şahsi enaniyet, ikincisi yaptığı yararlı işlerle başarılı gözüken ve halk nezdinde öyle kabullenilen bir cemaate mensup ve aid olmanın verdiği cemaat enaniyeti.

Birincisi; şahsi enaniyet. Şahsi enaniyet az veya çok, külli veya cüz’i herkeste vardır. Günümüzdeki Kur’an mesleği, Bediuzzaman Hazretlerinin enfes tespitleri içinde acz, fakr, ihtiyaç, şevk, şükr, tefekkür ve şefkat gibi umdeler üzerine müessestir. Bu hasselerin her biri bir bütünün parçaları olmasının yanı sıra, aynı zamanda birbirinin lazımıdır. Dolayısıyla zincirde halka veya halkalar eksik kalacak ve insan kamil mertebeye hiç bir zaman çıkamayacaktır. Şimdi hem bu halka içinde bulunup, hem bu Kur’an mesleğine intisap edip, hem de onun gereklerini bilmeme ve kurallarını uygulamama insanı farkına varmadan daireden uzaklaştırır. Onun için meslek kurallarını bilme ve onlara riayet etme, o meslekte başarılı olmanın yegane yoludur.

Evet, benlikte öyle bir özellik var ki, insanı merkezden, kendisinden uzaklaştırır, "men ittehaze ilâhehû hevâhu (kendi heva ve heveslerini tanrı edinen kimse..Furkan Suresi 25/43, Casiye 45/23)" sırrınca anlatılan derekeye düşürür. Sadece kendini, kendi yaptıklarını beğenen bir seviyeye, daha doğrusu böyle bir seviyesizliğe düşürür insanı. Bazan da başkalarının güzel yaptıkları şeyleri, sırf kendisi yapmadığı için çirkin bulur böyleleri.

İkincisi ise bir cemaate mensup olmanın verdiği bir başka türlü enaniyet. Çok açık ve net bir ifade ile "kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız"a bedel, "Dünyanın dört bir yanında eğitim-öğretim faaliyetleri ile ülkemizin adını bayraklaştıran, saadet asrı hariç İslam ve belki de insanlık tarihi boyunca eşi-menendi görülmemiş bir hızla faaliyet alanını genişleten, insanlığın geleceği adına asırlardır ihmal edilen ahlaki temelleri atan bir hareketin gönüllü fertleriyiz" şeklinde bir yaklaşım. Halbuki bizleri bu yola hidayet eden de, o yolları lütuf ve ihsan eden de sadece O. M. Akif’in deyişi ile bugün biz neye malik isek hepsi O’nun vergisi ve biz sadece O’na medyûnuz. Üstad Hazretleri ne güzel söyler; "Bilmeyerek bu yolda istihdam ediliyoruz." Kendisini sorguladığı bir baska yerde; "Hem deme ki ‘Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.’ Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var." Aynı hakikatı diğer bir misal içinde şöyle anlatır; "Hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin, güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkların, ziyanın lem'alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere aynalık etmeleri bilbedâhe gösteriyor ki, o lem'alar, yüksek birtek güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar." Yani senin güneşle irtibatın budur. Güneşe müteveccih olman Ondandır diyor. 26. Sözde de "Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma, ‘inne’llâhe leyüeyyidü heze’ddîne bi yed-i racüli’l-fâcir’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîze-î hilkat ve netice-i san'at bil, ucb ve riyadan kurtul." diyor.

Evet, bu zat, haşa! estağfirullah’a yatırım yapmıyor, kendine nasıl bakıyorsa öyle konuşuyor, mazhariyeti söylemiyor, hatta ona memerriyet diyor. Kendini vahdet-i vücutçulardan farklı olarak bir ayna misali tecelligah olarak görüyor. Onlar malum, tüm varlığı cansız akisler olarak kabullenir. Cami gibi bazıları açıktan açığa evham ve hayalat der varlığa. Yani bakış açınıza göre değişiyor eşyanın mahiyeti. Netice itibariyle insanın bu şekilde bakması lazım kendine. Halbuki biz tam aksini yapıyoruz, Cenab-ı Hakk lütfediyor, biz kendimize malederek söylüyoruz. Ve bazan meseleyi, karşı tarafı aldatmak için inşaallah ile, maşaallah ile süslüyor ve besliyoruz. Bunlar da riyanın koruyucu serası, mahfazası, kabuğu oluyor. Bana göre bu Allah adına yapılan gizli bir saygısızlık. Yani "Ben yaptım, ben ettim" deme açık, "Allah’ın izniyle, inşallah, maşaallah" gibi koruyucu seralar içinde konuşma tarzı da gizli saygısızlık. Tabii bunlar gerçekten kalpte yer bulmayıp, sadece dilin ucundan zahiri kurtarmak için söylenen sözlerse.

Bu açıdan Kur’an dairesi içinde bulunan herkes ciddi bir tehlike sath-ı mailinde bulunuyor. Onun için herkesin bir muhasebe ve murakabe ile nefsin oynadığı bu oyundan sıyrılması, bunun icin de başkaları ile konuşurken, kendi kendine düşünürken, yazarken, çizerken hasılı sürekli O’nun kudretini, O’nun inayetini, O’nun riayetini, O’nun hıfzını, O’nun kelaetini, O’nun vekaletini öne çıkarması lazım.

Evet, ferdî enaniyet, cemaat enaniyetine inzimam edince kırılmaz bir hâl alıyor. Aslında herkesin malumu olduğu üzere eserlerde ‘ene(ben)’yi kırmak için ‘nahnu(biz)’ye müracaat etmek tavsiye ediliyor. Ama burada ‘nahnu’ de işe yaramıyor. Onun için ‘nahnu’yü de aşıp ‘Hüve(O)’ye sarılmak gerektiğine inanıyorum. Zira, hepimizin sürekli rehabilitasyona, nasihata; bu ölçüleri zihnimizde canlı tutmaya ihtiyacımız var. Harun Reşid’in defalarca Fuzayl ibni Iyâz'ın dizlerinin dibinde hıçkıra hıçkıra ağladığını biliyoruz biz. Selâhaddîn-i Eyyubi’nin Izz ibni Abdüsselâm'ın dizlerinin dibine kapanıp ağlaması da az değildir. Ya Zembilli’nin yanında hıçkırıklara boğulan koca sultan Yavuz Selim'e ne demeli.

Evet, ‘ve’l-muhlisûne alâ hatarin azîm’ deniliyor hadiste. Yani "..İhlasa erenlere gelince, onlar da büyük tehlike içindedir." Menkıbe kitaplarında anlatılır, Hazreti Musa Cenab-ı Hakka diyor ki: "Ya Rabbi! Hayret ediyorum, Sana gelmiş, ulaşmış insanlar nasıl oluyor da başka mülahazalara kapılıyorlar." "Ya Musa" diyor Cenab-ı Hak; "Onlar bana gelip ulaşanlar değil, yoldakiler." Allah hepimizi muhlisin basamağını da aşıp muhlas olan yani ihlasa erdirilmişler zümresine ilhak eylesin.

Allâhümmec’alnâ min ibâdike’l-muhlisîne’l-muhlasîn el-veriîne’z-zâhidîn el-mukarrabîne’r-râdîne’l-merdiyyîn es-sâfîne’l-muhibbîne’l-mahbûbîn.

Amin Ya Rabbi!

Engellemeler karşısında hakka hizmet yolu

Fethullah Gülen: Kur’an ve Sünnet çizgisinde ilm-i siyaset

Soru: Zan ve vehimlerle, algı operasyonlarıyla insanların karalandığı ve ciddî bir keşmekeşliğin yaşandığı günümüz şartlarında gönüllüler topluluğunun aksiyon anlayışı ve hareket felsefesi nasıl olmalıdır?

Cevap: Hakka hizmet yolunda bulunan insanların öncelikle şu realiteyi kabul etmeleri gerekir. Dün olduğu gibi bugün de kin, nefret, haset ve çekememezlik gibi kötü hasletlere sahip insanlar, paranoyak ruh haliyle, kendileri gibi düşünmeyen kesimleri düşman ilân edecek, sürekli sağa sola saldıracak ve çıkarlarını koruma adına çeşit çeşit şenaat ve denaetleri işleyeceklerdir. Fakat adanmış ruhlar, tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde sürekli Hakk’a sığınmalı, bütün faaliyetlerini O’na bağlı götürmeli, daima Güller Gülü’ne müteveccih bulunmalı ve her türlü kötülük ve engellemeye rağmen bütün insanlığı kucaklayacak şekilde engin bir vicdanla hak bildikleri yolda yürümeye devam etmelidirler.

Vakıa bu yolda siz bazen vefa umduğunuz kimselerden cefa görebilir, bugüne kadar aynı kaderi paylaştığınız ve beraber yürüdüğünüz kimselerce yalnız bırakılabilir ve hiç ummadığınız kişilerce arkadan hançerlenebilirsiniz. Fakat yine de hiç yılmadan, bıkmadan, usanmadan ve bu gibi olumsuzluklara takılmadan vicdanlarınızda yeni yeni kapılar açarak doğru bildiğiniz yolda yürümeye devam etmeli; yeni bir kısım dinamikleri değerlendirerek vicdan ufkunuz ve ruh enginliğiniz itibarıyla sürekli çıtayı yükseltmeye çalışmalısınız.

Yanıltmayan rehberler

Hususiyle ciddî bir keşmekeşliğin başını alıp gittiği, hadis kitaplarının “Kitâbü’l-Fiten ve’l-Melâhim” bölümlerinde anlatılan büyük ve korkunç fitnelerin yaşandığı, herc ü merclerin birbirini takip ettiği ve aldatmanın marifet zannedildiği bir dönemde, aldatmayan, yanıltmayan ve çevresine her zaman güven telkin eden rehberlere ihtiyaç vardır. İşte siz, söz, hal ve tavırlarınızla kimseyi aldatmayarak insanlığa güvenilir olma dersi vermelisiniz. El-âlem sizi elli sene takip etse, nabzınızın atışında ve kalbinizin ritimlerinde aldatmaya matuf tek bir atışa dahi rastlamamalıdır.

Vakıa günümüzde pek çokları dünyaya ve dünyalıklara talip olduğundan, konumuna göre şu veya bu derecede dünyanın bir yerinden yakalayarak ondan bir şey koparma ve kotarma sevdasına tutulduğundan başkalarına kendinizi doğru anlatmada biraz zorlanabilirsiniz. “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!” fehvasınca sizi de kendileri gibi bilebilirler. Dünyaya açılmanızın, her yerde okullar ve kültür lokalleri açmanızın, bütün insanlığı sevgiyle kucaklamanızın, farklı farklı kültür ortamlarında neşet etmiş insanları uzlaştırma ve bir araya getirme gayretlerinizin arkasında farklı maksatlar arayabilirler. Kendileri yaptıkları her işi bir beklentiye bağladıklarından sizin de bu tür dünyevî bir kısım beklentiler arkasında koştuğunuzu düşünebilirler. Hatta size yakın duran ve sizin de kendilerine sevgi ve değer atfettiğiniz insanlar arasından bile bu tür vehim ve endişelere kapılan kimseler çıkabilir. Onlar sizin tavır ve davranışlarınızı kendi duygu ve düşüncelerine göre yorumlayarak bundan farklı mânâlar çıkarabilir ve sizi kendileri adına tehdit olarak algılayabilirler. Fakat siz bunların hiçbirine aldırmadan her fırsatta Allah rızasından başka bir hedefinizin olmadığını anlatmalı, tavır ve davranışlarınızla da bunu ortaya koymalısınız.

Niyette istikamet

Ortaya koydukları faaliyetlerde sadece Allah rızasını hedefleyenlerin; dünyanın farklı yerlerindeki açılımlarıyla bir sevgi dünyası oluşturmaya ve insanları uzlaştırmaya çalışan ve bununla da Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı düşünen insanların, dünyevî bir beklentilerinin olması düşünülemez. İşte rıza-i ilâhiye kilitlenmiş ve dünyanın çehresini değiştirmeye azm u ikdam etmiş bu karasevdalıların, sevgi ve barış planlarını tam olarak gerçekleştirmeye güçleri yetmese bile, onlar kendi niyetlerinin kahramanı olacak ve niyetlerinin mükâfatını alacaklardır. Zira bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere, ameller niyetlere göredir ve herkese niyet ettiği verilecektir. Dolayısıyla insana fayda sağlayacak asıl faktör, niyetindeki istikamettir. Bir insanın, niyeti ve vicdan enginliği ne ise Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin ona dönüşü de buna göre olacaktır.

Meselâ siz, Allah’ın izni ve inayetiyle bütün dünyayı huzura kavuşturma niyetiyle yola çıkarsınız. İmkânlar elverdikçe, şartlar müsait oldukça, gittiğiniz beldelerde uygun bir ortam oluştukça siz de yürüdüğünüz yolda ahesterevlik etmez, bilâkis hızınızı daha da arttırırsınız. Fakat öyle bir zaman gelir ki yürüdüğünüz yolda bir kısım engeller önünüze çıkar ve kat’etmeyi hedeflediğiniz yolun ancak onda birine ulaşabilirsiniz. Fakat sizin niyetiniz onda on olduğu için, Allah’ın mükâfatı buna göre olacaktır.

Fakat böyle güzel bir akıbete mazhar olabilmek için hak yolunda hedeflediğiniz işi gerçekleştirmede öyle samimi ve içten olmalısınız ki, “Acaba bir gün gelir de yaptığımız işler karşılığında bize de küçük çapta bir idarecilik düşer mi?” gibi düşünceler aklınızın köşesinden dahi geçmemeli. Bilâkis aklınıza bu tür mülâhazalar geldiğinde bunları şeytanî birer dürtü saymalı ve hemen onlardan uzaklaşmalısınız.

Bu demek değildir ki bazı kimseler hak ettikleri ve lâyık oldukları bazı makamları ihraz etmesinler. Elbette belirli makamlara liyakat kazanan insanların kimisi müdür, kimisi amir, kimisi müşavir, kimisi müsteşar, kimisi vekil, kimisi de bakan olacaktır. Fakat kendilerini insanlığın huzur soluklaması için hizmet etmeye adamış olan ve rıza-i ilahiden başka bir şey düşünmeyen insanlar dünyalık adına dünyevî hiçbir makama talip olmamalıdırlar. Hatta bakanlık, başbakanlık gibi imkânlar onların ayaklarının dibine kadar geldiğinde hemen kabul etme gibi bir aceleciliğe girmemeli, böyle bir teklifin mefkûrelerine hizmet etme adına bir yararının olup olmayacağını düşünmeli ve kararlarını buna göre vermelidirler. Yoksa hak rızasını elde etmek için çıktıkları yolda rıza-i ilahî mülahazalarını kirletmiş, muhataplarının gönlünde oluşabilecek tesirleri kendi elleriyle kırmış, kredilerini tüketmiş ve insanlar nezdindeki güvenlerini kaybetmiş olurlar.

Bana göre, yüce bir mefkûreye dilbeste olmuş insanlar için, değil bu tür idarî makam ve mansıplara talip olma, topyekûn dünyanın fethini gerçekleştirmeyi isteme bile, bulundukları makamdan birkaç adım geriye gelme demektir. Evet, bir insanın ebedî hayatını kurtarma gibi bir mefkûre yanında dünya fatihliği bile deryada damla kalır. Bu itibarla günümüzün mefkûre muhacirleri hak ve hakikat sevgisinin gönüllerde neşv u nema bulmasını, ahlak ve faziletin ruhlarda çimlenmesini, insanların birbiriyle sarmaş dolaş olmasını hayatlarının en büyük gayesi bilmeli ve santimini zayi etmeksizin ömürlerini bu yüce gayeye göre dizayn etmelidirler.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Entelektüel ve Diriliş

Soru: Bir toplumun kendi olarak var olması ve yeniden dirilişinde entelektüel seviyedeki insanların önemi nedir? Bu seviyedeki insanların yetiştirilmesi adına neler yapılabilir?

Cevap: Ele aldığı meseleyi ilim ve hakikat aşkıyla derinlemesine araştıran, tetkik eden, etraflıca bilen ve elde ettiği o bilgiyi medenî cesaretiyle ifade edip ortaya koyabilen hakikat yolcusuna biz entelektüel diyoruz. İşte bu mânâda bir entelektüel sınıfın yetiştirilmesi, bir milletin ihyası adına hayatî derecede öneme sahiptir ve üzerinde ne kadar durulsa değer. Fakat bu denli önemli bir mevzunun öyle kolay bir iş olmadığının da hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekir. Meselâ birkaç asırdan beri çok ciddi seviyede, üst üste ağır tahribatların yaşandığı bizim toplumumuz içinde, değil bu seviyede bir entelektüel kadro yetiştirmek; zihin ve fikir dünyası itibarıyla inhiraf ve çarpıklıklardan kurtulmuş, duygu ve düşüncede istikamete ulaşmış sıradan insanların yetiştirilmesi mevzuunda ıslahat bile oldukça zordur ve ciddi bir zamana vâbestedir. Bir muhalif rüzgâr esmez, çok ciddi bir müsadematla karşı karşıya kalınmaz, birileri gelip harmanı savurmaz, tohumları ezmez ve onları yele vermezse, bu şartlara bağlı olarak dahi, böyle bir ıslahatın gerçekleştirilmesi belki elli sene ister. Dolayısıyla bu meselenin öncelikle rasyonelce ele alınıp öyle değerlendirilmesi icap eder. Tabiî, Cenâb-ı Hakk'ın ekstra inayet ve ihsanlarla ümit edilenin de ötesinde böyle bir heyeti milletimize lütfetmesi her zaman için mümkündür. Fakat sebeplere riayetle mükellef olan bizlerin başta meseleyi değerlendirmeye alırken bu perspektiften ele almamız gerekir.

Uzun Bir Ayrılıktan Sonra

Bazıları gerileyişimizi Tanzimat dönemiyle başlatır. Hâlbuki Tanzimat, nakavt duruma düşüşümüzü artık kendimizin de hissettiği dönemin adıdır. Yoksa fikrî durgunluk ve donukluk çok daha gerilere götürülebilir. Meseleye Üstad Hazretleri'nin yaklaşımı içinde bakılacak olursa, İstanbul'un fethiyle beraber bir taraftan fethin kapıları bize açılırken, diğer taraftan da sanki düşünce ve ilim hayatımıza açılan kapılar kapanmış gibidir. Hatta Hazreti Pîr, meseleyi biraz daha gerilere götürür ve ilim ve düşünce hayatımızda kapıların üzerimize kapanmaya başladığı tarihi, hicrî beşinci asra bağlar. Evet, umumi bir perspektiften meseleye bakıldığında sanki biz, beşinci asra kadar ister fizik, kimya, biyoloji, tıp gibi pozitif ilimler alanında; isterse tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh gibi şer'î ilimler sahasında bir yönüyle bütün vâridâtımızı ortaya koymuşuz. Tabir caizse ne kadar yumurta ortaya koyma güç ve imkânımız varsa hepsini folluklara boşaltmış gibiyiz. O dönemden sonra ise, eskilerin yazdıkları âsâr-ı bergüzîdeyi değerlendirmek suretiyle onlara haşiye ve şerh koymakla iktifa etmişiz. Tabiî sadece bununla yetinince de derin düşünce, derin tedebbür ve derin tezekkürün önünü kesmişiz. Artık blokajı bize ait olan, bizim ülkemizde kurulmuş araştırma merkezleri ve laboratuvarlar olmamış ve dolayısıyla da ciddi tetkik ve araştırmalar ortaya konmamıştır.

Hâlbuki henüz Abbasi döneminde yerkürenin küreviyetini ispat adına çalışmalar yapılmış ve bu konuyla alâkalı günümüzdeki bilgilere yakın sonuçlar elde edilmiştir. Aynı şekilde erken bir dönemde, hicrî dördüncü asırda, Müslüman ilim adamları tarafından ay ve güneş tutulmalarının devrî olduğu ifade edilip bu konuda da en doğru tespitlerde bulunulmuştur. Misalleri çoğaltabilirsiniz. Zira ilim tarihi açısından bu asırlara bakıldığında, sadece astronomi sahasında değil, matematik, tıp, kimya vb. ilim dallarında da çağlara ışık tutacak nice ilmî gelişmelerin yaşandığı görülür.

İşte böyle bir altın dönemden sonra ne olmuşsa olmuş ve sanki beşinci asırdan itibaren bu ilmî faaliyetlerde ciddi bir durgunluk dönemine girilmiştir. Medrese bir taraftan kapılarını fünun-u müspeteye kapatırken diğer taraftan kalb ve ruh ufkuna karşı tavır almaya başlamıştır. Netice itibarıyla tekye ve medrese birbirinden kopmuş; fünun-u müspete, ulum-u diniye ve kalbî ve ruhî hayat birbirinden uzaklaşıp her biri bir yana savrulmuştur. Oysaki bunlar bir vahidin üç yüzü gibidir. Üçünü bir araya getirirseniz on güzellik meydana gelir ve onları tam bir imtizaç içerisinde inkişaf ettirirseniz yüz güzelliğe ulaşırsınız.

Hicrî ilk beş asır itibarıyla, araştırma ve hakikat aşkıyla dopdolu o dönemin insanları el-hak meseleyi katlaya katlaya, muzaaf ve mük'abıyla ele almış ve farklı derinlikleriyle ortaya koymuşlardır. Fakat daha sonra kapılar yavaş yavaş kapanmış ve panjurlar da çekilmiştir. Sonra da metafizik ve psişik dünyanın yanında tekvînî emirlere karşı da talak-ı selase ile bir tatlik vukû bulmuştur. Bunun mânâsı bir daha onlarla bir araya gelmeme demekti. Fakat -meseleyi bir espriye bağlayarak ifade edecek olursak- sistemli düşünce, hakikat aşkı ve araştırma iştiyakından talak-ı selase ile boşandıktan sonra, bunları tekrar elde edebilmek için zevc-i aher gerekecekti. Biz bunları boşadıktan sonra yabancı düşüncelerle zifaf olduğumuzdan bu şart da yerine gelmiş oldu. Dolayısıyla böyle bir espriye bağlı olarak diyebiliriz ki, artık akıl ve kalbin yeniden zifaf mevsimi gelmiş demektir.

Entelektüel Yetiştirecek Zemin

Bu arada şunu ifade edeyim ki, bu tespitlerimizle, geçmişte ortaya konan nice ceht ve gayretleri hafife aldığımız akla gelmesin. Zira biz biliyor ve inanıyoruz ki, ecdadımız asırlar boyu İslâm'ın bayraktarlığını yapmış ve aynı zamanda onun haysiyet, şeref ve namusunu korumuşlardır. İnşaallah onlar sahip oldukları bu pâyelerle Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sancağı altında bir araya gelmeye namzet insanlardır. Fakat sahip oldukları bu güzel vasıfların hakkını vermenin yanında meseleye daha külli ve bütüncül bir nazarla bakılması gerekir. Elbette biz, hâdisenin içinde, hâdiseyi yaşayan bir vakanüvis gibi vakaları okuyamadığımız ve o şartları tam olarak bilemediğimizden o dönemdeki insanlar hakkında belki bazı yanlış hükümlere de varabiliriz. Bununla birlikte işin doğrusu bazı hususları sorgulamadan da kendimizi alamıyoruz. Meselâ şu soruları kendi kendimize sormadan edemiyoruz: Neden acaba Sultan 2. Abdülhamit dönemine kadar bir Mühendishane-i Hümâyûn, bir Tıbbiye-yi Şahane gibi müesseseler kurulmadı? Toplum için hayatî derecede öneme sahip bu müesseselerin açılışında niye bu kadar geç kalındı? Diğer başarılarımızın yanında niye aynı ölçüde laboratuvarlarımız, araştırma merkezlerimiz işlemedi? Müspet ilimlere dair bir kısım meseleler niye daha erken dönemlerde ele alınmadı? Soruları çoğaltabilirsiniz. Fakat bu sorularla bizim asıl dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: Maruz kaldığımız uzun bir duraklamanın ardından elit ve entelektüel bir sınıf yetiştirme yolu oldukça çetin ve meşakkatlidir. Fakat bütün bu zor ve olumsuz şartlara rağmen milletimizin yeniden ihyası, yeniden ruhunun âbidesini ikame etmesi adına; bilmesi gerekli olan şeyleri doğru bilen, doğru bildiklerini müsait ortamlarda haykırabilen yani gerektiğinde bir bulut gibi gürleyen, gürleyip bir rahmet yağmuru gibi sağanak sağanak aşağıya boşalan insanlara ihtiyacımız var. Meselâ ulum-u diniye sahasında iştigal eden bir insan tefsir, hadis, fıkıh, kelam, usûl-i fıkıh... gibi ulum-u İslâmiyeyi temel yönleriyle bilmeli ve bildiklerini muhatabına çok rahat ifade edebilmelidir. En azından ansiklopedik seviyede bir malumata sahip olmalıdır. Yani karşılaştığı bir mevzuu nerede bulabileceğini bilmeli, "Bu konu falan kaynakta şu çerçevede ifade ediliyordu. Dayanağı, menatı da şuydu." diyebilmelidir. Bir ölçü vermek gerekirse, meselâ hadisle iştigal eden bir insan hiç olmazsa karşılaştığı bir hadis hakkında: "Ben bu hadisi Kütüb-ü Sitte'de hatırlamıyorum. Ama onu Zevaid'de görmüş olabilirim." diyebilmeli, ele aldığı o hadis-i şerifin, Hâkim'in Müstedrek'inde mi, yoksa Darakutnî'nin Sünen'inde mi ya da daha sonraki telifatta mı geçtiğini bilmelidir. İşte bu seviyede bir entelektüel sınıfın yetiştirilmesi adına binlerce insan seferber edilse değer, zannediyorum.

Belki ben bunları anlatırken sizin zihninizden: "Günümüzde hadisler bilgisayarlara yüklendiğinden, bilgisayar tuşuna tıklar tıklamaz aradığımız hadis hemen karşımıza çıkıyor." şeklinde bir düşünce geçebilir. Fakat hemen ifade edeyim ki, bu ilim değildir. Evet, bir meseleyi bir yerden tıklayıp alma, fişleme, fişlediği meseleleri kitaplara geçirme, sonra onu jürilere arz etme hakiki mânâda ilim değildir. Asıl mesele, ele aldığı konuları selef-i salihin gibi değerlendirmeye tabi tutacak seviyede işin özüne ve ruhuna vâkıf olabilmektir.

