• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

İdeal istişare-1

Soru: İslâm’da istişarenin usûl ve adabı nedir?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim, herhangi bir tevil ve yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde, açık ve net olarak, istişareyi Müslümanların zarurî vasfı olarak zikretmiş ve onun, hayatın bütün birimlerinde vazgeçilmez bir esas olarak uygulanmasını inanan gönüllere emretmiştir. Mesela, Şûrâ sûre-i celilesinde,

وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
“Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.” (Şûrâ Sûresi, 42/38)

beyan-ı sübhanisiyle, meşvereti namaz ve infakla birlikte zikretmek suretiyle onun, mü’min bir toplum için en hayatî bir vasıf ve ibadet ölçüsünde bir muamele olduğunu hatırlatmıştır. Şûrâyla alâkalı beyanı ihtiva etmesi itibarıyla, bu sûreye “Şûrâ” isminin verilmesi de gayet mânidârdır!

Şûrânın sarahaten emredildiği diğer bir âyet-i kerime ise şu şekildedir:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlara danış, karar verince de artık Allah’a dayan; çünkü Allah Kendine güvenip dayananları sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159)

Rencide edildiğiniz anda bile istişare!

Bildiğiniz üzere bu âyet-i kerime Uhud Savaşı esnasında yaşanan geçici bir sarsıntı sonrası en kritik bir anda şeref-nüzul olmuştur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaştan önce hareket tarzıyla ilgili ashabıyla istişare etmiş ve onların hissiyatlarını nazar-ı itibara alarak meydan savaşına karar vermişti. Fakat sahabe-i kiramdan bazıları emre itaatteki inceliği kavrayamadıklarından dolayı farkına varamadıkları bir muhalefete düşmüşler ve orada muvakkat bir sarsıntı -hezimet demekten özellikle kaçınıyorum- yaşanmıştı. İşte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaralandığı, yüzünden mübarek kanlarının aktığı, pek çok sahabe-i kiramın (radıyallâhu anhüm) şehit edildiği böyle bir zamanda Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyi indirmiştir.

Bu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak ilk olarak,

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ
Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.

kavl-i kerimiyle Efendiler Efendisi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) iltifat edalı bir hitapta bulunmuştu. Âyet-i kerimeyi biraz daha açacak olursak şöyle diyebiliriz: Habib-i Edibim! Sen zaten katı kalbli, hırçın ve haşin olamazsın, değilsin. Öyle olsaydın bu insanlar zaten Senin etrafında kümelenip savaş meydanına kadar gelmez, etrafında hiç toplanmaz ve dağılır giderlerdi. Ey Habib-i Edibim! Bir de onların içtihat hataları oldu. Dolayısıyla فَاعْفُ عَنْهُمْ Sen affet onları! وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ ve onların affedilmeleri için Allah’tan mağfiret dile! Sonra وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِmeseleyi bir kere daha meşveret masasına yatır, müzakereye arz et ve yapılması gerekeni etrafındaki insanlarla bir kere daha görüş!

Evet, izafi bir sarsıntının her şeyi allak bullak ettiği, bir insan olması yönüyle kalb-i nebevînin inkisara uğrayabileceği, pek çok gönlün de rencide olduğu esnada Allah (celle celaluhu) çok yumuşak bir emirle meselenin yeniden meşveret edilmesini emrediyor. Oysaki Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) meşverete hiç ihtiyacı yoktur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir’in ifadesiyle sabah akşam göklerle münasebet içindedir. Söyleyeceği sözleri, atacağı adımları, yapacağı icraatları Allah (celle celaluhu) O’na bizzat bildirir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında hiç tıkanıklık yaşamamıştır. Tıkanacağı yerde Cenab-ı Hak önünü açmış, patikaları şehrah haline getirmiş ve “Yürü, yol Senin devran Senindir!” demiştir. Fakat sadece kendi dönemi itibarıyla değil, bütün zamanlar itibarıyla Rehber-i Ekmel olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) meseleleri ashabıyla meşveret etmek suretiyle, O’nu taklitle mükellef olan ümmetine yol gösteriyor ve lisan-ı hâliyle diyor ki: “İster kaymakam, ister vali, isterse devlet başkanı.. her kim olursanız olunuz. Sizler indî mülahazalarla hareket etmeyin. Vereceğiniz hükümleri şahsî mülahazalarınıza bağlı götürmeyin. Mutlaka her meselenizi istişare edin.”

Meşveret, yapılacak işlere herkesin iştirakini sağlar

Umumu ilgilendiren karar ve faaliyetlerde meselenin umuma mâl edilmesi adına meşveret çok önemlidir. İnsanlar bir mevzuun içine kendi fikirlerini kattıklarında –bu, minnacık bir fikir de olsa- kendilerini o işin içinde görür ve o yük ağır da olsa ellerini o yükün altına sokarlar. Fakat bir mevzu ile ilgili alınan kararların içinde kendi fikir ve teklifleri yok ise, kendi akıl ve düşünceleriyle o meseleye bir katkıda bulunmadıysalar, işin içine girmez ve ellerini de taşın altına sokmazlar. O halde yapılması gereken, yapılacak işlerin ağır bir defineyi taşımak gibi algılanmasını sağlamak ve pek çok omuzun işin altına girerek yükü hafifletmesi için fikir planında insanların meseleye iştiraklerini temin etmektir. Bu açıdan diyebiliriz ki meşveret, aile içinde ihmal edildiği takdirde aile çerçevesinde huzursuzluk ve arızalara sebebiyet verir; bir heyet ve topluluk içinde ihmal edilirse o heyet ve topluluk zarar görür; devlet planında ihmal edildiğinde ise devlet çapında çok ciddi huzursuzluk, arıza ve problemlere yol açar. Evet, Hazreti Sadık u Masduk (sallallâhu aleyhi ve sellem), mutlak manada “İstişare eden haybet yaşamaz, hüsrana düşmez.” (et-Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr 6/365) buyurduğuna göre, demek ki en küçük daireden başlamak üzere hayatın bütün birimlerinde bu esasın uygulanması gerekmektedir.

İstişarede münazara ve müzakere ahlakı

İstişarenin gerekliliğine kısaca değindikten sonra şimdi isterseniz ideal bir istişarenin nasıl olması gerektiği konusuna geçelim.

Öncelikle bir ferdin kendi kafasına göre karar alması, aldığı bu kararı bir sabite haline getirmesi ve daha sonra da meşverette görüşülecek bütün meseleleri bu sabitelere göre örgülemeye çalışması meşveretin ruhunu bilmeme demektir. Bunun yerine insan, işin içine hislerinin karışmaması, heva ve hevesini akıl ve mantık zannetmemesi için meşverette görüşülecek mevzularla ilgili aklına gelen mülahazaları, akl-ı selim, hiss-i selim ve kalb-i selimin yanı sıra batınî hasseleriyle de değerlendirip bir yere not etmeli, görüşülecek mevzuların çerçevesini belirlemeli, daha sonra meseleyi meşverete sunmalıdır. Ayrıca, kendimizce çok orijinal fikir ve teklifler olsa da, meşverette ortaya konulan düşüncelerin her zaman hüsn-ü kabulle karşılanmasını beklemek doğru değildir. Bu açıdan, meşveret meclisine sunulan teklif ve fikirler hüsn-ü kabul görmezse, insan “Demek ki ben bu meseleyi tam olarak bilmiyor veya yanlış biliyormuşum.” diyebilmeli ve fikr-i sabitinde ısrar ve inatta bulunmamalıdır.

Esasında meşverette izlenmesi gereken usul münazara ve müzakeredir. Münazara ve müzakere ise kesinlikle tartışma ve didişme demek değildir. Şimdiye kadar münazara adabıyla ilgili çok farklı eserler yazılmış ve münazaranın Kitap ve Sünnet yörüngeli olması için belli prensipler vazedilmiştir. Esasen münazara, görüşülen mevzu ile ilgili olarak karşılıklı nazir ortaya koyma demektir. Mesela ekonomiyle ilgili bir meselenin görüşüldüğü yerde, bütün görüşler ekonomi etrafında döneceği için elbette bunlar birbirine benzeyecektir. İşte birbirine benzeyen bu nazirlerin karşılaşmasına münazara denir. Buradaki asıl hedef, hakikatin tebellür etmesi, billurlaşıp ortaya çıkmasıdır. Zira “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat tecelli eder.” Tartışmadan ise hakikat parıltıları değil, parçalanmalar, bölünmeler doğar. Çünkü münazarada insaflı olmak ve karşı tarafın düşüncesine saygılı kalmak asıl iken, tartışmada “dediğim dedik” mülahazasıyla hareket etmek ve karşı tarafı mahcup düşürmek de vardır.

Aslında bir meselenin karşılıklı olarak görüşüldüğü yerde, haksız çıkan bir insanın kaybı yoktur. Çünkü o, kendi görüşünün hatalı olduğunu görmüş ve daha önce bilmediği yeni bir şey de öğrenmiş olur. Haklı çıkan ise sadece kendi düşüncesini tekrar etmiş demektir. Hatta böyle bir kişinin “Bak işte, benim dediğim doğruymuş.” gibi bir düşünceyle gurur ve kibre girme ihtimali de vardır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İdeal İstişare–2

İstişare Kendi Fikirlerimizi Dayatma Yeri Olmamalı

İstişare esnasında insaf ve vicdan kriterleriyle meseleleri değerlendirmenin önemli bir ölçüsü de Kur’ân-ı Kerim’in amellerin tartılmasıyla ilgili beyan buyurduğu şu ölçüdür:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
“Her kim zerre miktarı hayır işlerse, karşılığını görür; her kim de zerre miktarı şer işlerse o da karşılığını görür.” (Zilzâl Sûresi, 99/7-8)

Yani herhangi bir meseleyle ilgili karşılıklı ortaya konulan donelerden zerre kadar şer yönü hayır cihetine ağır gelen görüş bir kenara konulmalı ve bunun yerine hayır yönü zerre kadar bile olsa ağır basan görüş esas alınmalıdır. Yani amellerin tartılmasında nasıl ki, hayrın şerre rüçhaniyeti varsa ve Cenâb-ı Hak da kulları hakkında buna göre hüküm veriyorsa, bu düstur bizim istişarelerimize de hâkim olmalıdır. O halde dile getirilen görüşlerden birisinin zerre kadar hayır ağırlığının söz konusu olduğu bir yerde; ne kıdemin, ne unvanın, ne makamın ne de parmakla gösterilen biri olmanın etkisi söz konusu olamaz. Aksine hakikat orta yerde dururken bütün bunları bir kredi olarak görme ve baskı unsuru yapma meşveretin ruhunu tahrip etme demektir.

Evet, meşverette kat’iyen dayatma olmamalıdır. İslâm’a göre en makbul insan, yarım saatlik bir meşveret içinde karşı tarafı dinlerken on defa “Siz bu konuda çok haklısınız. Söylediğiniz her sözün altına imzamı atarım. Fakat bunların yanında benim de aklıma şöyle bir düşünce gelmişti. Buna ne buyurursunuz?” diyen kimsedir. İşte meşveretin şerefini koruyan, şeref abidesi insan budur. Yoksa karşı tarafı dinleme saygısını gösteremeyen ve sürekli kendi düşüncelerini doğru gören kimse esasında nefsini put haline getirmiş bir zavallıdır. Nefsi karşısında rükû ve secdeye varan böyle bir zavallı ise din ve hizmet adına konuştuğunu zannetse de, hakikatte nefsi hesabına konuşuyor demektir. Dolayısıyla onun ortaya koyduğu düşünceler hep reaksiyona sebebiyet verecek, tepkiyle karşılanacaktır.

Bu sebepledir ki insan, istişaredeki hal, hareket ve konuşmalarında sertliğini kırmalı, fikirlerinin sivri yanlarını törpülemeli ve böylece hüsn-ü kabulle karşılanmasını sağlamalıdır. Meselelerin sertliğinin kırılmadığı, düşüncelerin yumuşak bir üslupla seslendirilmediği ve sertliklerin bulunduğu bir meşverette ise kırılıp dökülmeler olur.

Kıdem ve Makam Üstünlüğü Değil Hakk’ın Hatırı

Bazen istişarelerde zaafı olan kimseler kıdem ve kredilerini kullanmaya çalışır, dayatmalarda bulunur. Böylece onlar bilmeyerek de olsa, kıdemleri ve makamları uğruna, din adına yaptıkları hizmetlerini açıktan açığa istismar etmiş olur. Ancak hiç kimsenin egoist ve bencilce tavırlarla istişarenin yümün ve bereketini alıp götürmeye hakkı yoktur.

Konuyla ilgili bir misal arz etmek istiyorum. Hasan Basrî Hazretleri bazı sahabe efendilerimizle birlikte bir mecliste sohbet halkasında bulunuyor. Bu meclise uğrayan insanlar sorularını sahabilere soruyor ve onlara danışıyorlar. Zaten olması gereken de budur. Çünkü sahabe-i kiram, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda bulunmuş ve o huzurun boyasıyla boyanmış insanlardır. Zannediyorum Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda bir kere bile bulunmak, Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona on kere okumak kadar feyz ve bereket vesilesidir. Çünkü O’nun her tavrında Hak nümayandı. Bakışlarında, kulak kabartışında, ağzını açışında, dilini ve dudaklarını hareket ettirişinde dahi hep Allah’a inanmışlığın hakikatleri görülürdü. Bir şair bu durumu,

كُلَّمَا سَجَدَ تَجَلَّي اللهُ فِيهِ
Her secde ettiğinde onda Allah mütecelli olurdu.

sözleriyle ifade etmiştir. Yani O’na bakan bir insan, O’nun silinip gitmesi karşısında adeta Allah’la karşı karşıya kalıyordu. Hâşâ bunun manası, zat-ı nübüvvette, Zat-ı Ulûhiyet tasavvur etme değildir. Bilakis O’nun her tavır ve davranışıyla Allah’ı ifade ettiğini vurgulamaktır. Dolayısıyla böyle bir Nebiyy-i Muhterem’in huzurunda bulunan sahabiler hiç şüphesiz ayrı bir insibağ yaşıyorlardı. Hele O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) yürekten bağlı bulunan insanların hayatları boyunca en az her gün birkaç defa O’nun huzuruna çıkmayı ihmal etmemeye çalıştıkları düşünülecek olursa, elbette onların sözleri dinlenilmesi ve düşüncelerine müracaat edilmesi gereken insanlar oldukları anlaşılmış olur. Ayrıca o dönem itibarıyla ekonomik, idari ve sosyal hayat bütünüyle din ekseni etrafında dönüyor ve dinin nasslarına bağlı götürülüyordu. Dolayısıyla insanlar, hayata ait problemleri çözme mevzuunda dinin sarsılmaz ve sabit kurallarına başvuruyorlardı. Hasan Basri Hazretleri’nin döneminde yaşayan insanların dinin kaynağından beslenen ve henüz hayatta olan sahabe efendilerimize başvurmaları buradan kaynaklanıyordu.

İşte Hasan Basri Hazretleri’nin bulunduğu böyle bir mecliste yine bir sahabi efendimize (radıyallâhu anh) soru sorulmuş, o da cevabını vermişti. Sahabi efendimizin konuşması bittikten sonra bir ara söz sırası henüz 25-30 yaşlarında olan ve arka tarafta bir yere oturmuş bulunan Hasan Basrî’ye geliyor. O, ağzını açıp konuşmaya başlayınca sahabi efendimiz hayran kalıyor. Peygamberimiz Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğrendiği ahlâkla çok hakperest ve çok insaflı olan o sahabi efendimiz etrafındakilere, “Bu adam varken ne diye bize soru soruyorsunuz?” diyor. Bu misalde de görüldüğü gibi sahabe-i kiram, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispeti, o münasebetin kazandırdığı kredi ve payeyi bile dayatma unsuru olarak kullanmıyordu. Sözünün daha tesirli ve muhakemesinin daha güçlü olduğuna inandıkları bir gencin yanında nazarları o gence yönlendiriyor ve onun konuşmasının daha yararlı olduğuna inanıyorlardı. Bence meşveretin ruhunu kavrama mevzuunda böyle bir yaklaşım çok önemlidir.

Maalesef günümüzde bu ölçüde bir hakperestlik ortaya konulamıyor. Şöyle böyle bir kıdemi olan insan, hep kendisinin konuşmasını ve o konuşurken de başkalarının mum kesilip onu dinlemesini istiyor. Ayrıca istişare meclisini teşkil eden fertler, başkaları konuşurken muhatabını dinlemek yerine, karşıdakinin sözüne mukabele adına kafada bir kısım cevaplar hazırlıyorlar. Bazen de gereksiz yere inatlara giriliyor ve karşı tarafın söylediğini reddetme adına ille de bir şey deme zorunluluğu hissediliyor. Hatta bazen karşı tarafı ilzam etme adına şeytani bir kısım kurgulara girildiği bile oluyor. Dolayısıyla istişare meclisinde konuşulan sözler hakikat bile olsa, onlardan istifade edilmesi mümkün olmuyor.

Hâlbuki “Hakkın hatırı âlidir ve o, hiçbir hatıra feda edilemez.” Dolayısıyla bütün söz ve tavırların hak istikametinde örgülenmesi gerekir. O devasa kamet Hz. Pîr de, talebelerine bir şeyi sadece kendisi söylediği için kabul etmemeleri gerektiğini, zira kendisinin de yanılabileceğini ifade etmiştir. İşte bu enginliğe sahip olunmalıdır. Kimse vahiyle müeyyed bir peygamber olmadığına göre herkes hata edebilir, yanılabilir; bunu asla hatırdan çıkarmamalı.

Yeter ki Konuşan Hakikat Olsun!

Öte yandan hakikatin başkalarının beyanıyla ortaya çıkmasından, başkalarının eliyle ortaya konulmasından rahatsız olmamak gerekir. Şayet makul ve makbul bir mülahazayı ifade edebilecek başka biri varsa, orada ille de “ben konuşayım, bu güzel fikirleri ifade etmekle takdir ve beğeni alayım” düşüncesi içine girmek mümince bir tavır değildir. Ancak mutlaka konuşulması gerekli olan bir konu hakkında başkalarının söyleyeceği bir söz yoksa ve bu konu dile getirilmediği takdirde o insanların bir mahrumiyet yaşaması söz konusu ise, işte o zaman hakkın hatırına konuşmak gerekir. Böyle bir durumda da, umumun hissiyatının söylenilen sözleri kabule müsait olup olmadığı iyi hesap edilmelidir ki, olumsuz bir tepkiye sebebiyet verilmemiş olsun. Söze saygı gösterilmeyen bir yerde susmak daha makul ve insanın beyan edeceği kendi düşüncesine saygının gereğidir. Çünkü konuşulan söz hak bile olsa, muhataplar baştan tepki verince sonradan onu kabul etmeleri çok zor olur. Hatta böyle bir durum karşısında oradan ayrılıp giden insanlar sonradan oturur kalkar ve kendi aralarında o düşüncenin uygulanmaması için yeni yeni bahaneler uydurabilirler. Bu açıdan genel hissiyatın hakikate saygı duyacağı sezildiği an konuşulmalıdır ki, herkes ondan istifade etsin.

Aynı zamanda istişareye katılan herkes, çok hakperest olmalıdır. Özellikle sözü dinlenen büyük insanların bu konuda çok hassas hareket etmeleri gerekir. Zira bu tür insanlar ne derlerse desinler, onların sözleri saygı görür. Hâlbuki onların söylediği sözler içerisinde de hata ve yanlışlıklar olabilir. İşte bu noktada hakperestlik adına büyüklerin yapması gereken şudur: Söyledikleri sözün yanlış olduğunu anladıkları an, hemen hatalarından dönmesini bilmeli ve bu konuda çok rahat olmalıdırlar. Ayrıca konuşması gereken bir insanın konuşacağı yerde, konuşmaması gereken insanların konuşması hem istifade edilecek sözün arka plana itilmesine, hem de gereksiz bir kısım dedikodulara girilmesine sebebiyet vermiş olur.

Yılandan Çıyandan Kaçar Gibi Gıybetten Uzak Durulmalı

Meşverette dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de, istişare esnasında gıybete düşmeme konusunda hassas davranmak ve gereksiz yere başkalarını çekiştirmemektir. Yoksa kazanma kuşağında kaybetmiş, hak yolunda hizmet ettiğimizi zannettiğimiz anda kalbimizden daha büyük hale getirdiğimiz dilimizi kirletmiş, manevî ve ruhî hayatımızı söndürmüş oluruz. Bu açıdan gıybete girmeme konusunda hassaslardan daha hassas olmalı, şayet ezkaza gıybet yapıldıysa, o zaman da söz konusu şahsa gidilerek ondan helâllik istenmelidir. Hatta belli mevzular konuşulurken çerçeve çok iyi belirlenmelidir ki, insanlar yanlış bir yöne sevk edilmesin, suizanna kapı aralanmasın. Bu tür durumlara meydan verilmemesi için gerektiğinde sözü mahz-ı hakikat olan insanlar bile susmasını bilmelidir. Onlar önce susmalı ve “Acaba bu hakikati kimseyi rencide etmeden nasıl ifade edebilirim?” diyerek daha derince düşündükten sonra söyleyeceklerini söylemelidirler.

