• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Günah – Tevbe ve Yeniden Diriliş

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Günahından tam olarak dönüp tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir. Allah bir kulunu sevdiği zaman artık ona günahı zarar vermez.” beyan-ı şerifini nasıl anlamalıyız?

Günah hayra vesile olur mu?

Günah, çok kötü bir şeydir; ancak bir yerde iyi sayılabilir. O da, kulun bir günaha girdikten sonra bir ömür boyu onun için âh u vah etmesi halidir. Mesela, bir harama im’anı nazar ile (dikkatlice) bakan, fakat yıllar sonra bile onu hatırladıkça iki büklüm olup “Rahmet Kapısı”na yönelen bir kul için o günah pek çok hayırlara da gebe olabilir.

Günah ve lâtife-i Rabbâniye

Soru: Küfre giren veya şeytana uyan bir insanın, his, irade ve şuur gibi lâtife-i Rabbâniyeleri o esnada ölüyor mu; yoksa, bunlar mahiyet değiştirip şeytanın kullanabileceği şeyler haline mi geliyor?

Günah-irade münasebeti

Soru: Günah esnasında insan, iradesiyle değil de hevâsıyla mı hareket ediyor? Günaha karşı duruş nasıl olmalı?

Günaha Göre Ceza ve Günaha Göre Tevbe

Soru: Kur'ân-ı Kerim'de, geçmiş kavimlerin; yaptıkları zulüm ve irtikâp ettikleri günahlara göre, farklı azap ve musibetlerle cezalandırıldıklarını görüyoruz. Ayrıca çeşit çeşit günaha karşı tevbenin de farklı farklı olması gerektiği ifade ediliyor. Bu tespitler ışığında günümüzde başımıza gelen bela ve musibetleri doğru okuyabilmemiz ve ona muvafık bir tevbede bulunabilmemiz için hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Günahların En Münafığı: Gıybet

Muhterem Efendim, gıybetin topluma musallat olmuş sinsi bir kurt ve insanlar arası ilişkileri bozan çirkin bir günah olduğu herkesçe iyi bilinen bir husus. Buna rağmen toplumda hâlâ var olması nasıl izah edilebilir?

Gıybet büyük günahlardan biridir. Öyle ki Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde gıybet hakkında şöyle buyurur:

إِيَّاكُمْ وَالْغِيبَةَ فَإِنَّ الْغِيبَةَ أَشَدُّ مِنْ الزِّنَا، فَإِنَّ الرَّجُلَ قَدْ يَزْنِي وَيَتُوبُ فَيَتُوبُ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَإِنَّ صَاحِبَ الْغِيبَةِ لَا يُغْفَرُ لَهُ حَتَّى يَغْفِرَ لَهُ صَاحِبُهُ

“Gıybetten sakının! Çünkü gıybet zinadan daha şiddetlidir. Kişi zina eder, sonra tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul buyurur. Ancak gıybet eden, gıybet edilen affetmedikçe, mağfiret olunmaz.” (Kenzu’l-ummâl, 3/1057) Meseleye Üstad Hazretleri’nin yaklaşımı içinde bakılacak olursa, gıybetin öyle nevi vardır ki, o, zinadan daha büyüktür. Meselâ bir zümre-i sâlihînin veya belli bir cemaati temsil eden bir şahsın ya da helallik alma imkânı kalmadığından dolayı vefat etmiş kimselerin gıybetini yapmak bu nevi gıybete girebilir.

Külliyet Kesbeden Bir Cürüm

Bazı ulema elfâz-ı küfürle alâkalı olarak diyorlar ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) zemmeden veya O’nun hakkında olumsuz şeyler konuşan bir insan tevbe etse bile tevbesi kabul edilmez. Niçin? Çünkü Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) irtihal-i dar-ı beka buyurup ruhunun ufkuna yürüdüğünden O’nun gıybetini yapan bir insan için Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulup: “Hakkını bana helal et” deme imkânı ortadan kalkmıştır.

Aynı şekilde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Âişe (radıyallahu anhüm) gibi nice sahabe-i kiram efendimizi hilafet meselelerinden dolayı –hâşâ– merdut sayacak ölçüde o müstesna kametler hakkında ileri geri konuşanların hâlleri ağlanacak durumdadır. Çünkü bu azim günahı irtikâp edenler, büyük bir zümre-i salihînin gıybetini yapıyor ve onlar hakkında suizanda bulunuyorlar. Artık gıybetini yaptıkları o zatlara gidip: “Hakkınızda nâsezâ, nâbecâ sözler söylediğimiz için hakkınızı helal edin!” deme imkânı da olmadığından dolayı, bu büyük cürmü işleyenlerin suiakıbetlerinden korkulur. Bilemeyiz, belki Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan bir lütfu olabilir. Fakat biraz önce zikrettiğimiz hadis-i şerif ve benzer nassları göz önünde bulundurduğumuzda –Allahu âlem– onların affa mazhar olma ihtimalinin uzak olduğu görülür.

Aynı şekilde gıybet, iftira, bühtan, töhmet ve benzeri günahlar, ferdî olmaktan çıkıp bir cemaat hakkında işlenirse, söz konusu cemaatin tek tek bütün fertlerinden helallik alınmadıkça bu günahlar affedilmezler. Meselâ Kadirîler veya Şazilîler hakkında onların bütününü itham edecek şekilde aleyhte konuşan bir insan koskocaman bir cemaat hakkında öyle korkunç bir gıybet etmiş olur ki, o şahsın affedilebilmesi için Abdülkadir Geylânî’den veya Hasan Şazilî’den günümüze kadar gelmiş geçmiş binlerce belki milyonlarca insanın bütününden helallik istenmesi gerekir. Biraz daha açacak olursak, bir cemaatin bütünü hakkında söz söyleyen insan şayet gidip teker teker o fertlerin hepsini bularak onlar hakkında her ne dediyse onu şerh edip, “Ben, senin de içinde bulunduğun cemaat hakkında şöyle dedim. Senin de bu işin içinde hakkın var. Hakkını bana helal et!” diyemezse –hafizanallah– kurtulamaz. Nasıl ki dua külliyet kesbettiğinde kabul ediliyor. Aynen öyle de gıybet de külliyet kesbederek külli bir gıybet olduğunda, hak sahiplerinin tamamından helallik istenmeyince insanın o işin içinden sıyrılması mümkün değildir. Rabbim muhafaza buyursun, onca insanın vebalini alır, gıybet eden o şahsın sırtına yüklerler. Bu da, denilebilir ki, küfre denk bir günahtır.

Ayrıca bilinmesi gerekir ki, bir topluluk veya cemaati temsil eden şahısların gıybetinin yapılması da bütün bir cemaatin gıybetinin yapılması gibidir. Meselâ birisi kalkıp, benim gibi basit ve sıradan bir insan için, “Bu adam şöyledir, böyledir” deyip aleyhte konuşsa bu ifade ferdî bir gıybet olur. Ancak öyle zatlar vardır ki, onlar külliyet kesbetmişlerdir. Evet, onlar âdeta bir kutup gibi bütün bir cemaati temsil ederler. O zatların haysiyet ve şerefleri temsil ettikleri cemaatin haysiyet ve şerefiyle bütünleşmiştir. Siz onların adını andığınız zaman o çizgide düşünen insanların hepsi birden hatıra gelir. İşte bu gibi zatlar aleyhinde söz söylendiğinde bütün bir cemaatin gıybeti yapılmış olur. Meselâ birisi kalkıp böyle bir insan hakkında, “onun aklı ermiyor” dese, bu mülâhazaya binaen –neuzu billah– zinadan daha şedit bir günah işlemiş olur.

Gıybet veya Leş Kargalığı

Gıybetten uzak kalabilmek için evvela gıybetin dindeki yerini çok iyi belirlemek lazımdır. Kur’ân-ı Kerim bu konuda:

   أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا

Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini yemekten hoşlanır mı?” (Hucurât Sûresi, 49/12) buyurarak, lisân-ı nezîhisine rağmen bu meseleyi ölü kardeşinin etini yemeye benzeterek, “leş yemeyin” diyor. Bunun bir diğer mânâsı, “leş kargalığı yapmayın” demektir. Üstad’ın enfes tespitleri içinde meseleye yaklaşacak olursak şöyle diyebiliriz: “Sizin vicdanınıza ne olmuş ki, insanken böyle leş kargalığı yapıyorsunuz! Hayat-ı içtimaiyeden nasibini alan heyet-i içtimaiyenize ve umumî ruhunuza ne olmuş ki kendi heyetinizi yaralıyorsunuz!”

Kur’ân, gıybet etmeyi ölü eti yemeye benzettiği gibi, rüya tabircileri de rüyasında et yediğini gören bir insanın bu hâlini, gıybet olarak tevil ederler. Yani her ne eti olursa olsun rüyasında ağzına et alıp geveleyen bir insanın, birisini çekiştirmiş, onun etini çiğnemiş olduğu şeklinde tabir ederler. Demek ki, gıybet etme meselesi misal âleminden onun rüyasına bu şekliyle intikal etmektedir. Buradan hareketle şöyle diyebiliriz: Dünya hayatında gıybet eden kimse, ihtimal, berzahta ve kabir âleminde vahşi bir hayvan gibi temessül edecektir. Çünkü ancak vahşi hayvanlar ısırıp leşleri dişlerler.

Gıybet, bazen bir adamı ısırma şeklinde olurken bazen de kudurmuş kurtlar gibi, koskocaman bir cemaate saldırmak suretiyle olur. Bilmiyorum bir sürünün içine dalan kurtları hiç gördünüz mü? Onlar sürüye daldıklarında bir tanesiyle karınlarını doyurmak yerine, birinin kuyruğunu koparır, öbürünün ayağını ısırır, bir diğerinin de gırtlağını delerler ve böylece bu meret hayvanlar o sürüden elli tanesini yaralarlar. Aynen bunun gibi, bazı kendini bilmez densiz gıybetçiler ağızlarını her açtıklarında öyle ulu orta konuşurlar ki, dilleriyle sayısız insanı yaralar ve neticede ise esasen kendi hayat-ı mâneviyelerini mahveder ve kendi ahiret yıldızlarını karartmış olurlar.

Hazreti Pîr’in has talebelerini tanıdığımda onlardan çok şey öğrendim. Meselâ onlarda çok ciddi bir istibra hassasiyeti gördüm. Aynı şekilde elbise temizliği hususunda da çok hassas olduklarını müşâhede ettim. Az yiyip, az içip, az uyuyup hayrete varmayı da onlarda gördüm. Kısaca Bent Deresi, Hacı Bayram ve Süleymaniye gibi kaldığım güzel mekânlarda Müslümanca bir hayata şahit oldum. Onları tanıyınca kendi kendime şöyle demiştim: “Hayata yeniden uyanıyor, ruhta yeniden bir diriliş yaşıyorum.” Onlar, çevrelerindeki insanlara bu güzel hasletleri kazandırmışlardı. Ben kendi kabiliyetime göre o güzel hasletlerden bazılarını alabildim. Fakat kim bilir, Allah’ın inayet ve keremiyle, bu kıymetli zatlardan çok daha derince istifade eden ve onlar vesilesiyle daha derince bir dirilişe mazhar olan niceleri vardır.

İşte o zatlarda dikkatimi çeken önemli bir husus da, gıybetten sakınma mevzuunda gösterdikleri azami hassasiyetti. Meselâ siz Tahir Ağabey’in yanında: “Filanca konuşurken boynunu eğerek konuşuyordu” veya “konuşurken durgun durgun bakıyordu” gibi gıyabında konuştuğunuz o şahsın duyduğunda rahatsız olabileceği bir laf etseydiniz, hemen “Niye gıybet ediyorsun? Senin dilini kökünden kesmek lazım.” cevabını alırdınız. Bu zatlar çevrelerini gıybetten sakındırdıkları gibi elbette kendileri de gıybetten hep uzak dururlardı. Meselâ ben ne Tahir Ağabey’den, ne Hulusi Efendi’den, ne Mustafa Gül, ne de Sungur Ağabey’lerden gıybetin çok küçüğünü dahi duymamışımdır. Size tanıdığım insanların hâlini arz ediyorum. Ancak maalesef şu anki hâlimiz itibarıyla bizim için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

Kuzu Postuna Bürünmüş Hınzır Kurt

Günümüzde ilim, iman ve irfan hareketleri içinde, belli ölçüde iman-ı tahkike ulaşılmış ve Allah’ın izniyle iman ve imanın hayata hayat kılınması hususunda bir mesafe alınmıştır. Meselâ belli ölçüde zinadan uzaklaşılmıştır. Belli ölçüde diyorum çünkü göz, kulak gibi organlarla bu çirkin günahtan ne kadar uzak kalındı bilemiyorum. Bu sebeple meseleyi kestirip atamıyorum. Ancak umumî mânâda böyle azim bir günahtan uzak kalındığı söylenebilir. Aynı şekilde bu insanlar, aç kalsalar da kimsenin malına el uzatmayacak ölçüde haram lokmadan uzak kalmışlardır. Başkasının can emniyetini ihlal gibi fiillerden ise fersah fersah uzaktırlar. Evet, çok defa deme damara dokunduracak ölçüde hâdiselere maruz kalmalarına rağmen tek bir insanın kılına dahi dokunmamışlardır. İbadetlerini yerine getirdikleri, belli bir seviyede temkinle kulluklarını eda ettikleri de söylenebilir. Ama gel gör ki, gıybet için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Zira bir mevzu açıldığında bakıyorsunuz sanki hakkımızmış gibi hemen birini çekiştirmeye başlıyoruz. Meselâ, bir arkadaş birisi hakkında konuşurken, “bırak onu” diyebiliyor. Hâlbuki sen kardeşin için “bırak onu” dediğinde ahirette senin için de en kritik bir durumda “bırak onu” derler. Evet, burada dilini kirleten bir insana, ahirette pis ve kirli insan muamelesi yaparlar. Sen burada birisi hakkında “at onu” dersen seni de ötede atarlar. Veya sen burada birisi hakkında “kötü adam” dersen, orada senin hakkında aynı şeyi söyler ve kötü adam diye daimî bir hükme varırlar.

Size daha önce bahsetmiştim. Anneannem ölmüş gibi bir hâl yaşıyor. Öyle ki, öldüğüne hükmedip kendisini uzatıyor, gözlerini dahi kapatıyorlar. O hâl ne kadar sürmüş bilemiyorum fakat bir müddet sonra âdeta yeniden diriliyor ve sonra senelerce yaşıyor. Kendisi çok nezih ve mübarek bir kadındı. Diyor ki: “Öbür âlemde gibiydim. İki melek geldi ve benim için ‘bu dilini kirli kullanıyor, bunun dilinin derisini yüzmek lazım’ dediler ve dilimin derisini yüzdüler.” Demek ki mesele çok hassas ve cezası da çok ağır. 

Evet, şimdilerde önünü alamadığımız ve masum bir kılıf içinde mevcudiyetini devam ettiren sinsi bir günah varsa o da gıybettir. O hınzır kurt, âdeta kuzu postuna bürünmüş bir vaziyette bizi kemirmeye devam ediyor. Dolayısıyla gıybet günümüzde zinadan daha tehlikeli bir hâl almıştır. Çünkü inanan gönüller arasında büyük günah diye zinadan uzak duruluyor - ve elbette uzak durulması gerekir; evet, inanan insanlar içinde, toplumun temelini dinamitleyen böyle çirkin bir fiilden uzak duruluyor, çünkü onun ne denli büyük bir günah olduğu ve onu irtikâp edenin nasıl bir zemme müstahak hâle geldiği/geleceği biliniyor- fakat ne yazık ki, âdeta herkes alıştığı, normal gördüğü ve bir yönüyle şöyle böyle herkes ondan nasibini aldığından dolayı gıybet denilen o gâvur günaha karşı aynı tavır alınmıyor ve sanki basit bir günahmış gibi muamele görüyor. Öyle ki, insanlar hiç yüzleri kızarmadan ve utanmadan bu şeytanî günahı irtikâp edebiliyorlar. Bundan dolayı denilebilir ki gıybet günümüzde günahların en münafığı hâline gelmiştir ve bu nifak yanıyla bizim aramızda hayatiyetini devam ettirmektedir.

Kur’ân-ı Kerim, kaş göz işaretiyle başkalarını levmeden insanlar hakkında şöyle buyuruyor:

 وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“Ağzını gözünü eğerek şunu bunu kınayan insanların canı Cehennem’e!” (Hümeze sûresi, 104/1) Fakat nasılsa, Kur’ân-ı Kerim’in yürekleri hoplatacak bu ikazlarına rağmen, bu meret günah, bizim aramızda masumiyet kesbetmiş ve çok rahat meclislerimizde iltifat görmekte. Aynı şekilde bir arkadaşımızın gıyabında da çok rahat konuşabiliyoruz. Meselâ, “Bu arkadaş çalışmanın hakkını vermiyor”, “bu arkadaş tembel”, “bu arkadaş bu meseleyi anlamıyor”, “bu arkadaşın hakâik-i imaniyeye dair eserlerden nasibi yok” ve benzeri ifadelerle çok rahat, birini gıyabında çekiştirebiliyoruz. İmana dair eserleri okumak çok güzel bir meziyettir. Bundan dolayı, “Bu arkadaşlar Risaleleri doğru dürüst okumuyorlar” diyerek tahassürünüzü ifade etmiş olabilirsiniz. Fakat bu öyle bir gıybet ve öyle bir reziledir ki, imana dair eserleri okumanın insana kazandırdığı meziyeti elli defa alır götürür.

