Hizmet eden insanların amansız düşmanı: Şeytan
Soru: Şeytanın herkese kendi sıkletine göre musallat olmasından bahsediliyor. Bu hususu nasıl anlamalıyız?
Soru: Şeytanın herkese kendi sıkletine göre musallat olmasından bahsediliyor. Bu hususu nasıl anlamalıyız?
Soru: Hizmet Hareketi hakkında, “devlete sızma veya devleti ele geçirme” gibi iddialar öne sürülüyor. Hizmet gönüllüleri ve onları yakından tanıyanlar bunların birer iftiradan ibaret olduğunu bilse de kimi insanlar nezdinde bu tür iddiaların kafa karışıklığına sebep olduğu da bir gerçek. Söz konusu ithamlara nasıl cevap verilmelidir?
Cevap: İnsanlara sorulsa ki: “İşinin ehli olan, çalmayan, yolsuzluk yapmayan, vatandaşa saygılı davranan, vazifesini hakkıyla yapan, adaletiyle, dürüstlüğüyle öne çıkan öğretmenler, müdürler, doktorlar, mühendisler, hâkimler, savcılar, bakanlar, başbakanlar mı istersiniz; yoksa işini savsaklayan, hak-hukuk tanımayan, işinin ehli olmayan, vatandaşa saygısız kamu görevlileri mi?” Herhalde herkes, birinci şıktakileri isteyecektir. İşte farklı kesimlerden binlerce akademisyen, mütefekkir, sosyolog, gazeteci ve eğitimcinin ifade ettikleri gibi Hizmet Hareketi, zikredilen evsafta insanlar yetiştiriyor. Bu açıdan Anadolu insanının emek verip sahip çıktığı eğitim yuvalarında bu evsafta insanlar yetiştirilmiş ve bunlar ehliyet ve liyakatlerini ortaya koyarak hak kazanıp girdikleri müesseselerde bulundukları mevkilerde öne çıkmışlarsa buna devlete sızma veya devleti ele geçirme teşebbüsü mü denir; yoksa halka, devlete ve ülkeye hizmet mi denir?
İkinci olarak; insanları ilme, ahlâka, maneviyata, hakikî dindarlığa çağırmak; din, ahlâk, ilim ve maneviyat hizmeti vermek kimsenin tekelinde olmadığı gibi kendisini Müslüman olarak gören insanlar için böyle bir vazife inandığı değerlerin bir gereğidir. Bu ülke ve bu milleti aşk derecesinde seven eğitim gönüllüleri toplumun hemen her kesimine hitap etmeye çalışıyor ve bunun neticesinde farklı kesimden insanlar bu çağrıya müspet cevap veriyorlarsa bu, devlete sızma veya onu ele geçirmeye çalışmak mıdır; yoksa millete, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek midir?
Üçüncü olarak ifade etmek gerekir ki, maalesef günümüzde kimi kamu kurum ve kuruluşlarında yolsuzluk yapma, rüşvet alma, adam kayırma gibi hukuk ve ahlâka aykırı bir kısım davranışlar karşısında ülfet oluştuğu için; vazifesini hakkıyla yapmaya ve aldığı maaşın karşılığını vermeye çalışan, hukuka ve kanunlara bağlı olan, hırsızlığa, yolsuzluğa ve rüşvete bulaşmayan kamu görevlileri, bulundukları yerlerde sevilmiyor ve istenmiyorlar. Evet, ahlâk ve faziletlere bağlı bir kısım kamu görevlilerinin kanun ve kurallar çerçevesinde vazifelerini hakkıyla yerine getirmeleri, bulundukları yüksek makam ve mevkileri kazanç kapısı olarak gören bir kısım kimselerin zarar görmesine sebep olabiliyor. Peki, böyle bir durumda işini hakkıyla yapmak isteyen insanlar ne yapmalı? Hukuk ve kanun tanımayan bir kısım kimseler kendilerine zarar verecek diye adalet ve hakkaniyetle vazifelerini yerine getirmesinler mi? Başka bir ifadeyle, yüksek insanî değerlere ve hukuk kurallarına uygun olarak vazifenin yerine getirilmesi devlete sızmak ve onu ele geçirmeye çalışmak mıdır?
Kaldı ki bu ülke insanının her bir ferdi, -elbette ben ve Hizmet Gönüllüleri de buna dâhil- devletimizin vatandaşlarıyız. Ben, öz be öz Anadolu insanıyım. Kana, deme, damara, kafatasına bağlı bir ırkçı değilim, böyle bir zihniyete kesinlikle karşıyım. Fakat milletimi aşk derecesinde seviyorum. Bu açıdan bir vatandaşın kendi memleketindeki müesseselere girmesi, başkalarını da girmeye teşvik etmesi nasıl sızma olarak yaftalanabilir? Aslında sızma, kanuna ve hukuka aykırı olarak iş yapan veya bulundukları devlet hizmetlerini menfaatleri adına kullanan kişilerin işidir ki, işte bunlar kendilerini gizlemek için, kendileri dışındaki herkes hakkında bu tür suçlamalarda bulunuyorlar.
Evet, bu milletin her ferdinin, gerekli ehliyet ve liyakate sahip olmak ve bunları ortaya koymak şartıyla elbette devletin bir kademesinde, bir kamu hizmetinde bulunma hakkı vardır. Ama bazıları şu veya bu yolla bu ülkenin kaderiyle alakalı çok önemli, hayatî yerleri tutmuş, gelip hipofiz bezine oturmuş, milletin görme sinir sistemini baskı altına almış ve milletin doğru görmesine engel olmuşlarsa; sizin davranışlarınızı, hareketlerinizi de paranoyayla, “Efendim, bunlar sızmak istiyorlar.” diyerek yorumlar ve insanlara öyle göstermek isterler. Onlar bu paranoya ruh haliyle sızma meselesine öyle kilitlenmişlerdir ki, artık bir yerde kapının tokmağına dokunulsa, kapının zili çalsa “sızma” der, sızma ile oturur sızma ile kalkar, sürekli bir sızma paranoyası yaşarlar.
Hâlbuki bir milletin ferdi, kendi milleti içinde, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer, adliyeye de girer, hariciyeye de girer. Neden vatan evladı girmeyecekmiş buralara? Anadolu insanını sadece Kur’ân kurslarına mı bağlamak istiyorsunuz? Yalnızca o mevzuda mı teşvikte bulunalım; “Sadece İmam-hatiplere gitsinler” mi diyelim? Hayır, dün dediğim gibi, evvelki gün dediğim gibi, bugün de söylüyorum, ömrüm vefa ettiği müddetçe yarın da, öbür gün de söyleyeceğim: Anadolu insanının, bu ülkenin vatandaşının her yere girme hakkı vardır, bu hakkını kullanır. Böyle bir hakkı kullanmaya mani olmak apaçık haksızlıktır, zulümdür, irtikâptır. Ama hemen şunu ifade edeyim ki, Anadolu insanına, kendi memleketinde, kendi müesseselerinin kapılarını kapatma, böyle bir dayatma gün gelir halkın vicdanında öyle bir yankı bulur ki geriye teper: “Zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var / Bugün halka cevir kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”
Bu itibarla sesim ulaşsaydı Anadolu’nun en ücra noktasında duyulacak şekilde bir kere daha haykırırdım: Çocuklarınızı Kur’ân kurslarına koyduğunuz kadar, İmam-hatip’e de koyun; oraya koyduğunuz kadar mülkiyede de okutun; tıpta, mühendislikte, polis mekteplerinde okuttuğunuz kadar, hukuk fakültelerinde, askerî mekteplerde de okutun! Bu ülke sizin ülkeniz; dolayısıyla, o ülkeyi ayakta tutacak müesseselere sahip çıkmak da hem hakkınız, hem de sorumluluğunuzdur.
Esasında bu tür iddialar, maalesef millete hizmet uğruna değil de kendi menfaati adına kullandığı konumunu muhafaza edebilmek için Türkiye’nin şu anki kaotik, karmaşık, hukuksuz ortamından istifade eden, bu halin devamını isteyen; insanların gerçekleri görmelerinin önünü almaya, ülke gerçeklerinin bilinmesine engel çıkartmaya çalışan, ele geçirdikleri kamu makam ve mevkilerini bırakmak istemedikleri gibi, evlâtlarına, onlardan torunlarına bırakma peşinde koşan; ülkenin gerçekten demokratikleşmesinden ciddi manada korkan bazılarının hukuk devleti ve demokratik bir devlet olabilme adına adımlar atılmasının önünü almak için kullandıkları argümanlardan biridir. Milletin yükselişini kendilerinin çöküşü kabul eden, vazifeperver insanları kendi ikballeri açısından birer tehlike olarak gören ve dün başkalarıyla, bugün ise daha başkalarıyla ittifak halinde bulunan bir kesim veya bazı kesimler, çıkarlarından olma telaşı yaşıyor ve işgal ettikleri koltuklarda, içine gömüldükleri yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet gibi bataklıkların sorgulanmasından korktukları için bu tür iddialar ortaya atıyorlar. Devlet ve milletin imkânlarıyla bohemce yaşayışlarını ve serâzat hayat tarzlarını sürdürebilmek için kendileri gibi olmayan insanlardan rahatsızlık duyuyor ve bunları rahatça davranmalarına ve keyiflerince yaşamalarına mâni görüyorlar. Daha sonra da şeytânî hislerine fikir libası giydirerek, “Darbe var; her yeri sarmışlar; her yere sızmışlar…!” türünden yâvelerle ortalığı velveleye veriyorlar. Bu sözleri tekrarlaya tekrarlaya zamanla paranoyalara tutuluyor ve kendileri haricindeki herkesi düşman ve herkesi “öteki” görme ruh hastalığına kapılıyorlar.
Diğer yandan, bu iddiaların bir psikolojik savaşın parçası olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bazıları, “şucu, bucu” iftiralarını ricâl-i devlete karşı tehdit, şantaj ve yıldırma malzemesi olarak kullanıyorlar. Ülke ve devlete faydalı işler yapabilecek kimseleri suçlayıp sindiriyor ve onların önlerini kesiyorlar. Böyle bir bahaneyle vatan evladının önünü tamamen tıkamayı hedefliyorlar.
Bir kısım kimseler de var ki, demokratik teamül ve kuralları ayaklar altına alarak ülkenin kan damarlarına, kılcallarına kadar girmiş ve halk üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Onlar bu uğurda, meşru‒gayrimeşru ellerindeki her türlü imkânı kullanmış, belli yerlere gizlice nüfûz etmiş ve ülkenin imkânları üzerine konmuşlardır. İşte bu tür insanlar çevrelerine hep kendi iç dünyaları adesesinden bakar; değişik hareket ve oluşumları, faaliyet ve kıpırdanmaları kendi yaptıklarına kıyas edip öyle değerlendirir ve neticede kendi levsiyatlarını başkalarında da tahayyül edip insanlarla muamelelerini bu anlayışa göre belirlerler. Kendileri gerçekten “sızdıkları” için, ehliyet ve liyakatlerini ortaya koyarak idarî kademelerde yer alan millet fertlerini de sızmakla suçlarlar.