Evet, mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması ise hikmet olmalıdır. Yani sözlerinde bir hikmet varsa konuşmalı, yoksa susmalıdır. Şairin dediği gibi “Leylî sözü söyle yoksa hâmûş!”Yani konuşacaksan sevgiliden söz et, aksi hâlde sus! İnsanları Allah’a giden yollara ulaştırmayan, onlara Peygambere (sallallâhu aleyhi ve sellem) giden yolları açmayan ve İslâmî hakikatler adına bir şey ifade etmeyen konularda gevezelik yapma ihtimali belirdiğinde, kalbten daha büyük hale getirilen o yaramaz dil ısırılmalı ve sükût edilmelidir. İnsan ısırması gereken yerde onu ısırmazsa, o başkalarını ısırmaya devam edecektir. Asla unutulmamalıdır ki süngü yaraları tedavi edilir ve şifayab olur; fakat sözlerle yaralanmış sinelerin tamiri çok zordur.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İffet Âbideleri ve Hayâdan Nasipsizler

Soru: "İffet" ne demektir; iffetin çerçevesini belirleyen hususlar nelerdir?

"İffet"; çirkin söz ve fiillerden uzak kalma, hayâ ve edep dairesinde bulunma, doğruluk, dürüstlük ve ahlâkî değerlere bağlılık üzere yaşama demektir. Aslı Arapça olan bu kelime, namuslu, şerefli ve ahlâklı olma halini ifade edecek şekilde dilimize de geçmiştir. Özellikle eski nesir ve nazımlarda, izzet ve haysiyetiyle yaşayan, çalıp çırpmayan, haramlardan sakınan ve namusunu koruma mevzuunda fevkalâde hassas davranan kimseler hakkında "afîf" tabiri kullanılagelmiştir.

Kuvve-i Şeheviye ve İffet

İslâm ahlakçıları insanda üç temel duygunun bulunduğunu söylemiş; belli ölçüde de olsa hakikatleri görüp, fayda ya da zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırma melekesine "kuvve-i akliye"; kin, hiddet, kızgınlık ve atılganlık gibi hislerin kaynağı sayılan güce "kuvve-i gadabiye"; arzu, iştiha ve cismânî hazların menşei kabul edilen duyguya da "kuvve-i şeheviye" demişlerdir. Kuvve-i şeheviye’nin, hayâ hissinden tamamen sıyrılarak her türlü cürmü işleyecek kadar kayıtsız kalma şeklindeki ifrat hâlini "fısk u fücûr"; helal nimet ve lezzetlere karşı dahi hissiz ve hareketsiz kalma durumunu da "humûd" olarak isimlendirmişlerdir. Kuvve-i şeheviye açısından istikamet ve itidal üzere bulunarak, meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-i meşru arzu ve iştihalara iradî olarak kapalı kalma tavrını ise "iffet" kelimesiyle ifade etmişlerdir. Bu zaviyeden iffet, umumî manasıyla, iradenin gücünü kullanarak cismanî ve behimî arzuları kontrol altına almak, zinadan ve sefihlikten uzak durmak demektir.

Kur'an-ı Kerim, iman edenlerin iffetli, hayâlı ve edep yerlerini koruyan insanlar olduklarını nazara vermiş (Mü’minûn, 23/5-7); iffetli yaşamanın mükafatı olarak Allah’ın mağfiretini ve ahiret sürprizlerini müjdelemiş (Ahzâb, 33/35); mevzunun önemine binaen kadınları ve erkekleri ayrı ayrı zikrederek bütün mü’minlere iffetli olmalarını ve iffetsizlik için bir giriş kapısı sayılan haram nazardan kaçınmalarını emir buyurmuştur (Nur, 24/30-31). Ayrıca, Hazreti Yusuf ve Hazreti Meryem gibi iffet abidelerini misal vererek inananlara hayâ ve ismet ufkunu göstermiştir.

Evet, Hazreti Yusuf aleyhisselam, vezirin hanımından gelen bir günah çağrısı karşısında "Ya Rabbî! Bu kadınların beni dâvet ettikleri o işten zindan daha iyidir." (Yusuf, 12/33) diyerek, iffetine toz kondurmaktansa senelerce hapiste yatmayı göze almış ve kıyamete kadar gelecek olan bütün ehl-i imana bir hayâ timsali olmuştur.

Cenâb-ı Allah’ın, "İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an. Biz ona rûhumuzdan üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle alem için bir ibret yaptık." (Enbiya, 21/91) diyerek yücelttiği Hazreti Meryem de bütün insanlık için tam bir iffet örneğidir. Öyle ki, temiz ve nezih bir atmosferde, iffetli ve şerefli bir şekilde yetişen Meryem validemiz, o paklardan pak mahiyetiyle adeta mücessem iffet haline gelmiştir. Bundan dolayıdır ki, Hazreti İsa’nın doğumunu dile dolayan bazı diyanet mensuplarının yakışıksız sözleri karşısında bin bir ızdırapla, "Keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!" (Meryem, 19/23) diye inlemiştir.

İffetin bu umumî manasını hatırda tutmakla beraber, onu daha geniş ve şümullü olarak ele almak da mümkündür. Bediüzzaman hazretlerinin, "Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur." şeklinde dile getirdiği ölçüye göre iffet, meşru daire içinde yaşayıp gayr-i meşru sahaya nazar etmeme, el uzatmama, adım atmama demektir. Dolayısıyla, iffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâların helal dairedeki lezzetleriyle iktifâ etmeli, hiçbir şekilde ve hiçbir yolla haram işlememeli, izzet ve haysiyetine dokunacak durumlardan da sakınmalıdır.

Fakir Ama Afîf

Bu açıdan, insanın kendi el emeği ve alın teriyle kazandığına razı olması, başkasının malına göz dikmemesi, daha çok kazanma ve daha rahat yaşama hırsıyla gayr-i meşru daireye el uzatmaması ve dilencilik yapmaması da iffetin ayrı bir yanıdır. Evet, insan kendi emeği ve alın teriyle geçimini sağlamalı, gerekirse inşaatlarda taş kırmalı, hamallık yapmalı ama asla başkalarına el açmamalıdır.

Kur'an-ı Kerim, ihtiyacı olduğu halde dilenmeyenleri takdirle anmış ve onların durumunu da iffet çerçevesine dahil etmiştir. "Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşma imkânı bulamazlar. Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hallerini bilmeyenler, onları zengin sanarlar. Ey Rasûlüm, sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler. Hem hayır adına her ne verirseniz mutlaka Allah onu bilir." (Bakara, 2/273) mealindeki ayet–i kerime işte bu manadaki iffeti ve iffetlileri anlatmaktadır. Sadakaların kimlere verileceğini belirten bu ayet, Peygamber halkasının Allah yoluna adanmış talebeleri olan, mescidde yatıp kalkan, Rasûl-ü Ekrem’in sohbetlerini dinleyip öğrenerek sonraki nesillere nakletmeye çalışan, vakitlerini ibadetle, ilimle değerlendiren ve iâşeleri de Allah Rasûlü tarafından karşılanan "Ashab-ı Suffe" başta olmak üzere, kendini öğrenip öğretmeye vakfeden, dolayısıyla malı-mülkü olmayan, başka bir meslekte çalışmaya vakit bulamayan ya da güç yetiremeyen ama her şeye rağmen başkalarına da el açmayan, hayâ ve iffetlerinden ötürü dilencilikte bulunmayan her devirdeki fakir fakat afîf müslümanları takdir etmektedir.

Evet, bu müstağni insanlar, kimseden karşılıksız bir şey kabul etmeyen, kimseye evvel ve âhir diyet ödeme mecburiyetinde kalmayan aziz ruhlardır. Halden anlamayanlar, izzet-i nefislerini korumayı açlığa tercih eden ve yokluklara katlanıp asla isteme zilletine düşmeyen bu insanları zengin zannederler. Aslında, dikkat edilse hallerinde fakirlik emareleri görülecektir. Fakat, onlar kimseden bir şey isteyemezler, hele hele ısrarla ve bıktırırcasına hiç istemez ve kat’iyen dilencilik yapmazlar.

Haddizatında, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) hakiki fakiri bu çerçeve içinde zikretmiş; "Fakir, kapı kapı dolaşan ve bir iki lokma veya bir iki hurma ile baştan savılan kimse değildir. Gerçek fakir, durumu bilinmediği için kendisine sadaka verilmediği halde, ihtiyaç içerisinde olmasına rağmen iffetinden dolayı başkalarına el açmayan ve halktan hiçbir şey istemeyen insandır." buyurmuştur.

Ashab-ı Suffe’den olan Ebu Hüreyre gibi sahabe efendilerimiz açlıktan kıvrım kıvrım kıvrandıkları halde kimseden bir şey istememeyi ahlâk haline getirmişlerdir. Öyle ki, Hazreti Sevban ve Hakîm b. Hizam’ın da aralarında bulunduğu bazı sahabiler, insanlardan bir şey istememe konusunda Allah Rasûlü’ne söz vermiş ve ömürlerinin sonuna kadar sadık kaldıkları bu vaadlerinden dolayı asla sadaka kabul etmemiş; hatta deve üzerindeyken kırbaçları yere düşse onu bile kimseden istememeleriyle meşhur olmuşlardır. İşte, "Her kim iffetli olmaya çalışır, yüzsüzlükten sakınırsa Allah da onun iffetini korur ve arttırır. Bir insanın bir ip alıp sırtında odun taşıyarak onu azıcık hurmaya satması, dilenmesinden daha hayırlıdır." buyuran Peygamber Efendimiz’in bu tavsiyesine uygun yaşamak da iffetin önemli bir derinliğini teşkil etmektedir.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (aleyhi ekmelü't-tehayâ) sabah-akşam tekrar ettiği dualardan biri, "Allah’ım! Senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliğiyle beraber başkalarına muhtaç olmayacak kadar rızık istiyorum." niyazıdır. Her söz, hal ve tavrıyla hidayet üzere olan, muttakilerin imamı ve iffetlilerin en afîfi Allah Rasulü’nün hidayet, takva, iffet ve gönül tokluğu istemesi, hem bu hususlardaki temadî ve derinlik talebi şeklinde anlaşılmalı hem de ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalatü vesselam) neler istemesi gerektiğine bir işaret olarak kabul edilmelidir.

Meslek Ahlakından Fikir Namusuna...

Diğer taraftan, bir insanın haddini bilmesi, teklif edilen bir makam-mansıp karşısında hemen ileri atılmaması, hevesleriyle hareket etmemesi, o işe liyakat sahibi olup olmadığını iyi değerlendirebilecek kimselerin kanaatlerine göre tavır belirlemesi, gerekiyorsa müstağni davranması ve bir başkasını o işe teklif etmesi ama şartlar ne olursa olsun kendine terettüp eden bir vazifeden de kaçmaması gibi hususlar da bir yönüyle iffetin çerçevesine dahildir. Öyle ki, bu duygu ve düşüncelerle omuzlanılan bir vazifenin hakkını vermeye "meslek namusu" ya da "meslek ahlakı" denilegelmiştir. Her doktor, öğretmen, üniversite hocası, avukat, asker, savcı ya da hâkim kendi mesleğine ait bazı disiplinlere uymak, bir kısım kural ve kaidelere göre iş yapmak ve "meslek ahlakı" dediğimiz değerler bütününe sadık kalarak çalışmak zorundadır. Dolayısıyla, böyle kurallı, bir intizam içinde ve hakperestçe çalışma da iffetin farklı bir yanı olarak değerlendirilebilir.

Ayrıca, söz ve yazılarımızda sık sık kullandığımız ve bazen "fikir namusu" bazen de "düşünce iffeti" olarak zikrettiğimiz bir husus daha vardır. Özellikle, heva ve hevesi fikir suretinde takdim etmeme; ulvî ve derin hakikatleri anlatırken fantastik ve muğlak ifade avcılığı yapmama, fakat, pespâye sözlere ve bayağı ifadelere de yer vermeme; kullandığımız hemen her kelimeyi bir mücevherci titizliğiyle seçerek dilin saffetini korumaya çalışma ve okuyucuyu mutlaka hayra, güzele sevk etme gibi konularda hassas davranma da iffetin bu çeşidini oluşturmaktadır.

Aslında, düşünce iffetini yakalamak ve korumak için tahayyül ve tasavvur planındaki duyguları dahi temiz tutmaya çalışmak gerekir. Çünkü, fikir, söz ve ameller bir yönüyle hayalde mayalanır. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), "Fena duygular, seni hayallerinde yakalayınca, ilk fırsatta hemen onlardan kurtulmaya çalış; yoksa, bir müddet sonra götürüldüğün yerden geriye dönemezsin" demektedir. Evet, bir şeytanî ok gelip hayalinize çarptığı zaman dönebiliyorsanız hemen geriye dönmeli ve zihninizde meydana gelen yırtığı vakit geçirmeden dikmeye çalışmalısınız. O ok daha derinlere nüfuz etmeden ve aldığınız yara sizi öldürecek seviyeye ulaşmadan bir tabyaya sığınmalı, ezelî düşmanınızın saldırılarından korunmalısınız. Aksi halde, bazı hayal deryalarına yelken açmış olur, onun dalgaları içinde savrulur durur ve sahile çıkmaya yol bulamayacak kadar kıyıdan uzaklaşırsınız. Öyleyse, yol yakınken ve iradenizin gücü yetiyorken kötü duygu ve fena tutkulardan kurtulmalısınız!..

Küçükken Önemsemezsen Büyüyünce Halledemezsin

Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i sahîha "sedd-i zerâî" adı altında bu mevzuya vurguda bulunmakta ve farklı hadiseler münasebetiyle farklı ifadelerle bu hususu nazara vermektedir. Bildiğiniz gibi; "sedd" menetme ve engellemenin adıdır; "zerâî" de sebep ve yol manasına gelen "zerîa" kelimesinin çoğuludur. "Sedd-i zerâî" ise, fenalıklara ve günahlara götüren yolları tıkama, harama sebep olabilecek fiillerden kaçınma demektir. Mesela, zina büyük bir günahtır. Harama nazar bu günaha götüren bir sebep olduğu için o da günahtır ve yasaklanmıştır. Bunun için, Kur’an-ı Kerim, "Zina etmeyin", "Yetim malı yemeyin" emrini ifade ederken "Zinaya yaklaşmayın", "Yetim malına yaklaşmayın" şeklinde seslenmekte ve neticede günaha götürebilecek atmosferden uzak durmayı emretmektedir.

Evet, göz görür, kulak dinler, dil telaffuz eder; görülen, duyulan ve söylenen şeyler zihinde kurgulanır; tahayyül tasavvura dönüşür, o da gidip taakkulle belli bir kalıba dökülür, bir kılıfa girer.. ve sonra bu vetire insanın iradî davranışlarına tesir eder; el tutar, ayak gider... Dolayısıyla, daha tahayyül durağında iken günahın önü kesilmeli; onun tasavvura ve sonrasına ulaşmasına mani olunmalıdır. Mesela; harama nazar önü alınabilecek ve iradeyle kaçınılabilecek bir tehlikedir. Biraz gayret etseniz bakmamaya katlanabilirsiniz. Gözünüze ilişen çirkin bir manzaradan sıyrılma, iradenizin belini bükebilecek kadar büyük bir yük değildir; gözünüzü kapamaya irade gücünüz yeter. Fakat, nazarlarınızı haramdan çevirmez, kendinizi o işe salar ve bir "bakma tiryakisi" olursanız artık geriye dönme ihtimaliniz azalır. Hele bir de gözünüzden zihninize akan manzaraları tasavvurla, taakkulle besler ve büyütürseniz sahilden ayrılmış sayılırsınız. Ondan sonra geriye dönmek çok daha büyük cehd ü gayret ister. Şair bir arkadaşımın, "İsyan deryasına yelken açmışım, kenara çıkmaya koymuyor beni" dediği gibi, Allah muhafaza, o günah deryası, dalgaları arasında sizi evirir çevirir ve kıyıya çıkmanıza izin vermez.

Üç İffet Kahramanı

Tam günah eşiğinde ve uçurumun kenarında iken geri dönebilen ve büyük bir felaketten kurtulan yiğitler de yok değildir. Mahşerin dehşet verici tehlikelerinden "zıllullah"a sığınarak korunacak olan yedi grup insan anlatılırken, böyle bir iffet kahramanına da işaret edilmektedir. Zira, namus ve haysiyetini muhafazada fevkalâde hassas ve şehevânî isteklerine karşı alabildiğine kararlı o babayiğit, güzellik ve servet sahibi bir kadının günaha davetini "Ben Allah’tan korkarım" çığlığıyla reddedebilmiş ve irade ile aşılamaz gibi görünen bir akabeyi aşabilmiştir.

Hazreti Ömer’in (ra) gözünün nuru olan delikanlı da o ismet ufkunun temsilcilerindendir. O da bir tuzağa düşüp günaha karşı hafif bir temayül gösterecek gibi olunca birdenbire "Allah'a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir dürtü ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahip olurlar." (A'raf, 7/201) mealindeki ayeti hatırlamış; Cenab-ı Allah’tan hayâ etmiş; günah eşiğinden geri dönmüştür.. dönmüştür ama vicdanı o kadarcık bir meyli bile iffetine yakıştıramamış, gönlü Allah korkusundan hasıl olan heyecana dayanamamış ve genç oracığa yığılıp kalmıştır. Bedeni oracığa yığılıp kalsa da "iffet şehidi" ya da "ismet şehidi" denebilecek o yiğidin hatırası da bir yâd-ı cemil olarak günümüze kadar ulaşmıştır.

"Mağara hadisi" olarak da bilinen bir hadis-i şerifte de yine böyle bir iffet kahramanından bahsedilmektedir. Gecelemek için bir mağaraya sığınan üç kişi, dağdan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp çıkışı kapayınca bir türlü oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları bir ameli vesile edinerek Cenab-ı Hak’tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. Her birinin duasıyla kaya biraz hareket eder ve nihayet o üç arkadaş kurtulurlar. Onlardan birincisi, anne-babasına karşı ihsanla davranışına tevessül ederek niyazda bulunur; sonuncusu da, çalıştırdığı işçinin ücretini veremeyince onun parasını işletip nemalandırarak sonunda eksiksiz teslim edişi hürmetine rahmet-i ilahiyeden yardım ister. İkinci şahıs ise, "Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim ama bana hiç yüz vermedi. Fakat, bir kıtlık senesinde elime düştü. Ona kendini teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nail olacağım sırada, "Allah’tan kork da iffetime dokunma!" dedi. Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim parayı da geri almadım. Allahım eğer bunu Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!" diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir amel olarak Allah’a arz eder.

İşte, bu üç misaldeki afîf insanların ortaya koyduğu kahramanlıklar herkese müyesser olmaz. Bunlar, çok istisnaî olan irade zaferleridir. O türlü durumlarda devrilmeme her insanın ulaşabileceği bir başarı değildir. Pek çokları o kaygan zeminlerde ayakta kalamaz ve yıkılır. Dolayısıyla, daha o noktaya kadar götürmeden meselenin önünü almak gerekir. Öyle tehlikeli sahalara hiç girmemek, uçurumun kenarına hiç yaklaşmamak ve günah sahillerinde asla dolaşmamak icap eder. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), "Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, kendine helal olmayan ve yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa kalmasın. Zira, onların üçüncüleri şeytan olur." buyurmakta ve arz ettiğim sedd-i zerâî düsturuyla günah yollarını daha baştan kapamamız ikazında bulunmaktadır.

Dilin İffeti

Aynı hususu doğru konuşma mevzuunda da düşünebilirsiniz. Bir yalan insanı haline gelmeden, temrinat yapa yapa doğru söylemeye kendinizi şartlandırmalı ve asla hilaf-ı vaki beyanda bulunmamalısınız. Özellikle de, bir insanın sözünü ya da bir meseleyi naklederken her hususu kelimesi kelimesine aktarmaya ve yarım kelime de olsa farklı bir söz katmamaya çok dikkat etmelisiniz. Çünkü yalanın iki tarifi vardır: Birincisi, konuşan şahsın gerçek düşüncesini saklayıp kanaatinin aksini söylemesidir. İkincisi ise, vâkîye mutabık olmayan bir beyanda bulunmaktır; tabir-i diğerle, Allah nezdindeki hakikate ve Cenab-ı Hakk’ın gördüğü, duyduğu, bildiği bir meseleye aykırı bir söz söylemektir. Öyleyse, söylediğiniz her cümlenin gerçekten gönlünüzün sesi olup olmadığına özen göstermeli ve mutlaka kesin bildiğiniz şeyleri tam doğru olduğuna inandığınız şekilde söylemeli; bunu yaparken de "İşin hakikatini Allah bilir" düşüncesini zihninizden ırak etmemelisiniz. Günlük konuşmalarınızdaki sıradan gördüğünüz cümlelerinizde bile böyle bir doğruluk aramalı ve yalanın öldürücü bir virüs olarak kalbinize musallat olmasına meydan vermemelisiniz.

