• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Hakk’a ulaştıran yollar ve çağımız

Fethullah Gülen: Hakk’a ulaştıran yollar ve çağımız

Allah’la insanlar arasındaki engelleri kaldırıp gönülleri Hak’la buluşturma vazifesi yerine getirilmeye çalışılırken bilhassa birlik ve beraberlik ruhu açısından günümüz itibarıyla dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Hakk’a ve insanlara yakınlaşmanın vesilesi: Kurban

Fethullah Gülen: Kırık Testi: Hakk’a ve insanlara yakınlaşmanın vesilesi: Kurban

Soru: Adanmış ruhlar, Allah’a yaklaşmaya vesile olan kurbanı, gönüllerin birbirine yaklaşmasına da vesile kılmak için hem ülkemizin doğusundan batısına her bölgesine, hem de bilhassa Afrika kıtasındaki gibi fakr u zaruret içinde bulunan dünyanın değişik ülkelerine giderek gönül köprüleri kuruyorlar. Kurbanın bu şekilde bayramlaşmaya vesile yapılması hakkındaki mülâhazalarınızı ve bu işin daha güzel olması yönündeki tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

Hakka hizmete engel olan gaflet türleri

Soru: Hakka hizmet yolunda bulunan bir insanı, yapabileceği hizmetlerden alıkoyacak gaflet türleri nelerdir? İzah eder misiniz?

Hak ve hakikati gönüllere duyurma, ruh-u revân-i Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açmasını sağlama, bilhassa günümüz itibarıyla bazılarının yanlış anlatıp yanlış tanıttığı Müslümanlığın doğru anlaşılması istikametinde gayret sarf etme, onun dırahşan çehresine saçılan ziftleri silme ve yıkama, mü’min olmamızın gereği, müntesip bulunduğumuz dine vefa borcumuz ve en büyük sorumluluğumuzdur. Başka bir ifadeyle devr-i risalet penahide yaşanan Müslümanlığı mükemmel bir temsille mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun olarak ortaya koyma, onu Allah ve Resûlü’nden geldiği ve sahabe tarafından yaşandığı şekliyle insanlığa yeniden ve bir kere daha armağan etme bizim hayatımızın gayesi olmalıdır. Zira günümüzde hakikaten dünyanın dört bir tarafında yangın var. Sûzî gibi diyecek olursak: “Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost! Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!” Eğer derya yanıyorsa, o zaman yanmadık yer yok demektir. Fertler yanıyor, yuva yanıyor, bir mânâda mâbed yanıyor, mektep yanıyor, idare yanıyor hâsılı topyekûn âlem-i İslâm ve dünya cayır cayır yanıyor. İşte bir baştan bir başa alevler içinde yanıp duran insanlığın bu perişan hâlini görmeme, bu perişaniyeti kendi nefsinde hissetmeme, meseleyi böyle bir hassasiyet ve duyarlılık içinde ele almama, hak ve hakikat yolunda koşturan insanlar için bir gaflettir. Oysaki hizmet erlerinin, dünyanın her neresine bir ateş düşerse düşsün, nerede bir perişaniyet yaşanırsa yaşansın, sanki kendi çoluk çocuğunun içine o ateş düşmüş, kendi evlad u iyali o perişaniyet içinde bulunuyormuş gibi bir hassasiyet ve duyarlılıkla hareket etmesi gerekir. Bu da peygamberane bir ruh taşımaya, peygamberane bir azim, kararlılık, ızdırap ve diğergâmlıkla meseleye sahip çıkmaya bağlıdır. Elbette ki peygamberlik sona erdiğine göre artık bu vasıflara sahip olan bir kimse peygamber olamaz. Peygamberler bizi merkup kabul etseler, onu başımıza taç yaparız. Fakat onların sahip olduğu o evsaf-ı âliyeye her zaman talip olunabilir. Allah (celle celâluhu) insanlar içinde peygamberlere teveccüh buyurduğuna göre, peygamberane vasıflara sahip olmaya çalışan o yolun yolcularını da perişan etmez ve hezimete uğratmaz. Bu açıdan evsaf-ı nebevî ile donanarak O’na yaklaşma yolunu araştırmak gerekir. Çünkü İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sıfatları huluk-u azamdır ve aynı zamanda Kur’ân ahlakıdır; dolayısıyla Allah ahlakıdır. Siz de ancak bu sayede kendi gerçek değerinizi bulmuş, kendi derinliklerinize açılmış ve gerçekten kendinizi duymuş olursunuz.

Zannediyorum ancak bu evsaf-ı âliyeye sahip olanlar Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu ufka yelken açabilir ve kendi seviyesine göre o ufukta O’nunla aynı duyguları paylaşabilirler. Dine hizmet yolunda bu duyguları paylaşanları ise O (aleyhissalâtu vesselâm) yarı yolda bırakmaz. Evet, âlem-i İslâm’ın derdiyle kıvranan, oturup kalkıp bir şeyler yapabilmek için beyin sancısıyla iki büklüm olan, ulaşılmadık hiçbir gönül kalmasın diye sürekli plan ve projeler üreten hizmet yolcularını, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman yarı yolda bırakmayacaktır. Siz, “yolda kaldık” dediğiniz an, yemin edebilirim, vallahi O, size, o ışıktan elini uzatacaktır. Belki rüyanıza girerek size “yürüyün” diyecek, belki mübarek ruhaniyetiyle temessül ederek aranızda dolaşacak ve bir vesileyle kuvve-i mâneviyenizi takviye buyuracaktır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sizin yanınızda olunca, Allah’ın izni ve inayetiyle O’nun arkasında yer alan ve başta Ehl-i Beyt olmak üzere tasarrufu devam eden diğer zatlar da sizinle beraber olacaktır.

Maceraperestlik gafleti

Asıl konumuza dönecek olursak, günümüzde hak ve hakikat yolcuları için tehlike arz eden bir diğer gaflet çeşidi ise vazifede dikkatsiz davranmaktır. Bunun da değişik türleri vardır. Meselâ karambole hareket etmek, diplomasinin gerektiği yerde diplomasiyi kullanmamak, kötülüğe kilitli menfî oluşumları hesaba katmaksızın sadece kendi durumumuzu nazar-ı itibara alarak adım atmak, macera adına yanlış işlere girmek, popülizm mülâhazasına takılmak, “kredimizi yükseltelim” anlayışının peşinde koşmak, değişik testlere tâbi tutarak başarılı bir sonuç elde edileceğini garanti altına almaksızın bir işe teşebbüs etmek gibi yanlışlıklar vazifede dikkatsiz davranmanın çeşitleridir. Esasında bu gafletlerin her biri insanı yerin dibine batırmaya yetebilir. Hatta bu tür gafletlere düşen insanlar sadece kendileri batmaz, aynı zamanda gafil bir kaptan gibi, arkalarına takılan insanları da beraberlerinde batırırlar. Çünkü gafil bir kaptanın emrindeki geminin rotası, denizin dibidir.

Diğer yandan bir iş yaparken, bir hakikate tercüman olurken, muhataplarımızı rencide etmeme, kimseyi kırıp geçirmeme, şefkatle herkesin üzerine eğilme, tulumbası elinde bir itfaiyeci gibi sürekli insanların imdadına koşma, celâlden gelen cefa ile cemalden gelen vefayı bir görüp insanlara karşı sürekli cemalî bir tavırla muamelede bulunma, acz u fakrımızı bilme, şevk ü şükürle metafizik gerilim içinde bulunma ve sürekli tefekkürle beslenme mesleğimiz açısından çok önemli esaslardır. Bizim bu esaslara bağlı kalarak, fetanetle hareket etmemiz gerekir. Her teşebbüsümüzde, netice mutlaka hesap edilmelidir. Acaba attığımız bir adımla geriye, kin, nefret ve öfke mi kalacak; yoksa sevgi, muhabbet ve alâka mı? İşte önceden mutlaka bunun değerlendirilmesi yapılmalıdır. Hulâsa, yapılan bütün işlerde öyle dikkatli davranıp öyle basiretli hareket etmemiz gerekir ki, ümitli gözlerle bizden bir şeyler bekleyen insanlar karşısında mahcubiyet yaşamayalım.

Neticeyi sebeplere bağlama gafleti

Sebeplere çok önem verme, her şeyi sebeplere bağlayarak Müsebbibü’l-Esbab’ı hatırdan uzak tutma veya O’nu görememe ya da görmezden gelme de ayrı bir gaflettir. Hz. Pîr umum Risalelerde esbap perdesini sıyırmak suretiyle Müsebbibü’l-Esbab’a kapılar aralamaya ve O’na baktırmaya çalışmıştır. Meselâ bir yerde sebeplerin hikmet-i vücuduyla ilgili olarak şöyle demiştir: “İzzet ve azamet isterler ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Başka bir yerde de kudretin, umur-i hasise ile mübaşeretinin görünmemesi için sebeplerin vaz’ edildiğine dikkat çeker. Demek ki sebepler, müessir-i hakiki değildir. Belki esbabın kıymet-i harbiyesi şudur: Onlar Cenâb-ı Hakk’ın esmasının çok perdelerden geçmiş cilvesinin cilvesidir. Bu açıdan sebeplere bir kıymet verilecekse O’nun hatırına bir değer vermek gerekir. Ama onları bütün bütün değerden düşürmek de cebrîlik olur. Fakat sebepleri her şey gören bir insan da hiç farkına varmaksızın Müsebbibü’l-Esbap’tan gaflette bulunuyor demektir.

Bir misal olması açısından ifade edeyim. Diyelim ki bir arkadaşınız ilk defa bir yere gitti ve orada birdenbire çok semeredâr oldu. Öyle ki bütün diken tarlalarında güller açmaya, bülbüller de şakımaya başladı. Orası âdeta Cennet’e döndü. İşte böyle bir durumda onun bir arkadaşı, “falan olmasaydı bütün bunlar olmazdı” diyerek meydana gelen bütün güzellikleri ona atfetmeye başladığında kendisi bir gaflet içinde bulunduğu gibi, bu sözleriyle arkadaşını da gaflete sürükleyebilir. Çünkü bu tür ifadeler karşısında, eğer arkadaşı bu ağır yükü taşıyabilecek durumda değilse, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarına göre, arkadaşının boynunu kırmış olur.

Bir heyet tarafından yapılan hizmetlerin sadece önde görünen bir insana izafe edilmesi de bu gafletin bir çeşididir. Hâlbuki bir ordunun ganimetini sadece komutanına vermek, umum askerin hakkını yeme demektir. Evet, birçok insanın himmet ve gayretiyle elde edilen semereler, sadece işin başındaki insana verilemez. Ayrıca unutmamalıdır ki, Allah’ın tevfikine vesile olan husus, o insanların vifak ve ittifaklarıdır. Yani Cenâb-ı Hak, her birinin kendine göre bir enaniyet ve gururu olan o insanların, kendi aralarında problem çıkarmaksızın ittifak ve ittihat edebilmelerine lütufta bulunup onları muvaffak kılmaktadır. Şimdi bütün bunları görmezlikten gelerek, başarı ve muvaffakiyetleri tutup da baştaki bir veya birkaç insana verme, “falan yaptı, filan etti” deme, sebepleri görüp de Müsebbibü’l-Esbap’tan gaflet etme demektir.

Kendini bilmeme küstahlığı

Meseleyi daha geniş bir dairede düşündüğünüzde, aynı tehlikenin bir heyet, bir topluluk için de söz konusu olduğunu görürsünüz. Meselâ, dine ve insanlığa hizmet adına yapılan işlerin neticelerini bir camia, kendi gayretine terettüp eden semereler olarak gördüğü takdirde yine gaflete düşmüş demektir. Zira mevcut pozisyonun hâsıl olabilmesi için, ortamın müsait olması, ehl-i dalalet ve ehl-i gafletin kıskançlık, çekememezlik ve gayz gibi engelleyici duygularla sizi takip etmelerine karşılık kimsenin size bir zarar verememesi, gönüllerin muhabbetle size açılması, gidilen yerlerde umulmadık ve beklenmedik ölçüde alâka gösterilmesi, dünyadaki genel atmosferin bu işe müsait olması gibi, belki elli tane unsurun bir araya gelmesi gerekiyor. Bu ise, ihtimal hesaplarına göre ancak milyonda bir olabilecek bir şeydir. Hâl böyleyken nasıl olur da, hâlihazırdaki bunca güzelliği basit birkaç sebebe irca edebilirsiniz. Böyle bir düşünce şimşek gibi aklınızdan gelip geçtiğinde dahi hemen istiğfara yönelmelisiniz. Sızıntı mecmuasının kapaklarına bir iki satırlık nazım gibi bir şey yazarken, bir seferinde içime “Bu buraya iyi düştü.” gibi bir düşünce gelmişti. Hemen şirke girmiş gibi, “Estağfirullah ya Rabbi! Bu eşeğin canını al ve yaptığı işi ona beğendirme!” diye tevbe ve istiğfarda bulundum. Bu açıdan, meselâ “Yaptığım konuşma gönüllere tesir etti ve insanları harekete geçirdi.” gibi bir düşünce şahsın kendini bilmemesidir, daha doğrusu kendini bilmeme küstahlığıdır. Çünkü böyle bir mülâhazayla o, bin ihtimalle ancak hâsıl olabilecek bir tabloyu basit bir sebebe veriyor demektir.

Meselenin bir diğer yanı da şudur: Yapılan hizmetlerde Müsebbibü’l-Esbab’ı görmemek bir gaflettir. Fakat o yolda koşturan insanların kuvve-i mâneviyelerini takviye etmemek, aşk u şevklerinin kırılmasına sebep olmak da ayrı bir yanlışlıktır. Bunun yerine, hizmet eden insanlara “Allah sizden ebeden razı olsun. Cenâb-ı Hak size böyle bir iş gördürüyor. Eğer size değer atfetmeseydi, böyle bir kaderî senaryoda size bu rolü vermez ve sizi birer figüran olarak kullanmazdı. Demek ki Allah’ın size bir teveccühü var. Rabbim, size olan bu teveccühünü devam ettirsin.” diyerek duada bulunmalı ve şirke kapı aralamaksızın onların kuvve-i mâneviyelerini takviye etmeliyiz. Bu noktada göz önünde bulundurulması gereken ölçü şudur: Otuz kırk senedir değişik hizmet faaliyetlerinin içinde olup da önde görünen insanlara boylarından aşkın payeler vereceğimize, onları kutbiyet ve gavsiyetlerle takdir edeceğimize, çok ciddi inhirafı görülmemiş olan bu insanlara olan muhabbet ve hüsnüzannımızı fevkalade sadakat ve fevkalade vefa ile ortaya koymalıyız. Hatta onların düşmüş olduklarını görsek bile, hemen tutup kucaklamalı, düştüğü yerden kaldırmalı, çamurlarını silmeli ve bağrımıza basmalıyız. Dolayısıyla Müsebbibü’l-Esbab’a bakma demek, hizmet için canla başla koşturan insanları bütün bütün görmezlikten gelme demek değildir. Ancak bu görme sadakat ve vefa çerçevesi içinde olmalıdır.