Evet, öyle anlaşılıyor ki, masum görünen yanları itibarıyla bu kâfir günah mevcudiyetini hâlâ içimizde devam ettirmektedir. En temiz gibi görünen insanlar bile ağızlarını açtıkları zaman bakıyorsunuz hemen gıybete giriveriyorlar. Maalesef, gıybet günümüzde serbest dolaşıma sahip olmuş, âdeta her kapıdan vize almış gibi her yere girebiliyor. İnsanlar ondan tiksinti duymuyor, ürpermiyorlar. Gıybet yaparken “ayıp bir şey yaptım” halet-i ruhiyesine girmiyorlar. Herkes bu günaha iştirak ediyor ve bu yönüyle o, diğer günahlardan daha melun ve zinadan daha eşed hâle geliyor.

Gıybete Karşı Cesaret-i Diniye

Hz. Âişe Validemiz, gıyabında bir kadının boynunun kısa olduğunu söyleyince Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm): “Onun gıybetini yaptın!” buyuruyor. (Ahmed b. Hanbel, 6/206) Bu ve benzer nasslardan anlıyoruz ki, bir insan bir başkasının gıyabında, meselâ “başörtüsünü biraz sıkıca bağlamış” veya “yakası azıcık açık” ve benzeri laflar etse gıybet etmiş oluyor. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) gıybetin tarifini yaparken şöyle buyuruyor:

 ذِكرُكَ أَخَاكَ بِمَا يَكْرَهُ

“Kardeşin duyduğu veya yüzüne söylendiği zaman şöyle böyle kendisini rahatsız edebilecek her söz gıybettir.” (Müslim, Birr 70)

Bu ölçülere göre kendi aramızda gıybet ifade eden bir söz konuşulduğunda sahabilerin bazılarının yaptığı gibi, “Bu mecliste oturulmaz artık. Zira burada günah işlendi, Allah’a isyan edildi!” deyip, o meclisi boykot edip terk etmeliyiz. Evet, gıybeti yapan kim olursa olsun, orada oturanlara düşen hemen kalkıp o meclisi terk etmektir. Bunun tek istisnası vardır: Eğer cemaat içinde gıybete karşı nasıl tavır alınacağına dair usûl, adap ve erkân bilmeyenler varsa, bu müptedilere meseleyi anlatma adına o meclis terk edilmeyebilir. İşte gıybete karşı herkes hep beraber böyle bir tavır sergileyebilirse zannediyorum ancak o zaman meselenin önü alınabilir.

Bir kez daha ifade edeyim ki, böyle bir neticeye ulaşabilmek için öncelikle hepimizin vicdanında gıybetin ne denli korkunç ve çirkin bir günah olduğunun kabul edilmesi gerekir. Evet, gıybeti tiksinti duyulacak, çirkin bir günah olarak kabul edeceğimiz ana kadar, o, bizden aldığı masumiyet vizesiyle aramızda her zaman dolaşma imkânı bulacak ve bizim tarafımızdan iltifat görecektir.

Gıybetin kabirde bir lâşe şeklinde hemen başımızın ucunda, kabir ufkumuzu kirletmemesini ve onun pis rayihası ve çirkin görüntüsüyle bize bir azap vesilesi olmamasını istiyorsak ona karşı şimdiden hep beraber ciddi bir tavır almamız gerekiyor.

Bu sebeple çevremdeki insanlara diyorum ki, ağzımı açtığımda yarım kelimelik bir gıybete şahit olursanız hemen buna karşı tavır alın ve sözü değiştirip sohbet-i cânana getirmeye çalışın. Ne olur, bu konuda geri durmayın ve o çirkin fiilin önünü almak için cesaret-i medeniyenizi, daha doğrusu cesaret-i diniyenizi ortaya koyun!

Günümüzde Velâyet Hedef Olmalı mı?

Velâyet mevzuu değişik yanları ile "Kalbin Zümrüt Tepeleri"nde defalarca ele alındı. Bu soruya cevap sadedinde arz edilebilecek şeylerin hepsini hatırlayıp teker teker ve belli bir insicam içinde anlatmam zor. Onun için dağınık da olsa aklıma geldiği şekliyle arza çalışayım.

Günümüzde Allah dostlarının yetişmesi için zemin ve şartların müsait veya nâmüsaitliği öncelikli olarak ele alınmalıdır. Ben büyük insan yetişme ve yetiştirme mevzuunda şartların nâmüsait olduğu kanaatındayım. Bununla beraber ümitsiz olmamak lazım. Çünkü beşer tarihinde hakikaten çok karanlık dönemler yaşanmıştır; yaşanmıştır ama o en karanlık dönemlerde bile tevhit ruhu tamamen sönmemiştir. Daralmıştır, büzüşmüştür, matlaşmıştır, ama bütün bütün silinmemiştir. Fetret dönemlerinde Zeyd b. Amr, Varaka b. Nevfel gibi tevhidi haykıran insanların varlığı bunun ispatıdır. Hatta hak ve hakikatı aramak için kalkıp Rabaza'dan gelen Ebû Zer veya Devs'in arslanı Ebu Hüreyre'yi de buna örnek gösterebiliriz.

Bu açıdan belki hak dostlarının Allah'la münasebeti mahiyet ve şekil değiştirmiştir, sayıları azalmıştır ama bütünüyle yok olmamıştır. Zaten yeryüzündekilerin Allah ile münasebeti olmasa arz yerinde durmaz. Üstad Hazretleri buna "Kur'an çıksa gitse arz delirecek, başını bir seyyareye çarpacak, belki kıyameti koparacak." sözleri ile işaret ediyor.

O halde hususî manâsıyla değil de umumî anlamda yeryüzünde her zaman Allah'ın dostları olmuştur. Umumî anlamda velâyet dediğimiz şey bütün mü'minleri kapsamaktadır ki ayetin beyanıyla bütün mü'minler Allah'ın dostudur: "Elâ inne evliyâallahi lâ havfun aleyhim velâhum yahzenûn... – Allah'ın velî kulları için korku ve tasalanma söz konusu değildir. Velîler o kimselerdir ki O'na iman edip, emirlerine aykırı hareketlerden sakınırlar" (Yunus, 10/62-63)

Hususî ve ıstılâhî manâda veliye gelince -ki bu kendi uzaklığını aşarak bize şah damarından daha yakın olan Cenab-ı Hakk'ın yakınlığına ulaşmış kişidir- bu tip insanlar her zaman bulunmayabilir. Bu manâda veli olabilmenin bazı şartları vardır. Bu şartların başında hiç şüphesiz "ümmehât" denilen İslam'ın vazgeçilmez emirlerini yerine getirmek, menhiyâttan (yasak olan şeylerden) içtinab etmek gelir. Bunu "Allah'ın hudutlarına saygılı olmak" şeklinde de ifade edebiliriz. Bu hudutlara saygıyı bazıları seyr-i sülûk-i ruhâni ile, bazıları çile, bazıları evrâd u ezkârda ve ibadette derinleşmekle süslemiş, böylece cismaniyete ait uzaklığı aşarak Üstad'ın yaklaşımıyla "kalp ve ruhun derece-i hayatına yükselmişlerdir". Bu insanlar sürekli farklı şeyler duymuş, farklı şeyler hissetmiş, farklı bir mertebede yaşamış ama bunların hiçbirini bir fevkalâdelik saymamışlar. Onlar bu farklılıklara Cenâb-ı Hakk'ın kendi yolunda olanlara birer lütfu da olabilir, imtihanı da olabilir nazarıyla bakmışlar ve sürekli temkin soluklamışlardır. Allah'a ulaşma cehd ve gayretlerinde hiçbir beklenti içine girmemiş, ibadet u taatlarındaki derinleşmeleri havada uçmaya, suda yüzmeye bina etmemişlerdir. "...Fâ'budillâhe muhlisan lehü'd-dîn – Dini yalnız O'na has kılarak Allah'a kulluk et." (Zümer, 39/2) fehvasınca halisane, dini de, diyaneti de yalnız O'na tahsis ederek Mâbud-u Mutlak, Maksûd-u bi'l-istihkak olan Allah'a ubudiyetle ömürlerini geçirmişlerdir.

Aslında sedece velilerin değil bizim gibi sıradan insanların da izlemesi gereken yol budur. Bize düşen, vazifemizi yapmaktır, gerisi O'nun bileceği iş. Eğer Cenab-ı Hak ekstradan lütuflarını ihsan ederse biz Üstad'ın yaklaşımıyla o lütufları hamd ü senâ ile karşılar, bu defa şükürle iki büklüm oluruz.

Yalnız bu hususî manadaki velâyetin ihtiva ettiği bazı fevkalâde hallere mazhar olma bence insanın hedefinde olmamalıdır. Zira Allah dostu olmanın yegane yolu bu değildir. Üstad'ın gösterdiği acz u fakr, şevk u şükür yoluyla da insan hak dostu olabilir. Mesela sahabe-i kiramın hepsi velidir ama hiçbiri velilerin geçtiği yoldan geçmemiştir. Sahabenin hepsinin veli olduğu meselesi ulema arasında genel kabule mazhar olmuş ve çokları tarafından dile getirilmiş bir kanaattir. Çünkü sahabe Nebi huzurunun insibağına mazhar, her gün oturdukları yerden maide-i semaviye (semavi sofra) ile taltif edilip din adına yeni, orjinal mesajlarla karşılaşan, böylece gökler ötesini her gün bir kere daha kendine has rengi ve deseniyle duyan insanlardır. Bu açıdan hiç kimse onların seviyesine ulaşamaz ve mutlak fazilet onlara aittir. Dolayısıyla veli derken, evliya derken derecesine göre akla ilk önce sahabe-i kiram gelmeli, sonra yine derecesine göre tâbiin-i izam, tebe-i tâbiin gelmelidir ve bu konuda Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in "Hayrul-kurûnî karnî ellezî ene fîhi, sümmellezî yelûnehum, sümmellezî yelûnehum – En hayırlı asır benim içinde bulunduğum asırdır, sonra onu takip eden, sonra da onu takip eden asırdır..." beyanını unutmamak lazım.

Günümüzde hususî manâda veli var mıdır? Yukarıda zeminin bu tür velilerin yetişmesi için nâmüsait olduğunu söylemekle beraber yoktur demedim. Hakikaten günde bir kere değil belki bir kaç defa kendi uzaklığını aşıp, Allah'ın yakınlığını burnunun dibinde gibi duyan, Arş-ı Rahman'ın gölgesine secde ediyor gibi secde eden, yani secdede bunu duyan, Kürsî-i İlahî'ye tutunduğunu hisseder gibi olan, varlığı "fuâd" gözüyle "sır ufku"ndan temaşâ eden, kendi vicdanının inkişafı, ruhunun ayna olması vüs'atine göre eşyayı duyan veliler vardır ve olabilir. Bütün bunlar kulluk yolunda gösterdikleri samimi cehd ve gayrete Allah'ın ihsan ettiği lütuflardır. Böyle veliler gelmiş-geçmiş büyük ehlullahın yollarında yürümüş insanlar içinde olduğu gibi, sizin arkadaşlarınız içinde de olabilir ve vardır.

Yalnız bunların belki de bir çoğu kendilerinin veli olduklarını bilmezler. Hatta farkında olmadan kutup bile olabilirler bunlar. Üstad Hazretleri bir yerde buna farklı zaviyeden işaret ederek: "Evliyâullah Allah'ın bildirdiği şeyleri bilirler. Allah bildirmezse bilmediklerine delil, Ashab-ı Kiram arasındaki kavgalardır." diyor. Demek istiyor ki "Hazreti Ali, Hazreti Talha, Hazreti Zübeyr ve Ümmü'l-mü'minîn Hazreti Aişe hepsi veli idi. Ama kendi aralarında içtihad farklılığından kaynaklanan kanlı mücadelelere girdiler." Hazreti Aişe'ye Cemel'de Allah Rasulü'nün "Hav'eb köpeklerinin" havladığı bir yerde, "Ezvactan birisi bir hata neticesi bu yollara düşecek." hadisi hatırlatılınca içtihadından geriye dönüyor. Demek veli bile olsa Allah bildirmeyince bilmiyor. Öyleyse, her devirde fertler içinde veya İslam'a hizmeti gaye edinmiş cemaatler içinde çok büyük veliler olabilir. Allah bildirmezse o kişiler veliliklerini bilmezler.

Meselâ, Alvar İmamı'nın yanına gidip-gelen bir Medet Efendi vardı. Az da olsa beraber kaldığımız zaman da oldu. Kendisi Erzurumluydu ve Abdülhamid Cennetmekan Hazretleri'nin yâveri idi. İttihatçılar onu yüzbaşıyken alaşağı etmiş ve tımarhaneye atmışlar. Beraber kaldığımız dönemlerde yetmiş küsür yaşındaydı, ben ise ondört-onbeş. Nice kerametlerini gördüm ben onun. Alvar İmamı derdi ki: "Bu zat ermiş. Bir seviyenin insanı ama kendi farkında değil onun."

Belki bu, onlar hakkında Allah'ın ayrı bir lütfu ve ihsanıdır. Çünkü bazı tabiatlar vardır ki konumlarını bildiklerinde onu caka mevzuu yapabilirler. "Şu rüyayı gördüm, şunu şöyle müşahede ettim" derler, Allah'ın lütuflarını deşifre ederler, ederler ve ihsan edilen o sırları etrafa çerez dağıtır gibi dağıtır ve bitirirler.

Bazı tabiatlar da vardır ki metafizik mülâhazalara açık değillerdir. Başka bir ifadeyle maneviyata biraz kapalıdırlar. Dolayısıyla bu türlü şeyler inkişaf etmez onlarda. Efendimiz'in mucizelerine, velilerin kerametlerine inanırlar ama benzeri kerametler kendi arkadaşlarından sadır olunca "acaba" der, dudak bükerler onlara karşı. Mesela birisi dese ki burada: "Ben şu anda Efendimiz'i gördüm, içeriye teşrif buyurdular." Tabiatı maneviyata kapalı olan kişi der ki: "Acaba halisünasyon mu görüyor?"

Meseleye bir de sahabi mesleği kavramı açısından bakmak lazım. Üstad mesleğimizin sahabe mesleği olduğunu söylüyor. Öyleyse bu meslekte velilik de sahabe veliliği türünden olur. Yani çok harikulâde haller olmayabilir. Nitekim sahabenin harikulâde halleri çok yoktu ama inançları çok kavi idi. Cennet'i görüyor gibi, Cehennem'i ürpertiyle temaşâ ediyor gibi davranıyorlardı. Tam ihsan şuuruyla, Allah'ı görüyor gibi kulluk yapıyorlardı. Her davranışlarında Allah'a iman nümayandı. Baştan aşağı bütün tavırlarında, davranışlarında, çehrelerinde Allah'a olan inanç ve itimatlarını okumak mümkündü.

Hiç mi kerametleri, hiss-i kable'l-vukûları (hadiseleri olmadan önce hissetmek) yoktu. Belki vardı ama izhar etmiyorlardı. Onlar etmediği gibi tabiin ve tebe-i tabiin döneminin büyük insanları da, İbrahim Edhem'ler, Fuzayl b. İyaz'lar, Cüneyd-i Bağdadiler de izhar etmiyordu.

Bu açıdan bakınca günümüzde kendilerini Kur'an'a, Hakk'a, Hak ve Kur'an hizmetine adamış ruhlar arasında bir çok hak dostları vardır. Sorumluluklarını hakkıyla yerine getiren, kaçınacakları şeylerden kemal-i hassasiyetle kaçınan, Üstad'ın takva tarifi içinde, farzları yerine getirip kebâirden içtinab edenler (büyük günahlardan uzak duranlar) arasında çok velinin olabileceği kanaatındayım. Onlar yaptıkları hizmetler karşısında elâlemin kendilerini uçurmasına mukabil uçmayan, bir el işaretiyle ay ve yıldızları yere çekebilecekleri söylense bile kendilerini, ne olduğunu, nerede durması gerektiğini bilen gençlerdir bunlar. Allah'a ibadetten ve O'nun dinine hizmetten hiç yılmayan, altmış yıl füze hızıyla koştursa da "kat etmemiz gereken daha çok mesafe var" diyenlerdir.

Onun için biz günümüzde hüsnüzannımızın yükselttiği insanların değil de, hakikaten böylelerinin bulunabileceği kanaatını korumalıyız. Çünkü böyle samimane bir hareket içinde samimane harekette bulunanlar arasında veliler yok düşüncesi, o hareket hakkında suizandır.

Hâsılı; hususî manada velilik asla hedef olmamalıdır. Allah'ın takdir buyurduğu istikamette ve sorumluluk şuuru içinde imrar-ı hayat etmeli (hayatını devam ettirmeli) ve fevkalâde hallere mazhar olma beklentisi içinde bulunmamalıdır.

Gurbette bir bayram sabahı

Yeryüzünde sürekli küfürle iman, şeytanla insan, kötüyle iyi arasında mücadele yaşanıyor. Bazen iyiler, bazen de kötüler cephesi galip geliyor. Sürekli rövanş alıyorlar birbirlerinden de diyebilirsiniz buna. “Geçenlerde sen benim hakkımdan gelmiştin, şimdi sıra bende” tarzını andırır rövanş mücadeleleri bunlar.

Güven Telkin Etme ve Şeffafiyet

Soru: “Gelecek nesillerin tenkidine medar olacak hususlardan kaçınmak şartıyla muhataplara güven telkin etme”nin ehemmiyeti üzerinde duruluyor. “Muhataplara güven telkin etmek” ne demektir ve bu vazife yerine getirilirken gelecek nesiller nezdinde tenkit ve ithamlara maruz kalmamak için hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Güzel ahlâk

İnsanın öfkeleneceği, dolup taşacağı anlar da mutlaka olur. O esnada insanın öfkesini yutması, dince çok önemli bir vasıf sayılmaktadır. Bir taraftan insanların kusurunu affetme; bir taraftan da öfkelenip köpüreceği yerde dahi köpürmeme, sabırlı ve mülâyim davranma bir mü’min sıfatıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Mü’minlerin en kâmil ve olgunu, ahlâk bakımından en güzel olan, başkalarıyla en iyi geçinendir” buyurmuş ve bize, affetmeyi de ihtiva eden güzel ahlâklı olma yolunu göstermiştir. Evet, “Ahlâk iledir kemâl-i âdem, ahlâk iledir nizam-ı âlem.”

