• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Hazımsızlık

Soru: Hazımsızlık ve çekememezlik gibi tavırlar karşısında üslubumuz nasıl olmalıdır?

Hedef ve İstikamet

İnanan bir gönül sürekli "Rabb'imi anlatamayacağım bir dünyada yaşamaktansa ölürüm daha iyi." düşünce ve hissini taşır. Zaten O'nu anlatamayacak, sevip başkalarına sevdiremeyeceksek bu dünyada yaptığımız her şey abesle iştigaldir. Bunun dışındaki bütün mülahazaları balyozla vurup kırmak lazım. Her mümin, "Bu din benim dinim, dinimi anlatmak vazifemdir." demeli. Müslüman sadece kendi olarak kalamaz. Kendiniz olarak kalmaya kalkarsanız bitersiniz. Ancak meyve verdiğiniz sürece yaşayabilirsiniz. İnsanlara faydalı olarak Cenâbı Allah'ın rızasını kazanma duygusuyla hayırlı hizmetler ardında koşmuyorsanız pas tutup çürümeniz mukadderdir.

Öyleyse biz, insanlık için bir ışık olmalıyız; bir mum kadar da olsa etrafımızı iman nuruyla aydınlatmaya bakmalıyız. Karanlığı aydınlatmak ancak iyi bir Müslümanlıkla mümkündür. Biz, istikamet Müslümanları olarak güven vadeden tavırlarımızla gönüllere akmalıyız. Bugün bazı insanlar bize inanmıyor olabilir; Müslümanlar olarak yapageldiğimiz samimi işlerin ardında başka gayeler arayabilirler. Bu meselede de, başkalarını suçlama yerine bizim kendimizi tam ifade edemediğimiz hususu üzerinde durmalıyız. İnsanlar, en az 40 sene bizi seyretmeli; hiç sapmadan, Cenâbı Hakk'ın rızası dışında bir beklentiye girmeden, doğru Müslümanlığı yaşamaya çalıştığımızı görmeli. İşte, böyle bir kıvamda olduğunuz zaman göreceksiniz, insanlık fevc fevc size müracaat edecek ve sizi siz yapan hakikatlere koşacak.

Helal lokma ve iffetli nesiller

Helal lokma ve iffetli nesiller

Soru: Haram yiyip içmek manevî hayatı ne ölçüde etkiler; iffetli nesillerin yetişmesinde helal rızkın tesirleri nelerdir?

Helal rızık – salih amel münasebeti

Helal rızık – salih amel münasebeti

Soru: Bir âyet-i kerimede, “Siz ey peygamberler! Helal ve temiz şeylerden yiyip için, salih amel işleyin! Zira Ben yaptığınız her şeyi bilmekteyim.” (Mü’minûn Sûresi, 23/51) buyruluyor. Helal rızık ile salih amel arasında nasıl bir münasebet vardır, izah eder misiniz?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha helal ve haram mevzuu üzerinde hassasiyetle durmuş; Kur’an ve Sünnet’i çok iyi bilen İslam âlimleri de bu hassasiyeti ifade adına, Müslümanlığın helal ve haramı bilmekten ve ona göre yaşamaktan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Veciz bir ifadeyle اَلدَّينُ اَلمْعُاَمَلَةُ“Din/Müslümanlık muamelattan ibarettir.” Hazreti Ömer de (radıyallâhu anh) bu hususun önemini şöyle ifade etmiştir: “Bir kimsenin sadece kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız; konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emânet edildiği zaman emânete riâyet ediyor mu, dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326) Elbette ki, namaz, oruç, zekât, hac gibi mükellefiyetler Allah nezdinde çok kıymetli ibadetlerdir ve bunların pek çok fazileti vardır. Dolayısıyla hiç kimse bunları hafife alamaz. Fakat bir insanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine dikkat etmesi; gerek fert, gerekse umumun hukukuna tecavüzden sakınması ve hayatını hep hakperestlik çizgisinde götürmesi yani helal ve haramlar mevzuunda kılı kırk yararcasına bir hayat yaşaması Müslümanlık adına olmazsa olmaz bir meseledir ve denilebilir ki bunun layıkıyla hayata taşınması ferdî ibadetlerden daha zordur. O halde İslamı hakkıyla yaşayabilmek için insan hep helali takip etmeli, helali araştırmalı, haramlara karşı dik durmalı, yılmamalı ve ne pahasına olursa olsun ağzından haram bir lokmanın geçmesine fırsat vermemelidir.

Büyük insanların hâl ve tavırlarına bakılacak olursa, onların bu konuda diğer insanlar için ciddî bir rehber oldukları görülecektir. Onlar öyle hassas hareket etmiş ve öyle bir irade ortaya koymuşlardır ki, Cenâb-ı Hak bilmedikleri durumlarda dahi onları haramlardan korumuştur. Evet, onlar içinde öyle insanlar vardır ki, bilmeyerek harama el uzattığında, elinin titremesinden veya nabzının atmasından onun haram olduğunu anlayıp elini geriye çekmişlerdir. Aynı şekilde bazıları yanlışlıkla ağzına haram bir lokma götürdüğünde, uzun süre ağzında onu çevirip durmuş fakat bir türlü yutamamıştır. Bilmeden midesine böyle bir haram girdiğini öğrenenler ise, hemen istifrağ etmiş ve onu çıkarmaya çalışmışlardır. Son söylediğimiz hususa misal olarak, hizmetçisinin cahiliye döneminde kâhinlikten kazandığı parayla aldığı yiyeceği bilmeden yiyen Hz. Ebû Bekir Efendimizin ve yine zekât develerinin sütünü bilmeden içen Hz. Ömer Efendimizin, bu ahvali öğrenir öğrenmez parmaklarını gırtlaklarına götürüp midelerinde hiçbir şey kalmayacak şekilde istifrağ ettiklerini hatırlayabilirsiniz. Demek ki, haram lokmaya karşı böyle bir hassasiyet ve dik duruş Müslümanlık adına çok önemli bir meseledir.

En büyük terakki vesilesi

Diğer yandan helal ve haramlara riayet etme mevzuu, Allah’ın emirlerine riayet etmenin ve O’na karşı saygı duymanın bir ifadesi olması itibarıyla da çok önemlidir. Hem bir insanın helali elde etme ve haramlardan da uzak durma adına ortaya koyacağı her türlü ceht ve gayret onun için ayrı bir ibadettir. Bir Müslüman’ın yasaklara karşı durması, belâ ve musibetleri sabırla göğüslemesi menfî yönden bir ibadet sayıldığı gibi, onun helal rızık istikametinde gayret sarf etmesi de böyle bir ibadet sayılacaktır. Bunu, Cenâb-ı Hakk’ın

إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ
“Sözlerin en temiz ve en güzel olanı O’na yükselir. Onu da amel-i salih yükseltir.” (Fâtır Sûresi, 35/10)

kavl-i kerimiyle irtibatlandırmak da mümkündür. Burada hamd, tesbih, tekbir ve salavat gibi mübarek kelimelerin ancak salih ameller vasıtasıyla Cenab-ı Hakk’a yükselecekleri ifade buyrulmaktadır. Demek ki, ister namaz, zekât, oruç gibi müspet olsun, isterse haramlara karşı ciddî tavır alma ve bu konuda ciddî bir gayret ortaya koyma gibi menfî olsun, her iki türüyle de ibadetler, Allah’a yükselecek olan kelimât-ı tayyibenin kolu kanadı mesabesindedir. Bu açıdan meseleye basit bir nazarla bakılmamalı, helal ve haramlar mevzuunda çok hassas hareket edilmelidir.

Evet, yiyecekler mevzuunda kirli olanla temiz olanı birbirinden ayırma, temiz şeylerin içine kirli olanları karıştırmama ve bu konuda olabildiğince hassasiyet gösterme insana ibadet sevabı kazandıracaktır. Mesela bir insanın kullandığı bir ilacın içinde ne olup olmadığına bakması, marketten aldığı bir gıdanın içeriğinde dinin haram kıldığı bir maddenin bulunup bulunmadığını araştırması, kasaptan aldığı etin İslâmî usullere göre kesilip kesilmediğine dikkat etmesi ve kazancının tamamının helalden olmasına ehemmiyet vermesi manen onun terakkisine sebep olacağı gibi; bu konuda iradesinin hakkını vermemesi, dikkatsiz ve laubali davranması da onun manevî hayatını dumura uğratacak, latifelerini öldürecek ve manen batmasına sebep olacaktır.

Mâide Sûresi’nde,

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ
“(Onlar), hep yalana kulak kabartırlar ve aynı zamanda onların yedikleri de hep haramdır.”(Mâide Sûresi, 5/42)

kavl-i kerimiyle, haram yeme, bir toplumun en kirli hâli olarak resmedilmiştir. Âyet-i kerimede “suht” olarak ifade edilen haram rızık, insanın damarlarında dolaştığı sürece, onun ibadet ü taat ve duasının bile kabul olmayacağı bazı hadis-i şeriflerde ifade edilmektedir. Mesela Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) rivayet edilen bir hadis-i şerifte bu hususa şu ifadelerle dikkat çekilmiştir:

مَنْ أَكَلَ لُقْمَةً مِنْ حَرَامٍ لَمْ يُقْبَلْ لَهُ صَلَاةٌ أَرْبَعِينَ لَيلَةً وَلَمْ يُسْتَجَبْ لَهُ دَعْوَةٌ أَرْبَعِينَ صَبَاحًا وَكُلُّ لَحْمٍ يُنْبِتُهُ الْحَرَامُ فَالنَّارُ أَوْلَى بِهِ وَإِنَّ اللُّقْمَةَ الْوَاحِدَةَ مِنَ الْحَرَامِ لَتُنْبِتُ اللَّحْمَ
“Kim haram bir lokma yerse, onun kırk gece namazı ve kırk sabah da duası kabul edilmez. Haramın besleyip büyüttüğü her et için en layık olan yer cehennemdir. İyi bilinmelidir ki haramdan bir lokma bile eti besleyip büyütür.” (Suyutî, Câmiu’l-ehâdîs, 20/55; Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, 4/15)

Kursağında haram bulunanın acı akıbeti

Tirmizî’nin Ebû Hureyre’den rivayet etmiş olduğu başka bir hadis-i şerifte ise haramın olumsuz tesiri şu şekilde anlatılmıştır: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolculuğu uzayan, üstü başı tozlanan, saçı başı dağılan ve bu haldeyken ellerini semaya kaldırıp, “Ya Rabbi! Ya Rabbi!” diye dua eden bir insanın hâlini şu ifadelerle anlatmıştır:

وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ وَغُذِّيَ بِالْحَرَامِ فَأَنَّى يُسْتَجَابُ لِذَلِكَ
“Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibarıyla) haramla beslenmektedir. Peki, bu hâldeki bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir ki!” (Müslim, Zekât 65; Tirmizi, Tefsir 3)

Başka bir hadiste ise helal ve temiz bir nafakayla hacceden kimsenin,

لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ
“Emret ya Rabbi, buyur ya Rabbi!.. Çağırdın, biz de geldik yâ Rabbi!..”

şeklindeki nidasına, semadan bir münadinin de,

لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ زَادُكَ حَلَالٌ وَرَاحِلَتُكَ حَلَالٌ وَحَجُّكَ مَبْرُورٌ غَيْرُ مَأْزُور
“Hoş geldin ne mutlu sana! Senin yiyeceğin helal, bineğin helal, haccın da günahsız bir şekilde makbuldür.”

sözleriyle mukabele edeceği; fakat pis ve haram bir nafakayla hacca giden ve لَبَّيْكَdiye nida eden bir kimsenin de bu nidasına semadan bir münadinin,

لَا لَبَّيْكَ وَلَا سَعْدَيْكَ زَادُكَ حَرَامٌ وَنَفَقَتُكَ حَرَامٌ وَحَجُّكَ غَيْرُ مَبْرُور
“Lebbeyk’in de sa’deyk’in de senin olsun; sen hoş gelmedin, safalar getirmedin! Senin yiyeceğin haram, nafakan haram ve haccın da makbul değildir.” sözleriyle karşılık vereceği ifade buyrulmuştur. (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 5/251)

Evet, yiyip içtiği haram olan, kursağında haram bulunan, giydikleri ve bineği haram olan bir insanın, bunca haram içinde duası ve haccı nasıl kabul olur ki! Bunca haram içindeki bir insan nasıl olur da, “Rabbim! Senin emrine uyarak buraya geldim. Emrine âmâdeyim. Rahmet ve mağfiretini ümit ediyorum. Lütuf ve keremini bekliyorum.” diyebilir ki! Dese bile onun bu sözleri yağlı bir paçavra gibi yüzüne çarpılmaz mı? İşte bu açıdan yapılan ibadetlerin Allah’a yükselmesi adına helal dairede yaşama ve helal rızıklarla beslenmenin ehemmiyeti çok büyüktür. Soruda ifade edilen,

يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
“Siz ey peygamberler! Helal ve temiz şeylerden yiyip için, salih amel işleyin! Zira Ben yaptığınız her şeyi bilmekteyim.” (Mü’minûn Sûresi, 23/51)

âyet-i kerimesinde de bu hususa işaret edilmektedir. Yani bir insanın helal rızıklarla beslenmesinin, onun Allah’a karşı yapageldiği ibadet ü taatin kabul olması adına ciddi tesiri vardır.

Burada bir hususa daha temas etmek faydalı olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede helal ve temiz rızıklardan yeme emredilmiştir. Bu ise daha başta insanın helali araştırma istikametinde ortaya koyacağı bir ceht ve gayrete bağlıdır. Esasen her haramın başka haramlara bir çağrı olması gibi, her sevap da aynı zamanda daha başka sevaplara davettir. Çünkü her şey kendi cinsinden olan şeyleri talep eder ki, bunlar ona benzesin, onunla aynı karaktere sahip olsun ve ona arkadaş olsunlar. İnsanlar böyle olduğu gibi, davranışlarımız, işlerimiz, hareketlerimiz de kendilerine benzeyen şeylerin arkasından koşarlar. Bir ayette de işaret edildiği gibi, tabiatı itibarıyla kirli olan insanlar kirli şeyleri takip ederler; tabiatı itibarıyla temiz olan insanlar temiz şeyleri takip ederler. (Nur sûresi, 24/26) Şöyle de diyebilirsiniz: Temizlik, güzellik ve tayyibat, başka güzelliklere çağrıdır; pislikler, levsiyat ve habaset de hep pis şeyleri davet eder. Dolayısıyla insan, helalin peşinden gittiğinde ve bu konuda gayret gösterdiğinde zamanla hayır adına salih bir daire oluşacak ve o da hayatını bu istikamette sürdürecektir. Bu açıdan daha baştan helal ve haram ayrımının iyi yapılması gerekmektedir.

Haramın yaygınlaşması bahane olamaz

Maalesef günümüzde genel itibarıyla helal-haramın birbirine karıştığı ve insanların bu konudaki hassasiyetinin zayıfladığı bir gerçektir. Fakat insanın, bir başkasının bu konudaki ihmalinin, kendisine hiçbir fayda getirmeyeceğini bilmesi gerekir. Hz. Pîr’in ifade ettiği gibi, “Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.” (On Dördüncü Söz) Bu açıdan, âlemin haram yemesi, âlemin harama bakması, âlemin haram konuşması, âlemin israf-ı kelamda bulunması, burada insan için bir teselli gibi görülse bile, ötede bunun insana hiçbir faydası olmayacaktır. Musibette başkalarıyla birlikte olmak, ötede insanın musibetini hafifletmez. O halde mü’mine düşen vazife, ağzına koyacağı her lokmanın nereden geldiğini, nereye gideceğini ve başına neler açacağını iyi hesap etmesidir.

Unutmamak gerekir ki, insanın bu mevzudaki dikkatsizliği ve laubalice yaşaması, ötede onun başına çok ciddi işler açacaktır. Orada insana arpanın yedide birinin dahi hesabı sorulacaktır. Vakıa biz arpanın yedide biri diyoruz ama Kur’an-ı Kerim,

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
“Kim zerre ağırlığınca hayır yaparsa onu görecek, kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa onu görecektir.” (Zilzâl Sûresi, 99/7-8)

ifadeleriyle meseleyi atom ağırlığına bağlıyor. Buna göre atom ağırlığı bir hayrı olan onun karşılığını göreceği gibi, bu ölçüde bir şerri olan da yaptığının karşılığını mutlaka görecektir. Evet, ağızdan çıkan kelimelerin, mideye inen yiyecek ve içeceklerin, kulağa giren sözlerin, göze takılan görüntülerin vs. hepsinin hesabı ötede birer birer verilecektir. Burada insan ince hesaplara bağlı bir hayat yaşamazsa, ahirette çok ince hesaplar üzerinde durulur ve -Allah korusun- orada insanın iflahını keserler. O halde günümüzde bu konudaki hassasiyetini kaybedenler yiyip içtiklerini, kazanıp harcadıklarını yeniden gözden geçirmeli ve kendileriyle yeniden yüzleşmelidirler.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, sadece bir kısım laubali insanların gayr-i ciddi tavırlarına bakarak meseleyi karamsar bir tablo içinde ortaya koymanın da gereği yoktur. Bilhassa önde görünenler bu konuda kılı kırk yararcasına bir hassasiyet sergiler ve hayatlarını bu çizgide sürdürürlerse onların bu hali, mutlaka dalga dalga çevrelerine yayılacak ve zamanla bu şuur ve hassasiyet bütün topluma mâl olacaktır. Yeter ki biz, şeklî ve surî Müslümanlıktan kurtulup düşünerek, taşınarak, engin derinliklere dalarak, her şeyin akını karasını, helalini-haramını, güzelini-çirkinini birbirinden tefrik etme azim, niyet ve kararlılığı içinde olalım!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

 

Her şey O’ndan

Fethullah Gülen: Her şey O’ndan

Soru: Şimdiye kadarki hizmetlerin gerçekleşebilmesi için binlerce vesilenin bir araya gelmiş olması gerektiği ve bunu bütün sebeplerin yaratıcısı ve sahibi Allah’tan başkasının yapamayacağı, dolayısıyla muvaffakiyetleri sahiplenmenin akıl dışı bir davranış olduğu ifade ediliyor. İzah eder misiniz?

Cevap: Evvelâ şunu belirtmek gerekir ki elde edilen mazhariyetlerin Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’ın lütuf ve ihsanıyla gerçekleştiği hususu, sadece bizimle alâkalı bir mesele değil, her devir için geçerli bir prensiptir. Mesela Hazreti Nuh (aleyhisselâm), -tefsirlerdeki yaklaşımla- tufandan Allah’ın izni ve inayetiyle kurtulduktan sonra bir süre daha insanlara hak ve hakikati anlatmıştır. O, bu süre zarfında ümmetini hayvaniyetten çıkarıp cismaniyetin dar mahbesinden kurtararak, kalb ve ruhun hayat derecesine yönlendirmiş; onlar da Allah’a yönelerek kulluklarının gereğini yerine getirmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Hazreti Nuh’un (aleyhisselâm) mücadelelerle dolu hayatına bakıldığında ilâhî inayet apaçık görülür. Zira sebeplere verildiği zaman, ne onun tufandan kurtuluşunu ne de tufandan sonra halka müessiriyetini izah etmek mümkündür. Zaten Kur’ân-ı Kerim de, بِسْمِ اللهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا “Geminin hareket etmesi de, durması da/demir atması da Allah’ın adıyladır.” (Hûd sûresi, 11//41) demek suretiyle Hazreti Nuh’un gemisinin hareket etmesinin de, durmasının da ilâhî inayetle gerçekleştiğini beyan buyurmuyor mu?

Yine sebeplere bina edildiği takdirde Seyyidina Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm), Firavun’un zulmünden kurtuluşunu, İsrailoğullarını alıp Mısır’dan çıkararak Tih’te tutmasını, belli bir süre sonra Hazreti Yûşâ İbn Nûn’la (aleyhisselâm) Filistin’e girmelerini düşünmek mümkün değildir. Zira sebepler açısından bakıldığında bu hâdiselerin gerçekleşmesi ancak iki milyonda bir ihtimalle mümkün olabilir.

İlâhî riayet ve boşa düşen komplolar

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttehâyâ) mübarek hayatlarına bakıldığında da apaçık ilâhî inayet ve riayet müşahede edilir. Zira müşrikler, her köşe başında âdeta bir gulyabani gibi O’nun ve Müslümanların üstüne gelip tepelerine binerek, her gün türlü türlü eziyetler ederek, hatta bazılarını öldürerek ümitlerini yıkmaya çalışıyorlardı. Ancak O Âbide Şahsiyet’te hiçbir zaman bir ümit kırılması yaşanmıyordu. Sanki Süleyman Nazif, “Ruhum benim oldukça bu imanla beraber / Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.” mısralarıyla O’nun ruh hâletini seslendirir.

“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar yahut öldürsünler mi yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı…” (Enfâl sûresi, 8/30) âyetinde de ifade edildiği gibi Mekkeli müşrikler, Nebiler Serveri’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) hakkında türlü türlü komplolar kuruyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evinin etrafı sarılıp esbap açısından kurtulma imkânı kalmadığında da, Uhud’da mübarek yanağı yarılıp mübarek dişinin kırılması neticesinde başından aşağıya kanlar aktığında da aynı ortak kader yaşanıyordu. Bu hâdiselerin hiçbirinde sebepler açısından bir çıkış bulmak mümkün değildir. Ama Allah (celle celâluhu), Sevgili Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) her seferinde mu’cizevî bir şekilde koruyup kurtarmıştı. Öyle ki evi muhasara edildiğinde, kâfirlerin ve fâcirlerin içinden O’nu çok rahat bir şekilde çıkarmış, sonrasında öyle bir yola sevk etmişti ki dört yüz küsur kilometrelik yolu hiç kimsenin O’nu yakalayamayacağı şekilde kat ettirmişti. Arkasından O’nu yakalamak için takip eden Sürâka İbn Mâlik bile dize gelip geriye dönmüş ve O’nu takip edenleri başka tarafa yönlendirmişti. (Bkz.: Buhârî, menâkıb 25, fezâilü ashâb 2, menâkıbü’l-ensâr 45; Müslim, zühd 75)

Aslında dikkatli bir nazarla bakıldığında, Allah yolunda mücahede edenlerin hepsinin hayatında ilâhî inayet tablolarını görmek mümkündür. Mesela Târık İbn Ziyad, Ukbe İbn Nâfi gibi devâsa kâmetler bunlardandır. Bildiğiniz gibi Ukbe İbn Nâfi, Kuzey Afrika’yı baştanbaşa fethetmiş, Atlas Okyanusu’na kadar atını sürmüş, sonra da, “Allah’ım! Bu karanlık deniz önüme çıkmasaydı, Senin nâm-ı celîlini denizler ötesi âlemlere götürecektim.” (İbnü’l-Esîr, el-Kâmîl fi’t-tarih 3/451) demişti. Şimdi bu harika insanların örnek hayatlarına bakıldığında onlara bahşedilen bu lütufların, hakikaten ancak birçok ihtimalin bir araya gelmesiyle gerçekleştiği görülür. Bu misallere, Osmanlı’nın yükselişi, İstanbul’un fethi ve Hazreti Pîr’le başlayıp günümüzde devam eden adanmışlar hizmeti de dâhil edilebilir. Mesela başlangıç itibarıyla, Hazreti Pîr’in şu an ortaya çıkan seviyede bir açılım ortaya koymasına ihtimal verilemezdi. Çünkü o, sürekli gözetim altında tutulmuş, âdeta adım adım yakın takibe alınmış, oradan oraya sürgüne gönderilmişti. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen Allah’ın izni ve inayetiyle onun tarafından ortaya konulan Kur’ân ve iman nurları her tarafa yayılmıştır. Bir ümit insanı olan Üstad Bediüzzaman, en olumsuz atmosferde bile “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbatı içinde, en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s.126) deyip ümitle gürlemiş; “Yakinim var ki; istikbal semâvât u zemîn-i Asya-bâ / Hem olur teslim, yed-i beyzâ-yı İslâm’a.”(Bediüzzaman, Sözler, s.755 (ed-Dâî); Şuâlar, s.739.) sözleriyle çevresine hep ümit aşılamıştır. O günkü konjonktürü düşündüğümüzde bütün bunlar, normal şartlar altında olacak işler değildir fakat belki şimdi olanlar da bir yönüyle o gün verilen müjdelerin tezahürüdür.

Milyonda bir ihtimal

Günümüzdeki eğitim gönüllüleri de “Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez.” diyen Hazreti Mevlânâ’nın mesajını alarak, ellerindeki ışık kaynağıyla bütün dünyayı aydınlatmak için yeryüzünün dört bir yanına açılıyor, Allah’ın izni ve inayetiyle gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul görüyorlar. Önceki dönemlerde ortaya konan hizmetler gibi bugünküler de ancak pek çok şartın bir araya gelmesiyle mümkün olabilecek bir hâdisedir. Mesela 1990’lı yıllardaki o ilk açılım için, dönemin süper güçlerinden birini oluşturan birliğin çözülüp dağılması, tam bu çözülmenin yaşandığı dönemde, oralara gönüllü olarak gidebilecek evsafta çiçeği burnunda genç öğretmen ve belletmenlerin bulunması, bu genç eğitimcilerin adlarını yeni duydukları, dünya haritasındaki yerini bile bulmakta zorlanacakları ülkelere -kendilerini bekleyen zor şartlara rağmen- gitme arzularının olması gerekiyordu. Çoğu itibarıyla yeni mezun bu insanların kendi ülkelerinde kalıp hizmet etme gibi bir arzuları olabilirdi. Zira dâussıla çok zordur. Fakat kadınıyla erkeğiyle bu gençler hayatlarının baharında olmalarına rağmen kendilerine engel olabilecek bu duyguları aşarak örf, âdet, gelenek ve dillerini bilmedikleri ülkelere dahi herhangi bir panik yaşamadan ve tereddüt göstermeden gittiler. Yine unutmamak gerekir ki okullarından henüz mezun olan bu adanmışların da onları büyütüp okutan anne-babalarının da bazı beklentileri vardı. Fakat hayatlarını yaşatmaya adamış bu eğitim gönüllüleri, anne-babalarını nasıl yumuşatıp ikna ettiler? O anne-babalar da nasıl razı olup evlâtlarından ayrılabildiler? Bu da ayrı bir meseledir. Aynı zamanda çeşitli ülkelere giden bu fedakâr insanların bir kısmı nişanlı olmasına rağmen nişanlılarını arkada bırakıp gitmek zorunda kaldı. Ne giden, ne de geride kalıp gidenin yolunu gözleyen, bu hasret ve hicranı yapılacak hizmetlere engel görmedi; “Şu an milletimiz ve insanlık adına yapılması gereken bu!” deyip göz yaşartıcı bir fedakârlık sergiledi. İşte bütün bunları bir arada düşününce, sebepler dairesinde bunların hepsinin aynı anda bir araya gelme ihtimali âdeta imkânsız gibidir.