Tekvînî emirlere bakıp da onları okuyamama, onlardan mânâlar çıkaramama, onlar vasıtasıyla Allah’a yürüyememe de önemli bir gaflettir. Konuyla ilgili bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

وَكَأَيِّنْ مِنْ اٰيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ

“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, inanmayan insanlar gelip geçerken (onları kasdî tetkike almadıklarından dolayı) yüz çevirmiş olurlar da farkına varamazlar.” (Yûsuf sûresi, 12/105)

Baştan beri ele aldığımız bütün bu gafletlerin biri diğerine göre nispeten daha önemli olabilir. Başka bir ifadeyle bu gafletlerin önem derecesi şahsın istidat ve kabiliyetine göre değişiklik arz eder. Kimisi için biri, bir başkası için ise diğeri daha ciddi bir imtihan unsuru olarak insanın karşısına çıkabilir. Fakat dinimiz ve Müslümanlığımız açısından meseleye bakılacak olursa çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki, her gaflet def edilmesi gereken şeytanî bir fikir ve şeytanî bir histir. Bundan kurtulmak ise, her zaman basiretle hareket etme, hassas ve duyarlı olma, eşya ve hâdiseleri mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun görmeye çalışma, her zaman gönül gözlerini açık tutma, bakarken görme, kulak kabartırken dinleme, temas ederken hissetme ve bütün bunları vicdana duyurma gibi kalbî, ruhî, fikrî amel ve aksiyonlara bağlıdır.

Hakka Saygı ve Huzur Toplumu

Fethullah Gülen: Hakka Saygı ve Huzur Toplumu

Soru: İster ferdî hakların isterse kamu hukukunun usûlüne uygun olarak yerine getirilemediği durumlarda, hakkı ikame etme duygusunun vicdanlarda daha belirgin bir şekilde kendini hissettirdiği görülmektedir. Bu açıdan hakkı ikame etmeye çalışırken hakkaniyet ve hukuk dışına çıkılmaması adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir? Adalet ve hukukun kamil mânâda hayata geçirilmesiyle toplumdaki huzur ve emniyetin temini arasında nasıl bir münasebet söz konusudur?

Hâlâ Vakit Varken...

İmanın ve tevbenin kabul edilmediği "hâlet-i ye's" hangi zaman dilimini kapsar. Sebepler açısından iki-üç ay ömrünün kaldığını öğrenen bir hastanın o andan sonraki hali de hâlet-i ye's sayılır mı? Böyle bir hastanın, tam suda boğulacağı an inandığını söyleyen ama imanı makbul sayılmayan Firavun'unki gibi bir akıbete düçar olmaktan endişe duyması doğru mudur?

Halkın içinde Hak'la beraber

Soru: Yalnızca ibadet, zikir, riyâzet ve tefekkürle meşgul olmak ve bu yolla mâsivadan bütün bütün sıyrılmak için bir köşeye çekilip toplumdan uzak ve yalnız başına yaşamayı tavsiye eder misiniz? Uzlet ve halvet konusunda mefkûre kahramanlarının takip etmesi gereken çizgi nasıl olmalıdır?

Hamaset ve sadakat

Fethullah Gülen: Nuranî kardeşlik bağları

Hak ve hakikatle tanışmamıza vesile olan ve bundan dolayı kendilerine karşı derin bir sevgi ve saygı duyduğumuz büyük zatlar hakkında konuşurken dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir, izah eder misiniz?

Hammadûn Ümmeti

Ümmet-i Muhammed'in bir isminin de "Hammadûn ümmeti" olduğu ifade ediliyor. Burada şükrün değil de hamdin kullanılmasının hikmetini ve "hammadûn" kelimesinden kastedilen mânâ nedir?

Hangi parti?

Soru: Muhterem Efendim, siyasetten uzak kalmadaki ısrarınızın sebebini lütfeder misiniz?

Cevap: Aslında, siyaset, bugünü yarınla, yarını da öbür günle bir arada düşünmek ve halkın hoşnutluğunu Hakk’ın rızasıyla beraber mütalâa etmek gibi geniş perspektifli bir idare sanatıdır; fakat günümüzde siyaset sadece parti, propaganda, seçim ve iktidar mücadelesi şeklinde anlaşılmaktadır.

Servet, şöhret, güç ve kuvvetle elde edilen hâkimiyet gelip geçicidir; bâki olan, hak ve adaletin hâkimiyetidir. Onun içindir ki, en büyük siyaset, hak ve adalet taraftarlığında aranmalıdır. Heyhât; dünyanın pek çok ülkesine baktığımızda şöyle düşünmekten kendimizi alamıyoruz: Nerede adalet ve hak düşüncesiyle bütünleşen siyaset, nerede çoğu yalan ve tezvirden ibaret olan sokak şarlatanlıkları!...

Maalesef, günümüzde insanların büyük bir bölümü, günlük politika oyunlarını, kitlelerin aldatılıp iğfal edilmesini, iktidar ve menfaat mücadelelerini ve bu uğurda bütün gayr-ı meşrûların meşrû gösterilmesini siyaset telâkki etmektedir. Bu yanlış yorum ve telakkiden dolayı kalbî hayatım, düşünce istikametim ve Hakk’la münasebetim adına her türlü siyâsî hareketten uzak kaldım ve bundan sonra da uzak kalmayı zarûrî görmekteyim.

Soru: Amerika’ya gelmeden önceki birkaç sene içinde farklı siyasî anlayıştan insanlarla bir araya geldiğiniz, görüşüp konuştuğunuz medyaya yansımıştı. Bu görüşmeleri siyaset dışı olarak mı değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Ben düz bir vatandaşım ve bir vatandaş olarak herkesle görüşme hakkım olduğunu zannediyorum. Siyasîlerle görüşmelerimde, onların bazı siyasî mülâhazaları olabilir, fakat şimdiye kadar benim hiçbir siyasî mülâhazam olmadı. Zaten görüşme teklifleri hep muhataplarımdan gelmiş ve ben de bunu memleket meselelerini anlatmak için bir fırsat kabul etmiştim. Mesela, bir “Terör Kanunu” mevzuu olduğu zaman, hem parlamanterlerle, hem de başbakan ile görüşmüşümdür. Milletimizi yeniden akrebin kıskacına çekme meselesi olunca, içimde ürperti hâsıl olmuş, ben de endişelerimi devlet büyüklerine anlatmışımdır. Görüştüğüm her insana da, “Keşke, en sağdakinden en soldakine kadar bütün partiler, memleket meseleleri üzerinde anlaşabilseler, millî meselelerde zıtlaşmaya gitmeseler” demişimdir. Bu şekilde fikir alış verişinde bulunmamın da çok normal olduğunu düşünüyorum.

Hükümet, adalet ve asayiş demektir. Bunların bulunmadığı bir yerde hükümetin varlığından söz edilemez. Hükümet bir değirmene benzetilecek olursa, çıkardığı un; nizam, huzur ve emniyettir. Bunları çıkarmayan bir değirmen ise kuru bir gürültüden ibarettir ve hep hava öğütür. İşte, adalet ve asayişin yara aldığını/alabileceğini zannettiğim hususlarda milletimizin yararına olacak bazı tedbirler alınmasını tavsiye ettiğim zamanlar olmuştur.

Görüşmelerde hep günlük siyasetten uzak, umumî ve kalıcı mevzuları dile getirmeye çalışmışımdır. Mesela, bir defasında şunları söylediğimi hatırlıyorum: “Bir hükümetin milletine ‘Benim milletim’ demesinden ziyade, bir milletin başındaki hükümete ‘Benim hükümetim’ demesi önemlidir ve zannımca her zaman aranan da işte budur. Aksine millet, başındaki hükümeti bünyesine musallat olmuş tırtıl silsilesi olarak görüyorsa, o bünye ile o baş, çoktan birbirinden kopmuş demektir.”

“Halkın kalbinde devlete saygı, hükümete hürmet, memurun şiddetiyle değil, devleti idare edenlerin tavır ve davranışlarındaki ciddiyet, iş ve hizmetlerindeki samimiyetle kazanılmaya çalışılmalıdır. Şimdiye kadar zalim memurların istibdadıyla veya kitlelerin iğfaliyle hiç kimse hiçbir yere varamamıştır.”

“İrfan ve asaletten mahrum, devlet işlerinden de anlamayan nasipsizler, şayet yanlışlıkla birer vazife başına getirilmişlerse, hükümetin gücünü kullanmaktan, onun iktidarını istismar etmekten, her yerde kendi çıkarlarını aramaktan ve despot birer kral gibi hüküm sürmekten geri kalmayacaklardır. Böylelerinin iktidarda olduğu bir ülkede sadece zalimlerin “hayhuy”u ve mazlumların iniltisi duyulacaktır ki, bu şeâmetli seslerin yükseldiği hemen her yerde Âd ve Semûd’un âkıbeti kaçınılmaz olagelmiştir.”

Evet, bir hükümet, milletinin yalnız iş, hareket ve davranışlarını değil, düşünce ve anlayışını da tanzime çalışmalıdır. Böyle bir tanzimde en önemli esas ise, düşünce birliği, his birliği, tâlim ve terbiye (öğretim ve eğitim) birliğidir. Bir milleti meydana getiren fertler, ayrı kültür ve ayrı düşüncelerle besleniyor, birbirleriyle zıtlaşıyor ve birbirlerine karşı farklı anlayışların kavgasını veriyorlarsa, o milletin kendi kendini yiyip bitirmesi mukadderdir. Ben milletimizin bir ferdi olarak onun böyle bir akıbete uğramaması için doğru bildiğim hususları her fırsatta söylemeye çalıştım.

Soru: Zât-ı âlinizin o görüşmelerini “pazarlık” olarak anlayanlar ve bazı partileri desteklediğinizi iddia edenler olmuştu. Herhangi bir partiyi desteklediğiniz oldu mu?

Cevap: Maalesef, bugün de o türden asılsız iddialarda bulunanlar oluyor. Fikirleri siyasetle bulanmış ve her şeyi dünyevî çıkarlar ve siyasî maksatlarla açıklama eğilimindeki bazıları anlayamasa veya anlamamakta diretse de, Kur’ân-ı Kerim, Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesi ve selef-i sâlihînin safiyane içtihadlarından çıkardığım dinime ve milletime hizmet çizgimde, siyasetin ve dünyevî ücretlerin en ufak bir yeri olmadığına hayatım şahittir.

Adımı dünden bugüne bazı partilerle birlikte ananlar olmuşsa da, bütün bunlar, bir kasda dayanmıyorsa, mutlaka bir yanlış değerlendirme ve yanlış bilgiden kaynaklanmaktadır. Hizmet felsefem gereği, her türlü iç bölünme ve anarşiye; din, medeniyet ve demokrasi gibi sahalardaki inhisarcılığa; onları memleket içinde menfi kullanmaya ve insanımız arasında bölünmelere vesile kılmaya karşı olduğum ve daima devletin, ülke bütünlüğünün ve memleket içinde istikrarın yanında bulunduğum herkesin malûmudur. Fakat bir zaman Adalet Partisi’ni, bilâhare Anavatan Partisi’ni, daha sonra Doğru Yol Partisi’ni ve önceki seçimde de DSP’yi desteklediğim gibi bir vehme kapılanlar veya böyle bir vehim üretmekte kendileri açısından yarar görenler olmuştur.

Şu ana kadar Sayın Başbakan dahil, hiç ama hiç kimseyle siyasî maksatlı görüşmem ve -kullanılması ve bir kelime olarak anılması bile rahatsızlık verici- herhangi bir pazarlığım olmamıştır; olması mümkün değildir ve ileride de olmayacaktır. Ben, şu kadar milletvekili koltuğuna değil, Kur’ân-ı Kerim’de, her mü’minin arzusu olan cennet dahil, her şeyden daha büyük ve daha değerli olduğu ilan edilen Allah’ın rızasına talibim. Şu ana kadar hiçbir partiye doğrudan veya dolaylı, yazılı veya sözlü en küçük bir destek vermediğim gibi, bu konuda ve herhangi bir parti ya da adayın seçim çalışmaları veya seçimde desteklenmesi hususunda en yakınlarıma bile herhangi bir ihsasta bulunmuş değilim.

Soru: Merhum Turgut Özal’ı ve en son da Sayın Bülent Ecevit’i desteklediğiniz iddia edilmişti. Onların dindar kesimden de oy almalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Bir insanı takdir etmek ve ona saygı duymakla onun siyasî destekçisi olmak farklı farklı şeylerdir. Merhum Turgut Bey takdir ettiğim ve saygı duyduğum bir insandı; fakat benim ona oy verilmesi için tavsiyelerde bulunduğum iddiası doğru değildir. Bu meseledeki sır, milletimizin vefasında ve basiretinde gizlidir. Turgut Bey, hayatı boyunca yüksek gayeler arkasında koşmuş, hep ufuklu yaşamıştı. Büyük bir düşünce ve devlet adamıydı. Eğitim adına yapılagelen hayırlı faaliyetlerin de sürekli destekçisi olmuştu. Onu bu şekilde tanıyan halkımız da bir vefa duygusuyla ona destek çıkmıştı.

Sayın Bülent Beye oy verilmesi hususunda da kat’iyen bir tavsiye ve teşvikte bulunmadım. Zaten Sayın Ecevit’in böyle bir talep ve beklentisi de olmadı.

Münasebetlerinde oy almayı hedef edinmedi. Bülent Bey dürüstlüğün sembolü oldu. Dün farklı, bugün farklı konuşmadı. Solu, Türkiye gerçeklerine göre yeniden şekillendirdi; “din”iyle, “ulusal değerleri”yle barışık bir sol kültür oluşturmaya çalıştı. Onun içindir ki, her dindarı mürteci görmedi. Solun, samimî dindarlarla barışık olabileceğini gösterdi. Basiretli Türk halkı da, dürüst ve tutarlı tavrının karşılığı olarak onu destekledi. O, kendisine yöneltilen bütün tenkitlere rağmen, özellikle yurt dışındaki kültür elçilerimiz olan fedakâr öğretmenlere ve eğitim faliyetlerine sahip çıkarak halkın gönlüne taht kurdu. Zannediyorum, seçimlerden sonra ayrılacak olmasaydı bu halk yine onu desteklerdi.

Milletimiz samimî gayretleri hiçbir zaman karşılıksız bırakmadı. Kim vefalı ve hasbî davranmışsa halk da ona karşı aynı vefa ve samimiyetle muamelede bulundu.

Soru: Efendim, son haftalarda medyada “Fethullah Gülen Cemaati falan partiye oy verecek” şeklinde haberler çıktı. Sizi sevenler oylarını hangi partiye verecekler?

Cevap: Evvela, daha önce de defaatle söylediğim gibi; “Fethullahçı” şeklindeki ifadelerden tiksinti duyuyorum, “-cı”, “-cu” türü sözlerden hiç hoşlanmıyorum. “Cemaat lideri” gibi yakıştırmalardan küfür işitmiş gibi rahatsız oluyorum. Sadece müşevviki olduğum, eğitim faaliyetlerine gönül vermiş insanları “cemaat” şeklinde değerlendirmenin de yanlış olacağını düşünüyorum. Sevgi, diyalog, hoşgörü, barış ve karşılıklı anlayış esaslarına dayanıp eğitim seferberliğine çıkan samimî insanların faaliyetlerini “Gönüllüler Hareketi” şeklinde ifadelendirmenin doğru olacağını zannediyorum.