Güzel ahlâkla donanmış bir sîne, ihtimal, cehenneme konsa bile tavrını değiştirmez. Orada da hilm ü silm çizgisinde yaşar, zebanilerle hasbihal eder, başına gelenleri geniş bir yürekle karşılar. Güzel ahlâka açık bir gönül geniş bir mekâna benzer ki, dünya kadar gaile dolsa da o, yine öfkesini, şiddetini gömebilecek bir yer bulabilir. Huyu kötü, sinesi de dar kimselere gelince onlar, kargadan bile aptal öyle “Kâbil”lerdir ki, koskocaman arzda bile kötü duygularını, hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.

Huyu güzel olanın her yanı güzeldir. Fakat huy güzelliği, huysuzlukla test edilmeden ispatlanmış olmaz. Bir insan huysuzluk karşısında da tavır değiştirmiyorsa, yani çevresindekiler akrep ve kobra bile olsa, onlara da âdâb ve erkân öğretmeye çalışıyorsa o güzel huyludur. Mü’min, taşıdığı yüksek karakteri ve yüce ahlâkıyla çıyanların bulunduğu yere konulsa dahi, onlara da insanî âdab ve erkân öğretmeye gayret etmelidir. İyi insanlarla geçinmek kolaydır. Maharet, en kötü insanla veya kötü gördüğümüz insanla da daima iyi münasebetler içinde bulunmaktır. İşte, cennetin kapılarını açan sırlı anahtar da budur.

Bir diğer önemli husus da, Uhuvvet ve İhlâs Risalelerinde üzerinde durulan “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmek” düsturudur. Arkadaşların meziyetleriyle şâkirâne övünme, yani birinin ortaya koyduğu başarıyı önce “Elhamdülillah...” diyerek Allah’a verme, daha sonra da o başarı kendi eliyle gerçekleşmiş gibi sevinme, bir ihlâs emaresidir. Mesela, bir arkadaşımız güzel yazıyor, diğeri güzel konuşuyor, bir başkası da hem güzel konuşuyor, hem güzel yazıyor olabilir. Cenâb-ı Hakk hem konuşma vermiş ona, hem kalem vermiş; duygularını, düşüncelerini oturup irticalen anlatırken de güzel anlatıyor, kaleme dökerken de kusursuz döküyor. Bu durumda bize düşen, o arkadaşımız adına sevinmek, sevinip takdir ettiğimizi söylemektir. İcabında hem de kulağına gidecek şekilde söylemek gerekir. Gıybet etmeyiz, Allah (celle celâluhû) için söyleriz; onun hakkında bir takdir ifadesi olarak dile getiririz. Şâkirâne şükretmeye zorlarız kendimizi ve aynı zamanda nefsimizi başkalarının başarı, kabiliyet ve istidatlarını kabule alıştırırız.

Bu bir tür rehabilitasyondur. Bu kabulümüzü bir defa söyleriz, bir başka fırsatta yine söyleriz. Belki başlangıçta nefislerimizin tepkileri olur, takdir hissi içimizden gelmeyebilir; fakat yine de her fırsatta sadece sözle de olsa nefislerimize rağmen bu kabul ve takdiri söyler, zamanla yalancı çıkmamak, kendi kendimizle çelişki yaşamamak için kendimize de kabul ettiririz.

Mesela, bir arkadaşımızın Kur’ân okuması çok güzel, vazifelerini yerine getirmesi arızasız ve kusursuz, Allah (celle celâluhû) karşısında duruşu da mükemmel olabilir. Bu hal, duruşunu o ölçüde ayarlayamamış bir insanı kıskandırabilir ya da ona, “Bu ne güzel bir arkadaş, keşke ben de böyle olsam!” dedirtir. Kıskançlık ya da gıpta... Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah yolunda istifade edilen ve başkalarına da faydalı olan ilim ve Allah yolunda bezledilen malı gıpta mevzuu olarak saymıştır. Yani, böyle bir ilme ve öyle bir mal verilmesine gıpta edilebilir.

İşte bir mü’min, kardeşindeki bir fazilete karşı belki gıpta edebilir ama hased ve gıybetlere götürecek bir kıskançlığa asla düşmez. Bu durumda yapılması gereken şey, az önce de ifade edildiği gibi, “Allah keşke beni de o arkadaşım gibi yapsa...” diyerek takdirimizi bir dua şeklinde ortaya koymaktır. Bu takdirin bizzat o arkadaşımıza karşı ya da gıyabında olsa da ona ulaşacak şekilde söylenmesi de önemlidir. Çünkü, bir sahabî “Ben falan arkadaşımı seviyorum ya Resûlallah!” deyince Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) “Git, ona kendisini sevdiğini söyle” buyurmuştur. Bizden o arkadaşımız hakkında hep olumlu şeyler sâdır olunca, o da bize karşı ters davranmayacaktır. Bir, iki, üç, dört, beş defa, gizli veya açık, bizden hep takdir ve kabul görünce, o da nihayet bize gönlünü açacaktır.

Bu sözlerimle yapmacık hal ve davranışlara girmeye teşvik ettiğim kat’iyen zannedilmesin. Başta da ifade ettiğim gibi, kardeşlik mevzuu iradîdir ve sağlam bir uhuvvetin gerçekleşmesi için herkesin irade, azim ve gayretine ihtiyaç vardır. İnsan kendi nefsinde bin tane kurt taşıdığı mülâhazasıyla kendi elini kolunu, dilini dudağını bağlamalıdır ki başkalarına zarar vermesin. İnsan, kurttan daha yırtıcı bir nefis taşıdığını hesaba katmalı; kardeşi hakkında az önce misalleri verildiği gibi tahşidât yapmalı; el, dil, onur, haysiyet ve şerefini bağlamalı; ipotek etmelidir. Siz biri hakkında elli defa “Mükemmel bir dost, çok güzel konuşuyor, iyi yazıyor, oldukça başarılı ve dahası çok muhlis” demişseniz; bir süre sonra “O gayet âciz, beceriksiz, zavallı biridir; yüz karasının tekidir...” şeklinde nasıl konuşabilirsiniz? Size demezler mi, “Şimdi sen yüz karası bir insan oldun. Senin hangi sözüne güvenelim ki!” Evet, insan bağlamalı kendini; o mevzuda aksine fikir beyan edemeyecek şekilde nefsini ipotek etmeli; sözünün rehini olmalı.

Güzel Ahlâk Adına Bazı Ölçüler

Soru: Hadis-i şeriflerde bir taraftan mü’minin ayıplanmaması, hakir görülmemesi ve kusurlarının örtülmesi emredilirken diğer yandan da zulüm ve kötülüklere karşı sessiz ve tepkisiz kalınmaması emredilmektedir. Bu konuda mü’mince duruş nasıl olmalı ve denge nasıl sağlanmalıdır?

Cevap:Tirmizî’de geçen bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ “Kim bir kardeşini herhangi bir hata ve günahı yüzünden ayıplarsa, kendisi de o ayıbı işlemeden ölmez.”(Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 53) şeklinde beyanlarıyla başkalarının ayıplanmasını ve kınanmasını yasaklamış ve böyle bir günah irtikâp edenleri nasıl bir akıbetin beklediğine dikkat çekmiştir.

Kimseyi Ayıplamama

Hadise göre -işlediği veya işlemediği- bir suçtan ötürü bir kardeşini ayıplayan kimsenin aynı günahı işlemedikçe ölmeyeceği ifade edilmiştir. Bazen böyle bir ayıplamanın -Allah muhafaza- eşi, kızı, oğlu veya daha başka bir yakınıyla alâkalı bir probleme sebebiyet vermesi de mümkündür. Yani Allah (celle celaluhû) bazen kendisiyle bazen de aile fertlerinden birisiyle, yapmış olduğu zulmün cezasını ona çektirir. Çoğu zaman insan, kendisinin maruz kaldığı bir kısım problemlerden sıyrılmanın bir yolunu bulabilir de en yakınında bulunan insanların maruz kalacağı problemler onun belini bükebilir.

Bilemiyoruz, belki de böyle bir misilleme onun adına bir vech-i rahmettir. Zira bu, onun günahına kefaret olabilir. Dünyada yaşadığı böyle bir sıkıntı ve mahcubiyet onu, ahiretteki cezadan kurtarabilir. Yani kişi cezanın daha hafifine katlanmakla daha ağırından sıyrılmış olur. Bazen de işlenen günah o kadar büyük olur ki dünyevî sıkıntılar onu temizlemeye yetmez. Mesela dünya kadar hukuka tecavüz etmiş, ağır kul hakkı ihlâlleri yapmış, insanların can ve mal güvenliğini tehdit etmiş, onların ırz ve namuslarıyla oynamış, küfür, şirk ve nifak kirlerine bulaşmış bir insanın işlediği bütün bu ağır cürümlerin karşılığı ancak ahirette görülecektir.

Hikmetini bilemeyiz, Allah bazılarına burada, bazılarına da ötede çektirir. Eğer ne bu dünyada ne de ahirette böyle bir mahcubiyet yaşamak istemiyorsak, başta mü’minler olmak üzere bütün insanlar hakkında dilimize hâkim olmalı, hatta onlar hakkındaki düşüncelerimizi gözden geçirmeliyiz.

Nitekim Efendimiz, “Kim bana çeneleri ile bacakları arası hususunda garanti verirse (dil ve namusunu haramlardan muhafaza ederse), ben de ona Cennet hususunda garanti veririm.” (Buhari, rikak 23) buyurmuştur. Bu açıdan dil, çok önemlidir. Başta ona kilit vurmak kolaydır. Fakat konuştuktan sonra kırılıp dökülenleri tamir etmek çok zordur. En basitinden mesela bir insan, hata ve günahından ötürü bir başkasını ayıpladığında gidip ondan helallik istemesi gerekir. Aksi takdirde ahirete kul hakkıyla gitmiş olur. Fakat bunun hiç de kolay bir iş olmadığı malumdur. İnsan, böyle altından kalkılmaz bir meselenin ağırlığı altında ezileceğine en başta ağzına fermuar vurmasını bilmelidir.

Vakayı rapor etmemiz gereken yerlerde bile çok dikkatli olmalıyız. Çerçeveyi aşmamalı, sınırları ihlal etmemeliyiz. Garazsız, ivazsız olmalıyız. Herhangi bir meseleyi müzakereye açarken öyle temkinli konuşmalıyız ki hiç kimse bizim sözlerimizden zarar görmemeli, incinmemeli. Yoksa “Falan şöyle yaptı, filan böyle yaptı. Bu yüzden başımıza şunlar geldi.” diyerek söze başlar ve sürekli atf-ı cürümlerle, suizanlarla müzakereyi sürdürürsek çok can yakar, kul hakkına girer ve öteye de altından kalkılmaz günahlarla gideriz.

Öte yandan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadislerinde, işlemiş olduğu günahtan dolayı bir kardeşini ayıplayan kimsenin aynı ayıbı işlemekle cezalandırılacağını ifade buyurmuştur. O halde, insanları yapmadıkları hata ve günahlardan ötürü ayıplayan insanların durumu nasıl olur acaba? Hiç şüphesiz, masum insanları yalan ve iftiralarla karalama, komplo ve tuzaklarla onları suçlu gibi gösterme gibi fiiller Allah katında çok daha büyük birer günahtır. Hele söz konusu olan, bir şahıstan ziyade büyük bir grup ise; atılan çamur ve ziftlerle büyük bir cephe karalanmaya çalışılıyor ve itibarlarıyla oynanıyorsa, bu günahı işleyenlerin kolay kolay iflah olmaları mümkün değildir. Söz konusu grubun her bir ferdi hakkını helâl etmedikçe bunu yapanların günahlarından arınmalarının imkânı yoktur. Dolayısıyla küfre ve nifaka ait bu tür ayak oyunlarını hakiki bir mü’minin yapacağına ihtimal verilemez.

Evet, mü’min, kendi itibar ve şerefini koruma noktasında ne kadar hassas ise, başkaları hakkında da aynı hassasiyeti göstermek zorundadır. O, ne eliyle ne de diliyle hiç kimseye zarar vermemeli, hatta zihnini bile kirli düşüncelerden temizleyerek insanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmayı fıtratı hâline getirmelidir. Esasen mü’min, kelime manası itibarıyla da herkesin kendisinden emin olduğu güvenilir insan demektir. Hakiki bir mü’min, çevresine öyle bir güven telkin eder ki hiç kimse ondan zarar göreceği endişesine kapılmaz; onun karşısında muhakkak veya mevhum bir panikleme yaşamaz; ona sırtını döndüğü zaman hançerlenmekten korkmaz. Hatta kötülük yapsa bile aynı kötülüğü ondan görmeyeceğini bilir. Zira mü’minin asla aşamayacağı belirli sınırları ve kesinlikle ihlâl edemeyeceği temel ilkeleri vardır.

Bazı tavır ve davranışların karakter hâline gelmesi çok önemlidir. Herkesin, insanlığından gelen kendine göre bir karakteri vardır. Fakat bunun yanında bir de sonradan kazanılan İslâmî karakter söz konusudur. İşte İslâmî karakterin temsilcisi olan bir Müslüman, güzel ahlâkın gerektirdiği bir kısım davranışları hiç zorlanmadan yerine getirebilir. Eğer bir insan İslâmî potada yoğrulmuş ve İslâmî ahlâkla ahlâklanmışsa o, saldırgan ve mütecavizlerin düşmanca tavırları karşısında bile karakterinden taviz vermez, onlara aynıyla mukabelede bulunmaz. Basit insanların seviyesine -daha doğrusu seviyesizliğine- inmeye tenezzül etmez.

Fakat güzel ahlâkı tabiatımız hâline getirememişsek işte o zaman bazı konularda biraz zorlanır, her zaman aynı kararlılığı gösteremeyiz. Herkese karşı civanmertçe davransak bile azıcık damarımıza basıldığında feveran edebiliriz. Vereceğimiz tepkilerde, insanlarla muamelelerimizde yer yer acemilik eder, yapacağımız işleri elimize ayağımıza bulaştırırız. Bu açıdan, başta kendimizi biraz zorlayarak, sürekli pratik yaparak İslâm ahlâkının huy hâline getirilmesi çok önemlidir.

Tecessüste Bulunmamak

Evet, yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kısım hata ve günahlarından ötürü mü’minlerin ayıplanmasını yasaklamıştır. Hemen ifade etmek gerekir ki İslâm’da kötülükleri araştırma, başkalarının günahlarına muttali olmaya çalışma gibi bir mükellefiyet yoktur. Bilakis Kur’ân, وَلَا تَجَسَّسُوا “Tecessüste bulunmayın, birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın.” (Hucurât Sûresi, 49/12) âyetiyle bunu kati olarak haram kılmıştır.

Bir kötülük avcısı gibi sürekli insanların ayıp ve kusurlarıyla meşgul olan ve bu konuda tahkikat yapan insanlar bir süre sonra tabiat kirlenmesine, fıtrat deformasyonuna maruz kalacaklardır. Bir kere de tabiat kirlendikten sonra artık ayıplanan ve dil uzatılan insanlar sadece günahkâr ve zalimlerle sınırlı kalmayacak, tertemiz insanlar da karalanmaya başlanacaktır. Bunun aksi olarak eğer bir insan günahlarla kirlenmiş insanlara dahi kir püskürtmemeyi tabiatı haline getirir ve kendisini buna göre programlarsa, el âlemin etrafa zift akıttığı durumlarda bile o, sürekli çevresine nurlar saçacak ve etrafını aydınlatacaktır.

Daha önce defalarca zikrettim, İmam Hadimî, Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazdığı Berika isimli şerhinde mealen şunları söyler: “Bir mü’mini çok fena bir halde dahi görsen hemen onun hakkında hüküm verme. Gözlerini sil, “Acaba doğru mu görüyorum? Bu insan böyle bir günah işlemez.” de, dön bir kere daha bak. Yanlış bir hükme varmamak için doğru görüp görmediğini kontrol et. Yanılabileceğini düşünerek dön tekrar kontrol et. On kez bunu yaptıktan sonra gördüğün şeyin doğru olduğuna kanaat getirirsen, “Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir günaha düşmekten koru!” diyerek oradan uzaklaş.” diyor.

İmam Hadimî, bu sözleriyle önemli bir hakikati hatırlatmak istese de kanaatimce böyle bir günahla yüz yüze gelen kimsenin yapması gereken en doğru davranış, “Belki yanlış görmüşümdür.” diyerek hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşması ve gördüğünü de hiçbir yerde zikretmemesidir. Çünkü Allah, bizi başkalarının günahlarını araştırmak için savcı tayin etmemiştir.

Allah’ın isimlerinden birisinin Settâr “ayıp ve günahları örten” olduğu unutulmamalıdır. Müslümana düşen de bu ahlâkla ahlaklanmaktır. Nitekim bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hakikati şu sözleriyle dile getirmiştir: مَنْ سَتَرَ عَلَى مُسْلِمٍ سَتَرَ اللَّهُ عَلَيْهِ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ “Her kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter.” (Müslim, zikr 38) Ahirette bizi mahcup edecek çok şey karşımıza çıkabilir. Eğer biz, bu dünyada bu ilâhî ahlâk ile ahlâklanmazsak öbür tarafta rezil rüsvay olabiliriz. Yani bu dünyada başkalarına çektirdiğimiz rezil ve rüsvaylık öbür tarafta gelir başımıza dolanır. İyisi mi başkalarının kusurlarını, ayıplarını araştırmaktan vazgeçelim, bunlara muttali olduğumuzda da başkalarına ifşa etmeyelim.