Bu açıdan hicret-i seniyyenin üçüncü asrında yetişen o nadide insanlara ben hep, Cenâb-ı Hakk'ın İslâm için yarattığı harika insanlar nazarıyla baktım. Evet, İmam Buhari, İmam Müslim, Ebu Davud Sicistanî, İmam Tirmizî, İmam Neseî, İbn Mace gibi kimseler, Allah'ın hususi mahiyette yarattığı insanlardır bana göre. Bazıları görmezlikten gelmeye çalışsa da, esasında İmam Tahavî Hazretleri de bunlardan geri değildir. Hatta metn-i hadis mevzuunda onun ortaya koyduğu tespit ve ölçülerin, İmam Buharî'nin önünde olduğu dahi söylenebilir. Hâsılı, o devasa kametlerin ortaya koydukları eserler ve yaptıkları çalışmalara bakıldığında onların âdeta hususi mahiyette yaratıldığı görülecektir.

İşte Buharî veya Ebû Hanife gibi devasa kametlerin bulunduğu böyle bir dönemde onların mektebine devam eden binlerce insan varken, o binlerce insan arasından entelektüel diyebileceğimiz seviyede yirmi-otuz insan yetişiyordu. Bu açıdan yüce ve yüksek bir hedef adına böyle bir mübarek yola çıktığınızda ne kadar çok insanla yola koyulursanız o kadar avantajla geriye döner ve millete de o ölçüde istifade edebileceği bir zemin bırakmış olursunuz.

Milletimizin ihya ve terakkisine vesile olacak elit ve entelektüel bir sınıfın yetiştirilmesi mevzuunda önemli gördüğüm bir husus da, ilk ve orta dereceli okullardan başlayıp üniversitelerdeki akademik kariyer seviyesine varıncaya dek müfredat programımızın bu açıdan bir kez daha gözden geçirilmesidir. Zira hâlihazırdaki müfredat programıyla, -özel çalışmaların ortaya koyduğu başarılar müstesna- entelektüel bir sınıf yetiştirmemiz oldukça zor görünüyor. Evet, acı da olsa itiraf etmeliyiz ki, şu an ne liseler elit sınıfa namzet insanlar hazırlamaya ne de üniversiteler bu mevzuda kaliteli ve kalifiye insan yetiştirmeye müsaittir. Biz bu ifadelerle "şu andaki eğitim anlayışıyla hiçbir müspet netice ve semere elde edilemez" demek istemiyoruz. Fakat ortaya çıkan başarı ve muvaffakiyetlerin daha çok hususi gayretlere vâbeste olduğunun da görülmesi gerekir. Bu şekilde ortaya konulan hususi bazı başarı ve muvaffakiyetler ise umumi eğitim adına bir fikir vermez. Siz bir okulda, hususi bazı kabiliyetleri seçip gece gündüz çalıştırırsınız ve onlar da bu çalışmanın sonunda dünyanın değişik yerlerinde tertip edilen olimpiyatlarda başarılar elde edip plaket alabilirler. Fakat bu durum umumi mânâda ülkenizin eğitim ve kültür seviyesinin yüksek olduğunu göstermez. Ancak başarı tamim edilip yaygınlaştırılabilirse işte o zaman ülkenizin eğitim kalitesinin seviyeli ve yüksek olduğunu söyleyebilirsiniz. Evet, mevcudu hafife almamakla beraber, şu an, eğitim telakkimizde; lise, üniversite ve araştırma merkezlerinde çok ciddi bir reforma ihtiyacımız olduğu açık bir gerçektir.

Konuyla ilgili üzerinde durulması icap eden bir diğer husus da yapılan araştırmalarda, milletimize ait temel değerlerin esas alınmasıdır. Eğer biz, başkalarının natüralist, pozitivist ve bir yönüyle materyalist mülahazalarla ortaya koydukları doneleri değerlendirip sonra kendi değerlerimize göre bir sonuca ulaşmaya çalışıyorsak, bilmemiz gerekir ki, bu yolla istediğimiz hedefe ulaşmamız mümkün değildir. Bu açıdan temel değerlerimize zıt bütün yol, yöntem ve usulleri kritiğe tabi tutmalı ve süzgeçten geçirmeliyiz. Bunun için de, toplum olarak laboratuarınızı kendiniz kurduğunuz gibi, mebdeden müntehaya araştırmanızı da kendiniz yapmalısınız; yapmalı ve baştan sona her şeyi kendi gözünüzle görmeli, kendi elinizle test edip o şekilde sonuca ulaşmalısınız.

Ceht ve Gayretler Karşılıksız Bırakılmamalı

Konuyla ilgili bir diğer husus da şudur: Siz elit veya entelektüel yetiştirmeyi düşündüğünüz zaman, günümüzde çokça kullanılan "Mârifet iltifata tabidir." realitesini nazar-ı itibara almalısınız. Gerçi ihlâsa kilitli ve adanmış ruhlar iltifatla hareket etmezler/etmemelidirler. Onlar için belki mezkûr sözü değiştirip şöyle demek icap eder: "İltifat mârifete tabidir." Yani siz bir mârifet ortaya koyarsınız, el âlem ister iltifat eder ister etmez, kesinlikle böyle bir beklenti içine girmezsiniz. Fakat bilinmesi gerekir ki, bize düşen, objektif davranmak ve bu beşerî realiteyi göz ardı etmemektir.

Batı'da yapılan çalışmalara baktığımızda, ciddi emek ve gayretle kâinat kitabını didik didik ettiklerini görüyoruz. Meselâ birisi diyor ki: "Ben şu kobralarla alâkalı bir araştırma yapmak için yirmi senedir ormanın içinde yaşıyorum." Daha sonra yayınladığı belgeselde görüyorsunuz ki, kobraların erkekleri birbirinin zehirli olduğunu biliyor ve birbirini sokmamak için âdeta kendi aralarında bir mutabakata varıyorlar. Şayet biri diğerinin başını bastırırsa, galip o bölgenin hâkimi oluyor; mağlup ise bulunduğu bölgeyi terk edip başka bir yere gidiyor.

Başka birisi akreplerle alâkalı bir araştırma yapıyor. Araştırmacı, onların birbiriyle muhabere yapmak için kullandıkları sinyalleri yakalıyor. Ben bunu ilk gördüğümde hayret etmiştim. İşte adam akreplerin sinyalini keşfetmiş. Daha sonra bir aletle böyle bir sinyali vermeye başlayınca değişik taşların altında bulunan akrepler kuyruklarını dikip raks etmeye başlıyorlar. Şimdi her ne kadar bu araştırma gerçek bir mârifete dönüşmese de, araştırma ceht ve gayreti açısından böyle bir hâdiseyi takdir etmemek de mümkün değildir.

Evet, bu insanlardan kimi, yirmi sene bir akrebin arkasında, bir diğeri kobraların, bir başkası da ceylanların peşinde koşturup durmuş. İşte böyle bir performans ve gayretin arkasında bir iltifatın olduğunu unutmamak gerekir. Batı'da böyle bir çalışma yapan kişi şöyle düşünür: "Ben burada yirmi sene diz çürüttüysem benim bu hizmetim karşılıksız kalmayacaktır. Görülüp gözetilecek, ödüllendirilecek ve çalışmalarımın karşılığını alacağım." Gerçekten de öyle oluyor. Bilim adamları ve araştırmacılar gül gibi yaşayıp gidecek şekilde bir mükâfatla karşılık görüyorlar. Vâkıa, Einstein ve Edison gibi bazı kimseler, merak saikası, araştırma ve ilim aşkıyla hareket etmiş olabilir. Zaten bunlar sa'y ve gayretlerinin karşılığını almadan, mükâfat görmeden gitmiş insanlardır. Hatta sinemayı keşfeden insanın, gala gecesinde orada acından öldüğü söylenir. Fakat umumiyet itibarıyla denebilir ki, yapılan çalışmalar mükâfatlandırılmış ve karşılıksız bırakılmamıştır. Şimdi durum böyle olunca dinimizin bize emrettiği hakikat aşkı için biz nasıl koşturmalıyız, nasıl fedakârlıkta bulunmalıyız, onu sizin iz'an ve insafınıza havale edip geçmek istiyorum.

Bundan dolayı kanaatimce bilim sahasında yapılan bir yarışmada ceht ve gayret gösteren her çalışma takdir ve taltif edilmeli, hiç kimse eli boş geriye gönderilmemelidir. Meselâ bir bilim veya dil olimpiyadında yarışma yapıyor; birinciye altın, ikinciye gümüş, üçüncüye bronz madalya, dördüncüye de mansiyon veriyorsunuz. Bence ödüllendirmede yeni yeni isimler bulup ceht ve gayrette bulunan herkesi mükâfatlandırmak lazım. Şahsen, bu tür yarışmalarda başarılı olan arkadaşlar yanıma geldiklerinde imkânım neye elveriyorsa mutlaka onları mükâfatlandırma niyeti içinde olduğumu söyleyebilirim. Evet, ortaya koydukları başarılarından dolayı onları mesut edecek şekilde niye bu insanları kucaklamayacaksınız ki? Meselâ onlara: "Dünyanın önde gelen şu üniversitesine git, kayıt ol. İster yüksek lisans, isterse doktora eğitimi yap. Ben senin bursunu tekeffül edeceğim." diye niye teşvikte bulunmayacaksınız ki? Bu ve benzeri mükâfatlarla onlar mutlaka iltifata tabi tutulmalı ve böyle bir iltifatla onların mârifetlerini döktürmelerine imkân ve zemin hazırlanmalıdır. Zannediyorum istenen seviyede bir elit ve entelektüel sınıfın yetiştirilmesi adına eğitim yuvalarında ihmal gören hususlardan bir tanesi de budur. Bu sebeple takdir, taltif ve teşvik dinamikleri işletilmeli ve böylece yıllardır ihmal edilen bu mesele telafi edilmelidir.

Esma-i İlahiye

Esma-i İlahiye, Sıfât-ı Sübhaniye doğrudan doğruya Zat-ı Uluhiyet'le münasebete geçen müntehiler için birer perdedir. Belli bir noktadan sonra bu isimler de sıfatlar da müntehilerin nazarından silinip gider ve geride sadece Zâtın şuââtı kalır. Biz bu şuââta "Sübühât-ı Vech" adını veriyoruz. Sübühat-ı Vech karşısında Zât'tan –ki ona Zât-ı Baht deniliyor- başka her şey erir.

Şe'n-i Rububiyet, Sıfât-ı Sübhaniye, Esma-î İlahiye hilkate doğru gelir yani tecellileri ef'âl alemine akseder ve ortaya âsâr çıkar. Mesela bizler hepimiz âsâr içinde mütalaa ediliyoruz. Buraya kadar anlattıklarımızda Üstadla, sofilerin ve kelamcıların mütalaarında farklılık yoktur. Ancak, bu türlü tasnifleri yapabilmek için farklı düşünen, farklı yorumlara sahip olanların düşüncelerini de bilmek lazım. Risalelere bu zaviyeden bakınca epistemolojik alandaki kıymetini takdir etmekten kendinizi alamazsınız. Çünkü Risaleler yukarıda bahsi geçen veya geçmeyen, başka sahalardaki kavramlar ve ıstılahlar da dahil tarifler, açıklamalar ve yorumlar getiren adeta bir fihristtir. Yalnız bunları ortaya çıkartabilmek için kısmen de olsa literatüre vakıf olmak ve çok dikkatli okumak gerekir. Aksi halde anlayamamadan veya Risaleler'in sistematiğine vakıf olamamadan kaynaklanan yanlış değerlendirmeler yapılabilir.

Şe'n-i Rububiyet üzerinde kısaca duralım. Şe'n-i Rububiyet işin doğrusu çoklarının üzerinde durduğu ama çok da anlaşılmayan bir ıstılah. Doğrudan doğruya Zat-ı Uluhiyet'le alakalı. Bu yüzden bazıları bu kavramı hiç tahlil etmeye yanaşmamış. Kur'an-ı Kerimde ‘şe'n' kelimesi, " Külle yevmin hüve fi şe'n - O her an yeni tecellilerle her şeye müessirdir." (Rahman, 55/29) şeklinde geçiyor. Kelamcılar da kullanıyorlar. Fakat Üstad şe'n kelimesine terakkinin basamaklarından biri, belli seviyede mütalaaların çıktığı yer gibi manalar veriyor. Mesela Cenâb-ı Hakk'ın "Hayat" sıfatı. Hayat, Zât-ı Uluhiyet'te gerçek hayata esas teşkil edebilecek; münezzeh, mukaddes, müberrâ ve sadece Zât-ı Uluhiyet'e şayeste bir şe'n, tabir caizse bir kabiliyet. Bunun yanısıra aynı ölçülerde bir "irade", "kudret", "sem'", "basar", "kelam" kabiliyeti de var. Bunlar hakiki anlamda irade, kudret, sem', basar ve kelam değil, aksine birer sıfat ve bu sıfatların dayandığı şe'ndir ki şuûnât-ı ilahiye buna deniyor. Böyle bir yorumu yapabilmek bir ufuk meselesidir, bir idrak mevzuudur. Bu tür şeyler seyr-i sülûk-i ruhanide belli mertebelere ulaştıktan veya Cenâb-ı Hakk'ın cezb u incizabıyla kavradıktan sonra ancak söylenebilir. Yoksa insanın konuştuğu şey sadece başkalarının söylediği şeyleri nakilden ibaret kalır.

Şimdi öyle bir şe'ne dayalı olan yukarıda arzettiğim sıfatlar olduğu gibi Esma-i İlahiye de var. Yalnız Esma-i İlahiye bu sıfatlara dayanır. Mesela Allah'ın Semî' ismi sem' sıfatına, Basîr ismi basar sıfatına, Hayy ve Muhyî isimleri hayat sıfatına dayanır. Üstadın bir yerdeki yaklaşımıyla Esmâ-i İlahiye'nin ortaya çıkışı böyledir. Bir sıfata bazan değişik isimler de raci olabilir. Yalnız şu ayırımın yapılması lazım: Zât-ı Uluhiyet'in isimleri Zâtının aynı değildir. Ehl-i Sünnet bu ince ayırımı "sıfatlar Zât'ın ne aynı, ne gayrıdır" demek suretiyle yapmış ve bu vartadan sakınmıştır. Bence bu yaklaşım İmam Ebû'l-Hasen Eş'arî Hazretleri'nin insanları düşünce inhirafından kurtarma adına ortaya attığı kurtarıcı bir simittir. İşin aslı bunun da tam anlamıyla ne demek olduğunu pek bilemiyoruz. Aliyyü'l-Kari İmam Eş'ari'nin bu düşüncesini manzum olarak şöyle ifade eder: "Sıfâtullahi leyset ayne Zâtin/Ve lâ gayrin sivâhu ze'n-fisâli – Sıfatullah Zatının aynı değildir, fakat ondan ayrılabilecek şekilde gayrı da değildir." İmam Eş'ari bu mütalaa ile Mutezile'nin sıfatları inkar edip, "bunlar Zât'ın aynıdır; yani mesela hayat, Allah hayattadır, dolayısıyla hayatla tecelli eder" demelerinin önünü kesmek istemiş ve Zat-ı Uluhiyet sadece Zat-ı Baht'tan ibaret değildir mülahazasını ortaya koymuştur.

O dönemde cereyan eden bu tartışmalarda birileri de çıkıp "Sıfatlar Zât'tan gayrıdır" demiş ve bu defa tartışmalar taaddüd-ü kudema etrafında dönmüştür. Yani Allah hem Vahid ve Ehad hem de sem', ilim, irade, basar, hayat gibi bir çok kadim sıfatı var. İşte "Allah'ın sıfatları Zâtının ne aynıdır ne de gayrıdır." bu vartalardan insanı kurtaran bir yaklaşımdır ve bütünüyle tekniktir. Bana göre bunlar kelam kitaplarına, o mevzuda yazılmış şerhlere vakıf olan insanların müzakere edebileceği konular.

Bu sıfatların her birerlerine raci isim veya isimler var dedik biraz önce. Bu isimleri de biz yine nazari olarak biliyoruz. Fakat ufku o aleme ulaşan birisi mesela Abdulkadir Geylani Hazretleri diyor ki "Esmâyı müsemmâdan gayrı göremez arif." Bunun manası: arif baktığı her şeyde, ef'alde, esmada sadece Müsemmâ-i Akdesi görür demektir. Çünkü Üstad'ın yaklaşımıyla "Allah isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhat"tır. İsimle sıfatın ayrılmasının sebebi Zât çerçevesini belirlemek içindir. Bunun için "sıfat"lar denir. Çünkü O'nu sınırlayamaz, bir çeper içine alamazsınız. Zıddı yoktur O'nun, niddi de yoktur ki O'na çeper olsun.

Üstad farklı bir dille aynı hakikatı şöyle ifade eder: "Hakiki hakaik-i eşya Esma-i İlahiye'den ibarettir." Yani bizim gördüğümüz, hissettiğimiz, duyduğumuz, beş duyu organımıza ve aynı zamanda aklımıza hitap eden yanlarıyla hissettiğimiz eşya Esma-i İlahiye'nin bir tezahüründen ibarettir. Fakat baktığımız, hissettiğimiz şeylerde Esma-i İlahiye'yi görme de bir ufuk meselesidir. Ağaçta, taşta, toprakta, insanda her şeyde Esma-i İlahiye'yi görebilme bir derece, mertebe ve seviye meselesidir. Bu açıdan, varlık ve hadiseler Esma-i İlahiye ile çok irtibatlıdır. Bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Onun için rahatlıkla denebilir ki varlığın tevil ve yorumu mevzuunda da en sıhhatli, en inandırıcı, en yanıltmayan kaynak Esma-î İlahiye'dir.

Üstad, değişik yerlerde, dolaylı yollardan Esma-i İlahiye'nin izahında bulunmuş, bazı isimleri izah etmiş. Mesela Haşir Risalesi'nde Adl ismi, Hakim ismi demiş izahını yapmış. Beka sıfatı, Kayyum ismini gerektiriyor demiş. Kendisinin de İsm-i Azam olarak kabullendiği "Ferdün, Hayyün, Kayyûmün, Hakemün, Adlün, Kuddûs" isimleri üzerinde ariz ve amik tahliller yapmış. Lem'alarda bu isimlerin değişik tecellilerini anlatmış. Şimdi, orada anlatılan şeyler açısından Esma-i İlahiye meselesine bakacak olursak şu espriyi kavramada yarar var: Esma-i İlahiye'nin Zât-ı Uluhiyet'e bakan yanları vardır. Mesela bunlardan Kuddûs ismini ele alalım. Kuddûs ismi, Cenab-ı Hakk'ın Zâtına taalluk eden yanıyla Allah'ın bir ismi. Allah'ın bu ismi, Zâtına ait bir kısım hususiyetleri -isterseniz "mâ yûcedu fîhi ve lâ yûcedu fî ğayrihî - Onda bulunur, başkasında bulunmaz" anlamında hasais diyelim- gerektirir. Bu da Kuddûs isminde hepinizin bildiği gibi mukaddes, pâk, arızasız, arı-duru manalarını ihtiva eder. Veya Allah Ehaddir. Öyleyse iki değildir, ikilikten münezzeh ve mukaddestir. Sameddir, herkes Ona muhtaç ama O kimseye muhtaç değildir. "Lem yelid ve lem yûled" O doğurmamıştır; doğurulmamıştır. Birisini doğurmamış, aynı zamanda birisi tarafından da doğrulmamıştır. Şimdi Kuddûs ismi Zât-ı Uluhiyet'e taalluk eden yanı itibariyle ve Kur'an-ı Kerim'in bize verdiği çerçevede Zât-ı Uluhiyet mülahazasına yakışmayan bütün şeylerden münezzehtir demektir. Hazreti Hakkı'nın o manzum ifade ettiği şeylerde:

"Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi misli alemde
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Taâlallah.
Şerîki yok, berîdir doğmadan, doğurmadan ancak,
Ehaddir: küf'ü yok, "İhlâs" içinde zikreder Allah.
Ne cism u ne arazdır; ne mütehayyiz, ne cevherdir;
Yemez içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tağayyürden; dahi elvân u eşkâlden,
Muhhakkak Ol müberrâdır, budur selbî Sıfâtullah."

O halde Kuddûs dendiği zaman Allah kutsaldır, Allah mukaddestir, Allah beşerî ve mahlukata ait avârızdan münezzehtir şeklinde anlamak lazım.

Fakat ef'âl alemine taalluk eden cihetiyle Kuddûs ismi yeryüzünde, kainatta, mahiyet-i insaniyede nezahete, nezafete vesiledir, ona sebep olan bir isimdir. Hatırlayacağınız gibi Lem'alar'da diyor ki mealen: yeryüzünde şu kadar hayvanat ölüyor, fakat ism-i Kuddûs'ün bir cilvesi olarak yeryüzü hiç levsiyatla kirlenmiyor. Adeta bir kısım sıhhiye memurları gibi kurtlar, karıncalar hisselerine düşen temizliği yapıyorlar. Canavarlar lâşeleri temizliyor, hastalıklı hayvanları başka hayvanlar parçalıyor, yiyor. Böylece ekosistemdeki denge ve nezafet korunuyor. Gerçekten insanların kirleten elleri meseleye karışmasa Amazon, Mississipi, Nil, Tuna temiz akıyor.

Veya insan mahiyetine bakan yanı ile göz kapaklarının açılıp kapanmasıyla göz temizleniyor, burnunuzun içindeki kıllarla burun temiz tutuluyor, insan genzine olumsuz şeyler gitmiyor, ağzınızın kapanmasıyla ağzın içine bir şey kaçmıyor vs. Demek her şey lisan-ı haliyle "Ennezâfetü mine'l-iman – Temizlik imandandır." diyor ve Kuddûs ismini gösteriyor.

Kayyûm ismine geçelim; Kayyûm, Cenab-ı Hakk'ın Kıdem ve Bekâ sıfatına dayanır. Kayyûm kendi kendine kaim demek. Gece teheccüd namazına kalktığımız zaman "Allahümme leke'l-hamd, Ente Kayyûmü's-semâvâti ve'l-ard ve leke'l-hamdü." duasını okuruz. Yani "Gökleri ve yeri tutan Sensin!" deriz. Cenab-ı Hakk'ın Zâtına bakan yanı itibariyle Allah Zâtıyla kaim ki buna literatürde "Kıyamün bi nefsihî" denir. Zaten başka biriyle kaim olsaydı Allah bir şeye muhtaç olurdu. O ise bir kusurdur ve Allah ondan münezzehtir.

Varlık alemine taalluk eden yanı itibarıyla varlığın dünyada da ahirette de kıyamı Allah iledir. Onun için Cenab-ı Hakk "Kayyûmu's-semâvâti ve'l-ard" bazı ezkâr yazarlarına göre "Kayyîmi's-semâvâti ve'l-ard"dır.

Bu iki isimde görüldüğü gibi bütün isimlerin bir Zât-ı Uluhiyet'e bakan yanları bir de ef'al ve âsâr alemine bakan yanları vardır. Onun için tekrar ifade edelim; ef'al ve âsâr alemi içinde neyi tahlil etmek istiyorsak en sıhhatli kaynak Esmâ-i İlahiyedir , ona müracaat etmek gerekir.

Şimdi Üstad'ın yaklışımını bir daha tekrar edeyim: "Hakiki hakaik-i eşya Esmâ-i İlahiye'den ibarettir." Üstad'dan başka birisinin bu sözü söylediğini hatırlamıyorum. Ama sofilerin bu mevzudaki yaklaşımı Üstad'ın dediği şeye yakındır. Derler ki onlar eşyanın hakikatlarına bakınca, sen-ben, değişik simalar, değişik çehreler, eğer Esma-i İlahiye'nin tecellisinden ve belli şeylerde temerküzünden ibaretse, insanın "benim" demeye hakkı yoktur. Çünkü her şey O'ndandır. Ama bu tesbiti ifadede kullandıkları söz biraz iltibasa açık. Muhyiddin İbn Arabi ekolüne mensup kişilerin veya ondan evvel gelen Sühreverdî, Hallac ve İbn Farıd gibi kişiler bunu ifade ederken "Heme Ost" demişler. Yani madem her şey O'nun isimlerinden oluyor, ve isimler sıfat-ı Sübhaniyesine dayanıyor, sıfatlar şe'n-i Rububiyet'te temerküz ediyor, öyleyse her şey O'ndan ibarettir. Vahdet-i Vücuda giden bir yol bu.

İmam Rabbani Hazretleri ise sahabeye dayanarak "Heme ez Ost - Her şey O'ndan" demiş. "Her şey O" değil, "Her şey O'ndan." Bu, büyük oranda sünni çizgiye daha yakın. "Her şey O'ndan"dır, doğru. Fakat bu da "şuhud" ifade ediyor. Yani görülen her şey bir yönüyle O'ndan ibarettir. Madem gördüğünüz şu simalarda, sima-i Rahman mütecellidir, insan simasında da görülür, "İnnallahe halake Âdeme alâ sûreti'r-Rahman" bunu anlatır. Üstad çok farklı bir yaklaşımla izah ediyor bunu. Diyor ki "İnsan öyle aciz, öyle fakir, öyle muhtaç, öyle tutarsız, öyle dermansız ki onun haline bakınca bir Rahmaniyet ve Rahimiyet olmazsa ayakta durması mümkün değil." Yani insan hal diliyle "Tut elimden, tut ki edemem Sensiz" diyor. İşte bu yönüyle onda bir suret-i Rahman, belki suret-i Rahmaniyet, suret-i Rahimiyet mütecellidir demek daha uygun. Bu daha selametli bir yaklaşım bana gore. Sui tevile kapıları kapatıyor.

Sonuç olarak "Hakiki hakaik-i eşya Esma-i İlahiye'den ibarettir" zaviyesinden esmaya ve ef'al alemindeki hadiselere bakma usulü'd-dinin esaslarına uygun bir bakış açısıdır. Böylece insan ifrat ve tefritlerden kurtularak hem fantezilerin arkasına düşme, hem esbabı her şey sayma, hem de "Her şey O" veya şuhud ifade eden "O'ndan" deme vartalarından kurtulmuş olur.

Eşyanın hakikî yüzü

Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellîsini görme adına çok darlık yaşıyoruz. Eşyayı genelde sadece mülk, fizik ve madde buudları ile görebiliyoruz. Hâlbuki esas olan, mülkün yanında melekût, fiziğin yanında metafizik ve maddenin yanında mânâ buudlarını da görmektir ki, eşyanın hakikî yüzü müşahede edilmiş olsun.