Saniyen, fakiri tanıyan insanların, benden ferdin hür iradesiyle vereceği kararları etkileyen siyasî telkinlerde bulunacağımı ve bir başkasına “Oyunu şu partiye vermelisin” demek gibi bir nezaketsizliğin içerisine gireceğimi bekleyeceklerine inanmıyorum. Başkaları parti kurabilir ya da bir partiyi destekleyebilirler. Bu, o insanların kendi hizmet anlayışlarıdır. Onları da kınamaz ve yadırgamayız. Fakat kendilerini baştan beri siyasetin dışında tutan ve farklı bir çizgide insanlığın hizmetine adanmış ruhların, değil bir partiyi desteklemeleri, dünya sultanlığı bir altın tepside sunulsa, “Yanlış anlaşılırız, sevgi kahramanlarıyla ümide kapılanlara inkisâr-ı hayal yaşatırız. ‘Demek ki bunlar da makam mansıp sevdasına tutulmuş, meğer bunca gayret iktidar içinmiş, şimdiye kadarki sevgi ve hoşgörü mesajları yalanmış…’ dedirtiriz” diyerek o altın tepsiyi de yere çalmaları gerekir.

Biz bütün partilere “eşit yakınlıkta”yız. Daha önce de ifade ettiğim gibi, “eşit uzaklıkta” demiyorum; “eşit yakınlıkta”yız; çünkü her partinin müntesipleri, sempatizanları bizim insanımızdır. İnsanların partileri, siyasî anlayışları bizim onlarla dost olmamıza mâni değildir.

Herkesi kucaklayanlar, muhabbet fedailiğine soyunanlar, geçici politik çıkarlar için kimseyi dışlamazlar; kimseyi siyasî anlayışına ve partisine mahkûm etmezler. Kim ne yakıştırırsa yakıştırsın, kim hangi vehim, beklenti ve sû-i zanlarını seslendirirse seslendirsin onların çizgisi bellidir: Onlar ne herhangi bir partiyi destekleyip diğerlerini bir kenara iter, ne de bir şartlanmışlık ve ön kabulle herhangi bir partiye karşı cephe alır.

Evet, bugüne değin sözlerimde ve yayınlanmış eserlerimde partiler-üstü (bu ifadeyi bir fazilet göstergesi olarak kullanmıyorum) konumumuza gölge düşürecek herhangi bir ifade vaki değildir. Esas itibarıyla, memleketimizin kargaşa ve kavgalardan dolayı ağır zarara uğrayacağını düşünen bir insan olarak, toplumda her meseleye diyalog, uzlaşma ve hoşgörü ortamı içinde çare aranması gereğine inanıyorum. Buna karşılık, çatışmalardan medet uman ya da gündelik siyasî çıkarlarını ön planda tutan bazı çevreler, beni de siyasî çekişmelerin tarafı haline getirmek istemektedirler. Ancak bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da benim herhangi bir biçimde politik tartışmalara katılmam söz konusu dahi değildir.

Bu vesile ile bir kez daha ifade edeyim ki, bütün vatandaşlarımızın kendi serbest tercihleri yönünde demokratik anayasal haklarını kullanmaları tavsiyesi dışında, herhangi bir partinin desteklenmesi ya da engellenmesi gibi bir düşünce ve davranış içinde değilim ve bundan sonra da asla olmayacağım. Ben milletimizin basiret ve firasetine güveniyor; onların partiler üstü düşüneceğini, herhangi bir partiden ziyade millet ve memleket menfaatlerini öne çıkaracaklarını ümit ediyorum. Kaynağı kim olursa olsun, bu kanaat ve beyanım dışındaki her tür iddianın gerçekten uzak bir yakıştırma, vehim ve sû-i zan olduğunun bilinmesini istiyorum.

Hasbî Ruhlar ve Maaş

Soru: "Hizmette önde, ücrette geride olmak" düsturunda zikredilen "ücret" kavramına neler dahildir? Bizim için birer imtihan vesilesi olan ücretler nelerdir?

Ücret; karşılık, mükâfat, çeyiz, mehir manalarına gelir ve çoğulu "ücur" dur. Bir terim olarak ise; yapılan bir iş için belirlenen bedel, sa’y ve gayretin karşılığı demektir. Fıkıh ıstılahında, bir hizmet akdiyle bir ücret karşılığında meşrû olan bir işi yapmak üzere emeğini kiraya veren ve günümüzde ücretli, emekçi ya da işçi diye isimlendirilen kişiye de "ecir" denir.

Yapılan işin türüne ve çeşidine göre ücret de değişir. Bir insan, bir başkasıyla ortak çalışıyorsa, o ortaklıkta hissesine düşen kâr, onun ücretidir. Bir işçi iş sözleşmesinde belirlenen miktar kadar ücret elde eder. Bir hammal da sırtında taşıdığı yükün ağırlığınca ve gideceği yerin uzaklığına göre takdir edilen bir bedel alır ki onun ücreti de o bedeldir. Terzi ve ayakkabıcı gibi meslek erbabı, verilen işi yaptıktan sonra o işin bedelini hak etmiş olur ve alırlar. Önceden tayin edilen bir anlaşma süresi içerisinde, belirlenmiş bir ücretle sadece bir işveren için çalışan kişiler de vardır ki, bunlar tek işverene bağlıdır ve o süre içerisinde iş olmasa da ücretlerini alırlar. Devlet memurları da bunlara dahildir. Memurların aldığı ücrete "maaş" denegelmiştir ki, bu kelime de Arapça asıllıdır; "geçim" ve geçime esas teşkil edecek bir miktar manasına gelmektedir. Herhangi bir devlet müessesesinde çalışan bir memur bütün mesaisini oraya verdiği için bir manada zamanını satıyor ve ücret olarak onun karşılığını alıyor demektir.

Amel ve ücret, sa’y ve sermaye konusu, sosyal ihtilaller tarihine girmiş çok önemli bir meseledir. Nitekim; Bediüzzaman Hazretleri, "Şu âlemin ihtilâli nedir?" sorusuna "Say'in sermaye ile mücadelesidir." diye cevap vermiştir. Zenginlerin, ücret mukâbilinde fakirleri kendilerine hizmetçi yapmalarının, yani, sermaye sahiplerinin ehl-i sa'yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmelerinin büyük ihtilallere sebebiyet verdiğine dikkat çekmiştir. Evet, sosyalistlik ve bolşeviklik sûretinde, önce Rusya'yı perişan eden, sonra da bütün dünyaya yayılan emek-sermaye kavgası zengin-fakir arasına öyle bir kin ve nefret sokmuştur ki, sabahtan akşama kadar on kuruşluk bir ücret için çalışıp didinen fakir insanların kalbine, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazanan sermaye sahiplerine karşı kin duygusu yerleşmiş, her yerde halk ayaklanmaları baş göstermiş ve bu şekilde başlayıp devam eden sınıf kavgaları senelerce sürmüştür.

İslâm toplumunda ecirlerin sömürülmesi mümkün değildir. İşçinin emeğinin karşılığı olan ücretin tam olarak ve zamanında ödenmesi dinimizin çok önem verdiği bir husustur. İslam, işçiyi korumak amacıyla sermaye sahiplerine bazı emir ve yasaklar getirmiş; mesela Kur’an-ı Kerim "Ölçü ve tartıyı tam yapın. İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyin." (A'raf, 7/85) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, iş sözleşmesinde ücretin miktarının belirlenmesini ve bir işçinin daha teri kurumadan ücretinin ödenmesini emretmiştir.

Aslında, devlete ve millete ait işlerin, İslâm'ın ilk yıllarında olduğu gibi gönüllü olarak yapılması ve maişet için başka gelir vesileleri bulunması daha makbul bir yoldur. Hadd-i zatında her memur "Bu ülke benim ülkem, bu ülke için çalışmak da vazifem. Ben, yaptığım şu iş vesilesiyle milletime hizmet etmiş oluyorum; dolayısıyla, hizmetime karşılık herhangi bir ücret almayı da ayıp sayıyorum. Milletime hizmet ederken maaş da ne demek?" anlayışıyla çalışmalıdır. Fakat, kendini bir yere ve bir işe bağlayan, mesela kışlaya, adliyeye, emniyete, kaymakamlık ya da valilik dairesine sabah girip oradan ta akşam çıkan ve sürekli oradaki vazifesini düşünen bir insan, başka bir yerde daha çalışıp ailesinin geçimini sağlamaya asla vakit ve imkan bulamayacaktır. Dolayısıyla bir işe kendini adamış insanlara hayatlarını idame ettirebilecek ve başkalarına el açmayacak kadar bir ücret takdir edilmesi zaruridir.

Bu sistem insanların dine ve imana en safiyane hizmet ettikleri dönemlerde bile bir esas olarak ele alınmış ve uygulanmıştır. Cenab-ı Allah, ganimet mallarının müslümanlara taksimini meşru kılmış; hatta, ganimetin beşte birinin Allah hakkı için ayrılmasını emretmiştir (Enfâl, 8/41). Alimler, ganimetten pay verilecekler arasında Cenab-ı Allah’ın da sayılmasını, "teberrük" şeklinde anlamışlarsa da, burada müslümanların ganimet ya da o tür bir ücret alma hususundaki tereddütlerini kırmak için Cenab-ı Hakk’ın adeta "Ben de bir pay alıyorum" iması ve tenezzülât-ı ilâhiye söz konusudur. Ganimet taksimi ve bir ücret tayini Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) döneminde de, Raşid halifeler devrinde de uygulanmıştır. Vergi memurlarına, mülkî idarecilere ve kadılara maaş verilmiş; dahası, -Mevlâna Şiblî hazretlerinin Asr-ı Saadet serisinde anlattığına göre- Hazreti Ömer zamanında, davalı ve davacılar tarafından yapılabilecek rüşvet tekliflerine iltifat etmemeleri için kadılara çok yüksek bir ücret verilmeye başlanmıştır. Bir zaruret ve bir ihtiyaç bu şekilde giderilmiş; insanlar başkalarına el açma durumunda bırakılmamıştır.

Dini Hizmetler ve Ücret

Şu kadar var ki, ibâdetler ve muâmeleler konusunda Allah'ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak bir tâat olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerîm okuma ve okutma, dinî ilimleri öğretme, imamlık, müezzinlik, müftülük ve vâizlik gibi meslekleri îfa etme de birer taattır; dolayısıyla bunlara karşılık ücret alınıp alınamayacağı hususunda görüş ayrılıkları olmuştur. İlk dönem fukahası bu hizmetlere bedel hiçbir ücret alınamayacağı hükmünü verse de "Müteahhirun devri" de dediğimiz genelde hicrî üçüncü asırdan ve özellikle de beşinci asırdan sonra gelen âlimler Kur'ân-ı Kerîm eğitimi ve öğretiminin para karşılığı yapılabileceğine fetva vermişlerdir. Daha sonra bu fetvaya imamlık, müezzinlik, vaizlik ve müftülük gibi hizmetler de eklenmiştir. Çünkü, zamanla herkes kendi geçim derdine düşünce bu işleri ücretsiz yapabilecek insanlar azalmış ve dini hayatın zayi olması ihtimaline binaen böyle bir uygulama başlatılmıştır.

Gönül ister ki, Kur’an öğretilirken de, imamlık yapılırken de, hadis gibi dini ilimler okutulurken de hiçbir karşılık beklenmese, ücret alınmasa.. çünkü, dini anlatmak ve dinin emirlerini öğretmek Peygamberlik mesleğidir; Peygamberlik mesleğinde de ücret talebi söz konusu değildir. Fakat, bir insan, başka türlü geçimini temin etme imkanı bulamayacaksa, ailesine ve çocuklarına haram ya da şüpheli şeyler yedirmesi söz konusu olacaksa, o zaman, yaptığı iş dine hizmet bile olsa ihtiyaç miktarı bir ücret almak zorundadır. Evet, asıl arzulanan ve daha faziletli olan dine ve millete hizmet yolunda ücretsiz çalışmaktır; ama bu, ücreti bütün bütün nefyetme demek de değildir. Ücreti tamamen kaldırırsanız, arzu ettiğiniz şekilde bir iş ortaya koyamazsınız. Çünkü insanların çoğu "Ben sizden bir ücret beklemiyorum, benim ücretim âlemlerin rabbi Allah'a aittir" (Şuarâ sûresi, 26/109) mealindeki âyetin işaret ettiği Peygamber istiğnasını kavrayacak ve ona göre yaşayacak kıvamda değildir.

Evet, ücretsizlik ve beklentisizlik Peygamberlik mesleğinin şiarıdır.. çok çalışma, hep koşturma, sürekli sa’y etme, zahmet çekip meşakkatlere katlanma, hayatı istihkar ederek ölüp ölüp dirilme ama bütün bunlara bedel hiçbir şey istememe Peygamberlik mesleğinin hususiyetidir. Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah'ın salat ve selamı Efendimizin ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.) efendilerimizin hep aynı cümleyi tekrar ettikleri ve aslında bu sözün bütün peygamberlerde bulunan aynı duygu ve düşünceyi yansıttığı ifade edilmektedir. Hepsinden yükselen ses, "Bu hizmetten dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan ancak Rabbülâlemin’dir." sadâsıdır. Onların herbiri kendi dönemleri itibariyle bu duyguda olan insanların prototipi olduğundan umumun kanaatini seslendirmişlerdir. Tebliğ insanı, yaptığı bu kudsî vazife karşılığında hiçbir ücret talep etmemelidir. Bu ücret, ister maddî ister manevî olsun, mutlak surette ihlâs ve samimiyete gölge düşürür. İhlas ve samimiyete gölge düştüğü zaman da, o işin tesiri kırılır. Hatta değil maddî ücret karşılığında tebliğ yapılması, yapılmakta olan tebliğden manevî bir haz ve lezzet alınmasının dahi, tebliği samimi olmaktan çıkaracağı endişesi taşınmalıdır.

Hazreti Üstad, hediye kabul etmemesinin sebeplerini anlatırken Yâsîn suresinde anlatılan ve beklentisizliğe dikkat çeken bir mübarek Zat’ı da yâd eder: Hazreti Mesih'in havarileri, bazı rivayetlerde Antakya olduğu söylenen yere gittiklerinde, zamanın idarecileri hemen onların hapsedilmelerini isterler. Havarilerin hapsedildiğini duyan Habib-i Neccar koşa koşa onların yanına gider ve ilgililere hitaben, "Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun.." (Yâsîn, 36/21) der. Kur’ân bu âyetle, bir tebliğ ve temsil insanının iki özelliğini nazara vermektedir: Birincisi, tebliğcinin önce kendisinin hidayette olması; ikincisi ise, yaptığı vazife mukabilinde kimseden bir şey istememesidir.