Kaldı ki, insanlık adına ortaya konan bu güzel faaliyetler için gerekli sebepler, bunlarla da sınırlı değildi. Bir de eğitim hizmetlerinin doğruluğuna ve gerekliliğine inanmış fedakâr finansörlere ihtiyaç vardı. Bu finansörleri bulmak, ikna etmek ve onlardan gönüllü olarak bu ihtiyaçları karşılamaları için talepte bulunmak oldukça zordu. Burada bir hatıramı arz ederek yaşanmış bir hâdiseyle konuya açıklık getirmek istiyorum. İzmir’de inşa edilecek olan Yüksek İslâm Enstitüsü için varlıklı iki insanla birlikte fabrikaları gezip sahiplerinden yardım istiyorduk. Onlar, insanlara meselenin ehemmiyetini anlatmak ve daha kolay inandırıp ikna edebilmek için bir vaiz olarak yanlarında beni de götürüyorlardı. Bu maksatla gittiğimiz bir tuğla fabrikasında meselenin önemini anlattıktan sonra fabrikanın sahibi, cebinden -hilâf-ı vâki olmasın- sadece elli lira çıkarıp vermişti. Takdir edersiniz ki bu küçük rakamlarla Yüksek İslâm Enstitüsü’nün kurulması, imkânsız denecek kadar zordu. Bu durum karşısında, ilgili arkadaşlarla aramızda yaptığımız istişare neticesinde çağrılabilecek durumda, imkânı iyi olan insanların bir mekâna davet edilmesi ve böylelikle onların himmetlerine başvurulmasına karar verildi. Hatırlayabildiğim kadarıyla ancak bir masanın dört tarafını dolduracak kadar insan gelmişti. Orada bir konuşma yaptım. Davete icabet edip gelen insanlar, yüz bin lira, elli bin lira, kırk bin lira, otuz bin lira gibi çeşitli miktarlarda yardım taahhüdünde bulundular. Fakat oradakilerden birisi, “Herkes bir meseleye inandığı kadar verir, ben iki bin beş yüz lira veriyorum.” diyerek âdeta ordu bozanlık yaptı. Fakat gün geldi ülkenin değişik yerlerinde onlarca insan, bu tür hayır faaliyetleri için birbirini teşvik etti; öyle ki, himmetlerine müracaat edilecek bir toplantıdan haberdar olmadıklarında, “Ben niye çağırılmadım?” diye sitem ettiler. Hatta aynı maksat için bir araya gelinen başka bir mecliste konuşmayı yaptıktan sonra bir odaya çekildiğimde astsubay emeklisi bir insan elinde anahtarlar olduğu hâlde odaya girdi, duygulu bir şekilde “Az önce herkes himmet etti, benimse verecek bir şeyim yoktu, onun için size evimin anahtarlarını getirdim.” dedi. Tabiî ki benim böyle bir teklifi kabul etmem mümkün değildi, teşekkür edip uygun bir dille geri çevirdim.

İşte 90’lı yıllardaki o ilk yurt dışı açılım günlerine gelindiğinde artık insanımızda bu ruh oluşmuştu. Dolayısıyla mesele sadece öğretmen ve belletmen meselesi değildi. Anne-babanın razı olması, gidilecek yerlerin ve konjonktürün müsait olması, gidecek insanlara civanmert Anadolu insanının finans desteğinin olması gibi pek çok ihtimalin bir araya gelmesiyle dünya çapındaki bu eğitim faaliyetleri tahakkuk edebilirdi ki ihtimal hesaplarına göre bu, milyonda bir ihtimaldi. O hâlde milyonda bir ihtimalle gerçekleşen bir meseleyi, hiç kimse kendi dehasına, fetanetine, kiyasetine, yüksek aklına, mantığına, muhakemesine veya stratejik gücüne bağlayamaz; bağlamaya kalktığında büyük bir zulüm ve saygısızlığa girmiş olur.

“Bu zaferleri bize ihsan eden Allah’tır!”

Esasında, her güzel iş ve muvaffakiyette her şeyin Allah’tan bilinmesi Müslüman inanç ve ahlâkında hassasiyetle üzerinde durulan bir konudur. Mesela Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), bu mülâhazayla Yermûk gibi çok ciddî bir savaşta ordu kumandanı Hazreti Halid’i (radıyallâhu anh) vazifeden almıştır. (Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/491) Suriye’de Bizans hakimiyetini sona erdiren ve Müslümanların bölgeye hâkim olmasını sağlayan bu savaşta düşman kuvvetler Müslümanların en az 7-8 katı idi. Ama Allah’ın izniyle Müslümanlar savaş sonunda büyük bir zafer elde etmişlerdi. Orduya komutanlık eden Hazreti Halid’in bu savaşta ilk defa uyguladığı harp stratejileri, askerî dehası, aynı zamanda cesaret ve yiğitliği herkes tarafından takdir ediliyordu. Ve işte böyle bir savaş devam ederken Hazreti Ömer, Hazreti Halid’i vazifeden almış ve Koca Halid (radıyallâhu anh) sarığı boynunda halifenin karşısına çıkmıştı. O ki, Sâsâniler’in ve Bizans’ın başına bir balyoz gibi inmişti. Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in (radıyallâhu anh) ifadesiyle, “Halid gibisini analar doğurmamıştır.” (et-Taberî, Tarihü’l-ümem ve’l-mülûk 2/315) Bir Batılının dediği gibi “Biz, Anibal gibi komutanları Halid’in kapısında kumandanlık dilenirken görüyoruz.” İşte herkesin takdir ettiği böyle yüce bir kamet olmasına rağmen artık o, Halife-i Rûy-i Zemin’in önünde, sarığı boynunda, kumandanlıktan azledilmiş sıradan bir neferdir. Hazreti Halid, Hazreti Ömer’in yanına geldiğinde -ruhum ikisine de feda olsun- Hazreti Ömer ona, “Halid! Biliyorsun seni çok severim. Fakat halk, elde edilen zaferleri senin şahsından biliyor. Hâlbuki ben biliyorum ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Senin bir mit hâline gelmenden, putlaştırılmandan endişe duyuyorum. Azlediş nedenim bu…” demişti. (Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/491) Bu durum karşısında Hazreti Halid (radıyallâhu anh), büyüklüğüne baş döndürücü ayrı bir büyüklük katar, o güne kadar emrinde bir nefer  olan Hazreti Ebû Ubeyde İbn Cerrâh’ın (radıyallâhu anh) emri altına girer.. girer ve hayatının sonuna kadar da bir nefer olarak İslâm ordusunun parlak bir kılıcı olarak mücadele eder.

Hâsılı, Allah’ın kudret ve inayeti işin içinde olmayınca, herhangi bir meselenin realize edilmesine imkân ve ihtimal bulunmadığının hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekir. Evet, olan her güzellik ancak Allah’ın izni, inayeti ve riayetiyle olmaktadır. Onun için bugüne kadar gerçekleşen faaliyetleri Cenâb-ı Hakk’ın riayetinin bir tezahürü, inayetinin ve teveccühünün değişik dalga boyunda bir tecellîsi şeklinde değerlendirmek lâzımdır. Aynı zamanda bunlar, bizim hamd ve şükür duygularımızı tetiklemelidir ki bugüne kadar olan nimetler, yapacağımız şükürlerle artarak devam etsin. Yoksa elde edilen başarıları -Allah muhafaza!- kendimizden bilirsek, Allah da bizi kendi dar güç, kuvvet ve irademizle baş başa bırakır; bırakır da bize kadar çok hâlisane ellerde gelen bu mübarek emanete hıyanet etmiş oluruz. Oysaki Kur’ân hakikatlerinin kâinat üzerinde hakkıyla dalgalandırılması ancak her anımızda tevhid hakikatine bağlı kalmamız, O’nun inayeti olmadan bir yaprağın dahi kımıldamasının mümkün olmadığına inanmamız ve bu inanca bağlı kalarak yaşamamızla mümkündür.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Hesabını verebilecek misin?

Hesabını verebilecek misin?

Soru: Yiyecek-içecek, giyim-kuşam, ev, araba ve döşemelik eşya gibi ihtiyaçlarımızı karşılarken iktisat sınırını aşmamamız, israfa kaçmamamız ve dolayısıyla ind-i ilâhîde mesul olmamamız için hangi hususlara dikkat etmeliyiz?

Heyecan ve mantık buudlu adanmış ruhlar

Soru: Bir mü’minin adanmışlığının tezahürleri nelerdir? Yeni nesillerde aşk u heyecan uyarmak ve bu heyecanı kalıcı kılmak için neler yapılmalıdır?

Adanmışlık ruhunun geliştirilmesi öncelikle insanların, temsil ettikleri dine sağlam inanmalarına bağlıdır. İman olmadan, insanlarda adanmışlık ruhu hâsıl etmek mümkün değildir. Böyle bir imanın oluşma süresi ise istidat ve kabiliyetlere göre farklılaşabilir. Bazı kimseler için çok kısa rehabiliteler yeterli olur; kimi insan kırk saatte duyacağını duyar, göreceğini görür ve anlayacağını anlar. Ancak aynı ufka ulaşabilmek için bir başkası kırk güne, kırk aya, hatta kırk seneye ihtiyaç duyabilir. Meselâ Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri gibi inkişafa açık müstait bir fıtrat bile bazı şeyleri altmış yaşından sonra duyup hissettiğini ifade etmiştir. Hazreti Cüneyd’in bu sözünü, onun altmış yaşına kadar ciddi bir şey duymadığı, görmediği, tatmadığı şeklinde anlamak elbette ki doğru değildir ve böyle bir anlayış o mümtaz ruha karşı saygısızlık olur. O hâlde nasıl anlamalıyız onun bu sözünü? O büyük insan, gözünü insan-ı kâmil ufkuna dikmiş hep oraya bakıyordu. Demek ki o ufka dair bir kısım esintileri duymak belli bir zamana vâbesteydi. Belki de o, bu sözüyle insanlardaki istidat farklılıklarına dikkat çekmek istemişti. Hâsılı, niyet ve maksat ne olursa olsun, bizler, o büyük zatlar hakkında konuşurken dikkatli olmalı, olumsuz mülâhazalardan sakınmalı ve yanlış bir söz söylemekten Allah’a sığınmalıyız. Yoksa gayretullaha dokunacak bir hata irtikâp etmiş oluruz.

Günümüz nesillerine yapılabilecek en büyük iyilik

Asıl konumuza dönecek olursak, gönüllerde adanmışlık duygu ve düşüncesini tutuşturmak günümüzde biraz daha zor hâle gelmiştir. Yuvanın insanın metafizik enginliklerine dair ciddi bir şey ifade etmediği, sokağın aleyhte işlediği, maarif yuvalarında bu duygu ve düşüncenin sunulmadığı, camilerde bu aşk u heyecanın gönüllere üflenmediği, kalb ve ruh ufkuna yöneltecek müesseselerin de bulunmadığı böyle bir dönemde sinelere adanmışlık ruhunu duyurmak hususî bir kısım gayretlere bağlıdır. Evet, insanları bedenin tesirinden sıyırma, cismaniyetin esiri olmaktan kurtarma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yönlendirme, rıza-i ilâhîyi tahsili hayatlarının gayesi hâline getirme, onların oturup kalkıp

اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ

“Allah’ım Senden afv u afiyet ve rızanı istiyorum.” demelerini temin etme çok ciddi gayret ister.

İnsan, tabiatı icabı dünyaya, dünyanın cazibedar güzelliklerine düşkündür. Hele günümüzde dünyevî hedef ve gayeler daha bir öne çıkarıldığından dolayı, insanların dünyaya ait işlerde neredeyse mükemmel denecek bir seviyede yetiştirildikleri söylenebilir. Bu açıdan kanaatimce günümüz nesillerine yapılabilecek en güzel iyilik, onların gönüllerine başkaları için yaşama arzu ve heyecanını duyurmaktır.

Esasen böyle bir aşk u heyecan, İslâm’ın özüne ait çok önemli bir rükündür. O, namaza aksettiğinde, hudû ve huşû şeklinde kendisini hissettireceği gibi i’lâ-yı kelimetullah mevzuunda da size adanmışlık ruhuyla dur durak bilmeden sürekli koşmayı telkin eder. İslâm’ın ruhuyla irtibatlı böyle bir aşk u heyecandan mahrum gönüllere ise siz ne anlatırsanız anlatın onlardan fedakârlık ve hasbîlik adına ciddi bir gayret göremezsiniz.

Heyecansızlık kalbin ölümü demektir

Dolayısıyla insanda, evvela, ızdıraptan iki büklüm olup kendini yerden yere vuracak şekilde delice bir heyecan olmalıdır. Öyle ki, imandan mahrum gönüller karşısında, “Şu insanlar niye inanmıyorlar!” diye onun şakakları zonklamalı, kalbi duracak ve kafası çatlayacak hâle gelmelidir. Eğer insanda böyle delice bir heyecan varsa siz, “Heyecanına kurban olayım senin. Onun başımın, gözümün üstünde yeri vardır.” der; der ve onun bu heyecanını, İslâm’ın akıl ve mantığıyla tadil edebilirsiniz. Başka bir ifadeyle onun taşkınlığa ulaşabilecek bu coşkunluğunu hayra yönlendirebilirsiniz. Meselâ o aşk u heyecanı hakta sebat ve süreklilik istikametinde kullanmasını sağlayabilirsiniz. Demek ki evvela insanlarda aşk u heyecanla doludizgin bir ruh hâlini temin etmelisiniz. Zira heyecanın olmadığı yerde, sırf kuru bir akıl ve mantıkla kalıcı ve uzun soluklu herhangi bir iş yapılması mümkün değildir. Evet, öncelikle insanlar gönülden bir aşk u heyecanla yüce bir mefkûreye inanıp sahip çıkmalıdırlar ki, bütün engelleme ve zorluklara rağmen bir ömür boyu durmaları gerektiği yerde dimdik ve kararlı durabilsin, koşmaları gerektiği yerde de küheylanlar gibi çatlayıncaya kadar koşabilsinler.

Her güzel sıfatta olduğu gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda da bizim için en güzel misaldir. Bakın, Cenâb-ı Hak, Yüce Kitabında O’nun bu vasfıyla alâkalı ne buyuruyor:

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰى اٰثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا

Bu Kur’ân’a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin.”(Kehf Sûresi, 18/6)

Başka bir yerde ise:

لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ

“Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendine kıyacaksın.”(Şuara Sûresi, 26/3) buyruluyor. İşte bu âyetler, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtu vesselâm) nasıl bir İslâmî heyecana sahip olduğunu gösteriyor. Cenâb-ı Hak, O’nun bu heyecanını:

إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِي مَنْ يَشَۤاءُ

“Sen istediğini hidayete erdiremezsin. Ancak Allah istediğini hidayet eder.” (Kasas Sûresi, 28/56) buyurmak suretiyle tadil ediyor. Dolayısıyla insanda böyle bir İslâmî heyecan olursa, biz onu Kur’ân’ın muhkematıyla tadil edebiliriz. Ona, doludizgin hareket etmenin ne getirip ne götüreceğini nazar-ı itibara almasını ve zamanı, konjonktürü, muhatapların hissiyatını, nasıl bir mukabelede bulunacaklarını hesap etmesini söyleyebiliriz. Fakat başta böyle bir heyecan yoksa siz neyi tadil edeceksiniz ki?

Devamlılık ve kararlılık için bu denli heyecanla dopdolu ruh hali gereklidir; ancak akıl ve mantık hiçbir zaman his ve heyecana feda edilmemelidir.Çünkü bu durumda dengesizlik ve aşırılıklar ortaya çıkar. Bu sebeple bir yandan yürekler heyecanla çırpınır dururken diğer yandan da akıl ve mantık her zaman heyecanın önünde bulunmalı ve o heyecan hep müspet yola kanalize edilmelidir.

Mantık ve heyecan birbirinin destekleyicisi olmalı

Ayrıca bizim talip olduğumuz ve gerçekleştirmeye çalıştığımız yüce bir mefkûremiz varsa, bir yerde yolların tıkanıp kalması bizi yolumuzdan alıkoymamalıdır. İnanan gönüller olarak biz, yürüdüğümüz bir yol tıkandığında, alternatif başka bir yol bulur ve oradan yolumuza devam ederiz; o da tıkanacak olursa yeni bir yol araştırmaya koyuluruz. Yollar büsbütün yürünmez hale gelse bile, “Biz yapamazsak bizden sonraki nesil, onlar da yapamazsa onlardan sonraki nesil Allah’ın izni ve inayetiyle mutlaka bu gaye-i hayali gerçekleştirecektir.” der ve hayatımız boyunca ümidimizden hiçbir şey kaybetmeden çalışıp çabalamaya devam ederiz. Gerekirse yıldızları gökten aşağı çekip, onlarla bir kısım oyunlar oynayacak kadar âlî himmetle yüksek gayeler peşinde koşar, dûn himmetliğin insanı öldüreceği mülâhazasıyla çıtayı hep yüksek tutmaya çalışırız. Fakat bunun yanında aklî ve mantıkî ölçülere riayet edip planlarımızın realize edilebilirliğine de ihtimam gösteririz. Yani mü’minin mantık ve heyecanı arasında hiçbir zaman tenakuz yaşanmaz/yaşanmamalıdır. Bilakis bunlar birbirini destekleyici ve besleyici olmalıdır. Bugüne kadar niceleri doğruluk adına bile olsa sırf heyecanlarıyla hareket ettiklerinden dolayı Müslümanlara zarar vermişlerdir. Bazıları da kuru bir mantıkla, lafazanlık, demagoji ve diyalektikle başkalarına bir şey anlatacaklarını zannetmiş; ancak kimseye kalıcı ve uzun soluklu bir şey ifade edememiş ve yorulup yollarda kalmışlardır.

Dolayısıyla doludizgin bir heyecanın yanında, Kur’ân’ın muhkematıyla test edilmiş çok sağlam kurallara ihtiyacımız vardır. Öyle ki, bütün tavır ve davranışlarımızın Kur’ân ve Sünnet zaviyesinden doğru olup olmadığı her zaman teste tabi tutulmalıdır. Ayrıca Habib-i Kibriya Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):

فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الْمَهْدِيِّينَ الرَّاشِدِينَ تَمَسَّكُوا بِهَا وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ

“Size gereken, sünnetime ve hidayet üzere olan Raşit Halifelerin sünnetine uymaktır. Bunlara sımsıkı sarılın ve azı dişlerinizle tutunun.” (Ebû Dâvud, Sünnet 6) buyurduğuna göre, Kur’ân ve Sünnet’in yanında Raşit Halifelerin anlayışları da davranışlarımızı test etme açısından çok önemlidir. Zira biz nasıl ki kilitlendiğimiz hedef ve gayenin doğruluğuna inanıyorsak, aynı zamanda o hedefe ulaşmak için yürüdüğümüz yolun da gönüllere emniyet ve güven vaat etmesi gerekir. Bu da ancak Kur’ân ve Sünnet yolunun yanında, sahabe efendilerimizin, hususiyle de Hulefa-i Raşidin’in yoluna uymakla gerçekleşebilir.

Heyecan Yorgunluğu ve Diriliş Hamleleri

Bir dönem hak ve hakikate aktif bir şekilde hizmet eden insanlar zamanla aşk u şevkten mahrum, tembellik ve miskinlikle mâlul bir duruma düşebiliyorlar? Bu hâlden kurtulmak, iştiyak ve heyecanı yeniden kazanmak için neler yapılabilir?

Heyecanla dopdolu adanmış ruhlar

Soru: Günümüz nesillerinde başkaları için yaşama aşk u heyecanını uyarmak ve bu heyecanı kalıcı hâle getirmek için neler yapılmalıdır?

Böyle bir aşk u şevkin uyarılmasının en önemli vesilelerinden biri de insanlarda tefekkür mekanizmasının harekete geçirilmesi, düşünce sisteminin derinleştirilmesidir. Tefekkür kelimesi, tekellüf ifade eder. Dolayısıyla tefekkür, insanın şakaklarını zonklatırcasına temrinle kendisini düşünmeye alıştırması neticesinde kazanılacak bir ameliyedir. Tefekkür, insanın oturup kara kara düşünmesi veya görüp duydukları karşısında sathî ve küçük münasebetler kurması demek değildir. Bilakis o, mebde ve müntehayı beraber değerlendirme; aklı, sebep-sonuç arasında âdeta bir mekik gibi getirip götürerek düşündüklerinden bir şeyler sağma, belki ruhuyla onları massetme, aynı zamanda düşündüklerini ihsaslarına mal etme, hatta ihtisas imbikleriyle onlardan yeni bir şeyler çıkarmanın ad ve unvanıdır. Bu açıdan aşk u iştiyak kazandırma adına öncelikle insanları düşünmeye, mantıklarını işletmeye alıştırmak ve onları iyi ve kötüyü doğru görecek hâle getirmek gerekir.

Hep Hakk’ı hecelemeli, O’nunla gecelemeli

Böyle bir düşünce ameliyesinde devamlılık da çok önemlidir. Öyle ki, beraber olduğumuz insanların

أَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“Biliniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur ve itminana kavuşur.” (Ra’d Sûresi, 13/28) ufkunda seyahat ettiğini düşünsek dahi, bu durumları itibarıyla onları yeterli görmek, daha doğrusu bizim birbirimizi yeterli görmemiz kesinlikle doğru değildir. Bu konuda birbirimize sürekli destek olmalıyız. Çağımızın büyük Mütefekkirinin ifadesiyle, kubbedeki taşlar gibi düşmemek için baş başa vermeliyiz. Onun bu sözünü sadece içtimaî yapı adına iftirak ve ihtilaflara girmeme, vifak ve ittifak içinde bulunma mânâsına anlamak eksik bir anlayış olur. Belki bu sözü, dine hizmeti hayatımızın gayesi bilme ve bu gaye-i hayalimizi gerçekleştirme yolunda hep canlı kalma mevzuunda birbirimizin destekçisi olma şeklinde anlamamız gerekir. Öyleyse yüce bir mefkûre için bir araya geldiğimiz meclislerde asla laubaliliğe girmemeli ve oraları hep sohbet-i cânanla süslemeliyiz. Evet, bir araya gelişlerimiz neticesinde:

اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا زِدْنَا عِلْمًا وَإِيمَانًا وَيَقِينًا وَتَوَكُّلاً وَتَسْلِيمًا وَتَفْوِيضًا وَمَعْرِفَةً وَمَحَبَّةً وَعِشْقًا وَاشْتِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ وَعِفَّةً وَعِصْمَةً وَفَطَانَةً وَحِكْمَةً

duasında arzu edilen hususlardan acaba ne elde ettik, diye kendimizi sorgulamalıyız. Hatta dünyevî bir mesele için bir araya geldiğimiz beraberliklerde bile elimize bir fırsat geçtiğinde bir yolunu bulup sohbet-i cânan çerçevesinde değerlendirilebilecek mevzulardan bir fasıl açmalı; açıp gönüllere imanın güzelliklerinden bazı şeyler fısıldamaya çalışmalıyız.

Günümüzde olup biten hâdiseleri bilmek, bir kısım aktüel meselelere vukuf peyda etmek elbette ki her vatandaşın hakkıdır. Fakat bugün zaten bu meselelerle ilgilenen bir hayli insan varsa, zannediyorum kendisini Kur’ân’a adamış insanlar, istidatlarını, Kur’ân’a hizmeti en iyi şekilde yerine getirme istikametinde inkişaf ettirmeli ve asıl bu noktada derinleşmelidirler. Onlar için başka düşünceler tali olmalı ve onlar başka mülâhazalarla yorulmamalıdırlar. Bunun için oturup kalktıkları her yerde Hakk’ı hecelemeli ve hep O’nunla gecelemelidirler. Hulasa, insanları delice Allah’a âşık hâle getirme ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) anıldığı zaman burnunun kemikleri sızlayacak ölçüde bir muhibb-i Habibullah ufkuna yükseltme yolunda ne yapılması lazım geliyorsa onu yapmalıyız.

Evet, hizmet heyecanımızın ve adanmışlık ruhunun canlı kalabilmesi için bizim sürekli rehabiliteye ihtiyacımız var. Aslında insanın fizikî hayatında da durum bundan farklı değildir. Meselâ bir uzuv, uzun süre çalışmadığında, zamanla adaleler erir ve bir süre sonra uzuv hiçbir şey yapamaz hâle gelir. İşte ruhî ve kalbî hayatımız için de aynı husus geçerlidir. Günde beş vakit namazın veya her sene bir ay Ramazan-ı Şerif orucunun teşri kılınmasında böyle bir hikmeti görmezlikten gelemeyiz. İnanan gönüller, günde beş defa İslâm dediğimiz o menhelü’l-azbi’l-mevruda kovalarını salıyor, oradan bir şey çıkarıyor ve onunla yıkanıp arınıyorlar. Yani günde beş defa O’nu duymaya, O’nu hissetmeye ve O’nu bilmeye çalışıyorlar. İşte bizim de ibadetlerdeki bu temel espriyi kavrayarak, oturup kalkmamızı, gece ve gündüzümüzü hep O’na bağlamamız gerekiyor ki, İslâmî aşk u heyecanımız da sürekli olsun.

Kırık-dökük gemiyle bu denizler aşılmaz

Sürekli rehabilite adına, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ebû Zer’e tavsiye ettiği şu hususlar bana çok önemli geliyor:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ اْلعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde de ihlaslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden haberdardır.”

Evet, alınacak mesafe çok uzun, üzerinden yüzülerek geçilecek deniz çok derin olduğundan meselenin küçük bir arızaya dahi tahammülü yoktur. Zira bu yolculukta insan için her zaman batma tehlikesi vardır. Allah korusun, insan bir masiyet veya bir gaflet karşısında Titanik gibi paramparça bir hâlde, avam ifadesiyle denizin dibini boylayabilir. Eğer sefine bizim ruhî hayatımız ve kalbimizin Allah’la münasebeti ise, o hâlde onu, doğan her güneşle birlikte bir kere daha gözden geçirip yenilemeli ve sapasağlam hâle getirmeliyiz. Zira kırık dökük sefineyle, yarım yamalak bir kalble, zedelenmiş bir akıl ve mantıkla upuzun bir yolculuk yapılabilmesi mümkün değildir.

Bu lâl u güher sözün devamında, “Azığını tastamam al, çünkü sefer çok uzun.” buyruluyor. Burada alınması tavsiye edilen azık, ne yiyecek, ne içecek ne de silahtır. Bilakis o, insanın ibadet ü taatidir. Dünyada başlayıp ahirete uzanan yolculuk çok uzun olduğuna göre, burada azığın tastamam alınması gerekir. Mesela namazımız bize berzah hayatında refakat edeceği gibi orucumuz da Reyyan kapısından aşıp Cennet’e girmemize vesile olacaktır. Eğer bunlar burada bir azık olarak edinilmemişse, orada fakr u zaruret içinde kalınacaktır.

Daha sonra yokuşun çok sarp olduğu hatırlatılarak yükün hafif tutulması tavsiye ediliyor. Demek ki, altından kalkamayacağımız şekilde dünyevîliğe dalmaktan kaçınmalı, o sarp yokuşu aşacak şekilde sırtımızdaki yükü hafif tutmalıyız. Son olarak da, Hazreti Nâkid’in her an bizi gördüğü hatırlatılarak amelimizde ihlâslı olma tavsiye ediliyor.