Sıdk konusundaki hassasiyetiyle hüsn-ü misal olan Abdullah b. Mes’ud hazretleri hadis rivayet ederken tir tir titrermiş. Peygamber Efendimiz’in mübarek beyanlarını naklederken o kadar titiz davranırmış ki, heyecandan adeta bütün vücudu ürperir ve alnından boncuk boncuk terler akarmış. Mesela, herkes tarafından bilinen "Bir günahtan tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir." mealindeki hadis-i şerifi söylerken bile birkaç defa ileri gider, geri gelir, ellerini ovuşturur; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah.." der, o sözü eksiksiz ve ziyadesiz aktarabilmek için âdetâ göbeğini çatlatır ve sonunda da yine "Allahu a’lem" kaydını düşermiş. Talebelerinden biri der ki, "Bir sene boyunca İbn-i Mesud hazretlerinin yanında kaldığım halde, onun bir kere bile "Rasûlullah buyurdu ki" dediğini duymadım."

İşte böyle bir hassasiyete de isterseniz "dil iffeti" diyebilirsiniz. Adına ne derseniz deyin, söylediğiniz sözlerin vâkıa mütabık olması ve Allah ilmindeki hakikate, yani, o meselenin mahiyet-i nefsü’l-emriyesine denk düşmesi de iffetin diğer bir parçasıdır. İnsan, iffet ve hayâ perdesini yırtmamak için doğrulukta temrin yapa yapa hilaf-ı vâkî beyanlara da bütün bütün kapanmalı ve yalanın gölgesine bile yaklaşmamalıdır.

"Hortumlama"

Dünyevî güzelliklere ve mala-mülke karşı tama duygusu da, henüz zihinde bir görüntü gibiyken oracıkta boğulmalı ve gelişip büyüyerek başkasının kazancını çekememezliğe, hasede ve kıskançlığa dönüşmesine fırsat verilmemelidir. Zira bu zaaf, daha küçükken önü alınmazsa, değil insanı dilenciliğe sevk etmek, karakter bakımından zayıf kimseleri hırsızlığa bile götürebilir. Bundan dolayıdır ki, "hortumlama" sözü son zamanlarda en çok duyulan ifadelerden biri olmuştur. Bazıları, "hırsızlık" kelimesini sevimli bulmadıklarından dolayı mıdır ya da "hortumlama" tabirinde bir kibarlık sezdikleri için midir, yoksa büyük büyük lokmaları yutmayı anlatabilmek maksadıyla mıdır, bilemeyeceğim, sürekli "hortumlama"dan bahsediyorlar; bazıları da halk arasında kocaman kocaman insanlarmış gibi görünmelerine rağmen ancak bir hırsızın yapabileceği bayağı şeyleri yapıyor ve milletin malını haksız yere yiyorlar.

Evet, insan mal-mülk mevzuunda da kendinde bir zaaf görüyorsa, daha baştan ayaklarını sağlam tutabileceği yerde durmalı ve yıkılabileceği alanlarda dolaşmamalıdır. Gözünü servet hissi bürümüş bir kimsenin makam, mansıp ve imkan sahibi olması buzlu yolda ulu orta koşması gibi bir şeydir. Onun kayıp düşmesi her an muhtemeldir. Öyleyse, o insan, yüzüstü kapaklanmayacağı sahalara yönelmeli; dönebileceği yerde geri dönmeli ve henüz iş işten geçmemişken iradesinin hakkını vermelidir. Aksi halde, iradesinin sırtına çok ağır bir yük yükleyip devrildikten ve "iffetsiz" damgasını yedikten sonra "Ben ne kadar da iradesizmişim" diyerek yakınmasının bir manası yoktur.

Sözün özü; "iffet", dil, göz, kulak, el, ayak gibi uzuvları günahlardan koruyarak ve helal dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa ederek haramlardan uzak kalmaktır. Ahlakî değerlere bağlı ve günahlardan âzâde yaşamanın en mühim vesilelerinden biri sedd-i zerâî prensibine uygun şekilde davranmak ve ayakları kaydıracak zeminlere hiç yaklaşmamaktır. İffeti, düşünce namusundan meslek ahlakına kadar geniş bir çerçevede değerlendirmek daha doğru olsa gerektir. Nitekim, müstağni davranmak, başkalarına el açmamak, dilencilik yapmamak ve kimseye yüz suyu dökmemek de iffetin çok önemli derinliklerinden sayılmıştır.

İffet Âbidesi: Yusuf Aleyhisselâm

Soru: Günah karşısında, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni çağırdığı şeyden daha sevimlidir.” (Yusuf Sûresi, 12/33) diyen Hazreti Yusuf’un bu tavrı bize ne anlatmalıdır?

Cevap:Hz. Yusuf’un kıssasına bakılacak olursa, onun hayatının baştan sonra zorluklarla, imtihanlarla kuşatıldığı görülür. Daha çocuk denecek yaşta kuyuya atılmış, bir köle gibi pazarlarda satılmış, yurdundan yuvasından uzak kalmış, iftiraya uğramış, zindanlarda yıllarını geçirmiştir. Zira bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere belanın en şiddetlisi başta peygamberlere, sonra da seviyesine göre diğer insanlara gelir. (Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23) Bu yüzden hiçbir peygamber hayatını bela cenderelerinden geçmeden götürememiştir. Eğer bu mümkün olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu götürürdü. Oysaki O, Mekke’deyken tartaklanmış, dövülmüş, türlü türlü hakaretlere maruz kalmış, boykota uğramış ve toplumdan tecrit edilmiştir. Mekke kendisi için yaşanmaz hale gelince, hicran ve ıstırap içinde yurdunu yuvasını terk etmiş fakat gittiği yerde de rahat bırakılmamıştır. Orada da türlü türlü eza ve cefalara uğramıştır.

Tarihin sayfalarına göz gezdirecek olursanız peygamberlerin yanı sıra bir sürü hak dostunun da hayatlarını bin bir sıkıntı içerisinde geçirdiklerini, türlü türlü işkencelere maruz kaldıklarını görürsünüz. Ziya Paşa’nın dediği gibi, bir sürü cahil zevk ü sefa içinde yüzerken, arifler hep mihnet-i kahr u belâda gezmişlerdir. Ehli dünyanın yaşadığı rahat hayata mukabil onlar hayatlarını hep patikalarda yürüyerek geçirmişlerdir. Bir yönüyle bu, insanlığın kaderi olmuştur. Allah’ın hikmetini bilemiyoruz. Belki de sevdiği mümtaz kullarının başından aşağıya ahirette sağanak sağanak nimetler yağdırmak istiyordur.

İmtihanlar Neticesinde Gelen İkramlar

Seyyidina Hazreti Yusuf, marifetullah ve muhabbetullah adına zirveler üstü zirvelere talip olmuş, Allah da “Onun yolu buradan geçer.” diyerek onu farklı farklı imtihanlara tâbi tutmuştur. Fakat o, bunların hiçbirisi karşısında yılgınlık göstermemiştir. Kur’ân-ı Kerim’in beyanına bağlı meseleyi götürecek olursak, ne kendisini kuyuya atan kardeşlerine karşı tek kelime ettiğini görürsünüz ne de haksız yere zindanda kaldığı için halinden şikâyet ettiğini. Bilakis o, zindanda kendisine teveccüh eden bir kısım gönüller bulunca, hemen onları hakka davet etmiş ve böylece zindanı bir medrese haline getirmiştir. Kim bilir orada nasıl bir temel atmış, daha sonra nice insanların imanına yol açabilecek nasıl bir faaliyet başlatmıştı.

Bilindiği üzere Hz. Yusuf’un maruz kaldığı çetin imtihanlardan birisi de iffetiyle alakalı olmuştur. Yusuf sûresinde anlatıldığı şekliyle, kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan kervancılar tarafından çıkarılıp götürüldüğü Mısır’da köle pazarında satılığa çıkarılmış, Mısır nazırı tarafından satın alınmış, evlatlık edinilmiş, bağra basılmış ve sarayda yetişmişti. Serpilip dikkat çeken bir genç olduğunda nazırın hanımı tarafından yapılan ahlaksız teklif karşısında, مَعَاذَ اللّٰهِ اِنَّهُ رَبِّي اَحْسَنَ مَثْوَايَ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ “Allah’a sığınırım. O benim Rabbimdir, bana ihsanlarda bulundu, güzel bir yere yerleştirdi (veya; efendim bana güzel baktı, iyi bir mevki verdi). Şu muhakkak ki zalimler asla felah bulmaz.” (Yusuf sûresi, 12/23) diyerek bu çirkin teklifi geri çevirmiş, maruz kaldığı bu imtihanı iffetiyle geçmişti.

Âyet-i kerimede yer alan “Rabbim/Efendim” lafzı hakkında iki farklı tevcih vardır. Birinci tevcihe göre bununla kastedilen, nazırdır. Bu durumda mânâ şu şekilde olur: “Efendim beni bağrına bastı, bana yurt yuva verdi. Bu iyiliklerini görmezden gelerek nasıl ona ihanet ederim?” İkinci tevcihe göre ise “Rabbim” lafzıyla kastedilen Cenab-ı Hak’tır ki, muhatapları ne anlarsa anlasın muhtemelen Hazreti Yusuf bunu kastediyor, hakiki mülk sahibinin kendisine olan nimetlerini zikrediyordu.

Bir ikram-ı ilâhî, bir keramet-i rabbaniye olarak Allah (celle celâluhu) onu böyle bir günahtan kurtarmıştı. Allah bazı kimselere çok geniş maddi imkanlar verebilir, bazılarını sokaktan alıp önemli mevkilere getirebilir, bazılarına hayırlı evlatlar bahşedebilir. Bunlar, göz ardı edilemeyecek önemli birer ikram-ı ilâhidir. Fakat bunların hiçbirisi bir insanın iffetini, ismetini ve izzetini koruması kadar büyük değildir. Bütün bir hayatı iffetle yaşama, gözüne kulağına kir bulaştırmama, namusunu lekelememe ve tertemiz bir hatime ile Allah’ın huzuruna yürüme, Allah’ın bir insana lütfedeceği en büyük ihsan ve ikramlardan biridir.

İşte Cenab-ı Hak, Hz. Yusuf’a böyle bir ikramda bulunmuş, iffetinin haleldar olmasına meydan vermemişti. Hz. Yusuf, yüz yüze geldiği günah çağrısından bütün nezahetiyle sıyrılmasını bilmişti. Daha sonra kadınların matmah-ı nazarı olduğunda işin daha da çetrefilli hale geleceğinden endişelenmiş ve رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ وَإِلاَّ تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ أَصْبُ إِلَيْهِنَّ وَأَكُنْ مِنَ الْجَاهِلِينَِ “Ya Rabbi, bu kadınların beni çağırdıkları şeydense zindanı yeğlerim. Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyledip bir cahillik yapmaktan korkarım.” (Yusuf Sûresi, 12/33) sözleriyle fitneden, günahtan uzak kalabilme adına zindana girmeyi tercih etmişti. Dolayısıyla bir kere daha iradesinin hakkını vermiş, günah karşısında mukavemet göstererek, bir iffet abidesi olarak dimdik durmasını bilmişti.

Hapishane Hz. Yusuf için Allah’ın bir ikramı oldu. Zira hem orada sıyanet edildi, hem önemli bir misyon eda etti hem de yüksek bir mevkiye giden yol kendisine açıldı. En başta Cenab-ı Hakk’ın ikramını iyi değerlendirdiği için daha sonra ikramlar salih dairesine mazhar oldu. İkram, ikramı doğurdu. İkramlar öyle enginleşti ki gün geldi Mısır halkına bir meşale ve bir ışık kaynağı olup onların dünyalarını aydınlattı. Öyle ki o aydınlığın tayfları ta Seyyidina Hz. Musa dönemine kadar gelip ulaştı.

İffet-İman İlişkisi

Keşke biz de günahlar karşısında aynı duygu ve düşünceye sahip olabilsek. Günahlara dalmaktan ve Allah’a isyan etmektense zorluklarla karşı karşıya kalmayı göze alabilsek. Fakat bu, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Taklidî bir imanla, nazarî plândaki bir inanmayla yakalanacak ufuk değildir. İnsan, içinde yetiştiği kültür ortamının etkisiyle “âmentü” esaslarını kabul edip söyleyebilir. Fakat salih amellerle desteklenmeyen ve tefekkürle derinleşmeyen bir imanın, insanı günahlardan koruması çok zordur. İmanı, vicdanlarına mâl edemeyen ve tabiatlarının bir derinliği hâline getiremeyenler, birer iffet abidesi haline gelemezler.

Eğer bir insan, Cenab-ı Hakk’ın “Mü’min” isminin gölgesi altında hayatını emniyet içerisinde sürdürmek istiyorsa, ihsan ufkunu yakalamaya çalışmalı; yani ibadetlerini ve kulluğunu Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla yerine getirmelidir. Her an O’nun gözetimi altında olduğu şuuruyla hareket eden, yani imanını, ihsan şuuruyla vicdanî müktesebat haline getiren biri, günah kirlerine bulaşmadan tertemiz bir şekilde yaşama imkânına sahip olacaktır. İman, ibadet ve ihsanda zirveleri ihraz etmiş bir insan elbette kendisine bir fenalık teklif edildiğinde, “Allah’ım ya bunların hilelerini, komplolarını, fitne ve fesatlarını sav ya da beni zindanlara koy. Orası benim için daha sevimlidir.” diyecektir.

Nefse Muhalefet

Yukarıdaki âyette görüldüğü üzere Hz. Yusuf, abide bir şahsiyet olmasına rağmen ihtiyatı elden bırakmıyor ve “Yâ Rabbi! Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyledip bir cahillik yapmaktan korkarım.” diyor. Yine sûrenin devamında, وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّي إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ “Doğrusu ben nefsimin masum olduğunu iddia etmiyorum. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Şüphesiz Rabbim gafurdur, rahimdir.” (Yusuf Sûresi, 12/53) sözleriyle nefs-i emmareye güvenilemeyeceğini vurguluyor. Peygamber Efendimiz de (sallalâhu aleyhi ve sellem) dualarında, يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلٰى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ “Ya Hayy u ya Kayyum! Senin sonsuz rahmetine itimat edip inayetine sığınıyorum; bütün ahvalimi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma.” (Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; Bezzâr, el-Müsned 13/49) buyurmuştur. Çünkü nefsiyle baş başa kalan bir insan, çocukluk yapabilir, kayıp düşebilir, şeytanın kündesine gelebilir. Allah bu türlü düşmelerden bizi muhafaza buyursun.

Bu itibarladır ki Allah’a sağlam bir kullukta bulunmanın yolu, nefsin heva ve heveslerine muhalefet etmekten geçer. Nefsin oyunlarından salim kalabilmek ve onun kurduğu tuzaklara düşmemek için de murad-ı ilâhîye muvafakat yollarının aranması, samimiyet ve ihlâsa çok önem verilmesi gerekir. Eğer bütün işlerinizi Allah’ın emir ve yasaklarına muvafakat içinde götürmeye çalışırsanız, nefsin tuzaklarına, ağlarına düşmezsiniz. İmam Buseyrî de Kaside-i Bürde’sinde şöyle der:

وَخَالِفِ النَّفْسَ وَالشَّيْطَانَ وَاعْصِهِمَا  وَاِنْ هُمَا مَحَضَاكَ النُّصْحَ فَاتَّهِمِ

“Sürekli şeytan ve nefse muhalefet et ve onlara karşı gel. Tamamen senin iyiliğine çalışıyor görünseler bile zinhar onlara güvenme!”

Bir başka beyitte ise şöyle der:

وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ إِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ عَلَى   حُبِّ الرَّضَـــــاعِ وَإِنْ تَفْـطِمْهُ يَنْفَطِــمِ

“Nefis, çocuk gibidir; eğer sütten kesmezsen, büyür delikanlı olur da hâlâ süt emmek ister. Ama vaktinde sütten kesersen, kesilir.”

Evet, çocuk bir kere sütten kesilir ve bu konuda kararlı olunursa artık bir daha onu talep etmez. Fakat zamanında sütten kesilemeyen bir çocuğa daha sonra laf anlatmak hiç de kolay olmaz. Bu açıdan mü’min, nefsin arzu ve hevesleri karşısında daha baştan kararlı olmalı ve bu konuda hiçbir taviz vermemelidir. Öyle ki o, bütün hayatını, şeytana ve nefse muhalefet esasına göre tanzim etmelidir. Özellikle günümüz dünyasında günah çok yaygın hale geldiği için ondan uzak durmak hiç de kolay değildir. Bu açıdan sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaya ve emin olunmayan zeminlerden uzak durmaya ihtiyaç vardır.

Nefse Karşı Surlar Oluşturma

İnsan nefsin güdümünde olmamak ve onun etki alanına girmemek için sürekli günahlarla arasında bariyer ve surlar oluşturmalıdır. Bunun dinî terminolojideki adı sedd-i zerâî’dir. Usûl uleması, وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ “Yetim malına en güzel tarzdan başka bir şekilde yaklaşmayın, el uzatmayın.”, (İsrâ Sûresi, 17/34); وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنٰىZinaya yaklaşmayın.” (İsrâ Sûresi, 17/32) gibi âyetlerden yola çıkarak böyle bir disiplin ortaya koymuşlardır. İnsan; el, ayak, göz, kulak ve dil gibi organların işlemesi muhtemel olan günahlara giden yolu en başta kapamalı, günahın sebep ve vesilelerine karşı sürekli teyakkuzda bulunmalı ve “ne olur ne olmaz” diyerek sürçme, düşme ihtimali olan yerlerde dolaşmamalıdır ki daha sonra nefsinin kendisini dize getirmesine kapı aralamasın. Buzda yürüyen bir insanın düşmesi, çamurda gezinen bir insanın batması veya yüzme bilmeden derinliklere dalan kişinin boğulması mukadder olduğu gibi, günaha yakın duran bir kişinin de onun içine düşmesi muhtemeldir. Zira günah yoluna girdikten sonra nefsin arzularına karşı koyarak geriye dönebilmek çok daha zordur.

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde tek başına yolculuk yapan veya iki kişi halinde yola çıkan kimseleri şeytana benzetmiş; üç kişinin ise cemaat olacağını ifade buyurmuştur. (Bkz.: Ebû Dâvûd, cihad 79; Tirmizî, cihad 4) Bununla bizlere, günahlara ve fenalıklara karşı sur ve siper oluşturulması, daha baştan uyanık olunması gerektiğini öğretmektedir. Zira tek kişinin günah işleme ihtimali yüksektir. Tek kişiye göre daha düşük bir ihtimal olsa da iki kişinin de bir fenalık üzerinde anlaşması mümkündür. Üç kişinin bunu yapması ise ihtimal hesaplarına göre oldukça düşüktür. Zira onlardan her biri diğerini kontrol eder; onun gözünün, dilinin, el ve ayaklarının bekçisi olur. Birisi sürçecek veya düşecek olsa hemen diğerleri tarafından tutulur.

Bu sebepledir ki heva ve heveslerinin arkasından sürüklenmek istemeyen bir insan kendisini yalnızlığa terk etmemelidir. Kendini yalnızlığa terk eden, bir yönüyle kendini terk etmiş, kendini önemsememiş sayılır. Eğer kendimizi önemli görüyorsak, yola çıkarken yanımızda bir kısım muhafızlar bulundurmalıyız. Ta ki sahip olduğumuz değerleri şeytana çaldırmayalım, nefse kaptırmayalım, heva ve heveslere feda etmeyelim.

Evet, cemaat yani duygu düşünce birliği olan bir topluluk içinde bulunmak çok önemli bir seradır. Allah bir cemaat içinde bulunan fertleri daha çok korur, sıyanet buyurur. Allah’ın heyete teveccühü çok farklıdır. Bir heyet içerisinde yerini alan bir kimse ya sürçmez ya da çok az sürçer. Zira heyet içerisindeki fertler kubbedeki taşlar gibidir. Nasıl ki onlar baş başa verip düşmeden, dökülmeden bir arada durabiliyor; aynen öyle de insanlar da baş başa vermek suretiyle bir birlik oluştururlarsa sürçme ve düşmelerden korunmuş olurlar. Hele bir de sohbet-i cananla meclislerini derinleştirir, sürekli birbirlerine hayırhahlık yapar ve irtibatlarını güçlü tutarlarsa, Allah da onları sıyanet ve himayesi altına alır ve kaymalardan korur. Onun için mutlaka bir heyet içerisinde yer almak lazım.

Meşru Daire Keyfe Kâfidir

İffetli bir hayat yaşayabilme adına dikkat edilmesi gereken hususlardan bir diğeri de fıtrata ters bir yola girilmemesi; meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı kapıların kapatılmamasıdır. Şeytanın bizim zayıf yanlarımızdan istifade etmesine karşı kapıları kapama ve arkasına da sürgüler sürme adına bu oldukça önemlidir. Meşru dairedeki lezzetlerden istifade etmeyen, yani ihtiyacı ölçüsünde yiyip içmeyen, vakti geldiğinde evlenmeyen veya daha başka nimetlerden faydalanmayan bir insanın, şeytan ve nefsin oyunlarına karşı mukavemet etmesi çok zorlaşabilir. Meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa etmek suretiyle bazı olumsuzluklardan kendimizi sıyanet etme imkânı varken, herhangi bir mücbir sebep olmaksızın kendimizi bir kısım mahrumiyetlere mahkûm etmek doğru değildir.