Hani bir hırsız bir dükkânın önünden geçerken kepenklerine bakar, “o kepenklerin kolay bir şekilde nasıl açılacağı, kilidinin nasıl çözüleceği, hangi yollarla içeriye girilip daha sonra içerideki o malların nasıl hızlı bir şekilde boşaltılacağı” gibi şeyleri düşünür. Yani oradan geçerken daha başta göz hırsızlığıyla, yapacağı hırsızlığın zeminini hazırlar, onun kurgusuyla meşgul olur. Bu arada dükkân sahibi de, dükkânını kapatıp evine giderken geriye dönüp bakar ve gözleri kepenklerin üzerinde, muhtemel bir hırsızlığa karşı gerekli tedbirleri alıp almadığının, kilidin yeterince güvenli olup olmadığının muhasebesini yapar. Bu durumu gören ve o şahsın dükkân sahibi olduğunu bilmeyen hırsız ise, onu kendine kıyas edip “Bu da bizim tayfadan!” der.
Bu misalde olduğu gibi, birileri kırk haramiler gibi milletin mukadderatı üzerine oturmuş, ilgili müesseselere nüfûz etmiş ve oraları ele geçirerek kendi aralarında paylaşmışlarsa, gayet masum düşüncelerle ve insanî faziletlerin i’lâsı istikametinde koşturup duran insanları da kendileri gibi değerlendirir, onlara da aynı gözle bakarlar. Hâlbuki o adanmış ruhlar son derece masum düşüncelerle hareket etmektedirler. Öyle ki onlar, makam-mansıp-iktidar gibi dünyevî arzu ve hevesleri rüyalarında dahi görmemişlerdir. İnsanın, uzak durduğu, istemediği halleri rüyasında görmesi mümkündür. Fakat onlar, o türlü arzu ve heveslerden öylesine uzak bulunmaktadırlar ki, bazı rüyalar şuuraltı müktesebatının bir yansıması olsa da, onların şuuraltında böylesi mülâhazalar bulunmadığından, o türlü düşünceler onların rüyalarında dahi kendilerine yer bulamamaktadır. Ama bir kısım insanlar hep o rüya ve hülyalarla oturup kalktığından masum insanları da kendi bakış açılarına göre değerlendirmekte, kendi bakış açılarına göre yorumlamakta ve neticede değişik iftira ve karalamalarla onların önünü kesmeye çalışmaktadırlar.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
Soru: Bazen insanlığa hak ve hakikati anlatma adına ciddi gayret gösteren ve önde olan kimselerin, yakın çevresiyle ilişkilerinde kırıcı olma veya baskıcı davranmaları gibi bir kısım problemler gözlenebiliyor. Bu konuda denge nasıl sağlanmalıdır?
Cevap:İnsanlığın dertleriyle dertlenme ve bunların çözümü adına sürekli yeni projeler geliştirme çok önemli bir fazilettir. Fakat bunun faziletli olması da ihlâslı yapılmasına bağlıdır. Yoksa bir insanın yapmış olduğu hizmetleri, kendini ifade etme veya arzuladığı bir pâye ve makama kavuşma gibi dünyevî çıkarlara bağlaması, elde etmiş olduğu bütün uhrevî kazanımları harman gibi savurması demektir. Belki insanlığa hayırlı işler yapmış olan böyle birisi başkaları tarafından takdir görebilir, ismi belli müesseselere verilebilir, hatta her yere onun fotoğrafları asılıp, heykelleri dikilebilir. Fakat onun ortaya koymuş olduğu amellerde rıza-i ilâhî yoksa, bütün bunların ona hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü o, beklentilerine uygun olarak insanların teveccüh ve takdirini kazanmış ve dolayısıyla da amellerinin mükâfatını bu dünyada tüketmiş olacaktır.
Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, alacaklarını insanlardan aldıkları için, Allah’tan alacakları bir şey kalmayacaktır. Ku’ân’ın, أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz. Allah’ın verdiği o güzel ve hoş nimetleri israf edip bitirdiniz. Hakkınızı dünyada kullanıp ahirete bir şey bırakmadınız.”(Ahkaf Sûresi, 46/20) şeklindeki uyarı ve tehdit bildiren ifadeleri de buna işaret etmektedir. Nitekim hadis-i şerifte de düşmana karşı mücadele etmiş, ilimle meşgul olmuş ve bol bol infakta bulunmuş fakat bütün bu amellerini Allah rızasının dışında başka beklentilere bağlamış olan kimselerin uhrevî perişaniyetleri çarpıcı ifadelerle tasvir edilmiştir. (Bkz.: Müslim, imâret 152; Tirmizî, zühd 48)
İnşâallah kendisini insanlığa hizmet etmeye adamış gönüllülerden oluşan bu daire içerisinde, sadece kendi dünyevî hedeflerinin arkasından koşan ve bu yüzden de ciddi bir darlığın mahkûmu olan bu tür insanlar yoktur. Ben, soluk soluğa hizmet eden adanmışlar arasında, tamamen kendi hesaplarına ve dünyevî mülâhazalarına bağlı hareket eden insanların bulunmadığı kanaatindeyim. Allah’ın izniyle onlar, yapmış oldukları hayırlı hizmetler vasıtasıyla bir yandan Allah’ın rızasını kazanmaya namzet olurlarken, diğer yandan da talep etmeseler bile insanlığa sunmuş oldukları hizmet vesilesiyle sonraki nesiller tarafından hayırla yâd edileceklerdir. Hatta onlar, اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ “Bir işe sebep olan, onu yapan gibidir.” sırrınca güzel işler yapmalarına vesile oldukları insanların ve hizmet adına açtıkları yoldan gelenlerin sevaplarına da ortak olacaklardır.
Ne var ki -soruda da ifade edildiği gibi- bazı kimseler arz edilen bütün bu hizmetleri en güzel şekilde ifa etmenin yanında, Müslüman ahlâkına aykırı bir kısım olumsuz tavırlara girebilirler. Mesela birisi hizmet adına güzel projeler düşünür ve insanların önüne yüksek hedefler koyar. Bu düşüncesinde de oldukça samimidir. Fakat beklentileri karşılanmadığı zaman kırıcı olur. Çevresindekilerin en küçük hatalarını, ufacık ihmallerini affetmez, ufak tefek arıza ve aksaklıklardan dolayı hemen öfkelenir, birilerine kızar ve böylece beraber çalıştığı insanları rencide eder.
İşte böyle bir insanın, Allah yolunda koşturma gibi bir mü’min sıfatının yanında, başkalarına zulmetme ve onların kalbini kırma gibi küfür sıfatlarına da sahip olduğunda şüphe yoktur. Kur’ân’ın, Tebük seferine katılmayan bazı sahabiler hakkında beyan buyurduğu, خَلَطُوا عَمَلًا صَالِحًا وَآخَرَ سَيِّئًا “Onlar iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar.” (Tevbe Sûresi, 9/102) âyetinin de ifade ettiği üzere, bu kişiler güzel işlerine kötü şeyler karıştırmaktadırlar.
Bu sebeple, insanları sevk ve idare etmekle vazifeli bulunan kişilerin, hizmetlerinde başarılı oldukları ölçüde, insanî münasebetlerinde de olabildiğine hassas olmaları gerekmektedir. Onlar, gördükleri hata ve kusurlar karşısında gönüllerini geniş tutmalı, beraber hizmet ettikleri insanlara karşı son derece şefkat ve mülâyemetle yaklaşmalı ve mümkün mertebe af yolunu tutmalıdırlar. Bütün bunlar İslâm ahlâkıyla ahlâklanmanın bir gereğidir. Yoksa olmayacak şeylere öfkelenen, etrafındaki insanları kırıp geçiren ve en küçük sürçmeleri bile kocaman birer günah gibi büyüten bir insanın, en başta yapmış olduğu hizmetlere zarar vereceğinde kuşku yoktur. Çünkü böyle biri, çevresindekilerin kolunu-kanadını kıracak, onların kuvve-i maneviyesini sarsacak ve onları ümitsizliğe düşürecektir. Belki de duruma göre onları küstürecek ve içinde bulundukları daireden uzaklaştıracaktır.
Bunların her biri ayrı birer küfür sıfatıdır. Kendisinde bu kadar küfür sıfatı toplanmış bir insanın -Allah muhafaza buyursun- uzun süre İslâmî istikametini muhafaza etmesi çok zordur. Hazreti Bediüzzaman, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük latifelerini onda batırma!” (Bediüzzaman, Lem’alar s. 169-170) diyor. Bunları çoğaltabilir ve “Bir şiddette, bir hiddette, bir öfkede batma!” diyebilirsiniz.
Hâlbuki öndekilere düşen vazife, arkasına aldıkları kimselerin heyecanlarını artırmak, ümitlerini şahlandırmak ve böylece onların daha verimli hizmet etmelerini sağlamaktır. Onlar, hiç kimseye kızmadan, kusurlarını yüzlerine vurmadan ve aşk u şevklerini kırmadan hizmet edebilme adına kararlı olmalı ve alıştırma yapa yapa kendilerine bunu kabul ettirmelidirler.
Esasen insanın sağlam bir dava düşüncesinin ve hizmet felsefesinin olması sadece güzelliğin bir yanını teşkil eder. Onun diğer yanında ise hizmet ederken ortaya konan tavırlar, davranışlar, sözler ve yol arkadaşlarıyla kurulan münasebetler yer alır. Eğer bir insan burada da başkalarına anlattığı güzellikleri sergileyebiliyor ve yaşayışıyla da başkalarına örnek teşkil edebiliyorsa, işte o zaman iki güzelliği kendisinde cem etmiş (bir araya getirmiş) olur. Aksi takdirde ondaki güzellik meflûç (felçli) olarak kalır. Dolayısıyla böyle bir kişinin öncelikle kendisinin rehabilitasyona ihtiyacı var demektir.
Öte yandan şunu da unutmamak gerekir: Bir insanın, başkalarında gördüğü yanlışlıkları ve hoşuna gitmeyen tavırları, kendi günahlarının yüzüne çarpılması olarak görmesi, mü’mince bir tavrın gereğidir. Böyle bir kişi, başkalarında kusur arama zahmetine de girmemiş olacaktır. O, asıl suçluyu bulduğundan ötürü kolaylıkla onun çaresine bakabilecektir. Şayet bizim kendi kusurlarımız, başkalarının bize karşı olumsuz tavırlarında ortaya çıkıyor, fakat biz sürekli dışarıda suçlu arıyorsak, onu bulmamız asla mümkün olmayacaktır.