Bu ölçüde bir hazırlık, bizim dünyada hakkı tutup kaldırma, adaleti ikame etme, milletimiz için mukadder veya muhtemel gibi gördüğümüz zirveye ulaşma istikametinde ortaya koyacağımız hizmetlerin devam ve temadisi adına önemli olduğu gibi, ahiret hayatımız adına da çok önem arz eder.

Cenâb-ı Hak da, Kur’ân’da iki yerde:

إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ

“Eğer isterse sizi götürür ve cedid bir kavim getirir.” (İbrâhim Sûresi, 14/19; Fâtır Sûresi, 35/16) buyuruyor. Burada “cedid bir kavim”den kastedilen hususu, dini i’la adına tarih sahnesine ilk defa çıkartılan yeni bir kavim olarak anlamanın yanında; eskimemiş, partallaşmamış, ülfet ve ünsiyete yenik düşmemiş, dini bütün derinliğiyle terütaze ruhunda duyan Hakk’a adanmış ruhlar ve heyecan insanları şeklinde de anlayabiliriz. Fâtır Sûresi’ndeki âyetin devamında:

وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَزِيزٍ

“Bunu yapmak, Allah’a ağır gelmez.” (Fâtır Sûresi, 35/17) buyruluyor. Çünkü O, murad buyurduğu zaman “Ol” der, hemen oluverir. Şimdiye kadar da hep böyle olmuştur. Evet, eski eşya hâline gelen, partallaşan, dinî heyecanını kaybedenler, ister enbiya-i izamın hayat-ı seniyyeleriyle, ister müçtehidin-i kiram efendilerimizin ortaya koydukları faaliyetleriyle, isterse müceddîni-i izam efendilerimizin tecditleriyle götürülüp onların yerine terütaze yeni bir kavim getirilmiştir.

İlâhî lütuf sağanakları altında dirilişe mazhar olanların aidiyet müâhazasına bağlı olarak “Biz, o kavm-i cedidiz.” demeleri gurur olur. Bu ise rahmet-i ilâhiyeden mahrumiyete sebebiyet verir ve Cenâb-ı Hakk’ın teyidini keser. İlahi inayetin devamı, iddialı olmaktan kaçınarak mahviyet ve tevazu içinde gayrete bağlıdır. Öyleyse, bize bir sorumluluk verildiğinde bir yandan “vazife cümleden âlâ” diyerek ona sahip çıkıp hakkını vermeye çalışmalı, diğer yandan da “nefis cümleden edna” diyerek her zaman kulluğumuzun farkında bulunmalıyız. İşte ancak böyle bir anlayışla bir yerde aktif bekleyiş içinde bulunurken, üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bile geçse yine de mesafelere meydan okuyup yepyeni bir heyecan ve terütaze bir adanmışlık ruhuyla geleceğe yürüyebiliriz.

Heyetin Sevabına Nail Olmanın Şartları

Soru: Bediüzzaman Hazretleri, müşterek yapılan ahirete yönelik iş ve amellerde elde edilen sevapların bütününün, onlara ortak olan her bir ferdin hasenat defterine eksiksiz bir şekilde kaydedileceği hususu üzerinde duruyor. Bu mükâfat ve müjdeye nail olmanın şartları nelerdir, izah eder misiniz?

Cevap: Hazreti Pîr, Risale-i Nur’un değişik yerlerinde iştirâk-i â’mal-i uhreviye meselesini net bir şekilde ortaya koymuş; hizmet-i imaniye ve Kur’âniye dairesi içinde yer alan kişilerin her birinin, umumun kazandığı sevaplara ortak olacağını da ifade etmiştir (Bkz.: Lem’alar, s.206 Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstûr; Kastamonu Lâhikası s.67). Hazreti Üstad’dan önce bu meselenin ne tasavvuf ne tefsir ne de diğer İslâmî eserlerde bu ölçüde açık ve sarih şekilde ele alındığını hatırlamıyorum. Her ne kadar geçmişten bugüne bazı büyük zatlar bu hususa değişik ima ve işaretlerde bulunmuş olsalar da, Üstad’ın konuyla ilgili yaklaşımları çok açık ve nettir.

Esasında onun bu yaklaşımı nuranî olan metafizik âlemin letafetine de çok uygun düşmektedir. Çünkü nuranî şeyler, aynıyla akseder. Mesela, dört duvarında ayna olan bir odada bulunan lambanın sureti, aynı anda hepsinde aynıyla tezahür eder. Aynen onun gibi uhrevî nuranî işlerdeki sevaplar da bölünmeksizin o işe iştirak eden her bir şahsın amel defterine fazl-ı ilâhî olarak kaydedilir.

Kur’ân ve Sünnet temelli bakış açısı

Hazreti Pîr’in bu yaklaşımının Kur’ân ve Sünnet’in temel düsturlarından süzülmüş bir tespit olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan ve Sünnet-i Sahiha’ya bakıldığı zaman pek çok yerde Cenâb-ı Hakk’ın muvaffakiyet lutfetmesinin vifak ve ittifaka vabeste olduğu; birlik ve beraberlik ruhu içinde gerçekleştirilen amellere apayrı bir bereket ve mükâfat vaat edildiği görülecektir. Mesela Kur’ân-ı Kerim’de yer alan,

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَۤاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, (yapışın, sonra da) ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi de, O’nun nimetiyle kardeşler hâline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah, size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/103)

kavl-i kerimiyle

وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَۤا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Ve onların kalblerini birbiriyle uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine de onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın; ancak Allah’tır ki,onların arasını buldu ve uzlaştırdı. Çünkü O, daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl sûresi, 8/63)

âyet-i kerimesi bu hususa işaret etmekte; bir yönüyle umumun menfaatine bakan zafer, hâkimiyet ve muvaffakiyetlerin Müslümanların vifak ve ittifakına bağlandığını göstermektedir.

Bir işte ortak hareket etme, dünyevî işlerde büyük başarılara vesile olmaktadır. Hazreti Üstad’ın verdiği misalle meseleye bakılacak olursa, on kişi ayrı ayrı dikiş iğnesi üretimi yapmaya çalıştıklarında günde ancak üç iğne yapabilirken, teşrik-i mesai ve taksim-i a’mâl düsturuyla hareket edip her birisi iğnenin imalatı adına gerekli olan ocak yakma, demir getirme, delik açma ve uç sivriltme gibi bir işi yaptığında her birine günlük üç yüz iğne düştüğü görülür. Yine Üstad Hazretleri’nin verdiği bir misalle, dört beş kişiden birisi lamba, birisi gazyağı, birisi fitil, birisi şişe, bir diğeri de kibrit getirip lambayı yaksalar, onlardan her birisi ondan çıkan ışıktan tamamıyla istifade ederler. İştirak-i â’mâlin maddî olan dünyevî işleri bu ölçüde kolaylaştırdığını ve ona bereket kazandırdığını gören bir insan, zannederim ortaklık düsturunun şeffaf ve nuranî olan uhrevî işlerde nasıl bir feyiz ve bereket kazandıracağını daha iyi anlar.

Bu açıdan meseleye bakıldığında şunu söyleyebiliriz: Günümüzde Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve lütfuyla dünyanın dört bir yanında ve hayatın değişik katmanlarında gerçekleştirilen güzel hizmetlerden hâsıl olan sevabın bütünü, iştirak-i â’mâl-i uhreviye sırrıyla bu uğurda koşturan her bir ferdin amel defterine eksiksiz bir şekilde aksedecektir. Yani bu geniş daire içinde bulunan her bir fert, milyonların say u gayretinin neticesinden istifade edecektir. Her birinin amel defterine yazılan sevaplar, diğerlerine de yazılacaktır. Durum böyleyken bir insanın böyle küllî bir mükâfatı bırakarak, ferdî mülâhazalara takılıp kalması, bencilliğinin altında ezilip “Ben, kendi kendime bir şeyler yapabilirim.” demesi o engin mükâfattan mahrum kalması demektir. Çünkü insan ne kadar kabiliyetli ve istidatlı olursa olsun, isterse elli tane deha çapında kabiliyete sahip bulunsun, yine de tek başına ne dünyada insanlığa faydalı ve kalıcı bir hizmet ortaya koyabilir, ne de ahirete müteveccih böyle büyük bir mükâfata nail olabilir.

Amelin özü: İhlâs

Hazreti Pîr’in konuyla ilgili açıklamalarına bir bütün hâlinde baktığımızda böylesine büyük ve küllî bir semereye mazhariyetin kendine göre bir kısım şartlarının bulunduğunu görmekteyiz. O hâlde kendimize sormamız gereken soru şudur: Biz, sahip çıkmaya çalıştığımız bir hareket içerisinde nasıl bir duruş ortaya koymalıyız, birlikte nasıl yol yürümeliyiz ve nasıl kaynaşıp bütünleşmeliyiz ki söz konusu mazhariyetleri elde edebilelim? İşte böyle bir mazhariyeti elde etme adına Hazreti Pîr ilk şart olarak “sırr-ı ihlâs ile iştirak” esasını zikrediyor.

İhlâs, bir ameli sırf Allah emrettiği için yapmak, neticesini rıza-i ilâhîye bağlamak, semerelerini de ahirete bırakmak demektir. Bu açıdan ahirete müteveccih her türlü iş ve amelde ihlâsı esas alan bir kimseye göre önemli olan, bir kısım hayırlı hizmetlerin yerine getirilmesidir; bunları falan veya filanın yapması değildir. Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, asıl olan, kimi zaman toplu çarpan dertli yüreklerle bir ney sesi gibi inleyip insanları mest etmek; kimi zaman da koro hâlinde gür bir sesle insanlara hak ve hakikati duyurmak, onlara hayret, kalak ve heyman yaşatmak ve böylece onları huzur-u kibriyaya ulaştırmaktır. Hedef ve maksat bu ise, böyle bir gayeyi kim gerçekleştirirse gerçekleştirsin, insan, kendisi yapmış gibi bundan memnuniyet duymalıdır. Üstad Hazretleri, bu konuya misal verirken, talebelerinden birisine, “Falanın hattı senin hattından daha güzel.” dediğini, o talebesinin bu sözden memnun olduğunu ifade ediyor. Hatta Üstad hazretleri o talebesinin kalbine baktığını, kalbinin de aynı duygularla çarptığını belirtiyor (Bkz.: Barla Lâhikası, s.119). İşte bu, sırr-ı ihlâs ile iştirake çok çarpıcı ve güzel bir misaldir.

Aynı şekilde Hazreti Pîr, bu meseleyi ağır bir defineyi taşıma ve muhâfaza etmeye benzetmiş defineyi omuzunda taşıyanların kendilerine yardıma koşan kuvvetli ellerin iştirakinden sevinmesi ve memnun olması gerektiğini ifade etmiştir. Evet, bu taşınan definenin bir ucundan ben tutacağım, bir ucundan sen tutacaksın, bir ucundan da öbürü tutacak ve hiç kimse kendisine hangi ucun rast geldiğine bakmayacak. Madem götürülen definede, ona iştirak eden herkese ait bir hisse vardır; herkesin kendi payına düşen işi hakkıyla yerine getirmesi ve bunu yaparken de kimseyle rekabet ve münakaşaya girmemesi gerekir.

Bir insanın bu ölçüde ihlâs sırrına muvaffak olabilmesi ise, kendi renginden sıyrılıp heyetin rengini alabilmesi ve kardeşlerinin meziyetleriyle iftihar etmesiyle mümkündür. Zaten hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’ye gönül vermiş bir insanın, değişik nam u nişanları, ad ve unvanları geride bırakacak şekilde çok önemli bir vazife ve sorumluluğa talip olduğunu asla unutmaması gerekir. Bu açıdan yürüdüğü yolun şuurunda olan bir insana, “Sen, şunu yaptın, bunu yaptın.” dense onun vereceği cevap şu şekilde olacaktır: “Hatırlamıyorum, çok ihtimal de vermiyorum. Arkadaşlar çalıştı, gayret ettiler. Belki o esnada ben de aralarında bulunmuş olabilirim.” İşte Üstad Hazretleri’nin ifade ettiği sırr-ı ihlâs ile iştirakin ölçüsü budur.

Tam bir kardeşlik ve dayanışma ruhu

Üstad Hazretleri, iştirâk-i â’mâl-i uhreviyeden istifade edebilmenin ikinci şartı olarak ise “sırr-ı uhuvvet ile tesanüd”ü nazara vermiştir. Uhuvvet, kardeşlik demektir. Bir yerde kardeşlik varsa, orada birbirine dayanma ve dayanışma da olur. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mü’minler arasındaki kardeşliği anlatırken, bir vücudun uzuvları arasındaki münasebete dikkat çekmiştir. Nasıl ki bu uzuvların birinde rahatsızlık hâsıl olduğunda, diğer uzuvlar da ateş ve uykusuzluk ile buna ortak olurlar. Aynen öyle de mü’minler kendi aralarında öyle samimî ve ciddî bir uhuvvet bağı tesis etmelidirler ki, heyet-i İslâmiye’de bir arıza olduğu zaman her biri bundan müteessir olup ızdırabını çekmelidir (Bkz.: Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66). Evet, kendini hakka adamış inanan gönüller kubbedeki taşlar gibi düşmemek için baş başa vermeli, birbirlerine destek olmalı ve yol boyu hiçbir arkadaşının yolda takılıp kalmasına meydan vermemelidir. Eğer hizmet erleri bu anlayış çerçevesinde yekvücut olur, böyle bir ruh haletini paylaşır,  hakikî birlik ve beraberliğe ererlerse, milyonların hasenatı ayrı ayrı her birinin defterine noksansız bir şekilde akacaktır.

Ortak akılla uyum içinde hareket etme

Bu konuda ileri sürülen üçüncü şart ise sırr-ı ittihat ile teşrikü’l-mesaidir. Yani birlik ve beraberlik ruhuyla mesailerin, yapılacak işlerin, vazife ve sorumlulukların taksim edilmesidir. Başka bir ifadeyle münferit hareket etmekten sakınarak müşterek mesai yapma ve birlikte hareket etme alışkanlığının kazanılmasıdır. Bunun için de herhangi bir işe başlarken öncelikle vazife taksimi yapılmalıdır. Herkes elinden ne geliyorsa, neyi güzel yapıyorsa onu yapma gayreti içinde olmalıdır.

İfade ve izah etmeye çalıştığımız bu üç şart yerine getirildikten sonra, hizmet erleri kafa kafaya vererek meseleleri müşterek akla emanet ederlerse -Allah’ın izni ve inayetiyle- ferdî aklın düştüğü hatalara düşmeyeceklerdir. Çünkü ihtimal hesapları içinde bir araya gelmiş on tane aklın, bir meselede yanlış bir neticeye varması belki milyonda bir ihtimaldir. Baş başa vermiş akıl sayısı yirmi olduğu takdirde ise ihtimal oranı o ölçüde düşecektir.

Bu açıdan meselelerin kolektif şuura bağlı götürülmesi çok önemlidir. Öyle ki, bir insan dâhiyane tedbirlere sahip olsa bile, umum heyetle alakalı meselelerde tek başına asla karar vermemelidir. Şimdiye kadar insanlık tarihi boyunca tek başına hareket edip, tek başına karar verip de kalıcı bir muvaffakiyet ortaya koyan tek bir kişi dahi bilmiyorum. Evet, ne Sezar’ın ne Napolyon’un ne Hitler’in ne Mussolini’nin ne de ondan sonra gelen diğer tiranların muvaffakiyetleri kalıcı olmamış, başta saman alevi gibi parlamış ama kısa bir zaman sonra sönmüş ve hazin bir enkaz yığını hâlinde orta yerde kalakalmıştır. Kolektif şuura müracaat eden gerçek liderler ise, meseleleri meşverete bağladıkları ölçüde muvaffak olmuş, ortaya koydukları hizmetlerle içinde bulundukları toplumun geleceğini inşa etmişlerdir.

Hâsılı, hem dünya hem de ukbada, iştirak-i â’mâl-i uhreviyenin vaat ettiklerine nail olabilmek için dupduru bir niyet ve samimiyete, kardeşlik ve dayanışma ruhuyla ortak akıl ve kolektif şuura ihtiyaç vardır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Hiç Kimseyi İhmal Etmeyen Peygamber Ufku

Soru: Bir hadis-i şerifte, İslâm'ın garip olarak başladığı ve bir gün yine garipliğe avdet edeceği ifade edilerek garipler müjdeleniyor. Diğer taraftan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), risaletinin ilk zamanlarında iki Ömer'den biriyle dinin teyit buyrulması için dua ediyor. Bu açılardan, bir beldede, iman ve Kur'ân hizmeti adına ilk adımlar atılmaya çalışılırken, muhatap seçiminde, öncelikli olarak o beldenin garipleri sayılabilecek kimseler mi, yoksa toplumun önderleri sayılan şahıslar mı esas alınmalıdır?

Hicret Diyarında Ölmek

Soru: Hicret edilen beldeden ayrılmama ve ölene kadar hicret mahallinde kalma meselesini yaşadığımız dönem itibariyle değerlendirir misiniz?

Cevap: Mekke döneminde, Efendimiz (sav) İslâm'ın nefesiyle dirilmek için gelenlerin biatlarını kabul ederken onlardan "hicret" etmelerini de istiyordu. Bundan dolayı o dönemde hicret, -imanın şartı olmasa bile- İslam esaslarına denk bir farz gibi değerlendiriliyor ve hatta hicret etmeyene münafık nazarıyla bakılıyordu.

Sadece, Velid İbn-i Velid, Ayyaş İbn-i Rebia, Seleme İbn-i Hişam gibi, Kur'an'ın ifadesiyle, "müstaz'af" diyebileceğimiz zulme maruz kalmış, müşrikler tarafından tutuklanıp işkence edilmiş müslümanlar hicret konusunda mâzur görülmüşlerdi. Zira bunlar, "Lâilâhe illallâh Muhammedurrasûlüllâh" dedikleri günden itibaren zincire vurulmuş, Mekke fethedilinceye kadar da ayaklarında zincir, boyunlarında bukağı, bin bir türlü işkenceye maruz olarak yaşamışlardı. O zulümden kaçmak, hicret edip Allah Rasûlü'ne ulaşmak için çok uğraşmış, fakat zalimlerden kurtulamamış ve hicret edememişlerdi. Peygamber Efendimiz sabah namazında rukûdan kalktıktan sonra, ellerini kaldırıyor, bunlara dua ediyor ve "Allah'ım Velid İbn-i Velid'e, Allah'ım Seleme İbn-i Hişam'a, Allah'ım Ayyaş İbn-i Rebia'ya necat ver!" deyip inliyordu. Diğer müslümanlara mukaddes göç emri verirken onlara da hicret kapısı açılması için dua ediyordu..

Hicret, sıradan bir göç ve geçici bir yolculuk değildi. O sevdiklerini arkada bırakma ve sürekli bir gurbete adım atma demekti. Muhacirler, yurtlarını yuvalarını, evlâd ü ıyâllerini terkediyor, bilmedikleri diyarlara, tanımadıkları insanlar arasına gidiyorlardı. Onların kimisi anne-babasından, kimisi eşi ve çocuklarından ayrı düşmüş, sevdiklerini müşrikler arasında bırakarak "hicret" deyip yürümüştü. Mesela, Hazreti Ebu Bekir (ra) giderken, göznuru Aişe annemiz yoktu yanında; kızı Esma yoktu, oğlu Abdullah yoktu. O merhamet âbidesi ve şefkat timsali Ebu Bekir Efendimiz, babasını, eşini ve çocuklarını Allah'a emanet ederek ve vazife sorumluluğunu babalık şefkatinin önüne geçirerek yola koyulmuştu. Ashab efendilerimiz emre itaat ederek doğup büyüdükleri topraklardan ayrılıyorlardı ama aileleriyle beraber gönüllerini de arkada bırakıyorlardı. Çünkü, bir insanın ailesini, evlad ü ıyâlini, doğduğu yeri çok sevmesi ve o insanlardan, o mekanlardan ayrılmak istememesi tabiî ve fıtrîdir. Dâussıla (sıla hasreti) her kalb sahibini inletecek bir acıdır ve hemen herkeste var olan bu hissi gönülden söküp atmak mümkün değildir. Nitekim, Efendimiz (sav) bile Sevr mağarasından ayrılıp yola revân olacağı an yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve "Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım." buyurmuşlardı. Hazreti Ebu Bekir ve Seyyidina Bilal gibi sahabe efendilerimizden bazıları Peygamber köyünde Peygamberle beraber olmalarına rağmen dâussıla duygusuyla hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Mekke için şiirler söylemişlerdi.

İşte, böyle bir ayrılığın hasıl ettiği daussıla duygusuyla geri dönme telaşına düşmeme, hicret beldesini terketmeme ve vazifeyi yarıda bırakıp oradan ayrılmama gibi maslahatlar adına sahabe efendilerimiz "hicret beldesinde ölme, orayı asla terketmeme" mevzuuna çok ehemmiyet veriyorlardı. Dolayısıyla, o dönemde, talihsiz bir şairden başka hiç kimse Medine'yi bırakmamış, Mekke'ye dönmemişti. Dönmek bir yana, onlar hicret mahalleri dışında bir yerde vefat etmekten bile korkmuş, başka yerde ölmeyi hicreti eksik bırakmak olarak anlamışlardı.

Buharî ve Müslim gibi güvenilir kaynaklarda geçen bir hadis-i şerifte anlatıldığına göre, Sa`d İbni Ebî Vakkâs (ra) Vedâ Haccı senesinde Mekke'de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Orada vefat etmekten çok korkmuş ve kendisini ziyarete gelen Peygamber Efendimize şöyle demişti: "Yâ Rasûlallah! Arkadaşlarım gidecek de ben kalacak mıyım; yoksa ben burada mı öleceğim?" Allah Rasûlü (sav) de ona, "Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah'tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak Allah rızası için güzel işler yapacak ve yükseleceksin; kimi insanlar (mü'minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecekler." demiş, "Allahım! Ashâbımın hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!" diye dua etmiş ve Sa`d İbn-i Havle'nin Mekke'de ölmesine üzüldüğünü de ifade buyuran Efendimiz sözlerini şöyle bitirmişti, "Acınacak durumda olan Sa`d İbn-i Havle'dir, yazık onun haline!"

Evet, ilk dönem itibariyle farz mesabesinde kabul edilen hicret Mekke'den Medine'ye göç şeklinde gerçekleşmiş ve bitmişse de, niyet ve Allah yolunda cehd yönüyle o kıyamete kadar devam edecektir. Mukaddes göç, insanlığın İslam dinine eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu şu dönemde eski devirlere nisbeten daha da önemlidir. Bugün medenîleşmeyi ve Medîneleşmeyi bekleyen o günkü Yesrib yoktur ama, her yere Medine'nin boyasını çalma ve bedeviliklerle kirlenmiş şehirleri Medîneleştirme vazifesi vardır.. Efendimizin huzuruna çıkarken, "Köyünün izdüşümü Medineleri arkamızda bırakıp, senin Medine'ne koştuk!" diyebilmek için bugün de hicrete ve hicret beldelerine ihtiyaç vardır.

O'nun Sesini Duyurmak İçin Gidin!..

Özellikle 90'lı yıllarda yurtdışında kaldığım yerlerde Allah Rasûlü'nü çok garip hissetmiştim. "Buralarda çok az anılıyorsun ya Rasûlallah, herhalde çok gurbet yaşıyorsun!" demiştim. O'nun ruhâniyetinden özür dileyerek, "Davud'un sesi Seninkinden yüksek çıkıyor. Süleyman'ın sesi Senin sesinden daha çok duyuluyor. Her yandan Musa'nın sesi, İsa'nın sadâsı geliyor. O ses ve sadâlara da ruhlarımız kurban. Ama Ya Rasûlallah, en gür ve yüksek sadâ Senin sesin olmalı değil miydi? Sporda başarılı olamamış bir takımın bayrağının birkaç adım aşağıya çekilmesi gibi nam-ı celilinin aşağıya çekildiğini görüyorum ve adeta içim parçalanıyor." demiştim. Ümmetinden birisi olarak Efendimize karşı derin bir mahcubiyet duymuş, çok utanmıştım. Utanmıştım zira, O'nu biz duyuramamış, yüksekte olması gerekeni biz omuzumuza alıp yükseltememiştik.

Sahabe Efendilerimiz için "Kur'an'ın mucizesi bir cemaat" diyoruz. Çünkü onlar, çok kısa bir sürede emanete ehil hâle geldiler; cihanın dörtbir yanına Allah'ın dinini ve Rasûlü'nün sünnetini götürdüler. Her tarafta Efendimizin sesinin duyulmasını sağladılar. O Kur'an bugün de var. O bugün de sahabe nesli gibi bir nesil yetiştirme gücüne sahip; fakat Allah'ın dini de, Rasûlü'nün sünneti de, Kur'an da bizden vefa bekliyor.

Bu mülahazalarla dolduğum anlarda öyle arzu ediyorum ki, mümkün olsa ve elimden gelse, Türkiye'den bir milyon insanın "hicret" deyip yollara düşmelerini sağlasam. Türkiye'de, kardeş, dost, arkadaş, sempatizan seviyesinde söz ve teşviklerime değer veren insanları hicret niyetiyle dünyanın değişik yerlerine gidip yerleşmeye teşvik etsem. Sanayici, iş adamı, doktor, üniversite ya da yüksek lisan öğrencisi.. kim ve ne olursa olsun, kendi durumlarına göre şartları zorlamalarını, hayatlarını idame ettirebilecek kadar bir iş tutturmalarını ama bulundukları yerlerde mutlaka dinî ve millî değerlerimizin temsilcileri olmalarını, tarihî birikimlerimizi başkalarıyla da paylaşmalarını söylesem. Öyle inanıyorum ki, bir yolunu bulan herkes sebepler dairesinde kendine düşeni yapıp sonra da Allah'a mütevekkil olarak mutlaka hicret etmeli; gittiği yerde bir diplomat gibi vatanımız ve milletimizin temsilciliğini yapmalı, oradan Türkiye'yi gözetip Türkiye'yi kollamalı.. yüreği daima Türkiye için çarpmalı.. vatan ve millet adına yükselen menfi ya da müsbet sesleri bir de oradan dinlemeli, bazı kapıları Türkiye hesabına zorlamalı ve milletimizin istikbali için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmalı.

Neylersiniz ki, bunları arzulasam ve dilimin döndüğünce hicrete teşvik etsem de bu konuda bir müeyyidem –şimdilerde yaptırım gücü diyorlar– yok benim. Bu sözleri, bir müessese ya da bir teşkilat adına söylemediğim için ben ne kadar "hicret edin" desem de bu konuda bir müeyyide uygulamam söz konusu değil. Öyle olunca da gitmeyen gitmiyor; tabiî sevaptan da mahrum kalıyor ve gitmeyenlerin pek çoğu bencilliğe gömülüyor. Bu sebepledir ki, Cenab-ı Hakk bazılarını te'dib de ediyor; samimi mü'minleri birbirine düşürüyor, onlara birbirlerinin kusurlarını gösteriyor; neticede herkes diğerinin savcısı gibi davranıyor, başkasında günah aramaya başlıyor. Oysa ki, "Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek çok güzel yerler ve bolluk (imkân) bulur." (Nisa, 4/100) mealindeki ilahî beyana itimad ederek gitseler, hem Allah rızasını tahsil edebilecekleri bir yola girmiş olacak hem de başkasının günahlarının peşinde olma yerine sevap arkasından koşacaklar. Belki onlar da birer Mus'ab bin Umeyr olacaklar.