O Bütün Hizmetlerde En Öndeydi

Demek ki, inandırıcı olmanın referansı, beklentisizliktir. Karşılığında bir bedel alınan şey samimi olmaktan nisbeten uzaktır. Bu hususa da değinen Üstad hazretleri, "Hattâ muhabbetin de ihlâsla bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder." demiş; bir zatın, bu ihlâslı muhabbeti, "Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır." diyerek tarif ettiğini ve hâlisâne muhabbetin karşılıksız olması gerektiğini söylemiştir. Ona göre, halis muhabbete tam mânâsıyla anneler mazhardırlar. Hatta bu "anne" sözü öyle şumullü ve öyle umumîdir ki, yırtıcı arslandan alın da tavuğa kadar.. bütün hayvanlar âlemindeki anneler de bu muhabbetten nasiptardır. Bu nasipten dolayıdır ki, onlar yavruları için ölür ölür dirilirler ve karşılığında da hiçbir şey beklemezler. Annelerin, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat ve bir rüşvet istemediklerine delil ise, hayatlarını bile onlar için feda etmeleridir. Onlar, evlatlarına bakar, onları büyütürler; sonra bir gün gelir, o yavrular annelerini de tanımıyormuşçasına çeker gider ve kendi başlarınının çaresine bakarlar. Fakat, anne onlara sitem bile etmez. İnsanî validelerde şuur, his ve zihin olduğundan, mâzî ve sergüzeşt-i hayat orada depolanıp arşivlendiğinden, onlar yer yer çocuklarına minnet edebilir; "Ben seni ne zorluklarla büyüttüm; senin için geceler boyunca uykusuz kaldım" gibi şeyler diyebilirler. Bu hususta, hayvanî validelerin muhabbeti daha samimi ve daha hâlisânedir; onlar hiç minnet etmezler. İşte, bu katışıksız, samimi, halis ve beklentisiz muhabbete "şefkat" diyor, bütün anneleri birer "şefkat kahramanı" olarak yad ediyor ve şefkati mesleğimizin de bir esası sayıyoruz.

Enbiyâ-ı îzâm efendilerimiz ücret istememiş, karşılık beklememişlerdir ama her zaman vazife başında, hizmette önde ve her hayırlı faaliyetin bizzat içinde olmuşlardır. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı bunun örnekleriyle doludur: Hazreti Mikdad, Uhud Savaşı’nda herkesin dağıldığı bir esnada, düşman saldırıları karşısında Allah Rasûlü’nün bir adım olsun geri gitmediğini anlatır. "Allah’ın arslanı" lakabıyla tanınan şecaat kahramanı Hazreti Ali, "Biz savaşın kızıştığı, gözlerin yuvalarından fırladığı zamanlarda Rasûlullah’ın arkasına sığınır, o sayede korunurduk." der. Huneyn Savaşı’na bakarsanız bu sözün en güzel misalini görürsünüz: Savaşın kargaşası içinde Rasûlullah vadinin sağ tarafına doğru çekilir. Bazıları bunu bir geri çekilme gibi değerlendirir; oysa, o bir savaş taktiğidir; bozguna uğramış gibi bir tavır sergilenip düşman bir çember içine alınmıştır. Karşı cephenin askerleri zafer sarhoşluğuyla koşarken Allah Rasûlü müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Yalan yok, ben Rasûlullahım; Ben Abdülmüttalib’in torunu, Abdullah’ın oğlu Muhammedim" diye seslenir, Hazreti Abbas’ın da halkı çağırmasını ister. Hazreti Abbas "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey Rıdvan ağacı altında Rasûlullah’a söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır! Nereye gidiyorsunuz?" diye haykırınca Ashab efendilerimiz "Lebbeyk yâ Rasûlallah" diyerek koşup O’nun çevresinde toplanırlar. O, "İşte ocak şimdi kızıştı" buyurur, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlatır; saldırıya geçilirken yine en önde O vardır.

İnsanlığın İftihar Tablosu, orada önde olduğu gibi hizmetin her çeşidinde her zaman önde bulunmuştur. Bundan dolayı da, bütün tehlike dolapları herkesten önce O’nun başında dönüp durmuştur. Kur’an-ı Kerim, müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz’e tahsis etmiş ve şöyle demiştir: "Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi, ya da seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da onların tuzaklarını başlarına çevirecek şartları halk ediyordu. Allah tuzak kuranların tuzaklarını bilen ve onlara kendi komplolarıyla cevap verenlerin en hayırlısıdır. (Enfal, 8/30) Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef’ul Efendimiz’dir; bütün planlar onun üzerine yapılmıştır. Çünkü, O bütün hizmetlerde en öndedir; O’na karşı kurulan bir tuzak aynıyla din ve dava aleyhine hazırlanan bir komplodur.

Peygamberlerin Yolu

Şefkat Peygamberi, hizmette önde olsa da hiç ücret beklememiş; "Sizin için şunu yaptım, bunu ettim" dememiştir. Ashabı için nasıl büyük bir nimet olduğunu ifade ettiği anlar bile sayılabilecek kadar azdır ve Huneyn ganimetlerinin dağıtımından sonraki konuşmasında olduğu gibi o türlü hatırlatmaları da bir problemin önünü almak ve Ashabı teyakkuza davet etmek içindir. Bildiğiniz gibi, Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; "Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor." demişlerdi. Bunu söyleyenler birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü, Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. İşte orada kendisinin nasıl bir nimet olduğunu hatırlattı: "Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?" Bütün bu sorular karşısında da Ensar topluca "Evet, evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’nedir!" demiş ve hele "Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?" hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı. Böylece o fitnenin de önü alınmıştı.

Peygamber Efendimiz’in yaptığı iyilik, insanlara doğru yolu göstermek ve Cennet’i kazandırmaktır.. kâinatın çehresine nur saçıp varlığın doğru okunmasını sağlamaktır.. tekvînî emirlerin dilini çözüp te’vile ve yoruma hazır hâle getirmektir.. hayatın gâyesini öğreterek insanları kaostan kurtarmak ve kurtuluş vesilelerini talim buyurmaktır.. beşerin geçeceği yolları nurlandırmak ve onları ebedî saadete açılan koridora ulaştırmaktır. Rasûl-ü Ekrem, insanlığa, hususîyle de kendi muasırlarına bunların hepsini, Allah’ın izniyle, bilvasıta lutfetmiştir ve karşılığında da asla "Ben size şunu yaptım, bunu ettim" dememiştir. Çünkü, Peygamber Rahmânî’dir; "yaptım, ettim, kurdum, eyledim" sözleri ise şeytânîdir. "Benim ilmim, benim tecrübem, benim gayretim ve benim başarım" lafları şeytanın hırıltılarıdır. Kutlu Nebî, böyle şeyleri hayaline ve rüyasına bile misafir etmez; çünkü O, beklentilerden, hak iddialarından ve bedel arayışlarından uzak insandır.

Nitekim, Yüce Allah, Peygamber Efendimiz’e de, "De ki: Sizden bu hizmetim için hiçbir ücret istemiyorum, ücret sizin olsun! Benim ücretim yalnız Allah’a aittir ve O, her şeye şahittir." (Sebe', 34/47) buyurarak, nübüvvetin ulvî ve ilâhî yönünü nazara vermiştir. Bu beklentisizliğin neticesidir ki, Allah Rasûlü, İslâm'ı tebliğden vazgeçmesi karşılığında kendisine sunulan Mekke'nin emirliği, saltanat, mal-mülk gibi cazip dünyevî teklifleri hiç düşünmeden reddetmiş; "Ay'ı bir elime, güneşi de diğerine koysalar, vallahi ben bu vazifemden vazgeçmem." demiş; fanî şeylere değer vermemiş, üsve-i hasene olan nuranî ve rabbanî bir hayatı tercih etmiştir.

Ücret Çeşitleri

Peygamber Efendimiz yaptığı ulvî vazifesine karşılık maddi hiçbir bedel beklemediği gibi hiçbir zaman farklılık ve faikiyet mülahazalarına da girmemiş, tevazu ve mahviyetten ayrılmamıştı, ayrılmazdı da. Çok kere O’nun meclisine ilk gelenler, Peygamberin kim olduğunu bilemez; ancak sahabînin tavırlarıyla veya O konuşmaya başlayınca, Allah Rasulü’nü ayırt edebilirlerdi. O kendisini diğerlerinden ayıran herhangi bir davranışta bulunmaz, varlığını hissettirmeye çalışmaz ve bir yere girdiğinde kendisine ayağa kalkılmasını bile istemezdi. Çünkü, bunlar da bir nevi ücret sayılırdı.

Evet, ücret meselesini dar bir çerçevede ele almamak gerekir; o sadece yapılan bir iş için belirlenen maddî bedel değildir. İşlerin önünde bilinme, kıdem sahibi olma, halkın teveccühü, makam, mansıp, şan, şöhret, rütbe gibi şeyler de birer ücrettir; onlara gönül bağlama da bir çeşit ücrete dilbeste olma demektir ve o türlü beklentilere girme de bir aldanmışlıktır. Bir büyük olarak kabul görme, saygın bir insan yerine konma, mesela "abi, efendi, hoca, alim, pîr ve üstad" şeklinde çağrılma da yapılan hizmetler karşısında bir bedeldir. Bunlar, bir insanın istek ve iradesi dışında karşılaştığı şeylerse ve o insan bunlara bir istidraç olabilecekleri mülahazasıyla temkinli yaklaşıyorsa zararsız olabilir. Aksine insan, bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içindeyse, başkalarının kendisine tazim etmesini arzuluyorsa, sözlerine her şeyin üstünde değer verilmesini istiyorsa, hizmetlerine karşılık kıdemine uygun bir mukabele umuyorsa, işte o zaman, "Bütün iyi işlerinizin semerelerini dünya hayatınızda tükettiniz." (Ahkaf, 46/20) ayetinin tokadına o da müstehak olur ve ahiret meyvelerini burada yiyip bitirme, ötelere müflis olarak gitme gibi kötü bir akıbete uğrar.

Ücret kavramı çok umumîdir ve pek çok beklenti onun muhtevasına dahildir: "Bunca sene hizmet ettim, bu daire içindeki insanlar eğer insaflı iseler, artık bana siyasî imkan vermeliler ve ben de milletvekili olmalıyım" diyen; bir müsteşarlık, bir genel müdürlük gibi herhangi bir makam sevdasına düşen; parmakla gösterilen, gözünün içine bakılan, kendisine ayağa kalkılan, gittiği her yerde i’zâz u ikrâmla karşılanan ve hep baş köşeye oturtulan biri olma arzusuna kapılan.. insanların hepsi değişik ücret ve beklentilerin kulu ve köleleridir. Böyle insanlar, daima kendilerini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır; mübalâğalarla, hatta yalanlarla sürekli kendilerini methederler. Bunların hali, Üstad hazretlerinin ifadesiyle, ders aldığı Amme cüz'ünü birtek şekerlemeye satan havâi bir çocuğun ya da elmas kıymetindeki hasenâtını ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, beklentilere ve enâniyete feda eden ahmak bir insanın hali gibidir.

Hasılı, bizim vazifemiz Allah’ın adını bütün aleme duyurmak, insanlara salih amellerin yolunu göstermek ve onları bütün kötülüklerden alıkoymaya çalışmaktır. Bu vazifeyi peygamberler ve her devirde onların mesleğini temsil edenler ücretsiz yapmışlardır. Öyleyse, bizim de külfet ve hizmet zamanında nefsimizi öne çıkarıp çalışmamız, ücret alma ve maddî-manevî hazlardan istifade etme anlarında da en geride durarak adeta kendimizi unutmamız/unutturmamız icap eder. Hadd-i zatında, mesleğimizin bir esası olan şefkat de bunu gerektirir; zira şefkatte hiçbir karşılık beklememek esastır.

Bediüzzaman hazretleri "Bu dünya, dârü'l-hizmettir; dârü'l-ücret ve mükâfat değildir. Buradaki a'mâl ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir; onlar orada meyve verir." der. Öyleyse, ahirette meyve verecek amellerin neticelerini dünyada istememek gerektir. Eğer burada verilirse, o zaman da, memnun olarak değil, mahzunâne ve temkinle kabul edilmelidir. Çünkü, Cennetin meyvelerini, bu dünyada fâni bir surette yemek, akıl kârı değildir.

Keşif, keramet ve ruhani zevkler de bir çeşit ücrettir. Bunlar da beklenmemeli, istemeden verilince de gizlenmeli; gurur ve kibre değil şükür ve ubudiyette derinleşmeye vesile edilmelidir.

Gelin, biz salih amellerde ölesiye koşturalım; dine ve millete hizmetin söz konusu olduğu her yerde en önde bulunalım; en ağır yükleri biz omuzlayalım.. fakat, "şimdi mükafat zamanı" dendiğinde de hemen gerilerin gerisine kaçalım.. hatta gerilerin gerisinin gerisini arayalım ve hiç hatıra gelmeyecek bir yer bulalım. Öyle bir yerde ve öyle bir duruşla duralım ki, bize bakanlar "Acaba o büyük hizmetlerde bunun da emeği ve alın teri yok muydu ki böyle dışarda duruyor?" desinler, mükafat alacaklar sırasında bizi göremesinler ve bize de bir ücret ödemeyi düşünmesinler. Biz kat’iyen, "yaptım, çattım, kurdum, işlettim, başlattım; ilmim, bilgim, malım, mülküm, tecrübem ve kabiliyetlerim" demeyelim. Hazreti Adem’den günümüze kadar bu sözleri hep Firavunlar söylemişlerdir; bu sözleri söyleyen ve bu mülahazaları taşıyan kimseler de içlerinde az çok firavunluk taşıyorlar demektir. Hiçbir peygamber "ben yaptım, ben ettim" iddiasında bulunmamıştır. Peygamberler ve onların takipçileri hep "O" demiş, O’nu göstermişlerdir; her devrin Firavunları da sürekli "Ben" diye kükremiş ve nazarları kendilerine çevirmeye çalışmışlardır. "Peygamberlerin yolu mu, firavunların izi mi?" dense ve bir tercihte bulunması istense her mü’minin yöneleceği istikamet bellidir. Öyleyse, bizim yapmamız gereken de o yöne dönmek ve sık sık istikamet üzere olup olmadığımızı kontrol etmektir.

Hasta Ruhlar

Bir İnsan, devamlı kendini anlatma, kendini beğendirme lüzumunu duyuyorsa, o Allah'ın hasis bir kulu demektir. Her fırsatı kendisi için değerlendirmeye kalkanlar, hem aklen, hem ruhen, hem de itikadî açıdan noksan ve marazlı zavallılardır. Millet sana teveccüh ediyorsa, sana bir alaka gösteriyorsa, bu krediyi ancak dinin için, Allah'ın ismini yüceltmek için kullanabilirsin.