Hiç Kimseyi Hakir Görmeme, İncitmeme

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur: بِحَسْبِ امْرئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ “Bir kimsenin, Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi (onun onuruyla, şerefiyle oynaması) kötülük olarak ona yeter (yani böyle bir şer, öbür tarafta onun başına dolanır ve onu mahveder).” (Müslim, birr 32) Allah’a iman eden bir kimse hafife alınamaz. Müslüman olmasa bile Hz. Ali’nin yaklaşımıyla bütün insanlar, insan olmaları açısından bizimle eşit olduklarına göre hiç kimseyi hakir göremeyiz. Bazı insanlarda küfür, nifak, dalalet gibi bir kısım tasvip etmediğimiz kötü sıfatlar bulunabilir. Bu durumda söz konusu şahısları hedef alarak onlara hücumda bulunmak mü’mine yakışmaz. Bilakis yapılması gereken, bu kişileri, beğenmediğimiz o kötü sıfatlardan kurtarma istikametinde gayret sarf etmektir. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu, hayat-ı seniyyeleri boyunca hiçbir şahsı tahkir etmemiş, hafife almamıştır.

Aynı şekilde mü’min, sürçen veya düşen bir insan için, “Bir tekme de ben vurayım.” diyemez. Onun hakkında tan u teşnide bulunamaz. Katiyen onun ayıplarını şiirleştiremez, destanlaştıramaz. Bunları başkalarının yanında konuşmak suretiyle söz konusu şahsı utandıramaz. Hele yapılan hata ve yanlışları büyüterek ve abartarak sağda solda ifşa etmek kesinlikle mü’mince bir tavır değildir. Mü’mine düşen, bütün insanların haysiyet, şeref ve onurlarını kendi şerefi gibi aziz bilip korumaktır. Başkalarının hata ve günahları karşısında ona düşen vazife, bu tür insanların hâlinden ibret almak, elinden geliyorsa onlara yardımcı olmak ve kendisini de aynı duruma düşürmemesi için Allah’a dua dua yalvarmaktır.

Özellikle sosyal hayattaki itibar ve konumları yüksek olan insanların yapmış oldukları hata ve yanlışların sağda solda konuşulması, ortalığa saçılması onlar adına çok daha incitici olur. Zira ailelerinin, çevrelerinin ve toplumun, değişik zirveleri ihraz etmiş bu tür kişilere bakışı farklıdır. Onlar takdir edilmeye, alkışlanmaya alışmışlardır. Hep el üstünde tutulmuş ve saygı görmüşlerdir. İnsanlar nazarındaki konum ve durumlarını görmezden gelerek onları sıradanlığa mahkûm etmek yakışıksız düşer. Üzerimize lazım değilse onların aleyhinde cereyan eden hâdiselere hiç bulaşmamalı, eğer meselenin bizi ilgilendiren bir yönü varsa da yumuşaklıktan ayrılmamalı, can yakmamaya dikkat etmeliyiz. Mü’min ahlâkı bunu gerektirir.

Başkalarının bizi utandırması ve incitmesi de bu konuda bizim için mazeret olamaz. Bize hor baksalar da biz kimseye hor bakamayız. Bizi utandırsalar da biz utandıramayız. Bizi incitseler de incitemeyiz. Zira bizim telakkimizde insanları incitme, kırma bir kaymadır. Başkalarının sizi incitmesi onlar hesabına bir kaymadır. Eğer onlara aynıyla mukabelede bulunacak olursanız bir kayma da siz yaşamış olursunuz. Şayet siz, sövmenin, incitmenin, kaba tavır ve davranışların ayıp olduğunu düşünüyorsanız, aynı ayıbı siz de irtikâp etmemelisiniz. Ayrıca başkalarının haksız yere vurmasına, ayıplamasına, karalamasına sabretmenin, günahlarınız için kefaret olacağını da unutmamalısınız.

İbrahim Hakkı Hazretleri ne hoş söyler:

Hiç kimseye hor bakma
İncitme, gönül yıkma
Sen nefsine yan çıkma
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

Alvar İmamı da aynı hakikati şu dörtlüğüyle dile getirir:

Âşık der inci tenden
İncinme incitenden
Kemalde noksan imiş
İncinen incitenden.

Bildiğiniz üzere bugüne kadar düşmanlığa kilitlenmiş bir kısım çevreler kaç defa hakkımızda veryansın ettiler, üzerimize saldırdılar. Bazen bütün bütün köprüleri yıkıp yolları da yürünmez hâle getirdiler. Aradaki bütün irtibat vasıtalarını kopardılar. Yalanlarıyla, iftiralarıyla, karalamalarıyla çok ciddi tahribatlarda bulundular. Fırsat bulduklarında her türlü zulüm ve haksızlığı reva gördüler. Hususiyle son dönemde tamamıyla ezme ve yok etmeye yönelik çok ağır zulümler irtikap edildi. Soykırıma varan kötülükler yapıldı. Bütün bunlara rağmen biz hiçbir zaman aynısıyla mukabelede bulunmayı aklımızdan geçirmediğimiz gibi hiç kimsenin ayıplarıyla meşgul olmayı da düşünmedik.

Hataları Giderme Yolu

Buraya kadar insanları ayıplamama, hor görmeme ve kusurları affetme üzerinde durmaya çalıştık. Bütün bunlardan hata ve yanlışlar karşısında sessiz kalınması ve hiçbir şekilde bunlara müdahale edilmemesi gerektiği gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim çok sayıda âyet-i kerimesiyle mü’minlere emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini önemli bir mükellefiyet olarak yüklemiştir. Hatta كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِSiz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/110) âyet-i kerimesine bakılacak olursa en hayırlı ümmet olabilmenin buna bağlandığı görülecektir. Peygamber Efendimiz de yapılabildiği takdirde kötülüklerin elle izale edilmesini, buna güç yetirilemediği durumlarda dil ile ikaz edilmesini, olmadı en azından kalben tavır alınmasını emretmiştir. (Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11)

Kötülükten insanları alıkoymaya çalışma ve onlara iyiliği emretme mü’minin temel vasıflarından biridir. Fakat burada takip edilmesi gereken usul, üslûp ve sistem çok önemlidir. Böyle bir faaliyet, insanları mahcup ederek, onların yüzünü yere baktırarak yapılamaz. Hele yalan, iftira ve karalama gibi İslâm’ın merdut saydığı bir kısım fiillerin de işin içine girdiği bir yerde problemlerin önlenmesi bir tarafa, onlar daha da büyütülmüş olacaktır. Burada asıl olan, iyi olduğu ifade edilen fiillerin güzelliğinin, kötü olduğu ifade edilen fiillerin ise kötülüğünün gönüllerde makes bulmasını sağlamaktır. Yani insanları söz konusu fiillerin iyiliği veya kötülüğü konusunda ikna ederek onların kendilerini buna göre yeniden ayarlamasını sağlamaktır. Yoksa muhatabın durumunu dikkate almadan, doğru üslûbu belirleyemeden, hangi yöntemin takip edilmesi gerektiğini düşünmeden “Ben söylerim, anlatırım, gerisine karışmam.” şeklindeki bir yaklaşımın emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerle bir alakası yoktur.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına bakacak olursak, ifade edilen hususların pek çok örneğiyle karşılaşırız. Mesela O, ahirete bırakmadan dünyada temizleme düşüncesiyle gelip günahını itiraf eden Mâiz’e, “Git tevbe et. Çünkü Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” demiştir. Dört defa geri çevirmesine rağmen Mâiz cezanın tatbikinde ısrar edince Allah Resûlü cezayı uygulamak zorunda kalmış fakat, “Mâiz için istiğfar edin, öyle bir tevbe etti ki tevbesi eğer yeryüzüne dağılsaydı herkese yeterdi.” (Müslim, hudûd 22; Ebû Dâvûd, hudûd 24, 25) şeklindeki sözleriyle halkın onun hakkında suizanna girmesinin önünü almıştır. Onun bir günâhkar olarak değil, günahından arınmış ve tertemiz hâlde nezd-i ulûhiyete yürümüş bir insan olarak anılmasını istemiştir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca ne kimseyi ayıplamış ne de kimsenin kusurunu yüzüne vurmuştur. O’nun hayatında, insanların kusurlarını ifşa etme, düşen insanlara tekme vurma, kötülüklere kötülükle karşılık verme gibi davranışların hiçbirisine rastlamak mümkün değildir. Bilâkis O, mü’minleri, tecessüste bulunmaktan (insanların gizli hâllerini araştırmaktan) men etmiş, her fırsatta hataların örtülmesini tavsiye etmiş ve hayatı boyunca hep af ve hoşgörü soluklamıştır. Mekke’nin fethini müteakip, yıllarca kendisine her türlü eza ve cefayı reva görmüş müşriklere karşı söylediği şu sözler başka söze ihtiyaç bırakmamaktadır: “Bugün size kınama yoktur. Gidin hepiniz serbestsiniz.” Esasen gönülleri fetheden ve insanların gruplar halinde İslâm’a dehalet etmelerini sağlayan en önemli faktörlerden birisi de O’nun bu yumuşaklığı ve affediciliğidir.

Öte yandan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabeden herhangi bir kimsenin bir kusuru olduğunda, bunu onun yüzüne vurmamış; umuma konuşmak suretiyle söz konusu şahsın da kendi hissesine düşen dersi almasını sağlamıştır. Hatta çok ciddi karşı koymaların, isyan ahlâkına girmelerin söz konusu olduğu yerlerde dahi bu hataları yapan kimselere bir şey demeden ashabını toplayıp umuma konuşma yapmıştır. Böylece hiç kimse rencide olmadan, yaralanmadan, küskünlüğe girmeden, hiç kimsenin onuru kırılmadan ve işin içine kinler, öfkeler karıştırılmadan problemler halledilmiştir.

Bu itibarla özellikle önde olan ve belirli sorumluluklar üstlenen kişilerin, beraber olduğu insanları tanıması, onların hatalarına karşı duyarsız kalmaması çok önemlidir. Okuldaki bir öğretmenin, kendi sınıfındaki öğrencilerin genel durumlarını bilmesi ve onları çok iyi tanıması gerekir. Bu, vazife ve sorumluluğun önemli bir yanıdır. Onun diğer yanı ise herkese insanca davranma, hiç kimseyi rencide etmeme ve kötülükleri en uygun şekilde savmaya çalışmadır. Yani bir Müslüman kötülükleri savarken de kendi karakterine uygun hareket etmeli, Peygamber yoluna bağlı kalmalıdır.

Hiç kimseyi rencide etmeme ve problemi daha da büyütmeme adına her şahsın hususî durumuna göre bir üslup belirlenmeli ve her olay ayrıca nazar-ı itibara alınmalıdır. Karşılaşılan problemlere hemen tepki vermek ve onları sağda solda konuşmak yerine mutlaka konu üzerine kafa yorulmalı ve en uygun çözüm şekli bulunmaya çalışılmalıdır. Eğer meseleleri kaba ve dikkatsizce bir üslupla ele alır, hem nalına hem mıhına vurursanız, insanları kırıp kendinizden uzaklaştırırsınız. Unutulmamalıdır ki nasihat ve irşat mesleği, uzmanlık ister, hassasiyet gerektirir. Bu yönüyle ona bir elit ve entelektüel işi olarak bakabiliriz.

Şu da bilinmelidir ki problemler her zaman konuşarak çözülemeyebilir. Bazı problemlerin konuşulması, krizi daha da büyütebilir. Bir mü’minin konuşması hikmet, sükûtu da tefekkür olmalıdır. Konuştuğumuz sözler hikmet olacaksa konuşmalıyız. Olmayacaksa susmalı ve uygun zamanı beklemeliyiz. Bazı haller vardır ki oralarda insanın durup düşünmesi gerekir. Zira hikmet, tefekkürün bağrında gelişir. Konuşmamızda hikmet varsa konuşuruz. Yoksa herkesin, aklına estiği gibi ulu orta bir şeyler söylemesi sadece gürültü doğurur. İnsan, yerine göre konuşmasını bildiği gibi, sabretmesini ve beklemesini de bilmelidir.

Muhasebe

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde, كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ، وَخَيْرُ الخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Her insan hata eder. Hata edenlerin en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, kıyâme 49; İbn Mâce, zühd 30) şeklindeki sözleriyle âdemoğlunun hata ve günah işlemeye açık yaratıldığına işaret etmiştir. Demek ki insan tabiatının hataya açık bir yanı vardır. Kimisi iradesinin hakkını vererek bu açıklığı daraltır veya tamamen yok eder; kimisi de bu konuda yeterli ölçüde başarılı olamaz. Önemli olan, insanın sürçüp düştükten sonra hemen doğrulup yönelmesi gerekli olan kapıya yönelmesi ve arınma kurnalarının altına girip arınmasıdır.

Evet, herkes düşebilir. Fakat düşen bir insanın hemen üzerine yürümek, sağda solda onun aleyhine konuşmak ve onu mahcup etmek ne ilâhî ahlâka uygundur ne de Efendimiz’in yoluna. Bize düşen, başkalarının ayıp ve kusurlarıyla meşgul olmak yerine dönüp kendi kusurlarımıza bakmak ve onların ıslahıyla meşgul olmaktır. Çünkü kendi kusurlarını görmeyen/göremeyen, ömür boyu hep başkalarında kusur arar durur. Fakat bütün hesaplarını kendi kusurlarına bağlayan bir insan zannediyorum başkalarının kusurlarını görmez.

Birine taş atmadan evvel dönüp kendimize bakmalıyız. Eğer benzer kusurları biz de yapıyorsak bu taşın dönüp gelip kendi kafamıza vurmasından korkmalıyız. Seyyidina Hz. Mesih’in, suçlu birisi cezalandırılacağı zaman taşlar ellerinde bekleyen insanlara şöyle dediği nakledilir: “İlk taşı hiç günahı olmayan atsın.” Tabi herkes yavaşça ellerindeki taşları yere bırakıverir.

Son olarak şu hususu hatırlatmakta da fayda var. Günümüzde bu tür konulara hiç dikkat edilmemesi ve başkalarının ayıp ve günahlarının herkes tarafından uluorta konuşuluyor olması bizim için bir mazeret teşkil etmez. Hatta bütün dünya böyle bir günah yoluna girse bile bu bizim onlara iştirak etmemizi mazur göstermez. Bir Türk atasözünde ifade edildiği gibi her koyunu kendi bacağından asarlar. Ahirette mazeret olarak ileri sürülecek, “Herkes konuşuyordu ben de onlara uydum.” türünden sözlerin hiçbir geçerliliği yoktur. وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى “Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır Sûresi, 35/18) âyet-i kerimesinin ifade ettiği üzere orada herkes kendi günahının ağırlığıyla baş başa kalır. Hatta eğer bir kimse başkaları hakkındaki söz veya yazılarıyla fitne-fesada sebep olmuşsa, kendi günahının yanında sebep olduğu günahların da vebalini çeker.

Ahirette bu ağır yüklerin altında ezilmektense, bu dünyada imkân varken dilimize sahip olup bu kabil tamiri çok zor problemlere en başta sebebiyet vermemek en akıllıca yoldur. Hatta dilden de öte insanın öncelikle mü’min kardeşleriyle ilgili duygu ve düşüncelerini kontrol etmesi ve temiz tutması gerekir. Zira dilden dökülenler düşüncelerdir. Eğer düşünceler kirli olursa, dilden de kirli şeyler dökülecektir. Başkalarının kusurlarına odaklanan ve zihninde sürekli bunları evirip çeviren bir insan, önce kelam-ı nefsiyle bunları dillendirecek, arkasından da saza söze dökecektir.

Sürekli başkalarının kusurlarıyla meşgul olan ve bunları konuşan bir insanın tecessüs, suizan, gıybet ve tahkir gibi günahlarının cezasını ahirette göreceği kesindir. Fakat böyle bir kişinin dünyada rahat etmesi de mümkün değildir. Zihninde sürekli başkalarının kusurlarını evirip çeviren, bunlara dair farklı farklı kurgular ortaya koyan bir kişi kendi eliyle dünya hayatını da Cehennem’e çevirecektir. Falanın filanın yapıp ettikleriyle nöronlarını kirleten, oturup kalkıp bu tür kirli şeyleri konuşan bir insan için bütün bunlar bir azaba dönüşecektir.

Güzergâh emniyeti

Güzergâh emniyeti ne demektir? Hem şahsımız, hem de şahs-ı mânevî açısından, güzergâh emniyetinin esasları nelerdir?

Farsça’dan dilimize girmiş olan güzergâh kelimesi, yol ve şehrah mânâlarına gelir. Fakat güzergâh, daha ziyade bir insanın gitmesi gerekli olan yere, varması icap eden hedefe onu ulaştıran yol demektir. Bu hedefler bazen dünyevî, bazen de uhrevî olur. Ancak, dünyevî hedefler, inanmış bir insan için asıl gaye ve maksat olamayacağından, o, bu hedef ve gayeleri dahi sonsuzluk yolunda uhrevîlik hesabına değerlendirir.