Nasıl üç boyutlu resimlere gözümüzü ayırmadan baktığımızda belli bir müddet sonra kareler şekilleniyor ve üçüncü boyut açığa çıkıyor; aynen öyle de, eşyanın melekût, metafizik ve mânâ boyutları da ancak onlara yoğunlaşmakla ortaya çıkar; çıkar ve biz o zaman eşyanın hakikî yüzünü görmüş oluruz.

Eşyanın perde arkası

Sofistler diyor ki, “Dış dünya bizim gördüğümüz şekilde değildir. Bizim gördüğümüzü sandığımız şeyler zihinlerimizdeki algılardan ibarettir.” Tasavvufî mânâda “eşyanın perde arkası” dediğimiz şey bundan farklıdır. Bizde “Hakâiku’l-eşya sabitetün. (Eşyanın hakikati, varlığı sabittir.)” düşüncesi bir prensiptir. Bunun ötesinde, mesela, sizden şu ağacın bir resmini istesem, gördüğünüz şeyi tasvir edersiniz. Ancak ağaç ondan ibaret değildir. Ağacın bir de görülmeyen portresi vardır ki, o da ekosistemdeki yeri, oksijen-karbondioksit alış verişi, fotosentez faaliyetleri vs. olarak düşünülebilir. Onun için bir biyolog, ağaçta herkesin gördüğünden daha derince ve farklı şeyler görür. Çünkü onun bu konuda farklı ihtisası vardır.

Aynen bunun gibi, bazı konularda derinleşmiş olanlar, eşya ve hâdiselerin çehrelerinde onun perde arkasını müşahede edebilirler. Mesela bir ağaca bakar, onda Allah’ın isim ve sıfatlarının ayan beyan tecellî ettiğini görürler.

Eşyanın çehresinde görülen şeyler objektif de değildir. Yani, herkes aynı şeyi görmez. Mesela, yukarıda arz edilen misalde, bir ağaçta biyolog farklı şeyi görür, fizikçi farklı şeyi görür, marangoz daha farklı bir şeyi… Ayrıca, bunlar kendi içlerinde de derinliklerine göre farklı sınıflara ayrılırlar. Bu durum, görülen şeyin yanlışlığını veya tutarsızlığını göstermez. Bakanların farklılığı böyle bir farklılığa sebebiyet verir. Fakat çevrelerine basiretle bakanlar, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini daima müşahede edebileceklerdir.

Işığınla aydın her yan
Şaşkınlar arıyor burhan,
Tecellîn her yerde ayân
Rabb’im, sana döndüm yüzüm!
Âlem kitap, eşya kapak
Otlar, ağaçlar ve toprak,
Seni söyler yaprak yaprak,
Rabb’im, sana döndüm yüzüm!

Evlâtperestlik

Soru: A’râf Sûresi’nde yer alan,

فَلَمَّا أٰتَاهُمَا صَالِحًا جَعَلاَ لَهُ شُرَكَاءَ فِيمَا أٰتَاهُمَا فَتَعَالَى اللهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

“Allah kendilerine kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü kaçırıp verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar. Tuttular, Allah’a birtakım şerikler yakıştırdılar. Hâlbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü ortaktan münezzehtir.” (A’râf sûresi, 7/190) âyet-i kerimesinden çıkarılması gereken dersler nelerdir?

Cevap: Cenâb-ı Hak, bir önceki âyet-i kerimede insanlığı bir tek nefisten yarattığını, sükûn bulsun diye ondan da eşini yarattığını ifade buyurduktan sonra eşinin hafif bir yük yüklendiğini ve hamileliği biraz ağırlaştığında ise her ikisinin ellerini kaldırıp,

لَئِنْ أٰتَيْتَنَا صَالِحًا لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
“Eğer bize sâlih bir evlât verirsen mutlaka Sana şükreden kullardan oluruz.” (A’râf sûresi, 7/189)

şeklinde dua ettiklerini haber vermiştir. “Sâlih” kelimesi, hem bedenen sağlıklı ve kusursuz insanlar hem de imanında derin, ibadet ü taatinde dikkatli, ihsan şuurunda engin insanlar için kullanılır.

Esasen doğacak çocuğun hem sağlıklı hem de müttaki olmasını istemek Allah’a ve ahirete imanın bir gereğidir. Çocuk bekleyen inanan bir gönül ellerini açıp, “Allah’ım! Sâlih bir evlât ver! Onun eli ayağı, gözü kulağı, dili dudağı, bütün âzâ ve cevârihi sâlih olsun! Onu imanda, İslâmiyet’te ve ihlâsta da sâlih eyle! Bedenî sağlığının yanında amelî yapısını, kalbî ve ruhî hayatını da arızasız ve kusursuz ihsan eyle!” diye dua eder.

Fakat bazen imtihan gereği insanın sakat ve engelli bir çocuğu dünyaya gelebilir. Bu durumda yapılması gereken sabretmek ve onun sıkıntılarına katlanmaktır. Zira engelli bir çocuğun dünyaya gelmesinde ne tür hikmetler olduğunu biz bilemeyiz. Cenâb-ı Hak, böyle bir hâdiseyle insanın hem değişik günah ve hatalardan arınmasını, hem de o çocuğun bakım ve görümüne katlanmak suretiyle mânevî olarak derecesinin yükselmesini murat buyurmuş olabilir.

Hitap, Peygamberin zatında onun ümmetine

Önceki âyet-i kerimede ilk insanın yaratılışı anlatıldığı için, ilk bakışta burada söz konusu edilen kişilerin Hazreti Âdem ve Hazreti Havvâ oldukları anlaşılabilir. Fakat Allah’tan sâlih bir evlât isteğinde bulunanlar onlar olsa da, peygamberlerin ismet sıfatı göz önünde bulundurulduğunda bu âyette “şirke düşenler” olarak ifade edilenlerin peygamberler değil de onların dışındaki bir kısım benî-Âdem olduğunun bilinmesi gerekir. Elbette ki peygamberler kendi muhasebe ufukları açısından bu tür ikazları kendilerine hitap ediyormuş gibi değerlendirip hissement olabilirler, bu ayrı bir konudur. Ama asıl ikaz, peygamberlerin zatında onların ümmetlerinedir. Bildiğiniz gibi ümmetlerine ait bir kısım hususiyetlerin, peygamberlerin şahsına hitap edilerek ifade edilmesi Kur’ân’da değişik yerlerde karşımıza çıkan bir üslûp tarzıdır.

Meselâ Zümer Sûresi’nde Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben,

لَئِنْ أَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ
“Şirke girersen, amellerin boşa gider.”(Zümer sûresi, 39/65)

buyrulmuştur. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şirke bulaşmayacağı müsellem olduğuna göre bu âyetin mânâsı, O’nun zatında bütün insanlığa, “Eğer şirke girerseniz, amelleriniz boşa gider.” demektir. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için Cenâb-ı Hakk’ın, hıfzı, inayeti ve riâyeti söz konusudur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) masûn ve masumdur. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayat-ı seniyyelerinin bidayetinde dahi, insanların gırtlaklarına kadar cahiliye günahlarına bulaştıkları bir dönemde bile zerre kadar şirk kirine bulaşmamıştır. Hatta bırakın şirki, âdaba ait meselelerde dahi O, kusur etmemiş, kimseye bir fiske vurmamış ve kıl kadar dahi incitmemiştir.

Bu açıdan hangi meseleyi ele alırsak alalım, en başta, peygamberlerin ismet sıfatına sahip olduklarını ve müzekka bulunduklarını kabul ve teslim etmek gerekir. O hâlde peygamberlere hitaben nâzil olan bu tür âyet-i kerimelerin hükmünün, evleviyetle onların ümmetleri hakkında olduğunun bilinmesi gerekir. İşte bu temel prensibi göz önünde bulundurduğumuzda buradaki hitap tarzını şu şekilde anlamak daha doğru olur: “Dikkat edin! Bu kadar masûn ve masum olan bir zat hakkında böyle bir tembih geliyorsa, ismet, iffet ve sıyanet teminatı olmayan insanların evleviyetle bu konuda dikkatli olmaları gerekir.”

İşte Hazreti Âdem’in bu âyette yer alan hitaptaki hissesine bu zaviyeden bakılmalıdır. Aksi takdirde -hafizanallah- Allah’ın (celle celâluhu) bütün insanlar, bütün milletler üzerine seçip tercih ettiği bir zat (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/33) hakkında nâsezâ, nâbecâ mülâhazalara girmiş olursunuz. Hâlbuki bize düşen, bütün enbiya-yı izam efendilerimiz hakkında düşüncelerimizi her zaman temiz tutmaktır. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, sâlih evlât talebi Hazreti Âdem’e ait olsa bile, evlât sebebiyle şirke bulaşma durumu onunla irtibatlı değildir, hitap bizedir.

Şirke kapı aralayan evlâtperestlik

Evet, sâlih bir evlâda sahip olduktan sonra çocuk sevgisinde dengeyi koruyamayıp şirke düşme tehlikesi Hazreti Âdem’in evlâtları için her zaman söz konusudur. Bazı insanlarda bu duygu öylesine kuvvetlidir ki, onlar varsa da yoksa da “çocuğum” diyebilir. Mesela bir mecliste biri, başka bir konuyu dile getirmek üzere onların çocuklarının adının ilk hecesiyle başlayan bir söz söyleyecek olsa, onlar bunu fırsat bilip hemen kendi çocuklarından bahsetmeye başlayabilirler. Diyelim ki çocuklarının ismi Musa’dır. Birisi konuşurken söze “mu” diye başlar başlamaz onlar hemen, “Bizim Musa’nın başarıları da bizi öyle mutlu ediyor ki… O öyle başarılı bir çocuk ki..” şeklinde söze başlayarak, çocukları adına methiyeler düzebilirler. Evet, bazı insanlarda bu zaaf öylesine güçlüdür ki, her hâdiseden, her sözden, her beyandan mutlaka bir girizgâh bulup meseleyi kendi oğullarına, kızlarına çekmeye çalışırlar. Siz isterseniz bu tür insanlara, Farsçadan gelmiş bir kelimeyle “evlâtperest” diyebilirsiniz.

Çocuğa düşkünlük onun ebedî mutluluğuna vesile olmalı

Hâlbuki biz biliyoruz ki, ahsen-i takvimin küçük birer aynası olan çocuklar Allah’ın bize birer emanetidir. Eğer onları seveceksek, Sahib’inden, Sanatkâr’ından ötürü sevmeli ve bağrımıza basmalıyız. Daha da önemlisi bu sevgi ve şefkatimizi, potansiyel olarak ahsen-i takvime mazhar yaratılmış çocukların İslâmî terbiyeyi kazanmaları yolunda kullanmalıyız. Farklı bir ifadeyle bu sevgi, onların istikamet içinde yetişmesini, istikamet içinde yaşamasını, istikametin timsali birer insan olmasını sağlamalıdır. Anne baba çocuklarını severken, kâkül-ü gülberglerini okşarken onların kulağına hep bu hakikatleri fısıldamalıdır ki, çocuklar Allah’a başkaldırmasın, din tanımazlığa düçar olmasın ve neticede ebedî hayatlarını kaybetmelerine yol açacak isyan ve taşkınlığa girmesinler. Zira ebeveynler, tertemiz olarak dünyaya gelen bu çocukların, dünyaya geldiği gibi yine tertemiz bir şekilde Rabbilerine yürümesi adına lâzım gelen her şeyi tedarik etmekle ve uygun bir yetişme zemini hazırlamakla sorumludur. İşte bütün bunları yerine getirmek de onlara karşı duyulan sevginin farklı bir tezahürüdür ki bunda hiçbir mahzur yoktur.

Fakat bir insanın ajandasında bunların hiçbiri yoksa, o kişi sırf evlâdı olduğu için tapınırcasına ona bağlanmışsa, her mülâhazayı getirip ona dayandırıyor ve sürekli ondan bahsetmek istiyorsa, Allah’a ve Peygamber’e iman ettiğini söyleyen böyle bir kişi hiç farkına varmadan bir şirk davranışının içine girmiş demektir. Kelime-i tevhidi لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ “Allah’tan başka ilâh yoktur. Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) da Allah’ın elçisidir.” diyen bir insan müşrik olmaz. Fakat bu kişi çocuğuyla ilgili tutumundan ötürü üzerinde bir müşrik sıfatı taşıyor demektir. Bu hususa dikkat çeken bir beyanında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ اَلشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuş, sahabe-i kiramın وَمَا الشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ “Küçük şirk ne demektir?” sorusuna da اَلرِّيَاءُ “O, riyadır; görünme arzusudur.” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/253) şeklinde cevap vermiştir. İnsan, çocuğu üzerinden kendini gösterme, duyurma gibi bir zaafa kapılabilir. İnsan kendi şekli, şemaili, güzelliği, malı ve servetiyle küçük şirk olan riyaya düşebileceği gibi, içindeki bu görünme arzusunu çocukları üzerinden de tatmin edebilir.

Söylediğimiz bu hususu somut misallerle ifade edecek olursak, mesela bir insanın mimikleriyle kendisini ifade etmesi bir görünmedir. Başkalarının yanında ibadet yaparken, kendi başına yaptığı ibadetlere göre daha bir hassasiyet göstermesi bir görünmedir. Yazma, çizme, konuşma gibi yaptığı bir kısım güzel işleri başkalarına duyurmaya çalışması bir görünmedir. Hele bir de sözlerine “âcizane, fakirane” şeklinde başlayarak bu görünme isteğini kadifeden kılıflara bürüyor ve kendisini bu şekilde ifade ediyorsa, bu, çok daha korkunç bir riyadır. Esasında bir insanın çocukları üzerinden kendini ifade etmeye çalışmasının da bunlardan bir farkı yoktur. Böyle bir kişi, ister kız ister erkek olsun, evlât sevgisini bir şirk sıfatıyla kirletiyor demektir. Bence bir mü’min, mü’minlik sıfatlarını koruma mevzuunda, namusunu koruma mevzuunda gösterdiği hassasiyet ölçüsünde bir hassasiyet göstermelidir. İster riya, ister süm’a, ister ucb, ister fahr, isterse de kibir adına olsun, duygu ve düşüncelerini her türlü şirk şaibesinden uzak tutmalıdır. Zira bunların her biri, birer müşrik sıfatıdır. Şirke ait bir sıfatın insanda bulunması ise, sağlıklı bir insanda bir virüsün bulunması gibidir. Bu virüslerin bazısı grip, bazısı kanser, bazısı da AİDS hastalığına sebebiyet verir. Bu açıdan insan, küfür ve şirk sıfatlarının hiçbirini küçük görmemeli, bu tür sıfatların, ruh ve kalbinde hayat bulmasına asla fırsat vermemelidir.

Tabii ki çoluk çocuğuna, yuvasına aşırı muhabbet gösteren bir insan her ne kadar üzerinde bir müşrik sıfatı taşıyor olsa da bu, onun müşrik olduğu anlamına gelmez. Böyle birisi imanıyla öldüğünde netice itibarıyla Cennet’e girer. Cenâb-ı Hak da -Allahu a’lem bissavab- ona müşrik muamelesi yapmaz. Ancak neticede bu müşrik sıfatı, bir virüs gibi olduğundan, onun çaresine bakılmalı ve bu konuda temkinli olunmalıdır. Çünkü bazen çaresine bakılmayan bir grip virüsü bile insanı yere serebilir veya öldürebilir. Öyleyse insan, fıtrat-ı asliyesine ve ahsen-i takvim keyfiyetine zıt olan hiçbir virüsün bünyesinde barınmasına meydan vermemelidir. Virüsler kapıyı çaldığı zaman, “Beyhude yorulma. Kapılar sürmelidir.” deyip kapıyı onun yüzüne kapatmalıdır.

İnsan şirke karşı niçin bu ölçüde hassas ve tetikte olmalıdır? Çünkü bazen olur ki şirk çok gizli veya çok küçük olduğundan insan bunun farkına varamaz veya onu önemsemez. Fakat unutmamak gerekir ki, bazen önemsenmeyen, küçük görülen, sürekli tekrar edilen küçük günahlar, büyük günahlardan daha büyük olur. Ehemmiyet verilmeyen küçük günahlar, bilinen büyük günahlardan daha tehlikeli olur. Bunun yanında kişi büyük günahlarını biliyor ve ciddiye alıyorsa, hemen iki büklüm bir hâlde tevbe, inabe ve evbe ile Allah’a döner. Bu da onda daha sonra, günahlara karşı mücadele etme duygusunu tetikler ve neticede günahlara karşı temkinli ve dikkatli bir hayat yaşar.

İşte anne babanın çocuklarına karşı alâka ve düşkünlüğü başlangıçta çok küçük olarak başlasa da, denge ve ölçüyü koruyamadıkları takdirde, zamanla büyüyerek çok ciddî bir problem hâline gelebilir. Burada konunun daha iyi anlaşılması adına Seyyidinâ Hazreti Nuh’un irşadıyla mükellef olduğu kavimden önce yaşayan insanların içine düştükleri bir hatayı misal olarak verebiliriz. Bildiğiniz gibi o kavim içinde bir dönem Vedd, Yağus, Ya’ûk ve Nesr gibi büyük zatlar yaşamıştır. Bir kısım fertler, tavır ve davranışlarıyla dillere destan olmuş bu insanların arkasından gitmişlerdir. Fakat onlardan sonra gelen insanlar, onların güzel hâllerini hatırlamak ve böylece çizgilerini bulmak için evlerine onların resimlerini asmışlardır. Başlangıçta masum gibi görünen bu düşünce, zaman içinde onlara karşı temenna durulmasına sebep olmuş, ardından da onların birer tanrı şeklinde algılanmasını netice vermiştir. Başlangıçtaki küçük bir açı, daha sonra çok geniş bir açı hâline gelmiştir. Bu itibarla da insan, ne evlâtları ne de daha başka sevdiği insanlar hakkında aşırıya gitmemeli, haddi aşmamalıdır.

Evlad sevgisinde denge

Günümüzde bazıları ailelerin çocuk merkezli olduğunu ifade ediyor. İşin doğrusu, yuva çocuk merkezli mi, yoksa heva ve heves merkezli mi, nefis merkezli mi, enaniyet merkezli mi; böyle olduğu da söylenebilir. Fakat bilinen bir şey var, o da insanların, dinin açık emir ve yasaklarının dışında bir hayat tarzını tercih ettiğinde çok merkezli hâle geldikleri, neticede de tevhide zıt değişik şirk türlerine kapı aralandığıdır.

Ayrıca evlilik ve ailelerin, çocuk üzerine bina edilmesi, çocuk olduğunda ailenin mutlu, -elde olmayan değişik sebeplerle- çocuk olmadığında ise mutsuz olması, hatta bu yüzden çatışmaların, ayrılmaların yaşanması mü’min ahlâkı açısından doğru değildir. Çünkü böyle bir tavır -hafizanallah- Cenâb-ı Hakk’ın kaza ve kaderine rıza göstermemenin, kadere taş atmanın, Allah’a isyan etmenin bir ifadesidir. Evet, kaderin bir hükmü olarak çocuk olmaması yüzünden yaşanan bu tür sıkıntılar, Allah’ın sevmediği fiillerdir. Dolayısıyla unutulmamalı ki, çocuk olması bir imtihan olduğu gibi, olmaması da bir imtihandır.

Çocuğu her şey görüp ona karşı aşırı muhabbet göstermenin ve onu ailenin merkezine oturtmanın bir zararı da, onun olumsuz bir kısım davranışlarını bile müsamahayla karşılayıp, herhangi bir çözüm arayışına girmeme şeklinde ortaya çıkar. Bu şekildeki bir davranış ise zamanla problemli çocukların yetişmesine sebebiyet verecektir. Hâlbuki bu konuda asıl hedef, ileride çocuğun sâlih, ahlâklı, temiz, dürüst ve iyi bir insan olmasıdır. Anne-babalar bu hedefe ulaşma adına ne gerekliyse onu yerine getirmeye çalışmalıdırlar. Fakat günümüzde maalesef büyük çoğunluğu itibarıyla ev cahil, sokak insafsız, mabet heyecansız, okul yetersiz olduğundan böyle bir atmosferde yetişen çocukların da heder olup gittiği acı bir gerçektir.

Salih bir çocuk için öncelikle anne-baba eğitimi

Bu açıdan iyi ve sâlih bir evlât için öncelikle yapılması gereken, anne-babaların iyi yetiştirilmesidir. En başta ebeveyne nasıl mükemmel birer anne-baba olacakları, çocuğa nasıl davranacakları öğretilmelidir. Hatta evlenecek çiftler evlilik öncesinde bir kısım kurslardan geçirilmeli ve bu kurslarda başarılı bir şekilde diplomasını/sertifikasını alanlar evlendirilmelidir. Bu eğitim sürecinde, evlenmekten maksadın ne olduğu, eşler arasında sağlıklı bir ilişkinin nasıl kurulması gerektiği, onların birbirini nasıl idare edeceği ve çocuk eğitimi gibi konular sağlam bir blokaj üzerine oturtulmalıdır. Zira evlenecek insanlar bu konuda sağlam bir donanıma sahip olurlarsa, bir araya gelerek oluşturacakları bu kutsal müessese de bir Cennet yuvası hâline gelecektir. Hiç şüphesiz böyle bir ailede yetişen çocuklar da, sâlih birer evlât olacaktır. Fakat anne-babalar, anne-baba olma liyakatine sahip değillerse, çocuklar da ârâfta kalacaklardır. Maalesef günümüz nesillerinin pek çoğu bu şekilde ârâfta yetişmektedir. Her ne kadar bazıları temiz bir cereyana katılarak özlerini bulup ahlâk ve karakter sahibi olsalar da, çoğunluğu böyle bir imkânı elde edemiyor.

Kime ve neye olursa olsun, gayr-i meşru muhabbetlere tevessül eden insanlar çok defa maksatlarının aksiyle tokat yerler. Bu açıdan ebeveynler, çocuklarını Allah’ın birer emaneti olarak görmeyip de sadece kendilerinin bir parçası olarak görüp bencilce severlerse, taparcasına onlara karşı düşkünlük sergilerlerse gelecekte onların eliyle imtihan olurlar, onlardan tahkir, tezyif ve nefret görürler. Zira her ifrat, başka bir tefrite sebebiyet verdiği gibi, her tefrit de bağrında bir ifratı geliştirir. Bu, anne-baba ile çocuk arasındaki münasebet açısından böyle olduğu gibi, başka muhabbetler için de aynıyla geçerlidir. Evet, kim olursa olsun, eğer bir insanı olduğunun üstünde makamlara koyar ve ona duyduğunuz sevgide aşırıya kaçarsanız, maksadınızın aksiyle tokat yersiniz. Bir gün gelir, deli gibi sevdiğiniz o insandan en olumsuz sözleri duyar ve karşılığında siz de onun hakkında en olumsuz beyanlarda bulunursunuz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Evlilik ve Aile Hayatı

Günümüzde aile içi huzursuzluk ve boşanmaların endişe verecek ölçüde arttığı görülmektedir. Evliliklerin sağlam bir temele oturması ve ailelerde mutluluğun devamlı ve kalıcı bir hâle gelmesi adına neler tavsiye edersiniz?

Günümüzde pek çok konuda olduğu gibi maalesef aile müessesesinde de kendimizden, kendi değerlerimizden bir kaçış var. Hâlbuki her şeyin bizcesini yaşadığımız dönemlerde bizim bu mevzuda ciddi bir problemimiz yoktu. Fakat daha sonra, ne olduysa oldu ve biz, bize ait değerleri “gelenek” diyerek, partal bir eşya gibi, kaldırıp bir köşeye attık. İşte bundan sonradır ki, başka sahalarda olduğu gibi aile müessesesinde de ciddi sıkıntılar baş göstermeye başladı.

Müşterek Değerler Zemininde Mutabakat

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde:

تُنْكَحُ الْمَرْأَةُ لِأَرْبَعٍ لِمَالِهَا وَلِحَسَبِهَا وَلِجَمَالِهَا وَلِدِينِهَا فَاظْفَرْ بِذَاتِ الدِّينِ تَرِبَتْ يَدَاكَ

“Kadın dört şeyden dolayı nikâhlanır: Malı, soyu sopu, güzelliği ve dindarlığı; sen dindar olanını seç ki huzur bulasın.”(Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ’ 53) buyurmak suretiyle, evlenilecek kadının diğer vasıfları yanında bilhassa dinî yönüne ağırlık verilmesini tavsiye ediyor. O hâlde evlenmeyi düşünen bir mü’min için göz önüne alınması gereken en hayatî değer, sözleri lâl u güher Peygamber beyanındaki bu ölçü olmalıdır. Aynı şekilde kadın da eş tercihinde bulunurken Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) tavsiyesindeki bu kıstası göz önünde bulundurmalıdır. Zira sadece makam, mansıp, para, maaş, güzellik gibi dünyevî değerlere bağlı gerçekleştirilen bir evlilik kazanma kuşağında kaybetme demektir. Evet, Cennet bahçelerinden bir bahçe olabilecek yuva, sadece fanî ve geçici değerler esas alınarak tesis edilirse, o yuva Cehennem çukurlarından bir çukur hâline dönüşebilir. Bu sebeple denilebilir ki, aile içi huzurun devam etmesi, eşler arasında tam bir mutabakatın bulunmasına bağlıdır. Yani mütemadi bir huzur için, öncelikle eşleri mütemadi bir arada tutacak ciddi bağlara, müşterek değerlere ihtiyaç vardır.

İkinci olarak, izdivaç meselesi, akıl, mantık ve muhakeme gibi sağlam esaslar üzerine tesis edilmesi gereken bir müessesedir. Bundan dolayı evliliği düşünen kişi bu mevzuda kendi fikrini ortaya koymanın yanında, anne-babasının, itimat ettiği, ehliyet ve tecrübe sahibi büyüklerinin düşüncesini de almalıdır. Yoksa insan, “Bu mesele benimle alâkalı olduğundan sadece beni ilzam eder” der ve ona göre hareket ederse telafisi çok zor yanlışlıklar içine girebilir. Hâlbuki dünyevî-uhrevî saadete vesile olacak böyle önemli bir meselede, ehliyet sahibi ne kadar çok insanın fikir ve tavsiyesi işin içine girerse, o ölçüde sağlam bir neticeye varılmış olur.