Bu sebeple, beraber olduğumuz insanlar tarafından ne tür bir muameleye maruz kalırsak kalalım, yapmamız gereken, “Acaba ben ne yaptım ki bu başıma geldi?” demektir. Sonrasında da Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip istiğfar etmek ve kendimizi muhasebeye çekmektir. Belki atılmaması gereken bir yere taş atmış veya müstahak olmayan birine ok fırlatmışsınızdır ve o da size geri dönmüştür. Ya da haksız yere birisine laf çarptırmışsınızdır ve bir başkasının eliyle onun cezasını çekiyorsunuzdur. Belki de birisi hakkında suizanda bulunmuş veya bir ayıbından dolayı onu kınamışsınızdır ve Allah, kınadığınız şeye sizi maruz bırakmıştır. Hatta bunların da berisinde mülâhazalarınızı temiz tutamamış, iç istikametinizi koruyamamış ve kirli bir kısım tasavvurlara girmişsinizdir. Bunun neticesinde de can sıkıcı bir kısım olaylar başınıza gelmiştir. Yani insanın ayağına bir diken batmasına kadar maruz kaldığı bir kısım musibetler, ona ait birtakım kusurların geriye dönmesi olduğuna göre onun, arkadaşları tarafından bir kısım sıkıntılara maruz bırakılmasına da aynı gözle bakılabilir. Zira Kur’ân’da yer alan, وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûrâ Sûresi, 42/30) âyet-i kerimesi bunun ilâhî bir kanun olduğunu göstermektedir.
Meselenin bir diğer yönü de şudur: Bazıları Hizmet kervanına önce katılmış, idari bazı vazifeler almış olabilir. Eğer onlar bu kıdemlerini arkadaşlarına tahakküm etme adına kullanır ve onlara gereken değeri vermezlerse, konumlarını suiistimal etmiş olurlar. Kıdem, önemli bir kredidir. Bu kredi, başkalarının ona gösterdiği teveccüh ve saygıyı, hizmete tevcih etmek için kullanılmalıdır. Çünkü bu durum, insanların sevk ve idaresini kolaylaştıracaktır. Eğer insanlar size sırtlarını dönmüşlerse, sizin onlara iş yaptırabilmeniz için iki harekete ihtiyacınız olur. Öncelikle onların yüzlerini kendinize çevirmeniz, sonrasında da onları istenilen hedefe yönlendirmeniz gerekir. Fakat eğer herkes güneşe nazır günebakan çiçekleri gibi yüzlerini size çevirmişler ve gözlerinizin içine bakıyorlarsa, onları istihdam etmeniz çok daha kolay olur. Bu sebeple öndekiler, kıdemlerini önemli bir krediye çevirebilmenin, bunu muhafaza edebilmenin ve sonra da hizmet adına kullanabilmenin çaresine bakmalıdırlar.
Bunun yolu ise insanî münasebetlerde Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmaktan, rıfk ve mülâyemeti esas almaktan geçmektedir. Eğer bunu başarabilirseniz, herkesin yüzünü kendinize çevirebilirsiniz. Fakat çevrenizdekilere sert ve kaba davranırsanız, size karşı kalbleri kırılır ve sırt dönerler. Neticede onlar bununla bir kısım kayıplar yaşayacakları gibi, siz de onca elden, ayaktan, gözden, kulaktan mahrum kalırsınız. Çünkü, مَثَلُ الْمُؤْمِنِينَ فِي تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ مَثَلُ الْجَسَدِ إِذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ الْجَسَدِ بِالسَّهَرِ وَالْحُمَّى “Birbirlerini sevmede, birbirlerine şefkat ve merhamet etmede mü’minlerin misali tıpkı bir bedenin azaları gibidir. Onlardan herhangi biri rahatsızlandığında, diğerleri ateş ve uykusuzluk ile onun elemine ortak olur.” (Müslim, birr 66; Buharî, edep 27) hadisinin de işaret ettiği üzere beraber çalıştığınız insanların her biri size ait bir uzuv gibidir. Sizin her huysuzluğunuz, kendinize ait bir uzvu kesmeniz demek olduğundan, istifade alanınızı daraltmış ve dolayısıyla ciddi bir mahrumiyet yaşamış olursunuz.
Allah’ın isimlerinden birisi de Settâr (hata ve günahları örten) olduğuna göre, bizim de O’nun ahlâkıyla ahlâklanmanın bir gereği olarak mümkün mertebe insanların kusurlarını yüzlerine vurmamamız, başkalarına anlatmamamız, bilakis bunları setretmemiz gerekir. Aksi takdirde onlarda ümitsizlik hâsıl eder ve büyük bir günah işlersiniz. Çünkü siz, bir kişinin Allah’la kendisi arasında olan bir günahını açık etmekle, bir taraftan onun kendisini öyle bilmesine, diğer yandan da başkalarının onun hakkında kötü düşünmesine sebebiyet vermiş olursunuz. Böylece kişi “Battı balık yan gider.” diyerek, günahında ısrar edebilir. Bu açıdan günah ve kusur kötü birer durum olsa da, insanları günah ve kusurları karşısında ümitsizliğe düşürmek bundan daha büyük bir cürümdür.
Bütün bu söylediklerimiz, hata ve eksikleri giderme adına hiçbir şey yapılmaması gerektiği şeklinde de anlaşılmamalıdır. Elbette insanlara yol göstermeli ve hayırhahlık yapmaya çalışmalıyız. Fakat bunun kendine göre bir usûl ve üslubunun olduğunu, buna dikkat edilmediği takdirde istenilen neticenin elde edilemeyeceğini de unutmamalıyız. Bu açıdan söyleyeceklerimizi çok iyi hesap etmeli ve muhatabımızın hissiyatına saygılı olmalıyız. Herhangi bir yanlışa müdahale etmeden önce tavrımızı çok iyi belirlemeli ve muhtemel reaksiyonları göz önünde bulundurmalıyız.
Hatta muhatabımızın bizim söylediklerimize tepki göstereceğini düşünüyorsak, onun, sözlerine değer vereceği ve kabul edeceği bir başkasına söyletmenin yolunu aramalıyız. Öyle ki bazı kişiler bizim en makul ve yumuşak sözlerimizi bile tepkiyle karşılayabilirler. Hele bir de onunla aramızda daha önce bir kısım sürtüşmeler yaşanmış, bir kısım gerginlikler oluşmuşsa, söylediklerimizin onun nezdinde hüsnükabul görmesi çok zor olacaktır. Fakat onların sevdiği ve hürmet ettiği öyle şahıslar vardır ki, onların tenbih ve ikazlarını bile iltifat kabul ederler. Bırakalım hatalara bu tür insanlar müdahale etsin ve anlatılması gerekenleri onlar anlatsınlar. Nitekim Üstad Hazretleri de İhlâs Risalesi’nde bunu tavsiye etmiş ve hatta başkalarına söylettirmekten zevk alınması gerektiğini ifade etmiştir. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 203) Önemli olan, karşı tarafın söylenilen sözden ders alması ve hatasından geri dönmesi olduğuna göre, bu sözü kimin söylediğinin bir önemi yoktur.
Kur’ân-ı Kerim, mü’minlere, hayırlı işlerde yarış yaparcasına koşturmalarını emretmiştir. (Bkz.: Bakara Sûresi, 2/148; Mâide Sûresi, 5/48) Fakat unutmamak gerekir ki her birimiz bu yarışı istidat ve kabiliyetine göre sürdürecektir. Dolayısıyla herkesten aynı ölçüde bir performans beklemek doğru değildir.
Hizmet de bir müsabakadır. Fakat bu yarışta farklı kulvarlar vardır. Herkes bu yarışı, bacağının gücüne ve nefesinin kuvvetine göre ayrı bir kulvarda sürdürecektir. Dolayısıyla herkesin hızı da farklı olacaktır. Eğer insanları istihdam etme konumunda bulunan idareciler, bu hakikati nazar-ı itibara almaz ve herkese aynı yükü yükler ve herkesten aynı işi beklerlerse, doğru hareket etmiyorlar demektir. Çünkü bu durumda, bazı insanlara götüremeyecekleri bir yük yüklemiş olurlar.
Hâlbuki böyle bir muamele, ilâhî ahlâka muvafık değildir. Çünkü Rabbimiz’in kanunlarında teklif-i mâlâ yutak (kişiye, taşıyamayacağı yükü yükleme) yoktur. Aynı şekilde Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ali’ye tevcih edilecek bir vazifeyi Ebû Zerr’e vermemiştir. Halid İbn Velid’in götürebileceği bir işi Ebû Hüreyre’ye yüklememiştir. Esasında bunların hepsi çok kıymetli insanlardır. Fakat bunların her birinin başarılı olacağı ayrı bir alan vardır. Eğer siz onlardan birisine, kabiliyetlerini hesaba katmadan götüremeyeceği bir iş yüklerseniz, onu başarısızlığa sevk etmiş ve belini kırmış olursunuz. Maiyetinizdeki bir insanın bir yerde başarısız olması ise sizin de başarısızlığınız sayılır.
Baştakilerin insanları tavzif ederken herkesin hususi konum ve durumunu dikkate alması gerektiği gibi, diğerlerinin de götüremeyecekleri bir yükün altına girmemeleri gerekir. Bir insanın her şeyin üstesinden gelebileceğini düşünmesi ve kendisini her işi yapmaya ehil görmesi çok yanlıştır. Herkese aynı yükü tahmil etmek baştakilerin hakkı olmadığı gibi, gücünün yetmeyeceği bir yükün altına girmek de diğerlerinin hakkı değildir. Böyle bir durumda onlar, “Ben bu işin üstesinden gelemem.” demesini bilmelidirler. Götüremeyeceği bir yükün altına girip yarı yolda onu bırakmaktansa, daha başta buna liyakati olmadığını ifade etmesi ve yapabileceği iş neyse onu talep etmesi daha doğrudur.
Konumun hakkını verme ve onun gereklerine göre davranma, sık üzerinde durulan hususlardan birisidir. Fakat münasebet geldiği için bir kere daha hatırlatmayı fazla görmüyorum. Hiçbir büyüğün, kıdem ve büyüklüğünü tahakküm vesilesi yapmaması gerektiği gibi, yaşça küçüklerin de saygı ve hürmette kusur etmemeleri gerekir.
Biraz daha açacak olursak, büyüklüğün emaresi, tevazu ve mahviyettir. Hâlbuki bir insanın turnikeye önce girmesini ve önde yürümesini başkalarına sözünü dinletmek için kullanması, gurur ve kibir alâmetidir. Kibir ise küçüklük emaresidir. Boyu kısa olan insanlar, bulundukları konumdan daha yukarıda görünebilmek için büyük görünmeye çalışırlar. Bir yönüyle bu da kompleksten kaynaklanır. Dahası bir kişinin tahakkümle kendisini ifade etmeye ve seviye kazanmaya çalışması, onun sağlam bir karaktere ve mazbut bir cibilliyete sahip olmadığını gösterir. Hatta bir insanın, tavır ve davranışlarına yansıtmasa bile içten içe, “Bu insanlar sözümü dinlemeli ve gözümün içine bakmalı.” gibi mülâhazalara girmesi de tasvip edilemez. Bütün bunları Müslümanlıkla telif etmek mümkün değildir.