Hastalık, hastahane mülâhazaları ve ötelere hazır yaşama

Öteden beri kalb atışlarımda bir aritmi (düzensizlik) hissediyordum; ama bu son yaşadığım farklı bir şey. Son günlerde çok sıkılmıştım. Birkaç mesele oldu ki, âdeta belimi büktü. Her insanın bir duyarlılık ve hissetme seviyesi vardır. Her Müslüman, Allah’ın tanıtılması, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) adının cihana duyurulması meselesinde dertlidir. Ben kendim için “dertli” diyemeyeceğim, şu arz ettiğim şeyleri bir fazilet olarak da söylemiyorum; fakat ümmet-i Muhammed’in çektikleri sineme bir hançer gibi saplanıyor.

Hata ve Kusurları Tespit Yolları

Hata ve Kusurları Tespit Yollarıİnsanın kendi hata ve kusurlarını tespit etmesinin, kemale yürümenin ilk adımı olduğu gerçeğinden hareketle hata ve kusurlarımızı tespit adına neler tavsiye edersiniz?

Hata yapanların en hayırlısı

Her insan bilerek veya bilmeyerek hata yapar. Tabiatında var hata yapma çünkü insanoğlunun. Onun için kimse bu mevzuda kendine güvenmesin, düşenleri hor ve hakir görmesin. Unutmayın, hata edenlerin en hayırlısı, “Estağfirullah, ya Rabbi! Bir daha yapmam” diyenlerdir.

Hatalara hayat hakkı tanımama

Cenâb-ı Hak, bizleri dinine hizmette dâim kılsın. Şu hayat yolunun neresinde bariyerler açılıp “Haydi yolun dışına!” denilecek belli değil. Bir iki dakika içinde, “Sizi dışarıya alıyoruz” diyebilirler. Allah’a giderken, insanın kalbi onunla irtibat içinde, hizmet düşüncesiyle dopdolu olmalı ve hayırlı bir işle meşgulken gitmeli insan. Evet, hayatın bazı anları nuranî geçmemiş, kirli dakikalar da yaşanmış olabilir; fakat daha önce de ifade ettiğimiz gibi netice çok önemlidir.

Hani bazen, şimdilerde de çok konuşulan pişmanlık yasasını değerlendiriyorlar; zindanlık bir insan, “Pişman oldum, iyi bir insan olmaya azm ü cezm ü kast eyledim” deyince onu pişmanlık yasasına tâbi kılıyorlar. Ahiretle alâkalı mevzularda da böyle bir pişmanlık, affa vesile olabilir; fakat insan elinden geldiği kadar hayatında kirli bir sayfa bulunmamasına dikkat etmelidir. Bunu umumî mânâda kullanıyorum; insan, zihnî, ruhî veya hissî bir kirlenmeye fırsat vermemelidir. Ferdin hayatında, yaşama hakkı en az olan şeyler, hatalar ve günahlar olmalıdır. Kul, tabiatı gereği bazen sürçse ve düşse de hemen kalkıp doğrulmasını bilmeli; sürçme ve düşme sürelerini en aza indirmelidir.

Kul kayıyorsa, bir inhiraf yaşıyorsa o mevzuda yapılması gerekli olan şey, hemen Allah’a yönelme; tevbe-inabe-evbe kulvarına girmedir. Kendisini affedebilecek bir Rabb’i olduğunu bilme, “Yine düştüm, yine sütü devirdim, bir daha yaramazlık yaptım; ama pişmanım ve hacâlet içindeyim” deme, içine düşülen kötü durumdan hemen uzaklaşmaya çalışma çok önemlidir.

Bu meseleyi çok tekrar etmemi garipsemeyin. Kendi akıbetim hakkında olduğu gibi, kardeşlerimin akıbeti hakkında da korkuyor, ürperiyor ve en hayatî mesele olan ebedî saadeti yakalama mevzuunda birbirimizi teyakkuza davet etmenin gereğine inanıyorum. Hafizanallah, hiç kimsenin, mesela, birine bağırıp çağırırken, kin duyarken, kalben biraz kirlenmişken ölüme yürümesini arzu etmiyorum.

Belki Allah’ın hususî bir iltifatı vardır onun yolunda başkalarından farklı gayret gösterenlere. Bunu da Üstad, Kur’ân talebelerinin imanla kabre girecekleri şeklinde müjdeliyor. Diyor ki, herkes birbiri hakkında duacı olduğundan dua külliyet kesbediyor. Kur’ân dairesindekiler sadece tek bir şahıs olarak dua etmiyor, milyonlar ağızlar şeklinde duaya duruyorlar. “İhvânenâ, ehavâtinâ...” (Kardeşlerimiz, bacılarımız...) deyince, ne seviyede olursa olsun, işin tam altına girmişlerin yanında, Kur’ân hizmetinin kenarından köşesinden tutmuş, “Sadece duayla bile olsa benim de payım bulunsun” diyen her insan, o sözün içine girer.

Bir ikinci mesele de, asrın Kur’ân tefsirinin verdiği ders-i mârifetle iman-ı billah, insanın lâtifelerine öyle siniyor ve işliyor ki; inşaallah o eserlerle meşgul olanlara şeytanın eli ulaşamaz. Fakat o noktada mıyız, orada duruyor muyuz, duruşumuzun hakkını verebiliyor muyuz? İşte bunlar endişe verici şeyler. Bu iş samimiyet ister, vefa ister, sadâkat ister ve ihlâs, illâ ihlâs ister.

Hastalıklı halinde insan bunları daha derinden hissediyor. Hissetmeli de aslında. Paniğe, ölüm endişesine kapılacağına, nasıl olsa yolculuk bir vak’a ve önü alınmıyor o daracık hayat koridorunu veya hendeğini atlarken o atlama işini çok iyi değerlendirmeli. Bütün benliği ile Allah’a bağlanmalı ve böylece öbür tarafta temiz bir yere düşmeli.

Hayat Çekirdeği

Evet, insana bahşedilen hayat bir çekirdek, bir tohum mesabesindedir. Bir tane tohum veriliyor ve deniliyor ki “Çok dikkatli kullan bunu, ondan meyve de alabilirsin, onu çürütebilirsin de. Dünyevî ve uhrevî hayatının saadeti, bu tohumun çok iyi değerlendirilmesine, nemalandırılmasına bağlı.” Kendisine verilen bu tohumun suyuna dikkat eden, toprakta onun için kuvve-i inbâtiye arayan, güneşe temasını hesaba katan ve hatta kuşların gelip gagalamasına karşı dahi çareler arayan, sonunda cennet meyvesi yiyecektir. O tohum için gerekli bakım görümü yapmayanın elinde de, olsa olsa cehennem zakkumu kalacaktır.

Hastane, insanları seyredip kendimce dersler çıkarmama da vesile oldu. Onların da inancı vardır, istavroz çıkaranlar gördüm; fakat çoğunlukla çehreler kara kara, sönük, renk atmış ve matlaşmış bir vaziyetteydi. Bunun arkasında hayat sevgisi, uzun yaşama isteği, kendini hiç ölmeyecekmiş gibi zannetme hissi ve altmışına yetmişine ulaşan yaşı “Acaba seksen doksan yapabilir miyim?!” telaşı seziliyordu. Oysa insan ehl-i iman olunca, “Ne yapalım yani, üç adım sonra ‘Çık!’ diyeceklerine şimdi ‘Çık!’ diyorlar, ne fark eder” diyor. Ahirete inanmanız ve ölümü daha başından mukadder kabul etmeniz o türden bütün sıkıntı ve endişelerinize çare oluyor.

Allah (celle celâluhû) ondan ebeden razı olsun, Üstad ne güzel söylemiş: “İman hem nurdur, hem kuvvettir.” Bu söz artık bizim tabiatımız olmuş, slogan değil. İmanın gücü içimize girmiş, bir trafik memuru gibi duygularımızı yönlendiriyor. Duygularımızın trafik memuru... Ne büyük bir nimete mazhar olmuşuz bu küfür ve dalâlet asrında!...

Bu nimet bir şükür ister. Hakkım olsa, onlar da istiskal etmeseler ve ben de doğru ifade edebilsem, arkadaşlarımdan, kardeşlerimden imanın güzelliklerini başkalarına da duyurma heyecanını canlandırmalarını isterdim. Yani otursunlar kalksınlar, çevrelerinde dîn-i mübîn-i İslâm’a bağlı ve onu neşretme adına bir heyecan, sönmeyen bir heyecan uyarsınlar. Bunun dışındaki her şeyi fuzulî ve gereksiz görsünler ve göstersinler. Bizim kaybettiğimiz şey İslâmî aşk ve heyecandır. Yıkılışımızın arkasında o vardır.

Yanlış anlaşılmasın, İslâmî heyecan, herhangi bir şeyi protesto etmek için bağırıp çağırma, yakıp yıkma, kin ve nefret besleme değildir. İslâmî heyecan, hiç yorulmadan, hiç duraklama yaşamadan sürekli gönlünün ilhamlarını başka sinelere boşaltma; ye’se, ümitsizliğe düşmeme; Allah’ın yarattığı her kulu muhterem sayarak kim ve nerede olursa olsun -tek kişi kalmışsa bile- atını mahmuzlayıp ona da iman meşalesi götürme; götürüp çağı, konjonktürü ve muhatapları gözeterek uygun bir üslûpla herkesin iman nuruyla aydınlanması için gayret göstermedir.

Hayatı Süzerek Yaşama

Soru: Çeşitli vesilelerle hayatı ve hâdiseleri duyarak, hissederek ve süzerek yaşamanın öneminden bahsediliyor. Hayatı süzerek yaşama ne demektir?

Cevap:İsmine ne dersek diyelim, bir insanın hayatını çevreleyen eşya ve hâdiselerin dilini çok iyi okuması ve anlaması, enfüsî ve afakî tefekküre dalarak sürekli bilgi dağarcığını beslemesi çok önemlidir. Tıpkı çocukların kumbarasına para atması gibi, her gün yaşadığı hayatı derinlemesine süzen ve bilgi dağarcığına yeni yeni marifet hüzmeleri atan bir insan marifet, muhabbet ve iştiyak dağarcığını da genişletmiş olacaktır. Zira bilgi dağarcığını sürekli besleyen bir insan, zamanla marifette de derinleşmeye başlayacak, bu onun muhabbetini tetikleyecek, bu ise onun Allah’a kavuşma iştiyakını arttıracaktır. Bütün bunlar mü’min açısından ebedî hayatı elde etme adına çok önemli birer sermayedir.

Âfâkî ve Enfüsî Tefekkür

Mesela biz, avamca bir gözle bile olsa anatomimize bakıp enfüsî tefekküre daldığımızda, onun bize anlatacağı çok şey olduğunu görürüz. Mesela insanın ağzı, burnu ve diğer organlarının yerli yerine konulması ve her bir organın kendisinden beklenen vazifeyi kusursuz bir şekilde yerine getirmesi; nefes alma, yemek yeme veya konuşma gibi faaliyetlerinin mükemmel bir şekilde düzenlenmesi; beyin, sinirler ve organlar arasındaki sinyal ve komutların oldukça hızlı ve ahenkli bir şekilde yerine getirilmesi gibi fizyolojik faaliyetler, ‘insan denen bu meçhul’ün nasıl müthiş bir sisteme sahip olduğunu anlama adına yeterlidir.

 Aynı şekilde varlık ve kâinatın insanın düşünceleri, beklentileri ve ihtiyaçlarıyla tam bir uyum içinde yaratılması; kâinattaki her bir varlığın ihtimal hesaplarına sığmayacak ölçüde mükemmel bir şekilde ve alâkadar olduğu diğer varlıklarla tam bir uyum içinde var edilmesi; insana, kâinatın bir nüshası ve fihristi olabilecek bir kısım donanım ve özelliklerin bahşedilmesi gibi vakalar düşünülecek olursa böyle müthiş bir ahenk ve nizamın arkasında bir Nâzım’ın (nizam kuran, düzen ortaya koyan) bulunduğu görülecektir.

Fakat maalesef bazıları bütün bu açık seçik âyetleri okuyamıyor, hayatlarını sadece dünyaya hasrediyor, amiyane ve mânâsızca bir hayat yaşıyorlar. Tûl-i emelin sebep olduğu tevehhüm-i ebediyet duygusuyla hiç ölmeyecekmiş gibi hareket ediyorlar. Bu tür insanlar hesabı görülmedik çok korkunç meselelerle ahirete yürüyeceklerdir. İşte bu sebeple bazen Cenâb-ı Hak, insanları, hayatı onlara sevimsiz hâle getirecek ve acılaştıracak bir kısım hastalıklara, belâlara, musibetlere maruz bırakmak suretiyle onlardaki bu negatif duyguları kırmaya, onların gafletlerini dağıtmaya ve onları bir kere daha muhasebeye sevk ediyor.

Oysaki, insana bahşedilen ömür, öyle üst üste manasızca yığılacak ve istiflenecek bir şey değildir. O, ciddi bir tahlile tâbi tutularak, her şey yerli yerine yerleştirilerek, bilerek, duyarak ve hissederek yaşanması gereken büyük bir ilahî nimettir. İnsan onunla sair mahlukattan ayrılır ve ayrı bir değer kazanır. Hatta insanın ruhanilere ve meleklere faikiyet kazanması da onun sayesinde olur. Çünkü hayvanlar zamandan habersiz bir şekilde insiyaklarıyla hareket ettikleri gibi; ruhaniler ve melekler de zaman üstü yaşarlar. Bu açıdan denebilir ki zamanın hakikî mazrufu insandır ve insan davranışlarıdır. Bunlardan habersiz yaşanan bir hayat, gerçekte yaşama olarak görülemez.

Hatta insan, mülk buudunun yanında melekût âlemine ait yönü üzerinde de durmalıdır. Nefsini anlamaya çalışmalı, ruhunu düşünmeli ve Allah’la münasebetlerine bakmalıdır. Kendisinden çok daha akıllı nice insanların küfür ve dalalet vadilerinde dolaştıklarını göz önünde bulundurmalı ve sahip olduğu imanı adına Allah’a şükretmelidir. Aynı şekilde mantık ve muhakemesi bizden çok daha derin öyle insanlar vardır ki, maalesef bunlar sahip oldukları nimetleri kullanarak İnsanlığın İftihar Tablosu’nu tanıyamamış, Kur’ân-ı Kerim’den istifade edememişlerdir. Dolayısıyla bütün bunların düşünülmesi bir taraftan insandaki şükür duygularını harekete geçirecek, diğer yandan da onun elindeki imkân ve fırsatları çok daha verimli değerlendirmesine yardımcı olacaktır.

Kısacası insan, bütün bir hayatını ciddi bir tedebbür, tezekkür ve tefekkür dantelasıyla işlemeye bakmalı; tığını, güzel bir desen ve manalı bir netice elde edecek şekilde elindeki atkılar üzerinde sürekli hareket ettirmelidir. Bunu sağlamanın yolu ise, yaşadığı dünyayı ciddi bir şuurla ele almaktan geçmektedir. Günümüzde bunu “farkındalık” kelimesiyle ifade ediyorlar. Evet, insan, hem maddî ve manevî yönü itibarıyla kendisinin hem de eşya ile kurduğu münasebetlerin farkında olmalıdır. Farklı bir ifadeyle o, bir taraftan küçücük cirmine rağmen cirimleri aşkın münezzeh, mukaddes ve müteal bir varlıkla nasıl bir münasebetinin bulunduğunu iyi okumalı; diğer yandan da kendisiyle alâkalı hâdiseleri çok iyi süzmeli ve araştırmalıdır.