İnsan sadece ceset ve cisimden ibaret bir varlık değildir. Onun aynı zamanda ruhu, kalbi, hissi, şuuru, mantığı, muhakemesi, ideali ve gelecek adına beklentileri vardır. Ayrıca evlilikten bir nesil meydana gelecektir. Dolayısıyla evlilik sürecinde olan bir kişinin bütün bunları hesaba katarak ona göre karar vermesi gerekir. Teenni Rahman’dandır. Cenâb-ı Hak her şeyi imhal ile yaratır. Mükâfatlandırırken de, cezalandırırken de insana mehil verir. Diğer yandan acele ise şeytandandır. Acelecinin yaptığı iş çok kere gelir başına dolanır. Bu açıdan izdivacın da aceleye getirilecek bir iş olmadığı unutulmamalı ve hissiyattan uzak, akl-ı selimle ve üzerinde durulup düşünüldükten sonra karar verilmelidir.

Çevremdekilere hep şunu söylemişimdir: Ben bir iş yaparken, beni seven, beni gözü kadar aziz bilen insanların mülâhazalarına çok önem veririm. Zira yapmayı planladığım işte, ben meseleye dar bir açıdan bakıyor, bir anlık hissiyatla hareket ediyor olabilirim. Hâlbuki o insanlar, beni benden daha iyi düşünür ve dolayısıyla benim hakkımda daha sağlam ve daha sıhhatli bir tercihte bulunurlar. Aynı mülâhaza evlilik hususunda da geçerlidir. Zira evlilik bütün bir hayatı kuşattığından geçici hissiyatla karar verilmemeli; mutlaka mantıkî bir esasa dayandırılmalıdır. Bir ömür boyu beraber olacak, beraber el ele tutacak, bir hayatı beraber paylaşacaksınız. Hayatınızı yaşarken dininizi yaşayacak, çocuklarınıza miras olarak dininizi bırakacaksınız. Böyle önemli bir meselede ben kendi isteklerimden sarf-ı nazar eder, güvenip itimat ettiğim büyüklerimin bakış, görüş, takdir ve değerlendirmelerini tercih ederim.

“İlmihali Üç Defa Okudum” Diyecek Kaç İnsan Vardır?

Maalesef bugün Müslümanlar, İslâm’ı ve onun hayatımızı tanzim eden esaslarını, bilinmesi gerektiği ölçüde bilmiyorlar. Kaldı ki, Müslümanlığı gerçek mânâda duyup hissedebilmek için sadece nazari bilgi de yeterli değildir. Dinin hayata hayat kılınması, yaşanarak tabiat hâline getirilmesi gerekir. İşte Müslümanlık gerçek derinlik ve enginliğiyle bilinmediğinden ve ona göre bir hayat yaşanmadığından dolayı, insanlar kendi iradeleriyle sorumluluk altına girdikleri hususlarda dahi bazı sıkıntılara katlanmaları gerektiğini bilmiyor/bilemiyorlar. Diyelim ki, aile içi münasebetlerde eşlerden birinin bir eksiği, bir gediği var. Böyle bir problem karşısında şahsın kendisine “Acaba ben bu eksiği nasıl giderebilirim; hangi yolla, bu problemin altından kalkabilirim?” sorularını sorması ve bu noktada dinin emir, tavsiye ve nasihatlerini araştırması gerekir. Ne var ki, bu mevzuda ciddi bir i’mal-i fikir olduğu kanaatinde değilim. Evet, maalesef günümüzde kimse ciddi mânâda kendi dinini öğrenmeyi düşünmüyor. Acaba içimizde, “Dinimi öğrenme adına bir ilmihali üç defa okudum.” diyecek kaç insan çıkar? Arapçaya âşina olup da “Ben Ni’metü’l-İslâm’ın veya Mültekâ’nın izdivaçla alâkalı bahislerini okudum.” diyecek kaç insan vardır?

Evet, maalesef kendi temel değerlerimizden bîhaberiz. Bunun neticesinde değerlerimize yabancı bir ahlâk anlayışı gelip ruhumuza hâkim olmuştur. Bir dönem “Avrupa Birliği’ne girersek, bozulur muyuz, bozulmaz mıyız” şeklinde münakaşalar yapılıyordu. Oysaki biz çok daha erken bir dönemde bozulmuşuz. Ve günümüzde mesele öyle bir noktaya gelmiş ki, erkek de, kadın da serazat bir hayat yaşıyor. Evler aşhaneye dönmüş. Evlerde baba kavas, anne aşçı, çocuklar da yemekhanedeki insanlar konumunda. Elbette ki, böyle bir yuvada sorumluluk şuuru, sabır, tahammül, birbirine katlanma, birbiri için fedakârlıkta bulunma, birbiri için yaşama gibi ahlâkî ve mânevî değerler ve bunlardan neşet edecek sevgi, saygı ve hürmet bulunmaz. Bütün bunlar bulunmayınca da o yuvada kalıcı ve mütemadi huzur olmaz.

Farklı Fıtratlardaki Eşlerin İmtizâcı

Ben, geçmiş dönemde kadınıyla erkeğiyle yuvasına gerçekten bağlı aile fertlerine şahit olmuşumdur. Müsaadenizle burada bir-iki misal arz edeyim: Dedem şedit ve oldukça sert denebilecek bir insandı. Dedemin güldüğünü hiç görmedim, çok ciddiydi. Evden çıkıp camiye giderken herkes “Şamil Ağa geliyor!” diye teyakkuza geçer, onun heybetinden ürperirdi. Zahidane bir hayat yaşıyordu. Belki her gece 50-100 rekât namaz kılardı. Ninem ise adı gibi mûnise bir hanımdı. Allah haşyetiyle doluydu. Bir kere yanında, gönülden “Allah!” dediğinizde, etekleri gözyaşlarıyla dolardı. İşte fıtrat itibarıyla farklı denebilecek bu iki insan meğer birbiriyle öyle imtizâç edip öyle kaynaşmış ki annemin anlattığına göre ninem her zaman: “Allah’ım! Beni bu adamdan bir saat geri bırakma. Bahtına düştüm, ben onsuz yapamam.” diye dua edermiş.

Ölümüne yakın ninem hastalanmıştı. On ayı aşkın bir süre hasta yatmıştı. O durumda dahi hiçbir zaman namazını terk etmemişti. Annemin anlattığına göre vefatından az bir zaman önce abdest için annemden su getirmesini ister. Abdest aldıktan sonra bir kahkaha atar ve sonra dedeme hitaben şöyle der: “Dünyadan murat almamışız. İkimizin de cenazesi bu gece evde kalacak.” O gün itibarıyla dedemin herhangi bir rahatsızlığı yoktu. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra ninem vefat eder. Annem, ninemin gözlerini kapatırken o esnada diğer odadan “Dede öldü!” diye bir feryat kopar. İşte dedem ile ninem arasında böylesine bir imtizâç vardı.

Müsaadenizle ayrı bir misal daha vereyim: Bir gün babam, anneme bir meseleden dolayı sinirlenmişti. Hayatımda belki bir kez babamın böyle bir hâline şahit olmuşumdur. O esnada ninem de oradaydı. Babam kaşlarını çattı ve anneme tavır aldı. Fakat annem, kayınvalidesine öyle nüfuz etmiş, gönlüne öyle girmiş ki, ninem hemen araya girdi ve babama şöyle seslendi: “Ramiz! Ona dokunursan, sana sütümü, emeğimi haram ederim.”

İşte bu, bizim genel kültürümüzdür ve bu kültürde eşler, birbirine emanettir. Her iki taraf da bunun şuurunda olmalıdır. Bu ise sağlam bir eğitime bağlıdır. Bugün bu eğitim, sokakta ve mektepte verilmiyor. Bu sebeple evlenecek bazı delikanlı ve hemşirelerin evlenme rüştünü idrak etmeden bu önemli işe teşebbüs ettikleri görülüyor. Bundan dolayı fakir, öteden beri iki mevzuda insanların eğitime tabi tutulup diploma/sertifika almaları gerektiği hususunda ısrarcı oldum. Bunlardan biri hac, diğeri de nikâh mevzuu.

Evet, hacca gidecek veya evlenecek kişiler için “Bu kişi hacca gidebilir” veya “Bu kişi evlenebilir.” şeklinde bir diploma/bir sertifika verilmeden hacca gitmeye veya evlenmeye müsaade edilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Belki, bu teklife, “şekil ve usûl itibarıyla dinde böyle bir şey yoktur.” denilerek itiraz edilebilir. Fakat bilinmesi gerekir ki dinde cehalete de, cahil olarak hayatını sürdürmeye de cevaz yoktur.

Anne-Baba Hayattayken Yetim Kalan Çocuklar

Bu sebeple, bir kez daha ifade etmek istiyorum ki, bir insan, evliliğin getirdiği sorumluluk ve mükellefiyetlerini, hiç olmazsa asgari seviyede bilecek ve uygulayabilecek ölçüde donanıma sahip olmalı; böyle bir donanıma sahip değilse evlenmemelidir. Aksi takdirde evlilik müessesesinde daha başta kırılma ve çatlamalar oluyor. Çünkü yapı, zaten kırılmaya müsait bir temel üzerine bina ediliyor. Neticede, olan çocuklara oluyor ve onlar derin bir ikilem içinde ortada kalıyorlar.

Bir evde kavga eden bir anne ve baba varsa, onlar, teâruz ve tesâkut ağında, sürekli kendi değerlerini, kendi itibar ve kredilerini aşındırıp yıpratıyorlar demektir. Çocuklar, hayatı bizden öğrendikleri gibi ahlâkı da bizden öğrenirler. Bir tartışma esnasında, anne-babanın ağzından çıkan kırıcı sözler, çocukların ruhlarında çok olumsuz tesirler meydana getirir. Böyle bir manzara karşısında çocuk, anne ve babasına değersiz bir insan nazarıyla bakar. Bunun neticesinde de ikilem içinde ortada kalmış, anne ve babası daha hayattayken onları yitirmiş, anneli babalı bir sürü yetim çocuk ortaya çıkar.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim: Evlilik gibi önemli bir mesele, daha başta dinin vaz’ ettiği esaslara, aklî ve mantıkî temellere bina edilmelidir. Fakat fert, her şeye rağmen bazı hususlarda yanılmış olabilir. O zaman da kişi firaset ve kiyasetini kullanıp meseleyi yumuşatmaya çalışmalı ve “Acaba ben nerede hata ettim?” diyerek kendi boşluklarına, eksik yanlarına bakmalı, kırılma noktalarını tespit etmeli, daha sonra da ehil ve tecrübeli büyüklerinin rehberliğinde problemlerini çözmeye çalışmalıdır.

Yaşanan ailevî sıkıntıları, bilhassa kadınların maruz kaldıkları mağduriyetleri görüp duyduğumda çok üzülüyorum. Günümüzde kadın, maalesef bir yandan bir kısım feministler tarafından putlaştırılmak isteniyor ve bunun getirdiği fıtrata zıt bir kısım handikaplarla boğuşuyor. Öte yandan, bazı kimseler kadına hoyratça davranıyor; kendi bilgisizliklerini, boşluk ve zaaflarını bir hınç ve hışma çevirerek onun başına boşaltıyorlar. Bu durum öyle rikkatime dokunuyor ki, onların o rakik hâllerini görünce ağlayasım geliyor. Annem gadre uğramış bu türlü mazlum ve mağdurlar için “kanayak” derdi. Eşinin kanına gireceksin, ondan sonra da tehdit edeceksin. Bu olacak, kabul edilecek bir şey değildir. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu zulmü irtikâp edenler Allah’tan korkup tevbeye yönelmeli, başıını yere koyup af dilemelidirler. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Veda Hutbesi”nde hanımlar için: “Onlar sizin nezdinizde emanettir.” buyurur. Onlara karşı söylenecek her türlü çirkin söz, yapılacak her türlü çirkin muamele, çirkin tavır ve hâl ise emanete hıyanettir. O halde insan, doğru dürüst düşünmeli, doğru dürüst davranmalı ve emanetullaha hıyanet etmemelidir.

Evrâd u Ezkâr

Allah’ı çokça anmak

Allah’ı (celle celâluhû) daha çok zikretmeliyiz. Tecelliyât-ı ilâhiyenin binini birden bir anda duysak bile, milyonunu bir anda duyabilme ve tırnağımızın ucundan bütün hücrelerimize kadar bunu hissedebilme cehdi içinde olmalıyız. Allah (celle celâluhû) bizleri şekilcilikten, görüntüden, suretten halâs eylesin ve mânâ-yı hakikîye ulaştırsın.

Bir “Lâ ilâhe illallah” derken, o kadar arzu ediyorum ki; o anda Allah Teâlâ’nın bütün isimlerini, bütün tecellîlerini bir anda duyabileyim, bir anda onlarla dolayım. Fakat maalesef, Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar lütfu karşısında bizler hâlâ suretle uğraşıyoruz; şekle takılıp kalıyoruz. Onu anarken kendimize göre değil; onun büyüklüğüne, enginliğine göre anmak için kendimizi zorlamalıyız. Otuz sene kırk sene demeden, ısrarlı olmalıyız. Kendi darlığımızla değil, o tecellî-i ilâhîyi kendi enginliği içinde anlamalıyız.

İsm-i A’zam

İmam-ı Gazalî Hazretleri, Esma-yı İlâhiye’den “Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs” isimlerini İsm-i A’zam (en büyük isim) olarak kabul etmiş; haklarında bir risalecik yazarak onları okumanın değişik hastalık ve belalara şifa ve kalkan olacağını söylemiştir. Gümüşhânevî Hazretleri de, onun dualarını Mecmûatu’l-Ahzâb’a dâhil etmiştir. Mesela, on defa “Allahu ekber” dedikten sonra “Bismillâhirrahmânirrahîm”le başlayıp “Ferdun, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Adlun, Kuddûs” demenin şerlilerin şerrinden korunmaya ve zafer kazanmaya vesile olacağını nakletmiştir. Üstad Hazretleri de, Sekîne ve Tahmîdiye gibi duaların başında bu isimleri zikretmiştir.

Beş vakit içerisinde “salât-ı vustâ”, cuma gününde “vakt-i icâbe” (duaların umumiyetle kabul olacağı saat), insanlar arasında veli kullar, ramazan ayında Kadir Gecesi, bütün tâat ve ibadetler içerisinde rıza-yı ilâhî, kâinatın ömründe kıyamet ve ferdin hayatı içerisinde ölüm anı gizlendiği gibi; Esmâ-i Hüsnâ arasında da İsm-i A’zam gizli tutulmuştur. Mü’minlerin sürekli uyanık, dikkatli ve devamlı Allah’a (celle celâluhû) ibadet ve tâat içerisinde bulunmalarına vesilelik eden bu gizlilikten dolayı hangi ismin “a’zam” olduğu da bilinememiş; pek çok muhtelif isim, İsm-i A’zam olarak zikredilmiştir.

İsm-i A’zam olarak rivayet edilen isimlerin hemen hepsi me’suratta (Kur’ân ve sünnet kaynaklı dualarda) vardır. Dua Mecmuası’na bütün o isimleri koymaya çalışmıştım. Hatta meselenin bir sırrı olabileceği düşüncesiyle aynı kelimeler, farklı rivayetlerde geçiyorsa, birbirine yakın lâfızlarla rivayet ediliyorsa bile tamamını almış; o sözler, Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) ait olduğu için hepsini çok kıymetli görerek hiçbirini kaçırmamaya gayret etmiştim.

Dua Mecmuası’nda da görüleceği gibi “Ferdun, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Adlun, Kuddûs”den başka, “Rahman, Rahîm, Hannân, Mennân, Melik, Selâm, Mü’min, Müheymin” gibi isimler de İsm-i A’zam olarak rivayet edilmiştir. Ayrıca, tek bir isim şeklinde değil de âyet ya da izâfet terkibi olarak zikredilen “Bedîu’s-semavâti ve’l-arz”, “Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm”, “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” ve Âyetü’l-Kürsî gibi İsm-i A’zam olduğu söylenen başka rivayetler de vardır. Bunlar İsm-i A’zam’ın tecellî alanı mı, İsm-i A’zam bunlarda mı tecellî etmiş; yoksa bunların içinde geçen Cenâb-ı Hakk’ın mübarek isimleri mi İsm-i A’zam? Bu, sadece Allah Teâlâ’nın bileceği bir meseledir.

Aslında, biz Esmâ-i İlâhiye’nin tamamını bilmiyoruz. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kimsenin afet ve musibetler dolayısıyla tasalandığında okuması için talim ettikleri duada, “Allah’ım, ben senin kulunum, kullarından bir erkekle bir kadının oğluyum. Perçemim senin (kudret) elindedir. Hakkımdaki kararın yürürlükte ve takdirin âdilânedir. Senden, kendini isimlendirdiğin, ‘Kitab’ında zikrettiğin, mahlûkatından herhangi birine öğrettiğin veya gayb ilminde kendine tahsis ettiğin (kimseye bildirmediğin) her ismin hürmetine; Kur’ân’ı kalbimin baharı, gözümün nuru, hüzün, gam ve tasamın gidericisi kılmanı diliyorum” buyuruyor.

Demek ki, sadece bir insanın bildiği; yalnız bir kitapta zikredilmiş, tek bir salih kul, cin veya meleğe bildirilmiş ya da nezd-i uluhiyette mazhar-ı isti’sâr olmuş (kimseye bildirilmeyip ilm-i ilâhîye has kılınmış) isimler de vardır.

Ayrıca, siz muztar kaldığınız ve ihtiyaç hissettiğiniz zaman, herhangi bir lâfızla Cenâb-ı Hakk’a çağrıda bulunursunuz. Söylediğiniz lâfız ne olursa olsun, içinizin sesi ve gönlünüzün ifadesiyse hiç farkına varmadan o gizli bırakılmış isimlerden birini ya da İsm-i A’zam gibi kabul edilecek bir ismi telaffuz edebilirsiniz. Mesela, “Ben bâis u fakîrim, sense düşkünlerin elinden tutan” dersiniz. Esmâ-i İlâhiye’de bunun karşılığı bir isim bilmiyoruz; ama belki bu da onlardandır. Mesela, “Ben muztar u muhtacım, muztar olanların ızdırarını gideren de sensin” dersiniz ve bunu Cevşen’de geçen “Yâ Fârice’l-hemm, yâ Kâşife’l-ğamm” yerinde kullanabilirsiniz. Eğer samimî ve gönülden iseniz Cenâb-ı Hak dilinizin bağını çözer ve farkına varmasanız da size İsm-i A’zam’ı söyletir. Fakat diliniz gönlünüze tercüman değilse, İsm-i A’zam’ı da söyleseniz, o işin bir yanını eksik bırakmış olursunuz.

İşte bundan dolayı, Hak dostları, yalvarış ve yakarışların ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktiran etmiş gibi rahmet arşına ulaşacağını ve hüsn-ü kabûl göreceğini söylemişlerdir. Evet, samimiyet, sıdk ve sadâkat âdeta İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Bayezid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asğarı (en küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim” der ve ilâve eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak bir şey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadâkatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”

Evet, insan Cenâb-ı Hakk’a samimî teveccüh etmeli ve Esmâ-i İlâhiye’yi, Sıfat-ı Sübhâniye’ye yanaşma hususunda çok önemli bir merdiven olarak değerlendirmeli. Zât-ı Ulûhiyeti tanımanın, ancak Esmâ-i İlâhiye’yi bilmekle mümkün olacağını kabul etmeli. Bütün kalbiyle onların arkasına düşmeli. Bir gönül insanı olarak bu isimleri bilmeli ve zikretmeli.

Gizli hazinelere karşı ucuzcu olmamalı

Ucuzcuların bir şey elde edeceklerine hiçbir zaman inanmadım/inanmıyorum. Mesela, ucuzcuların Kadir Gecesi’nden tam olarak istifade edeceğine inanmıyorum. Onlar, bütün bir sene beklesinler; sadece ramazan-ı şerifin yirmi yedinci gecesini ihya etsinler ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın Kadir Gecesi’ni lâyık-ı vechiyle değerlendiren insanlara lütfettiği eltâf-ı ilâhiyeye mazhar olsunlar. Olacak şey değildir bu. Onun için Ebû Hanîfe -ki kanaati âcizâneme göre Hakîkat-ı Ahmediye’yi en iyi temsil eden insan odur- diyor ki, “Kadir Gecesi sadece belli gecelerde değil, senenin üç yüz altmış küsur günü içindeki her bir gecede aranmalıdır. Siz üç yüz altmış küsur geceyi kemâl-i hassasiyetle ihya ederseniz, Allah Teâlâ da o samimî yüreğinize iltifatlarda bulunur.”

Fahr-i Kâinat Efendimiz, Kadir Gecesinin vaktini biliyordu. Fakat bir gün “Kadir gecesinin hangi gün olduğunu söyleyecektim, dışarıya çıktım, baktım ki iki insan birbiri ile münakaşa ediyor. Onlarla meşgul olurken Kadir Gecesi bana unutturuldu” buyurmuştu; buyurmuş ve bu sözüyle hem mü’minler arasındaki en ufak bir ihtilaf ve kavganın kendisini nasıl derinden yaraladığını ve hem de Kadir Gecesinin gizli kalmasında bir hikmet-i ilâhiye bulunduğunu işaret etmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde Kadir Gecesi, ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastlamıştı ve daha sonra da Resûl-i Ekrem aleyhisselâm onu ramazan-ı şerifin son on gününde, tek gecelerde aramayı tavsiye buyurmuştu.

“Her geceyi Kadir, her kişiyi Hızır bil” vecizesi de kısa; ama pek şümullü bir sözdür. Evet, Hızır (aleyhisselâm) da insanlar arasında gizlidir. O, Yasir midir, Mustafa mıdır, Abdürrahîm midir, Gültekin midir bilemezsiniz. Fakat siz herkese saygılı olur, her muhtaca yardım eder, herkesin elinden tutar, bütün insanlara sadrınızı sinenizi açarsanız bir gün ehl-i imandan bir Hızır’a rastlarsınız ve sizin de gönül bahçeniz yeşerir.

İşte, Cenâb-ı Hak, her geceyi Kadir bilme ve her ferdin Hızır olabileceğine inanma mülâhazasına bağlı kalmamız, bu hususta sürekli dikkatli davranmamız ve metafizik gerilimde bulunmamız için bu ikisini gizlediği gibi; İsm-i A’zam’ı da Esma-i İlâhiye arasında gizleyerek bizi o mevzuda da hüşyar ve müteyakkız olmaya tevcih etmiştir. Ve böylece, nazarlarımızı kendi gönlümüze yönlendirmiş; ister Cevşen, ister Celcelûtiye okuyalım, isterse de İmam-ı Gazalî’nin İsm-i A’zam diye rivayet ettiği “Ferdun, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Adlun, Kuddûs” isimlerini zikredelim, yani ona el açarken hangi isimleri şefaatçi yaparsak yapalım, samimiyet, sıdk ve sadâkat içinde olmamız gerektiğini irşad buyurmuştur.

Evet, Allah’a (celle celâluhû) yürekten bir bağlılık yoksa zor bulursunuz Kadir’i, Hızır’ı ve İsm-i A’zam’ı. Bunlar, ancak kendi gönlünüzde sıdk ve sadâkati yakaladığınız; ardına düştüğünüz şeyi, önce kendi gönlünüzde arayıp bulduğunuz zaman sır perdelerini açar size. İçinizde hazırcılık mülâhazası varsa; “Hemen bulayım, hemen diyeyim, hemen elde edeyim” duygusuna bağlı iseniz daha çok beklemeniz gerekecektir.

Bu mevzuyu da şimdilik, bizim de ölçü olarak kabul ettiğimiz cümleyi bir kere daha tekrar ederek bitireyim: “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asğar’ı gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim.”

“Salât u selâm”a dair

Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) ne kadar salât u selâm okunsa azdır. En sonunda “bi adedi ilmike, bi adedi ma’lûmâtike” denirse bu kuşatıcı olur. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi her şeyi kuşatır. Onun ilmi sayısınca demek her şeyi kapsayan bir keyfiyet olur. Ben böyle dedikten sonra içimden geçiyor ki, “Allah’ım! Ben bilmiyorum, başka büyük bir adet varsa onu öğret, onunla diyeyim.”

Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ismi zikredildiğinde salât u selâm getirmek vâciptir. Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın ismi zikredildiğinde “celle celâlühü” demek vâcip değildir. Zira onu hakkıyla zikretmek mümkün değildir. Onu hakkıyla zikretmek bizi aşkın olduğundan, bu vâcip görülmemiş. “Mâ zekernâke hakka zikrike ya Mezkûr!” (Seni hakkıyla zikremedik ey Mezkûr!) nebevî beyanı buna işaret eder. Ama Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) o her ne kadar gaye ölçüsünde bir vesile olsa da salât u selâm edâ edilebilir, buna gücümüz yeter.

Salât u selâm ne kadar fazla yapılırsa o kadar iyidir. Bir sahabe efendimiz bütün duasını Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) salât u selâma ayırıyor. Buna rağmen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona “Daha fazla yapsan senin için daha iyi olur” buyuruyor. Günde yüz defa salât u selâm ve yanında istiğfar ediyorsanız henüz kapıdasınız demektir. Sizin konumunuzda olanlar bu kadar az söylememeli. Onun şefaatine bir sera gibi sığınmazsanız kurtulamazsınız. Çünkü Allah’a (celle celâluhû) giden yol ona uğrar, öyle gider. Kurtuluş vizesi onu tanımakla alınır.

Salât u selâm dille söylendiği gibi yazıda da ihmal edilmemeli. Hem öyle kısaltmalarla da olmaz. Açık olarak ve her ismi geçtiğinde türlü türlü, çeşit çeşit salât u selâmlar yazılmalı. Benim Efendimden ben salât u selâmı niye esirgeyecekmişim ki? Maalesef, ilmîlik adına ta’zim ifadelerimiz rafa kaldırıldı. Ta’zim edilmesi gereken yere ta’zim olmazsa ona ilmîlik denmez. İlim, ona ta’zim içinse ilimdir; yoksa o ilim değildir.

Salâvât getirmek

Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek nâm-ı celîli anılınca salâvât getirmeyi bazıları vâcip kabul ederler. Salâvâtı ömürde bir kere söylemenin mutlak vâcip olduğunda ihtilaf yoktur; fakat bazıları Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) adı her anıldığında “sallallahu aleyhi ve sellem” demeyi vâcip sayarlar. Bundan dolayı da “Tahiyyât”tan sonra “Allahümme salli-Allahümme bârik” okumaya da “vâcip” derler. Çünkü tahiyyâtta “Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abdühu ve Resûluh” ifadesi vardır. Orada Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) nâm-ı celîli geçtiğine göre arkadan salât u selâm okunmalıdır.