Esasen hiç kimsenin saygı görme ve hürmet edilme gibi şeyleri talep etmeye hakkı yoktur. Bunlar verildiğinde de kerhen kabul edilmelidir. Zira bu tür beklentilere giren bir kişi, hizmetin kıymetini düşürmüş olacaktır. Aynı zamanda o, Allah’ın kendisine vereceği büyük mükâfatı, insanların vereceği küçük şeylerle değiştirmiş olur. Enbiya-i izam, insanları Cennet’e götürecek bir mesajla gelmelerine ve bir ömür bu yolda gayret göstermelerine rağmen, maddî-manevî hiçbir beklentiye girmemişlerdir. Hepsinin ortak sözü, فَمَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللّٰهِ “Ben sizden bir ücret beklemiyorum! Benim mükâfatım ancak Allah nezdindedir.” (Yunus Sûresi, 10/72) olmuştur.
Diğer taraftan küçüklere düşen vazife de kendilerine hizmet etme imkânı veren, bu yolda rehberlik yapan veya yaptıkları hizmetlerde iyiliğini gördükleri kimselere karşı mümkün olduğunca kadirşinas davranmaktır. Bu yapılabildiği takdirde, toplum tabakaları arasında güzel bir ahenk teessüs edecek ve yapılması gereken vazifeler rahatlıkla yerine getirilebilecektir.
Son olarak bir hususa daha temas etmek istiyorum. Burada ifade edilen ölçülerde hepimizin bir kısım eksiklikleri olabilir. Bu prensipleri hayatımızda tam temsil edemeyebiliriz. Edemediğimizden ötürü de bir kısım tenkitlere girebilir ve sorgulamalar yapabiliriz. İşte bu noktada kuvve-i maneviyeleri sarsacak ölçüde karamsar bir kısım tablolar resmetmemeli, yaşanan deformasyonu ümit kırıcı ifadelerle beyan etmemeliyiz. Zira unutmamak gerekir ki, her zaman çok önemli davalarda ve çok önemli hizmetlerde bile belli ölçüde deformasyonlar görülmüştür. Burada yapılması gereken asıl iş, ümitsizliğe düşüren durumlar karşısında heyecanları yeniden canlandırmak ve el ele vererek yaşanan kırılma ve bozulmaları tamir etmeye çalışmaktır.
Soru: Uzaklara ve uzaktakilere el uzatmaya çalışırken, ailemizin fertlerinden akrabamız olan kimselere, komşularımızdan iş arkadaşlarımıza kadar yakın çevremiz diyebileceğimiz insanları da ihmal etmememiz, inandığımız İslam'ı, dine ve vatana hizmet duygumuzu onların gönlüne de duyurabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Değişik vesilelerle arz ettiğim gibi, din-i mübîn-i İslam'ı tanıtmak, Allah'ı, Peygamber Efendimizi, Kur'an'ı, iman esaslarını ve İslam'ın şartlarını anlatmak bir mü'minin en önemli vazifesidir. Dünyada tebliğden daha mukaddes bir vazife yoktur. Eğer ondan daha kutsal ve Allah indinde daha makbul bir vazife olsaydı, Allah en sevdiği kullarını o vazifeyle yeryüzüne gönderirdi ve onu en önemli kurbet vesilesi kılardı. Oysa Cenabı Hak, peygamberlerini tebliğ vazifesiyle gönderdi ve onları Kendine en yakın kullar yaptı. Enbiyâ-ı İzâm'ın yakınlığı, o mesajı hayatlarının gayesi sayarak insanlığa ulaştırma azim ve gayretinde olmalarından dolayıdır. Öyle ise, Allah'a yaklaşmanın en emin yolu da tebliğdir. İnsanlar bu yola ne kadar yakın dururlarsa, Allah'a da o kadar yakın olurlar.
Ne var ki, dini anlatmak ve din esaslarını başkalarına sunmak her dönemde farklı şekillerde ve değişik yollarla olabilir. Belli şartlar altında ve zamanın değişmesiyle, tebliğ yol ve usulleri de değişebilir. Belki değişmeyen tek esas vardır; o da, tebliğin temsille derinleştirilmesi.. yani; tebliğin yanında, tebliğ edilen şeyin temsil edilmesi. Zannediyorum, bizim ashâb-ı kiram ve selef-i salihîn efendilerimizden ayrıldığımız nokta da budur; onlar temsilin gücünü arkalarına alıyor ve Allah'ın izniyle müessir oluyorlardı; ama biz her zaman öyle değiliz, öyle davranmıyoruz; temsil bizde ikinci planda kalıyor, belki bazı şeyleri anlatıyoruz, fakat çoğu zaman anlattıklarımızı hâle yansıtamıyoruz ve uygulamada problemler yaşıyoruz.
Vakıa, ashâb-ı kiram döneminde dil ve beyan da çok önemli bir unsur olarak öne çıkmıştı. Onlar da dili çok iyi kullanıyorlardı. Çok derin bir lisan, beyan ve söz zevkine sahiptiler; Allah onları Kur'an'ın muhatapları ve tebliğcileri haline getirmişti. Fakat, dünyanın değişik yerlerinde İslam'ı sunarken, ulaştıkları her milletin dilini bildiklerini söylemek de mümkün değildir. Hatta, siyer ve megazi kitaplarının anlattığına göre, onlar arasında yabancı dil bilen insan sadece üç-dört taneydi. Onlar da büyük ölçüde, Efendimiz'in (sav) mektuplarını tercüme etmekteydi. Fakat, sahabe efendilerimiz yabancı dil bilmeseler de, çok kısa zamanda dünyanın dört bir yanında kendilerini anlatma imkanı bulmuşlardı. Herkes adeta mum kesilmiş onları dinliyordu.. onlar mum gibi, hayır, projektör gibi gitmişlerdi ve gittikleri her yerde çok mumlar tutuşturmuşlardı Allah'ın izniyle. Temsilin gücündeydi onların etrafa ışık saçmalarının sırrı..
Evet, tebliğ temsilin gücüne inzimam etmezse çok fazla tesirli olmaz. Temsil noktasında eksik kalan bir tebliğ bütün bütün tesirsiz olmasa da beklenen tesiri de gösteremez. Günümüzde dinin anlatılması hususundaki eksik-gedik de bundan kaynaklanmaktadır. Bugün, insanlar maksatlarını güzel ifade ediyorlar, süslü-püslü sözlere ve beyanın gücüne televizyon, radyo ve gazete gibi gelişmiş teknolojiyle gelen nimetleri de ekleyerek maksatlarını çok güzel seslendiriyorlar. Geniş imkanlar var ellerinde; meseleleri istedikleri gibi kompoze edip câzip hale getirebiliyor ve bir anda milyonlarca insana ulaşabiliyorlar. Fakat, yine de o ilkler seviyesinde müessir olamıyorlar. Demek ki onlarda olup da günümüz insanında bulunmayan bir haslet var; işte o haslet, tebliği temsille destekleme ve derinleştirme hususiyetidir.
Evet, bu önemli vazifeyi yüklenenler ve peygamberlik mesleğinde yürüyenler, ihsân-i İlahî olarak omuzlarına konan mukaddes bir yükün taşıyıcıları olduklarını çok iyi bilmelidirler. Nasıl bir eczacının ya da bir doktorun kendine göre bir kıyafeti oluyorsa, nasıl bir ameliyatta insanlar değişik kılık-kıyafete giriyorlarlarsa, bu önemli vazifenin tebliğcilerinin de kendilerine göre tavır ve davranışları olmalıdır. Onların, çok samimi, çok sâdık, çok vefalı ve vazifelerinde ısrarlı olmaları gerekir.
Nefsinizi Allah'tan Satın Almaya Bakın!..
Cenabı Hak, en büyük vazife olan tebliğ hususunda, "Ve enzir aşîrateke'l-ekrabîn - Önce en yakın akrabalarını uyar." (Şuarâ, 26/214) buyurarak, Allah Rasûlü'nün önce akrabalarından başlamasını emretmiştir. Bu ayet indirildiğinde Peygamber Efendimiz ailesinin bütün fertlerini, akraba ve yakın komşularını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve "Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylesem bana inanır mısınız?" diye sormuştu. Onlar, "evet inanırız" deyince Efendimiz sözlerine şöyle devam etmişti: "Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım." Bunun üzerine, Ebû Leheb öfkeden yerinde duramaz hâle gelmiş, –hâşâ ve kellâ– "Ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi buraya çağırdın?" demişti. "Ebû Leheb'in iki eli kurusun. Kurudu da." mealindeki ayet-i kerimeyi ihtiva eden "Tebbet" (Mesed) suresinin indirilmesiyle de tesellî olan Efendimiz, Ebû Leheb gibi kimselerin mani olmaya çalışmalarına rağmen Allah'ın emrini yerine getirmiş, her fırsatta aile ve akrabasına da tebliğ ve irşatta bulunmuştu. Bir defasında, kavim ve kabilesine seslenerek şöyle buyurmuştu:
"Ey Kâ'b b. Mürre oğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, âhirette sizin adınıza birşey yapamam!
Ey Abdimenâf oğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira âhirette sizin adınıza birşey yapmak elimden gelmez!
Ey Abdülmuttalip oğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira, âhirette sizin adınıza da birşey yapamam!"
Efendimiz kendisine en uzak kabile ve oymaktan başlayıp en yakınlarına gelmiş ve: "Ey Allah Rasûlü'nün halası Safiyye, sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak, zira âhirette senin adına da birşey yapamam!" buyurmuştu.
O Safiyye (ra) ki, Hazreti Hamza'nın kız kardeşiydi. O Safiyye ki, Allah Rasûlü'nün "Havarim" dediği Zübeyr'in anasıydı. O Safiyye ki, zâlim Haccac'a karşı Ka'be'yi müdafaa ederken, asılmak suretiyle şehid olan Abdullah b. Zübeyr'in babaannesiydi. Ve bütün bunlardan öte, o Safiyye ki, Allah Rasûlü'nün öz halasıydı. Buna rağmen İki Cihan Serveri, ona da "Sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak, zira âhirette senin adına da birşey yapamam!" demişti.
Efendimiz sözlerini o kadarla da bitirmemişti, son olarak kendi kızı ve ciğerpâresi Hazreti Fatıma'ya (ra) "Ey Muhammed'ın kızı Fatıma! Sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak; zira âhirette senin adına da birşey yapamam." demişti.
O Fatıma (ra) ki, gözüne ve hayâline hiçbir günah girmeden, Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) ile evlenmişti. Zâten yaşı 25 olmadan da vefat edip gitmişti. Arkadan gelen bütün evliyâ, asfiyâ onun nurlu neslinin semeresiydi... O ki, sağanak sağanak vahiy yağan Nebî evinde yetişmişti. O ki, Allah Rasûlü, onun hakkında "Fatıma benden bir parçadır." buyurmuştu... Ve yine o ki, cennet kadınlarının efendisi olduğu bildirilmişti. Ama Allah Rasûlü ona da, evet bu Fatıma'ya da, "Kendini Allah'tan satın almaya bak! Nefsinin ipoteğini çözdürmeye çalış!" demişti.