Rıza tek hedef

Meselâ inanan bir gönül, bir köyün sorumluluğunu deruhte ettiğinde, onun böyle bir işten maksadı, sırf maddî imkân elde etme, makam mansıp duygusunun tatmini gibi basit heves ve arzular değildir/olmamalıdır. Aksine o, rıza-i ilâhî için, köydeki insanların dünyevî-uhrevî mutluluğunu temin adına çalışıp çabalar. Meselâ gecesini gündüzüne katıp köy halkının istifade edeceği okul, cami, kütüphane vs. müesseseler yaptırır, insanları yüce ve yüksek hedeflere yönlendirir; onların başta kendi milleti olmak üzere bütün insanlığa faydalı fertler olmalarını temin eder. Alanın biraz daha genişlediği nahiyede de o, bulunduğu konumunun hakkını verip muhatap olduğu insanları yüce ve yüksek ideallerle buluşturmaya gayret eder. Aksi takdirde, amirlik, müdürlük gibi makam ve mansıpların inanan bir fert için ne ehemmiyeti olabilir ki! Çünkü dünyanın dünyaya bakan yönü itibarıyla sinek kanadı kadar dahi bir kıymeti yoktur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

لَوْ كَانَت الدُّنْيَا تَعْدِلُ عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقَى كَافراً مِنْهَا شَرْبَةَ مَاءٍ
“Şayet dünyanın Allah katında, sinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizî, Zühd 13)

Ancak dünyanın; esma-i ilâhiyeye, ahirete, Cennet’e, Cenâb-ı Hakk’ın cemaline ve “Ben sizden razıyım” ufkuna yürümenin güzergâhı olması itibarıyla ehemmiyeti çok büyüktür.

Bu açıdan inanan bir gönlün her türlü iş ve gayretinde hedeflerin en büyüğü olan rıza-ı ilâhî esas gaye olarak yer alır. Onun berisinde de gaye ölçüsünde bir vesile olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlığa tanıtılması, din-i mübin-i İslâm’ın sevdirilmesi vardır. Ancak bunlar bile O’nun rızasını kazanma istikametinde birer vesiledir. Gayeye yakın birer vesile olmaları itibarıyla onlarsız olunamasa da, esas olan Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır. Bu istikamette gösterilen bütün cehd u gayretler hedefini bulmuş sayılır. İşte, güzergâh, insanı böyle yüce bir hedefe götüren yol demektir. İnsan bu güzergâhta engel ve mânialara takılıp kalmaksızın yol yürüyebilmek için, mebdeden müntehaya kadar her şeye bütüncül ve mahrutî bir nazarla bakmalı, tehlike ve riskleri önceden tespit edebilmelidir. Böylece kişi hedefe varma istikametinde yürüdüğü şehrahı teminat altına almış ve herhangi bir trafik sıkışıklığına sebebiyet vermemiş olur.

Şeytanla başlayan hazımsızlık problemi

Hele bu insan yaptığı hayır ve faaliyetlerle insanlığa faydalı, ciddî, imrendirici, göz alıcı güzellikler sergiliyorsa o, daha bir dikkatli olmalıdır. Bu durum karşısında, onu çekemeyen, istemeyen hatta ona karşı gayz ve nefretle magmalar gibi köpürüp duran hazımsızların her zaman var olabileceğini göz önünde bulundurmalıdır. Hatta aynı yolda beraber koştukları bir şahsın, “Niye o da, ben değilim” diye içten içe söylenip durarak hazımsızlık gösterebileceğini nazardan dûr etmemelidir. Evet, uzun zaman aynı kulvarda koşmuş ve aynı gaye için koşturup durmuş insanlar arasında bile yer yer şeytanın dürtüleriyle başarıları hazmedemeyen, alan paylaşması mülâhazası ve rekabet hissiyle hareket eden, takdir görüp alkışlanan işlere kendinin daha layık olduğunu düşünen fertler çıkabilir.

Esasında iyilik ve güzellik sahiplerine karşı ilk kıskançlık, Hz. Âdem’e karşı, gayz, nefret, haset ve hazımsızlığını ortaya koyan şeytanla başlamıştır. Goethe de, bu Mefisto - Faust oyununun bitmediğini söyler. Yani bir tarafta şeytan diğer tarafta ise insan vardır. Hatta cinnî şeytanlara tamamen teslim olmuş insî şeytanlar vardır. Bu hususa işaret eden Kur’ân-ı Kerim, “İnsî ve cinnî şeytanlar” (En’âm sûresi, 6/112) ifadesini kullanmıştır. Bunun mânâsı, “tamamen cinnî şeytanların dürtüleriyle hareket eden, o dürtülere göre hayatlarını tanzim eden insanlar” demektir.

Şimdi, en şedidinden en hafifine, bu kadar hain göz, hayırda koşturan bir insanın üzerindeyse, o zaman bu konumdaki bir insana düşen vazife, yol güzergâhını tekrar ber tekrar gözden geçirmektir. Başka bir ifadeyle, bu, insanın, yürüdüğü yolda, herhangi bir arızaya sebebiyet vermemek için, önüne çıkması muhtemel bir kısım hâdiseleri doğru görüp doğru okumasıdır. Neyle yürüdüğüne ve nasıl yürüdüğüne dikkat ederek yaptığı/yapacağı güzel işleri teminat altına almasıdır. İşte bu, güzergâh emniyetini sağlama demektir.

Emanetin en büyüğü

Hazreti Sâdık u Masdûk, “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.” buyuruyorsa, bu inanan gönüllere önemli bir sorumluluk yüklüyor demektir. Böyle bir hedef ve sorumluluğun yanında, -Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdelediği ve bizim de mazideki bu muhteşem fethin neşvesini yaşatmak ve onu bir kere daha milletimize göstermek için her sene mehterlerle, köslerle kutladığımız- İstanbul’un fethi dahi deryada damla kalır. Hakeza Belgrad’ın fethi de onun yanında deryada damla gibidir. İşte böyle bir emaneti götüren insanlar, güzergâh emniyetini hiç düşünmeden hareket ettiklerinde bu emanete ihanet etmiş olabilecekleri gibi, “bana zarar gelmesin ve ben günümü kurtarayım” mülâhazasıyla meseleyi sadece kendi maslahat ve menfaatlerine bağladıkları durumda da, –güzergâh emin olsa bile– hiç farkına varmaksızın o emaneti zayi etmiş olacaklardır.

Bazen bir haksızlık karşısında imanınızın gereği dolu dolu gürlersiniz. Bu gürlemeniz samimi ve halisane olabilir. Fakat yaptığınız işler gürültü ihtiva ediyor ve çevrede fitne uyarıyorsa siz hiç farkına varmaksızın emanete zarar vermiş olursunuz. Zira Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde:

اَلْفِتْنَةُ نَائِمَةٌ لَعَنَ اللّٰهُ مَنْ أَيْقَظَهَا
“Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah lanet etsin.”(Kenzu’l-ummâl, 11/186, hadis no: 30891)

buyuruyor.

Bu sebeple, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’ye bazı yönleri itibarıyla zarar geldiğinde, sadece zarar veren insanların durumuna bakıp “Onlar zulmetti, haksızlık etti, zarar verdiler” deme yerine, bağışlayın, “Acaba biz ne tür bir yanlışlık yaptık? Acaba sesimizle, sözümüzle, tavırlarımızla bu insanları yersiz endişelere mi sevk ettik?” diyerek kendimizi hesaba çekmeli, kendi muhasebemizi yapmalıyız. Bu açıdan günümüzün karasevdalıları, saff-ı evveli teşkil eden sahabe-i kirâm efendilerimiz gibi, İslâm’ı en güzel şekilde temsil ederek, nasıl mükemmel bir hakikatin temsilcileri olduklarını sergilemeli, gönüllerini âleme açmalı ve böylece kalbleri fethedip gönüllere tahtlar kurmalıdırlar. Aksi takdirde, şiddetle, sertlikle hak arama peşine düşülürse iyilik yapıyorum derken insan hiç farkına varmaksızın kötü bir yol içine düşmüş olur. Rica ederim, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’de ezim ezim ezildiği hâlde kalkmış bir insana bir fiske vurmuş mudur? Dile kolay, kırk yaşından elli üç yaşına kadar tam on üç sene Mekke’de preslenir gibi bir hayat yaşamasına rağmen, bütün bu eza ve cefalara katlanmıştır. Öyle ki birisinin kalkıp da “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir karıncaya ayağını bastı.” demesi mümkün değildir. Evet, O, en yakınından en uzaktaki insana kadar herkese emniyet ve güven telkin etmiş, asla fitneyi uyarmamıştır.

Farz ölçüsünde bir sorumluluk

İşte bütün bunları hesaba kattığımızda –belki günümüzün fukaha-i kiramı itiraz edebilir ama– güzergâh emniyetini sağlamak bana farz-ı ayn gibi geliyor. Yani o emaneti emniyet ve güven içerisinde varması gerekli olan yere ulaştırma, öyle mühim bir vazifedir ki, şayet her şeyi kılı kırk yararcasına düşünmez, güzergâhın her noktasında karşılaşabileceğiniz muhtemel tehlikeleri hesaba katmaz ve çevreden size bakan nazarların bakışlarındaki mânâyı okuyamazsanız emanetin sorumluluğunu yerine getirmemiş olursunuz. Evet, bu mesele bu seviyede bir hassasiyet ister. Onun, popülizme, kendini ifade etmeye ve dünyalık adına beklenti içinde bulunmaya asla tahammülü yoktur./p>

Hz. Pîr-i Mugân, Şem-i Tâban’ın “Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.” dediği gibi, herkes demeli ki: “Ben yokum, benim şahsiyetim de yok. Eğer benim mevcudiyetim, mülâhazalarım, dünya görüşüm, benlik iddiam bir arpa tanesi kadar bu mefkûreye zarar verecekse, Allah, emanetini alsın. Fakat bir arpa boyu din-i mübin-i İslâm’a hizmet edecek ve o yüce mefkûreyi realize edebileceksem o arpa boyu hizmeti gerçekleştireceğim ana kadar da Rabbim bana yaşama lütfunda bulunsun.” Evet, böyle diyecek kadar bu konuda mert olmak lazım. Adanmış bir gönül tamamen bu mülâhazaya bağlanmalı ve kendini bütün bütün nefyederek fevkalade bir tevazu, fevkalade bir mahviyet ve fevkalade bir hacalet içinde hareket etmelidir.

Şurası bir gerçek ki, sürekli “ben, ben” deyip ramazan davulu gibi öten, hep müşârun bi’l-benân olmayı arzulayan, kendisinden bahsedilmesini isteyen, kendi dünya görüşünü ve hayat felsefesini nazara veren bir insanın yapacağı bir şey yoktur. Böyleleri bugün itibarıyla işe gürül gürül başlasalar bile, yaptıkları bu işin yarın akamete uğraması kaçınılmazdır. Bu açıdan muvakkat bir zaman için değil, mebdeden müntehaya kadar hemen her fasılda meseleyi kendini nefye bağlı götürme esastır.

Eğer bu konuda yanlış bir iş yaparsak, emanete hıyanet etmiş olacağımızdan, hem bu dünyada hem de ahirette pişman ve mahcup oluruz. Hakkım ve haddim olmadığı hâlde çok erken bir dönemde daha askere gitmeden imamlık vazifesi yaptım. Daha sonra ise Cenâb-ı Hak vaizlik mesleğini nasip etti. Şu an geriye dönüp baktığımda, her gün olmasa bile belki haftada bir iki defa geçtiğim güzergâh ve o güzergâhta yaptığım hatalar aklıma geliyor ve kendi kendime, “Yazıklar olsun sana! İnsanlar kürsünün dibine kadar geliyor, orada oturuyor ve seni dinliyorlardı. Niye empati yaparak o insanların hissiyatını hesaba katmadın? Neden Hz. Mevlâna ve Hz. Yunus üslûbuyla o insanların ruhlarına girme yollarını araştırmadın? Niye balyoz ve tokmak gibi milletin kafasına inip kalktın? Sen sözlerinle olmasa bile vurgulamalarınla böyle bir algı oluşturdun.” deyip kendimi kınıyorum. Bu mevzuda kendimi o kadar sorguluyor ve kendime o kadar “yazıklar olsun” çekiyorum ki, bilemezsiniz. Zira bütün bunların hepsini Allah bana sorar. Der ki: “Ben, sana mihrap, kürsü imkânı verdim. Gelip saf saf önünde oturan insanların kalblerini sana yönlendirdim. Neden gönüllerine girmedin? Neden onlara İslâm’ı sevdirmedin? Neden onları Allah delisi, Peygamber delisi hâline getirmedin?”

Evet, ben şahsımdan misal verdim fakat böyle bir emaneti taşıyan her mü’min yarın “keşke” dememek için mesuliyet ve taşıdığı emanet açısından çok hassas hareket etmek zorundadır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “keşke”nin bir felaket olduğunu ifade buyuruyor. “Keşke”, falsolar yaşamış ve yaşatmış insanların teselli adına başvurdukları bir laf-ı güzaftır. Bu yönüyle “keşke”, memnu olan ve mü’mine yakışmayan yakışıksız bir kelimedir.

Bir de alkışlanacak “keşke”ler vardır ki, bunlar birbiriyle karıştırılmamalıdır. Meselâ Hz. Ebû Bekir Efendimiz der ki: “Keşke Halid’i falan yere tevcih ettiğimde, Ömer’i de falan yere tevcih etseydim. Böylece bu iki problemi birden halletseydim.” Bazı sahabelerin de, “Keşke Efendimiz’e şunu sorsaydım!” mealinde ifadeleri vardır. Bunlar, âlâya, aksa’l-gâyâta müteveccih “keşke”lerdir. Bunlar bir niyettir ve Allah onlara sevap yazar. Evet, bu ifadeler, daha mükemmele talip olan bir kişinin, onu yapamadığından dolayı “keşke” demesidir. Ancak falsolarımızın üstünü örtme ve nefis müdafaası adına “keşke” demek mezmumdur. Bunlar bir dönemde şeytanın yanlış yaptırdığı işler karşısında yine şeytanın dürtüleriyle söylenilen sözlerdir.

İşte bu açıdan bugün yaptığımız hataların günahı yanında, yarın da “keşkeler” çekmek suretiyle, günahı katlamamak için temkinli hareket etmeliyiz. Her adımda, “Bismillah, temkin ve teyakkuz” diyerek, Allah adına başlamalı, Allah adına işlemeli ve hep O’nun rızasına doğru yol aldığımız mülâhazasıyla hareket etmeliyiz.

Hac ve dua

Fethullah Gülen: Hac ve dua

Soru: Hac’dan azamî derecede istifade edebilmek için hangi hususlara özen gösterilmelidir? O mübarek topraklarda dua ederken nelere öncelik verilmelidir?

Hak yolunun cilveleri ve mümince duruş

Fethullah Gülen: Hak yolunun cilveleri ve mümince duruş

Soru: Haset ve kıskançlık duygularından kaynaklanan amansız ve insafsız saldırılar karşısında inanmış gönüllere düşen sorumluluklar nelerdir?

Cevap: En başta ifade edilmesi gerekir ki, çekememezlik ve kıskançlıktan kaynaklanan zulüm ve haksızlıklar, dünden bugüne eksik olmadığı gibi, bundan sonra da eksik olmayacaktır. Hazreti Âdem’in oğlu sağanak sağanak vahyin yağdığı bir hanede neşet etmiş olmasına rağmen kıskançlık ve çekememezlikle başı dönmüş, bakışı bulanmış ve neticede kardeşinin kanına girmiş ve onu katletmiştir. Esasında şeytan bununla ilk oyununu oynamış ve insandaki bu zayıf damarı kullanarak ona dediğini yaptırmıştır.

Kavminin öldürdüğü peygamber olarak ilk akla gelen Hazreti Zekeriyya’dır. Fakat bildiğiniz gibi insanları Allah’a davet eden daha nice peygamber kendi halkı tarafından boğazlanmıştır. Seyyidina Hazreti Davud, hem de ayaklar altında ezilmeden kurtardığı kavmi tarafından iki ayağı bir pabuç içine sıkıştırılmıştır. O büyük peygambere, sıradan bir insana bile isnatta bulunmaktan çekineceğimiz yüz kızartıcı bir amelle iftirada bulunulmuş ve bunun sonucunda o, tabuta el basıp yemin etmeye zorlanmıştır. Yalan ve iftiralarla Hazreti Süleyman (aleyhisselam) hakkında -hâşâ ve kellâ- cinci, ifritçi ve büyücü gibi bir algı oluşturulmuştur. İnsanlığın İftihar Tablosu’na da (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlikle serfiraz kılınmasını hazmedemeyen haset ve kıskançlığın zebunu insanlar tarafından -hâşâ ve kellâ- sâhir ve kâhin denmiştir. Hâsılı, peygamberler, beraberlerindekiler ve onlardan sonra gelenlerden hak ve hakikat adına gayret gösteren niceleri bu yolda değişik iftira, tahkir ve saldırılara maruz kalmıştır. Bundan sonra da benzer sıkıntılar olacak ve hak yolunda hizmet eden insanlar çeşit çeşit eziyet, işkence ve iftiralara maruz kalacaklardır.

İmtihanın süresini zamanın sahibi belirler

Bütün bunlar karşısında hak erlerine düşen vazife, başlarına gelen musibetleri gönül rahatlığı ile karşılama, şikâyet etmeme, hatta kendilerine bütün bunları reva görenlere küsmemedir. Nakledildiğine göre, Hallac-ı Mansur, istiğrak halinde söylediği “enelhak” sözünden dolayı mahkûm edilip elleri kesilince, kanlar içindeki kesik kollarını yukarıya doğru kaldırıp “Allah’ım! Bana bunu reva görenleri Sen affetmeden ruhumu teslim etmek istemiyorum.” der. İşte bu söz, büyük insan sözüdür. Bu sözün, kendisinden sekiz asır sonra dile getirilen, “Beni memleket memleket gezdirenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.” ifadesinden bir farkı yoktur.