Bazı kimselerin bu tür konulardaki bazı özel durumlarının bizim için örnek olamayacağını burada hatırlatmak gerekir. Bizim için her yönüyle örnek alabileceğimiz tek insan vardır; o da İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. Efendimiz, dünyaya, yeme-içmeye, evliliğe, yuvaya, mala mülke nasıl bakmışsa bize düşen de bu bakış açısına sahip olmaya çalışmaktır. Bize düşen, öncelikle Efendimiz’in, arkasından sahabenin, sonrasında da selef-i salihînin, ulemanın, fukahanın yoluna uymaktır. Yol onlarındır, yöntem onların. Biz, bu yol ve yöntemi takip etmek suretiyle nefsin arzularına gem vurmalı, nefsimizi meşru daire içindeki zevk ve lezzetlerle frenlemeli ve harama giden bütün yolları tıkamalıyız.

İffet ve İradenin Hakkı

Soru: "Siz başkalarının kadınlarına karşı iffetli ve namuslu olun ki, sizin kadınlarınız da iffetli ve namuslu olsunlar." (Kenzü'l-ummâl, 34/34) meâlindeki hadis-i şerifi nasıl anlamalıyız? İzah eder misiniz?

Cevap: Kaynaklarda عِفُّوا عَنْ نِسَاءِ النَّاسِ تَعِفَّ نِسَاؤُكُمْ şeklinde rivayet edilen bu hadis-i şerifin sıhhati noktasında hadis kriterleri açısından üzerinde durulabilir. Fakat ifade ettiği mânâ ve muhteva itibarıyla, onun, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), beyan-ı lâl-ı güherlerinde çokça gördüğümüz ve emsaline şahit olduğumuz nurefşan, mübarek ve cevamiü'l-kelim bir söz olduğu zahirdir.

Salim Akıl ve İffet

Öncelikle, hadis-i şerifin mazmununda diğer nasslarda da gördüğümüz temel bir disipline dikkat çekmek istiyorum: İnsanlar yaptıkları amellerin karşılığını umumiyet itibarıyla kendi cinsinden görürler. Yani siz, başkalarına hüsnüzanda bulunursanız, onlar da sizin hakkınızda hüsnüzan ederler. Siz insanları muhabbet ve sevgiyle kucaklarsanız, onlar da muhabbet ve sevgiyle size gönüllerini açarlar. Siz insanlara iyilik ve ihsanda bulunursanız, onlar da iyilik ve ihsanla size karşılık verirler. Çünkü sizin iyiliğiniz onlardaki iyilik duygusunu tetiklemeye bir vesiledir. Bu hakikati, Kur'ân-ı Kerim'in:

وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعٰى وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰى ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَۤاءَ الْأَوْفٰى

"İnsan için ancak çalıştığının semeresi vardır. Çalışmasının semeresi şüphesiz görülecektir. Sonra da ona karşılığı eksiksiz verilecektir." (Necm sûresi, 53/39-41) ferman-ı sübhanîsiyle telif etmek de mümkündür. Evet, insan yaptığı olumsuzlukların bir kısmının karşılığını burada görecektir. Dünyada affedilmeyen, mahkeme-i kübraya bırakılan kötülüklerin karşılığını ise ötede bulacaktır. İstidradî olarak ifade edeyim ki, rahmet-i ilâhîyenin enginlik ve sonsuzluğunu düşündüğümüzde öyle ümit ediyoruz ki, Allah (celle celâluhu) yapılan kötülükleri ahirette rahmetiyle daraltıp, sıkıştırıp "Senin hakkın bu kadar!" deyip geri döndürecektir. İyiliklere gelince, Cenâb-ı Hak, onları da, toprağa atılmış bir tohumun bin başak vermesi gibi, engin lütfu ve sonsuz rahmetiyle katlayarak ahirette insana bahşedecektir. Vâkıa Kur'ân-ı Kerim'de geçen:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

"Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görecek, kim de zerre kadar şer yaparsa onu görecektir." (Zilzâl sûresi, 99/7-8) âyet-i kerimesi adalet-i mutlakayı ifade etme adına bir hakikattir. Ancak meseleyi, rahmet-i ilâhîye ve Allah'ın ahirete bakan isimleriyle mülâhazaya aldığımız zaman, denilebilir ki, zerre miktar işlenen günahlar muhakkak cezalandırılacak şeklinde düşünmek de doğru değildir.

Bu temel disipline dikkat çektikten sonra isterseniz hadis-i şerifin metnine dönelim. Hadiste, عِفُّوا عَنْ نِسَاءِ النَّاسِ şeklindeki beyan, evvelen ve bizzat sanki erkeklere hitap ediyor gibidir. Yani bu hitabıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz; "Ey erkekler! Başta siz başkalarının hanımlarına karşı iffet ve ismetinizi koruyun ki, sizin hanımlarınız da başka erkeklere karşı iffetlerini korumuş olsunlar." uyarısında bulunmaktadır. Zira eğer bir insan olumsuz bir şey yapar ve bütün ikaz ve uyarılara rağmen onda ısrar edip durursa, Allah (celle celâluhu) er ya da geç aynı melanetin işlendiğini o şahsa gösterir. Bu hâl, bazen kendisi, bazen eşi, bazen de daha başka bir yakınıyla ortaya çıkar. Çünkü cezalandırma suç türünden olur.

اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ fehvâsınca suç ve ceza arasında bir uygunluk, mutabakat ve tür birliği vardır. İşte, hafizanallah, insan irtikâp ettiği günahın karşılığını böyle bir mahcubiyet ve hacaletle görebilir. Kerim olarak yaratılan, ahsen-i takvîm sırrına mazhar insanoğlu için bu çok ağır bir hâdisedir. Rabbim, hiç kimseyi böyle bir iffet hacaletiyle mahcup etmesin!

Evet, insan eşref-i mahlûkattır. Dolayısıyla onun, iffet ve ismet sahibi olma noktasında akıl, mantık ve fetanetini kullanması çok önemlidir. Çünkü salim bir akla müracaat ettiğinde insan, meseleyi, mebde ve müntehasıyla ele alır, sebep ve sonucuyla birlikte düşünür, yaptığı amellere terettüp eden neticeleri daha baştan görür ve böylece iradesinin hakkını vererek kendisini mahcup duruma düşürecek tavır ve davranışlardan uzak durur.

Bu açıdan kendi iffetlerine toz kondurmak istemeyen insanlar başkalarının iffetlerine karşı da dikkatli olmalıdırlar. Zaten umumi bir perspektiften meseleye baktığımızda, emniyet ve selametin temsilcisi bir mü'minin, kendi ırz ve namusunu koruma mevzuunda gösterdiği hassasiyeti başkalarının ırz ve namuslarını koruma mevzuunda da göstermesi gerektiği anlaşılır. Bu yaklaşıma göre bir mü'min sadece, "benim ırzım", "benim namusum", "benim iffetim" veya "hayat arkadaşım" dememelidir. Zira birisi benim hayat arkadaşımsa, öbürü de benim bacım, ablam, kızım veya teyzemdir. İşte bu duygu ve düşüncelerle hareket eden bir insan -hafizanallah- katlanmış olarak kendisine geriye dönecek yanlışlıklara girmez, başkalarının iffet ve namuslarıyla oynamaz, hiç kimseye kem gözle bakmaz.

Yaşını Başını Almış İnsanlar Dahi...

Peki, İslâm'ın bu mevzuda vaz'ettiği disiplinler nelerdir?

Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yerde buyuruyor ki:

لَا يَخْلُوَنَّ رَجُلٌ بِامْرَأَةٍ إِلَّا مَعَ ذِي مَحْرَمٍ

"Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın." (Buhari, Nikâh 111) Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) başka bir hadis-i şeriflerinde de: "Bir kadın yanında mahremi olmadan yolculuğa çıkmasın." buyuruyor. (Buhari, Cihad 140) Öyle ki, Hanefi fukahasınca hac gibi farz bir ibadette dahi kadının yanında eşinin veya bir mahreminin bulunması şart koşuluyor. İşte bu disiplinler bir yönüyle birer bariyer, sınır ve sütre mesabesindedir. Mü'min sürekli bu sütrelerin berisinde kalmaya çalışmalı ve bu sınırları aşmamalıdır. Bu durum başka bir hadis-i şerifte de şu şekilde ifade edilir:

اَلْحَلَالُ بَيِّنٌ وَالْحَرَامُ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشَبَّهَاتٌ لَا يَعْلَمُهَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ فَمَنِ اتَّقَى الْمُشَبَّهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ

"Helâl olan şeyler (herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde) bellidir, haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında, bir kısım şüpheli şeyler vardır ki insanların çoğu bunları bilemez. Şüpheli şeylerden sakınan kimse dinini ve ırzını korumuş olur." (Buhârî, İman 39) Şüpheli alanlara girme, mayınlı bir yerde dolaşma gibidir. Orada dolaşan bir insan ise her an bir patlamaya kurban gidebilir. Zaten Söz Sultanı'nın beyan-ı lâl-ı güherlerinde gözün bakacağı, ayağın ona doğru yürüyeceği, elin tutacağı ve belli bir noktaya ulaşan haramdan sonra insanın artık geriye dönmesinin mümkün olmayacağına dikkat çekilmekte ve bundan dolayı insanın bu tür olumsuz ve kirli hayallere daldığında hemen geriye dönmesi tavsiye buyrulmaktadır. Zira insan, bu kirli hayal dünyasında yürümeye devam ederse tabiat ve cismaniyetine yenik düşüp kalbî ve ruhî hayatını felç edecek ölümcül tehlikelerle karşı karşıya kalabilir. Hatta yaşını başını almış, ellisinde, altmışında olan kimseler dahi eğer bu mevzuda İslâm'ın vaz'ettiği disiplinlere riayet etmez ve bu konuda prensip sahibi olmazlarsa aynı tehlikeyle karşı karşıyalar demektir. Rabbim, genciyle, yaşını başını almış efradıyla, hiç kimseyi iffetsizlik bataklığına düşürüp mahcup etmesin. Eğer düştülerse, onlara düştükleri bu mahcubiyetten sıyrılma yolları ihsan buyursun. Çünkü biraz önce ifade edildiği gibi, ahsen-i takvîm sırrına mazhar, mahlûkatın en eşrefi insanoğlu için böyle bir mahcubiyet çok ağırdır.

Söz bu noktaya gelmişken, daha önce değişik vesilelerle ifade ettiğim, saatçi ve şair arkadaşımın bir sözünü müsaadenizle tekrar edeceğim: "İsyan deryasına yelken açmışam. Kenara çıkmaya koymuyor beni." Evet, insan bazen öyle bir akıntıya kapılır ki, yaptıklarına nadim olup artık o durumdan kurtulmak istese de, bir daha geriye dönemeyebilir. En iyisi mi insan ne gücüne, ne kuvvetine ne de iradesine güvenmelidir. O, daha baştan böyle bir akıntıya kapılmamaya bakmalıdır. Hafizanallah, bir kısım saik, sebep ve faktörlerle böyle bir akıntıya kapılmışsa, o durumda da, "Ben insiyaklarıyla hareket eden bir hayvan değilim." demeli, iradesinin hakkını verip hemen geriye dönmesini bilmelidir.

Ne var ki, günümüzde böyle bir hassasiyetin bulunduğunu söyleyebilmek oldukça zor. Mevcut durum, daha çok merhum Âkif'in şu sözlerini insana hatırlatıyor:

"Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî-medlûl;
Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.

...

Beyinler ürperir, yâ Rabb, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne iman, din harâb, iman türâb olmuş!
Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!"

Evet, günümüzde bu konuda, üst üste çözülme, dağılma, kırılma ve deformasyonlar var. Dolayısıyla böyle bir dönemde, bu akıntıyı tersine çevirecek kerametvari tavırlara, bu tavırları sergileyebilecek irade kahramanlarına ihtiyaç vardır. Sadece kendi iffetlerini düşünmekle kalmayıp milletin iffeti üzerinde de tir tir titreyen, bize ait o nazik ve incelerden ince duygu ve düşünceyi yeniden hayata hayat kılacak ve böylece bu akıntıyı tersine çevirecek yüksek iradelere... Zannediyorum "Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası. İhyâ-yı din ile olur bu milletin ihyâsı." diyen Hz. Pîr-i Mugân, Şem-i Tâbân da bu ifadeleriyle meselenin uhde-i hayatiyesine temas etmektedir.

Amûdî Velilik

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, bir insanda olumsuz his, arzu ve temayül ne kadar güçlüyse, bu durum karşısında o, Rabbine sığınıp iradesinin hakkını verirse, Allah (celle celâluhu) o insana, o handikapları aşması istikametinde lütuflarını katlayarak ihsan eder. Hemen herkeste şu veya bu seviyede bir kısım kötülükleri yapma hissi vardır. Meselâ, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret ve makam düşkünlüğü nüve hâlinde şöyle veya böyle her insanda bulunabilir. Ama bu hislerin bazıları bazı kimselerde daha güçlü olur. Meselâ öyle insan vardır ki, onu alıp altınların içine koysanız tek bir altına dahi elini sürmez. Eğer yanlışlıkla bir altın onun üzerinde kalsa ve sonra onunla uzak bir yere gitse, o insan, günlerce yol gitmiş olsa bile, geriye dönüp o altını getirir, yerine kor. Çünkü onun bu mevzuda bir zaafı bulunmamaktadır. Ancak aynı kişinin hubb-u cah mevzuunda bu ölçüde sağlam bir duruş sergileyip sergilemeyeceğinden emin olamazsınız. Çünkü bu mevzuda bir zaafı, bir boşluğu söz konusu olabilir. Hatta bazılarında Üstad'ın Hücumat-ı Sitte'de ifade ettiği virüslerin hepsi birden bulunabilir. Şimdi bu virüslerin hükmünü icra etmek istediği bir insan, iradesinin hakkını vererek: "Ben hayvaniyet ve cismaniyet zebunu bir varlık değilim. Benim bunların yanında aynı zamanda bir kalbim ve ruhum da var. O yörüngede seyahat yapmam lazım." diyebiliyor ve iradesinin hakkını vererek bütün o duygulara karşı kahramanca mücadelede bulunuyor ve bir gladyatör gibi onlara karşı koyuyorsa, ona dönen sevap çok farklı olacaktır. İşte böyle bir insanın derecesi, o ölçüde arzu ve temayülü olmayan sıradan bir insana nispeten çok daha âlî olur ve o insanı alır rampadaki füzeye binmiş gibi, amudî (dikey) bir yükselişle velilik ufkuna ulaştırır.

İfk Hâdisesinin Verdiği Bazı Mesajlar

Soru: İfk hâdisesiyle ilgili olarak Nûr sûresinde yer alan, “Nasıl oldu da onu işitir işitmez, ‘Böylesi iftiraları ağzımıza alamayız, böyle şeyler bize yakışmaz. Hâşa! Bu pek büyük, pek çirkin bir bühtandır.’ demediniz!” (Nûr sûresi, 24/16) âyetinde mü’minlere ne tür mesajlar verilmektedir?

Cevap: Bu âyet-i kerime her ne kadar özel bir hâdise münasebetiyle nazil olmuş olsa da ifade ettiği hüküm bütün mü’minleri ilgilendirmektedir. Zira tefsir usulünde önemli bir kaide olduğu üzere sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mâni değildir. Daha açık bir ifadeyle ifk hâdisesi münasebetiyle inen bu âyet-i kerime, bir taraftan sahabe efendilerimize Âişe Validemize atılan çirkin iftira karşısında nasıl davranmaları gerektiğini ifade ederken, daha sonra gelecek mü’minlere de bu tür iftiralarla karşı karşıya kaldıklarında nasıl düşünmeleri, ne demeleri ve nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini talim etmiştir.

Bilindiği üzere münafıklar, bir sefer dönüşünde Hz. Âişe Validemiz hakkında ağır bir iftira ortaya atmış ve sistematik bir şekilde bu iftirayı Müslümanlar arasında yaymışlardı. Öyle ki bazı samimi Müslümanlar bile kitle psikolojisiyle bu akıma kapılmaktan kurtulamamış ve onlar da sağda solda münafıkların söylediklerini söylemişlerdi. Bu hâdise hem İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem de Hz. Ebu Bekir ailesini çok derinden sarsmıştı. İffetine, ismetine, itibarına çok düşkün olan paklardan pak Hz. Aişe Validemiz, atılan iftiranın ağırlığı karşısında yatağa düşmüş ve ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamıştı. Mübarek Validemize atılan bu iftira, ahirette altından kalkılması mümkün olmayan çok büyük bir günahtı.

Neticede Hz. Aişe, bizzat Kur’ân tarafından iki sayfaya yaklaşan âyet-i kerimelerle tezkiye edilmişti. Bu konuda nazil olan âyetler onun kâmet-i kıymetini bir kat daha yükseltmiş, her yönüyle Efendimiz’e ehil ve layık olduğunu ortaya koymuştu. Nûr sûresinde yer alan bu âyetler âdeta onun nuraniyetini aksettirmişti. Kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler, okudukları Kur’ân âyetleriyle onun temizliğini ve yüceliğini bir kere daha haykıracaklardı. Eğer bir insan, Kur’ân’ın onu temize çıkarmasından sonra hâlâ onun hakkında bir kısım olumsuz düşünce ve beyanlara girecek olsa, ulemanın da ifade ettiği üzere dinden çıkar. Zira o, bu tür düşünce ve sözleriyle Kur’ân’ın kat’î nassına muhalefet etmiş olur.

Günahların Setredilmesi

Maalesef günümüzde gıybet etme, insanları çekiştirme ve iftirada bulunma çok ucuz bir meta hâline geldiğinden, insanlar başkaları aleyhinde çok rahatlıkla konuşabiliyorlar. Hâlbuki يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَEy iman edenler, herhangi bir fasık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât Sûresi, 49/6) âyet-i kerimesi bu konuda mü’minleri dikkatli olmaya çağırmaktadır. Onlara düşen, başkaları aleyhinde duydukları bir haberin arkasını araştırmak, bir delile dayanıp dayanmadığına bakmaktır.

Kaldı ki araştırdıktan sonra söz konusu haberin iftira değil gerçek olduğu ortaya çıksa bile, sağda solda ondan bahsetmek doğru değildir. Zira görülen, bilinen bir kısım kötülüklerin başkalarına ihbar edilmesi ne bir mecburiyettir ne de bir ibadet. Elbette toplum çapında bir hastalık hâline gelmiş bir kısım yanlış ve günahların önünü alma ve toplum sıhhatini koruma adına alınması gerekli olan bir kısım tedbirler vardır. Fakat ferdî kusurların ifşa edilmesi, olumsuz şeyler irtikâp eden kişilerin rezil edilmesi veya ortaya atılan iftiraların değerlendirilmesi mü’mine yakışan bir davranış değildir.

Söz buraya gelmişken, daha önce de farklı vesilelerle üzerinde durduğumuz İmam Hâdimî’nin bir mülâhazasını burada nakletmek istiyorum. O, “Günah işleyen bir mü’mini gördüğün zaman, emin olmak için bir daha bak. Olmadı, gözlerini sil yeniden bir daha bak. Belki yanılmışımdır de, bir daha bak. On defa baktıktan ve gördüğünden emin olduktan sonra da, ‘Ya Rabbi! Onu bu çirkin hâlden kurtar, beni de böyle bir günaha düşürme!’ de ve oradan ayrıl.” mealinde sözler söylemiştir. Hâdimî Hazretleri büyük bir zattır. Benim de ona karşı derin saygım vardır. Ne var ki onun bu sözünü ilk defa duyduğumda kendi kendime şöyle demiştim: “Böyle bir hâdiseyi gören kişiye niye sırtını dönüp hemen oradan çekip gitmesini söylemiyorsun.” Çünkü biz, başkalarının ne savcısı ne de tahkikat memuruyuz.

Aynen bunun gibi mü’mine yakışan tavır, başkaları hakkında kendisine böyle bir haber geldiğinde hemen, “Bu apaçık bir iftiradır.” demesidir. Çünkü insanların birbirlerinin aleyhinde konuşmaları, birbirlerini gammazlamaları ve en küçük hâdiseleri abartarak başkalarına anlatmaları fitne kapılarını aralayacak ve toplumun değişik kesimlerini karşı karşıya getirecektir. Bu sebepledir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlar arasında laf getirip götüren koğucuların Cennet’e giremeyeceğini ifade buyurmuştur. (Buharî, edeb 50; Müslim, îmân 168) Buradan anlıyoruz ki bu büyük bir günahtır.

İftiralara Hayat Hakkı Tanımama

Meseleyi sadece şahsî günahlar açısından düşünmek onun manasını daraltmak demektir. Esasında bu âyet-i kerime, toplumun belirli bir kesimi hakkında ortaya atılan asılsız iddia ve iftiralar karşısında da nasıl bir tavır alınması gerektiğine işaret etmektedir. Âyet-i kerimenin emri gereğince mü’minlere düşen vazife bu tür iftiralar karşısında, مَا يَكُونُ لَنَا أَنْ نَتَكَلَّمَ بِهَذَا سُبْحَانَكَ هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ “Böylesi iftiraları konuşmak bize yakışmaz. Hâşâ, bu pek büyük, pek çirkin bir iftiradır.” diyebilmektir.