İşte, Allah bir emir ferman buyuruyor; "Ve enzir aşîrateke'l-ekrabîn" diyor. Sonra o ayetin mânâsını, murad-ı sübhanisini de Efendimizin gönlüne duyuruyor. Birinci vahye "vahy-i metluv" diyoruz, ikincisine de "vahy-i gayr-i metluv". Emir ve emrin mânâsı, Cenab-ı Hakk'ın o emirden muradı Allah'a aittir. Onun üzerinde sonsuzun şebnemi vardır, ebediyetin çiği vardır. Onu ortaya koyma mevzuundaki ifadelerse Efendimize aittir. Berikinin üzerinde de, Efendimizin sidre kadar muallâ mübarek kalbinin ışığı vardır, ziyası vardır, rengi vardır, deseni vardır. Efendimiz, emri çok iyi anlıyor ve yerine getiriyor; yakınlarından başlayarak hem inzar ediyor, hem de tebşir de bulunuyor. İnzar ederken, ev halkına ve can parçası kızına da söyleyeceğini söylüyor.
Evet, Allah Rasûlü'nün saadet hanesinde sürekli bir haşyet tüter dururdu. Orada oturmalar, kalkmalar hep haşyet televvünlüydü. Allah Rasûlü'nün bakışlarını yakalayabilenler, o bakışlarda her zaman cennetlerin imrendiriciliğini veya cehennemlerin ürperticiliğini görüp hissederlerdi. Namaz kılarken O'nun titreyip ürpermeleri, kâh ileriye kâh geriye gidip gelmeleri; cehennem endişesiyle sarsılmaları; cennet arzusuyla üveykler gibi kanatlanmaları O'na bakan herkese Allah'ı hatırlatırdı. İmam Nesaî naklediyor: "Allah Rasûlü namaz kılarken içinde bir güveç kaynıyor gibi ses duyulurdu." Daima ağlamalı bir hal ve kaynayan bir içle Allah'a teveccüh eder ve namazını öyle kılardı. Peygamber hanesinin sakinleri O'nu hep Rabbisinin huzurunda, başı yerde, titreyerek ve irkilerek secde eder vaziyette görürlerdi. Tabii ki, O'nun bu hali bile tek başına bir inzardı. Efendimizin örnek hayatı ev halkına da müsbet yönde tesir ediyor ve terbiye adına onlara çok şey kazandırıyordu. Allah'tan çok korkan Nebiler Sultanı'nın, hanım ve evlatlarında da aynı haşyet, aynı korku vardı. Çünkü Allah Rasûlü, hep yaşadığını söylüyor ve söylediklerini de yaşadıklarıyla misallendiriyordu.
Allah Rasûlü, bu en sevdiklerini, gerçek sevginin gereği olarak dünyevî bütün kazurattan temizliyor, dâmenlerine dünyevî tozun-toprağın bulaşmasına fırsat vermiyor, onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviriyor ve onları oradaki beraberliğe hazırlıyordu. "Kişi sevdiğiyle beraberdir." diyen Hazreti Muhammed'i seviyorsanız, yolunda olacaksınız; çünkü, ancak yolunda olanlar ötede O'nunla beraber olacaklardır. İşte bu beraberliğe hazırlama yolunda Allah Rasûlü bir taraftan onları seviyor, bağrına basıyor, diğer taraftan da bu sevip bağrına basmayı ahiret hesabına çok iyi değerlendiriyordu.
Kızcağızım, Sen de Nefsini Allah'tan Satın Almaya Bak!..
Mevzuyla alakalı bildiğiniz bir hadiseyi hatırlatmak istiyorum: Hazreti Fatıma, bütün ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorlardı. O hücrecikte, Fatıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik-deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Değirmen taşını çevire çevire eli nasır bağlamış, su taşıya taşıya da, Erzurumluların tabiriyle, sırtı "yağır" olmuştu.
Bu arada bir harp dönüşü Medine'ye esirler getirilmişti. Allah Rasûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Hazreti Fatıma da, ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemek için babasına gitmiş, Efendimizin yanında oturanlardan hicap ederek hiçbir şey söyleyemeden evine dönmüştü. İnce kızının bir maksatla geldiğini anlayan Nebiler Nebisi oradaki maslahat hasıl olduktan sonra kalkıp onun evine gitmişti. Hazreti Fatıma anamız der ki "Yatağa uzanmıştık ki, Allah Rasûlü çıkageldi. Ben ve Ali yataktan doğrulmak istediysek de O buna mâni oldu.. ve aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben durumu anlatmaktan hicap edince, Ali dedi ki "Ya Rasûlallah, değirmen taşı çeke çeke kızınızın elleri nasır bağladı, su taşıya taşıya omuzu yağır oldu, ev süpüre süpüre toz toprak içinde kaldı. Lütfederseniz yeni gelen esirlerden bir hizmetçi istiyoruz." Allah Rasûlü bu istek karşısında memnun olmadı, mübarek kaşlarını çattı ve şöyle dedi: "Kızım, Medine fakirlerinin hakkını size veremem. Allah'tan kork ve Allah'a karşı vazifende kusur etme! Allah'ın, omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da daima sâdık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! Sana istediğinden daha hayırlı bir şey söyleyeyim: Yatağına gireceğin zaman, otuz üç defa "Sübhanallah", otuz üç defa "Elhamdülillah", otuz dört defa da "Allahüekber" de. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır." Bunun mânâsı şu idi: Kızım, değirmen taşını yine kendin çevir, suyunu kendin taşı, evini de kendin süpür ama nazarlarını uhrevî âlemlerden sakın ayırma, senin ihtiyacın budur. Allah indinde kıymet ve derinliğini arttırmak istiyorsan, tesbîhe yapış, tahmîde sığın ve tekbîre tutun. Sizin istediğiniz şey fânî dünya hayatına ve onun rahatına bakıyordu. Halbuki ben sizin ahirette mesud ve bahtiyar olmanızı istiyorum.
Rasûl-ü Ekrem azim şefkati ve engin merhametiyle müminlerin akıbetinden çok korkuyor, onları yer yer ikaz, inzar ve irşad ediyor; bu işi de yine kendi ailesinden başlayarak yapıyordu. İşte O, böyle bir aile reisiydi; bazen rahmet dolu bulutlar gibi tatlı bir yüz ekşiliği olurdu çehresinde; ama bu yüz ekşiliğinin arkasında rahmet vardı, belliydi ki, yağmur yağacaktı ve suluyacaktı etrafını ahiret hesabına, bir gülşen olacaktı çevresi. Çoğu zaman da, tebessüm eder, sinesini açar, onları bağrına basar ve iltifatlar yağdırırdı aile fertlerine. Onlarda bu tatlı havayı kaybetmekten korkar ve Onun ahiret hesabına olan isteklerini yerine getirirlerdi.
İşte, Hazreti Fatıma her an vahyin sağanak sağanak yağdığı bu atmosferde neş'et etmiş ve yaşamıştı. Gözlerini açar açmaz Peygamberler Sultanı'nı görmüş ve Peygamberin dava-yı vilayette vâris-i hâssı olan Hazreti Ali'nin evinde de aynı havayı teneffüs etmişti. Efendimizin dâr-ı bekâya yolculuğundan altı ay sonra o da göçüp gitmişti. Efendimiz de Hazreti Fatıma da ayrılığın uzun sürmeyeceğini biliyorlardı. Çünkü bir gün Allah Rasûlü sevgili kızının kulağına "Kızım, artık baban yolcu, ötelere yolculuk var!" deyince Hazreti Fatıma bir çığlık koparıvermişti. Onun ağlamasına dayanamayan Şefkat Peygamberi kızını tekrar yanına çağırmış ve kulağına "Kızım, ben gidiyorum ama ehl-i beytimden bana ilk kavuşacak olan da sensin. Yanıma herkesten önce sen geleceksin." demişti. Bu sözü bir müjde olarak bağrına basan Hazreti Fatıma artık tebessüm ediyor ve O'na kavuşacağı günü beklemeye duruyordu.
Siz, arz etmeye çalıştığım şu birkaç misaldeki duruluğuyla tanımaya çalışın Fatıma annemizi, şu karelerde onun ne kadar duru ve ne kadar nezih yaşayan nasıl bir nezihe ve nasıl bir pâkize olduğunu anlayın. Fakat, Efendimiz işte o pâkize annemize bile diyor ki; "Ya Fatımatü, işterî nefseki minallahi feinnî lâ uğnî anki minallahi şey'en = Kızcağızım, sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak; zira âhirette senin adına da birşey yapamam." Efendimiz, bu sözüyle, "İnnallahe'şterâ minel mü'minîne enfüsehum ve emvâlehum bienne lehumu'l-Cenneh = Allah, karşılık olarak cenneti verip mü'minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır." (Tevbe, 9/111) mealindeki ayete telmihte bulunuyordu.. bulunuyor ve en yakınlarından başlayarak herkese ahiretin yamaçlarını işaret ediyordu.
Yakın ve Uzak Komşu
Diğer taraftan, Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'a kulluk edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve size hizmet eden kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez." (Nisâ, 4/36). Ayet-i kerimede, ilk önce Allah'a kulluk ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek nazara veriliyor. Daha sonra, anne-babaya iyilikle muamele etmek, akrabalara ihsanda bulunmak, yetimleri ve yoksulları görüp gözetmek sıralanıyor. Ve sonra da, evi yakın olan veya akrabadan olan yakın komşuya iyilik ve evi uzak olan veya akrabadan olmayan ya da Müslüman olmayan uzak komşuya iyilik zikrediliyor. Merhum Hamdi Yazır, tefsirinde bu ayetle alakalı olarak şu hadis-i şerifi hatırlatır: "Komşu üç kısma ayrılır. Birincisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı ve İslâmiyet hakkı. İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı. Üçüncüsünün bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu Hristiyan, Yahudi ve müşrik komşudur." Demek ki, komşu Hrıstiyan ya da Yahudi de olsa, Müslüman olmadığı halde ona da iyilik yapmak bir komşuluk hakkıdır ki iyiliklerin başı da tebliğ ve irşattır. –Bütün bunlara rağmen, hoşgörü ve diyalog faaliyetlerine karşı çıkanların kulakları çınlasın!..–
Evet, ayet-i kerimenin işaretiyle, nasıl maddî iyilik ve ihsanda anne-babanın ve yakın-akrabanın hakk-ı evveli var, öncelikle onları görüp gözetmek gerekiyor, tebliğ ve irşatta da hak önce onlarındır. Öyleyse, uzağa gitmeden evvel çevrene bakmalısın, başkalarına anlatmadan evvel ailene, akrabana, komşularına anlatmalısın. Cennet'e gitme yollarını evvela yakınların için açmalı; kalplerin Allah'la buluşması mevzuunda ilk defa yakınlarınla Allah arasındaki engelleri bertaraf etmeli, onların gönüllerini Allah'la buluşturmalısın. Daha sonra da komşularından başlamak üzere bu vazife alanını daha da genişletmelisin.