Evet, bu yolun yolcuları bundan sonra da farklı farklı sıkıntılara düçar olacaklarını bilmeli ve bunlar karşısında asla küsmemeli ve darılmamalıdır. Bazı şairlerin yaptığı gibi dertlere destan kesmemeli, kaderden ve ilâhi icraattan şikâyetçi olmamalı ve arkalarında daha sonra gelen nesiller için birer şikâyetname bırakmamalıdır. İnsan maruz kaldığı sıkıntılar karşısında kat’iyen “ne zamana kadar” demek suretiyle kaderi tenkit etmemeli, feryad ü figan etse bile duygularını sinesine hapsetmesini bilmeli, tenha yerleri kollayarak oralarda içini dökmeli fakat asla bu feryatlarını başkalarına duyurmamalıdır. Zira imtihanın süresini Zamanın Sahibi belirler. Siz O’nun işine karışırsanız, kendi işinizi karıştırmış olursunuz. Asıl olan O’nun her icraatını saygıyla karşılamasını bilmektir.

Bazen celalden cefa bazen de cemalden safa gelebilir. Önemli olan bunların her ikisini de bir bilmektir. Yani ne cemalden gelen safa ile sevinmeli ne de celalden gelen cefa ile yerinmelidir. “Ne yaptım ki bütün bunlar başıma geldi? Neden bu tür ızdırap ve sıkıntılar hep beni buluyor? Neden bu güft ü gûlar? Neden bu çekememezlik ve hazımsızlıklar?” demek, Sünnetullah’tan habersiz yaşamak demektir. İnsanlar enbiya-i izamı, evliya-i fihamı çekememişler. Sizi çekemeseler ne olur?

Aldırmayın söylenenlere, doğru bildiğiniz yolda hızınızı katlayın!

Bir söz sultanı ne hoş söyler:

Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseye değse;
Ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kâse!

Şayet siz altın kâseyseniz varsın başkaları size taş atsın, varsın sizi olmadık şeylerle kınasınlar. Aklı ermeyen bazı kimselerin edip eyledikleri karşısında hak erlerine düşen vazife, bütün bunlara aldırmama ve doğru bildikleri yolda yürümeye devam etmektir. Onlar kendilerine yöneltilen nâseza nâbeca sözlere ve tenkitlere takılmamalı, bunlarla zihinlerini dağıtmamalı, bilakis bütün himmetlerini yapmaları gerekli olan işe teksif etmeli, vazifelerini hakkıyla ifa etmeye çalışıp neticeyi Allah’a bırakmalıdırlar. Zira Cenâb-ı Hak, gelecek olan nesl-i cedidin özelliklerinden birisi olarak,

وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لائِمٍ
“Onlar kınayanın kınamasına aldırış etmezler.” (Mâide Sûresi, 5/54)

buyurmuştur.

Bütün bunlar bana Alvar İmamı’nın şu sözünü hatırlattı:

Âşık der inci tenden;
İncinme incitenden;
Kemâlde noksan imiş;
İncinen incitenden.”

Eğer sizin ötede bir kemâl beklentiniz varsa, burada kemâl iddiasında bulunmamalısınız. Zira bu, kemâlsizlik emaresidir. İnsanın kendisini büyük görmesi, halkın alkış ve takdirini beklemesi ötede karşılaşacağı kayıplar adına bir iflas yatırımıdır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği güzel şeyleri dünyada yiyip bitiren bir insan,

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا
“Bütün iyi işlerinizin semerelerini dünya hayatınızda tükettiniz!” (Ahkâf Sûresi, 46/20)

âyetinin tokadına müstahak olacaktır. Bu itibarladır ki mü’minler, Allah’ın lütfedeceği kemâlatı öteye bırakmalı, orada hiçbir şeyin eksik olmaması adına burada dişini sıkıp katlanmalıdır. Bu yapılabildiği takdirde Allah’ın izniyle hayırlı iş ve faaliyetleri hiç kimse engelleyemeyecektir. Yeter ki kendilerini milletinin ikbal yıldızını parlatmaya vakfetmiş adanmış ruhlar, hayatlarını adanmışlık yeminine bağlı bir çizgide sürdürsünler. Aksine onlar, ev alma, servet sahibi olma, şahsî rahat ve istikbali için yatırım yapma gibi dünyevî arzulara kendilerini kaptırdıkları an Allah hizmet imkânlarını ellerinden alır ve bu işi yıpranmamış, aşınmamış, dünya karşısında diş kırmamış yeni bir nesle teslim eder. Bu açıdan adanmışlar, adanmışlıklarını son kerteye kadar korumalıdırlar.

İstiğna en büyük kredi

Buhârî ve Müslim gibi muteber hadis kitaplarının muhtelif rivâyetlerinde nakledildiğine göre; Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yahûdiden veresiye yiyecek satın almış ve borcuna mukabil zırhını rehin bırakmıştı. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), bu borcu ödeyemeden âhirete irtihal buyurmuş; ne zaman sonra, Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) bedelini vererek Nebî yadigârı bu mübarek zırhı rehin olmaktan kurtarmış ve onu Hazreti Ali’ye (radıyallahu anh) emanet etmişti. Nezâhetin Hülâsâsı (aleyhissalâtü vesselam) ashabından borç almayı istiğna anlayışına muvafık bulmamış; onlardan herhangi bir dünya malı istememeyi, risâlet vazifesine karşılık ücret beklememe esasının icabı saymıştı. Din-i Mübîn’i tebliğ ve temsil etmesine, insanlara iki cihanın saadet vesilelerini bildirmesine ve hususiyle Sahabe’ye Cennet yolunu göstermesine mukabil en küçük bir menfaat talep etmediğini bu vakıayla bir kere daha ortaya koymuş ve peygamberlik davasının vârislerine yine güzel misal olmuştu.

Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine, cüz’î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmesine rağmen devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi. Âhirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir küp bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan küpten küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı hayâ ettim; zira bu, halkın malı olduğu için devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi.

Yanlış yorumlanan izzet ve onur anlayışı

Bazı mağrurlar, “Mütekebbire karşı tekebbür…” sözünü yanlış yorumluyorlar. Oysaki Hazreti Ömer, tevazu ve sadeliği içinde kendi olarak başkalarını dize getiriyordu. Hazreti Ömer (radıyallahu anh) döneminde, bugünkü Suriye ve Filistin toprakları da Müslümanların eline geçmişti. Fetihten sonra, ordu kumandanları Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını isteyince, oranın ileri gelenleri, “Biz, Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını alacak zatın vasıflarını çok iyi biliyoruz; bu anahtarları ondan başkasına veremeyiz.” demişlerdi. Daha onlar, aralarında bu konuyu müzakere ederlerken, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) hazineden bir deve almış, hizmetçisini de yanına katarak yola koyulmuştu. Mü’minlerin halifesini karşılamak için nehrin kenarına koşanlar onu görünce hayretler içinde kalmışlardı. Çünkü dünyanın o dönemdeki en büyük devletinin hükümdarı, ayağındaki mestleri çıkarıp koltuğunun altına koymuş, hizmetçisini taşıyan devenin yularını eline almış, sıradan bir insan gibi başı önde yürüyordu. Dahası, üzerinde de giysi olarak basit bir elbise vardı ve bu elbise yol boyu devenin üstündeki semere sürtüne sürtüne birkaç yerinden yırtılmıştı. Hazreti Ömer bu yırtık yerleri -birer şeref nişanesi ekler gibi- yeniden yamamıştı. Bazıları kendisine bu halinin küçük görüleceği imasında bulununca, o “Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir. Mademki bizi aziz eden İslam’dır; izzeti ve şerefi onun dışında aramayız ve istemeyiz.” diyerek sesini yükseltmişti. Bütün bu olup bitenleri bir köşeden seyreden Kudüs’ün ruhânî reisleri, “İşte, biz, anahtarları ancak bu zata veririz. Çünkü kitaplarımızda haber verilen vasıfların hepsi bunda mevcuttur!” demiş ve onları Hazreti Ömer’e teslim etmişlerdi.

“Devletin malı deniz…” diyenler kimi örnek alıyor?

Hazreti Osman (r.a.) zengin birisiydi. Fakat o, dünyayı kesben terk etmese de kalben terk etmişti. Zira o, Tebük seferinde ordunun teçhizatı adına sahabe-i kiram infaka çağrıldığında, beş yüz deveyi yüküyle birlikte hem de kalbi “cızz” etmeden verecek kadar cömert birisiydi. Zannediyorum İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, “Osman’ım! Sen her şeyini ver!” deseydi, o gözünü kırpmadan sahip olduğu bütün mal varlığını Allah yolunda infak ederdi.

Damad-ı Nebi, Haydar-ı Kerrar Hazreti Ali (radıyallahu anh) halife olduğu dönemde İslam devleti, şimdiki Türkiye’nin yirmi katı büyüklüğündeydi. İslam orduları bir taraftan Mâverâünnehir’e, diğer yandan Çin Seddi’ne ulaşmış; beri taraftan da tâ Cebelitârık’a dayanmışlardı. Sınırları böylesine geniş ve adeta o zamanın süper devleti sayılan bu büyük gücün başında bulunan Hazreti Ali (radıyallahu anh), kış gününde yazlık elbise giyiyor ve bunun sebebi sorulunca da “Ben, kendi imkânlarımla ancak bu kadarını temin edebiliyorum!” cevabını veriyordu. Seyyid Kutup’un ifadeleriyle onun bu tavrı içtimaî adalet, yüksek insan ruhu, toplumla bütünleşme, herkesi kendine tercih etme veya başkaları için yaşama diyeceğimiz gerçek adalet düşüncesiydi.

Hazreti Hasan Efendimiz de, Hazreti Hüseyin Efendimiz de, Hazreti Fâtıma Validemiz de, Hazreti Âişe Annemiz de aynı duygu ve düşüncelere sahip idiler. Onlar ve onların yolunda gidenler hep bu beklentisizlik ve adanmışlık ruhuyla yaşadılar. O halde öyle olmayanlara sormak lazım: Örneğiniz kim sizin? Allah aşkına, yazlığınızla kışlığınızla örneğiniz kim sizin? “Çocuğum.. torunum..” derken, “Devletin parası deniz..” düşüncelerini seslendirirken siz kimi örnek alıyorsunuz Allah aşkına? Eline geçirdiği imkânları haram helal demeden kullananlar Kârunların, Ramseslerin, Amnofislerin hazin sonunu görmüyorlar mı? Allah’tan korkup hicap etmek lazım!

Evet, seleflerinin yolunda giden adanmışlar, adanmışlığın haysiyet ve şerefini korumalıdırlar. Onlar gönüllere girmek istiyorsa, tevazu, mahviyet ve hacalet ile muhatapların karşısına çıkmalı ve kibrin her türlüsünü yerin dibine gömmelidir. Ve yine onlar kendilerinden sonra evlatlarını, torunlarını, dünyevi rahatlarını, yazlık ve kışlıklarını düşünmemeli; sadece mefkûreleri istikametinde yürüyerek yıkılmış ruhumuzun abidesini yeniden ikame etmeye çalışmalıdır. Aksi takdirde kesinlikle bilinmeli ki, istiğna ruhuyla hareket etmeyenler Hazreti Dâvut gibi ortaya çıksa da Tâlut gibi hasede düşecek; Hazreti Harun gibi meydana çıkacak fakat Karun gibi yuvarlanıp gideceklerdir. Zira dünyaya talip olmuş ve ona yenik düşmüş insanlardan şimdiye kadar yıkılmadık kimse kalmamıştır. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar ve nice tâcdarlar” dünya denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir.

Bu itibarladır ki mefkûre yolcuları, kendileri için önemli bir güç kaynağı olan adanmışlık ruhunu hiçbir şeye feda etmemeli; sıfır olarak dünyaya gelip, sıfır olarak öbür âleme yürüme yüksek mefkûresini hiçbir zaman kaybetmemelidir. Allah’tan dilerim ki, bu yüce davaya gönül vermiş insanlar dünya karşısında çelmeye gelmesin, bir el enseyle devrilmesin ve bir kündeyle yıkılıp gitmesinler.

Ziya Paşa’nın dediği gibi,

Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safada
Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belada.

Biz bela girdabının merkezinde yüzelim ama kat’iyen başkalarının şatafatlı hayatlarına imrenmeyelim. Allah’ın huzuruna giderken kabirde Münker ve Nekir melekleri, “Dünyada ne bıraktın?” diye sorduklarında, biraz düşündükten sonra, “Vallahi bir şey gelmiyor aklıma!” diyecek kadar öbür tarafa yiğitçe yürümeye bakalım. Mesleğimizin esası işte budur.

Elbette ki hayatlarına ticaretle başlamış, onu ticaretle sürdüren insanların hali farklıdır. Onlar çalışıp kazanacak, kazanıp hayır faaliyetlerinin destekçisi olacaktır. Ama unutmayın sizin istiğnanız hayırsever insanların size teveccüh edip tavsiyelerinizi yerine getirmeleri adına en büyük kredinizdir. Eğer siz de onlar gibi olma sevdasına tutulursanız, Rabbim muhafaza buyursun, devrilip gidersiniz. Devrilmemek için dünyevî sevdaya düşmemek lazımdır. Öyle ki, dünya bütün saltanatıyla ayağınızın ucuna kadar gelse, onu bir levsiyat gibi görerek ayağınızın ucuyla itmesini bilmeniz gerekir. Bizim yolumuz budur. Bu açıdan öteye giderken, “Ne dünyadan safa bulduk ne ehlinden recâmız var. Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” mülahazalarıyla gitmeliyiz. Eğer böyle olursanız, böyle kalırsanız, ömür boyu hür yaşar ve hiç kimseye diyet ödeme mecburiyetinde kalmazsınız. Dolayısıyla başkalarının sizi bitirmek için kurduğu entrika ve ayak oyunlarına düşmezsiniz. Yoksa paçayı bir kere kaptırdınız mı, paçayı kaptırdığınız kişilerin kukla ve piyonu olur, size güvenip bel bağlamış insanların ümit ve itimadını yıkar, kendinizi kurtarmak için yalan ve aldatmalara girersiniz ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara yapılacak en büyük kötülüktür.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Hakikat Aşkı

Hakikat aşkı peygamberler ile ilim adamlarında orijin itibarıyle aynıdır ama tezahür şekilleri arasında fark vardır.Yani o aşka vuslat yaşama istikametinde espiri farklılığı vardır. Mesela peygamberlerde, kuralları vaz’ eden onlar olduğu için yanılmalar olmaz, ama ilim adamlarında olabilir. Hakikat aşkı olmadan ilim, ilim aşkı olmadan da araştırma aşkı olmaz.

Hakikatü'l-Hakâyiki (Hakikatların Hakikatını) İnsan Bilebilir, Duyabilir mi?

İnsanın duyması, bilmesi, görmesi gerekli olan bir çok şey var. Ama onların en önemlisi hiç şüphesiz hakikat ve hakikatü’l-hakâiktir. İster hakikat ve hakikatü’l-hakâik isterse bunun aşağısındaki şeylerin insan tarafından duyulması, bilinmesi, hissedilmesi ve keşfedilmesi mümkündür ama buna mani bir çok sebep vardır. Bir başka tabirle insan potansiyel olarak bunları duyacak mahiyette yaratılmıştır fakat mahiyetinde var olan zıt şeyler buna engel olabilir. Mesela insanın içte ve dışta şeytan ve şeytani düşüncenin temsilcileri ile kavgası. Veya nefis kalb zıtlaşması. Daha genel anlamda vicdan ve nefis mekanizmaları içinde yer alan zıt duyguların birbiri ile çatışması. Ancak Efendimiz (sav) hakikate ulaşmaya mani bu türlü engelleri aşmıştır. O kendisi adına "Benim nefsim bana teslim oldu." derken kalbinin zaferini söylüyor ve bizlere nefsinin pes ettiğini hatırlatıyor ama herkesin buna mazhar olması o kadar kolay değil.

Bizim Nefislerimizle Efendimiz’in Nefsi Birbirinden Farklı Özelliklere mi Sahip?

Belki de. O’nun kendine mahsus bir nefsi, nefs-i zâkiyesi (her zaman temiz kalan), nefs-i zekiyyesi (tam anlamıyla saf, duru ve tertemiz) vardı, tamamıyla O’na ait, O’na özel... Şöyle de yorumlanabilir: belki O’nun nefsi, nefse ait hususiyetleri ihtiva ediyordu, ama onlar Efendimiz’in iradesi karşısında çok fazla dayanamamışlardı.

Zerdüşizm, Brahmanizm veya Hermetizm’deki nur-zulmet anlayışını kabullenmesek de ortada bir gerçek var ki onu ifade etmek durumundayız: ortada şeytani ve meleki yanları ile bir insan var. Nefs-i emmare de (insana devamlı kötülüğü emreden nefis) işte bu insanın içinde şeytanın ajanı gibi çalışır. O, nefs-i emmare olarak kaldığı sürece insanın mahiyetinde şeytan hesabına casusluk yapan bir varlıktır: sürekli onun direktiflerini yerine getirir ve insan ondan kurtulacağı ana kadar şeytanın kendisine olan yakınlığını bertaraf edemez. Şeytana yakın olduğu sürece de, -Allah insana şah damarından daha yakın olsa bile- o Allah’tan uzak olur.

Bu Badire Aşılabilir mi?

Bu çetin bir badiredir ve insan bu badireyi tek bir şartla aşabilir: ciddi bir ruh terbiyesi diyebileceğimiz seyr-i sülûk-i ruhanî, cezb ü incizab ve Allah karşısındaki acz ü fakrını kavrayıp O’na yönelmekle. Aksi halde o insan Allah’a karşı hep uzak kalır. Biraz önce ifade ettiğim gibi Allah insana şah damarından daha yakındır ama böylesi bir insan Allah’tan fersah fersah uzaktır; uzaktır çünkü şeytan ona Kur’an’ın tabiriyle "karîn" (yakın bir dost) olmuştur: "Kim Rahman’ın (hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği) Kur’ân’ı göz ardı ederse (veya o Rahman’ı zikretmekten uzaklaşırsa), Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur." (Zuhruf, 43/36) Bu açıdan insanın kendisini Rabbisinden uzaklaştıran ya da yakınlaştıran şeyleri çok iyi bilmesi lazım.