Eğer bu konuda kararlı olunmaz ve daha ilk anda iftiraların önüne geçilmezse toplumda bir kısım kırılmalar, çatlamalar baş gösterecek ve sonrasında bunların önünü almak mümkün olmayacaktır. Çünkü iftira ortaya çıkar çıkmaz bastırılmadığı takdirde, her geçen gün daha da büyüyecek, zamanla kalbler kırılacak, insanlar arasındaki güven hissi sarsılacak ve toplumun birlik ve beraberliği dağılacaktır. İnsanların birbirine güvenmediği, vifak ve ittifakın kalmadığı bir toplumda tevfik-i ilâhî de olmayacaktır.

Hem Asr-ı Saadet’te vuku bulan ifk hâdisesi hem de daha sonraki dönemlerde yaşanacak bu tür iftira olayları karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğini beyan eden diğer bir âyet-i kerime şu şekildedir: لَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِأَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هَذَا إِفْكٌ مُبِينٌ “Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: ‘Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nûr Sûresi, 24/12)

Demek ki bu tür hâdiseler hakkında, “Bu apaçık bir iftiradır.” diyebilmek hüsn-ü zannın bir gereğidir. Efendimiz’in ifadesiyle hüsn-ü zan ise en güzel ibadetlerden birisidir. (Ebû Dâvud, edeb 88) Dolayısıyla mü’minler hakkındaki hüsn-ü zanlarının bir gereği olarak bu tür iftiraları ağzına almayan ve onlar karşısında açıkça tavrını ortaya koyan kimseler iradelerinin hakkını vermiş ve bunun sevabını kazanmış olurlar. Belki mü’minler hakkında hayır düşünme, bu konuda azim gösterme, onlar aleyhindeki söylentiler karşısında dilini tutma gibi fiiller basit görünebilir. Fakat gerçekte bunlar Müslümanlık adına çok önemli birer ameldir.

Öte yandan şayet mü’minler bu tür bühtanlar karşısında dillerini tutmanın yanında açıkça tavırlarını da ortaya koyabilirlerse münafıklar güruhunun fitne ve fesatlarının önü alınmış olur. Hakperest insanların bu kararlılığı karşısında, ortaya attıkları asılsız haberler ve iftiralarla mü’minlerin itibar ve haysiyetleriyle oynayan nifak şebekesi sesini kesmek zorunda kalır.

Esasında âyet-i kerimenin, إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ “O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir güruhtur.” (Nûr Sûresi, 24/11) şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere çoğu zaman bu tür iftiraları ortaya atanlar üç beş kişidir. Bazen mü’min görünümündeki bazı münafıklar, belirli kesimleri karalama ve itibarsızlaştırma adına sistematik bir şekilde yalan ve iftiralar ortaya atabilirler. Medya organlarını da etkili bir şekilde kullanarak bu iftiralarını toplum içinde yaymaya çalışabilirler. İşte bu tür durumlarda şayet samimi mü’minler iftiraya maruz kalan kardeşlerine arka çıkmaz ve onları müdafaa etmezlerse kısa süre içerisinde bu asılsız haberler bütün bir toplumu etkisi altına alabilir. Bu itibarla en başta bu tür çatlak seslerin bastırılması ve iftiraya maruz kalan insanlara sahip çıkılması çok önemlidir. Bunun yolu da mü’minlerin her türlü vesileyi değerlendirerek doğruluk istikametinde seslerini yükseltmeleri ve usulünce kendilerini ifade etmeleridir.

Meseleyi sadece Müslümanlarla da sınırlı tutmamak gerekir. Kendisine haksızlık yapılan, iftiraya maruz kalan her kim olursa olsun, dinine ve milletine bakmadan ona yardım edilmelidir. Diyelim ki Hristiyanlık veya Yahudilik dinine mensup bazı kimseler hakkında bir kısım dedikodular ortaya atıldı. Bir Müslümanın bunları kendi hesabına değerlendirmeye kalkması veya onları bir kazanım unsuru gibi görmesi mensup olduğu dinin değerleriyle asla bağdaşmaz. Ona düşen, elinin tersiyle bunları bir kenara itmektir. Zira bütün insanların haysiyet, şeref ve onurlarını rencide edecek hususlar karşısında dikkatli ve temkinli hareket onun üzerine bir vecibedir. Bir mü’minin genel ahlâkı bu olmalıdır.

İftiralar karşısında yapılması gerekenler

Fethullah Gülen: İftiralar karşısında yapılması gerekenler

Soru: Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiğine göre Firavun, Hazreti Musa hakkında, “Sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” (Â’raf sûresi, 7/110) diyerek emniyet ve güven timsali Hazreti Musa’yı gizli ajandaya sahip ve iktidarı için tehlikeli bir kimse gibi göstermeye çalışmıştır. Günümüzde de mü’minlerin yaptıkları hayırlı faaliyetler hakkında benzer şüpheler oluşturabilmek için bazı odaklar tarafından sürekli iftira üretilmektedir. Bu durum karşısında mü’minlere düşen vazifeler nelerdir?

Cevap: Her şeyden önce inanan insanların, temel değerleri itibarıyla şartlara göre tavır değiştirmemeleri, rahat zamanlarda olduğu gibi, en amansız ve insafsız saldırılar karşısında da üsluplarını namusları bilerek müstakim bir çizgide sabitkadem olmaları gerekir. Öyle ki, onları anlamak ve okumak isteyen insanlar hiçbir zaman zihinlerde tereddüt oluşturabilecek bir tenakuzla yüz yüze gelmemelidirler. Aksi takdirde, inandırıcı olamaz, ruhlarının ilhamlarını başkalarına duyurmada mesafe kat edemezler.

Şiddetli fırtınalar ve devrilmeyen çınarlar

Evet, mü’min, maruz kaldığı hâdiseler karşısında, asla, rüzgârın önündeki savrulan yapraklar gibi olmamalıdır. Bilâkis o, derinliklere kök salmış ağaçlar gibi her zaman dimdik bir duruş sergilemelidir. Botanikçiler bilir, bazı ülkelerde ağaçların kökleri sağlam olmadığından, sert bir rüzgâr estiğinde veya biraz fazla kar yağdığında ağaçlar hemen devriliveriyor. Hatta bazen haricî bir tesir olmaksızın toprakların yumuşaması bile onların devrilmesi adına yeterli olabiliyor. Bazı ülkelerde ise – su bulabilmek için olsa gerek- ağaçlar yerin derinliklerine doğru birkaç metre kök salıyor ve böylece bulundukları yerde şiddetli fırtınalara rağmen sapasağlam duruyorlar. İşte inanmış bir insan böyle olmalıdır.

Yoksa şartların lehinde veya aleyhinde olmasına göre vaziyet değiştiren, her bir hâdise karşısında daima menfaati istikametinde farklı bir tavır sergileyen insanlar bir müddet sonra inandırıcılıklarını kaybederler. Kalıcı bir inandırıcılık için her zaman dimdik ayakta durmasını bilmek ve istikameti muhafazada kararlı bir duruş sergilemek gerekir. Öyle ki, yirmi sene önce sizin nabzınızı tutmuş ve kalb ritimlerinizi dinlemiş olan insanlar nasıl bir ahenkle karşılaşmışlarsa, yirmi sene sonra elli defa feleğin çemberinden geçmiş ve elli defa preslenmiş olmanıza rağmen nabzınızı tutup kalbinizi dinlediklerinde yine aynı ritimle karşılaşmalılar.

Peki, bizim hiç hissî infialimiz, hiç feveranımız yok mudur? İnsan olmamız hasebiyle elbette ki bu tür duygular zaman zaman bizim içimize de esip gelebilir. Fakat Allah insana irade verdiğine göre, bunları kontrol altına almasını ve her zaman meşru daire içinde kalmasını bilmeliyiz.

Farklı coğrafyalardaki hüsnü kabulün sırrı

Söylediklerimi müşahhas bir misalle izah etmeye çalışayım: Bildiğiniz gibi 90’lı yıllarda, çiçeği burnunda delikanlılar diplomalarını ellerine alır almaz, dünyanın dört bir tarafına açıldılar. Bu arada antrparantez şunu ifade edeyim ki, insanlar hakkında mutlak mânâda tezkiyede bulunmak doğru değildir. Çünkü sena ettiğimiz kişi, o ölçüde bir kıvama sahip değilse, ağzımızdan çıkan bu tür sözleri Allah (celle celâluhu) öbür tarafta bizim yüzümüze çarpabilir. Bu yüzden birileri hakkındaki hüsnüzan dile getirilirken denge hep korunmalıdır. Bununla birlikte ortaya konulan bu tür fedakârlıkları görmezlikten gelmek açık bir kadir-bilmezlik olduğu gibi, arkasında bir kısım menfi niyetler aramak da ayrı bir dengesizlik ve apaçık suizandır.

Asıl konumuza dönecek olursak, evet, adanmış ruhlar, yirmi yılı aşkın süredir gönüllerinin ilhamlarını başkalarına duyurmak için dünyanın farklı coğrafyalarına açıldılar ve açılmaya da devam ediyorlar. Her ne kadar birkaç ülkede bir kısım problemler yaşanmış olsa da bugün gidilen ülke sayısı 170’in üzerindedir. Bu açıdan, 2-3 ülkede yaşanan problemi çok görmemek gerekir. Devlet-i Aliyye döneminde bile bu ölçüde geniş bir coğrafyaya açılım olmamıştır. Ekonomik ölçekte ortanın altında bir ülke olduğumuz, birçok insanın aleyhimizde çalıştığı, hakkımızda düşmanlıkların, gammazlamaların, hasetlerin, hiss-i rekâbetlerin bulunduğu nazar-ı itibara alınacak olursa, dünyanın 170 ülkesine açılabilmenin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Zaten insafla meseleye bakanlar bunu anlıyor ve takdirle yâd ediyorlar.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın sevkiyle dünyanın dört bir yanına açılan insanların hüsn-ü kabul görmesinde, kanaatimce onların hep aynı çizgide tavır ve davranış sergilemesinin önemli rolü vardır. Evet, sık sık onların nabızlarını tutanlar, kalblerine kulak verenler ritmin hep aynı attığını görmüş ve “Biz bu insanları senelerden beri dinliyoruz. Ajandalarında insanlığa hizmetten başka bir şey olduğuna şahit olmadık. Bunlar sadece insanlık solukluyorlar.” demişlerdir.

Aslında 170 ülke demek, 170 farklı kültür ortamı demektir. Oralara giden adanmış ruhlar, gittikleri kültür ortamının hususiyetlerine dair herhangi bir eğitim ve herhangi bir seminer alma imkânı da bulamamışlardı. Fakat onlar, bütün insanlığı kucaklayacak ölçüde engin bir vicdana sahiptiler. Yani onlar, Yunus Emre’lerin, Mevlâna’ların, Ahmed Yesevî’lerin, Hazreti Pîr-i Mugân’ların sahip olduğu bir engin duygunun peşinden gidiyorlardı. Peki, neydi bu duygu? O, bütün insanlığı sahil-i selâmete çıkarma duygusuydu. Onlar böyle bir duyguya sahip olduklarından ve aynı zamanda bütün işlerini insanî değerlere bağlı götürdüklerinden gittikleri yerlerde de Allah’ın izniyle hüsn-ü kabul gördü ve gönüllere girdiler.

Göz yaşartan açılım kıvama emanet

Bugün değişik belgesel ve programlarla yurtdışına açılma sürecinde yaşanan tecrübeler ekranlara taşınıyor. Onların serencameleri, hikâyeleri anlatılıyor. Fakat bunların hiçbirisi yaşananları aynıyla aksettiremez, gerçek derinlik ve enginliğiyle yaşanan o günkü duygu ve düşünceleri yansıtamaz. Zira adanmışlar öyle bir samimiyetle, öyle bir beklentisizlikle yollara düşmüşlerdi ki, kendilerine destek veren Türkiye’deki gönüllülerin imkânları müsait olmadığından gittikleri yerlerde bazen aylarca maaş alamamış, ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek ölçüde bir burs miktarıyla idare etmişlerdi. Yeri gelmiş gurbet ellerde işçilik yapmış, bir ırgat gibi çalışmış ve öyle geçinmişlerdi. İşte muhatap oldukları insanlar onların bu hâlisane tavırlarını görmüş ve onlara yürekten inanmışlardı. Allah bugün de onları imanda, ihlâsta, samimiyette ve vefada sabitkadem eylesin! Zira ciddî bir sadakat, ciddî bir ihlâs ve ciddî bir vefa ile başlayan böyle bir hareketin geleceğe yürümesi, kıvamın korunmasına bağlıdır. Allah korusun, bazen kurulan bir sistemin ahenk içinde işlemesi, sistem körlüğü hâsıl edebilir. Evet, bazen elde edilen başarı ve muvaffakiyetler insanı gurura sevk edebilir ve onun kendini rahat ve rehavete salmasına sebebiyet verebilir. Bazen de insan, zahiri sebepler açısından kendi tavır ve davranışları neticesinde ortaya çıkan güzellikleri, kendi istidat ve kabiliyetine, hikmet donanımlı düşüncelerine ve üstün fetanetine verebilir. Oysaki bütün bunlar bünyeye giren öldürücü birer virüs gibidir. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde bu virüsler bünyeyi yere serebilir.

Bu açıdan bir taraftan keyfiyeti muhafaza etmeye çalışılmalı; diğer yandan da, “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi dininde sabitleyip perçinle!” (Tirmizî, kader 7; İbn mâce, duâ 2); “Ey kalbleri hâlden hâle koyan Allah’ım, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” (Müslim, kader 17; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s. 137) gibi ifadelerle kaymama, yanılmama ve yanlış yollara girmeme adına Allah’a çok dua edilmelidir.

Peygamberlik makamı Hâtemü’l-Enbiya Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuştur. O’ndan sonra hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir, asla düşünülemez. Fakat insan peygamberâne bir çizgide, fevkalâde bir sadakat, fevkalâde bir ismet, fevkalâde bir iffet, fevkalâde bir hikmet ve fevkalâde bir fetanetle O’nun yolunda olmalı, peygamberlik ufkunu adım adım takip etmeye çalışmalıdır. Esasında ortaya konulan böyle bir kıvamla başkalarının hakkımızda yanlış bir kısım yorumlara girmesinin de önü alınmış olacaktır.

Beklenti esarettir

Öte yandan, her fırsatta sık sık Allah rızasından başka hiçbir beklentimiz olmadığını hem ifade etmeli, hem de tavır ve davranışlarımızla bunu ortaya koymalıyız. Eğer kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adayan insanlar, yapmış oldukları hizmetleri belli dünyevî beklentilere bağlarlarsa, diyet ödeme mecburiyetinde kalır ve kendi hareket alanlarını daraltmış olurlar. Zira her beklenti, insanın hürriyetinden bazı şeyleri koparıp götürür.

Bu açıdan adanmış ruhlar, hürriyete sınır getirebilecek bütün beklentilerden uzak durmasını bilmeli ve aynı zamanda herhangi bir angajmanlığa girmeme konusunda kararlı olmalıdırlar. Onlar, elbette ki ülke ve millet için maslahat gördükleri istikamette siyasî bir tercih ortaya koyabilirler. Bu, bila kayd u şart bir partiye bağlanmak demek değildir. Ülke menfaatleri için uygun gördükleri bir tercihte bulunurken hiçbir zaman iradelerini bir siyasi organizasyona teslim etmemeli, asla hür iradelerine ve hürriyetlerine dokundurtmamalıdırlar. Hürriyeti korumanın en sırlı anahtarı ise Allah’a kulluktur. Allah’a kulluğa kilitlenmiş bir insan, tam hürriyetini elde etmiş, kula kulluktan kurtulmuş demektir. Başka mülâhazalara girenler ise, hürriyetlerini kırmış, çatlatmış olurlar.

Hatta bırakalım dünyevî beklentileri, mefkûre kahramanları Cennet beklentisi içine bile girmemeli, bilâkis onu Allah’ın fazlından istemelidirler. Çünkü ubudiyet, Hazreti Pîr’in ifadesiyle mukaddime-i mükafat-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sabıkadır. Bu açıdan insan sadece Allah’ı talep etmeli ve onun dışındaki bütün istekleri sonsuz karşısında sıfırı talep etme gibi görmelidir.

Fakat bu kıstaslara göre hareket edilmesine rağmen, yine de, belli imkânları ellerine geçiren ve hastalık ölçüsünde bir paranoya yaşayan insanlar, adanmış ruhların alanlarını daraltmaya çalışabilirler. Onlar, şeytanın sağdan yaklaşmasıyla meseleye dinî bir kılıf da geçirerek elde ettikleri bütün imkânları kendi havuzlarını doldurma istikametinde kullanmak ve sürekli kendileri adına stok yapmak isteyebilirler. Çok sağlam inanmış gibi görünen ve hatta hayatının büyük bir bölümünü tekke ve zaviyede geçiren insanlar bile bu tür küçük ve basit menfaatlerin arkasına takılabilirler. Evet, elde ettiklerini kaybetme korkusuyla paranoya yaşayanlar, tamamıyla kendi çıkar ve menfaatlerine odaklandıklarından, güvercinlerin bile bir yerde toplanmasını kendileri adına bir tehdit sayabilir, bundan endişe duyup “Acaba bunların belli yerlerde gözleri mi var?” gibi düşüncelere girebilirler.

Kirlenmiş olanlar çevrelerinde temiz insan istemezler!

Bu halet-i ruhiyenin sonucunda onlar, çevrelerinde iffetli, namuslu ve müstağni insanları görmek istemez, onların mevcudiyetinden dahi rahatsızlık duymaya başlarlar. Onlar, bir iş yaparken, bir çevre oluştururken hep kendileriyle aynı zihniyete sahip olan insanları tercih eder ve böylece kendilerini güvene almak isterler. Onlara göre çevrelerinde hep kendileri gibi düşünen insanlar bulunmalıdır ki yarın, öbür gün ayıpları görülmesin ve mesavîleri başkaları tarafından bilinmesin. Onlar, hırsızlık ve haramîliklerinin gizli kalmasını arzuladıklarından mesavîi mesavî olarak gören insanların içlerinde bulunmasına asla tahammül edemezler. Efendimiz’in beyanları içinde, temiz insanlar temizlikleri etrafında bir araya gelirken, kirli insanlar da kendi kirlilikleri etrafında bir araya gelirler. Evet, kirliler, ismet ve iffetleriyle yaşayan, sadakat ve fedakârlıktan ayrılmayan, her daim nezahetlerini koruyan insanları çevrelerinde istemezler.

Ancak, bu tür zulüm ve tecavüzler karşısında bile adanmış ruhlar sırat-ı müstakimden ayrılmamalı, duygu ve düşüncede hep dengeli davranmalıdırlar. Onlar kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviye gibi duygularda dengeli oldukları gibi, haset, hırs, kin ve nefrete maruz kaldıklarında ortaya koyacakları mücadele tarzında da dengeyi muhafaza etmelidirler.

Dengesizler karşısında dengeyi muhafaza

Çünkü asıl hüner, başkalarının dengesizlikleri karşısında dengeyi koruyabilmektir. Mesela birileri haset ve çekememezlik duygusuyla sizin üzerinize gelebilirler. Gelecekte, bir kısım imkânların ellerinden kaçıp gitmesi korkusuyla size karşı kin ve nefret duygularıyla köpürebilirler. İşte burada bile aynıyla mukabelede bulunmama, imkânı varsa kortekste bu tür olumsuzluklara hiç yer vermeme, onların nöronlara bulaşmasına fırsat tanımama ve geldikleri gibi onları kapı dışarı etme çok önemlidir. Esasen el âlem sizi sevip alkışladığı zaman onlara karşı saygı duymak marifet değildir. Marifet odur ki sizi kabul etmeyen, mevcudiyetinizden rahatsızlık duyan insanlar hakkında bile, “Allah’ım, bana nâşâd olsun diyenler şâd olsun, nâmurad olsun diyenler bermurad olsun.” diyebilmektir. Hele bu kadar dengesizliğin bulunduğu günümüz dünyasında, dengeli olmak daha bir önem arz eder.

Kur’ân-ı Kerim, “Bir kavmin size karşı tecavüz ve saldırıları, sizi adaletsizliğe, haksız yere onlara saldırmaya sevk etmesin.” (Mâide sûresi, 5/8) buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlere akla hayale gelmedik zulümlerin yapıldığı Mekke döneminde nâzil olmuştur. Böylece mü’minlere, bütün bu olup bitenleri engin vicdanlarıyla sabırla karşılamaları ve aynıyla mukabelede bulunmamaları emredilmiştir. Dolayısıyla birilerinin nâseza nâbeca tavır ve davranışları, mü’minleri hak ve adalet duygusundan ayırmamalıdır. Başkalarının adaletsizlik yapması, sizin adaletsizlik yapmanızı asla meşru kılmaz. Siz, inanan gönüller olarak her zaman âdil olma mecburiyetindesiniz.