Efendimiz (sav) alâka dairesini gayr-i müslimleri de içine alacak kadar geniş tutmuştur. Fakat, işe evvela yakınlarından başlamıştır. Risalet vazifesiyle tavzif edilir edilmez, önce Hazreti Hatice validemize, daha sonra da Hazreti Ali, Hazreti Ebû Bekir gibi akraba ve dostlarına tebliğde bulunmuştur. Zamanla daireyi genişletmiş ve Hristiyan, Yahudi ya da müşrik komşularının da ilahî mesajdan istifade etmeleri için çalışmıştır. Mesela, bir gün bir Yahudi komşusu, oğlunun vefat etmek üzere olduğunu söyleyip hüznünü ifade edince Allah Rasûlü hemen kalkıp ölüm döşeğindeki genci ziyarete gitmiştir. O hiçbir zaman ve hiçbir yerden eli boş dönmediği ve Allah'ın izniyle her yerde gönüller kazandığı gibi oradan da o gencin kalbini kazanarak dönmüştür. Efendimiz, acılar içinde kıvranan genci görünce onun hâline acımış ve ona şehadet getirmesini tavsiye etmiştir. O, babasının yüzüne "izin ver" dercesine bakınca ve babası da "Ebû Kasım'a itaat et oğlum." deyince gencin dudaklarından "Lâilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah" sözleri dökülüvermiştir. Evet, Efendimiz oradan da tebessüm ederek ayrılmış, orada da bir kalp kazanmış ve bazı gönüllerin İslam'ı kabul etmesi için de zemin hazırlamıştır. –İşte yakın durmanın hasıl ettiği netice ve semere!..–
Hasılı, bizler yakınlarımızdan başlayarak, uygun bir üslup içinde dinimizi yakına da uzağa da anlatmakla mükellefiz. Çünkü, herkesin Müslüman olması söz konusu değilse bile, vukuu muhakkak gibi görülen gelecekteki korkunç fırtınaları ancak tebliğ ve temsil kahramanlarının diyalog ve hoşgörü anlayışıyla oluşturdukları dalgakıranlar durdurabilecektir. Dünyanın dört bir yanında olması arzulanan beyaz adalar, ışık ve sulh adacıkları ancak böyle bir anlayış sayesinde meydana gelecektir.
Soru: Yapılan hizmetlerin hissîlikten uzak, makul ve objektif bir şekilde anlatılması gerektiği üzerinde duruyorsunuz. Bu hususu izah eder misiniz?
Cevap: Öncelikle ifade etmek gerekir ki, insan, hakkında yapılan eleştiri ve tenkitlere açık olmalı ve yapılan hizmetleri anlatırken iddiadan uzak durmalıdır. Zira insan, mahiyeti itibarıyla kusura açık bir varlıktır. Onun en doğru zannettiği iş ve amellerinde bile bir kısım yanlışlıklar bulunabilir. Mesela insan, ilmihallerde anlatılan hüküm ve şartlara riayet ederek kıldığı namazında bile dünya kadar kusuru bulunabileceğini hiçbir zaman nazardan uzak tutmamalıdır. Aynı şekilde bir orucun, zekâtın, haccın kendilerine göre o kadar çok esası vardır ki, mü’minin bunların tamamını arızasız ve kusursuz ortaya koyması çok zordur. Hele yapılan amellerin içselleştirilmesi, ihlâs ve samimiyete bağlı eda edilmesi, riya ve süm’adan (başkasına gösterme ve duyurma) ayıklanması gibi meselenin içe bakan yönleri göz önünde bulundurulacak olursa meselenin zorluğu daha iyi anlaşılmış olur.
Şayet her zaman yapageldiğimiz ibadet ü taatte bile bu kadar kusur ihtimal dâhilindeyse çok farklı buutları ve derinlikleri olan insanlık yolundaki hizmete ait işlerde hata yapmak kaçınılmaz olacaktır. Vakıa hak yolunda yapılacak hizmetlere dair Kur’an ve Sünnet-i Sahiha’nın bize bildirdiği temel disiplinler elimizdedir ve bunlar zaman ve mekân üstüdür. Ancak bu disiplinlerin sabit düsturları yanında farklı zaman ve mekâna bakan farklı yönleri de vardır. İşte bu noktada insanın her zaman tam bir isabetle tercihte bulunması bir hayli zordur. Bununla beraber ortaya konulan açılımlar bir taraftan temel disiplinlere bağlı olmalı, diğer yandan da zaman, mekân ve konjonktüre uygun bir şekilde hayata taşınmalıdır. Bu ölçüde zor ve çetrefilli bir işte ise her zaman hata yapma ihtimali bulunduğundan daha baştan bunun kabullenilmesi bir hakşinaslıktır.
Aksi ise insanın, yaptıklarının hepsini doğru görmesi, eleştiri ve tenkitlerden rahatsız olması, sürekli takdir beklentileriyle yaşaması hatta yapmadığı işlerden dolayı bile övülmekten hoşlanır hâle gelmesidir. Bunların her biri birer münafık sıfatıdır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Âl-i İmrân Sûre-i Celilesinde, Cenâb-ı Hak münafıklarla ilgili şöyle buyurur:
وَيُحِبُّونَ أَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا
“(Onlar) yapmadıkları işlerden dolayı bile övülmek isterler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/188)
Bu açıdan insan, hata ve kusurlara açık bir varlık olduğunu asla unutmamalı, daha baştan eksikliklerinin farkında olmalı ve bunların dile getirilmesinden rahatsızlık duymamalıdır. Bilakis kusurlarının hatırlatılıp onlardan kurtuluş yolu gösterildiği için memnun olmalıdır.
Tenkide açık olma ve eleştirilerden rahatsızlık duymamanın gerekliliğini kısaca ifade ettikten sonra makul ve objektif bir çizgide hizmetlerin anlatılması adına şu ölçüleri sıralayabiliriz:
Muhataplara, yapılan hizmetlerin dinin ortaya koyduğu disiplinlere ve evrensel insanî değerlere bağlı götürülmeye çalışıldığı ifade edilmelidir. Zira Kur’ân ve Sünnet nasslarıyla telif edilmeyen ve yüzüp gezen düşüncelere bağlı götürülen meselelerin kalıcı olması mümkün değildir. Evet, külli kaidelere bağlı olmayan insanlar sürekli zikzak çizer. Onların bugünkü davranışları öncekilerden farklı olduğu gibi, yarın ortaya koyacağı davranışların da bugünkülerle çelişmesi kaçınılmazdır. Bu açıdan insanın düşüncelerinin, hislerinin, beyninin bütün nöronlarının dinin temel disiplinlerine ve evrensel ahlakî değerlere bağlı kalması lazımdır ki, tavır ve davranışlarında da istikamet olsun.
Esasında âlemşümul bir dinin müntesipleri olarak bizim temel disiplinlerimiz herkesi kucaklamaya açıktır. Önemli olan, kendimiz olarak kalınması gereken çizginin doğru tespit edilmesidir. Bunu yapabildikten sonra çok rahatlıkla, muhataplarımıza “Biz, vermeyi vazife bildiğimiz gibi, sizin vereceklerinizi almayı da tamamiyet adına çok önemli görüyoruz. Eğer gördüğünüz bir eksiğimiz ve yanlışımız varsa, onları lütfen ifade edin, biz de oturup müzakeresini yapalım.” demek suretiyle, sorgulama ve tenkite açık olduğumuzu göstermeliyiz.
Şayet siz, açılımlarınızı temel disiplinlere bağlı gerçekleştiriyorsanız, zamanlar, mekânlar, şahıslar değişse de Allah’ın izniyle siz merkezle irtibatınızı hiçbir zaman kaybetmezsiniz. Hazreti Mevlânâ’nın ifadesiyle, bir ayağınız yetmiş iki millet içinde olsa bile, diğer ayağınız merkezde ise ve siz bütün açılımlarınızı sabit olan ayağınıza göre test ediyorsanız istikametinizi muhafaza edersiniz.
İkinci olarak üzerinde durulması gereken husus, yapılan hizmetlerin içinde başkalarının da hakkı olduğunu unutmamak ve onu sadece belli bir kesime ait bir mesele gibi ele almamaktır. Dünden bugüne gerek bizim toplumumuzda gerekse değişik İslâm toplumlarında hizmet eden farklı grup ve hareketler olmuş ve bunlar size ışık tutacak, sizi yüreklendirecek, size rahat hareket etme zemini hazırlayacak çok önemli gayretler ortaya koymuşlardır. Onlar meseleyi bir yere kadar getirmişler ve adeta “Bu işi biraz da siz devam ettirin.” demişlerdir. Şöyle de düşünebilirsiniz: Siz kendi imkânlarınızla devreye girdiğiniz zaman, bu iş, tam semere verecek hâle gelmiştir. Şöyle ki, birileri zemini hazırlamış, birileri tohum ekmiş, birileri onun filizlenip bir ağaç hâline gelmesi adına gerekli olan hizmetleri görmüş ve daha sonra kaderin sevkiyle sizlere de çiçek açacak, meyve verecek mevsimde hizmet etme imkânı doğmuş. O halde işin sadece sizin sa’y u gayretinize terettüp eden kısmını görüp diğerlerinin hakkını yemek apaçık nankörlük olacaktır.
Evet, Anadolu insanının ruhunda, cevherinde fedakârlık ve diğerkâmlık duyguları bulunduğundan, şimdiye kadar çokları bu cevheri değerlendirmişlerdir. Fakat öyle bir devre gelmiştir ki, bu devrede artık toplumun bütün katmanları kendisini ifade edecek insanlar yetiştirmiş ve dünyanın dört bir yanına açılmıştır. Yapılan hizmetlerin faydalı olduğuna inanan esnaflar, rehberler, muallimler bir yerde bir dikiş tutturduklarında, başkalarını da çağırmış “Gelin, bir dikiş de siz tutturun.” demiş ve böylece yapılan hizmetler katlanarak büyümüştür. Bu da tamamen Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve keremiyle gerçekleşmiştir. Yoksa bunları sebeplere bağlayıp değerlendirdiğinizde, yapılan hizmetlerin ortaya çıkması ihtimal hesapları içinde milyonda bir ihtimal bile değildir.
Hizmet adına yapılan açılımları belli bir grubun sa’y u gayretine bağlamak doğru olmadığı gibi onu, şahıslara mâl etmek de doğru değildir. Bazı arkadaşların önde bulunmaları tamamen kaderin bir cilvesidir. Bu açıdan mesele ele alınırken şahısların adlarının öne çıkarılmaması gerekir. Bunun yerine yapılan hizmetler, hareketin kendisine, milletin bu konudaki müstakim heyecanına, tükenmeyen azmine, sağlam iradesine ve insan sevgisine bağlanmalı ve bunların topyekûn bir milletin eseri olduğu izah edilmelidir. Milletin bu gayreti neticesinde, Cenâb-ı Hak da, insanımıza kendi kültür değerlerini bütün dünyaya gösterme ve tanıtma imkânını bahşetmiştir. Tabii bu arada sahip olduğumuz güzellikleri dünyanın farklı yerlerinde başkalarına aktarırken, onlardan da bazı güzellikleri almış ve böylece zenginliğimize zenginlik katmışızdır.