Bu hakikatin farkında olan ve ümmetine de uyulması gereken güzel örnekler bırakmak isteyen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), etrafında hep güzel şeyler görmek ve güzel şeyler duymak istemiştir. O, yolculuklarında karşılaştığı dağ ve vadi isimlerinden kendisine göre manalar çıkarmış, meydana gelen bazı olaylarla ilgili tefeülde (hâdiseleri hayra yorma) bulunmuş, kavimlerin helâk edildiği yerlerde oyalanmak istememiş ve kötü anlamı bulunan bazı isimleri değiştirmiştir. Siyer ve hadis kitaplarına bakılacak olursa O’nun, sahabeden birçok kişinin ismini değiştirdiği ve onlara güzel manalı isimler verdiği görülecektir. İşte bu gibi hâdiseler O’nun, hayatı ne kadar dikkatli yaşadığının ve çevresinde olup biten hâdiselere karşı ne ölçüde duyarlı olduğunun bir ifadesidir.

Eşyanın Melekût Ciheti

Biz biliyoruz ki kâinatta tesadüfî meydana gelen ve başıboş bırakılmış hiçbir hâdise yoktur. Her şey bir plân ve program dâhilinde cereyan etmektedir. Öncelikle bu hakikatin çok iyi kavranması gerekir. Eğer varsa zihnimizde böyle bir düşünce, mutlaka onun çaresine bakmalıyız. Öyle ki ipliği iğneden geçiremememizi veya bu sırada iğnenin elimizden düşmesini bile tesadüfe vermemeliyiz. Kendi hayatımızda veya çevremizde olup bitenlerin hiçbirisi rastlantıya bağlı işler değildir. Eğer derince bir imanla bu hakikati iyi sezerseniz meydana gelen olayların arka plânlarını ve hikmetlerini anlamaya gayret edersiniz.

Evet, çevremizde olup biten her şeyin mutlaka bize ifade ettiği bir kısım manalar vardır. Diyelim ki siz bir yerde konuşurken çok terlediniz ve sıkıldınız veya elinizin bir hareketiyle yanlışlıkla bardağı devirdiniz ya da yürürken ayak sürçmesine maruz kaldınız. Hemen bu tür olayların sizin için ne ifade ettiğini, sizin ne tür bir hata ve eksiğinizin cezası olabileceğini düşünmelisiniz. Zira âyet-i kerimenin bize ifade ettiği manaya göre esasında başımıza gelen her musibet, bizim kendi ellerimizle örüp başımıza taktığımız bir külah gibidir. (Bkz.: Şurâ sûresi, 42/30) Eğer bu tür olup biten hâdiseleri sadece dış yüzleriyle anlar ve onları sadece bir kısım zahiri sebeplerle irtibatlandırmaya çalışırsanız, meseleleri daraltmış olursunuz. Hâlbuki hâdiselere genişçe baktığınızda, onların maddî sebeplerinin arkasında bize ifade ettikleri daha farklı manaları da okuyabilirsiniz.

Bir yeriniz ağrıdığı zaman, bunu zahiri sebeplerle irtibatlandırarak, tedavi adına bir kısım yollara tevessül edebilirsiniz. Esasen bunda herhangi bir mahzur yoktur, bilakis bize verilen sıhhat nimetini muhafaza adına üzerimize düşen bir vecibedir. Fakat nazarınız sadece burada kalır ve maruz kaldığınız bu sıkıntının arkasında Müsebbibü’l-esbâb’ı göremezseniz hata edersiniz. Zira başa gelen musibetler, bir kısım sürçme ve kaymalarımızın neticesi olabileceğinden, bizde istiğfar duygusunu tetiklemek için meydana gelmiş birer sinyal gibidir. Bize düşen, bu sinyali doğru okuyarak tevbe ve istiğfarla Allah’a yönelmektir. Eğer bu konuda gaflete düşersek, daha büyük sıkıntılar kapımızı çalabilir.

Biz, maruz kaldığımız küçük büyük bütün sıkıntıları Cenâb-ı Hakk’ın rahmet deryasından üzerimize yağan birer yağmur tanesi gibi görmeliyiz. Görmeli ve ıslanmama adına hemen sığınacak bir sera aramalıyız. Yani bunlar bizi daha çok Allah’a yaklaştırmalı ve O’na sığınmamıza vesile olmalıdır. Böylece Allah, bu tür küçük cezalarla bizim günahlarımızı bağışlayacak ve onları ahirete bırakmayacaktır. Eğer ahirete kalacak olsalar, orada verilecek ceza çok daha büyük olacaktır. Bu açıdan dikkatli bir nazarla bakıldığında, zahiri yüzü acı gibi görünen pek çok hâdisenin iç yüzünde Allah’ın rahmet tecellilerinin bulunduğunu görmek mümkündür.

Eğer hayatınızı bu ölçüde dikkatli yaşar ve yaşadığınız her hâdiseyi çok iyi süzerseniz, yaşadığınız fizikî dünyadan aralanan menfezleri görebilir ve buralardan melekûtî âlemlere ait bir kısım hakikatleri müşahede edebilirsiniz. Ayrıca yalnız olmadığınızı bilirsiniz. Her zaman O’nun kuvvetini, kudretini, inayetini ve riayetini başınızın üstünde hissedersiniz. Aynı zamanda yaşadığınız her sıkıntıyı bir uyarı ve tembih olarak görür ve bunu dağınıklıktan kurtulma ve derlenip toparlanma adına bir fırsat olarak değerlendirirsiniz.

Öte yandan şayet maruz kaldığınız hâdiseleri böyle ince bir nazarla tetkik eder ve bunların arkasındaki gerçek sebepleri görürseniz, sebeplere hakiki bir tesir verme hatasından da kurtulmuş olursunuz. Teslim ve tevekkül ufkuna ulaşmanın yolu da budur. İşte o zaman Hz. Üstad’ın ifadesiyle sırtınızda taşıdığınız ağır yükleri, içinde seyahat ettiğiniz gemiye bırakır ve rahata erersiniz. (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s. 335) Bu ise bir yönüyle maiyet-i ilâhiyeye ulaşmanıza vesile olur ve siz bundan öyle bir enerji alırsınız ki, bununla küre-i arzın yörüngesini bile değiştirebileceğinize inanırsınız. Dolayısıyla tevekkül duygusu bir acziyetin ifadesi değildir. Bilakis o, asıl güç ve kuvvet kaynağına dayanmanın ifadesidir. Bütün bu ifadelerimizin iradeyi nefyetmekle veya sebepleri görmezden gelmekle bir alâkasının olmadığını da burada ifade etmek gerekir.

Fakat bu tür mevzular objektif olmadığından ötürü herkes anlayamayabilir. Mesele biraz da tevhidde derinleşmeye, her şeyin zimamının Allah’ın elinde olduğuna aksine ihtimal vermeyecek şekilde yürekten inanmaya bağlıdır. Eğer siz bütün hâdiselerin Allah’ın muhit ilim ve iradesinin programına göre cereyan ettiğine inanır ve hayatınızı süzerek yaşarsanız, gerek tekvinî ve teşrî emirlere ait gerekse şahsi hayatınıza dair çok farklı hakikatlere ulaşabilir ve hâdiseleri net olarak görebilirsiniz.

Fakat bazen olur ki çevremizde meydana gelen olayların iç yüzünü ve hikmetlerini tam olarak anlayamayabiliriz. Onlardaki ilâhî tecellileri göremez ve onların bizim için ne tür güzel neticeler sakladıklarını fark edemeyebiliriz. Bu tür durumlarda da en azından Allah’ın -hâşâ- abes fiil işlemeyeceğini ve kullarına zerre miktarı zulüm yapmayacağını bilmeliyiz.

Sistemli, Metotlu ve Dengeli Yaşama

Fakat çağımızın sürat çağı hâline gelmesi, günümüz insanlarının hayatlarını hep bir koşuşturmaca içerisinde geçirmeleri ve sürekli bir yerlere ve bir şeylere yetişmeye çalışmaları, ne yazık ki onların bu anlamda pek çok şeyi kaçırmalarına sebep olmaktadır. Bu sebeple hayatımızı süzerek, hissederek ve düşünerek yaşamak istiyorsak, onu yeniden programlamalı ve ciddi bir disipline bağlamalıyız.

Eğer işlerinizi aranızda taksim eder, yardımlaşma düsturuna işlerlik kazandırır, mesainizi çok güzel tanzim eder, yapmanız gereken vazifeleri belli bir plâna yerleştirir ve onlara çok iyi konsantre olursanız, sürat ve hız sizin lehinize işleyecektir. Yani, insanın ahesterevlik etmemesi ve gücünü sonuna kadar kullanarak yapması gereken işleri hızlı halletmesi önemli olsa da, bunun başarılması hayatın sistematik ve metotlu yaşanmasına bağlıdır. Esasında beş vakit namazın bir günü belli vakitlere bölecek şekilde farz kılınması da Müslümanlara vakitlerini tanzim etmeyi ve plânlı yaşamayı öğretmektedir.

Siz buna dikkat etmediğiniz takdirde bir küheylan gibi koşsanız bile, hiç farkına varmadan bir süre sonra hâdiselerin çarkları arasında ezilip kalabilirsiniz. Yapılan işler sizde yorgunluk ve bıkkınlık hâsıl edebilir. İşlerinizle ve karşılaştığınız problemlerle ilgili doğru düşünemez ve isabetli kararlar veremezsiniz. Bu da yapılan işlerden verim alınamamasına sebebiyet verir. Dolayısıyla yaptığınız işlerde başarısız olursunuz. Dahası bir süre sonra dökülüp yolda kalabilirsiniz. Bu açıdan eğer yaşadığınız hayatı en güzel şekilde değerlendirmek ve ondan en yüksek verimi almak istiyorsanız, mutlaka sistemli ve metotlu çalışmak zorundasınız. Böyle bir hareket tarzı, on kat daha hızlı yol almadan daha bereketli olacaktır.

Hayatı süzerek yaşamanın ve onu rantabl olarak değerlendirebilmenin önemli faktörlerinden bir diğeri de dengedir. Yemek yemekten uyumaya, çalışmaktan ibadetlere kadar yapılan bütün işlerde hassas bir nizam ve mükemmel bir intizam bulunmalı ve bunların hiçbirisi diğerinin yapılmasına mâni olmamalıdır. Ne bedenimize ait ihtiyaçlar ihmal edilmeli ne yuva görmezden gelinmeli ne de topluma ve Allah’a karşı sorumluluklarımız fevt edilmelidir. Bunların hepsine ait vazifeler hassas bir dengede götürülmeli ve her hak sahibine mutlaka hakkı verilmelidir. Kur’ân’ın, فَإِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ “(O hâlde) bir işten boşa çıkınca hemen (başka) bir işe koyul.” (İnşirah Sûresi, 94/7) emri gereğince, bir işten yorulduğumuzda başka bir işe yönelmeli ve böylece iş yaparken dinlenmeliyiz. Bu sayede hiçbirini aksatmadan pek çok işi birlikte yapmak da mümkün olacaktır.

Hayatın plânlı ve programlı yaşanması aynı zamanda ilâhî ahlâkla ahlaklanmanın bir gereğidir. Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratırken belirli bir plân ve programa göre yaratmıştır ki biz buna kader diyoruz. İnsanın görmesi, duyması ve konuşması gibi fiillerden tutun da galaksilerin ve nebülözlerin hareketlerine kadar kâinattaki bütün varlıklar Allah’ın muhit ilmi tarafından ortaya konulan ilmî bir programa göre belirli bir sistem ve uyum içerisinde hareket etmektedir. Cenab-ı Hak, kullarından Kendi ahlâkıyla ahlâklanmalarını talep ettiğine göre, kullarına düşen vazife de onun kaderî programına uygun hareket etmektir.

Kaldı ki bir bina bile projesiz yapılmaz. İnşaata başlamadan önce zemin etüdü yapar, muhtemel zelzeleleri hesaba katarak binamızın onlara mukavemetli olmasını sağlarız. Aynı şekilde tarlaya tohum atma gibi basit bir işi bile bir kısım hesaplara bağlı götürürüz. Mesela toprağın verimli olup olmadığına bakar, sulama imkânlarının yeterli olup olmadığını araştırır veya havanın ve güneş ışınlarının durumunu kontrol ederiz.

Eğer bunun gibi cüzi işler bile ciddi bir kısım hesaplara bağlı görülüyorsa, insanın körü körüne bir hayat yaşaması asla tasvip edilemez. Onun davranışlarının ciddi bir statiğinin olması, bu statiğin üzerine bina edilecek tavır ve davranışların, mutlaka önünün arkasının, ne getirip ne götürdüğünün iyi düşünülmesi icap eder.

Hayatın gayesi

Soru: Hakk’ın rızasını elde edebilme istikametinde yapılan bir hizmeti hayatın gayesi olarak görebilmek için neler tavsiye edersiniz?

İnsanın, yaptığı işi, hayatının gayesi ölçüsünde benimsemesi, öncelikle o işin zatî değerini, önem ve kıymetini bilmesiyle mümkündür. Meselâ bir insan, iman mevzuuna, “ebedî hayatın kurtuluşu için çok önemli, olmazsa olmaz bir mesele” şeklinde bakıyorsa, o, hayatını bu gaye-i hayale bağlı götürecek, buna göre örgüleyecektir.

Cenâb-ı Hak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için -meâlen- “Ey Resûl! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Mâide sûresi, 5/67) buyuruyor. Resûl-i Ekrem Efendimiz’e yapılan bu ikaz elbette ümmet-i Muhammed için de geçerlidir. Yani nasıl ki, Nebi Aleyhisselâm kendisine yüklenen vazifeden kaçamıyorsa, siz de size tevdi edilen emanetten kaçamazsınız.

Mukaddes hüsnüzan

Allah (celle celâluhu) emanetini, emanette emin emanetçilere tevdi ettiğine göre, aynı zamanda burada bir hüsnüzan olduğunu görmezlikten gelmemek gerekir. Evet, bir insanın başka birisine hüsnüzan etmesi gibi, Zât-ı Ulûhiyet’in de, insanlara öyle bir mübeccel, münezzeh ve mukaddes bir hüsnüzannı vardır. Yani Allah (celle celâluhu) bizi emanette emin bilmiş ve bu emaneti bizlere tevdi etmiştir. O hâlde hiç kimse “Benim bu işe liyakatim yok.” diyerek vazifeden kaçamaz. Yoksa ne deriz Allah huzuruna vardığımızda? Ötede bize denmez mi: “Size itimat edilip bir vazife verildi, adam gibi doğru dürüst bir şekilde bu işi götüreceğiniz beklendi. Fakat siz bu işi yarı yolda bırakıp –Erzurumluların tabiriyle– boncukladınız.” İşte inanan bir gönül, öte dünyada kendisine bu tür soruların tevcih edilebileceğini hesaba katmalı ve ona göre vazifeye sahip çıkmalıdır.