Fahr-i Kâinat Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) varlığı, varlığımızın gayesini öğrenmemize vesile olmuştur. O, varlığın çehresini aydınlatan bir nur kaynağı, kâinatın ille-i gayesidir. Kâinat fabrikasının temel ürünü, en kıymetli meyvesi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)dir. Onun varlığı, bir yönüyle kâinatın mebdeidir; taayyün-ü evvel bir çekirdek gibi onunla başlamıştır. Sonra bi’setiyle, vazife ve misyonuyla o, kâinat ağacının meyvesi olarak da sonda gelmiştir. İsterseniz Nizamî gibi konuşarak şöyle diyelim: Kâinat şiiri onun adına bestelenmiştir. Hükmü bir kâfiye gibi o şiirin sonunda gelmiştir. Öyleyse her şey ona bağlanmaktadır.

Bu zaviyeden bakınca Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) çok şey borçluyuz. İşte bundan dolayı, her ne zaman onun adı anılsa salâvât getirmeyi vâcip sayanlar olmuştur. Fakat hiç kimse Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı celîli anılınca, “Allah” denilince, her defasında “celle celâlühû” gibi bir ta’zim ifadesi söylemeye “vâcip” dememiştir. Neden? Çünkü Allah Teâlâ’nın nimetlerinin altından kalkılamaz. Onun her an üzerimize yağdırdığı nimetlerine, o nimetler enginliğinde şükürle mukabele edilemez.

Mesela, bir düşünce silsilesi farz edelim, altmış dakikalık bir saati düşünelim. Bunu evvela dakikalara ayıralım. Sonra saniyelere, sonra saliselere... Sonra da âşirelere ayıralım. Âşirelerin içinde de Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına ve nimetlerine mazharız. Eğer hiç durmadan onun üzerimizdeki varlık, hayat, lâtîfe-i Rabbâniye, his, şuur, irade gibi nimetlerini düşünsek ve bunların hepsine mukabelede bulunmak istesek; hiç durmadan, “Elhamdulillah, elhamdulillah, elhamdulillah” desek yine de yetiştiremeyiz. Çünkü bu “Elhamdulillah”ı biz âşirenin içine sokamayız. Oysaki biz o âşire içinde de varız. Ne ile varız? Allah’ın bizi perverde ettiği nimetleriyle; onun bizi insanca donatması ve imana hazırlamasıyla, şuurumuzu açmasıyla varız.

Küçük bir sermaye

Öyleyse Allah (celle celâluhû) zikredilir, Allah’a şükredilir, fakat yine de onun bütün nimetlerine mukabelede bulunmak mümkün değildir. Ancak biz elimizden ne kadar geliyorsa o kadarını yapmalı, ortaya koyduğumuzun azlığı şuuru içinde ona dönerek, “Ey her şeyin karşılığını tam olarak veren en vefalı! Sana değersiz, çok küçük bir sermaye ile gelsem de, sen onu tam kabul et ve bana öyle mukabelede bulun!” demeliyiz. Hani, Yusuf aleyhisalâtu vesselâmın kardeşleri Hz. Yusuf’a “Biz değersiz bir sermaye ile geldik; ama sen (lütuf ve kereminle) tahsisatımızı tam ölçek ver de parasını veremediğimiz kısmı da sadakan say” (Yusuf, 12/88) demişlerdi. Biz de Cenâb-ı Hakk’a, “Hiçbir şeye değmeyen, minnacık bir sermaye ile sana teveccüh ettik. Sen Vefiy’sin, bizim bu pek küçük sermayemize çok büyük lütuflarla, ihsanlarla mukabelede bulunmak senin şanındandır. Şanına sığınıyoruz” demeliyiz.

Evet, biz Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar anarsak analım yine de onun nimetlerine karşı şükür, hamd ve tesbih mukabelesini gereğince yerine getirmiş olamayız. Bu sebeple, daha önce hatırlattığım âyet-i kerimede, “Yâ eyyuhe’l-lezîne âmenü’zkürullâhe zikran kesîrâ” (Ahzab, 33/41) denilip Allah’ın çokça anılması söylendikten sonra “ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ” denilerek Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve takdis etme, onun noksan sıfatlardan müberrâ ve münezzeh olduğunu anlatma mevzûu nazara verilmektedir. Zaten biz de bunun için sabah akşam “Sübhâneke yâ Allah, teâleyte yâ Rahman, ecirnâ mine’nnâr, bi afvike yâ Rahman” diyor; onu tesbih, takdis ve tenzih ediyoruz.

Böylece de, memur olduğumuz şeyleri elimizden geldiğince yerine getirerek bir yönüyle “çok”un misalini ortaya koymuş oluyoruz. Evet, dûn-himmet olmamalı... “Şu kadar yeter” denmemeli. Rabb’imizi ne kadar anarsak analım yine de onun bize olan nimetleri karşısında zikir ve şükürde bulunamadığımız mülâhazası hatırdan çıkarılmamalı.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak, “Anın beni ki, anayım sizi!” (Bakara, 2/152) buyurmaktadır. Yani biz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâd edeceğiz, o da bizi teşrîf ve tekrîmle anacak… Biz duâ ve münacâtlarla onu mırıldanıp duracağız, o da icâbetle bize lütuflar yağdıracak... Biz dünyevî işlerimizin arasında onu unutmayacağız, o da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek bizi ihsanla şereflendirecek… Biz yalnız kaldığımız dönemlerde de onunla dolup taşacağız, o da yalnızlıklara itildiğimiz yerlerde bize “Enîs u Celîs” olacak... Biz rahat olduğumuz zamanlarda onu dilden düşürmeyeceğiz, o da rahatımızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet esintileri gönderecek... Biz onun yolunda ihlâslı olacağız; o da bizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek.

Allah (celle celâluhû) âyetin devamında “veşkürû lî ve lâ tekfürûn” (Bakara, 2/152) buyurmaktadır. Yani, “Beni anın; nimetlerimi, lütuflarımı anın; onlara karşı lâkayd kalmayın, onları görmezlikten gelmeyin; şükürle mukabelede bulunun, nankörlük etmeyin” demektedir. Acaba ne yapsak ki körlük ve nankörlük olmasa? Ve ne yapsak ki, onu anmış sayılsak ve aynı zamanda onun tarafından da anılanlar arasına girsek?

Saygısızlığa meydan vermeme

Kur’ân okurken, hutbe verirken “Estaîzü” denilmesi yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Kur’ân okurken Allah’a sığınma dileyin, ona iltica talebinde bulunun” (Nahl, 16/98) buyruluyor. Öyleyse, biz okurken, “Sığınma talebinde bulunuyoruz” değil; “Sığınırız” demeliyiz. (Estaîzü, “Sığınma diliyorum”; eûzü, “Sığınıyorum” mânâsına gelir.) Yani, her halükarda “Eûzü billahi” demek lâzımdır.

Her zaman “Eûzü besmele” söylemeyi âdet haline getirmeliyiz. Âyet okurken besmele yetmez; “Eûzu”yu da demeliyiz. Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) her adı geçtiğinde mutlaka salâvât getirmeliyiz; hem de sadece dille değil, bütün vücudumuzla. Onun adı geçtiğinde hem bedenen hem ruhen toparlanmalı, çok saygılı davranmalıyız. Çünkü onun ruhâniyâtı teşrif etmiş olabilir. Ama bu saygıyı gösterirken de kat’iyen riya ve sum’aya girmemeli, saygımızı gönlümüzün derinliği ölçüsünde ve içimizden geldiği şekliyle ifade etmeliyiz. Saygısızlığa meydan vermemeliyiz. Saygıda yüksek düzeyde hassasiyet göstererek onu her yerde yerleştirmeliyiz.

Üstad ve evrâd u ezkâr

Üstad Hazretleri de, onca mücadelesi ve meşgalesine rağmen evrâd u ezkâr mevzuunda hiç mi hiç kusur etmemişti. Mecmûatu’l-Ahzâb’ı on beş günde bir hatmediyordu. Kitabının kenarlarına notlar düşmüş, “Ben bu duayı böyle anlıyorum, şunu da şöyle anlıyorum” kayıtları koymuştu. Vakıa, zikri umumî mânâda ele aldığımızda, Kur’ân okumak, hadis-i şeriflerle meşgul olmak ve tevhidden bahsetmesi itibarıyla Risaleleri müzakere ve mütalâa etmenin de bir zikrullah olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o tür eserleri okurken de, Cenâb-ı Hakk’ı, icraatıyla, tasarrufât-ı Sübhâniyesiyle kalben ve rûhen yâd ediyoruz. Ama Üstad Hazretleri, zikre hiç doyamamış; her fırsatı Allah’ı (celle celâluhû) anma adına çok iyi değerlendirmiş. Zikri, Risalelerin içine, başka mevzuların arasına içirmiş. Sürekli Rahman u Rahîm’i hatırlatmış; zikrullahı nazara vermiş; diğer ibadetler ve salih ameller kendi çerçeveleri içinde edâ edilirken, Allah’ı (celle celâluhû) anmada da kusur edilmemesi lâzım geldiğini anlatmış. Hayatını, Cevşen, Celcelûtiye, Evrâd u Kutsiye-i Şah-ı Nakşibendiye, Münâcâtü’l-Kur’ân, Tahmîdiye ve Sekîne gibi atkılar üzerinde örgülemiş.

Ümit ediyorum, bugünün âbid ve zâhidleri de zikre çok önem veriyor ve onu artırma, Allah’ı (celle celâluhû) daha çok anma yolları arıyorlardır. Fakat biz onu ne kadar anarsak analım, ibadetlerimiz ne kadar çok olursa olsun, zikrin hakkını vermiş olamayız. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) günün dörtte birini kendisine salât u selâm okumaya ayıran bir zatı istihsan buyuruyor; ama yine de “Artırsan daha iyi olur” diyor. Günün yarısını salât u selâma ayırdığında yine “Artırsan…” diyor ve günün üçte ikisini zikre ayırıp salâvât okumuş olarak huzur-u Risalet-penahiye gelince “Çok iyi de, artırsan daha iyi olur” buyuruyor. Efendimiz her defasında “Hel min mezîd?” (Daha yok mu?) diyor; çünkü Üstad’ın ifadesiyle ona ulaşmada en önemli vesilelerden biri, “Bismillahirrahmânirrahîm” diğeri de Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) salât ü selâm okumaktır. Geçenlerde, bir arkadaşımız da rüyasında, salât u selâmların, hey’etin üzerine gelen bombardıman ve kurşun yağmurlarını bozguna uğrattığını görmüştü.

Fakat maalesef, evrâd u ezkâr mevzuundaki farklı düşüncelerde bir çarpıklık görüyorum. “Biz milletimize hizmet ediyoruz, insanlara Allah’ı (celle celâluhû) anlatıyoruz, yol kaçkınlarını hidayete çağırıyoruz... Evrâd u ezkârda kusur etsek de, bazen okumasak da olur” şeklindeki mülâhazaların bir kuruntu ve şeytan fısıltısı olduğunu düşünüyorum. Hayır, yapıp ettiklerinize güvenip evrâd u ezkârınızda kusur ederseniz, işte o zaman en büyük kusuru yapmış olursunuz. Eğer çağırdığınız davaya yürekten bağlıysanız, o dava sizin içinizde mağmalar gibi köpürmeli ve size, güle âşık bülbül gibi aşk besteleri söyletmeli değil midir? Seherler sizin Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbet türkülerinizi dinlemeli değil midir?

Hiçbirimiz, Üstad’dan daha ileri bir seviyede hak ve hakikatı anlatma, i’lâ-yı kelimetullahda bulunma gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir. En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe yetiştirmiş, ehl-i dünya ile yaka paça olmuş, hapishanelerde gezmiş dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubûdiyette bulunmuş; yaz kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüd, münâcat ve evrâdlarını asla terk etmemiştir. Hatta bir ramazan-ı şerifte pek şiddetli hastalıkta, altı gün bir şey yemeden savm-ı visal tutmuş; ama ubûdiyetteki mücahedesinden vazgeçmemiştir. Komşuları her zaman derlermiş ki, “Biz, sizin Üstad’ınızı sekiz sene boyunca yaz ve kış gecelerinde hep aynı vakitlerde kalkıp sabaha kadar hazin ve muhrik sadasiyle münâcat okuyorken görür, onun mahzun sesini dinler; böyle fasılasız ve devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık.”

Üstad, bir taraftan, sabahlara kadar bülbüller gibi sevda besteleri dinletmiş dört bir yana. Diğer taraftan da, “Bu gece evrâd okurken aklıma şöyle bir şey geldi: Ben böyle sesli, açıktan açığa okuyorum. Dedim ki, acaba başkaları sesimi duyuyorsa, bu okumama riya girer mi?” gibi mülâhazalarla dolmuş boşalmış, bu endişesine cevaplar aramış ve neticede şöyle demiş: “Şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (radiyallahu anh) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nafilelerin gizli yapılanı çok sevaplı olduğu halde, şeâire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren âdet ve ibadetleri açıktan yapmak ve böyle büyük kebâir içinde, haramları terk edip takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.”

Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş; ama işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bu asırdaki bir iz düşümü gibi davranmıştır. Hani, Allah Resûlü’nü, aile riyaseti durumunda gördüğümüz zaman, “Bu insan sadece bu iş için yaratılmış” deriz; çünkü o, bir eş ya da bir baba olmanın hakkını kusursuz edâ eden eşsiz bir aile reisidir. Fakat onu talim ve irşad vazifesi başında görünce de “Hayır, onun işi irşaddır” diyeceğimiz kadar o meselede de aşkın olduğunu görürüz. Onu ordusunun başında gördüğümüz zaman, vazifesinin sadece askerlik olduğu zehabına kapılırız. Hele bir de dua atmosferli dünyasına girersek “Efendimiz bütün ömrünü âdeta duaya vermiş, duadan başka hiçbir şey söylememiş” deriz. O, diğer üstünlüklerinin ötesinde, bir dua insanıdır. Peygamber mesleğinin arkadan gelen şehsüvarları da bu hususta ona benzemişlerdir, bundan sonrakiler de mutlaka “Dua İnsanı”na benzemek zorundadırlar.

Öyleyse, duaya karşı gevşek davrananlar, tembel ve kendini miskinliğe salmış kimselerdir. Öylelerinin başkalarına müessir olması da düşünülemez. Müessiriyet, Allah’la (celle celâluhû) irtibatın sıkı ve sıcak olması ölçüsünde müyesser olur. Duasızlar ve Cenâb-ı Hak’la ciddî bir irtibatı olmayanlar, çok şey yaparlar; fakat yaptıkları şeylerin bereketi olmaz. İşe bereket katacak yegâne iksir, Allah’la (celle celâluhû) münasebetin sıcaklığı ve derinliğidir. Her an onu anma, ömrün her karesini ona ait hatıra ve ona yükselen yakarışlarla doldurma çok önemlidir.

Hâsılı, zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerim’dir. Ondan sonra da, Peygamber Efendimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) sâdır olan nurlu sözler gelir. Kitap, sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, en çok zikrullaha tergîb ve teşvîk yapılmıştır. Namazdan cihada kadar o, her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir. Ancak herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerindeki tesiri ölçüsündedir. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde ona ulaşır. Bazıları da vicdanlarında onu “kenzen” bilir ve derûnlarındaki nokta-i istinât ve nokta-i istimdât sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibarıyla cehalettir, “Allah biliyor ki, ben onu şimdi anmıyorum; anmak da ne demek, ben onu hiç unutmadım ki!” sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek için sâdır olmuştur.

İşte öyle arzu ediyorum ki, mü’minler arasında yeniden bir zikr ü fikir mülâhazası canlansın, gelişsin. Bu devirde i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin bütün vazifelerden önde olduğu; ama bu vazifenin, Allah’ı (celle celâluhû) sürekli anmadan, ona sığınmadan ve her gün bir kere daha evrâd u ezkârla dolmadan yapılamayacağı bilinsin. Gönüllerimizde bir kere daha zikir heyecanı uyansın. Ve sırlı bir yolculuktan sonra herkes “huzur-u kalb” ufkuna ulaşsın...

Ey Güzeller Güzeli Sevgili Gel!..

İlk yaratılan nur O'nun nurudur. O zuhur etmezden evvel gündüzün geceden, baharın da kıştan farkı yoktu. İyilikler, kötülüklerle iç içe; akıl nefse yenik, ruh da bedenin esiri idi. Varlığın sırrını keşfedip akla yüksek hedefler gösteren, düşünceye kapılar açıp insanın ebedlere namzet olduğunu âlemşümul bir dille haykıran O'dur. Her şey gibi zaman da gerçek manasını o güzeller güzeli Sevgili’yle bulmuştur.

Ey Millet-i Merhûme, Sakın Ye'se Kapılma!..

Soru: Yürüdüğümüz yolun hakkını verebilmek için elde etmemiz gereken kıvam ile kendi durumumuzu karşılaştırınca çok noksan ve yetersiz olduğumuzu düşünüyor, belki de bazen ümitsizliğe kapılıyoruz. Kâmil olanı yakalamaya ve tamamiyeti elde etmeye çalışırken ye'se düşmekten nasıl kurtulabiliriz?

Cevap: Halk arasında hayırlı işler için kullanılan "Allah tamamına erdirsin" ifadesinin muhtevasını da taşıyan "tamamiyet"in iki manası vardır. Birinci manası, bütünlük, tam olmak, bir meselenin küllî olarak ele alınması demektir; ikincisi ise, bir işi tamamlayana kadar devam ettirmek, bitirmek, neticeye bağlamaktır.

Nitekim, Allah Teâlâ, İslam'ı bize bir nimet olarak verdiğini ifade ettiği yerde; "İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslam'a bağladım." (Mâide, 5/3) der; bize verdiği nimetini yani dinini tamamladığını, onun bütün emir ve yasaklarını bildirdiğini beyan eder. Öyleyse, İslam, ancak bütün emir ve yasaklarıyla, cüzlerinin tamamıyla ele alındığı zaman Allah'ın bizim için seçtiği din ve tamama erdirdiği nimet olur. O bir bütün olarak yaşanmayınca kendisinden beklenen fonksiyonu hakkıyla yerine getiremez, bir din olarak misyonunu tam eda edemez. Çünkü, dinin bir bütün olarak yaşanması tıpkı bir insan vücudunun organlarının tamamının, bir organizmanın her azasının eksiksiz çalışması gibidir. Nasıl ki, bir eli çok sağlam ve güçlü olsa bile diğeri sakat olana ya da hiç olmayana özürlü veya bugün daha çok kullanılan ifadesiyle "engelli" deniyor.. nasıl ki, bir gözü çok iyi görse de diğeri hiç görmeyen ya da kulakları iyi duysa da ayakları sakat olan bir insan, kendinde bir eksiklik hissediyor. Aynen öyle de, iman hakikatları dinin birer uzvudur; kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerin her biri ayrı bir organdır; ahlâk-ı hasene ve sosyal münasebetler adına vaz' edilen esaslar dinin ayrı ayrı yanları ve onun birer parçasıdır. Bunlar, birbirini tamamlayan cüzler, bir hakikatı tamamlayıcı unsurlardır. İşte, bunların herbiri Cenabı Hak tarafından nasıl tesbit edilmişse o şekilde yaşanmalıdır ki din de kendinden bekleneni yerine getirsin. Ancak bu unsurların hepsi bir araya geldiği zaman, müslümanlık tamam olarak ortaya konmuş olur.

Evet, ferdî, ailevî, içtimaî hayat adına dinden bazı şeyler bekliyorsak, onu bir bütün olarak ele almak zorundayız. Eğer, dini sadece vicdanlara hapsedersek, namaz, oruç gibi ibadetleri yok sayarsak, dinin kolunu, kanadını kırmış ve onu fonksiyonunu eda edemez hâle getirmiş oluruz. Ve dolayısıyla, din adına kusurlu ve eksik bir görüntü ortaya çıkar. Bu kusurlar, eksikler İslam'dan bilinir ve günümüzde bazılarının dediği gibi, "İslam niçin ekonomik durumumuzla alakalı şu problemlerimizi halletmiyor; neden bir kısım içtimaî dertlerimize de derman olmuyor." denir. Oysa, siz onun kolunu kanadını kırmışsınız, kendisini ifade etmesine ve fonksiyonlarını ortaya koymasına fırsat vermiyorsunuz.. Onun uygulanmasına imkan vermeniz lazım ki, ondan sonra "Neden şu fonksiyonunu eda etmedi?" diyebilesiniz.. İşte bu manada tamamiyet hem Allah'ın teveccühüne vesile olması hem de dinin kendisini ifade etmesi açısından çok önemlidir.

Tamamiyetin diğer bir yanı da sabır, ısrar ve devamlılıktır. Kur'an-ı Kerim, "İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah'a kulluk etse de bunu sırf bir hesaba binaen yapar, imanla küfrün arasında bir yerde durur. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Bundan dolayıdır ki, dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur." (Hac, 22/11) buyurarak kulluğunu ganimet elde etme gibi bazı hesap ve çıkarlara bağlayan kimselerden bahsetmektedir. Öyle bir insan, iyi günlerde dinin kenarından, köşesinden tutar; "Bir parça da biz katkıda bulunalım." der ama bunu derken bile "Amaaan, olduğu kadar olur!" şeklindeki düşüncesini terkedip onu bütünüyle kucaklamaya da yanaşmaz, dine tam sahip çıkmaz. Ona sağlam bir imanla değil de, adeta pamuk ipliği ile bağlanmıştır. Tehlikeli dönemlerde ve sıkıntılı günlerde dini de dindarları da yüzüstü bırakıp kendi şahsî dünyasını garanti altına alacağını zannettiği yerlere ve kimselere sığınır.

Oysa, hangi konu olursa olsun, kararlılık, sabır ve sebat çok önemlidir. Siz belli bir mevsimde bütün himmet ve gayretinizi ortaya dökebilirsiniz. Mesela, ekim yaparken karlar erimiş olsa da hâlâ hava soğuktur ama siz ona katlanarak tarlaya tohumu atarsınız. Fakat, daha sonra onu koruma mevzuunda hiçbir tedbir almazsanız, sulama hususunda bir gayretiniz olmazsa, hasat mevsimini aktif sabırla beklemez ve tarlayı biçeceğiniz zaman da en iyi ürünü alabilmek için üzerinize düşeni yapmazsanız.. işin ilk bölümünü ve bir yanını yapmış olsanız da katiyen ürün elde edemez ve dolayısıyla, avam ifadesiyle, hava alırsınız. İşe herhangi bir yerinden girseniz ve sadece bir faslını yapsanız.. mesela, tarlayı sürseniz de hiç tohum saçmasanız ya da ekini biçseniz de onu harmanda dövmeseniz veya sapı-samanı birbirinden ayırmasanız yine beklenen semereyi elde edemezsiniz. Nasıl ki böyle dünyalık bir işde sabır, sebat ve devamlılık esastır; aynen öyle de, bir hakikati temsil etme ve insanlar arasında yerleştirme mevzuunda da sabır ve devam çok önemlidir. Rahat zamanda, kendinizi, duygu ve düşüncelerinizi ifade eder ama bir tazyike maruz kaldığınız an geriye durursanız, hem kader birliği ettiğiniz arkadaşlarınızı şaşırtmış, hem dostlarınızı tereddüte sevk etmiş, hem de imtihanın hakkını vermemiş ve tohum attığınız halde ürün elde edememiş olursunuz.

En Mükemmel İnsan

Bundan dolayı, insanın tamamiyet peşinde olması, her şeyi kemale erdirmeye çalışması, kâmil olanı araması ve hatta insan-ı kâmil olmaya yönelmesi önemli bir esastır, dahası bir fazilettir. Çünkü, bugüne kadar kitleler, kâmil insanların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk'a yönelmiş; onlar sayesinde varlık ve hadiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Ne var ki, o seviyede bir kemale erişmek her zaman ve herkese müyesser değildir. Varlık âleminde, Hazreti Muhammed Mustafa (sav) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahıs göstermenin mümkün olmadığını söyleyen Cîlî'nin "İnsan-ı Kâmil"ini mütala edenler, kemale ermenin ve insan-ı kâmil ufkuna ulaşmanın nasıl çetrefilli yollardan geçmeyi gerektirdiğini göreceklerdir. Fakat, o yol uzak olsa da, hedefe varmak için pek çok menzili aşmak icap etse de, bir insanın öyle bir mertebe-i kusvâyı ve aksâ'l-gâyâtı talep etmesinde bir problem olmasa gerek. Evet, o işi temsil eden zâtın bir hakikatı vardır; O nübüvvetle serfirazdır. Nübüvvet zincirinin halkaları bitmiştir; bundan sonra peygamberliğin rüyasına tâlib olmak bile bir saygısızlık ve bir küstahlıktır, hatta küfürdür. Peygamberâne evsâfa, bir nebide var olan güzel sıfatlara gelince, bir insanın o sıfatlarla müzeyyen olmayı istemesi ve peygamber ahlakıyla ahlaklanma ardına düşmesi bir fazilettir.

Mesela, Peygamber Efendimizin şahsında fevkalade bir sıdk, bir sadâkat görürsünüz. O, Allah kapısında sâdık, davasında sâdık, kardeşlerine karşı sâdık, İslam'ı yaşamada sâdıktır, adeta sıdkın timsalidir; çünkü, peygamberlik hakikatı, sıdk dediğimiz, doğruluk çarkı ve esası üzerine döner durur. Allah Rasûlü, o kadar sözünün eridir ki, daha sonra sahâbe olma şerefine eren bir zat şöyle der: "Cahiliye devrinde Allah Rasûlü'yle bir yerde buluşmak üzere anlaşmıştık. Ben verdiğim sözü unuttum. Üç gün sonra hatırladığımda koşarak anlaştığımız yere gittim.. baktım ki Peygamber Efendimiz orada bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece, "Ey genç! Bana meşakkat verdin; üç gündür seni burada bekliyorum." dedi.