Biz inanıyoruz ki yapılan işler, Allah’ın sağanak sağanak üzerimize yağan lütuflarına karşı bir mukabelede bulunma cehdinden ibarettir. Eğer bu mesele doğru bir şekilde muhataplara izah edilebilirse, ehl-i gafletin yaptığı gibi, koskocaman bir milletin mücadele ve mücahedesi neticesinde elde edilen başarıları önde görülen birkaç kişiye mal etme zulmü irtikâp edilmemiş olacaktır. Savaşta bile elde edilen ganimet, ona iştirak eden bütün fertler arasında eşit olarak taksim edilir. Bunun aksi bir davranış şahısları putlaştıracağından onlar açısından da çok tehlikeli olacaktır. Zira bu takdirde onlar, yapılan hizmetleri kendilerinden bilmeye başlayacak, alkış ve takdir beklentilerine girecek ve böylece ahirete ait meyveleri burada tüketeceklerdir.
Meselenin bundan daha tehlikeli yönü ise şudur: Belli şahısların öne çıkarılması başkalarının kıskançlık hislerini tahrik edecektir. Herkesin tabiatında kıskançlık ve haset duygusu vardır. Hususiyle siz, akademisyenlerin, teologların, yüksek ilim adamlarının yanında kalkıp da bir iki adamı öne çıkarırsanız, hiç farkına varmadan onlardaki bu damarı tetiklemiş olursunuz. Bu defa kendi elinizle dostlarınızı düşman haline getirirsiniz. Öyle ki onca gayret ve çabasına rağmen böyle bir muvaffakiyeti elde edemeyen bir kısım ehl-i iman bile haset duygusuna kapılabilir. Bu defa siz, dolaylı yoldan dahi olsa, günaha sebebiyet vermiş olursunuz. Ayrıca sizin böyle bir kıskançlık ve haset hissine kilitlenmiş bir insana daha sonra bir şeyler anlatmanız da çok zor olacaktır. Bu açıdan şahıslar öne çıkarılmadan hareketin kendisi nazara verilmek suretiyle kısmen de olsa bu tür menfi duyguların önüne geçilmeye çalışılmalıdır. Yani bir taraftan yapılan hizmetler arka planıyla birlikte anlatılarak muhatapların hissiyatları yatıştırılmalı; diğer yandan da kullanılan üslup itibarıyla kimsenin gıpta damarı tahrik edilmemeli, yeni rakip ve hasetçiler icat edilmemelidir.
Bazıları bu hizmeti, ehl-i dünyanın farklı hedefleri gerçekleştirmek için bir araya gelerek kurdukları bir organizasyon şeklinde düşünebilir. Hatta hareketin belli siyasi hedeflere yöneldiğini de tevehhüm edebilir. Hâlbuki yapılan bütün hizmetler kültür mirasımızın temel disiplinlerinden kaynaklanmakta ve bununla Allah’ın bize yüklediği bir vazife eda edilmektedir. Diğer bir ifadeyle bu, insanlığa ait sorumluluklarımızı yerine getirme çabasıdır. Hatta biraz daha derinlemesine meseleye bakıldığında, bunların insana artı değer kazandıran birer amel olmadığı, bilâkis temel kulluk görevi ve önceden verilmiş nimetlere karşı bir şükür ve hamd vazifesi olduğu anlaşılacaktır. İşte insanlar yapılan bu hizmetleri, dinin kendilerine yüklediği sorumluluklar çerçevesi içinde gördüğünden ve aynı zamanda takip edilen metodun mantık ve makuliyet çizgisinde birleştiğinden ötürü bu iş katlanarak büyümeye devam etmektedir.
Hizmeti, hak ve hakikatin anlatılması mevzuunda ortaya konulan bir tenafüs mülâhazasına bağlamak da mümkündür. Zira yapılan iş, Cenâb-ı Hakk’ın,
فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ
“Hayırlı işlerde yarışınız.” (Bakara Sûresi, 2/148)
beyan-ı sübhanisi gereğince, hayırda yarışmaktan ibarettir. Hizmette önde koşan adanmışları gören insanlar, onlardan geri kalmama düşüncesiyle üzerlerine düşen hizmetleri yapmaya çalışıyorlar.
Her şeye rağmen bazıları yapılan hizmetlerden rahatsız olabilir, endişeye kapılabilirler. Bu durumda bize düşen vazife, şüpheye sebebiyet teşkil edecek hususları birer birer izah etmek, yani niyetimizdeki masumiyeti ve faaliyetlerdeki makuliyeti göstermektir. Zira biz biliyoruz ki, ortaya konulan hizmetler Cenâb-ı Hakk’ın milletimizin himmetine bir teveccühünün ifadesidir. Hizmet erleri vifak ve ittifak düşüncesiyle belli fedakârlıklara katlandıklarından dolayı Allah da inayetini sağanak sağanak onların üzerine yağdırıyor. Yoksa ortaya konulan bunca faaliyet, pek çoğu itibarıyla birbirinden habersiz olan insanların yapacağı bir iş değildir.
Bazıları, yapılan hizmetlere bir türlü akıl erdiremediklerinden dolayı daha da ileri gidip ‘gizli ajanda’ türü vehimlere kapılabilir. Onlara da şu hususun ifade edilmesi gerekir: Biz, Allah rızasından başka herhangi bir mülahazaya bağlı davranmayı, şahsî hayatımız adına haram sayıyor; insanî değerlerle bütün insanlığı kucaklamayı dünyanın bütün güzelliklerine tercih ediyoruz. Zira ahirette Cenâb-ı Hakk’ın bize karşı, “Siz, bir insanın elinden tutup onun hakikatle tanışmasına vesile oldunuz. Ben de sizi mükâfatlandırıyorum.” demesini bütün dünyalara bedel sayıyoruz. Bunun dışında daha başka mülâhazalara açılmayı ise, kuyumcular çarşısında altın alışverişi yapan bir tüccarın, bakırcılar çarşısına gidip bakırlara talip olması olarak değerlendiriyoruz.
İşte bu düşüncelerle dolup boşalmalı, rencide edici söz ve tavırlar karşısında bile darılmamalı, küsmemeli, sabır ve sükûnetle vehim ve kuruntuları izale etmeye çalışmalıyız.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
İstek ve arzularımızın hüdâ eksenli mi yoksa hevâ u heves kaynaklı mı olduğunu nasıl tesbit edebiliriz? Bu mevzûda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Soru: "Hukuk devleti" ifadesinden ne anlaşılmalıdır? Size göre gerçek bir hukuk devletinin vasıfları nelerdir?
Bu, tahlili oldukça zor ve çetin bir mevzu... İhtisas sahama girmeyen bir konu oluşu meseleyi biraz daha girift hale getirebilir. Ayrıca, bazı meseleleri ben dile getirince, hasımca davranan insanlar ifadelerimi ona göre değerlendirirler; dostlar da, sözlerime hüsn-ü zanları zaviyesinden bir kıymet biçerler. Düşmanca tavır alanlar, mahza hak ve hakikat olan bazı beyanlarımı bile, onları dile getiren ben olduğum için, kabul etmek istemez, onlarda bir yanılma yanı arar, mutlaka bir boşluk bulmaya çalışır ve önyargılı davranırlar. Dostlar ise, daha baştan, sözlerimi içi dolu ifadeler olarak ele alır, ben söylediğim için onları değerli sayar ve yanılırlar. Bu açıdan da, böyle bir konuyla alakalı düşüncelerimi ifade etmem, hem dostları hem de hasım ruhluları değişik yorumlara, farklı mütalaalar serdetmeğe sevk edebilir. Ne kadar temkinli konuşursam konuşayım, benim düzgün dediğim şeyler bazılarına göre eğridir. Onlar, seslendirdiğim hakikatlere tâ baştan yanlış mührü vurmuşlardır. Dolayısıyla, hukuk devleti mevzuundaki fikir ve düşüncelerimin de aynı şartlanmışlıklarla değerlendirilmesi söz konusudur; fakat, ben yine de, sorunuza ve meselenin ehemmiyetine hürmeten bazı hususları arz etmeye çalışacağım.
Devletin Değişmez Vasıfları
Önce, cevaba esas teşkil etmesi için hepinizin bildiği bazı hususlara, hatırlatma kabilinden değinmek istiyorum: Bildiğiniz gibi, Anayasanın birinci maddesi, Türkiye Devleti’nin bir cumhuriyet olduğunu vurgular. Hemen ikinci maddede bu cumhuriyetin vasıfları zikredilir ve Türkiye’nin demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilir. Yine bildiğiniz gibi, bu iki hüküm asla değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif de edilemez.
Evet, bu iki esas teminat altındadır, bunlara dokunamazsınız. Belki, bir manada mükemmelini bulursanız, demokrasiye ilavelerde bulunabilirsiniz. Laikliğin tarifini açabilir, genişletebilir ve onu insanî değerleri daha da kuşatıcı olma ufkuna yükseltebilirsiniz. "Sosyal devlet" ifadesi üzerinde durup meseleyi açabilir ve biraz daha insânîleştirebilir, ünsîleştirebilirsiniz.. Fakat, bütün bunlar icmalde meseleleri olduğu gibi kabulün yanı başında, aynı zamanda dünyadaki genel gelişmelerden istifade ederek, bizde de o meseleleri inkişaf ettirme şeklinde olur. Tabir-i diğerle; meselenin icmâli olduğu gibi kabul edilir; tafsîline ise açık durulur.
İdeal Demokrasiye Doğru
Demokrasi, halk hakimiyetine dayalı bir sistem demektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa telaffuz edilirken "Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir" şeklinde söylenen, zamanla mazmun ve mefhum korunmakla beraber kelimelerle oynanarak "Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir" sözüyle seslendirilen ve günümüzde daha yalın bir Türkçe kullanma iddiasıyla "Egemenlik milletindir" cümlesiyle vurgulanmak istenen husus demokrasidir. Başka bir münasebetle de ifade ettiğim gibi, bu söz, hâkimiyetin -hâşâ- Allah’tan alınarak insanlara verilmesi demek de değildir; aksine, hâkimiyetin, Allah tarafından, kaba kuvvet temsilcilerinin elinden alınıp millete verilmiş olduğunu belirtmektedir.