Eğer bir karalama kampanyası başlatılmış, yapılan zulümler sürekli hâle getirilmiş, hiç durmadan sabah akşam zift gibi yalan ve iftira püskürtülüyorsa, bu durumda yerine göre tavzih, tashih, tekzipte bulunulabilir ve tazminat hakları kullanılabilir. Fakat bu hakları kullanırken bile, kendimize yaraşır ve yakışır şekilde, kendi karakterimizin gereğini sergilememiz gerekir. Evet, “Herkes kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ sûresi, 17/84.) Bize düşen de her hâlükârda kendi karakterimizin gereğine göre hareket etmektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İftiralar-Komplolar

Soru: Türkiye'de yıllar önce başlatılan hoşgörü ve diyalog sürecine bir muhalefetin olduğu hemen herkesin kabullendiği bir gerçek. Bu hâdise ile alakalı görüşlerinizi lütfeder misiniz?

Cevap: Bahsini ettiğiniz sürece olan direnişi, inananlarla inanmayanlar mücadelesinin bir uzantısı olarak görüyor ve şaşırmıyorum. Çünkü değişik vesilelerle ifade ettiğim gibi küfrün imana, kafirin mü'mine karşı tavrı şimdi ortaya çıkmış bir hadise değildir. Bu kadimden bu yana devam edegelmiş, şeytan ve Hazreti Adem arasındaki ilk kavgayla başlamış, zamana ve şartlara göre değişen, zaman zaman hız kazanan ve bazen de hız kesen bir hadisedir. Konjönktörün belirlemesine göre günümüzün münkirleri belli oyunlar planlıyor, argümanları, enstrümanları, stratejileri değiştirerek mücadelelerine devam ediyorlar. Ama burada imana karşı tavır hiç değişmiyor, kalpler değişmiyor, kin, nefret, iğbirar ve dine karşı düşmanlık hiçbir zaman değişmiyor. Kur'an-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha şeytanın yardımcıları manasına "şeytanın avaneleri" diyor bu tip insanlar için. Şeytan değişmediğine göre şeytanın avanelerinin değişmesi de mümkün değil.

Bir kere müslümanlar baştan bunu bir realite olarak kabul etmek mecburiyetindedirler. Onun için çok güvenilir melek-nümun insanlar gelse ve "Artık şeytanlar değişmiş. Yılanlarla güvercinler sarmaş dolaş, kurtlar kuzularla beraber otluyorlar..." deseler katiyen inanmamaları lazım. Aksi takdirde hep yanılan, aldanan ve aldatılan insanlar oluruz.

Bunun karşısında hiçbir ortak paydamız olmasa dahi en canavar hayvandan, canavarlığı kendine meslek edinmiş insanlara karşı olan tavrımızı bellidir ve meydandadır. Tarihin şehadetiyle sabittir ki bizim tavrımız hep insancadır; zira dinimiz böyle olmamızı, böyle davranmamızı emretmektedir. Biz reçele düşen ve çırpınan bir sinek karşısında bile üzülürüz. Zira mahlukatın en küçüğüne dahi bakışımız merhamet ve şefkat eksenlidir. Çok yıllar önce, benim çok sevdiğim, hiçbir kusurunu görmediğim ilahiyatçı bir arkadaşım kırlık bir yerde bir yılanın belini kırmıştı. Zannediyorum bir veya iki ay hiç konuşmadım onunla. "Ne hakkın vardı? Niçin hayvanın hayatının önünü kestin, yaşamasına mani oldun?" dedim ve sitem ettim.

Şimdi bizim tarz-ı telakkimiz, mahlukata yaklaşımımız budur. Yılan ve çıyan tabiatlı insanlar da buna dahildir.

Soru: Bu yaklaşım onlar tarafından da bilindiği halde tavırlarında hiçbir değişikliğin olmaması, bir yumuşamanın bulunmaması nedendir?

Cevap: Biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibi inanmayanların tabiatında, karakterinde var bu. Tabiatı değiştirmek zor. Halk arasında söylendiği gibi "Can çıkar huy çıkmaz". Unutmayın, devr-i Ademden bu yana veya şeytanla insanın yaratılmasından bugüne sürekli kabararak, köpürerek gelen bir düşmanlık var ortada. Dün cahilce telakkilere bağlı olan bu düşmanlık, bugün fen ve felsefeye, sosyal bilimlere dayanmış bir telakki. Dolayısıyla günümüzde mesele biraz daha zor çözülür, altından zor kalkılır bir muamma halini almıştır.

Evet, imansızlığın karakterinde var olan bu düşmanlık onları iman karşısında tuğyana sevkediyor. Zerre kadar tahammülleri yok iman cephesine ve o cepheden gelen şeylere karşı. Paylaşmaya kabiliyetleri de yok, niyetleri de. Bunlar paylaşacak kadar olgunlaşmamış ham ruhlar çünkü. Ortak bir düşmanları olmasa aralarındaki nüanslardan dolayı birbirlerini kurt gibi yerler, hiç şüpheniz olmasın. İşte ortada kulüpleri ve dernekleri. Kendilerinden olmayanı bırakın üye falan yapmayı ziyaret maksadıyla dahi içeri almazlar. Ya bizim camilerimiz? Bunların üzerinde ciddi ciddi düşünmek lazım.

Soru: Size göre müslümanlar bilinmesi gerektiği ölçüde biliyorlar mı bunu?

Cevap: Bilindiği kanaatında değilim. Tabii bilinmeyince ona göre tavır alma da söz konusu olmuyor. Nitekim bir grup müslümana ciddi hücumların olduğu dönemlerde bu saldırılara, yaptıkları yayınlarla destek veren müslümanlar da oldu. Bir kısım müteşeyyihin ve uleymât belki de hiç farkına varmadan dalâlet zümresine hizmet ettiler.. aynen onların ağızlarını kullandılar.. gammaznameler yazdılar... İşin aslını bilmiyorlar mıydı?.. Bilemiyorum. Ama şu kadarını söyleyebilirim, eğer bu kişiler ehl-i küfrün ve ehl-i dalaletin bin bir türlü tecavüzüne maruz kalan müslümanlara neden bu denli düşmanlık yapıldığını düşünmüyorlarsa hem dine karşı saygısız bir tavır içindedirler hem de en yumuşak ifadeyle alabildiğine saftırlar. Ve burada da ötede de bu saflıklarının cezasını çekerler.

Rica ederim; "Allah ve Peygamber düşmanı olanlar neden bunlara düşman" diye düşünmeleri gerekmez mi? "Camilere düşmanlık yapanlar neden bunlara hasmane tavır alıyorlar" demeleri gerekmez mi? "Din dedikleri için hasm-ı azam ilan edilmelerinin sebebi nedir" demeleri gerekmez mi? Halbuki zerre kadar basireti olan müslüman anlamalı ki, bunlar şeytanın fitinden, onun temsilci ve avanelerinin aldığı/alacağı tavırdan başka bir şey değil.

Soru: Son iftiralar neden ortaya atılmış olabilir?

Cevap: Bu ülkede yaşayan herkes biliyor ki bu tür yapıda, zihniyette ve karakterde olan kişiler şimdiye kadar elli türlü iftira ve isnatta bulundular bana karşı. Belki komplo demek daha uygun. En büyüğü de 1999 Haziran'da yaşanan kaset fırtınasıydı. Baştan sona senaryoydu bu ama senaryoda hesap edemedikleri noktalar oldu. Farkına varmadıkları ciddi mantıki boşluklar vardı. Dolu-dizgin her şeyi bitirelim bir anda dediler ama dolu-dizgin şeylerde strateji korunamaz ve teknik olunamaz. Nitekim öyle de oldu. Aceleye getirdiler ve yüzlerine-gözlerine bulaştırdılar. Kamuoyu karşısında rezil oldular. Her zaman basiretine hayranlık duyduğum Türk toplumunun yapılan anket sonuçlarına göre yüzde seksen beşi "Biz buna inanmıyoruz" dediler.

Tarihe not düşme olarak telakki edin isterseniz bunu; bütün takdir hislerimle ifade edeyim ki o günlerin Başbakanı Bülent Ecevit Bey, yiğitçe göğsünü gerdi, bülendâvâz sesi ile meselenin karşısına çıktı ve "Ben buna inanmıyorum" "Bu isnatlardan hiçbir şey anlamadım" dedi, her defasında yiğitçe tepkisini ortaya koydu. Onun bu tavrını tarih her zaman takdirle yad edecektir.

Evet, o bir fırtınaydı ama o gün bugün hiç dinmedi. O günden bugüne, tıpkı eskiden yaptıkları gibi bir kaç defa öldürdüler beni. Her defasında hakikat ortaya çıkınca da alabildiğine pişkin tavırlarla "Bu adam da dokuz canlıymış" dediler. Gördüğünüz gibi onların öldü demeleri ile siz ölmüyorsunuz. Şunun bilinmesini isterim: benim hastalıklarım var ama ölümden de endişe etmiyorum. Ölümü bayram sevinci sayıyorum. Asıl Allah'a inanmayanlar ölümden korksunlar. Ben Allah'a ve Peygamberimiz'e kavuşacağım günü onlara inat hasretle bekliyorum. Ölüm bana verilebilecek en büyük müjdedir, yolda bulunmuş bir incidir diyorum.

Bu son iftirayı neden atmış olabilecekleri konusunda bazı ihtimaller düşünülebilir. En zayıfından başlıyayım: muzip bir tanesi medyaya malzeme çıkarmak istedi. Masa başında oturdu bir haber yazdı ve haber ajanslarından bir tanesine gönderdi. Bizde her zaman olduğu gibi haberin doğruluğu hakkında hiçbir tahkikat yapılmadan internet sitelerinde yayınlandı. Basın ahlak yasası olsa da uygulanmadığı, cezai müeyyidelerin olmadığı bir yerde başka türlüsünü beklemek hayal olur zaten. Basın-yayınla alakalı bir takım kanunların olduğunu ama uygulamada problemler yaşandığını bizzat Oktay Ekşi Bey'den dinlemiştim ben.

Halbuki böyle bir yalan haberin, mesela benim kardeşlerim, yakınlarım, akrabalarım üzerinde meydana getireceği tesir hiç düşünülmüyor. Biraz önce size daha önceden de beni öldürdüklerini söylemiştim. Hiç unutmuyorum eski yıllarda kardeşim telefonun diğer ucunda bana şunu söylüyordu ağlayarak: "Bir haber duyduk: Camiden çıkarken baltayla kafanı parçalamışlar." dedi ve ardından sesi kesildi, herhalde bayıldı. Dolayısıyla bu tür yalan haber yayınlayanların ne insana, ne de insani değerlere saygıları yok. Türkiye'de biri de çıkıp "Tamam artık, Allah'tan korkun. Bu mesele tamamen çığırından çıktı." demiyor. Böyle bir şey denilmediği, kanuni bir düzenleme yapılmadığı için de yalan, yalanı atanın yanına kar kalıyor. Yalancı onunla prim yapıyor, traj alıyor, müşteri kazanıyor. Dolayısıyla reklam pastasından aldığı pay oranı artıyor.

İkincisi: -Allahu a'lem bana öyle geliyor- Türkiye, hükümetin akıllı politikaları ile devlet-millet işbirliği, elbirliği ile iyi bir yolda ilerliyor. Şöyle böyle, belli ölçüde anlaşarak, uzlaşarak –her ne kadar bir kısım çatlak sesler olsa da- iyi şeylere imza atılıyor. Kırk-elli senelik Avrupa Birliği hülyalarında ilk defa bu derece müşahhas adımlar atılıyor, gelişmeler yaşanıyor. Türkiye NATO toplantısına başarılı bir ev sahipliği yapıyor. Ekonomik alandaki gelişmeler, enflasyon oranının düşüşü, yabancı sermayenin yatırım için ülkemize gelişi, turizm gelirlerinin artışı vs.. gibi hepsi de çok önemli olan gelişmeler yaşanıyor.

İşte –Allahu A'lem- bu gelişmeleri baltalamak ve sabote etmek isteyen insanlar, gruplar, çevreler, iç ve dış mihraklar var. Türkiye güzel günlere doğru giderken birileri, her zaman yaptıkları gibi el altından bazı şeyler çevirmek istiyorlar. Bu durum Türk insanın hiç de yabancısı olmadığı bir gerçektir. Şimdiye kadar nice zirvelere yükselen insanlar sanki oralara yakınlarını kayırmak için yükselmiş gibi hareket etmediler mi? İstihbarat örgütlerinin gözünün içine baka baka kaçakçılık yapmadılar mı? –Telaffuz ederken bile utanıyorum- Hortumlama olaylarına ne demeli? İşin en önemli yanı bütün bunlar perde arkasında yapılırken Türkiye'de "irtica", "Fethullah Hoca" ve buna benzer haberler ile gündem değiştirdiler. Kamuoyunun nazarını başka yana çevirip hortumlamayı rahat yapalım diye.

Şimdi de ihtimal yine ortada böyle bir plan var. Bu plana bağlı olarak bu yalan haberi ortaya attılar ve gündemi değiştirmek istediler.

Üçüncüsü: Güya ölüm sath-ı mailine girmişim; son günlerimi Türkiye'de geçirmek istiyormuşum. Pekala böyle bir insan beş yıldır ayrı kaldığı ülkesine gelirken nasıl gelir? Şov meraklısı insanlara göre havaalanında alâyiş-nümayiş olsun, binlerce insan gelsin karşılasın, konvoylar oluşsun! "Alemi nasıl bilirsin?" demişler, "Kendim gibi" demiş. İhtimal böyle düşündüler.

Halbuki ben hayatım boyunca bir-iki insanın dışında hiç kimsenin beni bir yerden gelirken karşılamasını istemedim. Onu da araba kullanmasını bilmediğim ve arabam olmadığı için istedim. 1997'de ABD'den Türkiye'ye dönüşümde uçaktan telefon ettim ve sadece bir kişiye haber ettim. Ne medyanın ne de dostlarımın gelmesini istedim. Kardeşlerim dahil en yakınlarım bile geldikten sonra duydular Türkiye'ye döndüğümü.

Benim tabiatım bu. Küçüklüğümde kendi evimize giderken bile böyle yapardım ben. Herkes bana mı bakıyordu sanki? Hem baksaydı ne olurdu? Olsun, baksın-bakmasın, önemli değil, ben gece eve girmeyi tercih ederdim Erzurum'a dönüşlerimde. Rahmetli babam derdi ki: "Bizim oğlan leylek, gece geliyor eve." Elâlem, mahalleli, konu-komşu "falan geldi-gitti" desinler, konuşsunlar istemezdim. Sevmezdim böyle şeyleri karakterim icabı.

Hatta yeri gelmişken bir kere daha ifade edeyim bu fedakar milletin esnafıyla-öğretmeniyle, kadınıyla-erkeğiyle dünya çapında gerçekleştirdikleri eğitim faaliyetlerinin şahsıma isnad edilmesini bana sövme gibi telakki ediyorum. Bir şey yaptığım kanaatinde değilim. Bu memleketin gönüllü insanı yapıyor yapılan her şeyi. Ama gel gör ki birileri yanlış ictihatlarıyla bana malediyorlar. Ben yıllardan beri buradayım ve gönüllü tecrid içindeyim, gördüğünüz ve bildiğiniz gibi. Ama işler Allah'ın tevfik ve inayetiyle her yerde yürüyor. Hem de bütün mütemerrit ve mülhitlere rağmen.

Dönelim başa; ben Türkiye'ye dönünce ciddi bir şekilde karşılama olacak, binlerce insan kafileler halinde havalanına gelecek ve araya bir kısım provakatörleri koyarak ortalığı karıştıracaklar, gündem değiştirecekler. Rica ederim, en masum yürüyüşlerde bile yapmadılar mı bunu?

Dört: Bu yalan haberle kendi yazlığında, bağında bahçesinde, yaylasında eşi dostu arkadaşları ile beraber kafa dinlemek, yazın keyfini çıkarmak, duygu, düşünce ve inanç dunyası istikametinde Kur'an okumak, hadis okumak isteyen insanların önünü kesmek istemiş olabilirler. Ferdî değil, umumî anlamda bir gammazlama hareketi olarak görebilirsiniz bunu. Neticede gelirler, derdest ederler o masum kişileri ve siz derdinizi anlatıncaya, suçsuz olduğunuzu kabullendirinceye kadar –affedersiniz- pestiliniz çıkar orada. Neden? Çünkü siz baştan suçlu ilan edilmişsiniz. Hukuk tersine işliyor yani. Siz suçlu ilan edileceksiniz, sonra suçlu olmadığınızı isbat edeceksiniz. Halbuki hukukun temel felsefesi gereği "nefy isbat edilemez". "İnsanlar suçlu olduğu isbat edilinceye kadar masumdur". "İsbat edilmek zorunda olan iddiadır."

Böyle masum insanları karalamak için evlerine gizlice bir takım CD, kitap gibi malzeme koymak da zor değildir. Şu aralar terörizm dünyada en çok üzerinde durulan mevzu. Yaptıkları o düzmece planla masum insanları terörist ilan etme, yapılan masumane işleri terörle irtibatlı imiş gibi gösterme gayretleri olabilir. Basit bir komplo teorisi olarak görebilirsiniz bunu ama bu türlü niyetlerin olmadığına beni temin edemezsiniz.

Beş: Şeytanların telkinatıyla cinlerle konuşan, uğraşan bazı insanlardan duymuştum ki bir insanın ölümünü ilan etmek, ona büyü yapmak için uygun bir zemin hazırlar. Bu halkın ona karşı olan bakış açısının, kabulunun tesirini kırar, böylece büyü daha çabuk tutar. Ben böyle şeylere inanmam ancak bu maksatla böyle bir yalan haber uydurulmuş olması da ihtimal dahilindedir. İhtimal, yukarıda bahsettiğim bir kısım müteşeyyihin ve uleymat böyle bir şey yapmış olabilir.

Soru: Bütün bu olup bitenler karşısında nasıl bir tavır takınmamızı istersiniz?

Cevap: İfk hadisesinde Efendimiz'in ve Sahabe'nin tavırlarını biliyorsunuz. Şimdi sahabe basiretli bir toplumdu. Buna rağmen onların arasına karışmış münafıklar da vardı. Efendimiz'e karşı olan hınçlarını alabilmek için Aişe validemize iftira attılar. Bu bir senaryo idi. Başında meşhur munafık Abdullah b. Übey b. Selul vardı. Her zaman böyle –bağışlayın- aptalca senaryolara inanacak insanlar çıkabilir. Nitekim o basiretli sahabe arasında da buna inananlar çıktı. İsimlerini söylemeyeceğim, topu topu üç kişiydi bunlar. Türkiye'deki müslümanlarda bu kıvam olmayabilir diye düşünüyorum. Daha önce ifade ettiğim gibi basiretine hayranım, ama halkımızın içinde bu yalanlara, tezvirle, komplolara inananlar çıkabilir. Bir değerlendirme eksikliği, yıllardan beri hiçbir kıymet-i harbiyem olmamasına rağmen beni görememeleri, mağduriyet ve mazlumiyetime rağmen gurbette kalışım onların bu tür şeylere inanmalarında etkili olabilir. Ve tutarlar havaalanını doldururlar, komplocuların ekmeklerine yağ sürerler. Onun için STV'deki canlı telefon bağlantısında da söyledim, bir kere daha söyleyeyim, hakkımı helal etmiyorum böyle davranan kişilere.

Soru: Böyle bir iftira karşısında neler hissettiniz?

Cevap: Üzülmedim diyemem. Elbette üzüldüm, canım sıkıldı. Ama şöyle teselli buldum kendi kendime: Aişe validemize devr-i saaadette iftira atanlar oldu. Mülhidler Allah'a iftiralar attılar. Kur'an-ı Kerim'de kaç yerde Allah'a atılan bu iftiralardan bahsediliyor. Haşa! "Allah evlat edindi" diyorlar, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlar. Zat-ı Uluhiyet'e karşı saygısızca bu ifadeler benim her zaman rikkatime dokunur. Şimdi bunu mülhidler Allah'a, Hazreti Aişe Validemiz'e yapmışlar. Sonra günümüz mülhitleri de benim gibi bir kıtmire yapmışlar. Çok mu diyor ve teselli oluyorum...

Soru: Son olarak ilave edeceğiniz bir şey var mı?

Cevap: Evvela, zulmetme kabiliyeti olanlar zulmederler. İşin acı yani –tabii acı mı, tatlı mı ona siz karar verin- sizin ısıran dişleriniz olmadığı için ısıramazsınız. Bana göre böylesi daha iyi. Varsın onlar zulmetsinler, zulme devam etsinler, biz de temkin ve teyakkuz içinde istidadı olanlara Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve mağfiretini dileyelim, yanlış yolda yürümeden onları halâs etmesini isteyelim.

İkincisi, iftiraya maruz kalma, komplolarla karşılaşma her zaman bu yolun yocularının kaderi olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Ama basiret her şeyi silip-süpürüp atmıştır. Basiret karşısında hiçbir komplo, hiçbir iftira tutunamaz.