Emanet de bir Peygamber sıfatıdır. Efendimiz o kadar emindi ki, Mekke halkı, henüz gün yüzü görmemiş kızlarını birine emanet edecek oldukları zaman bile akıllarına ilk gelen O'ydu. Çünkü, Efendimizin gözlerinin içine katiyen haram girmemişti, giremezdi; Mekkeliler bunu bilir, O'nun iffet ve ismetine şehadet eder ve O'nu "Muhammedü'l-Emin" diye çağırırlardı. Efendimizin hayatına ve ahlakına baktığımızda, O'nun tam bir emniyet ve güven insanı olduğunu görürüz. Emin olma, emanete hiyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda îmanın sadık temsilcisi olma.. gibi hususlar O'nun şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Zaten, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden biri de "Mü'min"dir. Çünkü O, güven kaynağıdır. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O'dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve îman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah'a bağlar.

Efendimizin çok ehemmiyetli özelliklerinden bir diğeri tebliğ vazifesini, yani, İslâm hakikatını anlatmayı veya "emr-i bi'l-mârûf, nehy-i ani'l-münker"i hayatının gayesi bilmesiydi. O gelmeseydi, "Biz neyiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz?" gibi müthiş sorular, sürekli bir matkap gibi beynimizi delip duracaktı. Biz Efendimiz sayesinde anladık ki, dünyaya gelişimiz bir gayeye bağlı olduğu gibi, buradan gidişimiz de bir hikmete mebnidir. Ölüm, yokluk ve hiçlik değil, o sadece bir mekan değiştirmek ve vazifeden terhis edilmektir. Kabir ise, ahiret âlemine açılan bir kapı ve bir bekleme salonudur. Biz Peygamberimiz sayesinde öğrendik ki, bizim en büyük vazifemiz nâm-ı Celil-i İlahî'yi ve Efendimiz'in adını bayraklaştırmak, dünyanın dört-bir yanında dalgalanmasını sağlamak; bunu yaparken de akıllıca davranmak, O'nun hayatında örneklerini gördüğümüz fetanetle hareket etmektir.

Fetanet, peygamber mantığı demektir. Bu mantık, ruh, kalb, his ve letâifi bir araya getirip mütalâa edilecek hususu bütün olarak ve her yanıyla ele almanın adıdır. Efendimiz, Allah'tan getirdiği mesajları ve elçiliğine terettüp eden hususları insanlığa takdim ederken, onu yolunca ve usulünce yapmıştır. O, insanı bir bütün olarak ele almış ve vereceği mesajları da böyle bir bütünlük içinde takdim etmiştir. Onun için de, nebinin tebliğ vazifesinde, akıl, mantık, kalb, gönül, his ve duygulardan hiçbiri katiyen terke uğramamış ve vahyin aydınlatıcı tayfları dışında bırakılmamıştır... Ayrıca, Efendimiz'in emir ve tavsiyelerine muhatap olan insanlar da derece derecedir. Bunlardan bir kısmı, din ricalidir; bir kısmı, tamamen felsefî meselelere dalmış, âdeta bütünüyle bir mantık ve muhakeme insanıdır.. bazıları, ticarî ve iktisadî sahada uzman olanlar; diğer bir kısmı harp meydanlarında yetişmiş kumandanlar, büyük siyasî dehalardır; büyük bir bölümü de bedevî insanlardır. Bunların hepsinin kendilerine göre problemleri vardır. Fakat, Allah Rasûlü, öyle söz söylemiş ve öyle izahlar yapmıştır ki, bedevîsinden en medenîsine kadar herkes, bu sözlerden kendine ait hisseyi alabilmiştir.

Günahlar, Ahh Günahlar!..

İşte her insan, Efendimizde zirve noktada örneklerini gördüğü bu güzel sıfatların hepsine sahip olmayı isteyebilir. Bu âlî sıfatlara tâlib olarak diyebilir ki, "Allah'ım, Sen Efendimizden sonra peygamber yaratmazsın. Çünkü hatimeyi çekmiş, "bu son" demiş ve peygamberlik sarayının Sultanını göndermişsin. Fakat ben de, Peygamberimizi "üsve-i hasene" olarak gönderip O'nunla bize gösterdiğin güzel ahlakla ahlaklanmak istiyorum; O'ndaki evsâf-ı âliye'ye tâlibim. Beni de öyle sâdık eyle, Onun gibi emin kıl; beni de tebliğ insanı yap, o vazifeyi eda ederken fetanetli hareket etmeye muvaffak eyle. O'na yetişmem mümkün değil ama O'nun ardında yürümeme de bir mani yok. Peygamberliğe tâlib değilim, böyle bir talep en başta Sana karşı saygısızlıktır; fakat, peygamberâne evsâfa tâlibim. Bana da o evsâfı nasip et ki, elimi uzattığım her yerde Senin rızanı tahsile muvaffak olayım."

Evet, bu duygu ve düşüncede olmak, tamamiyete ve kemale tâlib olmaktır. Fakat, siz tamamiyete tâlib olsanız da, niyetinizle bunu isteyip davranışlarınızı ona göre ayarlasanız ve insan-ı kâmil ufkunu yakalama yolunda gayret etseniz de hata etmek, bazen tökezlemek, kimi zaman eksik ve noksan yapmak mukteza-yı beşeriyettir. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü, "Küllü'n-nâs hattâûn" demiş ve "hattâûn" kelimesini özellikle kullanarak hata yapmanın insanın tabiatından olduğunu, onun çok büyük hatalar yapabileceğini ifade etmiştir. Daha sonra da, "Ve hayrul-hattâîne et-tevvabûn = Hata edenlerin en hayırlısı hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır." buyurmuştur. Demek ki, bu yavuz hataları, bu sevimsiz kabahatları ortaya koyan insanların en hayırlısı hata eder etmez, kabiliyetine, seviyesine göre, tevbe, evbe, inâbe kurnalarına koşarak hemen arınıp yeniden Allah'a yönelendir. Öyleyse biz, mükemmeliyete tâlib olsak da, muktezâ-yı beşeriyet bazı zâaflarımız nüksettiği yerde, mânen hastalanabilir, sürçüp düşebiliriz. Önemli olan düşüp kalmamak, düşüp kalkmaktır. Düşer düşmez hemen kalkıp Seyyidina Hazreti Âdem gibi: "Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ = Rabbimiz kendimize zulmettik" (A'râf/23) deyip, nefsin zulmünden Cenab-ı Hakk'a sığınmaktır.

Hata karşısında Adem tavrı ortaya koymak çok önemlidir; Allah'ın kapısında akıllıca hareket etmeyi Hazreti Adem'den öğrenmek lazımdır. Onunki bir zelledir; mukarreb hatasıdır. Buna rağmen Hazreti Adem, zellesinin hemen ardından Rabbine yönelmiş; şeytan ise, temerrüdünde devam etmiştir. İşte bu noktada, sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılmıştır. Biri, Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirmiş, Hakk'ın kapısına karşı vefalı ve sadık olmuş, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışmıştır. Diğeri ise, mütemadi bir inişe geçmiş; kibir, gurur ve isyanından dolayı her geçen dakika biraz daha gayyâya yuvarlanmıştır.

Hazreti Adem'in çocukları olarak biz de hataların ağına takılabilir ve onlar cibilliyetimiz üzerinde ciddi tesir icra edince, aradığımız mükemmeliyete giden yollarda bir tereddüt yaşayabiliriz. Kâmiliyet ve tamamiyeti yakalamak adına yürürken tökezleyebilir ve bir hendeğe düşebiliriz. Fakat, insan için, düşüp kalmak değil; düşse de hemen kalkmaktır esas olan. Değişik münasebetlerle arz ettiğim gibi; elden geldiğince günaha en az hayat hakkı tanıma civanmertliğini göstermek çok önemlidir. Gözün bir harama kaysa, bu günahın üzerinden bir dakika bile geçmeden, o günahtan sıyrılmak için hemen huzura koşmalı, Allah'ın huzurunda af fermanı arayacağın bir seccade bulmalı, başını yere koymalı ve tevbe etmelisin. Günahın canlı kalmasına meydan vermemelisin; çünkü Efendimizin ifadesiyle, işlenen her günah ruhta yaralar açar; kalbde bir leke bırakır ve aynı zamanda her günah bir başka günahın davetçisi olur. Eğer günah tevbeyle çabuk silinmezse, Üstad'ın dediği gibi, bir günah, bir günah, bir günah... daha derken ona inzimam eden diğer günahlarla kalbde hatm olur, kalb mühürlenir, hafizanallah.. Bundan dolayı, "Her günah içinden küfre giden bir yol vardır." Evet, insan günah işlemekle ne kafir olur, ne de küfürle iman arasında bir menzile asılı kalır. Fakat şurası da bir gerçektir ki; günah işleyen insan imandan bir adım uzaklaşmış, küfre de bir adım yaklaşmış olur. Eğer, iki günah işlerse, iki adım atmış ve küfre iki adım yaklaşmış, kendisiyle küfür arasındaki mesafeyi daraltmış olur. Bundan dolayı, hakiki bir mü'min, özellikle alerjik bir insanın arı veya akrep sokması gibi şeylerden sakındığı gibi günahlardan sakınmalı; yılandan, çıyandan kaçtığı gibi günahların en küçüğünden bile kaçmalıdır. Çünkü, tamamiyetin ve kemâlin tâlipleri aradıklarını ancak böyle bir teyakkuzla bulabilirler.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, "Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar: Allahı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm'ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak." buyurmaktadır. Demek ki imanın tadını almanın ilk şartı, "Allahı ve Rasûlü'nü her şeyden artık sevmek"tir. Bu sevgi, insanı "Allah için sevme" mülahazasına taşıyacaktır. Bunu da hidayet yolundan ayrılma korkusuyla tir tir titreme ve günaha, dalalete girme endişesiyle sürekli teyakkuzda yaşama hâli takip edecektir. Evet, sevgi iradî olarak başlar. Sonra gayr-i iradî bir muhabbete inkilap eder. İnsanlara karşı duyulan mecazî sevgilerin başlangıcında bile bir irade söz konusudur; bir görme, bir karşılaşma, bir görüşme vardır ve bunlar iradîdir. Bu mevzuda iradî bir adım atılınca zamanla gayr-i iradî alaka başlar. İşte, Allah'la olan münasebetlerimizi derinleştirme, Rasûlüllah'a karşı alakamızı daha engin bir sevgiye dönüştürme mevzuunda da işin başı iradedir.

"Hey Mübarek Allah Hey!"

Derin bir muhabbete yürümek istiyorsan iradenin hakkını verecek, Allah'ı tanımaya bakacak, O'nun nimetlerini düşüneceksin; kudret eserlerini seyredecek, arzı senin için nasıl bir beşik yaptığını görecek, bir meşher gibi yarattığı semalara nazar edecek, kainatı okuyacaksın. Ve bu iradî bakmaların, düşünmelerin, okumaların neticesinde adeta kendinden geçeceksin. Alvar İmamı'nın derslerine devam eden, ondan feyz alan yaşlı bir zat vardı. Cenab-ı Hakk'ın efâl, âsâr ve esmâsının tecellilerinden bahsedildiği zaman, Erzurumlulara mahsus o kendine has lisanıyla "Hey mübarek Allah hey!" der ve adeta kendinden geçerdi. Sen de baktığın her şeyde O'nun mührünü görecek, için için coşacak ve "Hey mübarek Allah hey" demekten kendini alamayacaksın. Böyle hissedip, böyle görmeye irade adımıyla başlayacaksın ama bir gün gelecek, sen ilahi üns esintileri sağanağıyla sırılsıklam olacaksın. Öyle ki, artık O'ndan başka hiçbir şey duymayacak, hissetmeyeceksin.

Efendimizle alakalı da bir kitap okusanız, bir şemâile baksanız; mesela, Şifâ-i Şerif'e, Sıfatu's-Saffe'ye, hatta Sonsuz Nur'a göz gezdirseniz, O'na karşı içinizde iradî bir alaka meydana gelecektir. Fakat, O'nun hakkında değişik kitaplar okumaya, O'nunla alakadar olmaya devam ederseniz bir süre sonra o iradî alakanız, gayr-i iradî bir sevgiye, aşkın bir muhabbete inkılap edecektir. Öyle ki artık O'nsuz edemeyecek, "Teveccühünden beni mahrum bırakma, Sensiz nefes alamam" diyeceksiniz. "Ben evsiz-barksız, yurtsuz-yuvasız, çoluksuz-çocuksuz edebilirim; fakat Efendimsiz edemem" diye inleyeceksiniz. Bir Peygamber aşığının "O'nun huzûr-u pürnurundan bir an mahrum olduğumu hissetsem ölürüm" dediği gibi siz de O'nsuz yaşayamayacağınıza kanaat getireceksiniz. Bir Şah-ı Geylânî'nin nabzını tutsanız; Hasan Şâzelî, Ahmed Bedevî, Şah-ı Nakşıbend, İmam Rabbanî, Akîl Mübencî, Şeyhu'l-Harrânî ve Ebu'l-Hasan Harakanî gibi Hak dostlarının nabızlarına el vursanız kalblerinin aynı hislerle attığını göreceksiniz. Öyle ki, onlardaki gayr-i iradî bu muhabbet, alaka ve irtibatı gönüllerinden koparmak için elli tane zincir atsalar, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekri olmazsa, onu oradan koparmak mümkün olmayacaktır.

Yeis Zincirlerini Kırın!..

Meselenin bir diğer yanına gelince; biz başkaları hakkında hüsn-ü zanna memur olsak ve onların tamamiyeti yakalamış olabileceklerini düşünsek de, kendi nefsimize "Ey eksik, pürkusur, zavallı nefsim, bir türlü olgunlaşamıyor, kemali yakalayamıyorsun" diyebiliriz. Fakat, bunu derken ye'se düşmemeye de dikkat etmeliyiz. "Yağmur" şairinin dediği gibi biz de,

"Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım"

diyerek O'na karşı aşk u alakamızı seslendirebiliriz. Ne var ki, zihnimizin bir köşesinde de sürekli "Olduğuma da çok şükür. Ya seni tanımasaydım, ya Senin nurundan mahrum kalsaydım." mülahazasını canlı tutmalıyız. Hani Hazreti Ömer, Yemâme Savaşında kardeşi Zeyd bin Hattâb'ın şehid olduğu haberi karşısında, çok hayıflanmış; "Sabâ yeli estikçe Zeyd'in kokusunu alıyorum." diyerek hüzünlenip ağlarmış. Bir gün şâir Mütemmem bin Nüveyre onu ziyârete gelmiş. Mütemmem'in kardeşi Mâlik de Yemâme Savaşında yer almış ama mürtedlerin safındayken ölmüş. Hazreti Ömer'in hüznünü gören Mütemmen, "Ey Ömer, Yemâme'de senin kardeşin şehid olup Cennet'e giderken benim kardeşim mürted olarak Cehennem'e girdi. Eğer benim kardeşim de senin kardeşinin gittiği yere gitseydi, ben ona hiç üzülmez ve hiç hiçbir zaman ağlamazdım" demiş. Malumdur ki, Hazreti Ömer'in hüznü bunları bilmediği için değildi, ama kader-i ilahîye razı olmakla beraber sevdiklerden ayrılanın kalbinin hüzünlenmesi, gözünün yaşarması da insanın tabiatının icabıydı.

Evet, olduğumuza da hamd olsun; ya sokaklara korku salan şu serâzât, çakırkeyf insanlar gibi olsaydık; ya talihsizler safında yer alsaydık.. bu hâlimize de hamd olsun, demeli. Mükemmeliyet ve tamamiyetin peşinde olurken diğer taraftan da meseleye böyle bir hamd u senâ mülahazasıyla yaklaşmalı ve katiyen ye'se düşmemeli. Tamamiyeti arama ve işin ciddiyetini görme insanı ümitsizliğe değil daha fazla gayret göstermeye sevketmeli..

Bildiğiniz gibi, hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehâî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; "Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?" Bunun üzerine o büyük Hak dostu, "İnne'l-emra ciddün - Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum." diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; "Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?" diye soruyorlar; "Vallahi, nübüvvet'le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler." cevabını veriyor. Esved b. Yezid, Alkame, İbrahim Nehaî.. gibi insanlar rıza-yı ilahiye muhalif bir davranışta bulunma korkusuyla yaşamış, hayatlarını havf ufkunda sürdürmüş; hayır adına yapıp ettiklerine ve ibadet u taatlerine hiç bel bağlamamış, imanlı olarak ölememe endişesini hep taşımışlardır ama bütün bunlara rağmen ümitsizliğe de katiyen düşmemiş, rahmet-i ilahiyenin onların imdadına da yetişeceği recasını gönüllerinde hep canlı tutmuşlardır. Allah dostlarının hiçbirisi ye'se düşmemiştir; çünkü Hazreti Üstad'ın ifadesiyle; Yeis, mâni-i herkemâldir.. Ümitsizlik hastalığına yakalananların kemale ve tamamiyete yürümeleri mümkün değildir. İnsanın kendisini yetersiz, eksik ve nâkıs görmesi onu ümitsizliğe değil, bilakis eksiklerini tamamlamak için daha ciddi bir cehd u gayrete sevketmelidir. M. Akif'in meşhur şiiri bu hususda ne tatlı ve yürekten bir çağrıdır:

"Ey dipdiri meyyit, "İki el bir baş içindir."
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?

...

Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar.

...

Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma."

Biliyor musunuz, korkudan yüreğimin ağzıma geldiği anlar çok olmuştur!.. "Acaba ölünce bir çukura mı yuvarlanırım, ne olur benim hâlim?" şeklindeki endişeler zihnimi, hayâlimi sarınca saatlerce kıvrandığım, uyuyamadığım geceler vardır. Ama eksiklerime, daha iyi bir kul olma adına fevt ettiğim fırsatlara rağmen, ben hiç bir zaman ye'se, ümitsizliğe düşmedim. Rüyalarda insanlar hariküladeden uçar ya bazen; koşuyorsunuzdur dolu dizgin, beklemediğiniz anda bir uçurum geliverir önünüze. Aslında o uçuruma yuvarlanmanız muhtemeldir; fakat, rüyadaki o fevkalâde uçma kabiliyetinizle aşar geçersiniz bütün uçurumları. İşte, ümitsizliğe düşebileceğim anlar olmuştur, mehib bir dağ gibi ufkumun önüne geçen ve onu karartan hadiseler yaşamışımdır ama Allah'ın rahmeti rüyadaki uçma kabiliyeti gibi imdadıma yetişmiştir her defasında. Rahmet-i ilahiye iki kanat haline gelmiş, en çaresiz anlarımda bile rahmetin enginliğine bağlılık bir kurtuluş kaynağı olmuştur.

Hasılı, kemâle ve tamamiyete tâlib olma kadar ye'se düşmeme de çok önemlidir. "Tam olamadım" deyip sa'ye sarılma bir fazilet olsa da, "olamadım" duygusundan dolayı "olma" düşüncesinden bütün bütün vazgeçme de bir aldanmışlıktır.

Fâcirin Cesareti ve Müttakînin Zilleti

Soru: Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), "Allah’ım fâcirin celâdetinden, müttakînin de aczinden sana sığınırım!" sözünü nasıl anlamalıyız? Özellikle, müttakînin aczinden Allah’a sığınma ne ifade etmektedir? Bu acz ile Bediüzzaman’ın seyr ü sülûkta bir esas kabul ettiği "acz" arasında nasıl bir fark vardır?

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) insana sıkıntı ve keder verecek, onu dünya ve ahirette zillete düşürecek mevzularda Cenâb-ı Hakk’a sığınmış, ümmetine de her türlü musibete karşı Allah Teâlâ’nın hıfz ve inâyetine sığınmalarını tavsiye etmiştir. Bu şekilde, ilahî emir ve yasaklara uymanın yanı sıra, hem söz hem de amelle Allah’ın koruyup kollamasını ve bütün şerlerden muhafaza etmesini istemeye "istiâze" denmektedir.

Peygamber Efendimiz’in değişik hadis-i şeriflerine bakılırsa görülecektir ki, O, küfürden, fâsıklıktan, nifaktan, riyakârlıktan, kalbin kasvet ve gafletinden, acizlikten, tembellikten, yoksulluk ve borcun galebe çalmasından, zillet ve meskenetten, insî ve cinnî şeytanların şerlerinden, delilik ve cüzzam gibi hastalıklardan, bunamaktan ve çok yaşlanıp başkalarının eline düşmekten, yangın ve sel gibi felâketlerden, kabir azabından ve Cehennem’den... Cenâb-ı Allah’ın rahmetine, ilâhi riâyet ve inâyete iltica etmiş; aynı zamanda bize de, bu musibetlere karşı teyakkuzda olmamızı irşad buyurarak, yönelmemiz lazım gelen sığınağı göstermiştir.

Soruda zikrettiğiniz beyan-ı nebevîde de kendisinden Allah Teâlâ’ya sığınılması işaret edilen iki husus belirtilmektedir: Bunların birincisi, "fâcirin celâdeti"; diğeri ise, "müttakînin aczi"dir.

Celâdet; yiğitlik, bahadırlık, atılganlık ve cesaretlilik demektir. Celâdetin zıddı ise, cebânet (korkaklık), zillet, miskinlik ve ürkekliktir. Bu ifade bazen fütüvvet, şecâat ve şehâmet kelimelerinin müteradifi olarak da kullanılır. Bunların hepsiyle anlatılmak istenen ortak mana, aziz yaşama, haksızlığa ve haksızlara boyun eğmeme, saldırılar karşısında korkak olmama, ihtiyaç halinde kuvvete başvururken bile haktan ayrılmama, gücü yettiğinde bir haksızlığa haddinden fazla karşılık vererek mütecaviz davranmama ve hatta cezalandırmaktan daha ziyade afv ü safh yolunu tercih etme gibi hususlardır.

Mü’min, Azîz ve Yiğit İnsandır!..

Celâdet ve şecâat, dinimizce takdir edilen ve her mü’minde bulunması gereken memduh bir sıfattır. İslam ahlakıyla alâkalı kitaplarda mutlaka bu mesele de ele alınmış; bu mevzu hakkında müstakil kitaplar yazılmış; Kur’an-ı Kerim’de yer verilen konuların tasnif edildiği mu’cemlerde hiç olmazsa birkaç kelimeyle bu husus da nazara verilmiştir. Celâdet ve şecâatiyle tarihe geçen büyükler hep alkışlanmış, onlara dair destanlar yazılmış ve çok defa o destanlara müracaat edilerek günümüzün insanında da o ruh haleti uyarılmaya çalışılmıştır.

Kur’an-ı Kerim, Ashâb-ı Kirâmı anlatırken onların aziz ve yiğit insanlar olduklarına işaret etmiş; "Onlar kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise çok şefkatlidirler." buyurmuştur. (Fetih, 48/29) Evet, Sahabe efendilerimiz kendi aralarında çok mütevazi, yüzleri yerde ve şefkatli kimselerdir. Fakat, küffâr, küfrünün gereğini yerine getirdiği zaman, mü’minin takınması gereken tavır celâdet tavrıdır. Dolayısıyla, onlar da kâfirlere karşı çok çetin, çok şiddetlidirler; onların hücumlarına karşı zayıflık ve yılgınlık göstermezler. Ashabın kâfirlere karşı aziz olmaları, kaba ve katı davranmaları mânasına gelmemekte; saldırılar karşısında sinmemelerini, tehditlere boyun eğmemelerini, dünya menfaati için davalarını terk etmemelerini ve zalimlerin dişleri arasında öğütülebilecek kolay bir lokma olmamalarını ifade etmektedir.

Evet, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, dünyaperest insan, bir lezzet için nihayetsiz zilleti kabul eder; hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. O, herkese kul-köle olup, riyakârlık ve dalkavukluk ettiğinden dolayı, son derece zillet, meskenet ve aşağılık içindedir. Fakat, ehl-i iman, özellikle de tahkikî iman ile imanı inkişaf edenler, kavîdirler, muazzezdirler. Her mü’min aziz bir kuldur; çünkü o, Allah’a kul olmuş ve bir yönüyle kulluğunu O’na ipotek ettirmiştir. İnanan bir insan, sadece Kadîr-i Zülcelâl, Hakîm-i Zülkemâl, Hâlık-ı Kâinat ve her şeye gücü yeten Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz’a kulluk eder ve o kulluğuna karşı da hiçbir alternatif tanımaz. Öyleyse, miskinliğin, zilletin, başkaları karşısında serfürû etmenin ve küçük bir menfaat için el-etek öpmenin zıddı olarak kullanılan celâdet bir mü’min sıfatıdır. Mü’min cesurdur, yiğittir; korku ve yılma bilmeyen bir kahramandır. Mehmet Akif bu hakikati ifade sadedinde şöyle demiştir:

"Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlık’tır;
Hakîki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.
Cebânet, meskenet, dünyâda, sığmaz rûh-i İslâm’a...
Kitâbullâh’ı işhâd eyledim -gördün ya- da’vâma.
Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:
Ne müthiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur’ân'ın!"

Beşinci Boyut

Bizim tarihimiz, özellikle de îtilâ (yükselme) dönemlerimiz bu celâdet ve şecâat ruhunun en mümtaz kahramanlarıyla doludur. Milletimizin çok cesur, korkusuz ve fütursuz yiğitleri, cebânet ve meskenetin Müslümanlıkla bağdaşmadığını hemen her fırsatta göstermiş; din, vatan ve millet uğruna ölüme bile hiç tereddüt etmeden seve seve gitmişlerdir. Hatta şavaşa giderken, gazilikten daha çok şehitliği düşünmüş; şehadet şerbeti içmek için fırsat kollamışlardır. Samanyolu Televizyonu’nun "Beşinci Boyut" dizisinde gösterdiği gibi, nazarlarını ebedî bir hayata diken her mukaddes ruh, köyünü, tarlasını, annesini, çocuk bekleyen eşini ve bütün hayallerini arkada bırakıp tereddütsüzce cepheye yürüyebilmiştir. Fakat, onların yürüdükleri yer aslında farklı bir âlemin kapısıdır; bambaşka bir buudun ve hayatı insan üstü bir seviyede sürdürme mertebesinin ilk basamağıdır.

Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda öldürülenler hakkında "ölü" demeyin. Bilakis, onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz. (Bakara, 2/154) buyurmaktadır. Evet, Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, hayat mertebeleri farklı farklıdır; Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin işaretiyle sabittir ki, şühedânın tabaka-i hayatları sair kabir ehlinin durumunun üstündedir. Şehitler, hayatlarını Hak yolunda feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, dünya hayatına benzeyen, fakat kedersiz ve zahmetsiz olan bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan etmektedir. Öyle ki, onlar öldüklerinin bile farkında değildirler; kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini bilmekte, ölümdeki firak acılığını hiç hissetmemekte ve tam bir saadetle mütelezziz olmaktadırlar.