Aslında, Mus'ab'a da aklım ermiyor benim. Gençliğinin baharında, makam mansıp, mal-menâl her şeyi arkaya atıyor; nefsini, dünyevî isteklerini ayakları altına alıyor ve Yesrib'e gidiyor; onun gittiği dönemde orası henüz Medine olamamış, kupkuru bir çöl. Düşünceleri ters, gözleri kanlı, elleri silahlı adamların arasında kalıyor; onlara iman hakikatlerini anlatabilmek için çırpınırken başında kavis çizen kılıçların gölgesinde maruz kaldığı hakaret ve tehditlere aldırmıyor. Ertesi sene kadın-erkek yetmiş insanı arkasına takıp Mekke'nin yolunu tutuyor; Efendimizin huzuruna varınca "Sana bunları armağan olarak takdim ediyorum yâ Rasûlallah" der gibi Medine'de İslâm'ın girmediği hiçbir ev kalmadığını müjdeliyor.

Söz buraya gelmişken, son dönemde Anadolu'nun bağrından çıkıp herbiri bir eğitim gönüllüsü olarak dünyanın her tarafına seyr u seferler düzenleyen ve açtıkları okullarla ülkemizin, milletimizin yüz akı olan muhacirleri yâd etmemek vefasızlık olur. Aydın Ağabey, dilini, kültürünü bilmedikleri yabancı ülkelerde, çok ağır şartlar altında, yazın kavuran sıcağa kışın da donduran soğuğa rağmen vazife yapan gencecik öğretmenleri gözleri dolarak ve heyecan içinde anlatırdı. Evet, bu devrin karasevdalıları da hicret kervanına katıldılar. Giderken geri dönmeyi düşünmediklerinden ve rahat yaşama gibi bir dertleri de olmadığından, yazın başlarına bir şey sarmadan sivrisineklerden korunamayacakları, kışın da kalın bir örtüye sarınmadan donmaktan kurtulamayacakları yabancı memleketlerde yaşamaya razı oldular. Zaten o şekilde bir beklentisizlikle gitmeselerdi onların hicreti de yarım kalırdı. Çünkü, muhacir, hicret ettiği yere orada ölme niyetiyle gitmelidir; yoksa, şartlar biraz ağırlaştığı zaman dönmeyi düşünebilir. Annenin bir isteğiyle, babanın bir talebiyle, vatan toprağının bir an gözde tütmesiyle orayı terk edip dönebilir. Böylece hem hicretini yarım hem de vazifelerini muattal bırakmış olur.

Şu kadar var ki, hicret beldesi ancak başka bir hicret diyarı niyetiyle terkedilebilir. Eğer, tercih ve takdirlerini kendi tercih ve takdirlerimizden daha kıymetli saydığımız, değerlendirmelerine itimad ettiğimiz öğretmenlerimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız varsa ve onlar bulunduğumuz yerde değil de bir başka mekanda olmamızın yaptığımız vazife adına daha verimli olacağını düşünüyorlarsa, biz de onların bu husustaki tavsiyelerine uyup işaret ettikleri yere gidebiliriz. Fakat, yeni yerimize giderken de yine "ölüm anına kadar hicret beldesinden ayrılmama" esasına uygun şekilde niyet tashihi yaparak gideriz.

Soru: Senelerce önce dünyanın değişik yerlerine gidip yerleşmelerine rağmen ancak yıllar sonra mukaddes göç düşüncesiyle tanışanların da hicret sevabı alabilmeleri için bir yol var mıdır?

Cevap: Peygamber Efendimiz, "Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak cihad ve niyet vardır." buyurmuşlardır. Dolayısıyla gerçek hicret o dönemde Mekke'den Medine'ye yapılan hicrettir; ondan sonraki göçler ise, ancak Allah yolunda cehd u gayret ortaya koyma adına çok sağlam bir niyetle hicrete dönüşecektir. Evet, Allah'la insanlar arasındaki engelleri kaldırma gayesine matuf sağlam ve samimi bir niyetle yola çıkanlar, daha ilk hareketleri olan pasaport muameleleriyle hicret sevabı kazanma turnikesine girmiş olacaklardır.

Yola çıkarken aynı ölçüde halis bir niyete muvaffak olamayıp Allah rızası değil de makam, mansıp, mal, mülk gibi dünyevî menfaatler elde etme gâyesi güdenler için de fırsat bütün bütün kaçmış değildir. Onlar da, hicret gibi amellerde başlangıç itibarıyla niyet şart olmadığından dolayı tashih-i niyetle hicret sevabını elde edebilirler. Evet bir te'sis-i niyet vardır; bir de tashih-i niyet; birincisi, daha işin başında, olması lazım geldiği şekliyle niyet edip Allah'ın rızasını gözetme; ikincisi ise, başlangıçtaki gaye ve hedef ne olursa olsun, işin hakikatini öğrendikten sonra niyeti düzeltip masivâdan sıyrılarak rıza-yı ilahîye yönelmedir. B azı amellerde te'sis-i niyet şarttır ve o amelin mebdeinde niyet lazımdır. Mesela, bir insan niyet etmeden namaza durup da kavmeden veya rukûdan sonra "niyet ettim şu namazı kılmaya" dese, o namaz sahih olmaz. İstidradi olarak şunu da ifade etmeliyim ki, niyet kalbin amelidir. İnsan diliyle birşey söylerken kalbinden başka birşey geçiriyorsa, niyet, dilinin dediği değil, kalbinin meşgul olduğu şeye göre gerçekleşmiş olur. Dolayısıyla niyeti kalbinden yapan, niyetinde mutlaka isabet eder; fakat diliyle bir şeye niyet ettiğini söyleyen kimsenin kalbi başka birşeyle meşgulse o insan niyetinde isabet edememiş olabilir. Evet, niyet namazın şartlarındandır; o şart yerine gelmeden namaza başlanmış olmaz; namaz gibi ibadetlerin daha başlangıcında niyet şarttır, bunları eda edebilmek için te'sis-i niyet gerekir.

Bazı ameller de vardır ki, onların mebdeinde niyet şart değildir; onlar için tashih-i niyet de makbuldür. Mesela, bütün kaza, keffaret ve mutlak adak oruçları için niyetin geceleyin veya ikinci fecrin başlangıcında yapılmış olması ve bu oruçların niyette tayin edilmesi şarttır. Bunlar için fecirden sonra niyet edilirse veya hangisinin tutulacağı kalb ile tayin edilmezse, bu oruçların tutulmaları sahih olmaz. Fakat, Ramazan orucu, tayin edilmiş adak ve mutlak nafile oruçlar için niyetin vakti, yiyip içmek gibi orucu bozan haller bulunmadığı takdirde kaba kuşluğa kadar devam eder. Yani, birincisinde niyet etmek için ancak fecrin başlangıcına kadar bekleme izni varsa da, ikincisinde kuşluk vaktine kadar uzanan bir süre içerisinde niyet etmek mümkündür.

Ayrıca, bazı ibadetler belli vakitlerle sınırlandırılmıştır. Güneş doğ­duktan sonra kılınan sabah namazı ancak kaza olarak değer­lendirilir, "edâ" yerine geçmez. Arafat'ta birkaç saat içerisinde yapılması gereken "vakfe", o vakit geçtikten sonra bir sene orada beklense de gerçekleşmiş olmaz. Bazı ameller de vardır ki, ne zaman yapılırsa yapılsın makbuldür; onlar için belirli bir zaman tayin edilmemiş, onlar tesbit edilen bazı vakitlerle sınırlandırılmamıştır. Kur'ân her zaman okunabilir. Sadaka ve zekât her zaman verilebilir.

İşte, hicret de böyledir. Bir insan hayatı boyunca ne zaman Allah'ın rızasını ve Rasûlü'nün şefaatini gözeterek i'la-yı din uğrunda göç ederse etsin, o muhacir olarak değerlendirileceği gibi, başlangıçta hicret niyeti taşımasa da sonradan niyetini tashih eden kimseler de –inşaallah- muhacirler safında sayılacaklardır. Mesela, bir insan, bir iş için buraya gelmiş olsa, Amerika'da bir mağazalar zinciri kurmak veya bir sanayi tesisi açmak ya da bir gazete çıkarmak için burada bulunsa; fakat, bir müddet sonra, "İşin doğrusu, bunca meşakkat, bunca sıkıntı sadece bu dünya için çekilmez; ben karışık bir niyetle geldim ama niyetimi yeniliyor ve düzeltiyorum. Allah'ın izin ve inayetiyle burada kaldığım sürece kendi kültürüm adına iyi bir temsilci olmaya çalışacağım. Çevremdeki arkadaşlarla temasa geçecek ve kendi manevi değerlerimizin bir mümessili olarak onlarla el ele vereceğim" dese, bu şekilde niyetini yenilese –inşallah- o da muhacirînden olur. Zannediyorum, hicret emredilmeden evvel Medine'ye gönderilen insanlar da bu kategoride mütalaa edilebilir. Mesela, Mus'ab bin Umeyr (ra) Medine'ye giderken tamamen irşad niyetiyle yola çıkmıştır, çünkü o gün henüz hicret emredilmemiştir.

Bu açıdan, vatanından ne zaman ayrılmış olursa olsun, bir insan buraya okumak ve kariyer yapmak için gelmiş olsa veya bir iş kurma niyetiyle ya da başka bir vesileyle yolu buralara düşse de , fani şeyler için bu gurbete katlanmanın bir düşünce kayması olduğunu anlar ve "Ashab efendilerimiz, başkalarının kapısına ancak ve ancak ilâ-yı din için gitmişlerdi. Ben her ne kadar başka niyetlerle gelmiş olsam da, tashih-i niyet ediyor ve söz veriyorum; artık, buralarda elde ettiğim birikimimle ülkeme döneceğim ya da bir mum yakmak için bir başka beldenin yolunu tutacağım âna kadar, ben burada aynı zamanda dinî ve millî değerlerimizin temsilciliğini de yapacağım." derse –inşâallah– hicret ufkunu yakalama yoluna girmiş olacaktır.

Soru: Peygamber Efendimizin hicreti aynı ülke içindeki bir şehirden diğerine, Mekke'den Medine'ye göç şeklinde gerçekleşmişti. Günümüzde de aynı ülkenin bir ilinden diğerine, mesela Konya'dan İzmir'e giden bir insanın göçü hicret sayılır mı?

Cevap: Peygamber Efendimiz, "Gerçek muhacir, günahlardan hicret eden, Allah'ın yasak ettiği şeylerden uzak kalan kimsedir" buyurur. Bundan dolayı, hicret gibi çok muhtevalı bir hususu dar bir açıdan yorumlamamak gerekir. Evet, günahları terk etmekten kıyamete kadar cereyan edecek olan hak yolundaki yolculuklara kadar bütün mukaddes göçler hicret çerçevesinde değerlendirilebilir. Zaten, i nsan önce nefisten rûha, cismânî hayattan kalb ve rûhun derece-i hayatına uzanan çizgide bir hicret yaşar. Kalbinde böyle bir yolculuğu hissetmeyen bir insanın hicretin ne olduğunu tam olarak anlaması mümkün değildir. Dolayısıyla, en büyük muhacir günahlardan uzaklaşan ve Allah'ın yasakladığı şeylere girmenin muhtemel olduğu yerlerden ayrılıp helallere açık atmosferlere giden kimsedir. Böyle bir hicret de kalble alakalıdır ve nerede olursa olsun, dünyanın her yerinde bu tür bir hicretin kahramanı olmak herkes için mümkündür.

Ayrıca, halis bir niyetle hicrete kilitlenen ve bu hususta fiilî hazırlık yapan insanlar bir başka beldeye gitme fırsatı bulsalar da bulamasalar da –inşaallah- muhacirlerle aynı safta yer alırlar. Nitekim Peygamber Efendimiz, "Sadakatle ve samimi bir kalble şehitlik isteyen, yatağında ölse bile şehittir." buyurmuşlardır. Önemli olan gidilen mesafeler değil, niyette yörüngeyi bulmaktır.

Eğer bir insan, "Rabbimin rızası yolunda olayım da nerede bulunursam bulunayım. Bana, Türkiye'de ya da başka bir ülkede, nerede bir vazife terettüp ederse etsin gönül hoşnutluğuyla koşa koşa giderim." duygusuyla yaşıyorsa, öyle bir vazife ömür boyu ona terettüp etmese bile, o insan –inşaallah- ötede muhacirlerle beraber haşrolur. Çünkü önemli olan niyettir ve hicret duygusunun kalbde yer etmesidir.

Hazreti Ebu Bekir, hicret müjdesini almak için aylarca beklemiştir. Hatta, yolculuk sırasında kullanmak üzere özel develer satın almış, onlara ihtimamla bakmış, Peygamberimiz "Allah Teala, hicret izni verdi; ben de seni beraber götürmek için geldim" deyince sevincinden hıçkıra hıçkıra ağlamıştır. Hazreti Aişe der ki, "O güne kadar, sevincinden ağlayan insan görmemiştim. Fakat, o gün babam sevincinden hüngür hüngür ağladı ve ‘Ey Allah'ın Rasûlü, şu iki deveyi bunun için hazırlamıştım.' dedi."

İşte Hazreti Ebu Bekir'in niyeti gibi bir niyet taşıyan insan nerede olursa olsun muhacir sayılır. O sürekli hicret adına bir fırsat doğmasını bekler; bu bekleyişini de donanımlı bir mü'min olmak ve bulunduğu yerde de insanlık için vazife yapmak adına hayırlı işlerle değerlendirir. Takdir-i ilahi onun önüne Erzurum'u, Edirne'yi, İzmir'i veya Türkistan'ı, Afrika'yı, Güney Amerika'yı da çıkarsa hakkındaki takdire razı olur ve memnuniyetle gider. Böylece hem hicret sevabı hem de takdire rıza sevabı kazanır. Evet, anlatmaya çalıştığım hususların hepsi bugünün nesilleri için mümkündür. Yapılması gerekli olan iş, bilimkan olan bu şeyleri bilfiil haline getirmek, -günümüzün ifadesiyle- pratiğe dökmektir.

Hikmet-Hizmet Münasebeti

Soru: Kur'an-ı Kerim'de, pek çok hayrın vesilesi olduğu vurgulanan "hikmet" kavramı hangi manaları ifade etmektedir? Hikmet açısından iman ve Kur'an hizmetini değerlendirir misiniz?

Hikmet; faydalı ilim, irfan, herkesin bilmediği gizli sebep, fıkıh, felsefe, yaratılıştaki ilâhî gaye, sebeplerin ruhunu kavrama, eşyanın perde önü ve perde arkasına ıttıla, ibret almayı gerektiren herhangi bir söz, güzel huy, herkesin faydasına olan hizmet, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir iş, sünnet-i seniyye, din, Kitap gibi... pek çok manalara gelmektedir.

Hikmetin Tarifleri

Kâinat kitabını iyi okuma, fizikle beraber metafiziği ve maverâ-i tabiatı hesaba katma, teşriî hükümlere riâyetin yanı başında tekvinî emirleri de göz önünde bulundurma, bir yandan Cenâb-ı Hakk'ın mâhiyet-i eşyaya yerleştirdiği maslahatları, diğer taraftan da dinin özündeki gayeleri kavramaya çalışma... gibi hususlar da hikmetin farklı yanlarını ifade etmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de, hikmet kelimesiyle genel olarak, nasihat ve öğüt, ilim ve irfan, vahiy ve peygamberlik, Kur'an'ın incelikleri ve ilâhî sırlar kastedilmiştir.

Hayatı, Sünnet programlı götürmeye çalışmak.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa kaçmayıp dinin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesine uygun davranmak.. ifrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidali korumak.. da hikmetin çerçevesine dahildir.

Nitekim, akıl gücünün vasat (itidâl) mertebesi, hikmet tabiriyle ifade edilegelmiştir. Kuvve-i akliye'nin ifrat (aşırı) hâline, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme manasında "cerbeze"; tefrit durumuna, hiçbir şeyi doğru-dürüst anlayamama, en basit şeyleri dahi idrak edememe anlamında "gabâvet" ve "hamâkat"; mûtedil olanına da, eşya ve hadiseleri güzelce değerlendirip, lehte ve aleyhte olması muhtemel bulunan şeyleri birbirinden ayırabilme keyfiyetinin unvanı olarak "hikmet" denmektedir.

Ayrıca, meselenin hem nazarî hem de amelî yanlarını ihtiva edecek şekilde hikmeti "hayırhahlık" olarak tarif etmek de mümkündür. "İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve mev'ize-i hasene ile davet et!.." (Nahl, 16/125) meâlindeki âyet de bu anlamdaki hikmeti hatırlatır. Evet, gönlünden diline hikmet akan bir insan, kimsenin dikkatini çekmeyen incelikleri görür, başkalarının sezemediği hakikatleri dile getirir ve kimsenin söylemediği sözleri söyler. Söyler ve dudaklarından dökülen herbir cümle bir muhtacın derdine derman olur.

İslâm âlimleri, hikmetle alakalı çok farklı tarifler yapmışlar ve onun onlarca değişik manasını nazara vermişlerdir. Aslında, bu tariflerin herbiriyle hikmetin bir yanını dile getirmişlerdir. Fakat, çoğunluk itibarıyla, hikmeti "faydalı ilim ve salih amel beraberliği" şeklinde yorumlamışlardır.

Ehl-i Hikmet ve Mertebeleri

Varlık ve hâdiseleri iyi okuyup isabetli yorumlayarak insan, kâinat ve ulûhiyet hakikati arasındaki dengeyi koruyan, ileri görüşlü, derin düşünceli ve basiret sahibi kimselere "hakîm" denilegelmiştir. Hakîm, meselelerin iç yüzlerini bilen, ledünniyâta vâkıf bulunan, hemen her hadiseyi metafizik buuduyla kavrayan, stratejik olan ve hep planlı-programlı hareket eden demektir. Hikmetin kaynağı, büyük ölçüde vahiy ve ilhamdır. Bu açıdan da, peygamberlerin ve derecesine göre diğer mürşitlerin birer hakîm oldukları söylenebilir. Bu ismin aynı zamanda tabib, hekim ve doktor manasına gelmesi de manidârdır; zira, Hak dostları, kendilerine sığınan kalb hastalarını ve iç içe buhranlarla kıvranan kimseleri ruhânî devalarla, ilahî ilaçlarla tedavi eder ve ellerinden geldiğince onların gönül hayatlarını çirkin ahlakın virüslerinden temiz tutmağa çalışırlar.

Şu kadar var ki, hikmete mazhariyetin de kendine göre derinlikleri söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'a karşı saygı hisleriyle dopdolu olarak her zaman ümit televvünlü bir korku içinde bulunmak demek olan haşyet, her türlü hikmetin temelidir. Çünkü, Allah haşyetiyle dolu olan bir kul, her adımını Allah'ı görüyor olma mülahazasıyla ya da en azında her zaman O'nun tarafından görüldüğü şuuruyla atacaktır ki, böyle bir çizgi faydalı ilim ve salih amel beraberliği dediğimiz hikmetin esasını teşkil eder. Fakat, yine de bu seviyedeki bir hikmet anlayışına ancak tek buudlu, "müfret hikmet" denebilir. Bunun bir adım ötesinde, kâinat kitabını dikkatlice okuyarak haşyet duygusunu daha da derinleştirme, sebeplerin ruhunu idrak etme ve fizikle beraber metafiziği de değerlendirme gibi hususları içeren "muzaaf (katlanmış) hikmet" diyebileceğimiz mertebe gelir.

Bir de "mük'ab hikmet" sözüyle ifade edebileceğimiz çok buudlu bir hikmete mazhariyet vardır ki, bu seviyenin eri olan bir insan, ifrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip her zaman itidali korur, sürekli hem teşriî hem de tekvinî emirleri gözetir. Eşya ve hadiseleri Yaratıcı Kudret'in vaz'ettiği çerçevede değerlendirir; neyin ne olduğunu, onun hakikat-ı nefsü'l-emriyesi (her nesnenin hakikati) açısından ele alır; cüz-küll bütün varlığı, her şeyin birbiriyle muvazenesi ve Hâlık'la münasebeti zaviyesinden yorumlar. Sebeplere asla te'sir-i hakikî vermez ama esbab dairesinde yaşadığı için de bir Peygamber sünneti olarak kabul ettiği sebeplere tevessülde de kusur etmez. O, her şeye daha bütüncül bir nazarla bakar. Dünle beraber bugünü, bugünle beraber yarını görür, planlarını ona göre yapar. Kafasında her zaman en az bir yirmi beş sene döner durur. Ortaya koyduğu/koyacağı faaliyetleri sosyal bilimlerin süzgecinden de geçirir; yerine göre, sosyolojinin, psikolojinin, ekonominin kaidelerini de kullanır. Kendi milletinin imkanlarını nazar-ı itibara alır, hasım cephelerin güç ve kuvvetlerini, kin ve nefretlerini de hesaba katar ve bu hesap istikametinde projeler geliştirir; böylece, –Allah'ın inayetiyle– ne yapıp eder, bir muhalif rüzgarla arkadan gelenlerin kuvve-i maneviyelerinin yıkılıp gitmesine, millet ruhunun hüsran ve hizlan yaşamasına fırsat vermez.

Evet, hikmete mazhariyetin de kendine göre bazı derinlikleri vardır. Dolayısıyla, bütün mü'minler bir ölçüde hikmetten nasipdâr olmuşlardır, ama bazı Hak dostları hep Hakîm ism-i şerifinin şuaları altında yaşayarak hikmet burcunun zirvesini tutmuşlardır.

Hizmetin İlkleri ve Hakîm İsminin Tecellisi

Bediüzzaman hazretleri, iman ve Kur'an hizmetinin yörüngelerinden birisi olarak hikmet üzerinde durmuştur. Kendisi de Hakîm ismine mazhar insanlardan biri olmuştur. Her şeyin hakikatini bilen, her şeyi yerli yerinde vaz'eden, her zaman ve her yerde kulların yararına olacak şeyleri yaratan Hakîm-i Mutlak'ın hikmet tecellileri sayesinde, Nur Müellifi de, Kur'an-ı Kerim'i selef-i sâlihînin usullerine uygunluk içinde ve çağın idrakine göre yeniden yorumlamış, imanî meseleleri günümüzün üslubuyla ele almıştır. Hem engin bir vicdan eri, derin bir aşk ve heyecan timsali olan hem de fevkalâde dengeli, çağdaşlarının çok önünde ileri görüşlü davranan ve büyük projeler üretebilen Hazreti Üstad, ibadet ü taat ve muamelâttan irşad ve nasihat adına ortaya koyduğu yepyeni metodlara, hizmetle münasebeti ölçüsünde siyasi umurla alakadan idarecilere rehberliğe kadar çok geniş alanda düşünmüş, yazmış, mücadele vermiş ve hayatın bütün üniteleriyle meşgul olmuş, toplumun bütün fakültelerinde umûmî bir dirilişin planını yapmıştır.

Baştan bu yana arz ettiğim konular açısından, Bediüzzaman'ın ve onun etrafında hâlelenip "hizmetin ilkleri" olma şerefine ermişlerin i'la-yı kelimetullah adına ortaya koyduklarına bakılırsa, onların hakikaten hikmet verilmiş ve pek çok hayra erdirilmiş müstesnâ insanlar oldukları görülecektir. İlk günden bu yana iman ve Kur'an hizmetinin seyri dikkatlice takip edilirse, hep binlerce hikmeti bağrında saklayan bir şehrahta yol alındığı müşahede edilecektir. Kısaca değinmeye çalıştığım üzere, hikmetin tariflerini birer birer ele alarak, bu iman yolunun hikmet televvünlü hususiyetlerini tek tek saymak da mümkündür; ne var ki, böyle bir çalışmanın ancak mustakil bir kitapla yapılabileceği de aşikârdır. Bu itibarla, şimdilik meseleyi genişçe ele almayacak olsam da, bir fikir vermesi için çok önemli gördüğüm üç hususu hatırlatmak istiyorum:

1) Kötülükleri gidermenin ve iyilikleri elde etmenin söz konusu olduğu her işte hikmet manası vardır. İnsanlık için fayda getirecek faaliyetlerde bulunmak, bozulanı onarmak, yıkılanı tutup kaldırmak, hep ıslahçı olmak ve her şeyin yaratılış gayesine uygun şekilde devamını sağlamak hikmetin önemli bir derinliğini teşkil eder. İşte, iman hizmeti ilk günden itibaren hep bu çizgide götürülmüştür.

Evet, Nur Müellifi ve etrafındaki yüce kâmetler, milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı, içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ve dünya çapında ifritten hadiselerin cereyan ettiği bir dönemde, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan ve sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan birer hekim olmuşlardır.

Çağı İyi Okumak

2) Islahçı olmak, Kur'an talebesinin şiarı ve vazifesidir; fakat, en az bu vazife kadar onu eda ederken uygulanacak metodların ve öncelikli olarak ele alınacak meselelerin tesbiti de ehemmiyetlidir. İşte, bu noktada işin içine çağı çok iyi okuma mevzuu girer. Çağı iyi okumak, tekvinî emirleri okumaktan daha farklı bir konudur. Bu konu, değişik toplumları yeterince tanımakla, yeryüzüne hâkim milletlerin planlarını gayet iyi bilmekle, dönemin fen ve tekniğini hayır istikametinde kullanabilme istidadına sahip olmakla ve asrın hastalıklarını tam olarak teşhis edip onlara uygun tedavi çareleri geliştirmekle alakalı bir husustur.

Bugünü değerlendirmek ve aydınlık yarınlara ulaşmak isteyenler, mutlaka zamanın gerçekleri ve hayatın çağlayanları ile kendi irade, sa'y ve gayretleri arasındaki âhengi yakalamak mecburiyetindedirler. Aksine, kâinattaki umûmî cereyana karşı direnmeleri, onların mahvolup gitmelerini netice verir. Dünya başını almış bir yerlere giderken, bir toplumun kendi dar kabuğuna çekilip inzivâya dalması kendi idam fermanını imzalaması demektir. Bu açıdan da, hayatını iman hizmetine adamış insanlar, içinde bulundukları çağın şartlarını çok iyi bilmeli; bu asrın vâridat, mana ve yorumlarıyla mutlaka tanışmalı, barışmalı ve uzlaşmalıdırlar.

Evet, mesela 11. ya da 12. asırda yaşayan bir müceddidin, Hazreti Alîm ü Hakîm'in eczahane-i kübrâsından alıp insanların dertlerine deva olarak sunduğu hakikatler de çok önemlidir. Öz ve esas itibarıyla, o devirde ortaya konan bir reçetenin daha sonraki dönemlerde de istifadeye medar olması her zaman muhtemeldir. Ne var ki, her döneme has bazı hastalıkların ve çözüm bekleyen bir kısım yeni problemlerin mevcudiyeti de şüphe götürmez bir gerçektir. Ayrıca, çeşitli ilim sahalarında katedilen mesafelerin her geçen gün daha zengin yorumlar ortaya koyma fırsatı verdiği de bir hakikattir.