Üç; dünyanın dört bir yanına Türk kültürünü, Türkü dilini götüren insanların faaliyetlerini görmezlikten gelmek bir nankörlüktür. İşte ben bu faaliyetlere güneş diyorum. Güneş ise balçıkla sıvanmaz. Ne yaparlarsa yapsınlar, bu basiretli toplum her şeyi görüyor ve biliyor. Dolayısıyla olup biten bu şeylere engel olamama, ışığı söndürememe onları hezeyana sevkediyor. Muvazenesizce çırpınıyorlar. Bunun da bilinmesi lazım. Çünkü söz konusu zihniyete göre aynen kast sistemine inananlar gibi onlar -hâşâ ve kellâ- yaratıcının ağzından-kulağından, öz-be-öz Anadolu'nun hakiki evladı ise tırnağından yaratılmış. Dolasıyla siz ne kadar nâsezâ nâbecâ da deseniz: "Aman vermen vurun, iflah etmeyin, öldürün!" bu faaliyetleri gerçekleştirenler hakkında verilen hükümdür. "Öldürün siz onları, sonra delil buluruz " bu anlayışın dayandığı temel mantıktır. Bunun da böylece bilinmesinde fayda var.

Son olarak: Hiç kimse moralini bozmasın. Bu millete, bu milletin bugününe ve yarınına, hatta bütün insanlığa yapılan şu hizmetler Allah'ın izni ve inayetiyle devam edecek, kervan yürüyecektir. Bu kervanı yine Allah'ın lütfu ve keremi ile ne iftira durdurur, ne de tezvir.

Îkaz Görünümlü İlahî İltifatlar

Kur'an-ı Kerim'de, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'e tevcih edilen "Sakın inkarcılara arka çıkma!" ve "Sakın müşriklerden olma!" şeklindeki hitaplar nasıl anlaşılmalıdır? Bu türlü ilahî hitapları, Allah Rasûlü’ne yöneltilen birer itap olarak değerlendirmek doğru mudur?

İlahi inayete sunulan en beliğ davetiye

Fethullah Gülen: İlahi inayete sunulan en beliğ davetiye

İhlâsın esaslarından biri olarak zikredilen “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmek” düsturunu nasıl anlamalıyız? İnsan tabiatında bulunan kıskançlık ve çekememezlik duygusu nazar-ı itibara alındığında, kardeşlerin şerefiyle şâkirâne iftihar etme ufkuna ulaşma adına neler tavsiye edersiniz?

İlim İçin Yolculuk

Soru: Selef-i salihînden birçok âlimin henüz küçük yaşta iken ilim tahsili için yuvalarından ayrılıp seyahate çıktıklarını görüyoruz. İyi bir eğitim için çocuk yaşta evden ayrılıp başka bir yere gitmek gerekli midir? Meseleyi günümüz şartları açısından değerlendirir misiniz?

İlim-bencillik ve irfan

Bilen insan çok; fakat bildiğini temsil eden insan çok az. Bilginin irfana dönüşüp onun da davranışlarımıza aksetmemesi bizim eksikliğimiz.

İlimden beklenen gaye

İlim yuvalarında eskiden öylesine bir ihlâs vardı ki, insanlar sırf Allah rızası için gelir, bir şeyler öğrenirler, ders okurlar; makam, paye, mansıb, diploma, kariyer nedir bilmezlerdi. Onlara “diploma” deseniz; “Ötede Allah diploma mı soracakmış?” derlerdi. Sonraki dönemlerde ihlâs öldü. İnsanlar diploma ve dünyalık uğruna okumaya ve çalışmaya başladılar. Diplomayı küçümsediğim, onun önemini inkâr ettiğim düşünülmesin. Benim söylediğim, Allah rızasının önüne başka şeylerin geçtiği hakikatidir. Yoksa diploma da, kariyer de, meslekî başarılar da hep Allah rızasını kazanmak uğruna kullanılmalıdır. Her işin başı Allah rızasıdır, onun dışındaki her şey tâlî ve ona tâbî olmalıdır.

İlk Müslümanların akla hayret veren performansları

İlk Müslümanların, İslâm’ı dünyanın dört bir yanına götürürken nasıl davrandıklarına dair teferruatlı bilgiye sahip değiliz. Gittikleri yerlerdeki hâkim dinler, mezhepler, düşünceler ve müessir kültür kalıntılarına rağmen çok kısa bir zamanda İslâm’ın gönüllere girmesi insana hayret veriyor. Onların bu konuda çok başarılı oldukları anlaşılıyor. Bu başarıyı, kâhir orduların girdikleri yerlerde halka baskı yapmasıyla ve kılıç zoruyla açıklamaya çalışmak akıl ve mantığın kabul edeceği bir şey değildir.

Buyurun, bugün gelişmiş bir millet olmanın imkânları ile, medenî insanlar olarak Hindistan’a gidin; ilk Müslümanların o zamana nisbeten elli senede yaptıklarının ne kadarını yapabileceğinizi bir deneyin. Zaten bugün Hindistan’daki mevcut Müslüman nüfus da, o dönemde Müslüman olanların çocukları. Müslümanlar daha hicret-i seniyyenin kırkıncı senesinde Sindâbâd’a girdiler ve o günden bu yana Hindistan’da Müslümanlık var. Buhâra, Semerkand gibi beldelere hicret-i seniyyenin sekseninci senesi girilmiş. Buharî’nin dedesi, kendi hocası meşhur hadisçi Müsnedî’nin dedesinin vesilesiyle Müslüman olmuş. Buharî, üçüncü asrın yarısına kadar yaşadığına ve üçüncü asırda o muazzam eserini ortaya koyacak verimliliği gösterdiğine göre diyebiliriz ki, o coğrafyada bulunan insanlar çok erken dönemde Müslümanlaşmışlar. Dahası, dinin dilini benimsemişler, o dilin büyük üstadlarını yetiştirmişler ve Hicaz’da yaşayan hadisçilerden daha güçlü muhaddisler Asya’da ortaya çıkmış. Hatta denebilir ki, İmam Malik gibi Muvatta sahibi büyük bir âlim istisna edilecek olursa, ondan sonrakiler, İmam Şâfiî de dâhil Asya kültürüyle yetişmiştir.

Evet, İmam Şâfiî, Irak, İran, Bağdat civarında dolaşmış; İmam Azam Ebû Hanife’nin talebelerinden ders almıştır. Buharî, Müslim, Nesaî... Bunların her birisi Asya’nın bir yerinde neş’et etmiştir. Buhâra ve Tirmiz birbirine yakın yerlerdir. Ebû Davud Sicistan’dan, Nesaî Nese’den... Hadisçilerden başka, onca fakih yetişmiştir buralarda. İkinci asrın ortalarına doğru devâsâ hukukçular sahnede yerini almış, fıkıh metodolojisi gelişmiş ve üçüncü asra doğru dünyada eşi emsâli olmayacak şekilde bir rönesans yaşanmıştır.

Onlar gönülleri fethetti

Hâsılı, erken devirlerdeki Müslümanlar, oralara kılıç zoruyla, baskıyla girmiş değillerdir. Gönülleri fethetmiş, kalblere taht kurmuş, akılları durduran hayretengiz bir performans ortaya koymuşlardır. Şimdi günümüzün daha sağlam düşünüyor gibi görünen, daha iyi imkânlara sahip insanına bakalım. Günümüz insanı daha çok malzemeye, daha çok dökümana sahip; muhâbere ve muvâsala (haberleşme) şartları daha rahat; telekominikasyon imkânları oldukça ilerlemiş; teknoloji insanların emrine âmâde; fakat acaba günümüzün Müslümanları, ilklerin ortaya koyduğu cehd ve gayretin ne kadarını sergiliyor? Kaç insanın hidayetine vesile olmuş ve bundan sonra da kaç insanı iman nuruna taşımayı planlıyor?

Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri

Evet, selef-i salihînin elinde bizdeki imkânlar yoktu. Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri İstanbul’a ulaşıncaya kadar kim bilir neler çekti? Yezid döneminde yaptıkları bu seferde, herhalde oraya gelinceye kadar altı ay yol yürümek zorundaydılar. Ebû Eyyub Hazretleri çok yaşlıydı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye hicret buyurdukları zaman Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretlerinin çoluk çocuğu vardı. O zamanlar otuz küsur yaşında var idiyse, katıldığı İstanbul Seferi hicret-i seniyyenin aşağı yukarı kırkıncı senesinde olduğuna göre, yaşı yetmiş yetmiş beş civarındaydı. Yetmiş yaşın üzerindeki o insan, dinini î’lâ uğruna, kendisini atın üzerine bağlatıyor ve o uzun mesafeyi o şekilde aşıyordu.

Ebû Talha Hazretleri

Aynen Ebû Eyyub el-Ensârî gibi, Ebû Talha Hazretleri de oldukça yaşlanmıştı; ama hâlâ cihad aşkıyla yanıyordu. Atın üstünde duramayacak halde olmasına rağmen cihada gitmek isteyince torunları diyordu ki, “Sen Allah Resûlü hayatta iken yeterince savaştın. Bedir’de, Uhud’da bulundun. Artık sen dinlen, biz senin yerine cihad ederiz. Hem yürüyecek dermanın bile kalmadı.” Ebû Talha (radiyallahu anh) “Hayır!” diye cevap veriyor, Tevbe Sûresi’nin kırk birinci âyetini okuyor ve “Allah öyle bir tefrik yapmıyor ki... ‘Yaya ya da binitli olarak, piyade veya süvari olarak Allah yolunda seferberlik yapın’ (Tevbe, 9/41) buyuruyor” diyordu. “Sen atın üstünde duracak halde de değilsin!” dediklerinde ise “Bağlayın beni atın üstüne, öyle gideyim” cevabını veriyordu. Ve o haliyle, Kıbrıs’a yapılan deniz seferine katılıyordu. Gemide ağır bir şekilde hastalanmış ve birkaç gün sonra da vefat etmişti. Geminin karaya ulaşmasını bekledikleri için defnini yedi gün sonra yapmışlar; ama cesedinin bozulmadığını görmüşlerdi.

Ümmü Haram validemiz

Aynı sefere katılanlardan birisi de “Hala Sultan” dediğimiz Ümmü Haram validemizdir. Bu sefere katılacağı müjdesini seneler önce Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) fem-i mübarekinden alan anamız, o gün seksen altı yaşında olmasına rağmen aynı î’lâ-yı kelimetullah aşkı onu da evinde oturmaktan alıkoymuş ve Kıbrıs’a kadar götürmüştü. Karaya çıkıldığında atının ayaklarının sürçmesiyle düşmüş ve şehid olmuştu. Kıbrıs Rum kesiminin Larnaka Şehrinde bulunan kabr-i şerîfi, adayı fetheden Osmanlılar tarafından 1570 senesinde türbe ve cami yapımıyla genişletilmiş ve onarılmıştı.

Görüldüğü gibi, bu insanlar her türlü mehâliki göğüsleyerek en uzak yerlere bile gitmişler. Mesafeler o kadar uzun ki, bir yere ulaşabilmek için altı ay yol gitmek zorunda kalmışlar. Sonra da orada cansiperâne mücadele etmişler. Ve akabinde bir yolunu, fırsatını bulup istidatlı ruhlara dinî duyguyu, dinî düşünceyi fısıldamışlar. Dinlerini arızasız temsil etmiş, göstermiş ve başkalarına tesir etmişler. Bu çok zor işlere talib olmuşlar ve şikayet nedir bilmeden vazifelerini yapmışlar. Şikayet etmediklerini iyi bildiğimi söyleyebilirim. Siyer ve megâzi kitaplarında, o tehlikeleri, o ifritten şeyleri göğüsleyen bu insanların, verdikleri mücadeleden iki kelimelik şikayette bulunduklarını görmedim.

Bir Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’ye bakın. Başını kaynayan suya sokuyorlar, yüzünün etleri dökülüyor, ama “Benim başıma bunlar geldi” diye şikayet etmiyor. Bizler, hiçbirimiz, dinimizden dolayı bu ölçüde sıkıntı çekmedik. Çok rahatız. Bunun karşılığında, Cenâb-ı Hakk’ın bunca nimetine karşı bir şükür ifadesi olarak, bize lütfettiği o teknik imkânları onu duyurma adına kullanmıyorsak bu apaçık nankörlük olur. Hem körlük olur, hem nankörlük olur. Nan, ekmek demektir. Nankör olma, ekmeği nimet mânâsına alırsanız, nimeti görmeme demektir.

Günümüz mü’minlerine gelince...

İşte günümüzün her bir mü’mini de, elindeki geniş imkânları ve olumlu şartları değerlendirerek nereye ulaşabilecekse Allah’ın izniyle oraya ulaşmaya bakmalıdır. Ve elinden gelen her şeyi yapıp sonuçta demelidir ki, “Bizim neslimiz bu meseleyi ancak şu noktaya götürmeye müsaitti, donanımımız ancak ona yetiyordu. Hele biz oraya bırakalım, arkadan gelenler de alır daha ileriye götürürler, daha arkadan gelenler de alır daha öteye taşırlar...”

Öyleyse, herkes din-i mübîn-i İslâm’ı tebliğ ve temsil etme vazifesini sırtlanacak; ömrünün, gücünün, kabiliyetinin ve imkânların el vermesi ölçüsünde yürüyebildiği kadar yürüyecek ve yorulup tükendiği yerde o kudsî emaneti arkadan gelen bir tanesi alıp yola devam edecek. Şimdiye kadar hep öyle olmuş. Dini temsil etme ve başkalarına anlatma işini sahabi efendilerimiz Emevilere, Emeviler Abbasîlere bırakmış; daha sonra Abbasîler sarsıntı yaşarken, hicret-i seniyyenin üçüncü asrından dördüncü asrına girilirken, Asya’dan gelen Türk boyları işin altına girmiş. Tuğrul Bey’in önderliğinde, 1050’lerde Bağdat’ı korumuşlar ve 1071 gibi çok erken bir tarihte Malazgirt’te İslâm’ın koruyuculuğunu üzerlerine almışlar.

“Onlar bir mübarek topluluktu, kazandıkları şeylerle yürüdüler Allah’a... Siz de kazandıklarınızla, kesbinizle veya iktisabınızla; ya yanlışlarınızla, hatalarınızla ya da sevaplarınızla bir gün Allah’a yürüyeceksiniz’” (Bakara, 2/134, 141) Vazife yapmış olarak yürüme de var, vazifeden kaçmış olan firârîler gibi derdest edilerek oraya celbedilme de var. Öyle bir celbedilmeden Allah’a sığınırız.

İlmin İzzeti ve Enaniyet

Soru: İlmin izzeti ne demektir? İlmin izzetini korumak nasıl olur?

Cevap: Bir mü’min için ilmin izzetini muhafaza etmek elbette çok önemlidir; fakat inanan bir gönül için öncelikli olarak korunması gerekli olan husus, ilmin izzetini de ihtiva ve tazammun eden dinin izzetidir. Zira Hz. Ömer’in ifadesiyle, Allah bizi dinle aziz kıldığına göre inanan bir insan da, mü’mince davranmalı, bu işin emini ve kefili olmaya gayret göstermeli ve böylece bir ömür boyu hep dinin itibar, kıymet, izzet ve şerefini korumaya çalışmalıdır. Evet, inanan bir gönlün, her hâli, oturuşu-kalkışı, konuşması-sükûtu hep mü’mince olmalı ve herkes onu emin ve güvenilir bir insan olarak bilmelidir. O, insaniyet-i kübra olan İslam’ı yaşamada hiç mi hiç taviz göstermemeli; güzel huy ve güzel ahlakıyla her zaman seviyeli bir temsil ortaya koymalı ve asla kendi şahsında doğruların yanlış bir şekilde algılanmasına, yanlış okunmasına meydan vermemelidir. Siyer yorumcularının ifade ettikleri gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhissalâtü vesselâm) inanmadıkları dönemde bile insanlar, birisine bir emanet bırakmak istediklerinde, akıllarına ilk gelen zat, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi olan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) oluyordu.

Bu açıdan bir mü’min, her zaman emanette emin bir emanetçi gibi davranmalı ve böylece insanların kendisinde görüp tanıdığı mü’minliğin yara almasına asla fırsat vermemelidir. O, İslam’ı kemal-i hassasiyetle yaşamalı ve elinden geldiğince düşmemeye ve sürçmemeye çalışmalıdır. Beşer tabiatının gereği herhangi bir düşme ve sürçme yaşadığında da hemen tevbe, inabe ve evbe ile onu telafi ve tamir etme yoluna gitmelidir; gitmeli ve Seyyidina Hz. Âdem ve Hz. Havva Validemiz gibi:

رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!” (Araf Suresi, 7/23) diye yalvarıp yakarmalı veya Seyyidina Hz. Musa gibi:

رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي

“Ya Rabbî, ben kendime yazık ettim, affeyle beni” (Kasas Suresi, 28/16) ifadeleriyle Rabbine teveccühte bulunmalı ya da Seyyidina Hz. Yunus ibn-i Metta gibi:

لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

“Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.” (Enbiya Suresi, 21/87) diyerek Rabb-i Kerim’ine halini arz etmelidir. Dikkat edilecek olursa bu duaların hepsinde, dua sahipleri olan o büyük peygamberler, “zulüm” kelimesini kullanmış ve ondan Allah’a sığınmışlardır. Zulüm ise, haksızlıkla bir şeyin yerini değiştirmek ve hakkı kaldırarak onun yerine haksızlığı koymak demektir. İşte peygamberler dahi –tabiî kendi ufuk, hassasiyet ve derinlikleri açısından– hep böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınmışlardır. Dolayısıyla inanan bir insan olarak bizler de daha başta böyle bir hassasiyetin temsilcisi olmaya çalışmalıyız. Ve hele milletin gözünün içine baktığı, önde görünen insanlar bu mevzuda daha bir hassas olmalıdır. Zira bir Türk atasözünde ifade edildiği gibi, başka yerde hemen fark edilemese de, imamın beyaz sarığına konan bir sinek hemen belli olur. Bu açıdan ehl-i ilimden olan veya milletin önünde rehber, pişuva ve pişdarlık yapan insanlar evvelen ve bizzat dinin, saniyen ve bi’l-araz da dinin hadimi olması itibarıyla ilmin izzetini koruma adına, başkalarına nazaran hayatlarını çok daha dikkatli, çok daha hassas bir çizgide yaşamalıdır.

“İlmin İzzeti” Kılıfı Altında Egoizm

Fakat bu noktada şu hususa dikkat edilmelidir: Bazen izzet-i ilmiye, enaniyete de inkılâp edebilir. Evet, bazen insan, ilim ve müktesebatından dolayı kendini farklı görüp farklı hissetmeye başladığında, belli bir müddet sonra, hiç farkına varmaksızın, ilmin izzetini muhafaza ediyorum diye, başkalarına tepeden bakacak, kendisinden başka kimseyi görmeyecek ölçüde bir egoist haline gelebilir. Dolayısıyla birbirinden farklı olan bu iki hususu birbirine karıştırmamak gerekir. Biraz daha müşahhaslaştıracak olursak; bir insan, kendi şahsında ilmin itibar ve şerefi zedelenmesin diye, mesavi ve mühlikata düşmemek için ölesiye bir mücadele ortaya kor, kılı kırk yararcasına bir hassasiyet gösterir, kimseye el açmaz, minnet altına girmez. Fakat bu esnada ilim öğrenip malumatı arttıkça o şahsın enaniyeti güçleniyorsa, bunun ismi, izzet-i ilmiye değil; olsa olsa derecesine göre egoizm veya egosantrizm olabilir. Böyle bir insanın ise behemehal nefsinin terbiye ve tezkiyeye ihtiyacı vardır. Bu da bir yönüyle iyi bir mürşit ve rehber vasıtasıyla o insanın hayvaniyetten çıkıp, cismaniyeti bırakıp, kalb ve ruhun yörüngesinde seyahat etmesine vabeste bir husustur.

Ne İdik Ne Olduk

Tabiin ve tebe-i tabiin dönemlerine baktığımızda -henüz o dönemde sistemli bir sofilik, tasavvuf ve tarikat bulunmasa da- derinlemesine bir kalbî ve ruhî hayatın yaşandığını görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde ise, seyr u sülûk-i ruhani dediğimiz, insanların Allah’a doğru yürüme ve yükselmeleri mevzuunda belli sistemler kullanılmıştır. Bu sistemlerin farklı farklı olmasında zaman konjonktür ve dönemin ilmî seviyesi gibi bazı faktörler belirleyici olmuştur. İmam Rabbani, İzz ibn-i Abdüsselam, Fahruddin Razi, Abdülkadir Geylani, Hasan Şazili gibi büyükler zamanın yorumu ve kendi çağlarında öne çıkan meseleleri nazar-ı itibara alarak, ümmühata sadakat içinde kalıp, tevil, istinbat ve içtihada açık alanları doldurmak suretiyle farklı metotlar ve sistemler kurmuşlardır.