Ayrıca bizim için böyle bir daire içinde, böyle bir konumda bulunuyor olmanın hususi bir lütuf ve ihsan olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. Zannediyorum bu durumu şöyle bir misalle ifade edebiliriz. Sanki bir yerde çok geniş bir kapı bulunuyor ve kapının önünden binlerce insan geçiyor. Kapı ara sıra aralanıyor. Oradan geçen insanlardan her kim kapının aralandığı ana denk geliyorsa ona, “Buyur, içeriye gir.” deniyor. Evet, herkes hayatına baktığında böyle aralanmış bir kapıdan içeriye davet edilmiş olduğunu görebilir.

Ne var ki insan o kapıdan içeriye alınmasına rağmen orada bulunmanın bahtiyarlığından mahrum kalabilir. Erzurum’da bulunduğum dönemde, –Allah sa’yini meşkûr etsin– Kırkıncı Hoca, “Isparta’dan, Hz. Üstad’ın yanından birisi gelmiş, neler anlatıyor gidip bir dinleyelim, anlatacakları arasında belki sizin de beğeneceğiniz şeyler olabilir.” diyerek, bir sürü insanı toplamış ve alıp o şahsın yanına götürmüştü. Ancak ben Erzurum’dan ayrıldığım vakit Kırkıncı Hoca’nın o gün toplayıp götürdüğü insanlardan bir ikisi ya vardı ya da yoktu. Bu açıdan içeriye girdikten sonra orada sabitkadem durma meselesi, insanın iradesini bu istikamette sarf etmesi mahfuz yine Allah’ın tutmasına bağlıdır. Demek ki, bu, Cenâb-ı Hakk’ın özel bir ihsanı ve özel bir lütfudur. Öyleyse insan bu lütf u ihsana layık olmaya çalışmalıdır.

Diğer yandan Allah yolunda yapılan hizmet ve amellerin kendisine göre bir hazzı vardır. Ben bu işi bütün zevk ve lezzetiyle duymuş insanlardan değilim. Bezginliğin her yanımdan döküldüğünü söyleyebilirim. Belki de içten içe, bir yolunu bulsam da bu işin içinden sıyrılsam mülâhazalarım vardır. İyi ve yararlı bir insan olmadığım mevzuunda ise kanaatim tamdır. Hayatım boyunca değişik tazyik ve tecritlere maruz kaldım. Seksen sonrası neler yaşayıp neler çektiğimi Allah bilir. Şu anda da yaşadığım şartlar itibarıyla kendimi iğneli bir fıçı içinde gibi hissediyorum. Fakat bütün bunlara rağmen diyorum ki: “Ben bu işi ne kadar kavramış olursam olayım, böyle büyük bir mesele için bu çektiklerimin on katını çeksem değer.”

Tek başımıza kalsak da

Bildiğiniz gibi hadislerde geçen bir kahramanlık, bir yiğitlik tablosu vardır. İmanla dopdolu bir sine, cephede mücadele içinde iken, etrafındaki insanların hepsi birer birer budanır gibi devrilince, sağına bakmış, soluna bakmış sonra hiç kimsenin kalmadığını görünce atını mahmuzlayıp ileriye atılmış ve bir daha da geriye dönmemiştir. İşte böyle bir anlayışa, böyle bir mantığa bağlı hareket etmek gerekir. Yani siz tek başınıza kalsanız, bütün dünya da mekanize birlikleriyle karşınıza dikilse, siz yine de aynı yolda inat ve sebatla devam etmelisiniz. İnadın bir hikmet-i vücudu vardır ki, o da hakta sebat etmektir. İşte meseleye bu perspektiften bakan bir insan, “İslâm ve iman hak olduğu gibi, bunların dünyaya duyurulması da çok önemli ve olmazsa olmaz bir meseledir. O olmayacaksa benim de varlığımın bir kıymeti yoktur.” der ve hayatını ona göre tanzim eder.

Evet, bu meseleyi benimseme ve hayatın gayesi hâline getirme çok önemlidir. Öyle ki insan yatarken, kalkarken: “Vazifem olmazsa, benim varlığımın da bir anlamı yok. Ben bu işi yapamıyorsam, dünyada durmamın ne mânâsı olabilir ki!” demelidir. Hele bunu beş - on sene tekrar edin. Hatta gelecekte, bağlayıcı olması açısından, bu ahdinizi evinizdeki eşinize ve çocuklarınıza ifade edin. Onlara otuz defa kırk defa: “Eğer ben bu vazifeyi yapamayacaksam Allah emanetini alsın.” deyin. Eğer siz bir gün ordu bozanlık yapacak olursanız, evden yükselen bir ses “Yahu sen bir zaman şöyle şöyle demiyor muydun?” diyecek ve size verdiğiniz sözü hatırlatacaktır. Böylece siz bu ahdinizle elinizi, kolunuzu bağlamış ve aynı zamanda tek başınıza ayakta duramayacağınız, tek başınıza yürüyemeyeceğiniz bir yolda, başkalarının da destek ve enerjilerini arkanıza almış olacaksınız. Zira söylediğiniz şeylerden dönme sizin için bir ar ve ayıp olacak ve en azından bir vicdan meselesiyle yola devam edeceksiniz.

Bu açıdan her mümin Allah’ı anlatma sevdirme adına kendini alternatif elli kementle yüce bir mefkureye bağlamalı ve hayatını noktalayacağı ana kadar bütün gücüyle bu işin içinde olmaya çalışmalıdır.

“Kadrim bilinmedi” deyip darılma

Ayrıca yüce bir mefkûrenin gönüllerde her zaman ter u taze ve canlılık içinde duyulabilmesi için mutlaka bir sorumluluk yüklenilmesi gerektiği de unutulmamalıdır. Vâkıa, bazen kişiye, kendine biçtiği, kendini layık gördüğü bir vazife verilmeyebilir. Meselâ filan şahsın hakkı bir alayı sevk u idare etmektir. Fakat onu bir taburun başında istihdam edebilirler. Onun kıymet-i harbiyesi hakikaten bundan daha yüksek seviyede olsa bile, o şahıs, “kadrim, kıymetim bilinmedi, tabura veya bölüğe düştüm” demeksizin, darılma, gönül koyma gibi tavırlar içine girmeksizin üzerine düşen vazifeyi en iyi şekilde yapmaya çalışmalıdır.

Bu arada hemen şunu da ifade edelim ki, idareci konumunda bulunan kişi, vazife vereceği şahsı, istidat ve kabiliyetleri ile çok iyi keşfetmeli, bilhassa başarılı olabileceği sahalarda ona istihdam imkânı sağlamalıdır. Yani kişinin, başarılarıyla Allah’a hamd edeceği, sevineceği, şükürle gerileceği, hizmet ederken şevkleneceği işler ona tahmil edilmeli; başarısız olduğu durumda ise, yeniden bazı kaynaklara başvurarak yanlışlıklarını düzeltebileceği bir zemin ve imkân kendisine sunulmalıdır.

“Mutlaka bana sorulmalı” anlayışı

Maalesef bizim milletimizde bu disiplinler henüz tam olarak yerleşmemiştir. Evet, ne yazık ki, iş ve faaliyetlerimizde inhisar-ı fikir hâkimdir. “Mutlaka benim gözümün içine bakılmalı, meseleler mutlaka bana sorulmalı” gibi bir mülâhaza ve idarecilik anlayışı vardır. Hâlbuki başarılı bir idareciye düşen beraber çalıştığı insanlara önce belli vazife ve sorumluluklar vererek onları test etmek ve başarılı olacakları sahalarda kabiliyetlerinin inkişafını sağlamaktır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) gizli kabiliyetleri keşfetmiş, onlara belli sorumluluklar yükleyerek hiç tahmin edilemeyecek yerlerde onları istihdam etmiştir. Meselâ Zeyd b. Harise’yi (radıyallâhu anh) Mute gibi çok önemli bir savaşta, üç - dört bin kişilik bir ordunun başına kumandan tayin etmiş ve o da o işin hakkını vermiştir. O günün toplumu açısından ordunun başına azatlı bir insanın getirilmesi çok önemli bir hâdiseydi. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) hem o işi layıkıyla yerine getirecek bir cevheri keşfetmiş, ona vazife vermiş, hem de bu vesileyle toplumdaki yanlış bir telakkiyi izale etmiştir. Hayat-ı seniyyelerinin bütününe bakıldığında Resul-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehaya) her insanı istidat ve kabiliyetini sonuna kadar inkişaf ettirebileceği bir konumda istihdam ettiği görülecektir.

Bu açıdan herkese seviyesine göre bir iş teklif edilmeli ve o şahıs da, ona göre bir sorumluluk yüklenmelidir. Unutulmamalı ki eğer insanların ellerini taşın altına sokmalarını sağlayamaz, onlara önemli mesuliyetler veremezseniz onların kabiliyetleri hiçbir zaman inkişaf etmeyecektir. Dolayısıyla yapılacak işler aşkla şevkle yapılmayacak, zamanla insanlarda bir kanıksama ve bıkkınlık hasıl olacak, bu ise hak ve hakikatin saygısızlığa maruz kalmasını netice verecektir.

Bizim ikbal dönemlerimizin arkasındaki en önemli dinamiklerden biri de herkesin en verimli olabileceği alanlarda istihdam edilmesidir. Bu açıdan günümüzde de bu esprinin kavranması milletimizin ikbali adına çok önemlidir.

Hayırlı Bir Danışmanın Özellikleri

Soru: Vahiyle müeyyet olmasına rağmen Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) vezir (yardımcı, danışman) talep etmesi nasıl anlaşılmalıdır? Danışman seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Enbiya-i izamın her birisi bizim için uyulması, örnek alınması ve arkasından gidilmesi gerekli olan önemli birer rehberdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimede peygamberlerin kıssalarını anlatmış ve bazen açık bazen de kapalı olarak onlara uymayı emretmiştir. Bir âyet-i kerimede Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında, لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ “Şanım hakkı için Resûlullah’ta size örneğin en güzeli vardır.” (Ahzâb Sûresi, 33/21) buyrulurken şu âyet-i kerimede ise aynı tabir Hz. İbrahim hakkında kullanılmıştır: قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ “Şüphesiz ki sizin için İbrahim ve onun yanındakilerde örneğin en güzeli vardır.” (Mümtahine Sûresi, 60/4) Onların her birisi bizim için birer numune-i imtisal olduğuna göre, Hz. Musa’nın Cenâb-ı Hak’tan vezir talep etmesinde de bizim için önemli dersler vardır.

Öncelikle hâdisenin nasıl meydana geldiğine bir bakalım. Allah, yüksek bir fetanete sahip olan Hz. Musa’yı önemli bir mesaj yükleyerek Firavun’a göndermiştir. Fakat onun Allah’tan aldığı bu mesajı sunacağı tek kişi Firavun değildir. Onun yanında Haman ve Karun gibi onun kurduğu kast sisteminin zirvesinde bulunan insanlar da vardır. Haman, Firavun’un her yaptığına makul mahmiller bulmaya çalışan, sürekli alkış ve takdirleriyle onu hipnoz eden bir insandır. Karun’a gelince o da servetinin altında kalıp ezilen birisidir. İşte Hz. Musa, böyle ifritten bir topluluğun karşısına çıkacak ve o güne kadar hiç duymadıkları ve temel esprisi mevzuunda hiçbir bilgiye sahip olmadıkları Allah’ın mesajını sunacaktır.

Ayrıca Firavun’un sarayında neşet etmiş olmasının da Hz. Musa üzerinde bir kısım psikolojik etkilerinin olabileceğini göz ardı etmemek lazım. Hz. Musa o güne kadar Firavun ve yardımcılarına hep bir yönetici ve idareci olarak bakmıştı. Dahası Firavun, Hz. Musa’ya karşı bir baba ve abi gibi muamelede bulunmuştu. Üstelik İsrailoğulları Firavun’un kurmuş olduğu kast sisteminin en alt tabakasında yer alıyorlardı. Sarayda büyüse bile Firavun’un sülalesinden olmadığı için Hz. Musa’ya da benzer muameleler yapılmış olabilir.

İşte bütün bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda Hz. Musa’nın böyle zorlu bir görevden önce Allah’tan vezir istemesi onun yüksek fetanet ve firasetiyle meselenin zorluğunu daha baştan kavradığını gösterir. Öncelikle bunu takdir etmek gerekir. O, bu zorluğu sezdiği için Firavun’un sarayına gitmeden önce, وَاجْعَلْ لِي وَزِيرًا مِنْ أَهْلِي ۝ هَارُونَ أَخِي ۝ اشْدُدْ بِهِ أَزْرِي ۝ وَأَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي “Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; kardeşim Harun’u. Onunla beni takviye et.Bana tevdi ettiğin bu vazifeye onu da iştirak ettir.” (Tâhâ Sûresi, 20/29-32) demiş ve Allah’tan Hz. Harun’u kendisine vezir olarak vermesini talep etmiştir. Zira Hz. Harun, Hz. Musa’ya göre biraz daha hür büyümüş, İsrailoğulları arasında serbest dolaşmıştı. Peygamber neslinden geldiği için, sürekli onlara hitap etmiş, din ve diyaneti anlatmıştı. Yani bu konuda tecrübesi olan bir insandı.

Hz. Musa’nın böyle önemli bir görev için yardımcı istemesinin psikolojik bir yönü de vardır. İnsan yüksek mansıp sahibi birinin yanına tek başına çıktığı zaman kendisini rahat hissetmeyebilir. Dolayısıyla maksadını ifade ederken biraz zorlanabilir. İşte Hz. Musa, kendisini takviye etmesi, önünü açması ve böylece ifade etmesi gerekli olan mesajı güzel ifade etmesi adına bir yardımcı talep etmiştir.

Hz. Musa kıssasının temel yanlarına kısa bir göz attıktan sonra şimdi meselenin bize bakan yönüne geçebilir ve şu tespiti yapabiliriz: Önemli görevler eda edecek olan insanların, yanlarında aklı başında danışman/danışmanlar bulundurmaları akıl ve mantığın bir gereğidir. Önemli misyon sahibi her insanın, insanları sevk ve idare etmekle sorumlu her yöneticinin, eksiklerini tamamlayacak ve yanıldığında kendisini düzeltecek bir danışman edinmesi, onun firaset ve fetanetinin göstergesidir.

Danışman Seçimi

Fakat hemen ifade etmek gerekir ki bir insanın yanında danışman bulundurması önemli olsa da, danışman olarak seçtiği insanların hangi vasıf ve özelliklere sahip olması gerektiği hususu bundan daha önemlidir. Çünkü bu konuda isabetli hareket edilmezse seçilen danışmanın faydasından çok zararı dokunacaktır. Firavun’un yanından ayrılmayan Haman gibi her yapılanı tasdik eden ve hatalara göz yuman birisi değil; en küçük bir yanlış karşısında bile muhatabı incitmeden usûlünce uyarıda bulunabilen yüksek deha sahibi bir insan danışman olarak seçilmelidir. Öyle ki bu kişi, bir karıncanın ezilmesine bile sessiz kalmamalı, “Efendim, karıncaya basmamalıydınız!” diyebilmelidir. Yoksa Firavun’un halkına karşı söylediği, أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى “Ben sizin en yüce rabbinizim.”(Nâziât sûresi, 79/24) sözü karşısında sessiz kalan, belki de “İsabet buyurdunuz efendim!” diyen Haman gibi, etrafında sadece kendisini pohpohlayan ve alkışlayan danışmanlara sahip bir idarecinin, kendi felâketini hazırlayacağında şüphe yoktur.