İşte, Bedîüzzaman'ın hemen bütün eserleri ve faaliyetleri, içinde doğmuş olduğu çağ zaviyesinden ve yorumlanmaya açık bazı meseleleri yorumlama açısından o uğurda harcanmış ciddî bir gayretin sonucudur. O, içinde yaşadığı toplumun dertlerini teşhis ederek onlara karşı reçeteler sunmuştur. Bunu yaparken, tabii ki seleflerinin tecrübe ve müktesebâtından istifade etmiştir; fakat, sadece kuru taklide takılıp kalmamış, bütün meseleleri bir de kendi dönemi zaviyesinden değerlendirmiştir. Seleflerinin esrâr-ı Uluhiyet ve esrâr-ı Rububiyet adına gösterdikleri ufuklara bakıp şahlanmış, kanatlanmış; meselelere kendi zamanının idrak seviyesinin çok üstünde bir bakış açısıyla yaklaşmış; fizik, kimya, biyoloji, zooloji ve antropoloji gibi müsbet ilimleri de yine kendi davasını isbat istikametinde kullanmış ve her gün biraz daha gelişen bu ilimler zaviyesinden meselelere bakıp şimdilerde çok daha yeni şeyler söyleme adına arkadan gelenlere bambaşka kapılar aralamıştır.

Bu itibarla da, dünden bugüne iman ve Kur'an hizmeti çağın çok iyi okunmasına bağlı ve zamanın şartlarına uygun bir yolda devam edegelmiştir ki, bu husus da hikmete mazhariyetin mühim bir yanıdır.

"Bende Bu Ümit Oldukça..."

3) Hikmete mazhariyetin bir neticesi olarak, ıslah azmi içinde bulunmak ve bu gayeye matuf çağı iyi okumak şeklinde serdettiğimiz iki esas meseleyi, teşhisi yapılan hastalıkları tedavi ederken şartları ve konjonktürü nazar-ı itibara alma, hizmet üslubunu güzelce belirleme, mebde ve müntehâya bütüncül bir nazarla bakma ve asla acelecilik yapmama gibi hususlar takip eder.

Her şeyden önce hep hatırda tutulmalıdır ki, iman hizmeti insana yapılan bir yatırımdır ve böyle bir yatırımın geriye dönmesi belki bir asır alır. Şayet, yapacağınız bir işi insana bağlı götürecekseniz, mesela özüne, asıl kimliğine, dinî ve millî kültür mirasına ve evrensel insanî değerlere bağlı bir nesil yetiştirmek istiyorsanız, gerekirse bir yüz seneyi nazar-ı itibara almalı, plan ve programlarınızı ona göre yapmalı, mukavemetinizi ve metafizik geriliminizi gözden geçirmeli ve hâlâ Süleyman Nazif gibi, "Bu ümit benimle olduğu müddetçe üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene beklerim!" diyebilecek kadar kendinizi azimli ve kararlı hissediyorsanız, işte o zaman ilk adımı atmalısınız.

Evet, iman hizmetinin mebdeinde böyle bir ümit ve azim, o denli bir inanmışlık, derin bir mesuliyet duygusu, takdire şâyân bir vazife şuuru ve harikulâde bir sabır vardır. Öyle ki, Bediüzzaman hazretleri, büyük bir karamsarlık içinde bulunan ve kendisinin ümitle alakalı sözlerine kulak vermeyen bazı muasırlarına, "İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım: Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz." sözleriyle seslenmiş ve belki elli-altmış sene sonra gelmesini beklediği Kur'an talebelerinin toprağın bağrına atılan tohumlar gibi bir gün mutlaka sümbül vereceğini dile getirmiştir.

Onun etrafındaki altın zincirin herbir halkası da, Üstad'ın sözlerine, verdiği müjdelere, hizmetlerinin istikbalde hendesî olarak genişleyeceğine ve emeklerinin kat'iyen zayi olmayacağına cân u gönülden inanmışlardır. İnanmış ve evlerini matbaa haline getirmiş, kadın-erkek, genç-ihtiyar ellerine birer kalem alıp nur katipleri haline gelmişlerdir. Ciddi bir hesapla ve hizmet matematiğine çok vakıf bir sabır ve tennî ile, satır satır, sayfa sayfa mektuplar yazıp dört bir yana neşretmişlerdir. Sürgünde, hapishanede ve hatta savaş meydanında bile hiç durmamış; yazmış, çoğaltmış, mümkünse elden ele dağıtmış ve sürekli iman hakikatlerinin tercümanlığını yapmışlardır. İşte, onların bu fedakarlıkları ve vesile oldukları hayırlı hizmetler dikkatle ele alınınca açıkça görülüyor ki, onlar Cenâb-ı Hak nezdinden hikmete ve dolayısıyla da pek çok hayra mazhar olmuşlardır.

"Nerede hikmet, nerede ben?"

Zaten, soruda îmâ ettiğiniz ayet-i kerimede, Hakîm-i Mutlak, mealen, "Allah hikmeti dilediğine verir; kime de hikmet verilirse, ona bol bol hayır verilmiş demektir. Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri düşünür ve anlarlar." (Bakara, 2/269) buyurmuştur. Sebepler planında, hikmete ermenin başlangıcı tefekkürdür. Kur'an talebeleri için mühim bir esas olan tefekkür ise, selim akıl ve selim kalb ile olur. Aklını ve kalbini heva ve heveslerine kaptıranlar kendi vicdanlarının sesini duyamaz, dış dünyada olup biten ibretli hadiseleri düşünüp anlayamazlar. Zira, gerçekleri anlamak için "ulü'l-elbâb" denilen tam akıllılardan, akl-ı selime sahip bulunanlardan olmak lazımdır. Esasen, söz konusu ayette de basiret sahipleri ya da akıl sahipleri denilmemiş, "Bunu lüb sahibi (üstün anlayışlı) olanlardan başkası anlayamaz." şeklinde "lüb" tabiri kullanılmıştır. Bu ifadeyle selim akla, aklın özüne, latife-i Rabbaniyeye, belki onun daha derin bir buudu olan sır ufkuna veya onun da ötesinde sayılan hafî ve ahfâ latifelerine işaret edilmiştir.

Diğer taraftan, "hizmetin ilkleri"ni muzaaf ya da mük'ab hikmet mertebelerinin kahramanları olarak zikrettikten sonra, bugün iman ve Kur'an hizmetine gönül veren insanların da, değişik seviyelerde de olsa, hikmete ve çok hayra mazhar oldukları söylenebilir. Evet, günümüzün kendini beşerin ebedî saadetine adamış bahtiyar ruhları da bir ölçüde Hakîm isminin tecellilerine mazhardırlar. Senelerden beri hiç tavır değişikliğine girmeyen ve aktif sabırla daire içindeki yerini hep muhafaza eden gönül erleri de hemen her adımlarını pek çok hikmete mebnî atmaktadırlar. Şahs-ı manevî hakkında böyle düşünmek, hem mü'minin şiarı olan hüsn-ü zannın gereğidir hem de cemaatin yanılmazlığına bağlı bir mülahazadır.

Bu açıdan, şahs-ı manevî hakkında hüsn-ü zan etmek bir esastır ama her ferdin kendi hakkında "Nerede hikmet, nerede ben?" demesi de yine Kur'an hizmetinin bir düsturu olan "kendini nefy" hakikatine bağlı bir düşüncenin terennümüdür. Evet, insan kendisine sorgulayıcı ve muhasebe ağırlıklı bir nazarla bakmalıdır; en güzel işlerini bile bulandırdığı, pek çok hata ve günaha girdiği endişesini taşımalıdır. Duygu ve düşünce istikametini koruyamadığı için, bazen hak ve hakikatleri anlatırken hiç farkına varmadan kendisini anlatmış, kimi zaman Kur'an okurken esas kendi canına okumuş ve hatta namaz kılarken kendi cenaze namazını kılmış olabileceğini düşünmeli ve müflis bir insan olarak ötelere gitmekten çok korkmalıdır. İşin içine nefsini ve beklentilerini karıştırdığı için cihad meydanından cehenneme yuvarlanan, Allah yolunda verdiğini iddia ettiği malı "görsünler" ve "desinler" düşüncesiyle boş yere tüketen ve aslında Cenâb-ı Hakk'a yaklaştıran ilmi kibir ve gurur sâikiyle bir uzaklık sebebine çeviren kimselerin çirkin akıbetlerinin bizzat Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz tarafından anlatıldığını hep hatırda tutup nefis ve şeytanın tuzaklarına karşı teyakkuzda bulunmalıdır. Bulunmalı ve ortaya konan hizmetlerin hiçbirinde nefsine en ufak bir hisse ayırma duygusuna girmemelidir.

Vakıa, bir insan hakikaten kendisine hikmet ve çok hayır verilmiş biriyse, o nimeti görmezlikten gelmesi nankörlüktür; kendinden bilip nefsine mal etmesi ise, gurur, kibir ve fahr olur. Bu iki tehlikeden de kurtulmanın yegane çaresi, Üstad'ın ifadesiyle, "Evet, bu libas bana yakıştı, güzel oldum ama güzellik cübbeye ve onu giydirene ait." demek suretiyle nimetin çehresinde Nimeti Veren'i görmek ve şükür hisleriyle Mün'im-i Hakiki'ye yönelmektir.

Sözün özü; biz, her dönemde dine ve imana hizmet edenlerin hikmete ve büyük hayra mazhar olduklarına inanır ve şahs-ı manevî hakkında hep bu hüsn-ü zannımızı seslendiririz. Ne var ki, kendi şahsımız hakkındaki mülahazalarımızın şu çizgide kalmasına da dikkat ederiz: "Bana hikmet verilmiş olduğunu zannetmiyorum; ara sıra isabetli işler yapıyor gibi olsam da onların birer istidrac olmasından endişe ederim. Fakat, Allah'a hamd ü senâ olsun ki, mücrim olsam bile, Cenâb-ı Hak beni de hikmetli insanların meclisine dahil eylemiş, böyle nuranî bir kafilede bana da yer vermiş. Belki hâlâ koridoru geçemedim, harem dairesine giremedim; ama hikmetli bir heyetin bulunduğu binanın dışında da değilim; dahası salondakilerin seslerini duyuyor ve müteselli oluyorum. Burada, bu ölçüde de olsa ehl-i hikmetle beraberim; ihtimal Hazret-i Rahîm ötede onlara "Girin selametle Cennete!" derken, bana da "Layeşkâ celisühüm – Kur'an talebeleri öyle salih kullardır ki, onlarla oturup kalkanlar asla tali'siz olmaz ve ebedî hüsrana uğramazlar" fermanıyla teveccühte bulunur. Burada ayırmadığı gibi, ötede de arkadaşlarımdan ayırmaz ve onların önünde beni mahcup etmez."

Hillet Mesleğinin Esasları

Soru: Bediüzzaman Hazretleri, “Mesleğimiz ‘Haliliye’ olduğu için meşrebimiz ‘hıllet’tir.” buyuruyor. (Lemalar, s. 162) Mesleğimizin, Halilullah (Allah’ın Dostu) ünvanına sahip Hz. İbrahim’le (aleyhisselam) irtibatı hangi yönlerden değerlendirilebilir?

Cevap: Allah Teâlâ, Nahl sûresinde şöyle buyuruyor: ثُمَّ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ أَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ “Sonra Sana şöyle vahyettik: İbrahim’in hanif yoluna uy. O hiç Allah’a şirk koşmadı.” (Nahl sûresi, 16/120) Bu âyet-i kerime, Hz. İbrahim’e ittibaın çok önemli olduğunu gösteriyor. Nitekim bir seferinde İnsanlığın İftihar Tablosu’na “Ey Allah’ın halîli (dostu).” denildiğinde, “Hayır, o İbrahim’dir.” buyurmuştu. (Buhârî, enbiyâ 19) Başka bir gün “Efendimiz” manasına “Seyyidünâ” ile kendisine hitap edilince O yine, “Seyyidimiz İbrahim’dir.” diyerek bu pâyeyi ona vermiştir. (Buhârî, fezâilü’s-sahabe 5)

Hanif Olma

Burada Hz. İbrahim veya onun yolu “hanif” olarak isimlendirilmiştir. Hanif ise şirkin en küçüğünden bile fersah fersah uzak durma demektir. Hiç şüphesiz şirkten uzaklığın da dereceleri vardır. Haniflikten anlaşılan ilk mana, insanın Allah’ın dışında hiçbir ilaha tapmaması, hiçbir varlığı Allah yerine koymaması ve bütün putlardan uzak durması demektir. Bir ileri derecesi, insanın duygu ve düşüncelerini şirk işmam eden her şeyden uzak tutması ve bütünüyle tevhide yönelmesidir.
Bu işin daha ileri bir derecesi ise insanın, hanif olma duygusunu bütün tabiatına mâl etmesi, onu tabiatının sesi soluğu hâline getirmesidir. Buna muvaffak olan, şirk sayılabilecek en küçük şeyler karşısında bile fıtrî olarak tepki vermeye başlar. Mesela birisi onun yanında, yapılan güzel amelleri sahiplenmeye kalkacak olsa o, bunu, Cenâb-ı Hakk’ın icraatına ortak çıkma olarak görür. Aynı şekilde, yapılan hayırlı işleri başkalarına duyurmaya ve göstermeye çalışma da onun nazarında şirktir; alkış ve takdir peşinde koşmak şirktir; salih amel adına yapılan güzel işlerin karşılığını dünyada beklemek şirktir. Hakikî bir mü’mine düşen, bütün bu şirklerden uzak durmaya çalışmaktır.
  Kunut
Soruda bahsedilen diğer âyet-i kerime ise şu şekildedir: إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتًا لِلَّهِ حَنِيفًا وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكِينَ “Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaat üzere bulunan tek başına bir ümmet idi. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.” (Nahl sûresi, 16/120) Kunut, Cenâb-ı Hak karşısında el pençe divan durup uzun boylu kıyamda bulunma, kemerbeste-i ubudiyet içinde O’na ibadet etme ve O’na boyun eğme demektir. Bu yönüyle Hz. İbrahim, tam bir (kunut insanı manasına) kânitti. Fakat Hz. İbrahim’de çekirdek hâlinde bulunan bu haslet, Efendimiz’le birlikte bir ağaca dönüşmüştü. Zira Hz. Aişe’nin naklettiğine göre O (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazda ayakları şişinceye kadar kıyamda duruyordu.

O Tek Başına Bir Ümmetti

Öte yandan Hz. İbrahim’in tek başına bir ümmet olduğu ifade ediliyor. Demek ki onun himmeti herkesi kucaklamaya yetecek kadar âli idi. Himmeti böyle yüksek olan bir insanı tek bir fert olarak görmek doğru değildir. Hz. İbrahim, bir insan olsa bile o, bütün insanlığı kucaklama azmi, cehdi ve gayreti içindeydi. Onun öyle engin bir sinesi vardı ki, oraya giren hiç kimse ayakta kalma endişesine kapılmazdı.
Hz. Pir de, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” sözüyle bu hakikate işaret eder. Zira himmeti milleti olan bir insan, kendi için yaşamıyor demektir. O, dünyevî her türlü zevk u sefayı ayaklarının altına almıştır. Evliya veya asfiyadan olma gibi manevî makamlar elde etmenin de onun nazarında çok bir ehemmiyeti yoktur. Zira onun asıl derdi ve yegâne maksadı, insanlığın salah ve kurtuluşudur. İşte bu derece insanlığı ve hususiyle millet-i İslâmiye’yi düşünen bir insan tek başına bir millettir. Hiç kimse olmasa dahi o, matmah-ı nazardır. Allah, mahlûkata onunla bakar ve bazen böyle bir kişinin yüzsuyu hürmetine bütün insanlığı bağışlayabilir. Böyle bir payeyi elde etmenin yanında dünyevî makamların ne ehemmiyeti olur ki!

Hilm

Hûd sûresinde yer alan, إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُنِيبٌ (Hûd sûresi, 11/75) âyet-i kerimesinde ise “kânit” ve “hanif” sıfatlarının yanı sıra Hz. İbrahim’in aynı zamanda “halim, evvâh ve münib” olduğu ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimelerde Hz. İbrahim’in sahip olduğu güzel hasletleri zikretmek suretiyle, Allah Resûlü’ne ve onun zımnında bütün mü’minlere niçin Hz. İbrahim’in yoluna uymaları gerektiğini de izah etmektedir.
Âyet-i kerimede yer alan hilm, öfke ve kızgınlığa sevk eden durumlar karşısında hemen feverana kapılmama ve engin bir hazım sistemiyle, maruz kalınan olumsuzlukları hazmedebilme demektir. Zira sahibine muvakkat bir cinnet hâli yaşatan öfke ve hiddet, hilm ile dengelenmez ve yumuşatılmazsa, altından kalkılamayacak korkunç nedametler söz konusu olabilir. İnsan öfkeye kapılarak öyle yanlışlar yapar ki, daha sonra onları tamir etmeye gücü yetmez. Bu tür zorluklarla karşılaşmak istemeyen, Hz. halim olmaya mecburdur.
İnsan, bazen hazmı çok zor bir kısım problemlerle karşılaşabilir. Mesela ağır hakaretlere, iftira ve karalamalara maruz kalabilir; kendisine katlanılması çok zor zulüm ve haksızlıklar reva görülebilir. Dost bildiklerinin vefasızlığına ve hatta gadrine uğrayabilir. Bir insanın bunları hazmedebilmesi, soğukkanlılıkla karşılayabilmesi ve makul tepkiler verebilmesi gerçekten zordur. Bütün bu olumsuzlukların sindirilebilmesi için onun manevi yapısında hilm, sabır, tahammül ve af gibi enzimlerin bulunması gerekir.
Bilindiği üzere halim, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biridir. Nitekim kâfir ve müşriklerin onca küstahlık ve haddi aşmışlıkları karşısında çarçabuk cezalandırılmadıklarını ve kendilerine mehil üstüne mehil verildiğini gören Hz. Ebû Bekir, مَا أَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا “Ne kadar Halîmsin ey Allahım!” demişti. (İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/218) Bu itibarla hilmin önemli bir tezahürü de kendini bilmez zalim ve mütecavizlere hemen mukabelede bulunmamak, hatalarını fark edip geri dönmeleri için onlara süre vermektir. Bilemiyoruz belki de onca kabalık ve saldırılarına af ve mülayemetle mukabele edildiğini gören bu insanlar bir gün pişman olacak, gelip incittikleri insanlardan özür dileyecek ve daha önce taş attıklarına gül vermeye başlayacaklardır.
Allah Teâlâ, وَاِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın (daha fazlasıyla değil).” (Nahl sûresi, 16/126) dediği âyet-i kerimenin devamında, وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Ama şayet sabreder (de mukabelede bulunmazsanız) bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” buyurmak suretiyle daha faziletli olanı göstermiştir. O da, nâseza nâbeca davranışlar karşısında mukabele-i bi’l-misil ile muamelede bulunmama, dişini sıkıp sabredebilme ve olumsuzlukları hazmetmeye çalışmadır. Daha hayırlısı varken, niye berisine razı olalım ki! Bir Türk atasözünde de ifade edildiği gibi, iyiliğe iyilik her kişinin kârıdır. Fakat kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır. Er kişi olmak ve yiğitçe davranmak varken ne diye sıradan ve basit biri olmayı kabul edelim!

Evvâh Olma

Âyet-i kerimede Hz. İbrahim’in diğer bir enginliği olarak onun “evvâh” olması gösterilmiştir. Evvâh, âh u vâh edip inleyen kimse demektir. Peki, Hz. İbrahim, neyin karşısında âh u vâh ediyordu. Elbette onun inlemesi, maruz kaldığı dünyevî sıkıntılar, belâ ve musibetler yüzünden değildi. Bilâkis o, Allah haşyetinden inliyor, mağdur ve mazlumların, muhtaç ve düşkünlerin, isyan deryasına yelken açıp bir daha geriye dönemeyen günahkârların, küfür ve dalâlet gayyalarına yuvarlanan kimselerin bu durumları karşısında âh u vâh ediyordu. Âh u vâh edip onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmaya ve onlara Cennet’e giden yolu göstermeye çalışıyordu.
Başını almış Cehennem’e giden bir kişi karşısında nasıl âh u vâh edilmez ki! İnsanlığın İftihar Tablosu, miraca çıkmış, orada görülmezleri görmüş, erilmezlere ermişti. Lâhût âleminin sınırlarına ulaşmış, vücûb-imkân arası bir noktaya varmıştı. Bu, fanileri bakiden ayıran bir noktaydı. Fakat bütün bunlar O’nun gözünü kamaştırmamış, bilâkis daha fazla insanın elinden tutup onları da bu noktaya ulaştırma heyecanını, iştiyakını tetiklemişti. Bu sebeple O, ulaştığı bu noktadan dönüp geriye gelmişti. Çünkü O, yaşatmak için yaşıyordu.
Kim bilir Hz. İbrahim, kavminin dalâlet ve küfrünü gördüğü zaman ne kadar üzülüyordu. Nitekim yanına gelen melekler, Hz. Lût kavmini helâk etmekle görevlendirildiklerini söylediğinde, âdeta yanıp tutuşmuş ve meleklerle mücadele etmeye başlamıştı. (Hûd sûresi, 11/74) Kur’ân, meleklerle onun arasında geçen konuşma hakkında bilgi vermez. İhtimal ki o, cezanın kaldırılması, ertelenmesi veya hafifletilmesi yönünde isteklerini arz etmişti. Neden? Çünkü helâk edilecek kavmin gazab-ı ilâhîye istihkak kesp ettiklerini ve tepetaklak Cehenneme yuvarlanacaklarını biliyor ve gittikleri yanlış yoldan dönmeleri adına muhtemelen onlara bir fırsat daha verilmesini arzu ediyordu.
Hiç şüphesiz yolunu sapıtmışlar karşısında âh u vâh edip inleme ve onların hidayete ulaşmaları adına çırpınma, günümüzün hizmet erleri açısından da oldukça önemli bir vasıftır. Çünkü onların mesleklerinin esası, yaşatma sevdasıdır. Ba’su ba’de’l-mevt kahramanlarına düşen, füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunmak ve kendilerine rağmen yaşamaktır. Onlar, ne maddî ne de manevî bir kısım zevklere takılarak başkalarını unutmamalıdırlar. Cennet kapıları ardına kadar açılsa ve içeriye buyur edilseler dahi, oraya daha fazla insanın girmesini temin etme adına, dünyada kalmayı tercih etmelidirler.

İnabe

Âyet-i kerimede son olarak Hz. İbrahim’in münib olduğu belirtiliyor. Münib, çokça inabe eden demektir. İstiğfar, tevbenin mebdei olduğu gibi, inabe de onun zirvesidir. İnsan istiğfarla öncelikle Allah’tan arınma talep etmelidir. Arkasından tevbeyle O’na yönelmeli ve kaybettiği kulluğu yeniden yakalamaya çalışmalıdır. Farklı bir ifadeyle, deformasyona uğradıktan sonra bir kere daha formunu elde etmeye, inabeyle de form üstü forma ulaşmaya çalışmalıdır. Dolayısıyla inabe, Allah’la daha engince münasebete geçmenin ad ve ünvanıdır.
Her ne kadar ulu’l-azm peygamberlerden olan Hz. İbrahim, sahip olduğu bu hususiyetleri ile diğer peygamberler arasında ayrıcalıklı bir konuma sahip olsa da, bu kemal sıfatları hakikî insan-ı kâmil olan Efendimiz’de zirveleşmiştir. Hz. İbrahim’de çekirdek hâlinde bulunan bir kısım hasletler, Efendimiz’le birlikte ağaç olmuştur.
Bütün bu vasıflara bir yönüyle hillet mesleğinin esasları olarak bakabiliriz. Dolayısıyla bu mesleğe intisap eden insanlar, başkalarıyla münasebetlerinde halim ve evvâh oldukları gibi, Allah karşısında da münib olmalıdırlar. Gözlerini hep Allah’ın rıza ve hoşnutluğuna dikmeli ve O’nunla münasebetlerini hep kavi tutmalıdırlar. Her daim Allah’a müteveccih olmalı ve O’na “habl-i metin” (sapasağlam bir ip) ile bağlanmalıdırlar ki ufak bir sarsıntıda kopup gitmesinler.
Eğer bir insan başkalarıyla münasebetlerinde hilm ü silm ile hareket eder, mümkün mertebe kusurları görmezden gelir, affedici olur, insanlık adına sürekli âh u vâh eder, herkese bağrını açar, her zaman kuvvetini Allah’tan alır ve fıtratı itibarıyla şirkin en küçüğüne karşı bile kararlı durursa, o da tıpkı Hz. İbrahim gibi tek başına bir ümmet olabilir. Bu, kendini insanlığa hizmet etmeye vakfetmiş adanmışlar için bir hedef olmalıdır. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’i bu vasıflarıyla takdir ve tebcil ettiğine ve aynı zamanda onu arkadan gelenler için bir numune-i imtisal olarak zikrettiğine göre, mü’minlere düşen vazife de onun bu vasıflarıyla donanmaya çalışmak olmalıdır.

Himmet: Teveccüh, İnfak ve Gayret

Soru: "Himmet" ne demektir? Halk arasında genellikle hak yolunda infakta bulunma ve gayret gösterme manasında kullanılan "himmet" tabirinin bir tasavvuf ıstılahı olarak anlamı nedir?

Himmet kelimesi, lügat itibarıyla, kastetmek, arzulamak, kuvvetle istemek, bir noktaya yönelmek ve bir hususa konsantre olmak manalarına gelmektedir. Tasavvuf erbâbına göre ise; himmet, maddî-manevî bütün alâkalardan sıyrılarak, hatta dünyevî zevkleri, manevî hazları ve Cennete ait lezzetleri bile hatırdan çıkararak, ihtiyaçlar üstü bir zaruret hissiyle Cenâb-ı Hakk'a teveccühte bulunmak demektir. Bir manada himmet, insanın bütün benliğiyle Allah'a yönelmesi, kalbini istila etmesi muhtemel olan her gaflet bulutu karşısında hemen Hakk'ın rahmetine, ilahî inâyete sığınması ve O'ndan başka her şeye karşı kapanmasıdır. Bu zaviyeden himmet, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her dav­ranış ve her düşünceden dolayı tevbe, inâbe ve evbe kurnalarına koşup pak hâle gelmek suretiyle neticede vuslata ulaşma cehd ve gayretidir.