Aslında insan, kalbine ait hususiyetleriyle: latife-i Rabbaniyesiyle, fuadıyla, sırrıyla, hafâsıyla genişliğin temsilcisidir, timsalidir. İnsana bu yönüyle bakanlar onu meleklerden daha üstün görürler. Mülkle beraber melekûta da açık bir varlık çünkü o. Kainat kitabının bir parçası, hatta enmuzeci, fihristi. Dolayısıyla onu okuyan, koca kainatı hallaç etmiş olur. Tabir-i diğerle kainat kitabını okumak isteyen onun fihristi olan insana bakınca, o koskoca kitabın muhtevasını birden bire gözden geçirmiş demektir. İşte insan bu mahiyete sahip bir varlık. Fakat aynı zamanda kainatla da sınırlı değil insan, onu da aşıyor. "Mahiyeti meleklerden de ulvi, avalim (alemler) kendisinde pinhan (gizli), cihanlar onda matvî (dercedilmiş)" hatta ilavesiyle onu da aşan bir varlık. Adeta gökler ve yer, manâ, muhteva ve bütün derinlikleriyle dürülmüş bir kitap haline getirilmiş, sonra da bir nüsha-i kübra halinde insan olarak görünmüş.

İnsanın Mahiyeti Meleklerden Ulvidir

İnsanın zikredilen özellikleri ile meleklerden daha üstün olduğunu söylemiştik. Evet, melaike-i kiram konumları veya içinde bulundukları buud itibarıyla, bizim bildiğimiz fizikî alemin dışındadırlar. Fizikî dünyaya müdahaleleri olabilir, oraya bir akisleri olabilir, bir ayna gibi yansıyabilirler fakat onlar bu alemin dışındadırlar. Siz fizik kurallarınızla onları tesbit edemez, değerlendiremez, manâlandıramaz, çözemez ve tahlil edemezsiniz. Melekler gibi ruhaniler de böyledir. İşte böyle melekler ve ruhaniler gibi bilemediğimiz şekilde Allah’ın namütenâhi cünûdu (askerleri) vardır kainatta ve kainatın zerratı adedincedir onlar. Ama insana gelince o fizik alem içinde yaşamaktadır. Dolayısıyla fizik alemine müdahalede bulunabilir. Ayrıca o, çok yönlü olması itibarıyla bu fizik alemini de aşarak daha başka alemler ile temas içinde de olabilir.

Mesela bir Esma (Cenab-ı Hakk’ın isimleri) alemi var ve o alemin bu kainatla yani fizikî alemle irtibatı var. Ve şuurlu varlıklar arasında bu fizikî alemle temas içinde olan sadece insan. Cenab-ı Hakkın sıfât-ı sübhaniyesi, esmâ-i ilahiyesi var ve bunlardan bizim bilebildiklerimiz bilemediklerimize nazaran çok çok az. Bunlar arasında hiç kimseye bildirilmeyen, ve hadisin ifadesiyle nezd-i uluhiyette isti’sar edilen (Cenab-ı Hakk’ın kendisine has kıldığı) isim ve sıfatlar da var. İşte bazı insanlar Esma ve Sıfât alemine irtibatla Cenab-ı Hakk’ın herkese malum olmayan isim ve sıfatlarına ulaşabilirler. Böylece insan bu fizik alemini de aşmış, onun ötesine geçmiş olur.

Bu durum esma ve sıfât haricinde de söz konusudur. Mesela insan fuâd (kalb) ufkundan varlığa ve varlık ötesine baktığı zaman ceberût alemini temaşa eder. Bütün sıfatların hakikatlarını görür, görür ve sır ufkuna vasıl olur. Bu defa Cenab-ı Hakk’ı müşahade imkanına ulaşır ve Cenab-ı Hak’la arasında bir tür muamele cereyan eder. Bu Allah’ın bir çeşit taltifidir, ihsanıdır. Mesela Cenab-ı Hak sübühat-ı vechiyle onun çehresini aydınlatabilir. Öte yandan Allah, varlığa sübühât-ı vechi ile temasta bulununca salikin hissinde her şey yanıp kül olur, müzmahil olur, çözülür gider. Geride sadece "O" kalır. İşte bu seviyedeki birisi Muhyiddin İbn Arabi gibi "Lâ Mevcude illâ Hu - O’ndan başka mevcut yok" diyebilir ki bu sübjektif bir mülahazadır.

"Lâ Mevcûde illâ Hû"

Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri, " ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ avâmın tevhididir. ‘Lâ mevcûde illâ Hû’ havassın..." der. Bir zevk, bir hal meselesidir bu. Bir müşahadenin neticesidir ve o durduğu yer ve konumu itibariyle bunu görüyor, duyuyorsa, gördüğünü ve duyduğunu konuşur. Kendisiyle çelişki yaşamak istemez. Öyle görecek, öyle duyacak ve fakat farklı konuşacak.. Muhyiddin İbn Arabi gibi kişiler için mümkün değildir bu.

Allah Kalpte mi Biliniyor?

Potansiyel olarak bu mahiyete sahip insan, bahsi geçen seviyeleri idrak ederse, kainatı içine alacak vicdan genişliğini yakalayabilirse Allah’ı "kenzen" kalbinde duyabilir. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetnamesinde dediği gibi:

"Sığmam dedi Hak arz u semaya
Kenzen bilindi dil madeninden."

Aslında bu beyit kudsi bir hadisin farklı bir dille ifadesinden ibarettir: "Küntü kenzen mahfiyyen, fehalaktu’l-halka liya’rifûnî – Gizli bir hazine idim, beni bilsinler diye mahlukatı yarattım." İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri "Kenz-i Mahfi" adlı eserinde izah getiriyor bu duruma.

Kenz-i Mahfi

Allah her zaman kendini ilmiyle biliyordu. Kudretiyle belli tasarrufları vardı. Fakat o alemler başka alemlerdi. Allah bir kere de bizim fizik alemi diyebileceğimiz, maddeden mürekkep bir alemde kendini ifade etmek ve tanıtmak istedi. Dolayısıyla "Kenz-i mahfi"yi Allah’ın fizik alemindeki tecellilerinden önceki durum için kullanılan bir ifade şekli olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca şunu da baştan bilmek gerekir ki bizler dîk-i elfazdan (sözlerin yetersizliğinden) dolayı "önce" veya "sonra" diyoruz. Yoksa zamandan ve mekandan münezzeh olan O’nun için öncelik ve sonralık bahis mevzuu değildir.

İşte bu Kenz-i mahfi belli bir fasıldır. Cenab-ı Hak berzahta da kendini ifade edecek. Orada da varlığı hem gözüyle görecek, hem de gören gözlerin gözüyle. Ardından mahşer alemini yaratacak, orada görecek ve gösterecek. Mahşer alemi de içinde yaşadığımız bu aleme hiç benzemeyen ayrı bir alemdir, ne kadar sürer belli değil. Mesela biz burada atomlar, protonlar, nötronlar diyoruz; belki orada anti atomlar, anti nötronlar, anti protonlar, anti partiküller olacaktır da Allah onlardan bir alem yaratacaktır ve orada Zatına, sıfat-ı sübhaniyesine ait hususiyetleri sergileyecek; sergileyecek zira her hünerber Zat kendi sanatını teşhir etmek ister. O’nun teşhiri Cennet’te de devam edecek.

Cenab-ı Hakk’ın böyle değişik alemlerde kendini değişik şekillerde tanıtması tebeddül veya tagayyür (O’nun değişiyor olması) anlamına gelmez. Cenab-ı Hak’ta tebeddül, tagayyür, elvan u eşkal (renkler, şekiller) yoktur. Cennette mazhar olunacak nimetlerde ise tebeddül, tagayyür, elvan u eşkal olacak ve her zaman bambaşka, farklı şeylerle karşılaşacaksınız.

Bu Dünyada Hikmet Kudretin Önündedir

Bizler bu dünyada da bu türlü değişmeler yaşayıp duruyoruz: Alem-i ervahta (ruhlar alemi) idik, rahm-i mâdere (ana rahmi) düştük, bir sperm ile bir yumurtanın buluşmasıyla "ben" dediğimiz bir varlık olduk O’nun nihayetsiz kudretiyle... Bu dünyada cereyan eden işler kudret ile ortaya çıkıyor fakat hikmet iki adım kudretin önünde. Zira bütün bunların bir manâya, sabit kurallara bağlanması lazım. Adet-i sübhaniye dediğimiz şeyler vaz’ edilmesi lazım ki, hilafet unvanıyla yaratılan insan bunlara müdahale ettiği zaman şaşırmasın, elleri birbirine dolaşmasın. Çünkü mesela, bugün iki element yan yana gelince şu olur, ertesi gün başka bir şey olursa siz ilim adına hiçbir şey ortaya koyamazsınız. Dolayısıyla bu dünyada hikmet kudretin iki adım önünde duruyor. Bir başka tabirle her şey kudretle yaratılıyor ama her şey hikmetle cereyan ediyor, tabiri caizse hikmet "burada söz bende" diyor.

Ahirette Kudret Önde Olacak

Ahirette tamamen kudret hakim olacak. Çünkü imtihan yok orada. Dolayısıyla insanlar orada hep sürprizlerle karşılaşacak, canlı-cansız her şey, her an değişebilecek. "Ve ütû bihî müteşâbihâ – (Cennet nimetleri) onlara (dünyadaki rızıklarına) benzer şekilde verilir." (Bakara, 2/25) ayeti Cennet’te birbirine benzeyen, ayniyet ölçüsünde bir misliyetle her şeyin deveran edeceğini, tebeddül ve tagayyüre uğrayacağını ve farklı elvan u eşkalle insanların karşısına çıkacağını gösteriyor.

Hakikatü’l-hakâyik’i (hakikatlerin hakikati) insan bilebilir, duyabilir mi?

İnsanın duyması, bilmesi, görmesi gerekli olan birçok şey var. Ama onların en önemlisi hiç şüphesiz hakikat ve hakikatü’l-hakâiktir. İster hakikat ve hakikatü’l-hakâik isterse bunun aşağısındaki şeylerin, insan tarafından duyulması, bilinmesi, hissedilmesi ve keşfedilmesi mümkündür; ama buna mâni birçok sebep vardır. Bir başka tabirle insan potansiyel olarak bunları duyacak mahiyette yaratılmıştır; fakat mahiyetinde var olan zıt şeyler buna engel olabilir. Mesela, insanın içte ve dışta şeytan ve şeytanî düşüncenin temsilcileri ile kavgası veya nefis kalb zıtlaşması. Daha genel anlamda vicdan ve nefis mekanizmaları içinde yer alan zıt duyguların birbiri ile çatışması. Ancak Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) hakikate ulaşmaya mâni bu türlü engelleri aşmıştır. O kendisi adına “Benim nefsim bana teslim oldu” derken kalbinin zaferini söylüyor ve bizlere nefsinin pes ettiğini hatırlatıyor; ama herkesin buna mazhar olması o kadar kolay değil.

Hakikî şükür ve Süleyman’ın (a.s.) şükür talebi

Soru: Efendim, Süleyman aleyhisselamın, şükre muvaffak kılması için Cenâb-ı Allah’tan yardım istemesini kendi adımıza nasıl değerlendirmeliyiz?

Cevap: Neml Sûresi, Süleyman aleyhisselamın şükredebilmek için yardım istemesini ve o duasına vesile olan hâdiseyi meâlen şöyle anlatır: “Günün birinde, Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplanmış, hepsi birlikte, düzenli olarak kendisi tarafından sevk ediliyordu. Derken Karınca Vadisi’ne geldiklerinde, onları gören bir karınca ‘Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin! Süleyman ve orduları, sizi fark etmeyerek ezip çiğnemesinler!’ diye seslendi. Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek ‘Ya Rabbi!’ dedi, ‘Beni nefsime öyle hâkim kıl ki, gerek bana gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim, seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim. Bir de lütfedip beni sâlih kulların arasına dahil eyle!” (Neml, 27/17-19)

Hz. Süleyman aleyhisselam, babası Davûd aleyhisselam aracılığıyla kendilerine şükür emredildiğini; verilen onca nimete aynı ölçüde mukabelede bulunmanın da sadece Allah’ın yardımıyla mümkün olacağını biliyor ve “Sen bizi tutar, destekler, teyid buyurur ve kalbimizi, ruhumuzu, hissimizi açar, bir lisanla bin türlü şükretme imkânını bahşedersen sana ancak o şekilde lâyıkıyla şükredebiliriz” mânâsına gelen bir talepte bulunuyor.

Hani insan ister ki, evliyâullaha müyesser olduğu gibi öyle bir tesbih çeksin, bir tesbihe binlerce “Sübhanallah”ı sığdırsın; bir defa desin, ama binlerce tesbihi birden demiş gibi kalbi açılsın. Bu hal mümkündür ve o çok büyük, engin bir kalbe vâbestedir. İşte Süleyman Nebi gibi peygamber efendilerimiz ve ehlullahtan bazı Hak erleri zerrât-ı kâinatı âdeta tesbih tanesi gibi kullanır; bir tesbihle binlerce “Sübhanallah”ı seslendirirler. Allah’a (celle celâluhû) karşı şükürde bulunacaklarsa, bir kapıdan “Şükür!” der; ama şükür sesini, hamd sadâsını yüz kapıdan birden yükseltir; fakat yine bunu da az görürler. Çünkü onlar, nimetlerin farkındadırlar. Farkında olmak, o nimette bir enginlik hasıl eder onların gönlünde. Yapıp ettikleri fiilî, kavlî ve fikrî hiçbir şükrü yeterli görmezler ve “Ben bu nimetlerin şükrünü eda edemem” der şükrü daha iyi eda edebilme yolları ararlar.

Onlardaki bu hali şöyle düşünebilirsiniz: Biz, bir sofrada yemek yer, ellerimizi kaldırır, dua ve şükrederiz. Dua ve şükrümüz, bir yönüyle sadece yediğimiz yemek etrafında döner. Oysa ki, kalbimiz engin olursa, biz yediğimiz o yemeği, dün yediğimiz, ömrümüz olursa yarın yiyeceğimiz yemekle ve aynı zamanda sevdiğimiz insanlara lütfedilen rızıklarla, bütün mü’minlerin yemekleriyle beraber duyar, Rezzâk-ı Kerîm’in topyekün varlığı rızka boğmasını hisseder ve kendimizi çok azim bir nimet sofrası önünde buluruz. Buluruz da, sadece o an soframıza konan nimetleri değil; bütün varlığa bahşedilen lütufları tahayyül eder, ağzımız kuvve-i zâikasıyla o nimeti tattığı, gözlerimiz onlardan ayrı bir zevk aldığı, kulaklarımız bambaşka bir haz zemzemesi duyduğu ve letâifimiz apayrı bir lezzete açıldığı gibi herkese verilen bütün rızıkları nazara alarak bütün zerrelerimizle şükrederiz. İşte, sadece mevcut nimetlere “Elhamdulillah” deme başkadır; engin gönüllü insanların geniş bir kapı aralayıp bin dille şükretmeleri başkadır. Birisi kalıplar arasında sıkışmış, çok dar bir teşekkür; öbürüyse binlerce dille seslendirilen geniş bir şükürdür.

Evet, şükre esas teşkil edecek, ister doğrudan doğruya, isterse de şöyle böyle şahsımızı, insanî hislerimizi alâkadar eden, bizde bir ilgi uyaran başka varlıklara ait ne kadar nimet varsa onların hepsini birden nazar-ı itibara alarak Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunup “Eşşükrü lillah” demek, o lisanlar sayısınca birbirini çağrıştıran ve nâmütenâhî keyfiyete bürünen bir şükür olur. Fakat böyle bir şükür dahi, Zât-ı Ulûhiyet’in büyüklüğüne uygun değildir. İşte Süleyman aleyhisselam bunun idrakıyla “Ya Rabbi!” diyor, “Beni nefsime öyle hâkim kıl ki, gerek bana gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim.” Cenab-ı Hak’dan kendisini te’yid etmesini, ona zahir olmasını istiyor. Ayrıca, sâlih amel hususunda da Allah Teâlâ’nın inayetine sığınıyor. Ve dahası, sâlih amel isterken de Rahman-u Rahîm’in rızası hangi amel ve hangi yönde ise ona muvaffak kılınmayı, onun rızasına ermeyi talep ediyor.

Soru: Efendim, Süleyman aleyhisselam “Sebe Melikesi”nin tahtını bir anda kendi yanında bulunca hemen onun da Allah’ın bir ihsanı olduğunu söylüyor zannediyorum.

Cevap: Evet, Neml Sûresi’nin kırkıncı âyetinde bu şükran hissi ifade ediliyor. Âyet-i kerime meâlen şöyledir: “Ama nezdinde kitaptan ilim olan bir zât da ‘Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu (tahtı) getirebilirim.’ der demez, Süleyman, kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görünce ‘Bu, Rabb’imin lütuflarındandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım diye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehine olarak şükreder, nankörlük eden ise bilmelidir ki Rabb’im onun şükründen müstağnidir, onun şükrüne ihtiyacı yoktur, onun ihsan ve keremi boldur.’ dedi.” (Neml, 27/19).