Hazreti Üstad, şehit olan yeğeni Ubeyd hakkında, "Bir rüya-yı sâdıkada, yerin altında bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şühedâ tabaka-i hayatında gördüm. O beni ölmüş zannediyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış." demiş; hadsiz vâkıâtla ve rivayetle, şehitlerin bu tarz bir hayata mazhariyetlerinin ve kendilerini sağ bildiklerinin sabit ve kat’î olduğunu belirtmiştir.

Evet, Seyyidü'ş-şühedâ olan Hazret-i Hamza (radıyallahu anh) efendimizin, ruhaniyetiyle kendine iltica eden insanların yardımına koştuğu çok vâkîdir. Cenab-ı Allah, bazı durumlarda selef-i salihînin şehitlerini icraât-ı Sübhaniyesine perde yapmaktadır. Kimi insanların yardımına Hazreti Ali’yi, bazılarına Hazreti Mus’ab’ı ve bir kısmına da Bedir ashabını göndermektedir. Farklı bir buudda bulunan şehitler, çoğu zaman imdatlarına koştukları insanlara dünyadaki halleriyle görünmekte ve onların alışık olup yadırgamadıkları misalî resimleriyle, berzahî fotoğraflarıyla ortaya çıkmaktadırlar. Yani, siz şühedâyı, dünya hayatında hangi elbise içinde ve nasıl bir halde görmüşseniz, Allah Teâlâ da onlara o türlü misalî elbiseler giydirmekte, öyle karşınıza çıkarmakta ve dünyaya ait bazı umûru onlara icrâ ettirmektedir. Şu kadar var ki, onlar sizin yediğiniz türden şeyler yemezler; hayatınızı devam ettirebilmeniz için mukayyet bulunduğunuz yeme, içme, uyuma gibi bazı kayıtlar onlar için söz konusu değildir.

Şehâmet-i İmaniye

İşte, her mü’minde imandan kaynaklanan bir kahramanlık ve cesaret ruhu olması iktizâ eder ki biz buna şehâmet-i imaniye, izzet-i diniye ya da celâdet deriz. Bununla beraber, Bediüzzaman hazretleri mü’minlerdeki şehâmeti anlatırken onu "şefkatle cihazlanmış şehâmet-i imaniye" şeklinde tavsif eder. Yani, mü’minler, zâlimler karşısında zillet göstermedikleri gibi mazlumları da zelil etmezler.. onlar, emri altındakilere hiçbir hak ve hürriyet tanımayan despotlara dalkavukluk yapmaz, kaba kuvvet temsilcilerine el açıp boyun bükmezler; bununla beraber, zayıf ve çaresiz kimselere karşı da tahakküm ve tekebbürde bulunmazlar.

İmanın kazandırdığı izzetle yaşayan insanlar, kahramanlık ve cesaretlerini haksızlıkta ve başkalarını ezmekte kullanmaz ve asla kaba kuvvete başvurmazlar. Onlar, güçlü oldukları yerde affeder; hiddet ü şiddet anında hilm ü silmle muamelede bulunur; ihtiyaç içinde kıvrandıkları durumlarda bile "îsâr" ruhuyla hareket edip başkalarını düşünür ve düşmanları hakkında dahi hayırhahlıktan geri durmazlar. Savaş esnasında harbin kendi kurallarına göre davransalar da, hemen her zaman sulh yolu araştırır ve herkesin kendi hak ve hürriyetlerine göre yaşamasını temin etmeye çalışırlar.

Nitekim, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Medine-i Münevvere’ye teşrif buyurduğunda, "Medine Vesikası" adıyla bilinen mukaveleyi yapmış; sulh halinde, herkesin kendini emniyet ve güvende hissetmesi gerektiğini fiilen göstermişti. O anlaşmanın imzalandığı dönemde, Medine’de Hristiyanlar, Yahudiler, müşrikler, bir kabile dinine inananlar ve dinsizler de vardı. Fakat, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz hiç ayırım yapmadan barış ve güven içinde yaşamaya razı olan herkesi anlaşmaya çağırmıştı. Yaptığı mukavelede, kabileleri teker teker saymış; Benû 'Avf, Benû Hâris, Benû Sâide, Benû Cuşem, Benû'n-Neccâr... diyerek her kabileyi zikrettikten sonra o kabilenin hak ve sorumluluklarını belirtmişti. Peygamber Efendimiz, Mekke’nin fethi sırasında da, Müslümanlara senelerce düşmanlık yapan kimseleri bile affetmiş; kapısını çalanlara daima merhametle muamelede bulunmuş ve en güçlü olduğu dönemlerde dahi kuvvet ve celâdeti tahakküm sebebi olarak kullanmamıştı. Daha sonraki dönemlerde de özellikle Râşid Halifeler, Selçuklular ve Osmanlılar, emirleri altındaki toplulukları aynı emniyet ruhuyla yaşatmışlardı.

Diğer taraftan, celâdet ve şecâat duygusunu başkalarını ezme ve kendini ifade etme yolunda kullananlar da olabilir. Aslında, Cenâb-ı Allah insana, dışarıdan gelecek saldırılardan kendini koruması için "kuvve-i gadabiye" (öfke hissi) dediğimiz bir duygu vermiştir. Bu duygu, hariçten gelen hücumları önlemek için itici bir kuvvet ve tedbirli olmaya yarayan bir güçtür. Korkulacak şeyler karşısında temkinli davranma ve onları telâşa kapılmadan savmaya çalışma anlamındaki yiğitçe duruşun, yani "şecâat"in kaynağı olan bu duygu; bütün kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık ve kızgınlığın da menşeidir. Bazıları, korkulmayacak şeylerden dahi korkar, sürekli vehimlerle oturup kalkar ve değişik paranoyalarla hayatı yaşanmaz hâle getirirler ki, bunların halini "cebânet" (korkaklık) kelimesi ifade eder. Fakat, bazı insanlar da vardır ki, onlar âkıbeti hiç düşünmeden, ölçüsüzce ve muhâkemesizce her işe girişir ve neticesi mutlak felâket olan tehlikelere bile korkusuzca atılırlar. Kuvve-i gadabiyenin bu ifrat hâline de "tehevvür" (korkusuzluk ve saldırganlık) denir.

Fâcirin Cesareti

İşte, şecâat duygusu, dinin emrettiği ölçüler içerisinde ve izin verdiği şekilde değil de, kuvvet göstermek, başkalarını ezmek ve hak edilmeyen bir şeyi zorla almak için kullanılırsa, bunu yapan insanın celâdet ve şecâati, övülen ve takdir edilen bir vasıf olmaktan çıkar. Korkusuzluğu bâtıl yollarda ve zorbalıkta kullanan bir insanın cesareti kendinden Allah’a sığınılması gereken bir şerre dönüşür. Hele bir de, o korkusuz insan fâcirse, onun celâdet ve şecâati daha büyük musibetlere sebebiyet verir.

Fâcir; İslâm'ın emirlerini çiğneyen, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket eden, günahlarda ısrarcı davranan ve büyük günahları işlemekten bile utanmayan azgın kimse demektir. Kalbi ölmüş ve vicdanı tefessüh etmiş böyle birinden şefkat ve merhamet beklenmez; onun şecâat duygusu şefkat hissiyle dengelenmediği için, fâcir adam hiç kimseye acımaz.. o, zulüm ve zorbalıklarının âkıbetini hiç düşünmeden kan döker, can alır, yuva yıkar ve ocaklar söndürür. Bundan dolayı, her sözünde binlerce hikmet bulunan Allah Rasûlü, daha pek çok derin mananın yanında bu hususa da dikkat çekmiş; fâcirin celâdetinden Allah’a sığınmış ve öyle bir şer karşısında bizim de ilahî hıfz ve riayete yönelmemizi tavsiye buyurmuştur.

Müttakînin Tembellik ve Miskinliği

Sorunuzda, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi efdalüssalavâti vetteslimât) istiâzede bulunduğu ikinci husus "müttakînin aczi" idi. Acz; güçsüzlük, kifâyetsizlik, beceriksizlik ve elinden iş gelmeme halidir. Bu hadis-i şerifte acz; tembellik, uyuşukluk, bitkinlik, ümitsizlik ve çaresizlik manalarını da ifade edecek şekilde kullanılmıştır.

Tembellik, beceriksizlik ve çaresizlik anlamındaki acizlik, bir kâfir sıfatıdır. Mü’minin şe’ni, sa’y u gayret ve ümittir. Hususiyle de karamsarlıktan neş’et eden çaresizlik ve miskinlik duygusu, milletleri felç eden dehşetli bir hastalıktır ve ilerlemeye, gelişmeye, olgunlaşmaya manidir.

Acizlik her insan için kötü olsa da mü’minin beceriksiz, miskin ve bedbin olması çok daha kötüdür. Zira, mü’mindeki acziyet, onun Cenâb-ı Hakk’a itimat etmeyişine de bir emaredir. Aciz bir insan, Allah-u Teâlâ hakkında hüsn-ü zanda bulunmuyor demektir ve dolayısıyla onun, "Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim." hadis-i şerifi gereğince ilahî inayetten istifadesi mümkün değildir.

Müttakî bir insanın beceriksizlik ve çaresizlik içine düşmesine gelince, o bütün bütün fena bir durumdur. Zira, müttakî bir kul, belli bir seviyenin insanıdır. O, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdinde bulunan bir insandır. Müttakî’yi, takvânın daha şümûllü ve umumi mânâsına göre tarif edersek, o, dinin prensiplerini hassasiyetle görüp gözettiği gibi, şeriat-ı fıtriye kanunlarına da riâyet eden; Müsebbibü’l-esbâba tam itimat etmekle beraber sebepleri de yerine getiren; Cehennemi netice veren davranışlardan sakınmanın yanı sıra kalbini de şirk işmâm eden şeylerden koruyup kollayan insan demektir. Dolayısıyla da, şartlar ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin, bir müttakînin bedbinlik yaşaması ve acze düşmesi kabul edilemez. O bir taraftan sebepleri yerine getirme, diğer yandan da Cenâb-ı Allah’ın kudretine sığınma hususiyetleriyle maruf bir kul olmalıdır. Oysa acz, Müsebbibü’l-esbaba yönelme keyfiyetini belirleyememeyi ve sebepleri terk etmeyi netice verir. Böylece, o insan, hem tekvinî emirler mevzuunda, hem Müslümanca yaşama konusunda, hem de dinini dünyaya anlatma hususunda elinden bir şey gelmeyen bir âciz, bir miskin halini alır.

Takva’nın Bir Derinliği

Bir gün, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Ebû Umametü’l-Bâhili hazretlerini, Mescid-i Nebevî’de mahzun, mükedder, kalbi kırık ve boynu bükük oturuyorken görmüş ve hemen o halinin sebebini sormuştu. Ebû Umame, "Ey Allah’ın Rasûlü, evde yiyecek bir şey yok ve fakr u zaruret had safhaya ulaştı. Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve bazı borçlarım sebebiyle böyle gamlıyım." cevabını vermişti. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, ona sabah akşam şunları söylemesini tavsiye buyurmuştu: "Allah’ım tasadan, kederden, eli kolu bağlı miskin miskin oturmaktan, tembellikten, korkaklıktan, malımı ulvî bir gaye için verememe cimriliğinden, borç altında ezilmekten ve düşmana mağlup olmaktan Sana sığınırım."

Ebu Umame hazretleri bu sözlerin manasını anlamış; hem Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip niyazda bulunmuş hem de fiilî duayı da yerine getirme düşüncesiyle çalışmış, gayret göstermiş; tasa ve kederden kurtulduğu gibi borçlarını da ödemişti. ‎"Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım" dedikten sonra, o, hâlâ bir kenarda oturup el-âlemin avucuna bakamazdı. Artık bu safhada ‎ona düşen vazife, dua ettiği hususları fiiliyâta dökmekten ibaretti.‎

Evet, teşriî emir ve nehiyleri gözetip dinin "yap" veya "yapma" dediği hususlarda emre imtisal etmenin yanısıra, tekvinî emirlere riayet etmek, yani, Allah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmek de takvanın önemli bir buududur. Biz, millet olarak, takvanın çok önemli bir yanı olan "tekvinî emirleri gözetme" esasına gereken değeri vermeyince zenginliklerimizi bir bir kaybetmiş ve ezilmişiz. Daha sonra, bu hatamızı telafi etmeye çalışırken daha büyük bir hataya düşmüşüz: Batı’nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüş, "Biz de kevnî kanunları değerlendirerek onlara yetişeceğiz." demişiz; ama ne yazık ki, mukaddes değerlerimizi bir kenara atmakla işe başlamışız.

İşte, acz ve çaresizlik düşüncesi zatında kötü olsa da, sünnetullahı bilen ve hem teşriî hem de tekvinî emirlere uyması beklenen bir müttakînin acizlik ve meskenet hastalığına yakalanması çok daha kötü bir durumdur. Bu sebeple ve daha pek çok hikmete mebnî olarak Allah Rasûlü müttakînin aczinden Allah’a sığınmış; böyle bir bedbinliğe düşmememiz için de bizi uyarmıştır.

İlahî Yardıma Çağrı Olan Acz

Bediüzzaman hazretlerinin, mesleğinin bir esası saydığı acz meselesi bedbinlik ve çaresizlikten çok farklıdır. Bu zaviyeden acz, miskinlik ve tembellikle eli-kolu bağlı oturmak değildir; insanın, kendi üzerine düşen sa’y ü gayreti ortaya koyarak kulluk vazifesini yapmasının yanında, Allah karşısında acizliğini de idrak ve ilan etmesidir. "Ben acizim, Sen Muktedirsin; ben fakirim, Sen Ganîsin; ben muhtacım, Sen ise bütün ihtiyaçları gidermeye gücü yetensin" deyip Cenâb-ı Allah’ın kudretine dayanmasıdır. İnsanın, Cenâb-ı Hak karşısında kendini bir hiç bilmesi, her zaman kulluğunun farkında olarak hareket etmesi, umduğu Cennet meyvelerine mukabil ibadet ü tâatini çok yetersiz görmesi ve sadece ilahî rahmete itimad etmesidir. Acz u fakrının farkında olan bir kul sürekli, "Ben kendime yetmem Allah’ım, inayet ve kereminle destekle beni. Ben kendi işlerimin üstesinden gelemem ve kendi imkanlarımla Cennet’e gidemem Rabbim, rahmet ve inayetinle te’yit buyur, Cennetine al şu âciz bendeni. Bütün imkanlarımla Cennet’i peylemeye çalışsam ve bütün ömrümü ona hasretsem de, benim cehd u gayretim Cenneti kazanmaya kâfî gelmez. Ona ancak, Senin merhametinle ulaşabilirim. Beni de ilahî rahmetinle yarlığa Allah’ım!" der durur. Kendi güç ve kuvvetiyle en küçük bir zaferi bile elde edemeyeceğine ama Allah’ın inayetiyle her işin altından kalkabileceğine inanır. Böylece, aczini Allah’ın kudret ve inayetine bir çağrı yapar; kendi küçüklüğüne rağmen O’nun sonsuz kudretine dayanır ve o kuvvet sayesinde her meselenin üstesinden gelebileceğine iman eder.

Evet, insan âciz, zayıf ve muhtaçtır; O ise, her şeye hükmeden mutlak bir Hâkim’dir. Bu itibarladır ki, halis bir kul hemen her zaman, kendi küçüklüğünün şuurunda ve O’nun büyüklüğünü takdir hisleriyle iki büklüm yaşar; isteyeceği her şeyi, kavlî, fiilî ve hâlî talep çerçevesinde sadece ve sadece O’ndan ister ve O’na karşı müstağni davranmayı küstahça bir çalım sayar. O’nunla dua ve ibadet münasebetlerinde lâubalî olmayı ve gayr-ı ciddî bulunmayı da bir saygısızlık kabul eder. O’na teveccühünde her zaman bir yandan ümit, diğer taraftan da endişe mülâhazalarıyla dolar.

Aslında, hem dünyevî hem de uhrevî beklentilerimiz hesabına yaptığımız işler ile talip olduğumuz neticeler arasında bir münasebetsizlik var gibidir. Mesela, binlerce yıldız ve gezegen emrine verilse, binlerce senelik bir ömür de bahşedilse, insan Cennet gibi bir ebedî menzili var edemez; Cennet hayatının bir gününe bile nâil olamaz. Fakat, Allah (celle celalühü) elli-altmış senelik bir kulluğa bedel ebedî saadeti va’d etmektedir. Dua etmekle ya da namaz kılmakla Cennet’e ulaşmak arasında zahiren bir münasebet gözükmemektedir. Oysa, Cenâb-ı Hak, "Siz, üzerinize tevdi ettiğim şu vazifeyi yapın, Ben de ona mukabil şöyle bir mükafatta bulunacağım" demekte ve bizim nazarımızda çok küçük olan bazı amellere pek büyük bir kıymet takdir etmektedir. İşte, orada asıl tenasüp Allah’ın emrettiği o ameli yapmak ve O’nun değer biçtiği bir işi takdir ettiği o değere göre ele almaktır. Çünkü, Mevla-yı Müteâl, kullarının aczini bir merhamet çağrısı gibi kabul etmekte; halis bir niyetle ortaya konan çok küçük amellere sonsuz nimetler vererek mukabelede bulunmaktadır. Mesela, namaz bazen bir saate sığdırılabilecek bir ibadettir ve insanın nazarında Cennet’in karşılığı olabilecek bir kıymette değildir. Zahiren, beşerî hareket ve davranışlara sıkıştırılmış bir darlık içinde eda edilen ve bazen gafletle biraz daha daraltılan o namazla Cennet alınamaz. Fakat, Cenâb-ı Allah, namaza öyle bir kıymet biçer, ona o denli bir vüs’at verir ve onu öyle değerler üstü değerlere ulaştırır ki, artık o namaz küçük ve değersiz bir şey değildir; bilakis, Cennet’i satın almaya yetebilecek bir sermayedir.

Demek ki, Cenâb-ı Allah size bir vazife tahmil ediyor. O vazife teklif-i mâlâyutak denebilecek cinsten güç yetiremeyeceğiniz bir iş de değil, herkesin az bir gayretle altından kalkabileceği bir iş. Fakat, ona öyle bir kıymet biçiyor ki, onunla Cennet’i satın alabiliyorsunuz. Yani, elinizdeki değersiz bakır parçasına kendi mührünü vuruyor ve o mangırı bir anda cihanları peyleyebilecek bir para seviyesine yükseltiyor. Aynen öyle de, sizin imanınız da O’nun mührünü taşıyan çok değerli bir sermaye; ibadet ü tâatiniz ebedi saadeti satın alabilecek kıymette bir hazine... Âciz ve fakirsiniz; belki elinizden çok küçük bir iş geliyor ama o, Hak katında çok büyük sayılıyor ve ona mukabil sizin için Cennet kapıları açılıyor.

Tabii ki, böyle bir netice gönlünüzde bir teşekkür hissi ve minnettarlık duygusu hâsıl eder.. içinizde bir şükür hissi uyarır... Birinizin bin olduğunu, kendi darlığınız içinde eda ettiğiniz bir ibadetin O’nun rahmetinin genişliğiyle değerler üstü değerlere ulaştığını görünce şevk ile gürlersiniz.. bu büyük nimetler sizi sürekli tefekkür, şükür ve şevk atmosferine çeker. Dahası, şahit olduğunuz ilahî rahmet ve inayet sizin gönlünüzde de şefkat hissini coşturur; mahlukâta merhametle bakan bir insan olursunuz.

İlâhî Teveccüh ve Sıfatlar

Hâsılı; Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) celâdet ve acz sıfatlarının yer değiştirmesine dikkat çekmiş; cesaretin fâcir bir insanda tehlikeli bir silah olduğuna ve aczin de müttakî bir kula hiç yakışmadığına işaret ederek bu iki sıfattan istiâzede bulunmuştur.

Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü sıfatlara göredir. "Meselâ, sabrın mükâfatı zafer; atâletin mücazatı sefalet; sa’y ve sebatın sevabı da servet ve galebedir." Öyleyse, sa’y ve gayrete sarılan, teşriî emirlerle beraber tekvinî emirleri okumasını da bilen kim olursa olsun, Cenâb-ı Allah onu muvaffak eder. Dolayısıyla, tekvinî emirlere itaat eden kimse, inançsız bir insan da olsa, kevnî hakikatleri görmezlikten gelen Müslümana galebe çalar.

Bir kâfirin her sıfatının küfründen neş’et etmesi lazım gelmediği gibi, bir müslümanın, bazı sıfatları da dinî disiplinlere uygun olmayabilmektedir. Acizlik, yeis ve çaresizlik birer küfür sıfatı olmasına rağmen bunların bazı mü’minlerde bulunması da ihtimaldir. Celâdet, şecâat ve şehâmet de birer mü’minlik şiârı olduğu halde, bazen inançsız bir insan da bu sıfatlara sahip olabilmektedir.

Şayet, Allah Teâlâ sadece güzel sıfatlara değer veriyorsa, korkaklık, miskinlik, ümitsizlik ve çaresizliğe teveccüh etmiyor ve bu çirkin vasıfları üzerinde barındıranlara merhamet nazarıyla bakmıyor demektir. Bir manada, âciz ve miskin kimseler "kendi hallerine bırakılmış ve terk edilmiş" zavallılardır. Böyle bir "bırakılmışlık" ise, "Allah’ım beni göz açıp–kapayıncaya kadar dahi olsa nefsimle başbaşa bırakma!" diye dua etmesi, heva ve hevesinin insafsızlığına terk edilmemek için yakarışta bulunması beklenen bir mü’mine yakışmayan bir sıfattır. Evet, mü’min ümitli, gayretli, azimli ve Cenâb-ı Allah hakkında hüsn-ü zanlı olmalıdır.

Sözlerimizi yine Mehmet Akif’in yanık nağmeleriyle bitirelim:

"Mâdem ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin;
Mâdem ki ondan daha mel’un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i îman,
Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hudâ’dan
Hüsrâna rızâ verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!"

Faili Meçhul Cinayetler

Soru: Ülkemizde istikrar havasının hakim olmaya başladığı ve ekonomimizin iyileşme sinyalleri verdiği hemen her dönemde bir kısım fâili meçhul cinayetler işlendiğine şahit olduk. Bu cinayetlerin önümüzdeki günlerde de tekerrür etme ihtimali var mıdır?

Cevap: Fâili meçhul cinayetlere, bir yönüyle, bayat bir konu denebilir; fakat hep tekerrür ettiğinden, her defasında ülkeyi ise-dumana, acı ve gözyaşına boğduğundan ve yürekler yakıp yuvalar yıktığından dolayı konu ne kadar bayat olursa olsun, her cinayet sızlatan yanları itibarıyla hep ilk hadiseymiş gibi hissedilmektedir.

Bununla beraber, "fâili meçhul" denilerek örtbas edilen ve unutturulan o kadar çok cinayet işlendi ve o kadar önemli insanlar öldürüldü ki, bu konuda bir kanıksama olduğu da söylenebilir. Bu türlü cinayetler topluma ahvâl-i adiyedenmiş gibi gelecek kadar halk bunlara alıştırıldı. Bunlara "fâili meçhul" denilerek sanki üzerlerinde de fazla durmaya gerek yokmuş havası verildi. Dolayısıyla, değişik şekillerde cereyan etmiş bir sürü cinayet işlendi ve fâilleri de bulunamadı.

Halk arasında, bu cinayetlerin derin devlet tarafından yapıldığı mülahazası hakim oldu. Bir kısım gizli servislerin de suikastler ve cinayetler işlediği şeklinde bir kanaat yerleşti. Kim ne derse desin, toplum, her cinayetin arkasında derin devlet ya da bazı gizli servisler bulunduğuna inandı. Bugün her yerde bu böyle konuşuluyor, yatak odalarında bile bu böyle müzakere ediliyor. Dolayısıyla da, gelecekte bu mesele tarih felsefesi açısından ele alındığı zaman bu yanlarıyla ele alınacak, işin perde arkasıyla değerlendirilecek ve hem katillere hem onlara tetik çektirenlere hem de bu meselede ihmalkâr davrananlara lanetler yağdırılacak.

Evet, toplumdaki yaygın kanaate göre, bu cinayetleri gizli servisler, özellikle de kökü dışarıda olan güçler yaptılar; yaptılar ve ülkede istikrarı, huzuru deldiler. Bu ülkede, emniyet ve güven atmosferinin yerleşmiş olduğu düşüncesini deldiler; "emniyet yok, güven yok " dedirttiler. Ayrıca, bazı kimseler, belki bir kısım cemiyyât-ı sırriyenin, gizli örgütlerin çevirdikleri fırıldaklara muttaliydiler. Bir süre o cinayet şebekelerinin içinde bulunan ve onlar tarafından figüre edilen bu tür insanlar, çok fazla malumata sahip olduklarından dolayı, "yarın-öbür gün birşeyler konuşur" endişesiyle öldürüldüler. O örgütler, konuşup kendilerini ele vermesinden korktukları kimseleri öldürdükten sonra da bir yerlere telefon edip "falan grup yaptı" ya da "cinayeti falanlar üstlendi" dediler. Böylece, hem kendi hedeflerine ulaşmak hem de bazı masum kimseleri kirletmek, onlara leke atmak istediler; en azından zihinlerde kirli izler bıraktılar. Bazen de bu cinayetleri, değişik ilaç ve uyuşturucularla korku hisleri baskı altına alınmış, canavarlaştırılmış, adeta robot haline getirilmiş kimselere yaptırdılar. Korku hisleri ve ölüm duyguları bazı uyuşturucularla baskı altına alınmış tetikçileri kullanarak, onların içinde neşet ettiği aileyi, toplumu, cemiyeti, din ve milleti de zan altında bıraktılar. Söz gelmişken, intihar komandolarının, canlı bombaların ve toplu katliam yapan bazı eli kanlıların da bu gruba dahil olduğunu bir kere daha ifade etmiş olayım.