Evet, iradesinin hakkını vererek bütün hareketlerini yaratılış gayesine bağlayıp sürekli Hak kapısında el pençe divan duran bir kulun teveccühüdür himmet. Ömrünün her anında iradesini Allah'ın rızasını kazanmaya hasrederek, her türlü maddî-manevî füyuzât hislerinden ve makam-mansıp mülahazalarından tecerrüd edip yalnız O'nu düşünen, O'nun marifeti peşine düşen ve hep O'na yönelen, dolayısıyla da, içini yalnızca O'na açan, sadece O'nu isteyen ve O'nun maiyyetinde geçen bir ân-ı seyyâleyi her türlü mazhariyete tercih edebilen bir hak yolcusunun tavrıdır himmet. Ancak tek mahbûba yetebilecek bir kalbe sahip olan insanın, gönül kapısını ağyâr düşüncesine tamamen kapaması ve Hazreti Mahbûb'a kavuşma iştiyakıyla, kendi de dahil hiçbir şeyi görmeyecek kadar O'na tahsîs-i nazar etmesidir himmet.

Himmet tabiri, aynı zamanda, lütufta bulunmak, yardım etmek, imdada yetişmek ve el uzatmak manalarını da ihtiva etmektedir. Bu açıdan da, kula nisbetle, teveccühte bulunmak, azmetmek ve mübarek bir işe hâlis niyetle yönelmek demek olan himmet; Allah'a nisbet edildiğinde ise, ortaya konan bu samimiyete ve teveccühe Hakk'ın mukabelesi manasına gelmektedir. Yani, kuldan inâbe, Cenâb-ı Hak'tan da ona mukabil bir teveccüh söz konusudur. Haddizatında, ilahî mevhibe ve inayetlerin kesintisiz devam etmesi, sürekli Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmeye ve O'nun da bu aralıksız yönelişe karşı merhamet teveccühleriyle mukabelede bulunmasına bağlıdır.

Cemâlî Bir Tecellî

Allah Teâlâ bütün mahlukâtı merhametle görüp gözetir; ama var ettiklerinin bazılarına hususî teveccühte bulunup onları ekstra mevhibelerle serfiraz kılar. Umumî himâye, rahmet, şefkat ve inâyet... gibi celâlî ve vâhidî tecellileriyle her şeyi görüp gözetmesinin yanı sıra, bazı kimselere özel bir teveccüh, daha derin bir rahmet ve engin bir inâyetle muamele eder; onlara fevkalâdeden merhamet ve şefkat gibi.. cemâlî ve ehadî teveccühlerde de bulunur. O, bütün varlık ve hâdiselere kuşatan bir nazarla baktığı aynı anda fertlere de tek tek nazar eder; onların ferdî istek ve ihtiyaçlarına, şahsî dua ve niyazlarına da cevap verir; bazılarını ziyade nimetlerle şereflendirir. Dolayısıyla, bu manada bir himmete mazhariyet bütün kulların ilk hedefi olmalı ve mü'minler sürekli,

"Yollardayız Allah'ım, Sen'den ola bir himmet;
Lütfunla kullarına bir kez daha imdad et!
Olmalı bir mîâdı bu teklemenin elbet;
Kurtar bendelerini, gönüllerini şâd et..."

niyazıyla oturup kalkmalı, asıl himmeti Cenâb-ı Hak'tan beklemelidirler.

Bununla beraber, Cenâb-ı Hak, her şeyde esbâbı izzet ve azametine perde yaptığı gibi, değişik konumdaki kullarına bir kısım iltifatlarında da bazen bir nebîyi ya da bir velîyi perde yapar ve hediyelerini onun eliyle sunar. İşte, Allah indinde makbul bir kulun mânevî yardımına ve bir hak dostunun, bir muhtacın imdadına koşmasına da himmet denegelmiştir. Aslında, Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, velilerin himmetleri, imdatları ve feyiz vermeleri, hâlî veya fiilî bir duadır. Mutlak Hâdî, Mutlak Mugîs ve Mutlak Muîn ancak Allah'tır. Fakat, Cenâb-ı Hak bazen o salih kulları, ilahî hediyelerinin tevzi memuru gibi istihdam etmektedir.

Dolayısıyla, bir nebinin teşrîî ve tekvinî emirleri düzgün okuyup doğru yorumlaması, ilâhî mesajların ışığı altında ümmetini dünyayı imar etmeye ve ebedî saadete ehil hâle getirmesi, sıradan insanlara hakiki insan olma ufkunu göstermesi, Cennet yolunda arkasındakilere rehberlik yapması ve bir şekilde takılıp yolda kalanların ellerinden tutması da bir himmettir. Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere Enbiyâ-ı İzam'dan ( salâvatullahi alâ Nebiyyina ve aleyhim ecmaîn) gelen bu çeşit teveccüh, nazar ve insibağ esintilerinin hepsi himmet çerçevesine dahil edilebilir.

Ayrıca, hakikî evliyânın teveccühleri de ilâhî feyizleri alma adına birer nuranî vasıta mesâbesindedir. Bazen bir hak dostunun nazarına mazhar olmak, onun elini tutmak ya da sadece sohbetinde bulunup atmosferini paylaşmak bile hususi teveccühlerin sirâyeti için önemli bir vesiledir. Dolayısıyla, onlar sayesinde diğer kullara ulaşan yakin, mârifet, mevhibe gibi bütün nimet ve inâyetler de bir nevi himmettir. Bu itibarla da, dünden bugüne "Müridden hizmet, mürşidden nefes" denmiş; "Teveccüh et, teveccüh bul" ihtarında bulunulmuş; haklarında hüsn-ü zan edenlere ve kendilerine teveccühte bulunanlara hak dostları tarafından teveccühle mukabele edileceği ve bunun da ilahî inayetlere bir davetçi olacağı hatırlatılmıştır. Evet, "Kendi muhtâc-ı himmet bir dede/Bilmez ki gayra nasıl himmet ede." sözünün mâsadakı olmayan hakiki mürşitler, ilâhî teveccühlerin birer aynasıdırlar; öyleyse, onlara saygıda kusur edilmemeli ve teveccühleri de hafife alınmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, ilâhî feyizler ve bereketler o aynalar sayesinde diğer insanların ruhlarına aksettirilmektedir ve onlar, kendilerine teveccüh edenlerin inkişaflarına vesile olmaktadırlar.

Himmet ve Gayret Münasebeti

Diğer taraftan, himmet kelimesinin gayret etmek, cehd göstermek, çalışıp didinmek, emek vermek ve bir işe dört elle sarılmak gibi manaları da vardır. "Dede himmet, oğul gayret" atasözü ancak fiilî bir duayla seslendirilen yardım isteğinin kabul göreceğini vurguladığı gibi, himmet bulmanın gayrete bağlı olduğunu da belirtmekte ve himmet ile gayret arasındaki alâkaya da dikkat çekmektedir. Bu zaviyeden himmet, kula nisbetle, çalışma ve gayret gösterme; Cenâb-ı Hakk'a nisbet edildiğinde ise, kulun ortaya koyduğu faaliyetlere rahmet ve inayetle mukabelede bulunma manasına gelmektedir.

İşte, bir yönüyle teveccüh etmek ve yönelmek, diğer bir açıdan yardıma koşmak ve el uzatmak, bir başka zaviyeden de gayret etmek ve çalışıp didinmek manalarına gelen himmetin, bugün halk arasında infakta bulunma ve hayır yollarında koşturup durma anlamında sıkça kullanılan himmetle ciddi bir münasebeti vardır. Belki, dün denecek kadar yakın bir geçmişe dek bu kelime bu ölçüde yaygınca kullanılmıyordu. Fakat son senelerde, âdetâ Cenâb-ı Hakk'a teveccühün bir unvanı sayılan ve O'nun rızasına ulaşmanın bir basamağı kabul edilen hayırlı faaliyetlerin bütününe "himmet" denir oldu. Çünkü, dine ve vatana hizmet, bir teveccüh, bir yardım eli ve bir cehd ü gayret bekliyordu. Önce bu milletin fertleri böyle bir iman ve Kur'an hizmetine teveccüh ettiler; çağrıya koştu, bir çeşit inâbede bulundu ve millet yolunda yapılması gereken işlere el uzattılar. Yönelinmesi, elinden tutulup kaldırılması ve uğrunda ter dökülmesi icap eden husus dine ve millete hizmetti. Dolayısıyla, herkes elindeki imkanlarıyla seferber oldu; herkes maddî–manevî himmette bulunmaya çalıştı. İlmi olan kimseler ilimleriyle himmet ettiler; beyan kabiliyetine sahip bulunanlar söz ve yazılarıyla imdada yetiştiler; malî imkanları geniş insanlar da cömertlik hisleriyle dolup Allah yolunda infak yarışına giriştiler. Yardımına koşulması ve elinden tutulması gerekli olan şey bir şahıs değildi; o iman ve Kur'an hizmetinin ta kendisiydi. Bu itibarla da, fedakar ruhlar, bir ya da birkaç şahsa değil, bir mefkureye yöneldiler; bir ya da birkaç şahsa değil bir davaya gönül verdiler ve yine bir ya da birkaç şahsa değil insanlığa hizmetin kendisine el uzattılar, himmet ettiler.

Himmetin İnfaka Bakan Yanı

Bugün himmet denince bazıları sadece maddî olarak yardımda bulunmayı (infak) anlasalar da, aslında infak, himmetin sadece bir yönünü teşkil ediyordu. Himmetin infak yönü de yine örneğini Allah Rasûlü'nün ve sahabe efendilerimizin hayat-ı seniyyelerinden alıyordu. Mudar kabilesinin fakir insanları huzuruna geldiğinde ya da Tebük Seferine çıkılacağı sırada, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları nasıl yardım ve infak etmeye çağırmışsa, daha sonraki dönemlerde de seferberlik anlarında maddî-manevî fedakârlıkta bulunma çağrıları sık sık yapılmıştı. Belki o zamanlar bu türlü hayır ve hasenâta himmet denmiyordu; fakat, ihtiyaç hissedildiği ve zaruret hasıl olduğu zamanlarda hep yardım, iâne ve infak çağrısında bulunuluyordu. Altından kalkılması gereken bir zorluk veya taşınması icap eden bir yük karşısında herkesin el uzatması isteniyordu. Peygamber Efendimiz'in (aleyhi ekmelü't-tehaya) mânen el uzatmasına ya da bir Hak dostunun imdada koşmasına benzer şekilde, o istimdadı işiten bütün mü'minler de sesin geldiği yere yöneliyor, ellerindeki imkanlarla seferber olup imdada koşuyor ve yapılması beklenen şeyleri yapma adına ciddi bir cehd ortaya koyuyorlardı.

İşte, bizim zamanımıza doğru gelinirken, yine ortada kaldırılması gerekli olan ağır bir yük vardı. Merhum Akif'in "Hâlık'ın nâ-mütenâhî adı var, en başı Hak/Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!" mısraıyla ifade ettiği gibi, samimi kullar, hakkı tutup kaldırma vazifesiyle karşı karşıyaydı ve herbiri o vazifenin kendi omuzlarına yüklendiğine inanıyordu. Hayır ve hasenât adına yapılacak her şey hakkı tutup kaldırma, dine el uzatıp onu sürüm sürüm olmaktan kurtarma, kendi kıymetine yükseltme ve gerçek konumuna ulaştırma demekti. Dolayısıyla, bu manaların hepsi birden mülahazaya alınarak hem yardım çağrısına hem de insanların bu çağrıya icabet edişine himmet dendi.

Bu açıdan, himmeti umumi manada el uzatma şeklinde anlayabilirsiniz. Meseleyi bu yönüyle değerlendirirseniz, Peygamber Efendimiz'in ümmetine el uzatması ya da velilerin bazı insanların imdadına koşması ile günümüzde bazı kimselerin iman ve Kur'an hizmetine el uzatmaları arasında ciddi bir münasebet görürsünüz. Sonra, bu el uzatma ve yardıma koşmanın sadece maddî imkanlarla olmadığını ve insanların, kendilerine lutfedilen nimetlerin herbirine karşı, o nimetlerin kendi cinsinden bir nevi şükür edasına giriştiklerini de müşahede edersiniz. Evet, Bediüzzaman Hazretleri'nin de İşaratü'l-İ'caz'da belirttiği gibi, "...ve mim mâ rezaknâhum yünfikûn - Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler." (Bakara, 2/3) ayet-i kerimesindeki "mâ" umumî bir manayı ifade etmektedir. Yani, infak sadece mala ve paraya münhasır değildir; ilim, fikir, kuvvet ve amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara infakta bulunulması gerekmektedir.

İşte, mal ya da para, ilim veya amel, sıhhat yahut zeka.. Cenâb-ı Allah'ın lütuf buyurduğu her türlü rızıktan infakta bulunmak ve bu şekilde dine ve millete hizmet etmektir himmet. Zaten, dünden bugüne bu kudsî vazifeye dilbeste olan fedakârlar, mukaddes mefkure adına bir işin ucundan tutmak için el uzatırken karşılarında kendilerine de bir el uzandığını düşünmüş, böylece hem himmet etmiş hem de himmet dilemişlerdir. Kendi kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağlamış ve böyle bir yolda yürürken gerekirse canlarını feda etmeye bile razı oldukları gibi maddî-manevî her türlü füyûzat hislerinden feragatta bulunmayı da daha baştan kabul etmişlerdir. Bu adanmış ruhlar kelimenin tam manasıyla beklentisizlerdir. Evet, bu himmet kahramanları bütün bütün beklentisiz insanlardır; zira onlar, daha yolun başında

"Kadrim bilinmedi deyip darılma!
Bilinmeden göçüp gitti büyükler.
Darılıp yerinden sakın ayrılma!
Himmet bekler taşınacak bu yükler."

nasihatını dinlemiş ve bu sözleri bir ahd ü peyman olarak kabul etmişlerdir.

Tek Başına Bir Millet

Bu meselenin önemli bir buudu da şudur ki; arz etmeye çalıştığım çerçevede iman ve Kur'an hizmetine himmette bulunmak insanı değerler üstü değerlere ulaştırır. Çünkü, Hazreti Üstad'ın da işaret ettiği gibi, "Bir insanın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir." Aksine, hep "nefsî, nefsî" diyen, sürekli şahsî menfaatlerini düşünen ve milletin istikbaliyle alâkalı hiçbir planı, projesi ya da derdi olmayan bin adam, sadece bir adam hükmündedir. Evet, kimin himmeti yalnızca nefsi ise, o kimse insan bile sayılamayacak bir derekeye düşmüş demektir. Zira, insan fıtraten medenî olarak yaratılmıştır; o tabiatı itibarıyla, kendi cinsinden olanları da düşünüp onlarla beraber yaşamaya mecburdur.

Cenâb-ı Allah'a sonsuz hamd ü senalar olsun ki, günümüz de himmeti milleti olan insanlardan nasipsiz değildir. Bugün de, himmet çağlayanları, ilahi lütuflarla desteklene desteklene bir ummana doğru gürül gürül akmaktadır. Bu devrin himmet erleri de çeşit çeşit olumsuz hadiselere rağmen, kaderî programların kendilerine yüklediği misyonu temsile çalışmaktadırlar.

Ne var ki, her dönemde olduğu gibi içinde yaşadığımız şu zaman diliminde de mesuliyet insanlarının himmet duygularını ve kuvve-i maneviyelerini kırabilecek unsurlar mevcuttur. Bediüzzaman Hazretleri hem himmetin belini kıran bu manileri bir bir saymış hem de onları defedebilmek için gereken tedbirlere işarette bulunmuştur. Bu manilerden ve tedbirlerden bazılarını –biraz tasarrufla- zikrederek bu bahsi bitirmek uygun olsa gerektir:

"Himmetiniz, şevke gelip meydana çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis (ümitsizlik) rast gelir, onun kuvve-i manevîyesini kırar. Siz o düşmana karşı "lâtaknetû" (ümidinizi kesmeyiniz) kılıcını istimal ediniz. Sonra meylü't-tefevvuk istibdâdı (üstün olma tutkusu) hücuma başlar. Siz "kûnû lillahi" (Allah'ın rızası dairesinde olunuz) hakikatini o düşmana gönderiniz. Sonra sebepler zincirindeki sırayı atlamakla her şeyi karıştıran acûliyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz "ısbirû vesabirû verâbitû" (Sabırlı olun, birbirinize metanet tavsiye ederek sabırda yarışın, daima hazırlıklı ve uyanık bulunun ) kalkanını siper ediniz.. sonra tabiatı itibarıyla medeni olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infirâdi (bencillik) ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de "hayrunnâsi enfeuhum linnasi" (insanların en hayırlısı onlara en yararlı olanıdır) hakikatini onun karşısına çıkarınız. (...) Sonra da umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan "meylürrahat" (rahat etme arzusu) gelir; himmeti bağlayıp sefalet zindanına atar. Siz de "Leyse lilinsânî illâ mâ seâ" (İnsan için çalıştığından başkası yoktur) mücahidini ona gönderiniz. Evet, size meşakkatte büyük rahat vardır. Zira fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı sa'y ve cidâldedir."

İnancım o ki, bütün bu manilere rağmen, adanmış ruhlar şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da "Himmetü'r-rical, taklau'l-cibal - Yiğitlerin himmeti dağları yerinden söker." (Ubeydullah-ı Ahrâr) ‎ anlayışıyla hareket edecek ve bütün samimiyetleriyle Cenâb-ı Hakk'ın inâyetine sığınıp sorumlulukları istikametinde dönüp arkalarına bakmadan yürüyeceklerdir. Allah'ın rızasını "olmazsa olmaz" bir esas kabul ederek onun dışındaki bütün değerlere karşı kapanacak ve Hazreti Mahbûb'a kavuşma iştiyakıyla, O'na tahsîs-i nazar ederek yollarına devam edeceklerdir.. ve bileceklerdir ki, himmet ettikleri ölçüde himmet görecekler; başkalarına el uzatma gayreti içinde bulundukları nispette de kendilerine ötelerden bir el uzanacaktır.

Hitap Çiçeği ya da Dil Zakkumu

Soru: Hak dostları, ma'rifet-i ilâhiyeye giden yolda kıllet-i kelâmı (az ve öz konuşmayı) önemli bir basamak olarak görmüşler. Fakat, günümüzün insanı konuşmayı çok seviyor; dolayısıyla da, sükûtîliğin vakarından da mahrum kalıyor. Çok konuşma, bir rahatsızlık emaresi ve bir kayıp noktası ise nasıl tedavi edilebilir?

Cevap: Hazreti Üstad'ın ifadesiyle, en eşref mahluk olan insanda hitap çiçeği açmıştır. O, hem kendisine konuşulan, muhatap alınan bir varlıktır, hem de kendisi konuşur, duygu ve düşüncelerini ifade eder. İnsanın dili hem Allah'ın en büyük nimetlerindendir, hem de potansiyel olarak insana verilen en büyük bir nıkmettir; evet dil, bazen bir rahmettir, bazen de bela ve musibettir. Rivayete göre; bir gün Davud Peygamber, Lokman aleyhisselam'dan bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça et getirmesini istemiş; Hazreti Lokman da, ona kestiği hayvanın dilini ve yüreğini getirmiş. Birkaç gün geçince Davud Aleyhisselâm bu defa hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini istemiş. O yine dilini ve yüreğini getirmiş. Hazreti Davud, bunun sebebini sorunca Hazreti Lokman şöyle demiş: "Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha iyisi, kötü olursa da bunlardan daha kötüsü olmaz." Evet, dil hayırda kullanılırsa, insanı kaldıran, yükselten, âlâ-yı illîyîn-i kemâlâta çıkaran bir uzuvdur; şerde istimal edilirse de, onu batıran, alçaltan ve esfel-i sâfilîne düşüren bir organdır. Dil, bazen insanı alır Cennete götürür; bazen de onu başaşağı Cehenneme sürükler.

Hazreti Enes (ra) şu sözleriyle dilin bir hüsran sebebi olabileceğini ifade etmektedir: "Bir adam, vefat eden bir şahıs hakkında, Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın da işiteceği şekilde "Cennet mübarek olsun!" demişti. O söz üzerine Allah Rasûlü buyurdular ki: "Nereden biliyorsun? Belki de o mâlâyânî konuştu veya kendisini zengin kılmayacak bir miktarda cimrilik etti!" Evet, insanı, Allah'tan, Cennetten ve insanlardan uzaklaştıran ama Cehenneme yaklaştıran cimrilik gibi, mâlâyânî, çok ve gereksiz konuşmalar da bir uzaklık ve hüsran sebebi olabilmektedir. Ümmetini böyle bir akıbete karşı ikaz eden Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselam) buyururlar ki: "Kul (bazen), Allah'ın rızasına uygun olan bir kelamı, ehemmiyet vermeksizin sarfeder de Allah o söz sebebiyle kulun Cennetteki derecesini yükseltir. Yine kul (bazen) Allah'ın hoşnutsuzluğuna sebep olan bir kelimeyi ehemmiyet vermeksizin sarfeder de Allah, o sözden dolayı onu cehennemde yetmiş yıllık aşağıya atar."

Az, öz, yerinde ve bir lüzuma binaen konuşmanın bir fazilet, boş ve çok konuşmanın da bir zaaf ve felaket sebebi olduğu ile alakalı hadis-i şeriflere bakılırsa, en büyük söz sultanı olan Peygamberimizin beyana çok önem verdiği görülecektir. Hatta Efendimiz, dile sahip olmayı Cennet alışverişinde bir pazarlık şartı olarak ifade etmekte ve "Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda söz verir, kefil olursa, ben de ona Cennet için kefil olurum." buyurmaktadır. Çünkü dil, bütün tesbihât, tahmîdât ve tekbirâtı seslendiren bir enstrümandır. Minarelerde Ulûhiyet hakikatini bir bayrak gibi dalgalandıran ve nâm-ı celîl-i Muhammedî'yi dört bir yanda ilân eden dildir. Emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker vazifesini yerine getiren dildir. İnsan, Cenâb-ı Hakk'ı diliyle tesbih ve takdis eder; onunla, kainât kitabını ve onun ezeli tercümesi olan Kur'ân'ı, âyât-ı beyyinâtı okur ve başkalarına anlatır. Bazen, ifade ve beyanı vasıtasıyla inanmayan bir insanın hidayetine vesilelik eder.. eder de üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir iş yapmış olur.. ve insan, diliyle a'lây-ı illîyîne çıkar, sıddîkiyet zirvesine taht kurar.

Dilin Âfetleri

Ancak aynı dil, insanın felaketini de hazırlayabilir. Bütün küfür ve küfrana vasıta sözlerin menşei dildir. Allah'a ve O'nun şânı yüce Nebisine ağız dolusu sövenler, bu çirkin günahı dilleriyle işlerler. Fesat çıkarma, İslamî oluşumlara zarar verme, bozgunculuk yapma, yalan, gıybet, iftira hep dille yapılır ve insan dili yüzünden kezzâblar sırasına düşer. Bundan dolayı, İmam-ı Gazzalî hazretleri İhya-i Ulûm'id-Din adlı eserinde "Kitab-u Âfât'il-Lisan" adı altında dilin âfetlerine de geniş yer ayırmış ve yalan, iftira, gıybet, kovuculuk, fuzulî konuşmak, çirkin sözler söylemek, alay ve istihzada bulunmak, övünmek, cedel yapmak.. gibi kötü şeyleri dilin âfetleri olarak saymıştır.

İşte, dil iki yanı da keskin bir bıçak gibidir; sahibini de kesebilir, sahibine kötülük düşünenin sözünü de; imanın tercümanı bir alet olarak küfrün kökünü de kesebilir, küfre sebep bir afet olarak insanla iman arasındaki bağı da.. yani onu hayırlı bir alet haline getirmek de, insanı batıran şerli bir uzuv durumuna düşürmek de –bir manada– insan iradesine bırakılmıştır. İradenin müessiriyeti ne ölçüde ise, işte o ölçüde insana tevdî edilmiş bir emanettir dil. Öyleyse, insan onu iyi korumalı, kötülüklerden muhafaza etmeli, çirkinliklerle onu kirletmemeli ve hayırda kullanmalıdır. Unutmamalıdır ki; Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Ademoğlu sabaha erdimi, bütün azaları, dile ricada bulunup: "Bizim hakkımızda Allah'tan kork. Zira biz sana tabiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikâmette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız!" derler."

Yine Üstad Hazretlerinin ifade ettiğine göre; hususiyle âhirzamanda beyana çok önem verilecek. Çok küçük bir mesele, beyandaki sihir kullanılarak en mühim meseleymiş gibi kabul ettirilebilecek. En önemli hakikatler de, yine bir kısım beyan hileleri sayesinde insanlar nazarında karartılacak. Kırma ve yıkma da onunla olacak, sarma ve onarma da. O icabında hem kırmada hem de sarmada kullanılacak. İşte, mü'minler dil ve beyanın bu tesirini göz önünde bulundurmalı ve onlar daima dilin yapıcı ve müsbet yanını kullanmalı, sarıcı ve onarıcı yanında yer almalıdırlar, yıkıcı, menfi ve kırıcı yanında olmamalıdırlar. Yani, bu müsbet hareketi öncelikle temel disiplin olarak benimsemeli ve sonra da iradî olarak öyle davranmaya çalışmalıdırlar. Peygamber Efendimizin, Süfyan İbnu Abdillah'a (ra) tavsiye ettiği hususu bizzat kendilerine söylenmiş bir ikaz gibi üzerlerine almalıdırlar. O, "Ey Allah'ın Rasûlü, uyacağım bir amel tavsiye et bana!" deyince Efendimiz, "Rabbim Allah'tır de, sonra doğru ol!" buyurmuştur. Süfyan hazretleri tekrar söz alıp, "Ey Allah'ın Rasûlü, benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?" diye sorunca, Efendimiz mübarek elleriyle dilini tutup sonra: "İşte şu!" buyurmuştur.

Bundan dolayıdır ki, bizim yetiştiğimiz dönemde, sohbet meclislerinde sadece konuşması faydalı bulunan insan konuşurdu; dinleyecekler de dinlemesini bilir, oturur sessizce, edeple ve istifade etme iştiyakıyla dinlerlerdi. Mesela, Hazreti Üstad konuşurken orada bulunan diğer insanlar sessizce söylenenleri yazarlardı; bu yazma da bir nevî aktif dinlemeydi. Talebeleri ve ziyaretçileri onun yanında konuşmazlardı, hatta ona olan güven ve itimatlarından dolayı, büyük ölçüde fikir beyan etmekten bile çekinirlerdi. Belki bazen onun havale ettiği, "Kendi aranızda istişare edin" dediği hususlarda birkaç söz ederlerdi. Ama yine kendi re'yleri olarak bir şey söylemez, dinleyip öğrendiklerini hatırlatmakla yetinirlerdi. Bir Barla Lahikasına bakarsanız görürsünüz ki; onlar, yazdıkları mektuplarda bile kendi düşünce ve fikirlerini nazara vermiyorlar; Üstad'dan ne anladıklarını, Nurlardan neler öğrendiklerini bir de kendi üsluplarıyla özetliyor, duydukları iman hakikatlerini bir de kendi anlayış ve idrakleri zaviyesinden seslendiriyor ve bir manada anladıklarının da sağlamasını yapıyorlar. Hem meseleleri daha iyi anlamaya gayret ediyor, hem kompozisyon kabiliyetlerini geliştiriyor ve hem de konuşma ihtiyacını o şekilde gidermiş oluyorlar.