Hz. Süleyman’ın oturduğu Filistin ile Sebe arasındaki mesafe iki bin kilometreden fazlaydı. Cenâb-ı Hak ona, bir mucize olarak, o mesafeden kraliçenin tahtını getirme imkânı vermişti. Bir kuvve-i kudsiye ile onun yetiştirdiği, ledünniyâta vakıf bir zât, eşyanın naklindeki sırrı çözmüş, bugünün ses ve görüntü naklinin çok ötesinde -tabir caizse- bir teknolojiyle, bir mucize olarak eşyayı aynen nakletmiş, göz açıp kapayıncaya kadar kilometrelerce ötedeki taht onun yanına gelivermişti. Hz. Süleyman tahtı yanında görür görmez “Hâzâ min fadli Rabb’i (Bu da Rabb’imin lütuflarından biridir.)” demişti. Bu söz, kendini bilme ve Rabb’ini tanımanın ifadesiydi; “Bu mucize iş benden değil, vesile olan o şahıstan da değil, bu da Allah’ın bir lütfudur, bu nimet de Rabb-i Kerim’imdendir” demekti. Kutlu Nebi bu sözüyle Cenab-ı Hakk’a karşı minnetini ifade ediyordu. Yanındaki insanlar, bu seviyede bir ruh haletini paylaşmıyorlarsa onları da ikaz ediyor ve ins ü cinne de ders veriyordu.

Evet, hayatın merkezine rızık konmuş ve o da şükre bağlanmıştır. Açıktan açığa değişik nimetlere mazhariyetleri itibarıyla Hz. Davûd ve Hz. Süleyman’la (aleyhimesselam) alâkalı konularda şükür kelimesine çok rastlamak mümkündür. Onlar hem pek çok nimete mazhar olmuş hem de şükür üzerinde derince düşünmüş, her nimetin çehresinde Cenâb-ı Hakk’ı görmüş ve sürekli şükür atmosferinde yaşamışlardır.

Hakiki ve şeklî Müslümanlık

Fethullah Gülen: Hakiki ve şeklî Müslümanlık

Soru: Yazı ve sohbetlerinizde sık sık Müslümanlığın şekil ve suretten ibaret olmadığını ifade ediyorsunuz. Bu hususu biraz açabilir misiniz?

Cevap: Soruda da ifade edildiği üzere Müslümanlık sadece şekil ve suretten, görüntü ve gürültüden, lâf u güzaftan ve bir kısım formaliteleri yerine getirmekten ibaret değildir. Bilâkis Müslümanlık bir gönül işidir. Yani şeklin yanında asıl önemli olan öz ve mânâdır. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, sizi ona göre kıymetlendirmez. Bilâkis sizin kalblerinize, davranışlarınızdaki samimiyete bakar ve hakkınızda buna göre hüküm verir.” (Müslim, birr 33; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/284, 539 ) sözleriyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Anadolu’nun saf ve duru sesi Yunus Emre de bir şiirinde;

Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil.
Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil.

mısralarıyla şekil ve görüntüden ziyade asıl üzerinde durulması gerekli olanın gönül olduğunu vurgulamıştır.

İç dışa bir çevrilse

Bu açıdan nice Müslümanlıkta önde görülen, gürül gürül onu temsil etmeye çalışan insanlar vardır ki, hakikatte onların nezd-i ulûhiyette zerre kadar kıymet-i harbiyeleri yoktur. Evet, onlar bu dünyada Müslümanlık adına ön safta görünseler de ötede perişan ve derbeder bir vaziyette olacaklardır. Buna karşılık, burada kendisine değer atfedilmeyen, arkalarda görünen öyle insanlar da vardır ki, ötede, önlerin önüne geçmiş, mânevî hayatında evliya, asfiya, ebrar ve mukarrabînle at başı giden insanlar oldukları görülecektir. Bu açıdan dış görünüşe, ağızdan çıkan laflara, şekil ve suretlere bakarak insanlar hakkında bir yargıya varmak her zaman için bizi isabetli neticelere götürmeyebilir. Bu hakikate dikkat çeken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Nice saçı başı dağınık olan, (önemsenmediğinden ötürü) kapı kapı kovulan insanlar vardır ki şayet onlar herhangi bir hususla alâkalı yemin edecek olsalar, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.” (Buhârî, eymân 9; Müslim, birr 138, cennet 48)

Fakat sakın yanlış anlaşılmasın, bu tür yüce makam ve konumları ihraz edebilmesi için insanın ille de fakir ve hakir görülmesine gerek yoktur. Kalb selâmeti bulunduğu ve konumun hakkı verilebildiği takdirde belirli dünyevî makamlarda bulunan kimseler de Allah’ın izniyle O’nun katında kıymetler üstü kıymete ulaşabilirler. Bu konuda Hulefa-i Raşidîn efendilerimizden her biri bizim için ne güzel örnektir.

Gerçek liderlerin göz yaşartan hayatı

Bildiğiniz gibi, Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, maaşından artakalan miktarı bir testi içinde biriktirmiş ve vefatı sırasında bunun kendisinden sonraki halifeye teslim edilmesini istemiştir. Mesele Hazreti Ömer’e intikal ettiğinde o, “Öyle bir hayat yaşadın ki, Müslümanca hayatı bize yaşanmaz hâle getirdin.” demiştir. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186; et-Taberî,Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/354.) Müslüman olmadan önce büyük bir servet sahibi olan Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, sahip olduğu bütün malı-mülkü Allah yolunda harcamış, sahip olduğu imkânların zerresini dahi kendi hesabına kullanmayı düşünmemiş, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşetmiş olduğu onca geniş imkâna rağmen öbür tarafa giderken dünyevî imkânlar adına elleri boş gitmiştir.

Hazreti Ömer Efendimiz’in hayatı ondan farklı değildir. O, devlet başkanı olduğu dönemde, halktan orta seviyedeki bir insan ne ile geçiniyorsa kendi maaşının da buna göre belirlenmesini istemiştir. Kıtlığın yaşandığı bir dönemde ise hizmetçisine, halkın en düşük seviyedeki bir ferdinin ne ile geçindiğini sormuş, ekmek ve zeytinyağı olduğunu öğrenince, “Bundan sonra bana da böyle yapmak düşer.” demiştir. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/312) O günün iki süper gücünün hakkından gelen bu büyük halife ahirete giderken ellerini silkelemiş ve dünyadan öyle ayrılmıştır. İşte dünyevî ve uhrevî muvaffakiyetin temel esası böyle bir kıvamdan geçmektedir.

Hazreti Osman Efendimiz’in de kendisine göre ayrı bir fazileti vardır. Benî Ümeyye’den gelen ve büyük bir servete sahip olan Hazreti Osman, Muktedâ-i Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), infak talebi karşısında hiç tereddüt etmeden altı yüz deveyi yüküyle birlikte vermiştir. (Tirmizî, menâkıb 18; el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 5/246; et-Tayâlisî, el-Müsned s.164.) O da fevkalâde civanmertliğiyle kendinden önceki iki halifenin faziletini yakalayacak ufka ermiştir.

Keza Hazreti Ali Efendimiz, ömür boyu, eline geçen parayı, yarısını açıktan yarısını da gizli vermek suretiyle infak etmiş; sahip olabileceği onca imkâna rağmen ahirete fakir bir insan olarak yürümüştür.

Bu yüce kametler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lütfettiği geniş dairedeki tasarruf haklarını, makam ve payeleriyle gelen imkânları asla kendi çıkarları istikametinde kullanmamışlardır. Onlar, kendileri adına bir menfaat peşinde koşmadıkları gibi, sahip oldukları imkânları oğulları, kızları, yakınları, tayfaları ve taraftarlarına bir şey kazandırma adına da kullanmamışlardır.

Lider müsveddeleri ve felâkete sürüklenen toplumlar

Milletin emanet verdiği imkânları kendi şahısları, eşleri, evlâtları vs. için kullanan insanlar küfre düşmüş mü olur? Elbette böyle yapan insanlar küfre düşmüş olmazlar. Fakat onların kâfir sıfatlarıyla ittisaf ettiklerinde şüphe yoktur. Hatta beş vakit namaz kılsa, her sene hacca gitse ve oruçlarını tutsalar da bu konudaki zafiyetlerini düzeltmedikleri sürece kâfir sıfatları bir mikrop gibi onların bünyelerinde barınmaya devam edecek, belki de onların tavır ve davranışlarında bir kısım inhirafların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Evet, onlar bünyelerinde tıpkı AIDS virüsü gibi bir virüs barındırdıklarından yanlış düşünecek, yanlış konuşacak, yanlış karar verecek, yanlış icraatta bulunacaklardır. Netice itibarıyla başında bulundukları insanları yanlış politikalarla felâkete sürükleyeceklerdir.

Unutmamak gerekir ki Allah (celle celâluhu), insanlar hakkında onların sahip oldukları sıfatlara göre hüküm verir. Mesela sadakat sahibi olma, başkalarının ırz ve namusuna karşı hassas davranma, iffeti ve ismetiyle yaşama, kimsenin malına-mülküne göz dikmeme, teavün düsturunu işler hâle getirme, tembelliğe karşı ilân-ı harp etme, zamanı tanzim etme, imkânları rantabl olarak değerlendirme, araştırma ve hakikat aşkıyla varlığı didik didik etme gibi gerek tekvinî gerekse teşriî emirlere ait sıfatlar birer mü’min sıfatıdır. Kim bu sıfatlara sahip olursa, Allah onu muvaffak kılacak; bu sıfatlara sahip olmayanlar ise hem bu dünyada, hem de ötede cezalandırılacaktır.

Evet, bir insan “dindarım” dese, Müslümanlığı kimseye bırakmasa da, eğer tembel tembel kahvede oturuyor, bu tembelliğine dedikoduyu, gıybeti, iftirayı ilâve ediyor, sadece zanlarla hareket edip başka mü’minler hakkında kötülük düşünüyor, kötülük konuşuyorsa kâfir sıfatlarla muttasıf bir hayat yaşıyor demektir. Bu sıfatlara sahip olan insan ise -muhalfarz- bir hareketiyle gökteki yıldızları yere indirse, yeryüzündekilere bir maytap şenliği yaşatsa, ışık ziyafetleri çektirse bile, Allah katında bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Belki geçici bir süre, bir göz bağcılıkla insanları aldatabilir. Fakat böyle birisi, Allah’la sağlam bir irtibat kurmadığı, mü’mince bir çizgide yürümediği ve peygamberlerin yürüdüğü yörüngeyi takip etmediği için yalancı bir ışık gibi parlar ama kısa bir müddet sonra söner gider ve peşinden gidenlere de hüsran yaşatır. Bugüne kadar niceleri böyle göz bağcılıkla bir süreliğine kitleleri arkalarında sürüklemişlerdir ama çok geçmeden arkada hiçbir iz bırakmadan çekip gitmişlerdir.

Doyma bilmez iştiha

Bu itibarla bir mü’min şekle aldanmamalı, asıl olanın öz ve ruh olduğunu unutmamalı, ihlâs ve samimiyetten ayrılmamalı, bütün hareket ve hamlelerini Allah rızasıyla irtibatlandırmalı, attığı her adımda murad-ı ilâhîyi takip etmeye çalışmalıdır. Çünkü hayatını Allah’ın vaz’ ettiği disiplinlere uygun olarak tanzim etmeyen bir insan, nefsinin ve şeytanın yönlendirmelerine açık hâle gelecektir. Böyle birisi fırsatını bulduğunda kendi kesesini ve banka hesaplarını dolduracak, hatta kendi ülkesinin bankaları yeterli gelmeyince yurtdışına para transferine başlayacaktır. O, akla-hayale gelmeyecek hilelerle milleti soyup soğana çevirecek, milletten gasp ettiği paralarla kendi saltanatını kurmaya çalışacaktır. Bu tür şeytanca mülâhazalarla hareket eden birisi ise mü’min görünse bile küfür yolunda yürüyor demektir.

Bir dönemde insanlar, hangi yol ve yöntemlerle belirli muvaffakiyetlere imza atmış, belirli zaferler elde etmişlerse, başka bir dönemde onun dışındaki yollarla aynı mazhariyetler elde edilemez. Bunun için onların gittikleri yolun takip edilmesi gerekir. Kat’iyen gayrimeşru yollarla meşru bir hedef yakalanamaz. Hedefin, makul, meşru ve ilâhî olması gerektiği gibi, o hedefe götüren yol ve yöntemin de aynı şekilde meşru olması gerekir. Meşru bir hedefe ulaşma adına gayrimeşru yolların kullanılabileceği şeklindeki makyavelistçe düşünce ise, başka değil şeytanın bir dürtüsüdür. Böyle bir insan, mescide gitse, alnını yere koysa bile onun meyhanedeki, puthanedeki, demhanedeki birisinden farkı yoktur.

Bir zulmü daha büyük bir zulümle örtme gayreti

İdarenin hangi kademesinde bulunursa bulunsun, milletin malını hortumlama, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet alma, bohemce bir hayat yaşama veya kendi çevresini kayırma gibi büyük günahları işleyen insanlar, bu melanetlere başkalarının muttali olmasını istemezler. Dolayısıyla kendilerinden olmayan ve işledikleri gayrimeşru işleri tasvip etmeyen temiz ve dürüst insanların, yaptıkları melânetlere muttali olabilecekleri konumlara gelmesinden rahatsızlık duyarlar. Kendilerine engel olunacağından, yaptıklarının deşifre edileceğinden, aldattıkları kitleler nezdinde kredi kaybedeceklerinden korkar, bütün bunları engelleyebilmek için dürüst ve temiz insanlara akla hayale gelmedik yollarla baskı uygularlar. Çünkü her suçlunun, cürmünü örtme ve içinde bulunduğu suçtan sıyrılma gibi bir gayreti vardır. Hatta onlar, kendilerini masum gösterme adına başkalarına atf-ı cürümde bulunmaktan da kaçınmazlar.

Onlar başkalarının kendi günahlarına muttali olmasını istemedikleri gibi, daldıkları bataklıkta rahatça hareket edebilme adına çevrelerini de kendilerine benzetmeye çalışırlar. Çünkü aynı mesavi ve suçları irtikâp eden insanlar birbirleriyle rahat anlaşırlar. Onlar, hem eleştiri almamış olur hem de yaptıkları işten vicdan rahatsızlıklarını susturmaya çalışırlar.

Bütün bunların yanı sıra onlar, konumlarını, makamlarını ve geleceklerini garanti altına alabilmek için kendilerine muhalif gördükleri insanları uydurdukları bir kısım ad ve unvanlarla karalamaya ve itibarsızlaştırmaya çalışırlar; bunun da ötesinde bütün kapıları onların yüzüne kapamaya ve bulundukları yerlerden tecrit etmeye gayret ederler. Fakat asla unutulmamalı ki bütün bu fiil ve sıfatlar bir mü’minde bulunsa bile kâfirce muamele ve sıfatlardır.

Hakta sebat, problemleri çözmede âlicenaplık

Her şeye rağmen hakikî mü’minlere düşen vazife, bir taraftan tiranların güç ve baskılarına boyun eğmemek, hak bildiği yolda dimdik yürümeye devam etmek, diğer taraftan da “İyilikle kötülük bir olmaz. O hâlde sen, kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.” (Fussılet sûresi, 41/34) âyet-i kerimesi mucebince kendilerine kötülük yapan insanlara bile bir iyilik yolu bularak onları kötülükten alıkoymaya çalışmaktır. Hani Hazreti Mevlâna’nın, “Bir ayağım dinin merkezinde, diğer ayağım yetmiş iki milletin içinde.” veya “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol yine gel! Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel!” şeklinde sözlerinden rahatsız olan hoca kılığındaki bir adam onun karşısına dikilerek ağzına ne geliyorsa söyler. “Zındıksın, fâsıksın, insanları baştan çıkarıyorsun. Herkese kucak açarak Yahudi’ye, Hıristiyan’a, Mecusî’ye yahşi çekiyorsun.” gibi laflar söyler. İçindeki bütün karbondioksiti boşaltır. Bu arada Hazreti Mevlâna, onun söylediklerini kemal-i samimiyet ve kemal-i tevazu ile dinler. Söyleyecek bir sözü kalmayınca Hazret, “Söyleyeceklerin bitti mi?” der. “Evet.” cevabını alınca da “Bu bağrım sana da açıktır. Sen de gel!” der.

Evet, birileri farklı gerekçeler uydurarak bütün kapıları sizin yüzünüze kapatabilir, asgari temel hak ve hürriyetleri bile size çok görebilirler. Hatta dünyanın ta öbür ucundaki hayırlı bir kısım hizmetlerinize dahi engel olmak isteyebilirler. Buna karşılık siz, size düşeni yapmalı, “Allah bize yeter!” deyip, doğru bildiğiniz yolda salih amel işlemeye devam etmelisiniz. Kötülüklerle mücadele ederken de asla mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimânesinde bulunmamalısınız. Evet, yapılan bir kötülüğe karşı aynıyla mukabelede bulunmak zalimce bir kaidedir.

Vâkıa Yüce Allah, “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.” (Nahl sûresi, 16/126) beyan-ı sübhanisiyle buna müsaade etmiştir. Fakat aynı âyet-i kerimenin devamında, “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” buyurmak suretiyle âbide şahsiyetlerin sabır ve af yolunu tutması gerektiğine işaret etmiştir. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca kendisine her türlü kötülüğü reva görenlere karşı hep afv u safh (af ve müsamaha) ile mukabelede bulunmuştur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke fethi sırasında, böyle bir imkânı kendisine bahşeden Allah’a karşı tevazuun bir gereği olarak mübarek başı bineğinin eğerinin kaşına değecek şekilde iki büklüm oraya girmiş; o güne kadar kendisine her türlü kötülüğü yapmış insanların endişe ve korkuyla haklarında verilecek hükmü beklediği esnada kendisinden birkaç bin sene önce Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi, “Bugün size ayıplama ve kınama yoktur. Gidin! Hepiniz serbestsiniz!” (Yûsuf sûresi, 12/92) demiştir. (el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118) İşte civanmertlik ve âlicenaplık budur! Günümüzdeki peygamber vârislerinin takip etmesi gereken yol da budur!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.