Fakat sonraki dönemler itibarıyla, ne olmuşsa olmuş ve medrese, bir taraftan nefsin terbiye ve tezkiyeye tabi tutulup kalbî ve ruhî hayatta seyahat edilmesini hedefleyen tekye ruhuna karşı tavır almış, diğer taraftan da tekvinî emirlerin mütalaa ve müzakere edildiği müspet ilimlere karşı kapılarını kapatmıştır. Oysaki Hz. Pir Kur’an-ı Kerim’in tarifini yaptığı bir yerde, Kur’an’ın, şu kâinat kitabının bir tercüme-i ezeliyesi, âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin bir tercüman-ı ebedîsi olduğuna dikkat çeker. Evet, Cenab-ı Hak kudret ve iradesiyle kâinat kitabında makasıd-ı sübhaniyesini ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim ise kelam sıfatından gelen beyanlarla bu tekvinî ayetleri şerh edip onların ne manaya geldiğinin izahını yapmaktadır. Aslında dikkatli bir nazarla Üstad Hazretlerinin eserlerine bakıldığında baştan sona bu hakikatlerin dile getirildiğini görürüz. Fakat ne acıdır ki, bizler, İslam’ın ruhî hayatıyla alakalı her şeyi medresenin bağrından söküp dışarıya attığımız gibi, tekvinî emirlerle alakalı ilimleri de aynı şekilde kapı dışarı etmişiz. Aslında biz bu tavrımızla bir yönüyle kendi mahkûmiyetimizi de tescil etmişiz. Dolayısıyla bir hakikatin üç yüzünden ibaret olan kalbî ve ruhî hayat, dinî ilimler ve fünun-u müsbete birbirinden koparılınca hepsi yetim düşmüştür. O gün için medresenin durumu böyle olduğu gibi, maalesef tekkelerin hali de bundan farklı değildi. Onlar da ayrı bir gurbet yaşıyorlardı. Cami de kendine göre farklı bir gurbetin mahkûmuydu. Asırlar süren bu ayrılık neticesinde, gurbetler bir milletin gurbeti haline gelmişti. Evet, bütün bir millet topyekûn bir halde iç içe gurbet yaşıyordu. Şu an itibarıyla bir realite olarak yaşanan bütün bu gurbetleri görmezlikten gelemeyiz.

Kalb Ayağıyla Yürüyen İlim Ehli

Daha önce değişik vesilelerle üzerinde durduğumuz bu mevzua şu hususa dikkat çekmek için girdim: Eğer ilimle meşgul olan insanlar bir tezkiye-i nefs, terbiye-i ruh ve tasfiye-i kalb ameliyesinden geçmezlerse ilmin gayesi, özü ve ruhunu kavrayamaz, ilimden beklenen neticeyi elde edemezler. Aksine onlar, malumatları arttıkça kendilerini ifade edip anlatmaya çalışır; seslerinde, sözlerinde, vurgularında, hatta haykırma ve höykürmelerinde hep kendilerini dinletmeyi düşünür, işin içine heva u heveslerini katarak, kendilerini pazarlama niyet ve mülahazasıyla kendi hesapları peşinde koşarlar.

Bizim toplumumuzda bu asırlık problemler var olduğu gibi, genel itibarıyla İslam dünyasında da aynı problemler yaşandı. Düşünün ki, son dönemlerde neşet etmiş çok kıymetli bir âlim olan Said Havva, birçok değerli eserin telifinden sonra İslam’ın ruhî hayatına dair bir eser kaleme aldı. Esasında o, yazdığı bu eserinde tasavvuf ve sofiliği anlattı. Ancak değişik endişelerle bu eserin ismine tasavvuf veya benzer bir isim vermedi/veremedi. Çünkü ihtimal, böyle bir isim kullanırsa bazılarının gazabına uğrayacağını düşündü. Bu ve benzeri misallerden hareketle, rahatlıkla diyebiliriz ki, bütün İslam dünyasında da aynı sıkıntı ve problemler mevcuttur. Bu ise meselelere bir manada Zahirî ve Haricîler gibi bakmayı netice vermektedir. Böyle olunca da meseleleri mahrutî bir bakışla görememe ve bütüncül bir nazarla mütalaa edememe gibi bir boşluk ortaya çıkmaktadır. Herkes çalıştığı alanı her şeye yeter görünce, meselelerin diğer yanlarını, başka ayaklarını, farklı açılarını ihmal ediyor. Dolayısıyla ekmeliyet ve etemmiyetle bize emanet edilmiş İslam dini ekmeliyet ve etemmiyetten mahrum hale getiriliyor. Halbuki Cenab-ı Hak âyet-i kerimede, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem):

الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا

“İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslâm’a bağladım.” (Maide Suresi, 5/3) buyurmak suretiyle rızasını ekmeliyet ve etemmiyete bağladığını ifade buyuruyor.

Biz ise, asırlardan beri, bir taraftan, pozitif veya tecrübî ilimlere sırtımızı dönmüşüz, diğer taraftan da kalbî ve ruhî hayata tavır almışız. Bu realiteyi kabul edip ona göre bir mualecede bulunmazsak, hiçbir zaman problemlerimizi çözemeyiz. Ayrıca ciddi bir konsantrasyonla Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip asırların ihmaline uğrayan bu ağır vazifede bir an-ı seyyale olsun bizi nefsimizle baş başa bırakmaması, inayet-i hassasıyla iradelerimizi teyid buyurması için yalvarıp yakarmalıyız. Çünkü bu yük, hakikaten çok ağır bir yüktür. İçinde bulunduğumuz grup veya topluluğu esas alarak bu mevzuda herhangi bir iddiada bulunmak küstahlık olur. Aksine biz, mevcut şartlar itibarıyla, bu mevzuda ortaya konulan bütün hizmetleri alkışlamalı, takdir etmeli; insanların şevklerini kamçılamalı, bunca zamandır fevt edilen bu azim meseleyi çözme adına yeniden vira bismillah deyip omuz omuza, asırlardır eda edilmeyen o işin kazasını hep birlikte yapmaya çalışmalıyız. Bunu yaparken de hiçbir alanı ihmal etmemeli, tezkiye-i nefis, terbiye-i ruh ve tasfiye-i kalb mekanizmasını sürekli işletmeli ve böylece izzet-i ilmiye deyip enaniyet ve gurura girebilecek ilim taliplilerini koruma altına almalıyız.

İltica buudlu haşyet

Soru: Efendim, bir yazınızda “iltica buudlu haşyet” ifadesini kullanıyorsunuz. Bunu bir misalle açıklayabilir misiniz?

Cevap: Müsaade ederseniz, önce “haşyet”in ne olduğu mevzuuyla başlayalım. Sıkça kullandığımız kelimelerden birisi “havf”tır ki, “korkma, ürperme, irkilme” mânâlarına gelir. Tasavvuf erbabınca, haram olmasa bile dinimizde kerih görülen bir şeyi işlemekten sakınmak olarak tarif edilen havf, “recâ” duygusuna karşı bir denge unsurudur.

Bazıları havfı, “heybet” ve “haşyet” olarak kendi içinde ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklansa da, heybet daha ziyade “firar”, haşyet ise “ilticâ” yörüngelidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar (kaçma) düşüncesi içindedir; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile Allah’a (celle celâluhû) ilticâ etme (sığınma) vesileleri araştırır ve ona sığınma fırsatları kollar.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilebilseniz, gök öyle bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!... Zaten öyle olması gerekirdi; zira, göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız.”

İşte bu hadis-i şerif “ilticâ buudlu haşyet”e misal olarak verilebilir. Çünkü bu hadis de göstermektedir ki, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), bilinebilecek her şeyi bildiği halde firarı tercih etmemiş, bulunduğu konumdan kaçmayı ve bir hal değişikliğini istememiş, bilakis yine Cenâb Hakk’a sığınmayı seçmiştir.

Ebû Zerr Hazretlerinin “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip biçilen bir ağaç olsaydım!” ifadesi de, kendi hesabına “firar buudlu heybet”e güzel bir misaldir.

İltifat

Günümüzde bazıları, hüsn-ü zan ettikleri, mensub oldukları, düşünce ve aksiyonlarına çeşitli seviyelerde destek verdikleri şahıslara İslâmî kaidelerle izahı imkânsız bir şekilde medh u senada bulunuyor. Bu türlü şeyler, şöyle böyle, haklı haksız, az veya çok onu çekemeyen insanları tahrik eder. Siz böyle yaparsanız günaha, sû-i zanna sevkedersiniz onları. Sonunda onlar da kaybeder, siz de. İnsanlarda bir damar vardır; hocası aynı halkada beraber oturduğu ders arkadaşını biraz methettiğinde dahi içinde bir şeyler olur ona karşı, hâlbuki arkadaşıdır.

İman Huzuru ve Akıbet Endişesi

İmanın mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşıdığına inanıyoruz. Diğer taraftan akıbet endişesi dinimizde çok önemli bir husus. İnanan bir gönlün, hem imanın vaad ettiği huzuru, hem de akıbet endişesini aynı anda duyup hissetmesi nasıl anlaşılmalıdır? İzah eder misiniz?

“İman, bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.” cümlesindeki iman kelimesi, mutlak zikir kemaline masruf olduğundan kâmil imanı ifade eder. Fakat unutulmaması gerekir ki, seviyesi ne olursa olsun insanın içindeki iman, bir cevher kıymetindedir. Zira iman, insana, varlığı okunması gerektiği şekilde okutur. Evet, insan, imanla, varlığa arka planı itibarıyla bakar, onu perde önü ve perde arkasıyla beraber değerlendirir. Bu bakış açısı ve değerlendirme sonucunda, varlığın mutlak kudret ve sonsuz merhamet sahibi bir Zât’ın tasarrufu altında olduğunu, O’nun izni olmaksızın hiçbir kimse ve hiçbir şeyin kendisine herhangi bir zarar veremeyeceğini bilir. Aynı zamanda ahirete iman sayesinde o, dünya hayatı ne kadar sıkıntılı ve meşakkatli de olsa, bu dünyayı Cennet’in bir bekleme salonu mahiyetinde gördüğünden her şeyi hoş karşılar, her şeye katlanır, şükreder. Bir başka ifadeyle mü’min, imandan tevhide, tevhidden teslime, teslimden tevekküle, tevekkülden de saadet-i dâreyn dediğimiz dünya-ahiret mutluluğuna ulaşır. İmandan mahrum bir nazar ise, mevcudatı sanki yerden fışkırmış, sonra da gidip bir çukur veya yokluğa dökülmüş, karanlık ve mânâsız birer varlık şeklinde görür. Bu açıdan iman, insana mebde ve müntehayı gösterdiği gibi, ona güzergâh emniyetini de vaad eder. Evet, iman öyle bir cevherdir ki, iman edilmesi gereken mevzuları derinlemesine tahlil ve tetkike tâbi tutmaksızın onlara iman eden ümmi bir insan bile, daha başta ilmihallerden öğrendiği bilgilere istinaden vicdanında, imanın hakikaten, insan kalbinde mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği; küfrün de, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumu sakladığını duyup hissedebilir. Fakat bir de bu iman, kâmil mânâda olursa, o insan âdeta Cennet koridorunda yürüyor gibi bir hâl kesbeder.

İmanla Doğru Orantılı Akıbet Endişesi

İmanın vaad ettiği bu huzuru kevser yudumluyor gibi duyup hisseden hakiki mü’minler aynı zamanda, “Ben ölünce hesabımı nasıl vereceğim, ötelere nasıl bir keyfiyette gideceğim?” endişesiyle de tir tir titremişlerdir. Zira akıbetinden endişe etmeyenin, akıbetinden endişe edilir. Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz. Meselâ Hazreti Ebû Bekir es-Sıddık Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder:

جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلهِي مَـنْ لَـهُ زَادٌ قَـلِيـلْ
مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ
ذَنْبُهُ ذَنْبٌ عَظِيمٌ فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ
إِنَّهُ شَخْـصٌ غَرِيبٌ مٌذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ
مِنْهُ عِصْيَـانٌ وَنِسْيَـانٌ وَسَهْـوٌ بَعْدَ سَهْـوْ
مِنْكَ إِحْسَانٌ وَفَضْلٌ بَعْـدَ إِعْـطَاءِ الْجَزِيـلْ

“Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,
İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!
Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,
Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.
Onunki isyan, onun ki nisyan ve hata üstüne hata,
Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl,”


Eğer Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, her şeyini bitirmiş bir insansa, o zaman biz daha baştan bitmişiz demektir. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) bir hadis-i şeriflerinde onun hakkında şöyle buyurur:

لَوْ وُزِنَ إِيمَانُ أَبِي بَكْرٍ بِإيمَانِ أَهْلِ الْأَرْضِ لَرَجَحَ بِهِمْ

“Şayet Ebu Bekir’in imanı bütün insanların imanı ile tartılsa, muhakkak onun imanı diğerlerinden ağır gelirdi.” (Kenzü’l-ummâl, hadis no: 35614) İşte Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, kalbinde böyle bir iman bulunduğu halde, Allah karşısında hep akıbetinden endişe etmiştir. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu’nun dizinin dibinde oturma mazhariyetine erip de daha sonra Müseylimetü’l-kezzâb’ın safları içinde Cehennem’e yuvarlanıp giden insanlar vardır. Bu açıdan hiç kimsenin mutlak garantisi yoktur, Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağı belli değildir.

Sahabe-i kiram efendilerimiz gibi, tabiîn-i kiram efendilerimiz arasında da kılı kırk yararcasına bir hayat yaşadıkları halde akıbet-endiş olan çok büyük insanlar vardı. Meseleyi çok tekerrür eden bir misalle arz etmeye çalışayım: Tabiîni, tebe-i tabiîne bağlayan bir dönemde yaşayan İbrahim b. Ethem Hazretleri, hükümdarken, taç ve tahtını terk ederek Mekke-i Mükerreme’ye mücavir olmuş ve kendisini Allah yoluna adamıştır. Yaşadığı hayat itibarıyla baş döndürücü bir manzara arz eden bu büyük insanın dualarına baktığımızda havf u haşyetle dopdolu ayrı bir derinlikle karşılaşırız. Mesela o, bir duasında Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarır:

إِلَهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي أَتَاكَ
مُقِرّاً بِالذُّنُوبِ وَقَدْ دَعَاكَ
وَاِنْ يَكُ يَا مُهَيْمِنُ قَدْ عَصَاكَ
فَلَمْ يَسْجُدْ لِمَعْبُودٍ سِوَاكَ

“Allahım! Senin bu asi, mücrim ve günahkâr kulun günahlarını itiraf ederek Sana döndü. Ey her şeyi görüp gözeten Allah’ım! Bu kul pek çok isyanda bulunsa da, Senden başkasına secde etmedi.”

Konuyla ilgili bir misal de, Nehaî ailesinin serkâr ve pişuvası olan Esved b. Yezid en-Nehaî’den verelim: O, vefat ederken öyle kıvranır, öyle ızdırap çeker ve yüzünde öyle takallüsler oluşur ki, Hazreti Alkame yanına gelir ve ona: “Günahlarından mı korkuyorsun?” diye sorar. Esved b. Yezid’in cevabı oldukça dikkat çekicidir: O, “Nasıl korkmayayım! Allah’tan korkmaya benden daha müstahak kim var? Hem, Cenâb-ı Hak yaptıklarımı mağfiret buyursa da, hayâ duygusu, beni hep endişeye sevk eder.” diye cevap vermiştir. Bu ölçüde bir endişeyle kıvrım kıvrım kıvranan Esved b. Yezid Hazretleri, Resûl-i Ekrem Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) önceki dönemlerde yaşasaydı, ihtimal, peygamberlik mazhariyetiyle şereflendirilirdi. Bu yücelikte olduğu halde, görüldüğü üzere o, çok ciddi bir havf u haşyet duygusu içindedir. Bu açıdan diyebiliriz ki, bir insanın akıbetinden tir tir titreyecek ölçüde endişe etmesi, onun imanının kemaline delalet eder. İman öyle bir cevherdir ki, hakiki mü’min onun gerçek ve zatî değerini çok iyi bildiğinden, sürçerek, düşerek veya kapaklanarak, sırtında taşıdığı bu kıymetli cevheri kaybetmekten korkar. Üstad Hazretleri: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma.” diyerek bu önemli hususa dikkat çeker. Yani sayılan bu hususlardan bir tanesi bile, insanı sel gibi alıp götürebileceğinden, inanan bir insan, imanını kaybetmeme adına her zaman böyle bir korku ve endişe içinde olmalıdır.

“Korkma, Tir Tir Titre!”

Bildiğiniz üzere Devlet-i Âliye bir dönem koskocaman bir coğrafyada İslâm’ın müdafii ve son karakolu olmuştur. Evet, o, çok uzun bir dönem, İslâm dünyasının namus, şeref ve haysiyetini koruma vazifesi görmüştür. Fakat daha sonra ne olmuşsa olmuş ve öyle bir dönem gelmiştir ki, onun bulunduğu coğrafyada, Kur’ân’la, Peygamber’le ve Kâbe’yle alay edildiği hâlde kulaklar küfrü netice veren bu hakaretleri duymazlıktan gelmiştir. Evet, öyle bir dönem yaşanmıştır ki, insanı imanından edecek bu tür mülâhazalara tepki bile verilmemiş; verilmemiş ve bu dönemde nice insan iman dairesinden çıkıp dinini kaybetmiştir. Demek ki hiçbir insan ve hiçbir toplum için mutlak emniyet yoktur.

Havf u recâ mevzuunda Hazreti Ömer Efendimiz’e nispet edilen güzel bir söz vardır: “Bana deseler ki, bütün insanlar Cennet’e, tek bir insan Cehennem’e gidecek. ‘Acaba o ben miyim?’ diye endişe ederim. Ve yine bana deseler ki, peygamberlerin dışında bütün insanlar Cehennem’e, tek bir insan Cennet’e gidecek. Allah’ın rahmetinin enginliğinden ‘Acaba o insan ben miyim?’ diye ümit ederim.” İşte böyle bir havf u recâ dengesi çok önemlidir.

Burada istidradi olarak Hazreti Gazzâlî’nin mülâhazasını da arz edeyim: İmam Gazzâlî, ihtiyarlıktan önce, ölümün keşif kolları henüz vücudu istila etmemişken daha ziyade havfın; ihtiyarlık döneminde ise recânın ağır basması gerektiğini ifade eder. Yani insan sağlığı, sıhhati yerindeyken Allah’tan çok korkmalı ve tir tir titremelidir. Ölümün soluklarını hissettiği günlerde ise, ümitsizliğe düşmemek için recâ duygusu ağır basmalıdır.

Bir gün Zübeyir Ağabey, Üstad Hazretlerine: “Üstadım, akıbetimden çok korkuyorum!” deyince aldığı cevap şu olur: “Korkma! Tir tir titre!” Yani o kadar endişe içinde ol ki, âdeta yiyeceğin yemekler boğazında düğümlensin kalsın. Buna karşılık insan vefat edeceği esnada: “Allah’ım ben Sana geliyorum. Sen şimdiye kadar Sana ümitle gelen insanların hiçbirisini o kapıdan boş çevirmedin. Sen, kapının tokmağına dokunan hiç kimseye ‘hayır’ demedin. Hiç kimsenin ayıbını yüzüne vurmadın. Çok küçük sermayelerle bile Sana teveccüh eden insanları, çok âlî sermayelerle gelmiş ziyaretçiler gibi kabul buyurdun ve onlara iltifat ettin.” mülâhazalarıyla dolup taşmalıdır. Üstad Hazretlerinin Lem’alar isimli eserinde, yaşlılıkla alâkalı bahislere “recâ” ismini vermesi de böyle bir mülâhazayla alâkalı olabilir.

Büyük Sermaye ve Gasp Endişesi

Evet, imanın mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşıdığı doğrudur. Bununla birlikte bir insanın ‘bu büyük sermayeyi kaybedebilirim’ endişesini taşıması da çok önemlidir. Bunu bir misalle şöyle izah edebiliriz: Beş-on görevlinin, Merkez Bankası’nın bir trilyon lirasını arabayla bir yerden bir yere götürdüklerini düşünelim. Bu insanlar, “Aman bir başkası bu ölçüde para taşıdığımızı duymasın!”, “Ya bir yerde önümüz kesilirse!”, “Ya bir yerde trafik probleminden dolayı bizi durdurup bu paraları alıp kaçırırlarsa?” endişe ve mülâhazalarıyla vazifelerini nasıl yürekleri ağızlarında yerine getirirler! Ebedî saadetin vesilesi olması dolayısıyla iman sermayesinin yanında trilyonların, katrilyonların ne ehemmiyeti olabilir ki! Evet, iman ebedî saadeti peyleyeceğimiz eşsiz bir sermayedir. Bu yönüyle o bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşır. Yani Cennet, o iman çekirdeğinden neşv ü nema bulacak, bir ağaç hâline gelecek, sonsuzluğa doğru ser çekip sizin ferih ve fahur bir şekilde ebediyetlere kadar gölgesinde yaşamanıza imkân sağlayacak. Şimdi insan bu kadar büyük bir sermayeye sahipse ve o insanın şeytan, şeytanın avenesi, nefs-i emmare ve cismaniyet gibi düşmanları varsa ve aynı zamanda bu düşmanlar tarafından her an bir çelmeye maruz kalıp o sermayeyi kaybetme tehlikesi bulunuyorsa, böyle bir insan korkmalı mıdır, korkmamalı mıdır? İşte akıbet endişesi dediğimiz korku böyle bir korkudur. Burada misal olması kabilinden zikrettiğimiz Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi sahabe efendilerimizin, İbrahim b. Ethem, Esved b. Yezid Hazretleri gibi Allah dostlarının korkusu budur.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.