Sükutîler

Aynı temkin ve sükut hasletini Sahabi Efendilerimizde de görebilirsiniz. Ben, Hazreti Ebu Bekir Efendimizin (ra) Peygamberimiz'in huzurunda konuştuğu bütün sözlerin yüz cümleyi geçmediğine kânîyim. İddiada bulunmak, bir şey iddia etmek bir yönüyle kendini bilmezliktir, haddi aşmaktır; bir riya ve kendini satmadır. Bundan dolayı, kendimle alakalı bir iddiada bulunmaktan Allah'a sığınırım. Fakat, hadis, siyer ve magazi kitaplarının tamamı taransa Hazreti Sıddık-ı Ekber'in, Allah Rasûlü'nün huzurundayken konuştuklarının yüz cümleyi geçmeyeceğini iddia ediyorum. Oysa ki, Hazreti Ebu Bekir konuşmasını çok iyi bilir, çok güzel konuşurdu. Yine bir belâğat ve talâkât üstâdı olan Hazreti Ömer, Hazreti Ebu Bekir'in Benî Saîde Sakîfesindeki konuşmasını hayranlıkla anlatır, onun ruhlara nüfuz edişini, kendisinin söylemeyi planladığı sözlerin aynısını çok güzel bir üslupla onun dile getirişini takdirle yad eder. Yani, Hazreti Ebu Bekir söz söylemesini bilen bir insandı. Efendimiz'i de en iyi anlayanlardan birisiydi. Bir gün Allah Rasûlü söz lâl ü güherlerini etrafa saçarken, o hayran hayran Efendimize bakmış ve coşkun bir edayla "Men eddebeke yâ Rasulallah" deyivermişti. Edebin bir-kaç manası vardır. Birincisi, insanın tavır ve davranışlarında, oturuş ve kalkışında, hatta mimiklerinde hep karşı tarafa saygı ifade eden bir hâl içinde olmasıdır. Edebin –edebiyat kelimesiyle aynı kökten gelmesine bağlı olarak– bir diğer manası da, hitabet sanatını bilme, sözün hakkını verme, üsluplu ve güzel konuşma demektir. Hazreti Ebu Bekir'in sorusu da bu ikinci mânâ istikametindeydi; "Sana bu kadar güzel konuşmayı kim öğretti?" diyordu. Demek ki, sözden anlıyor, bir mücevherci gibi söz inci-mercanlarını farkediyor ve hayranlığını dışa vuruyordu. İşte, böyle bir insanın, bütün hayatı boyunca Efendimiz'in huzurunda konuştuğu sözlerin tamamı yüz cümleyi geçmez. Hatta bir yönüyle konuşmayı seven ve konuşmadan çok çok iyi anlayan, "Ben hiç durmadan İbnu Ebî Salt'ın şiirlerinden bin tanesini peşi peşine okurum" diyebilen, zamanında edebiyatla da meşgul olan ve bu konuda, İmru-ül Kays, Nabigatü'z Zebyani, Züheyr ibni Ebi Sülma, Tarfete ibni Abd, Lebid ibni Rebia... gibi cahiliye şairlerini birkaç mısralarından tanıyıp ayırdedebilecek kadar engin bir malumata sahip bulunan Hazreti Ömer'in, Efendimiz'in huzurundaki bütün konuşmalarını da sayabilirsiniz. Peygamberimizin yanında senelerce bulunmasına rağmen ona söylediği sözlerin sayılabilecek kadar az olduğunu göreceksiniz. Nedendir acaba? Çünkü, bu insanlar, konuşmasını bilen ve her sözü faydalı olan bir insanı dinleyip ondan istifade etmek için sükut duruyor; böylece hem söz ve vakit israfından uzak kalmış hem de sözlerinden herkesin istifade edebileceği O Söz Sultanına konuşma imkanı vererek herkesin nasiplenmesini sağlamış oluyorlardı.

Hazreti Ebu Bekir yine buyuruyor ki; "Biz, Efendimiz'in huzurundayken başımızda kuş varmış gibi duruyor, tek kelime kaçırmamaya çalışıyorduk." Demek ki, sahabe efendilerimiz Söz Sultanı'nın huzurunda, konuşmak şöyle dursun, hareket etmekten bile kaçınıyor, O'nun dudaklarından dökülen söz incilerinin bir tanesini bile zayi etmemeye, O'nun her sözünü tam anlamaya gayret gösteriyorlardı. Zira, O'nun sohbeti hep Cânan sohbetiydi; O vahiy kaynaklı konuşuyor, muhataplarının elinden tutup onları Cennet yamaçlarında dolaştırıyordu.

Öyleyse, bizim meclislerimizin sohbet konusu da sokaktan derlenen, çarşı-pazardan toplanan, gazete sayfalarından aşırılan ya da İnternetten alınan lâf u güzaf olmamalı.. bunların ne ilim-irfan bakımından, ne zevk-i rûhânî açısından ve ne de sohbet-i Cânân adına ifade ettiği hiçbir şey yoktur. O türlü muzahrefâtı duyunca, sadece hiçbir şey bilmeyen cahiller kendilerini bir şey dinliyor ve öğreniyor zannederler. Fakat, söz cevherinden anlayan kimseler, o malumat kırıntılarının altının boş olduğunu hemen sezerler. Kimisi açar ağzını, gazete köşelerinden topladığı sığ bilgilere güvenerek dinî ve edebî meselelerde bile atar-tutar, fakat söz sarrafları onların faydasız ve boş laflar olduğunu hemen anlayıverirler.

Dilzede mi, Dîlzede mi?

Bence insan, hem başkalarının hissiyatına saygının gereği, hem kendi seviyesini deşifre etmeme ve zaaflarını ortaya koymama adına kendisine saygının gereği ve hem de mananın ve mefhumun hatırına söze saygının gereği olarak sükûtîliği tercih etmelidir. Evet, sürekli sen konuşursan bildiğin şeyleri tekrar edip durmuş olursun. Fakat, dinlemesini de bilirsen, başkalarından da öğreneceğin çok şey olduğunu görür ve öğrenirsin. Böylece kendini yenileme imkanı bulduğun gibi, başkalarına duygu ve düşüncelerini açıklama fırsatı vererek onlardan da istifade edersin. Yoksa, senin de bazı kelamzedelerin durumuna düşmen kaçınılmazdır. Hani, bazı söz ve beyan özürlü aciz insanlar vardır. Fikir ve düşünceleri sağlam bir esasa dayanmadığından dolayı konuşurken sürekli boşluklara düşerler ve o boşlukları gülmeyle, mimiklerle ve şaklabanlıkla kapatmaya çalışırlar. Mesela; İngilizce konuşurken bir kaç kelimeyi hatırlayamaz, bir düşünceyi net ifade edemez ve bir anlık tereddüt yaşarlar, bir çeşit boşluğa takılırlar; takılır ve o boşluğu doldurmak için de hemen gülmeye, kahkahaya ve şaklabanlığa sarılırlar. Oysa, bir mü'min olarak sen her halinde vakar ve ciddiyetin temsilcisi olmalısın. Tavır, hâl ve davranışların da en az sözlerin kadar manalı olmalı ve çok şey ifade etmeli. Öyleyse, sen bildiğin kadarını doğru dürüst seslendir, mutlaka gerekli olanları söyle. Sonra da vakar ve ciddiyetle otur dinle, konuşulanlardan istifade et.. yırtılma, açılıp saçılma, kendine karşı saygını koru, başkalarına karşı da hürmette kusur etme. Hem unutma, söylediğin her kelime muhafaza ediliyor. Sağında ve solunda yerleşmiş iki kayıtçı, ağzından çıkan her sözü, söylediğin her cümleyi ve yapıp ettiklerini kaydediyor. Büyük buluşmada onların hesabını vereceğini düşün ve dil afetlerinden kendini koru.

Bu mevzudaki bir üzüntümü daha ifade etmek istiyorum: Risaleler ve iman hakikatlerine dair yazılan eserler, tahkîk-i imanı elde etme, irfan ufkuna ulaşma ve zevk-i ruhaniyeyi yakalama adına bir rehberdir. Ama eğer, bazı insanlar, Nurlar sayesinde başkalarına nisbeten biraz daha fâik, biraz daha farklı bilgilere ulaşınca, onları demogoji adına kullanmaya, caka yapmaya, o bilgileri peylemeye ve satmaya başlıyorlarsa; artık o hakikatleri başkalarına duyurmuyor, onlarla kendilerini ifade ediyor, onları kullanarak kendi reklamlarını yapıyorlarsa; okuyor, tahlil ediyor, açıklıyor, "Bakın neler var bunların içinde" diyorlar ama aslında kendilerini nazara veriyor ve "Bakın, ben nasıl anlıyorum, neler var bende; neler biliyor ve neler anlatıyorum." demeye getiriyorlarsa; hatta ses tonunu, okuma üslubunu, tahlil ve terkiplerini bile bu mülahazaya göre ayarlıyorlarsa, bu şekilde tahkîk-i imanı elde etmeleri de, irfan ufkuna ulaşmaları da düşünülemez. Unutulmamalıdır ki, Kâbe'yi tavaf ederken, elde Kur'an taşırken, Sünnete bağlılık iddiasıyla yaşarken dahi şeytanın yolunda gitme ihtimali vardır. Nurları okurken, onları anlatırken bile İblis'in izinde olmak da muhtemeldir. Evet, Nurlar bazılarında imanda derinleşme, bazılarında da gevezeleşme hâsıl ediyor. Birileri o kıymetli eserler vesilesiyle imanda tahkike eriyor, derinleştikçe derinleşiyor; bir heybet, bir mehabet insanı haline geliyor. Dudaklarından dökülen her sözün hesabını vereceği mülahazasıyla adeta tirtir titreyerek konuşuyor. Bazıları da, hiç olmayacak yerlerde bile söz girizgahları buluyor, değişik mevzuular açıyor ve hemen gevezeliğe giriveriyor. Hazır bulduğu insanların kafalarına vura vura zorla kendisini dinletiyor. Oysa, konuşan heva ve hevesler değil, hakikatler olmalı; yalnızca hakikat konuşmalı. Herkes o hakikatlerden istifade etmeye çalışmalı. Bilmeyen bir bilene sormalı, bilen bildiği kadarını hak namına söylemeli ama kat'iyen demogoji ve diyalektiğe girmemeli. Bir araya gelişler bu maksatlara mâtuf olmalı, bu maksatları gerçekleştirme gayesiyle bir yerde oturmalı; orada yemek de yenecek veya çay da içilecekse, yemek ve çay tâli' dereceden ve asıl gayeye bağlı olmalı ama doğrudan doğruya yeme–içme, oturup ahbaplık yapma, eğlenme ve manasız pikniklere katılma... gibi mâlâyânî şeylere girilmemeli.. girilmemeli; zira iki cihan Serveri buyuruyor ki: "Mâlâyâni şeyleri terketmesi Müslümanın İslâmiyetine ait güzelliklerindendir."

Hasılı, Müslüman az ve öz konuşmalı, sevap olmayan şeylere ve laubâliliklere kat'iyen girmemeli. Malumat sahibi bir insansa ve ille de konuşması gerekiyorsa, sohbeti Cânan'dan bahisler açmalı. Kendisi bilmiyorsa, başkalarının o istikamette konuşması için lazım gelen ön hazırlıkları yapıp zemin hazırlamalı; hak ve hakikatleri ihlasla seslendirecek, sohbeti fayda verecek bir insana söz hakkı vermeli, onu konuşmaya teşvik etmeli.. meclislerin günlük dedi-kodularla kirletilmesine müsaade etmemeli.. ve ne yapıp edip her sözü erkân-ı imamiyeye, Cânân sohbetine getirmeli. Kısacası, "Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır koşuşsun ya da sussun." hadis-i şarifine uygun bir hayat sergilemeli.

Bu faslı da Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm'ın bir söz incisiyle bitirelim: "Allah'ın zikri dışında kelamı çok yapmayın. Zira, Allah'ın zikri dışında çok kelam, kalbe kasvet (katılık) verir. Şunu bilin ki, insanların Allah'a en uzak olanı kalbi katı olanlardır."

Hizmet Aleyhindeki İtham Ve İftiralar

Soru: İlk günden beri sevgi, hoşgörü, fedakârlık ve adanmışlık yolunda devam eden bir hareket aleyhinde sürekli bir kısım itham, iftira ve hatta hakaretlerin dile getirilmesinin sebepleri ve bunlar karşısında yapılması gerekenler nelerdir?

Cevap: Öncelikle, değişik vesilelerle üzerinde durulan bir konuyu bir kere daha hatırlatma lüzumu duyuyorum. İster hareket ister cemaat ister camia ismine her ne denilirse denilsin dünyanın dört bir tarafında devam eden eğitim, kültür ve yardım hizmetlerinin aidiyet mülâhazasına bağlanarak açıklanması, belirli şahıslara mâl edilmesi veya bunların hiyerarşik ve merkezi bir yapıyla izah edilmesi kesinlikle doğru değildir. Bu tür yorum ve bakışlar meselenin mahiyetini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Çünkü günümüzde eğitimsizlik, fakirlik ve çatışma gibi insanlığın en önemli düşmanlarına karşı ciddi bir mücadele verme ve aynı zamanda insanlığa insanca yaşama yollarını gösterme adına yapılan faaliyetlerin tamamı beğenilen, takdir edilen ve makul bulunan bir mefkûre etrafında bir araya gelmiş fedakâr gönüllerin eseridir.

Nasıl ki Cuma namazı kılma, Kâbe’yi tavaf etme veya Arafat’ta vakfede durma gibi bazı ibadetler aynı hedefe yürüyen, aynı duygu ve aynı mefkûreye sahip olan insanları camide, Arafat’ta veya Metaf’ta bir araya getiriyorsa, hizmet gönüllülerini belirli faaliyet ve projeler etrafında bir araya getiren faktör de duygu ve düşünce birliğidir. İçi insanlığa hizmetle dolu olan ve güzel bir gelecek hayaliyle oturup kalkan bir kısım adanmış ruhlar, düşündükleri ve hayal ettikleri hizmetlere dair herhangi bir yerde küçük bir oluşum gördükleri anda kendilerinin de bu işin içinde yer alması gerektiğini düşünüyor ve yapılan hizmetlere destek olmaya başlıyorlar.

Hususiyle daha önceden bu kervana katılmış olan ve hiçbir beklentiye girmeden hayatını hizmete vakfeden insanların samimiyetleri, güvenilirlikleri, ümitleri, aşk u şevkleri çoklarını bu işin içine çekiyor. Yani bugüne kadar ortaya konulan hizmetlerin, yüce ahlâkî vasıflara sahip olan ve insanlığa hizmetten başka hiçbir beklentisi bulunmayan gönüllüler tarafından yapılması, başkaları için de önemli bir referans teşkil ediyor ve onları da bu faaliyetlere sahip çıkmaya teşvik ediyor.

Nitekim günümüzde farklı farklı kültürlere, ırklara ve hatta dinlere sahip insanların hizmet faaliyetlerini kabullenmeleri ve ona destek olmaları da meselenin çapının ne ölçüde genişlediğini göstermektedir. Her ne kadar işin başlangıcında ortaya konulan hizmetler beş-on kişiyle başlamış olsa da yapılanların doğru ve faydalı olduğunu gören birçok insan bulundukları yerlerde benzer hizmet projelerini hayata geçirmişlerdir. Farklı bir ifadeyle değişik dünya görüşlerine ve hayat felsefelerine sahip olan çok sayıda insan, hizmetin makuliyeti etrafında toplanmıştır. Bu insanlardan bazıları doğrudan eğitim, kültür veya diyalog faaliyetlerinin içinde vazife ve sorumluluk alırken, bazıları da maddi veya manevi olarak yapılan bu işlere destek vermeye başlamışlardır.

Eğer gerek evrensel insanî değerler gerekse yaşadığımız zamanın şartları açısından yapılanlar doğru ve mantıklı olmasaydı, günümüzde sayısı milyonları bulan bu kadar çok insanın harekete geçmesi mümkün olmazdı. Uzak Doğu’dan Afrika’ya, Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar dünyanın dört bir yanında yüzlerce okul açılmazdı. İş adamları elindekini avucundakini talebelere sahip çıkmak için sarf etmezdi. Dünyanın farklı ülkelerinde farklı düşünceden insanlarla diyalog köprüleri kurulamazdı. Bunun mümkün olması için hem sizin mensup olduğunuz dinin temel kriterlerinin hem aklınızın hem de sahip olduğunuz değerlerin yapılanlara onay vermesi gerekir.

Ayrıca, başkaları ne düşünürse düşünsün, bugün oldukça geniş bir dairede devam eden hizmetlerin başarılı olması adına bizim en önemli gördüğümüz faktör, Allah’ın yardım ve inayetidir. Allah bazen çok küçük ve zayıf insanlara çok büyük işler yaptırarak kendi büyüklüğünü gösterir. Bizce yapılan hizmetlere bakıldığında bunun çok açık olarak görülmesi mümkündür. Fakat bu herkes için objektif olmayabilir. Gideceği ülke ve yapacağı işler hakkında henüz ciddi bir bilgi ve tecrübesi olmayan, maddî imkânları oldukça yetersiz, daha üniversiteyi yeni bitirmiş gencecik insanların kısa zaman içerisinde gittikleri ülkelerde okullar açmaları ve ülke halkı tarafından kabul görüp sevilmeleri ancak Allah’ın yardım ve inayetiyle izah edilebilir.

Bazıları sadece yapılan işlerin büyüklüğüne baktıkları hâlde onların arkasında Allah’ın büyüklüğünü görmedikleri için yanlış çıkarımlar yapıyor, kendilerince farklı güç odakları hayal ediyorlar. Zira onların çarpık kriterlerine göre böyle büyük projelerin arkasında mutlaka Napolyon veya Sezar gibi büyük dâhilerin veya önemli düşünce kuruluşlarının yer alması gerekir. Bir başkası, “Değirmenin suyu nereden geliyor?” türünden sorular sorarak veya farklı güç odaklarını işaret ederek zihinleri karıştırmak istiyor. Bunlar, Allah’ın inayetini ve fedakârlığın nasıl büyük bir güç kaynağı olduğunu bilemediklerinden, yapılan bu güzel işlere kuşkuyla bakıyor, hatta bunun da ötesinde bir kısım saldırılarda bulunuyor, karalama faaliyetlerine başvuruyorlar.

Hâlbuki bize göre bütün bunlar öncelikle Allah’ın sevkiyle, inayetiyle, ardından da bu işi makul bulan ve ona gönül veren samimi gönüllerin gayret ve destekleriyle gerçekleşmektedir. Biz inanıyoruz ki Allah’a yakın olduğumuz ve O’nun rızası istikametinde hareket ettiğimiz sürece de O bizi yürüdüğümüz yolda yalnız bırakmayacaktır.

Vehim ve İhtimallere Göre Hüküm Verilemez

Hizmet gönüllüleri aleyhinde faaliyette bulunan kimseleri yanıltan diğer bir nokta ise onların vehim ve ihtimallere göre hareket etmeleri ve hizmet insanlarını başkalarıyla, belki kendileriyle kıyaslamalarıdır. Bazı insanlar, güç ve kuvveti elde edince bunu bir taraftan kendi maddî imkânlarını ve konumlarını güçlendirme, diğer yandan da kendileri gibi düşünmeyen insanları ezme ve bastırma istikametinde kullandıkları için başkalarının da aynı şeyi yapmasından korkuyorlar. Onlar bir dönemde karanlık yollarla milletin kılcallarına kadar nüfuz ettikleri ve sonrasında da kendileri gibi olmayan insanları idare etme adına bir kısım vesayet sistemleri oluşturdukları için meseleyi tamamen kendi duygu ve düşüncelerine göre değerlendiriyor ve herkese bağrını açmaya açık olan hizmet insanlarıyla ilgili bir kısım gizli ajandalar uyduruyorlar. Haramilikle bazı imkânları elde eden insanlar her ne kadar bir şirzime-i kalilden (küçük bir topluluktan) ibaret olsalar da bunlar tavır ve söylemleriyle geniş kitleleri de etkiliyor ve onların da zihinlerini bulandırıyorlar.

Mesela kendileri gibi düşünmeyen insanların devlet içerisinde önemli vazifelere gelmelerinden ciddi rahatsızlık duyan ve onları iflah etmek istemeyen bazı kimseler hizmet gönüllülerinin devlete sızdığından ve devlet içerisinde kadrolaştığından bahsediyorlar. Hâlbuki bu devletin vatandaşı olan herkesin -hak ettikten sonra- devlet içerisinde istediği görevi alma hakkı vardır. Bunun aksini iddia etmek ayrımcılıktır. Nitekim ben 40-50 sene önce açıktan açığa cami kürsülerinden bunu ifade ettim. Dedim ki, “Niye bu ülkenin dindar insanları çocuklarını sadece Kur’ân kurslarına, imam-hatip okullarına ve ilâhiyat fakültelerine gönderiyorlar? Bu ülkenin başka okulları yok mu? Neden çocuklarınıza tıp tahsili yaptırmıyorsunuz? Neden fizik, kimya gibi fen bilimleri okutmuyorsunuz? Niye çocuklarınızı mülkiyeye, adliyeye, emniyete ve askeriyeye yönlendirmiyorsunuz? Bu ülke, bizim ülkemizdir. Bu okullar da bizim okullarımızdır. O hâlde bu ülke insanı çocuklarını faydalı gördüğü bütün alanlara yönlendirmelidir.”

Ben bu gibi düşüncelerimi cami kürsülerinde çok rahatlıkla ifade ettim. Bugün de olsa yine aynı şeyleri söylerdim. Fakat buna rağmen birileri hâlâ sızmadan bahsediyorlar. Hâlbuki sızma, yabancı bir unsurun bünyeye gizlice girmesi demektir. Farklı milletlerden olan insanlar bu milletin kaderine hâkim olmak için gizlice onun içine sızabilirler. Fakat ülke insanları kendi okullarına sızmaz, hakkını vererek girer. Bu onun hakkıdır. Öz be öz vatan evlâdı, bütün önemli müesseselerde yer alabilir ve ülkesinin geleceği hakkında söz sahibi olabilir, olmalıdır. Bunun aksini iddia etmek düşünce özrünün bir alâmetidir.

Diğer taraftan, gelecekle ilgili bir kısım vehim ve şüpheler ortaya atmak da oldukça yersiz bir davranıştır. Hizmet gönüllüleri -inşaallah- bugün nasıl hareket ediyorlarsa yarın da aynı çizgilerini koruyacaklardır. Zira bütün insanlığa sevgi ve şefkatle yaklaşma, herkese bağrını açma, hatta can düşmanlarına karşı bile insanlık ve mürüvvetten ayrılmama onların temel düsturlarıdır. Kaldı ki -ille de bir ajandadan bahsedilecekse- onların ajandasında nam u nişanın, makam ve mevkinin ve de dünya saltanatının bir yeri yoktur. Onların talip olduğu tek şey Allah rızasıdır. Onlar, bunun dışındaki bütün çıkar mülâhazalarına karşı kapılarını sıkı sıkıya sürgülemişlerdir.

Aslında bırakalım dünyevî makam ve iktidarları, hizmet eden insanlar yaptıkları hizmetleri uhrevî çıkar düşüncesine bağlamayı bile doğru bulmazlar/bulmamalıdırlar. Mesela bir insan Allah rızası yolunda hizmet ederken o yolda bir kısım sıkıntılar çekebilir; takiplere, sorgulamalara, tehditlere ve sürgünlere maruz kalabilir, hapis ve zindanlara tıkılabilir, vatanını terk etmek zorunda kalabilir… Eğer bütün bunların karşılığında o, “Ben bunlara mukabil Cennet’e talibim.” derse çok ucuz bir şeye talip olmuş olur. Allah rızası dururken ne diye daha aşağısına talip olalım ki! Evet, bir Müslüman dualarında Cennet’i talep edebilir, Cehennem’den uzak kalmayı isteyebilir. Fakat yaptığı hayırlı işleri ona bağlaması, onu gaye-i hayal edinmesi, daha büyük şeyler istemek dururken daha küçüklerine talip olma anlamına gelir.

Şimdi Cennet bile hizmet adına yapılan güzel faaliyetlerin karşısında küçük kalıyorsa bence dünyevî sultanlıkların onun yanında hiçbir değeri olamaz. Dolayısıyla biz, Rabbimizin rızasını elde etme ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile ahirette birlikte olma dururken, ortaya koyduğumuz hizmetleri dünyevî imkânlara ve makamlara ulaşmak için birer vesile yapmayız. Bu yüzden milletvekili olma, bakan olma, başbakan olma, herkes tarafından parmakla gösterilen biri hâline gelme ve alkışlanma gibi hedefler bizlerden çok uzaktır. Biz, bunlara talip olmayı, bulunduğumuz konumdan aşağıya düşme olarak görürüz. Zira harem dairesine alınan ve sultanla muhatap olma imkânına erişen bir insanın koridordakilerin talip olduğu şeylere talip olması doğru değildir.

Düşünce Dünyalarının Farklılığı

Aslında gerek Türkiye’de gerekse dünyanın farklı ülkelerinde vazife yapan hizmet gönüllülerinin ortaya koydukları olağanüstü fedakârlıklar çokları tarafından bilinmektedir. Özellikle onlarla yakın teması olan insanların yapılan bu fedakârlıkları görmemeleri ve bilmemeleri mümkün değildir. Nitekim bugüne kadar farklı vesilelerle, henüz üniversiteyi yeni bitiren gencecik insanların, ismini dahi bilmedikleri, yerini haritada bulmakta bile zorlanacakları deniz aşırı ülkelere nasıl gittikleri, oralarda burs ölçüsündeki küçük ücretlerle vazife yaptıkları, hatta bazen onu bile bulamadıkları, okul inşaatlarında bir amele gibi çalıştıkları ve benzeri hususlar onları gören farklı insanlar tarafından defalarca anlatılmıştır.

Onların bu fedakârlıkları sadece kısa bir zaman dilimine de has değildir. Bugün yaşları ellilere, altmışlara ulaşan nice hizmet gönüllüsü hâlâ bu fedakârlıklarını devam ettirmektedir.

Bunca fedakârlığın kalan ömrün daha rahat yaşanması veya bir kısım dünyevî makam ve mevkilerin elde edilmesi adına yapılması mümkün değildir. Çünkü bir kısım dünyalık çıkarların elde edilmesi için bu kadar çile çekmeye ve bu kadar mahrumiyet yaşamaya değmez. Kim kalan ömrünün beş-on senesini rahat yaşayabilmek için bütün bir ömrünü heder eder ki! Demek ki daha önce de ifade ettiğimiz gibi yapılan fedakârlıkların amacı Allah rızasını kazanmak ve uhrevî mutluluğu elde etmektir. Yani fedakâr gönüller başkalarına el uzatmak ve onları fakirlik, cehalet ve iftirak bataklıklarından kurtarmakla kendi kurtuluşlarını ümit etmektedirler.