Hele bir de bu danışmanlar bağlı bulundukları kişinin kredisini ve kendi konumlarını kullanarak çıkar temin ediyor, farklı ihaleler alıyor ve yüksek kazançlar sağlıyorlarsa asla bunları kaybetmeyi göze alamaz ve artık sürekli onun gözüne girmek, gönlünü hoş tutmak ve ona şirin görünmek için uğraşırlar. Hiç olmayacak işlerini bile takdir eder, olumsuz gibi görünen sözlerini hemen tevil ederler. Kısacası mevcut çıkarlarını koruma ve devam ettirme adına bulundukları konumda ne yapmaları gerekiyorsa onu yaparlar.

Bir yöneticinin etrafında daire oluşturmuş ve bir çıkar çarkı kurmuş olan bu tür insanların sürekli övgü, alkış ve takdirleriyle zamanla idarecilerini şirazeden çıkaracaklarında şüphe yoktur. Onu, kendi kalıbının üzerinde başka kalıplar içine sokacaklar, ona numara ve drobu uymayan elbiseler giydireceklerdir. Bu zavallı da zamanla kendini farklı ve üstün görmeye başlayacaktır. Çünkü övgü ve medih insanı baştan çıkarır.

Mabeyn-i Hümayun

Öte yandan, karanlık ruhlu bu tür insanlar zamanla idarecilerin etrafında bir mabeyn-i hümayun oluşturur ve çevreden gelen seslerin merkeze ulaşmasına mâni olurlar. Sağdan-soldan gelen sesler onlara çarpar ve geri döner. Siz de bunların sadece yankısını duyarsınız. Bunlar, danışmanlık yaptıkları kişinin etrafında Satürn’ün etrafındaki halkalar gibi halka oluşturduklarından ona gelen pırıl pırıl fikirler bile öncelikle bu karanlık halkalara çarparak renk değiştirir, bu yüzden çok güzel insanlar bile onun nazarında simsiyah görünmeye başlar. Peygamberlerin yolunu takip eden bazı insanlar onlara semavî mesajlar gibi mesajlar sunsalar bile, o bunları kendisini aldatmaya matuf birer diyalektik gibi görür. Çünkü yanlış yönlendirmeler neticesinde zamanla değer ölçüleri bozulur ve doğruyu eğri görmeye başlar.

Bilindiği üzere Devlet-i Âliye’de padişahın etrafındaki -bugünkü anlamıyla- müsteşarlar, müşavirler, müdürler vs. mabeyn-i hümayunu oluşturuyordu. Hükümdar ihtiyaç duyduğu meseleleri onlara soruyordu. Aynı zamanda onlar dıştan gelebilecek tehlikeler adına hükümdar için koruyucu bir kalkan oluyorlardı. Yöneticilerle halk arasında bulunan mabeyn-i hümayunun iyi olduğu zamanlarda bunlar önemli vazifeler eda etmişlerdir. Bunu yapmanın yanında halkın istek ve arzularının veya toplumun önde gelenlerinin mülâhaza ve tavsiyelerinin kırılmadan idareciye ulaşması noktasında da herhangi bir engel oluşturmamışlardır.

Fakat tarihe ve günümüze bakıldığında çoğu zaman hadiselerin böyle cereyan etmediği görülür. Maalesef mabeyn-i hümayun, genel itibarıyla idareciyle idare edilenler arasında bir engel ve set oluşturmuş ve aşağıdan gelen seslerin kırılmadan yukarıya çıkmasına müsaade etmemiştir. Özellikle bazı dönemlerde bir kısım riyakâr ve menfaatperest insanlar bazen danışman, bazen genel müdür, bazen de koruma görevlisi gibi farklı unvanlarla devlet idarecilerinin etrafında kümelenmiş, riyakârlıklarıyla onların gözüne girmiş, güvenlerini kazanmış, sonrasında da onları yanlış yönlendirmişlerdir. Başkalarının duygu ve düşüncelerini doğru bir şekilde üstlerine iletmemiş, söylenenleri arzu ettikleri şekilde evirip çevirmişlerdir. Böylece onlar bir taraftan yöneticilerini aldatırken, diğer taraftan da halka ihanet etmişlerdir. Devleti idare eden insanlar büyük birer veli bile olsalar çevresindeki insanların iç yüzlerini ve gerçek niyetlerini bilemeyebilir ve onların hile ve desiselerinden salim kalamayabilirler.

Benim en sevdiğim insanlardan biri Sultan 2. Abdülhamit Han’dır. Ben henüz on dört-on beş yaşlarındayken, o zamanlar seksen yaşlarında olan ve zamanında Abdülhamit Han’ın yaverliğini yapmış binbaşı Medet Efendi’yle birlikte kalmış ve ondan Abdülhamit Han’ın çok fazilet ve meziyetlerini dinlemiştim. Dolayısıyla Abdülhamit Han, öteden beri benim içimde bir sevgi abidesi hâline gelmiştir. Bu yüzden ona lâf söyletmem. Fakat yaşadığı dönemde birçok entelektüelin ona karşı ciddi bir tavrı olmuştur. Mesela Mehmet Akif de benim çok sevdiğim ve derin alâka duyduğum insanlardan birisidir. Çok saf ve samimi bir insandır; hiç riya bilmez; dünyaya hiçbir zaman talip olmamıştır. Fakat bu iki insan, birbirlerini sevmezler. Mehmet Akif’in onun aleyhine yazdığı şiir çoklarının malumudur. Aynı şekilde tefsir tarihi boyunca rivayet ve dirayeti mükemmel bir şekilde bir arada götüren sayılı birkaç müfessirden biri olan Allame Muhammed Hamdi Yazır da merhum sultanı eleştirenlerden bir tanesidir.

Yaşadığı dönemde böyle önemli şahsiyetlerin ona karşı tavır almasının en önemli sebebi, Sultan Abdülhamit’in etrafında oluşan mabeyn-i hümayundur. Onlar alttan gelen elit ve entelektüel sınıfın duygu ve düşüncelerinin Sultan’a ulaşmasına fırsat vermemişlerdir. En temiz sesler ve sözler bile oraya gelince kırılmış ve bozulmuştur. Dolayısıyla Abdülhamit Han, olan biten şeyleri bütün gerçekliğiyle görememiştir. Belki de etrafındakiler tarafından yanlış yönlendirilmiş ve yanıltılmıştır. Çünkü Hz. Üstad’ın ifade ettiği gibi, Allah bildirmediği sürece bir insan veli bile olsa, başkalarının gerçek durumunu bilemez.

Liyakat Esasına Göre İstihdam

Sevk ve idarede mabeyn-i hümayun çok önemli bir faktör olduğuna göre, mutlaka her idarecinin yanında onu iyiliğe sevk edecek ve kötülükten men edecek hayırlı yardımcıların olması gerekir. Onlar bir taraftan, gördükleri problemler ve karşılaştıkları zorluklar hakkında kendi çözüm önerilerini sunmalı, diğer yandan da halktan gelen öneri, teklif veya şikâyetleri kendilerine göre yorumlamadan duru bir şekilde yukarıya intikal ettirmelidirler.

Maalesef bu, günümüzün en önemli problemlerinden biridir. Birileri başkalarının fikirlerine kulak asmadıklarından ve onları ciddiye almadıklarından ötürü meseleleri yukarıya hep yanlış intikal ettiriyor ve oralarda yanlış hükümlere varılmasına sebep oluyorlar. Danışmanlar, özel kalem müdürleri, korumalar veya mabeyni oluşturan daha başka kişiler, toplumla yöneticiler arasında perde olduklarından idarecileri toplumdan koparıyor ve her iki tarafın birbirini doğru bir şekilde görmesine ve anlamasına engel teşkil ediyorlar. İdareciler sadece meydanlarda ve mitinglerde kendisini alkışlayan kalabalıklara şahit olduğu gibi halk da idarecilerini gerçek yüzüyle tanıma imkânı bulamıyor.

Her iki tarafın birbirini doğru tanıyabilmesi adına aradaki engellerin kaldırılması ve mabeyn-i hümayunun şeffaflaşması gerekir. Bu açıdan böyle önemli bir vazifeye insan seçerken liyakatin esas alınması çok önemlidir. Seçilecek insanların geçmiş tecrübelerine, bilgi birikimlerine, iş kapasitelerine ve başarılarına bakılmalı ve buna göre istihdam edilmelidir. Bunun dışında akrabalık, yakınlık veya dostluk gibi faktörler tercih sebebi olmamalıdır. Bu tür yakınlara karşı mürüvvetli davranmak önemli bir erdem olsa da bir köy muhtarlığına varıncaya kadar idare mevzuunda asla yakınların kayırılmaması gerekir. Bu konunun hatır-gönül ilişkilerine tahammülü yoktur. Ne akrabalık bağları ne dostluk ilişkileri ne çıkar ve menfaatler bu konuda yönlendirici olmamalıdır. Eğer bu konularda dikkatli olunmaz, liyakate göre vazife verilmez ve farklı sebeplerden ötürü işten anlamayan insanlar iş başına getirilirse devletin bekası tehlikeye girer.

Öte yandan liyakatli bile olsalar idarecilerle aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanların onların yanlışları mevzuunda farklı tavır takınmaları ve doğruyu göstermede cesurca davranmaları çok zordur. Onlar baştakilerle daha ziyade saygı ve sadakat temeline dayanan bir ilişki geliştirdiklerinden ötürü, yapılan edilenlere eleştirel bir gözle bakamazlar. Onların maaşla iş yapmaları, bulundukları pozisyonu korumaya çalışmaları ve hatta gözlerini sürekli daha yüksek makamlara dikmeleri de onların fikirlerini özgürce dile getirmelerinin önünde önemli bir engeldir. Yarınları adına değişik hesaplarla hareket eden insanların, mesela milletvekili olacağı günü bekleyen bir danışmanın veya bakanlığa gözünü diken bir milletvekilinin üstlerine karşı hakikati dile getirebilmesi gerçekten çok zordur. Onlar gördükleri hatalar karşısında ciddi bir tavır ortaya koyamaz ve bunları engelleyemezler. Böyle yapmakla onlar her ne kadar kendi çıkar ve menfaatlerini korumuş olsalar da, idare kaybeder, sistem kaybeder ve neticede millet kaybeder.

Bu açıdan idarecilerin sadece çevresindeki danışman ve yardımcılarla yetinmemesi, ülkesini seven ve hâdiselere bütüncül bir nazarla bakabilen farklı siyasi görüş ve düşüncedeki insanların fikirlerinden de istifade etmeleri gerekir. Çünkü bu tür insanlar, idarecilere yaranmaya çalışmayacak, parti çıkarlarına takılmayacak, bilakis ülke menfaatlerini esas alacaklardır. Evet, ülke insanını alâkadar eden önemli adımlar atılmadan önce meselelere objektif bakabilen insanların mülâhaza ve mütalaalarının alınması çok önemlidir.    

Meselenin Hizmet Gönüllülerine Bakan Yönü

Danışman tayini ve mabeyn-i hümayunla ilgili yukarıda arz edilen hususları sadece devlet yönetimi açısından düşünmek meseleyi daraltmak demektir. Toplumun hangi katmanında olursa olsun ifade edilen bu hususlar, bir yerde insanların sevk ve idaresiyle meşgul olan herkes hakkında geçerlidir. Dolayısıyla bu ilkelerin, Allah yolunda hizmet eden insanlar açısından da geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar hizmet gönüllüleri arasında devlet yönetimindekine benzer bir mabeyn-i hümayun bulunmasa da, bazı kimseler yönetici olarak bulundukları makam ve konumlarında kendilerine göre buna benzer yapılar kurmuş, insanlarla aralarına bir kısım perde ve engeller koymuş, böylece hem kendilerinin hem de başkalarının sürekli hüsuf ve küsuf (ay ve güneş tutulması) yaşamasına sebebiyet vermiş olabilirler. Çünkü bu durumda hiçbir şeyi açık ve net olarak göremezler. Beraber hizmet etme durumunda oldukları insanlar da rahat bir şekilde onlara ulaşamaz ve dertlerini anlatamazlar. Hâlbuki onlara düşen vazife, her zaman herkese karşı açık durmak ve her meselelerini ehliyle istişare etmektir.

 Mesela okul, yurt gibi herhangi bir müesseseden sorumlu olan veya herhangi bir hizmet faaliyetinin temsilcisi olarak iş başında bulunan insanlar, eğrildiklerinde kendilerini doğrultacak, yanlış yaptıklarında usûl ve üslup hatasına düşmeden bunu dile getirebilecek yardımcılar bulmaya çalışmalıdırlar. Onların yanında bulundurdukları kişiler, tıpkı sahabenin Hz. Ebu Bekir’e dediği gibi, “Eğrilirsen seni kılıçlarımızla düzeltmesini biliriz!” diyecek kadar doğru, müstakim ve cesur olmalıdırlar.

Hz. Musa bile, اُشْدُدْ بِهِ أَزْرِي “Onunla beni takviye et.” sözüyle, Allah’ın kendisine yardımcı olarak vereceği Hz. Harun vasıtasıyla takviye edilmeyi ve güçlenmeyi talep ediyorsa, bizim öncelikle buna ihtiyacımız vardır. Çünkü hiçbirimiz vahiyle müeyyet olmadığımız gibi, peygamberlerin sahip olduğu fetanete de sahip değiliz. Dolayısıyla biz, seçeceğimiz hayırlı danışmanlar ve onların faydalı fikirleri vasıtasıyla mantık ve düşüncelerimize güç kazandırmalıyız. Bunu başarabilirsek kendi zaaflarımız içinde boğulmayız ve kolay kolay sırtımız yere gelmez. Bu açıdan hayatın her biriminde bu meselenin bir esas olarak alınmasına şiddetle ihtiyaç vardır.

Hayret ediyorum ve kırgınım...

Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasını, ihlâsla vatana millete hizmet eden samimî insanların birer parya muamelesi görmesini ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini ruhumda olsun duymamak için olup bitenler ne zaman aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya çalışıyorum. Kalbimde sıkışmalar hâsıl eden, tansiyonumu yükselten, vücudumda yerleşmeye karar vermiş hastalıklara taarruz gedikleri açan böyle öldürücü hayallerden ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine bu hayaller birer zehirli ok gibi kalbime saplanıyor… İnliyor, kıvranıyor ve kimbilir günde kaç defa Rabb’ime el kaldırıyor, “Rabbenâ, feracen ve mahracen!...” deyip sızlanıyorum.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.