Bu mesele sadece Türkiye'ye mahsus da değildir; İrlanda'dan Keşmir'e, oradan da İspanya'ya kadar her yerde o tür cinayetler işlenmektedir. Hatta bazen toplu cinayetlere de girilmektedir. Şu kadar var ki, bu türlü cinayetler bazı devletler tarafından topluca yapılınca ona "terör" denmiyor da "operasyon" adı veriliyor. Ancak, güçsüz, kuvvetsiz ve çelimsiz fertler tarafından yapılınca bu cinayetlere "terör" ve "cinayet", o suçu işleyenlere de "terörist" ve "cânî" deniyor. Suikast ve cinayetler bazen bir ferde yönelik oluyor ve bir ya da bir kaç kişi tarafından yapılıyor, bazen de bir uçak düşürme, bir trene sabotajda bulunma, bir şehrin altını üstüne getirme şeklinde ve bir örgüt, bir gizli cemiyet ya da bir devlet tarafından yapılıyor. Aslında, cinayete kurban giden tek kişi de olsa, binlerce insan da öldürülse o hadise terördür, cinayettir; öyle şenî bir işe girişenler de bir-iki kişi, bir örgüt ya da bir devlet de olsa, onlar da cânî ve teröristtir.

Evet, ülkemizde ne zaman ekonomi düzlüğü çıkmaya başlamışsa, istikrar esintileri yavaş yavaş hissedilir olmuşsa, maalesef, hemen bir kısım hadiseler başgöstermiştir. Eğer, bu meselenin sebebi ekonominin düzlüğe çıkması ve gelecek adına ülkenin biraz istikrar vaadetmesi ise, bu mevzuda Türkiye olumlu bazı şeyler ortaya koydukça, kendisini biraz daha tehlikeye arzediyor demektir. Yani, bundan sonra da o mel'un cinayetler olacak demektir.

Türkiye'de "hocalar hocası" olarak bilinen bir zatın 68'li yıllarda bir konferansını dinlemiştim. O zat, Türkiye ekonomisinin az düzlüğe çıkacak gibi olduğu ve istikrar vaadeder hale geldiği belli periyotlarda ülkede karışıklıkların meydana getirildiğini, hatta demokrasinin inkıtaa uğratıldığını ve bütün milletin vehimlendirilip kalblere korku salındığını, topyekün toplumun paranoya yaşamaya ve herkesin birbirinden endişe duymaya başladığını, bu türlü şeyler olunca da ülkede güven ve istikrar kalmadığını ve dolayısıyla da düzlüğe çıkmış ekonominin gerisin geriye gidip eski hâlini aldığını anlatmıştı.

Demek ki, güzel vatanınızda meydana gelen olumlu ve iyi şeylerden içte ve dışta bazı çevreler fevkalade rahatsızlık duyuyor. Uzantıları Türkiye'de de bulunan bazı servisler hemen harekete geçiyor. Kökü dışarda bir kısım güçler ve kuvvetler, Türkiye'de bazı önemli birimlere sızmış elemanları vasıtasıyla bazı sistemleri hemen devreye sokuyorlar. Maalesef, bu ülkede, üç yüz seneden beri Türk toplumunun kaderinde hakim cemiyyât-ı sırrıyeler vardır; bunlar, hakim unsurlardır, ortaya çıkmazlar, görünmezler ama faaliyetleriyle her zaman Türk toplumunun iktisadî, siyasî, kültürel ve idarî hayatıyla oynaya gelmişlerdir; bundan sonra da oynamaya çalışacaklardır. Biraz taktik ve strateji değiştirerek önümüzdeki günlerde de bunu yapabilirler.

Kan Seylapları

Evet, suikast, komplo ve cinayetlerin sebebi ülkemizde boy gösteren olumlu ve güzel gelişmelerdir; ekonominin düzlüğe çıkması, istikrar atmosferinin yayılması, milletteki ümit tomurcuğunun yeşermesi, Müslümanlığın doğru anlaşılması, doğru yorumlanması ve doğru seslendirilmesi... bütün bunlar olumlu şeylerdir. Eğer bu olumlu şeylere tepki oluyorsa, içte ve dışta bir kısım gizli servisler bu tür olumlu ve güzel gelişmeleri istemiyorsa, bu gelişmelerin kendi emel ve arzularının gerçekleşmesi ve koruyup kayırdıkları insanların çıkarları adına bir tehlike sayıyorlarsa, bundan sonra da bazı kimselerin vücudunun kaldırılmasına ihtiyaç hissedecek ve yine ellerini kana bulayacaklardır.

Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde, bu suikastlar, bazen kaba kuvvetin kendini ifade adına ortaya çıkması şeklinde, bazen de bazı fertlerin bertaraf edilmesi, ülkede kargaşanın meydana getirilmesi şeklinde hep tekerrür ede gelmiştir. Eğer, mesele arzettiğim hususlara bağlanacak olursa, suikastlerin sebep ve sâikleri her zaman var olacaktır. Öyleyse bu cinayetler de, şimdiye kadar durmadığı gibi, maalesef, pek duracağa da benzemiyor. Bana öyle geliyor ki, bu ülke kendi ayakları üzerinde doğrulma temayülünde olduğu sürece, biz bin cân ile etmemesini dilesek de, bundan sonra da o mel'un suikastlar, sabotajlar ve katiller tekerrür edecektir. Biz bundan sonra o türlü şeylerin olmamasını dileriz; fakat, bu öyle bir dilek, öyle bir beklenti ki, zannediyorum, bizim bu mevzudaki beklenti ve dileklerimiz hep delinecek, o hadiseler bugüne kadar cereyan ettiği gibi bundan sonra da cereyan edecek.

Bundan 8-9 ay evvel bir dostum vasıtasıyla, bana, bu türlü şeyleri bilen, çok üst seviyelerde vazife görmüş bir insanın "Önümüzdeki aylarda Türkiye'de yeniden kan gövdeyi götürecek, seri cinayetler işlenecek." dediği nakledildi. Mesela, "Falan falan tür simalar bu dönemde Türkiye'de bulunmasalar iyi olur. Çünkü seçilen hedefler onlar da olabilirler." denildi. Kimi seçerler? Tabii ki, sempati duyulan, kendisine alaka gösterilen, yaptığı işlerle beğeni toplayan insanları seçerler. Çok ses getireceği, toplum tarafından çok ciddi tepki olacağı için onların bertaraf edilmesine bakarlar. Hatırlarsanız daha önce öldürülen bir insanın kâtilleri aynen şöyle demişlerdi: "Önce falanı öldürmeyi düşünmüştük; fakat onun çok fazla ses getirmeyeceğini hesaba katarak maktul namzedini değiştirdik, cinayeti başka tarafa tevcih ettik."

Evet, o uzman "Kan gövdeyi götürecek." diyor. Ben yine aynı mülahazamı tekrar edeyim: Bugün belli ölçüde tekerleği tümseğe çıkarmış gibi görünen Türkiye gibi bir ülkede, ben dilerim, yeniden istikrara dokunacak, ümitleri kıracak ve insanlarda bir kısım paranoyalar hasıl edebilecek böyle bir süreç başlamasın. Başlamaması için devlet kendisini çok ciddi sorumlu bilmelidir. Bugün vazife başında bir hükümet vardır, hükümetin istihbarat teşkilatı, emniyet teşkilatı vardır; hatta bazıları "öyle bir teşkilat yok" dese bile, artık Türk toplumu tarafından varlığı kabul edilmiş bir JİTEM vardır. Bazen bu teşkilatlar, Türkiye'de çok daha önemsiz şeyler üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Bizim önemsiz gördüğümüz şeyler Türk toplumunun bugünü, yarını ve idarenin selameti adına önem arzediyorsa, elbetteki üzerinde duracaklardır ve buna kimse bir şey diyemez. Fakat bir ülkeyi topyekün kargaşaya sürükleyebilecek söz konusu hadiseler karşısında da devletin, kendi hassasiyetini, duyarlılığını göstermesi lazımdır; kendi elinin altındaki memurlar kadrosu sayılan emniyet teşkilatı, istihbarat teşkilatı ve JİTEM üzerinde de hassasiyetini hissettirmesi lazımdır. Şayet ülkede beş-on kazın kavgası duyuluyor ve biliniyorsa, bir yerdeki terör örgütlerinin ve bir takım gizli odakların mevcudiyeti de mutlaka bilinmeli, onların önleri alınmalıdır.

Ben, ne o, ne de beriki teşkilat içinde görerek, bilerek bu meselelere göz yumacak kadar hain bir insanın bulunduğuna, bulunacağına ihtimal vermiyorum. Zannediyorum, bazıları bu hadiseleri önemsemiyorlar. Fakat devlet, devlet ağırlığıyla hassasiyetini bunlar üzerinde hissettirirse, şayet "Ben böyle istiyorum" derse, bu mevzuda "Siz o hainleri bulup çıkarmazsanız, benim bulup çıkaracağım çok şey olur" derse, muhtemel hatta mukadder gibi görünen bu meselelere meydan verilmeyebilir. Yani, istihbarat ve emniyet teşkilatı, JİTEM çok iyi çalışırsa bence bu kana susamış vampirlerin önümüzdeki günlerde yeniden Türkiye'de kan seylapları meydana getirmelerine meydan verilmeyebilir. Evet, bizim o tür hadiselerin olmamasını arzu etmemiz sadece bir temenniden ibarettir ve halkın bu işe kapalı durması bu işin önünü almaya yeterli değildir. Dolayısıyla, bu işin hakkından gelecekse yine devlet gelebilir; askeriyle, polis teşkilatıyla, istihbaratıyla gelebilir. Öyleyse, istihbaratın çok iyi işlemesi, dış servislerin Türkiye'deki emellerinin çok iyi takip edilmesi lazım. Tanzimattan daha önce Türkiye'de faaliyete başlayan, zamanla devletleri bile aşabilecek hale gelen, bazı idarecilere dedikleri her şeyi yaptırabilen, hükümetleri devirip yeni hükümetler kurabilen, içeride çok iyi teşkilatlanmış olsalar da kökleri tamamen dışarıda bulunan, haricî güçlerin emellerine hizmet eden, çok güçlü insanları bünyelerine aldıklarından dolayı kendilerine mensup bir insanın tutuklanmasına, sorgulanmasına ve mahkum edilmesine asla fırsat vermeyen bir kısım cemiyyât-ı sırriyenin çok iyi takibe alınması lazımdır. Bunların hakkından da -Allah'ın izniyle- kendi ağırlığını ortaya koymak suretiyle ancak devlet gelebilir.

Müsaadenizle, son bir hususu daha hatırlatmak istiyorum: Cinâyeti kim kime karşı işlemiş olursa olsun o cinâyettir. Ve cinayetin her türlüsü mel'undur. İşlenen suç ne olursa olsun, fertler ceza veremezler; cezayı devlet verir. Devletin mahkemeleri vardır. Cezalandırma onların vazifesidir. Dolayısıyla, bir mü'min hiçbir cinayete karşı tasvipkar bir tavra giremez. Herhangi bir cinayet karşısında kat'iyen yumuşak duramaz. Öldürülen insan Müslümanlığa ters sözler söylemiş olabilir; zamanında falan dilini çok uzatmış, ona-buna saldırmış, kötülükler yapmış olabilir. Bunların hiçbiri işlenen cinayeti haklı ve kabullenilir kılmaz. Medenilere galebe ikna iledir. Hukuk sistemini işlettirerek o türlü insanların seslerini kesmenin imkan ve ihtimali vardır. Dolayısıyla, bir Müslümanın o türlü suikastlara teşebbüs etmesi şöyle dursun, kalben taraftar olması bile düşünülemez. Kimsenin, "Falan din düşmanı, iman düşmanı, İslam düşmanı, Kur'an düşmanı.. öldürüldü, zaten buna müstehaktı, iyi de oldu" falan demeye hakkı yoktur ve bir cinayet karşısındaki bu tavır mü'mince bir tavır değildir. O türlü düşmanlıklara karşı söylenecek bir söz varsa, o ahirette söylenecektir; Allah Teâlâ, dine, imana düşmanlık yapanları Cehenneme koyacaktır. Dindarları da Cennetle mükafatlandıracaktır. İşte o zaman, küfürde inad edenler hakkında "müstehak oldu" denebilecektir.

Çok defa söylemişimdir; ben hayatımda bilerek bir karıncaya bile basmadım. Yılanın belini kıran arkadaşımla aylarca görüşmedim, konuşmadım. Her canlının yaşama hakkı olduğuna, eko-sistem içinde onların hepsinin bir yeri bulunduğuna inandım. Hiçbir canlıya kıyma hakkımız, selahiyetimiz olmadığını ifade ettim. Kaldı ki insan, eşref-i mahluktur, yaratılanların en şereflisi, en mukaddesidir. O türlü terör mülahazasıyla insan öldürenlerin Cennete giremeyeceklerini ve öylelerinin hakiki Müslüman olamayacaklarını defeatle söyledim. Bu sadece benim değil, müslümanlar olarak bizim genel telakkimizin sesi, soluğu ve ifadesidir; bu inanç, tabiatımıza mal olmuştur.

Tabiatımıza mal olan bu düşünceyi, başkaları da çok iyi bilirler; kendileri de itiraf ederler, "Müslümanlar bu işi yapmaz; onlar, cinayeti, adam öldürmeyi küfre denk sayarlar" derler. Ne var ki, câniler bazen ellerindeki kanı müslümanlara da bulaştırmak isterler, "çamur at, iz bırakır" mülahazasıyla her şeye rağmen bazı mü'minlerin ismini de cinayetlerle beraber zikredebilirler. O türlü iddialar karşısında, bir kısım safderun kimselerin kafaları da bulanabilir. Fakat, ehl-i vicdan insanlar, hem devletin bünyesindeki hem de dışarıdaki okumuş, aydın kimseler arasında mü'minlerin böyle şeyler yapabileceğine inanan yok denecek kadar azdır.

Hâsılı, ben de sorudaki endişenize katılıyor, kana susamış bir kısım vampirlerin Türkiye'de yeniden kan, irin ve gözyaşına sebebiyet verebilecek fırsatlar kolladığını zannediyorum. Fakat, -Allah'ın izniyle- bu milletin o tür cinayetlerin ve kötü neticelerinin önünü alabileceğine de inanıyorum.

Fakirlik mi, Zenginlik mi?

Soru: Fakirlik ve zenginliği nimet ya da nikmet olmaları açısından nasıl değerlendirmek gerekir?

Fânî imkânları ebedî güzelliğe dönüştürmenin yolu

Soru: Dünya hayatının fani imkânlarını ebedî hayatın sonsuz güzelliklerine dönüştürebilmek için müminin dünyaya bakış açısı nasıl olmalıdır?

Cevap: Ebed için yaratılan, ebede namzet bulunan ve sonsuz saadet hülyalarıyla oturup kalkan insanoğlu, dünyaya dünyanın faniliği kadar, ahirete ise ahiretin sonsuzluğu ölçüsünde kıymet vermelidir. Şayet mukteza-i beşeriyet müsait olsa ve dinî hükümler de buna “evet” deseydi, zannediyorum öte dünyanın sonsuzluğunu düşündüğümüzde kendi kendimize şöyle diyecektik: “Dünya ile bütün bağlarımızı koparıp yüzümüzü sadece ahirete döndürelim.” Ne var ki, insanın sahip olduğu fıtratı, cismanî arzuları, beşerî zaafları ve nefsanî boşlukları böyle bir söz söylemeye cevaz vermediği gibi, insan fıtratını nazar-ı itibara alarak hükümler vazeden Kur’an ve Sünnet de böyle bir yaşam tarzını tasvip etmemiştir. Bu açıdan insan, bir taraftan Sahib-i Şeriat’ın insan tabiatına yerleştirdiği kanunları görmezden gelmemeli, diğer yandan da neye namzet olduğunun ve ötede kendisini ne gibi sürprizler beklediğinin farkında olmalıdır. Yani o, Kur’an’ın kendisine gösterdiği istikamette Allah’ın ona verdiği her şeyle ahiretin arkasında olmalı, onu yakın takibe almalı; ama dünyadan da nasibini unutmamalıdır.

İşte bu noktada insan dünyaya ait istek ve arzularını, -söyleyeceğim yakışıksız bir ifade olsa bile- nefsinin önüne atılan bir kemik veya bir lokma ekmek şeklinde görmeli ve böylece dünyanın cazibedar güzelliklerine takılıp kalmadan yoluna devam etmesini bilmelidir. Ne var ki, insanoğlu için dünya ve ukbanın kendine has renk ve deseniyle tam olarak duyulup sezilmesi, çok ciddi bir marifet duygusuna bağlıdır. İmanını marifetle bezeyemeyen bir insan Müslüman da olsa, ebediyeti kazandıracak yolun zorluklarındaki güzellikleri duyamaz ve dolayısıyla yürüdüğü yolda yol yorgunluğundan kurtulamaz.

Marifet, kendi bağrında, engin deryaların birbirine çarpışan dalgaları gibi muhabbetler oluşturur. Muhabbet ise insanın nazarını Hazreti Mahbûb-u Hakîki’ye yönlendirir ki, işte bu sayede insan cismaniyetin dağdağasından sıyrılır, nefsin isteklerine ve dayatmalarına karşı bir kemik atar ve yoluna devam eder. Ne kadar cazibedar görünse de o, dünyaya bel bağlamaz. Böyle bir insana göre dünyada önem verilecek tek şey, dünyanın dört bir yanında Nam-ı Celil-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açması, yitirilmiş ve payimâl olmuş İslâmî itibarın yeniden yüksek burçlarda bayraklar gibi dalgalanmasıdır.

Böyle yüce bir mefkûreye dilbeste olduktan sonra, dünyada kalmanın bir değeri olur. Allah’ın adını ilâ etme, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlığa ruh olmasını sağlama ve O’nu bütün gönüllere duyurma istikametinde yürüdükten sonra, insan dünyada Hz. Nuh gibi dokuz yüz elli sene yaşasa, değer. Çünkü bu takdirde dünya, çok verimli bir şekilde değerlendirilmiş olur. Böyle bir gaye-i hayal bulunmadan geçirilen bir hayat ise, iflasla burun buruna götürülen bir aldanmışlığın ifadesidir.

Eyvah aldandık! gösteriş ve alkışa kandık!

Maalesef çoklarının bu dünyada aldandığı bir gerçektir. Esasen neye ne kadar önem verileceği belirlenmediği takdirde isabetli karar verilemez. Dolayısıyla insan son noktaya gelindiğinde umduğunu bulamayabilir. O zaman Şeyh Gâlib gibi, “Vardık der-i saâdetine yâri görmedik / Girdik behişte, hayfâ ki dîldârı görmedik.” (Saadet yurduna vardık, cennete erdik ama heyhat ki sevgili yâri göremedik) der. Yani dünya ukba dengesini kuramamış bir insan bazen burada din adına bir şey yapıyorum zannederek bir ömür boyu didinir durur. Fakat öte tarafa gittiğinde insan orada yârı bulamaz, dildârla hemdem olamaz, gönüllerin etrafında pervaz ettiği Hazreti Mahbûb’u göremez.

Bazen de yapılan iyi işler riyaya, süm’aya, ucba, fahre, takdire ve alkışa bağlandığından aldanmalar olur. Böylelikle insan ömür boyu ortaya koyduğu pozitif işlerini, negatif hale getirir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ
“Nice oruç tutanlar vardır ki, yanlarına kâr kalan sadece açlık ve susuzluktur. Nice namaz kılanlar da vardır ki, yanlarına kâr kalan sadece yorgunluk ve zahmettir.” (İbn Mâce, sıyâm, 21; Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned, 2/373)

Bu örnekleri çoğaltabilir, mesela şöyle diyebilirsiniz: Hak yolunda koşan niceleri vardır ki; yolun öbür ucuna gittikleri zaman ne yârı ne de dildârı görebilirler. Çünkü onlar yolda yapmaları gerekli olan işleri kirletmişlerdir. Onlar yolda yürümenin adabına riayet etmemiş, istikameti bulamamış ve hep düşe kalka yürümüşlerdir. Burada düşe kalka yürüyenlerin, yani istikametsiz yaşayanların orada başlarına gelecek şey de, -hafizanallah- bütün bütün kapaklanmadır. Nitekim Yüce Allah,

إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ يَوْمَ يُسْحَبُونَ فِي النَّارِ عَلَى وُجُوهِهِمْ ذُوقُوا مَسَّ سَقَرَ
“Mücrimler tam bir sapıklık ve çılgınlık içindedirler. O gün onlar yüz üstü cehenneme sürüklenir ve kendilerine, ‘Tadın cehennemin dokunmasını!’ denilir.” (Kâmer Sûresi, 54/47-48)

ferman-ı sübhanisiyle, burada heva ve heveslerine takılarak sürüm sürüm bir hayat yaşayanların, öbür tarafta yüzleri üstüne sürüm sürüm cehenneme gireceklerini haber vermiştir. Evet, burada heva u heveslerine esir olmuş, nefsin tasmalı köleleri haline gelmiş ve hayatlarını böyle sürdüren insanlar öbür tarafta öyle bir kapaklanırlar ki, hiçbir şefaat onlara kâr etmez. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın,

فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ
“Artık onlara şefaat edenin şefaati fayda vermez.” (Müddessir Sûresi, 74/48)

kavl-i kerimi de böyleleri içindir.

İşte böyle bir kötü akıbete maruz kalmamak için, Allah’a müteveccih yaşamak gerekir. İnsandan Allah’a giden bir şey olması lazım ki, O’ndan da insana bir şey gelsin. Eğer burada Allah’a karşı saygı, ta’zim ve tebcil duygularıyla dopdolu bir hayat yaşanırsa, orada da insana Allah’tan inayet adına uzanan bir el olur ve en muhtaç olduğu bir zamanda onu sürüm sürüm olmaktan kurtarır.

Bu açıdan elden geldiğince hayat dolu dolu yaşanmalı, boş bırakılan yerler de niyetin enginlik ve duruluğuyla doldurulmalıdır. Zira niyetin boşlukları doldurmada öyle bir sırlı genişliği vardır ki, onun bir damlası deryaları doldurabilir. Bundan dolayı insan niyetlerini çok geniş ve engin tutmalıdır. Mesela demelidir ki, “Allah’ım bana öyle bir fırsat ve imkân ver ki, şu küre-i arzın yörüngesini değiştireyim; değiştireyim de nam-ı celil-i Muhammedî bütün yeryüzünde dalgalansın.” İşte insanın bu mevzudaki bir damla niyeti ona deryalara denk sevap kazandırabilir. Yani insan bir taraftan yapması gereken işleri şakakları zonklayasıya, göbeği çatlayasıya yapacak, takatini aşan bir yere geldiğinde de, “Allah’ım! Ben bu işi yapmaya kararlıydım. Fakat gücüm buraya kadar yetti. Bundan fazlasını götüremiyorum.” deyip niyetini şefaatçi kılacaktır. İşte o zaman Sonsuz Kudret, Sonsuz Meşiet ve Sonsuz İrade “Kulum! Senin götüremediğini Ben götürürüm.” diyecektir.

“Dünya seven, ahireti bulamaz”

Meseleyi Alvar İmamı’nın sözlerine bağlayarak şöyle diyebiliriz

Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan / Eyyub gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan / Ahvalini sormaz mı?
Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed,
Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?

Evet, sözün özü budur.

İnsanın ruhen, hissen ve fikren duyduğu buradaki beraberlik, orada realite planındaki beraberliği netice verecektir. Burada beraber yaşayanlar, orada beraber olacaklardır. Bu sebeple de, sürekli maiyyete dilbeste bulunun. Dualarınızda, tazarrularınızda ve niyazlarınızda sürekli,

اللَّهُمَّ مَعِيَّتَكَ اللَّهُمَّ مَعِيَّةَ حَبِيبَكَ صَلَّي اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
“Allah’ım ne olur maiyyetin, Allah’ım ne olur Habibinin maiyyeti”

deyin. Hep O’nunla oturun kalkın, hep O’nu heceleyin ve hep O’nu sayıklayın. Ta ki oraya gittiğiniz zaman bu maiyyet karşınıza çıksın. Eğer burada O’nunla olursanız, oraya gittiğinizde karşınıza çıkan sürprizler karşısında arkada bıraktığınız bu yalan ve aldatan dünyayı unutursunuz. Fakat ne acıdır ki, günümüzde kafalar bozulmuş, duygu ve düşünceler dağılmış, insanlar sonsuz hayat ve Ebedî Zât’ı düşünmeden daha çok dünyayı düşünüyorlar.

Esasında büyük insanların sözlerine baktığınızda onların bile dünyadan ne kadar şikâyet ettiklerini görürsünüz. Mesela Yunus Emre şöyle der:

Aciz kaldım zalim nefsin elinden
Şol dünyanın lezzetinden doyamaz.
Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleğin
Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.

İlâhî gaflet gömleğin giyene,
“Müslüman” der misin nefse uyana?
Kazanıp kazanıp verir ziyana
Hak yoluna bir pulunu kıyamaz.

İlâhî, gafletten uyar gözümü,
Dergâhında kara etme yüzümü
Yunus eydür, gelin tutun sözümü
Dünya seven, ahireti bulamaz.

Evet, yârı görmeye, dildarla hemdem olmaya hazır olmak lazım. Burada hep aşk mektupları yazmışsanız, orada bunların hiçbirisi zayi olmaz. Oraya gittiğinizde, “Bu mektup senden gelmişti.” derler. Orada insanın muhatap olacağı, “Bana Hak’dan nida geldi / Gel ey âşık ki mahremsin / Bura mahrem makamıdır / Seni ehl-i vefa gördüm.” türünden iltifatlar yanında, dünyevîlerin iltifatlarının ne ehemmiyeti olur ki! Allah’ın bahşettiği sultanlığın yanında, “Bin canım olsa, ona kurban olsun.” dediğim Fatihlik ne olur ki! Bunlar güneşin yanındaki zerreler bile olamazlar.

Hülâsa, ellerindeki sermaye ile burada dünyayı peyleyen insanların, öbür tarafı peylemeye sermayeleri kalmayacak ve oraya eli boş olarak gideceklerdir. Fakat ellerindeki imkânları orayı peyleme istikametinde kullanan kimseler, oraya gittiklerinde çok farklı sürprizlerle karşılaşacaklardır. Yüce Allah, Kıyâme Sûresi’nde insan tabiatına işarette bulunduktan sonra her iki grubun ahirette karşılaşacağı akıbeti şu şekilde beyan etmiştir:

كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآَخِرَةَ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ تَظُنُّ أَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ
“Gerçek şu ki, siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terk edip durursunuz. Yüzler vardır o gün pırıl pırıl.. O güzel ve Yüce Rabbi’lerine bakakalır.. bir kısım yüzler de o gün pek ekşi bir haldedir. Belini kıran darbeyi yediğini hisseder.” (Kıyâme Sûresi, 75/20-25)

Rabbim hepimizi, o dehşetli günde yüzleri pırıl pırıl, apak olanlardan eylesin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.