Ne var ki sizden farklı kültür ortamlarında yetişen ve sizin düşünce dünyanızdan habersiz olan insanların bunu anlamaları mümkün değildir. Onlar, sizinle oturup kalkmadan ve sizin yürüdüğünüz yolun hususiyetlerini bilmeden, yapılan bu fedakârlıkların ne ifade ettiğini anlayamazlar. Çünkü onlar bugüne kadar her fedakârlığı, kendilerine sağlayacağı çıkarı düşünerek yapmışlardır. Dünya için koşan ve bütün ömürlerini onun arkasında tüketen insanların, hiçbir dünyevî beklentiye kapılmadan ciddi bir adanmışlık ruhuyla yapılan hizmetleri anlamaları mümkün değildir. Çünkü onlar, böyle bir şeyi ne düşünmüşler, ne duymuşlar, ne görmüşler, ne de yaşamışlardır.

Kendimizi Doğru Anlatma

Bütün bunları, onların bu konudaki kuşkularına ve paranoyalarına hak verme ve onları mazur gösterme adına ifade etmiyorum. Bilakis olan biten hâdiselerin doğru okunması ve buna göre yapılacakların doğru tespit edilmesi adına bunları söylüyorum. Zira onlar bunu anlamasalar da biz anlatmaya devam etmeliyiz. Onlar bizden uzak dursalar da biz onlara yakın olmaya çalışmalıyız. Tıpkı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi bir kere, iki kere, üç kere anlatmayı yeterli görmemeli; dördüncü kez, beşinci kez… anlatmaya devam etmeliyiz.

Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebû Cehil diye meşhur olan Amr İbn Hişam’ın ayağına belki elli belki de yüz defa gitmişti. Aslında Ebû Cehil, karakter itibarıyla iman etmesi çok zor olan bir insandı. Zira o, tamamıyla küfür ve dalâlete kilitlenmişti. Oldukça inatçıydı. Kendisini diğer insanlardan üstün görüyor, herkese tepeden bakıyordu. Benî Mahzum’un efendisi olarak bir gün Mekke halkının başına geçeceği günün hülyalarıyla yaşıyordu. Tam bu sırada madde ve manasıyla o toplumu idare edecek bir insanın ortaya çıkması Ebû Cehil’in hazmedeceği bir durum değildi. Esasen Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bunları çok iyi biliyordu. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük bir fetânet idi. Ne var ki O buna bakmıyor ve anlatmaya devam ediyordu. Çünkü anlatma O’nun vazifesiydi. Kabul ettirme ise Allah’a aitti.

İşte bu sebepledir ki duygu ve düşüncelerimizi anlatma adına yaptıklarımızı yeterli görmemeli, tekrar tekrar anlatmaya devam etmeliyiz. Nitekim yakın zamanda yanıma gelen önemli bir şahıs, “Henüz hareketi, onun ruh ve manasını bilmeyen farklı kesimlerden çok insan var.” demişti. Demek ki bugüne kadar bu konuda çok ahesterevlik etmişiz. Kendimizi başkalarına doğru bir şekilde anlatamamışız. Gerek sözlerimizle gerekse hâlimizle ne olduğumuzu ortaya koyamamışız. Onların bizi daha yakından tanımasına fırsat vermemişiz. Yapılan hizmetler dikey olarak yükseldiği hâlde onların başkalarına anlatılması yatay kalmış.

Dolayısıyla bu konuda tembellik yapıp ağır davranmamalıyız. Gerekirse tıpkı doksanlı yıllardaki diyalog sürecinde olduğu gibi tek tek şahısların ayağına gitmeli ve onlarla diyaloğa geçmeliyiz. Eğer yürüdüğümüz yolda problemlerle karşılaşmak istemiyorsak yükselme ve genişleme nispetinde alâkadar olduğumuz çevreyi de genişletmeliyiz. Eğer geçmişten tevarüs edilen kaskatı düşmanlıkların, haset ve çekememezliğe kilitlenmiş insanların veya İslâmî terbiye görmemiş bir kısım kimselerin iç içe daireler şeklinde önümüzü kesmesini istemiyorsak; düşmanlıkları kırma, çevre yapma, sempati duyanları çoğaltma ve dostluklar kurma istikametinde sürekli yeni yeni adımlar atmaya devam etmeliyiz.

İstemez misiniz size ait güzelliklerden başkalarının da haberdar olmasını ve bir gün onların da size yol arkadaşlığı yapmasını? İstemez misiniz sizi karalayanlara karşı onların sizi savunmasını? O hâlde kültür ve düşünce farklılığından ötürü bazıları sizi yanlış tanısa ve haksız ithamlarda bulunmaya devam etseler de size düşen vazife, ısrar ve kararlılıkla beklentisizliğinizi, istiğnanızı, ihlâs ve samimiyetinizi, sevgi ve hoşgörünüzü anlatmaya devam etmektir.

Anlatmanın yanında onların sizi daha iyi tanımaları, insanlık adına ne tür duygulara sahip olduğunuzu görmeleri için uzun süre onlarla birlikte oturup kalkmanız gerekir. Şunu bilmelisiniz ki kendinizi insanlara doğru bir şekilde anlatacağınız âna kadar onların sizin hakkınızdaki şüphe ve tereddütleri devam edecektir.

İnsanların size yürüyerek gelmesini istiyorsanız, ilahî ahlâk gereğince siz onlara koşarak gidin. Size bağırlarını açmalarını istiyorsanız, bağrınızı açın onlara karşı. Onlardan bir tebessüm bekliyorsanız öncesinde siz onları gökçek ve mütebessim bir yüzle karşılayın. Kalbinizi herkese açın ki sizin için binlerce kalb açılsın. Gönülleri fethedin ki hiçbir yerde reaksiyon görmeyin. Herkese karşı yakın durun ki insanlar da size yakınlaşsınlar!..

Bütün bunların yanında eğer başkalarının bizi doğru anlamasını ve iyi tanımasını istiyorsak son derece şeffaf ve herkese açık olmalıyız. İçimizdeki samimi duygularımızı her zaman dışarıya vurmalıyız. Fakat bunu yaparken insanların anlayış seviyelerini göz önünde bulundurmalı ve asla üslupta hata etmemeliyiz.

Ayrıca, yapacağımız bütün işleri, bulunduğumuz ülkelerin kanun ve mevzuatına uygun olarak yapmalıyız. Hatta hizmet adına bir adım atmadan önce, bulunduğumuz yerdeki yetkililerle görüşmeli ve onlardan izin almalıyız. Yaptığımız faaliyet ve programlara onları da davet etmeliyiz. Bizi yakından tanımaları adına meclislerimizi herkese açık tutmalıyız. Emniyet ve güven insanı olduğumuzu, bizden kimseye bir zarar gelmeyeceğini herkese göstermeliyiz.

Dolayısıyla başkalarını endişeye sevk edecek ve rahatsız edecek her türlü tavır ve davranıştan uzak durmalıyız. Öyle ki hiçbir hareketimiz başkaları tarafından yanlış yorumlanmaya açık olmamalı veya onlarda gizli bir şeyler çevrildiği hissini uyarmamalı. Şunu unutmamalısınız ki siz bu konularda bir hata yaptığınızda sadece dünyanın dört bir tarafında sizinle aynı çizgide hareket eden insanların hizmetlerine zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda hem sizin düşüncenize yakın olan dostlarınızın hem de arkanızdan gelecek haleflerinizin de işini zorlaştırmış olursunuz.

Elbette bütün bu konularda başarı sağlanması birdenbire gerçekleşmeyecektir. İlk başlarda ciddi zorlanacaksınız. Karşı tarafa kendinizi doğru bir şekilde ifade edeceğiniz âna kadar şüpheyle karşılanacaksınız. Fakat muhataplarınız uzun yıllar sizi test ettikten ve sizin ne kadar güvenilir insanlar olduğunuzu gördükten sonra bu defa onlar sizi başkalarına anlatmaya başlayacaklar. “Bu insanlara güvenebilirsiniz, onlardan size hiçbir kötülük gelmez.” diyecekler. Onların sizi anlatıp müdafaa etmeleri sizin adınıza çok önemli bir referans olarak görülecek ve bu da sizin kendi kendinizi anlatmanızdan çok daha tesirli olacaktır. Her zaman bir kısım Ebû Cehiller, Utbeler, Şeybeler mevcudiyetlerini devam ettirecek olsalar da maşerî vicdanın sesi, soluğu ve heyecanı onların nefeslerini kesecektir.

İşte böyle bir neticeyi elde etmek için insan neye katlansa değer. Çünkü bugün katlanılan ve hazmedilen rahatsız edici şeyler daha sonra bizi sevindirecektir. Şunu unutmamak gerekir ki sizin yaptığınız iş, insana yatırımdır. İnsana yatırımın geriye dönüşü ise en az çeyrek hatta bazen yarım asır ister. (Devam edecek.)

Hizmet Aleyhindeki İtham ve İftiralar (2)

Hazımsızlık ve Kıskançlıklar

Bazı kesimlerin Hizmet gönüllülerine karşı antipati duymalarının önemli sebeplerinden birisi de haset ve kıskançlıktır. Nitekim bir zaman bana üç sayfalık mektup yazan bir zat sanki koskocaman dünyada hizmet yapılacak başka bir alan kalmamış gibi, “Öyle bir alan işgali var ki başkalarına hiç alan bırakılmıyor.” demişti. Hâlbuki insanlığın problemlerine çare bulunacağı ve onlara hak ve hakikatin anlatılacağı dünyada bir sürü yer var. Afrika’ya gidin, Uzak Doğu’ya gidin, Çin’e gidin, Rusya’ya gidin, Amerika’ya gidin. Nereye giderseniz gidin ve siz de zengin kültür dünyanızı onlara taşımaya ve onların da zenginliklerinden istifade etmeye çalışın. Dünyada tohum saçılabilecek ve meyve alınabilecek o kadar çok bakir alan var ki!

Bu yapılmayıp açıktan açığa ortaya konulan hizmetlerden şikâyet edilmesi, sinelerdeki hazımsızlığın ne kadar büyük olduğunun göstergesidir. Demek ki onlar kendi aralarında da bu tür mevzuları konuşuyor ve yapılan hizmetlerden duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlar. Hazımsızlık ise insana küfrün bile yaptırmadığı tahribatı yaptırabilir. Bazı hazımsız kimseler size karşı gösterilen teveccühü kırmak ve tesir alanınızı daraltmak için ellerinden geleni yapar, her türlü yalan, iftira ve karalamaya başvururlar. Hatta sizinle uzaktan yakından hiçbir alâkası olmayan bir kısım suçları bile size mâl etmeye çalışırlar. Sizi devletle karşı karşıya getirmeye ve sanki devlet düşmanıymışsınız gibi göstermeye çalışırlar.

Şimdiye kadar çok defa bu tür gailelerle karşı karşıya kalındığı gibi maalesef şimdilerde de bunlara maruz kalınıyor. İnsanlardaki rekabet duygularını ve kıskançlıkları kırmaya gücümüz yeter mi yetmez mi bilemiyorum. Fakat biz, bize düşeni yapmakla sorumluyuz. O da, oldukça şeffaf hareket etmek, hiç kimsenin gıpta damarını tahrik etmeme adına son derece hassas olmak, dahası hedeflerimizi başkalarının hedefi hâline getirerek yürüdüğümüz yolu onlara da açmaktır. Everest Tepesi’nin üzerine mi çıkmak istiyorsunuz, size haset eden farklı düşünceden insanların da elinden tutarak, “Gelin beraber çıkalım.” deyin. Ayrı-gayrı gütmediğinizi ortaya koyun. Dahası farklı düşüncelere sahip olan insanların size katkısı olabileceğini unutmayın. Meseleyi sadece falana filana bağlamak suretiyle İslâm’ın ortaya koymuş olduğu genişliği daraltmayın. Hedefe ulaşma adına önünüzde duran çok geniş yolları patikaya çevirmeyin. Yoksa takılır yollarda kalır ve varmanız gerekli olan yere varamazsınız.

Özellikle bazı kimselerle Kur’ân ve Sünnet’in muhkemâtı etrafında bir araya gelebiliyorsanız, detay sayılabilecek bir kısım mevzularda ihtilaf ve çatışmalara girmeyin. Herkesin yürüdüğü yola, takip ettiği usule fevkalâde saygılı olun. Saygı, sihirli bir anahtardır. Siz başkalarına karşı saygılı olursanız başkalarında da size karşı saygı hislerini tetiklemiş olursunuz. Başkalarına karşı saygısızca davranırsanız bir yönüyle kendi değerlerinize saygısızca hücum edilmesine sebebiyet vermiş olursunuz. Hatta onlara karşı takdir hislerinizi dile getirin. Bunu da birilerini idare ediyor olma mülâhazasıyla değil inandığınız ve içinizden öyle geldiği için yapın. Sizi çok farklı zamanlarda çok farklı vesilelerle elli defa dinlediklerinde hep aynı sesi duysunlar. İşte bu sizin samimiyetinizi gösterecektir. Çünkü bir şeyi söylemekle onu devam ettirmek ve tabiata mâl etmek ayrı şeylerdir.

Elbette bunu yaparken çok zorlanacağınız yerler olacaktır. Başkalarının yürüdüğü yol sizin anlayış ve fıtratınıza ters gelecektir. Bazen işin içine bencillikler girecek ve hatta bu bencillikler aidiyet mülâhazasıyla daha sağlam ve sarsılmaz hâle gelecektir. Fakat bilmelisiniz ki iradenizin hakkını vererek bu tür zorlukları aşmanız, size nahoş gelen durumlara katlanmanız, hatta icap ettiğinde iki adım geriye çekilmeniz bir taraftan size ibadet sevabı kazandıracak, diğer yandan da muhataplarınıza “Bunlarla yol yürünür, bunlarla aynı sofraya oturulur.” dedirtecektir. Dahası uzun yıllar sizden bir yanlışlık görmeyen insanlar size güvenmeye ve itimat etmeye başlayacaktır.

Çok tekrar edildiği gibi Allah’a giden yollar, mahlûkatın solukları sayısınca çoktur. Bu, fıtratın gereğidir. Eğer ana konularda ittifak etme imkânı varsa teferruatta ihtilafa düşmek cinayettir. Eğer siz en güzel yolu takip edeceğim diye birilerinden kopuyorsanız o zaman büyük bir yanlış içindesiniz demektir. Çünkü Hazreti Üstad’ın ifadesiyle söyleyecek olursak kendisinde ittifak edilen hasen (güzel), ihtilafa düşülen ahsenden (en güzel) daha güzeldir. Bu itibarla vifâk ve ittifaka çok ihtiyaç duyulan günümüzde sinlerdeki haset veya tenâfüs duygularının ele alınarak, yoğrularak makul bir çizgiye çekilmesine ve ihlâs kalıbı içinde ortaya konmasına ciddi ihtiyaç vardır. Yoksa siz ne kadar fedakârlık ve adanmışlık duygusuyla hareket ederseniz edin, bu prensiplere dikkat edilmediği takdirde yol güzergâhı tehlikeye atılmış ve hiç beklenmedik şekilde trafik kazalarının yaşanmasına sebebiyet verilmiş olacaktır. Sonra da iki yıllık bir yolu kat edebilmek için on yılınızı harcamak zorunda kalacaksınız.

Münafıkların Fitne ve Fesatları

Bütün bunların yanında sürekli fitne ve fesat tellallığı yapan münafıkların rollerini de göz ardı etmemek gerekir. Eğer onlar, din ve diyanetinizden, yol ve yönteminizden, büyüme ve inkişafınızdan dolayı size karşı antipati duyuyorlarsa, sürekli sizin aleyhinizde bir kısım entrikalar çevirecek, komplolar hazırlayacaklardır. Bugüne kadar dine karşı tavır alan, ülkemizin genel yapısını bozmak ve onu bir kargaşanın içine çekmek isteyen ve sürekli ülke insanları içerisinde ihtilaf ve iftiraklar çıkaran insanların varlığı hiç eksik olmamıştır. Kötülük düşüncesine kilitlenmiş bu tür insanlar, ülkeye faydası dokunan olumlu her hamle karşısında rahatsızlık duyacak, bunu bozmak ve bulandırmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır.

Onlar, bazen yönetimdeki insanların kulağına sizin aleyhinizde uydurdukları bazı şeyleri fısıldayarak, bazen aleyhinizde ürettikleri bir kısım argümanlarla sizi maşerî vicdanda suçlu gibi göstererek, bazen de değişik kesimlerden insanları sizin aleyhinizde kışkırtarak sürekli faaliyetlerde bulunacaklardır. Hatta çıkardıkları bu tür fitnelerle amaçlarına ulaşamazlarsa bu sefer toplumdaki iki farklı kesimi karşı karşıya getirip birbiriyle çatıştırmaya çalışacak; bir kesim diğerini yok ettikten sonra onlar da bunun tepesine bineceklerdir.

Onların bütün bu işleri yapmak için özel olarak kurdukları think-tank kuruluşları ve strateji merkezleri vardır. Oralarda sürekli kendileri gibi düşünmeyen insanların nasıl haklarından gelineceğiyle ilgili plân ve projeler üretirler. Onlar hakkında türlü türlü yalan ve iftiralar uydururlar. Öyle ki bu tür insanların ortaya çıkardıkları fitne ve fesat rüzgârları -daha doğrusu fırtınaları- devletleri bile yıkabilir. Çünkü tamire nispetle tahrip çok daha kolaydır.

Burada şunu da ifade etmek gerekir ki hizmet aleyhine dile getirilen mevcut iddiaların hepsinin altı boştur. Bunlar tamamen iftira ve karalamalardan ibarettir. Esasında bunların doğru olmadığını bu iftiraları atanların kendileri de biliyorlar. Hele hizmet insanlarına terörist deme ve onları vatan haini gibi gösterme tamamen onlara karşı duyulan kin ve öfkenin eseridir. Çünkü Hizmet hareketi içerisinde bulunan ve dünyanın dört bir yanına sevgi mesajları ile giden insanların arasından bugüne kadar şiddete başvuran ve suça bulaşan hiç kimse çıkmamıştır.

Bırakın şiddeti, terörü, silahı; yanlarında bir çakı bile taşımadıklarını bu iftiraları atanlar da gayet iyi bilmektedirler. Sevgiye kilitlenmiş olan bu insanlar bilerek bir karıncaya basmazlar. Bunca tahrik ve baskıya rağmen hizmet insanlarının bugüne kadar çizgilerini korumuş olması ve hiçbir şekilde sokağa dökülmemesi de onların masumiyeti adına yeterli bir delildir. Ve yine neredeyse yarım asırdır ortada olan ve farklı alanlarda faaliyet gösteren Hizmet gönüllüleri, değişik gizli servisler tarafından takip edilmesine rağmen bugüne kadar onlar aleyhinde tespit edilmiş herhangi bir suça rastlanmamıştır. Bunun için de dünyanın birçok ülkesinde Hizmet gönüllüleri tarafından kurulan müesseselerin bugüne kadar faaliyet göstermesine izin verilmiştir.

Fakat bütün bunlara rağmen, zikrettiğimiz/zikretmediğimiz muhtelif sebeplerden dolayı Hizmet gönüllülerine düşmanlık yapan bazı kesimler, bir kısım uydurma deliller üretiyor, “bitirme plânları” hazırlıyor ve tatbikata koyuyorlar. Milletin geleceğine, ülkenin menfaatine, dinin esaslarına, cumhuriyet ve demokrasinin gereklerine ve dünya huzurunun sağlanmasına ters hiçbir faaliyeti olmayan, bilakis bunları sağlamak için çalışan, bunları destekleme ve geliştirmeyi hayatına gaye edinen hizmet erlerinin yaptıkları faaliyetleri bitirmek için olanı çok farklı gösterme gayreti içindeler. Bu yüzden bize düşen en önemli vazife, tekrar tekrar bunların anlatılmasıdır.

Yola Devam

Başkaları kötülük adına her ne yaparsa yapsınlar, bunlar, -Akif’in ifadesiyle- Allah’a inanmış, hikmete râm olmuş, sa’ye sarılmış ve bu sayede gerçek yolunu bulmuş insanları tereddüde sevk etmemeli, şaşırtmamalı ve duraksamalarına yol açmamalıdır. Gerek milletimiz gerekse dünya insanlığı adına güzel neticeler vaat edecek bir yolda yüründüğüne inanılıyor, yolun her menzilinde durup bir kere daha genel kıstaslar ve evrensel değerler açısından bulunulan yerin doğru olup olmadığı test ediliyor ve yanlış bir şey yapılmadığı görülüyorsa, sağdan soldan gelen lakırdılara kulak asılmaması ve paniğe girilmemesi gerekir.

Nitekim Hz. Nuh taşlanmış, Hz. Hûd tehdit ve tazyiklere maruz kalmış, Hz. Salih ölümle tehdit edilmiş, Hz. Musa vatanını terk etmek zorunda bırakılmış, Hz. Mesih çarmıha gerilmek istenmiş, Hz. Zekeriya testere ile biçilmiş ve daha nice peygamber nice zulüm ve baskıya maruz kalmıştır. Fakat onlardan hiçbirisi yürüdüğü yoldan geriye dönmemiştir. Allah’ın en şerefli kulları, kendilerini çekemeyen ve dine karşı düşmanlık yapan zalim ve mütecavizler tarafından akla hayale gelmedik eziyetlere maruz bırakılmışsa, onların yolunu takip eden kutluların bundan kurtulmaları mümkün değildir.

Zira bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: يُبْتَلَى الرَّجُلُ عَلَى قَدْرِ دِينِهِ فَمَنْ ثَخُنَ دِينُهُ ثَخُنَ بَلَاؤُهُ وَمَنْ ضَعُفَ دِينُهُ ضَعُفَ بَلَاؤُهُ “Herkes dinî yaşantısının kadrine kıymetine göre belalara maruz kalır. Dini güçlü olanın maruz kaldığı bela da güçlü; dini zayıf olanın maruz kaldığı bela da zayıf olur.” (Hâkim, el-Müstedrek 1/99)

Bu açıdan insanlığın geleceğini ihya etme vasıtasıyla Allah’ın rızasına ulaşmayı hedefleyen adanmışlar, yolun herhangi bir yerinde ölüm çukurlarına da atılsalar neticede kazanmış sayılırlar. Bu açıdan onlar, yürüdükleri yolun bir yerinde kaldırılıp dünyadan ukbâya atılmalarına değil, asıl kendilerine bu zulümleri yapan insanların ahiretlerini mahvetmelerine üzülmelidirler. Abdullah İbn Zübeyr, Haccâc tarafından asıldığında onun annesi Esma Validemiz, Haccâc’ın karşısına çıkar ve sarsıcı bir konuşma yapar. Söylediği sözlerden birisi de şudur: “Haccâc! Sen oğlumun dünyasını mahvettin ama o senin ahiretini mahvetti.” İşte bizi üzen de bu olmalıdır.

Ayrıca siz ne kadar hoşgörü ve sevgi derseniz deyin, şeytanın kapıkulları olan ve onun yönlendirmesiyle hareket eden bazı kimselerin size düşmanlıktan vazgeçmeyeceğini de görmezlikten gelmemeli, temkin ve teyakkuzla yolunuza devam etmelisiniz. Allah size lütuflarda bulundukça Allah ve peygamber düşmanlarının bu mevzuda rahatsız olacağını ve tertemiz hizmetleri kirletme istikametinde bir kısım komplolar çevireceğini hiçbir zaman kulak ardı etmemelisiniz. Aslında hizmet adına yapılan işlere bakıldığında Allah katından kovulmuş olan şeytandan başkasının bunlardan rahatsız olması mümkün değildir. Ne var ki şeytanın da çok temsilcileri vardır. Bunlar her zaman kötülük yapabilirler. Bu açıdan yılmadan ve paniklemeden yola devam etmenin yanı başında fevkalâde basiretli davranmalı, tedbir ve temkinle hareket etmelisiniz.

Bu kadar geniş bir dairede bu işlerin ferdî mülâhazalarla halledilmesi mümkün olmadığı için de mutlaka meselelerinizi istişareye ve kolektif şuura bağlı olarak götürmek zorundasınız. Haybet ve hüsran yaşamak istemiyorsanız en küçük meselelerinizi bile meşverete sunmalı ve oradan çıkan kararlara bağlı kalmalısınız.

Muhasebe

Son olarak hemen her zaman tekrar ettiğimiz bir hususu bir kere daha hatırlatmakta fayda görüyorum. Üstad Hazretleri bir yerde ehl-i dünyanın kendisine saldırmasının sebebi olarak, içinden geçen ve kendince doğru bulmadığı duyguları gösteriyor. Bizim de mutlaka bu konuda nefsimizi muhasebeye tâbi tutmamız gerekir. Allah rızasına kilitlendiğimizi ve onun en büyük vesilesi olan i’lâ-i kelimetullah gibi çok yüce bir gayeye bağlandığımızı söylüyoruz. Acaba baştaki bu duygu ve düşünceyi sürekli olarak hayatımızın her ânında koruyabiliyor muyuz? Acaba aklımızın köşesinden azıcık dahi olsa dünyanın nimetlerinden faydalanma ve dünyada rahat etme mülâhazaları geçiyor mu? Acaba gelecek adına bir kısım beklentilere girmek suretiyle şe’n-i Rubûbiyetin gereğine karışıyor muyuz? Acaba yapılan hizmetlerin genişliğine bakarak ve bunları bir güç kaynağı gibi görerek dayanılıp güvenilmesi gereken asıl güç kaynağını, yani Zât-ı Ulûhiyet’in havl ve kuvvetini unutuyor muyuz?

Soruları artırmak mümkündür. Siz bunların daha ötesini de düşünebilir ve kendinizi bu zaviyeden sorgulayabilirsiniz. Çünkü bir şeyi ifade etme başkadır, öyle olma başka. Eğer bu konularda herhangi bir eksik ve hatanız varsa tokat yiyebilirsiniz. Dolayısıyla yapmanız gereken şey, günah işlemiş gibi bir an önce Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek tevbe ve istiğfarda bulunmaktır. Hiçbirimiz müzekkâ (arınmış, tertemiz) olmadığımıza göre duygu ve düşüncelerimizin her zaman temiz kaldığını iddia edemeyiz. Tıpkı değirmen taşları arasından çıkan ve ambara dökülen unun bir kısmının dışarı gitmesi gibi bizim düşüncelerimizin bir kısmı da istemediğimiz yerlere akabilir. Şeytan da bu boşluğumuzdan istifade ederek bir kısım insanları aleyhimize sevk edebilir. Bu aynı zamanda Allah’ın bize verdiği bir cezadır.

Bu itibarla, Allah’la münasebetimizde hiçbir boşluk kalmamasına çok dikkat etmeliyiz. Sık sık kıvamımızı koruyup koruyamadığımızı kontrol etmeli ve eğer varsa bir kısım eksik ve gediklerimiz bir an önce onları tamir etmeliyiz. Eğer biz, bize düşeni yapar ve O’nunla irtibatımızı güçlü tutarsak, O da bizi düşmanların her türlü saldırı ve zulmünden muhafaza edecektir. Eğer biz nefis ve şeytanımızın belini kırabilirsek aleyhimizde olan kişilerin düşüncelerinin de beli kırılacaktır. Çünkü birilerini aleyhimizde kışkırtan onlardır. Kısacası biz, bir iç deformasyona maruz kalmadığımız sürece Allah da nimetlerini devam ettirecektir.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.