Evet, demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını halkın temsilcilerine tevdî eden, milletin görüş ve kanaatlerinin ülke yönetiminde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir idare şeklidir. Hatırlarsınız, ilk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi halka hitap ederken şöyle der: "Ey cemaat, siz, "müntehib"siniz (seçensiniz); ben ise, "müntehab"ım (seçilenim). Gideceğimiz yer ise; "müntehabün ileyh"dir (meclistir). Sizin yaptığınız işe de "intihab" (seçim) denir. İntihab ise "nuhbe"den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin aslında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur..." Bu sözler aynı zamanda, "Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz." hadis-i şerifinin çok enfes bir yorumundan ibarettir. İşte, halkın içinden çıkan ve onu tam aksettiren temsilcilerin idaresidir demokrasi.
Türkiye’de yarım asırdan daha uzun bir zamandan beri, demokrasiyi deniyor ve hâlâ en mükemmelini bulmak için uğraşıyoruz. Denemede başarılı olamadığımız zaman yeniden başa dönüyor, bir kere daha arayışa geçiyor ve yeni testler yapıyoruz. Pozitif ilimlerdeki deneme-yanılma ve doğruyu bulma yolunu bir yönüyle biz gerçek demokrasiye ulaşma mevzuunda kullanıyoruz. Böylece, bir manada demokrasi bir gelişme süreci yaşıyor. Batılılar da, "Biz bu meselenin zirvesini henüz yakalayamadık, hâlâ yoldayız" diyor ve onlar da kendi anlayışlarına göre ideal bir demokrasi arıyorlar.
Ayrıca, demokrasi değişik toplumlar tarafından farklı farklı şekilllerde anlaşılmış ve değişik tarzlarda uygulanmıştır. Mesela, A. Lincoln, demokrasiyi "Halkın halk tarafından, halk için idaresi" olarak ifade etmiş; Hitler, Nazizm’i "gerçek demokrasi" diye nazara vermiş; Mussolini de Faşizm hakkında "merkezi ve otoriter demokrasi" diyebilmiştir. Görüleceği gibi, çoklarınca anti-demokratik kabul edilen bazı ideolojilerin bile demokratik oldukları iddia edilmiştir. Rusya’da komünizmin hakim olduğu dönemlerde, onlar da kendi sistemlerine "sosyal demokrasi" demeyi uygun görmüşlerdir. Dünyanın değişik bölgelerine bakılsa, Hristiyan demokrasi, Katolik demokrasi, Protestan demokrasi... gibi daha pek çok demokrasi anlayışına şahit olmak mümkündür.
Dolayısıyla, bugün kemale ermiş ve herkes tarafından benimsenmiş bir demokrasiden bahsetmek imkansızdır; bütün hukukçuların ve sosyal bilimcilerin genel kabulü, demokrasinin henüz bir gelişme vetiresi yaşadığı istikametindedir. Bu açıdan da, Türkiye’nin hâl-i hazırdaki problemleri mevcut demokrasiyle çözülebilecek olsa da, onu daha da geliştirmek ve mümkün olduğu kadarıyla herkesin maddî-manevî ihtiyaçlarına cevap verecek olan en mükkemmel demokrasiye ulaşmak hedeflenmelidir.
Devletin Lâikliği
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarifinde işaret edilen ikinci husus onun lâik bir devlet oluşudur. Lâik, Fransızca’dan alınmış bir kelimedir; rûhânî ve dînî olmayan fikir, müessese, sistem demektir. Fransızlar, meşhur ihtilâlden sonra teokratik düzeni kaldırıp devleti kiliseden ayırarak dînîlikten ve ruhânîlikten çıkarınca, yeni doğan bu çocuğa lâik devlet ismini vermişlerdir. Daha sonraları, bu mevzuda da dünyanın değişik yerlerinde farklı anlayışlar ve uygulamalar olmuştur.
Bu arada, istidradî olarak şu hususun açıklanmasında fayda mülahaza ediyorum: Teokratik düzeni, dinî bir idare şeklinde yorumlamak epistomolojik ve terminolojik olarak yanlıştır. Teokratik düzen demek, dine ve dini metinlere dayalı bir idare biçimi demek değildir. Yani, teoratik devlet sözüyle, Tevrat’a, Eski Ahid’e ya da Yeni Ahid’e bağlı bir devlet ifade edilmez. Onu, Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Sahiha’ya bağlı devlet şeklinde dile getirmekse bütün bütün yanlıştır. Teokrasiyi İslam’la beraber zikretmek ya bir garaza mebnîdir ve Müslümanları ezip sindirme kastına matuftur ya da terminolojiye vâkıf olmamanın ve cehaletin emaresidir. Teokratik devlet, ruhban sınıfının hakimiyetine ve kilise otoritesinin üstünlüğüne dayanan bir idare sistemidir. O, âbâ-i kenâisenin içtihad ve kararlarına göre idare edilen devlet demektir.
Öyle bir devlette, ruhban sınıfının sözleri hüccettir. Onlar, ne söylerlerse mutlaka Hakk’ın o mevzuudaki muradını seslendirmiş olurlar ve asla sorgulanmazlar. Yani, sizin Zât-ı Uluhiyet ve Rasûl-ü Ekrem hakkındaki o sağlam mülahazalarınız ne ise, teokratik idarenin tabileri arasında âbâ-ı kenâise hakkındaki mülahazalar da öyledir. Dolayısıyla, lâiklik kavramı batının dinî, siyasî ve içtimaî şartları çerçevesinde, ruhban sınıfının baskılarına ve onun farklı mütalaalarından ötürü ardı arkası kesilmeyen dahilî harplere karşı ortaya çıkan bir kilise-devlet ayrımı ihtiyacından doğmuştur. Bu açıdan da, batı toplumlarının problemi din ile değil, din adamlarıyla ve dinin emirlerini kendi şahsî çıkarları için kullanan o günkü kilise teşkilatıyla alâkalıdır.
Hatta belli bir dönemde mesele din–bilim ayrışmasına kadar uzanmıştır. "Metafizik bilim olamaz" teziyle ortaya çıkan Dekart (Descartes), bilginin ancak ölçülebilir ve bölünebilir nesnelerin incelenmesiyle elde edilebileceğini söyleyip bilimin konusunu sadece maddeyle sınırlamış; daha sonra da Kartezyen (Dekartçı) felsefesinin tâbileri hep aynı istikamette idare-i kelam etmişlerdir. Dini ve bilimi ayrı iki alan olarak ele almış ve alan ihlali yapılmaması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bu alan ihlali yapılmaması anlayışı kalıptan kalıba girerek zamanla dinin ve devletin sınırlarını belirleme, din işleri ile dünya işlerini birbirinden ayırma ve karşılıklı müdahaleye meydan vermeme düşüncesini ifade eden lâikliğin bir esası olagelmiştir.
Bununla birlikte, lâiklik her toplumda aynı biçimde uygulanmamış; dünyanın değişik yerlerinde farklı şekilllerde yorumlanmıştır. Bir yerde uygulanan lâiklik, herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetini; ibadet, dinî ayin ve törenlere katılma hakkını; düşünce ve kanaatlerini söz, yazı ya da başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkını temin ederken; bazı yerlerde de çok katıca uygulanmış, lâiklik tamamen sekülerizm olarak ele alınmış ve adeta o sistemin temsilcilerine uymayan dinî hayat yasaklanmış; dinî düşünceleri ve dinî kanaatleri anlatma hakları bütün bütün ihlâl edilmiştir.
Bu açıdan da, lâiklik disiplininin icmâlî olarak varlığına bir şey denmese de, bu meselenin tafsîlî manada bir kısım değişikliklere ve geliştirilmeye açık olduğunu itiraf etmek gereklidir. Demokrasi gibi bu husus da, bir gelişme ve daha insanî olma vetiresi yaşamaktadır. Dolayısıyla, dünyanın değişik ülkelerinde veya gelişmiş ülkelerde bu meselenin en mükemmel tarifinin ne olduğu, lâikliği bizim nasıl tarif edebileceğimiz ve uygulama anında bu tarife –diğer hakları da ihlal etmeden– ne kadar sadık kalınabileceği gibi hususlar üzerinde mutlaka düşünülmeli, bu konuda ciddi müzakereler yapılmalıdır.
Devletin Sosyal Oluşu
Türkiye Cumhuriyeti’nin, anayasa tarafından belirlenen önemli bir esası da sosyal oluşudur. Sosyal devlet olmanın gereği, fertlere temel hak ve hürriyetler tanımak ve bunların gerçekleştirilmesini temin etmektir. Bu hak ve hürriyetler anayasayla belirlenmiştir. Mesela; herkes, özel hayatına ve aile mahremiyetine saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir; özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Bir şikayet halinde mesele emniyete ya da yargıya intikal etmedikçe hiç kimse aile mahremiyetine karışamaz. Sosyal devlet, bu mahremiyet hürriyetini tanımasının yanı başında o hürriyeti korumakla da mükelleftir. Aynı zamanda, herkes istediği bir yere yerleşme ve seyahat hürriyetine de sahiptir. Sosyal devlet çerçevesi içinde mutlaka bu hürriyetin temini de lazımdır; yoksa sosyal devletten söz edilemez.
Şayet, bazı hak ve hürriyetler belirlenmişse ama şahıslara onlardan istifade etme imkanı verilmiyorsa, mesela, inanmanın önü alınıyor, dini öğrenme yolları kesiliyor ve düşünceleri ifade etmeye mani olunuyorsa, yine ortada bir sosyal devletin varlığından bahsedilemez. Bir devletin sosyal olabilmesi için, o ülkedeki herkesin düşünce ve kanaat hürriyetine, düşünce ve kanaatlerini değişik yollarla açıklama ve yayma hakkına sahip olması gerektiği gibi; her ferdin bilim ve sanata dair değişik sahalarda eğitim görme, öğrenme ve öğretme, bu alanlarda her türlü araştırma yapma ve onları yayma hürriyetinin bulunması da zaruridir. Her mevzunun uzmanları inandıkları şeyleri bir konferansta, bir seminerde veya başka bir platformda rahatlıkla ifade edebilmelidirler. Şu kadar var ki, sizin kendi düşüncelerinizi açıklamanız ve kanaatlerinizi ifade etmeniz, hiçbir zaman başkalarını rahatsız etmeye müncer olmamalıdır. Zira, sizin kişilik haklarınız olduğu gibi başkalarının da ferdî hak ve hürriyetleri vardır; sosyal devlette, bir ferdin hak ve hürriyetleri kullanması neticesinde bir başkasının dokunulmaz ve vazgeçilmez haklarının ihlal edilmesine kat’iyen izin verilmez.
Hukuk Devleti
Devletin, anayasada belirtilen çok önemli bir özelliği de "hukuk devleti" olmasıdır. Hukuk devleti, en kısa tarifiyle, güce ve kaba kuvvete değil, hukuka dayanan bir devlet demektir. Hukukçular onu, faaliyet alanını ferdî hak ve hürriyetler sınırında tutan, kanunların umumîliği esasına bağlı ve şahısların hem başkaları hem de devlet karşısında korunması için yargı organları bulunan devlet olarak tarif ederler.
Hukuk devletinin en mühim hususiyeti, bütün icraat ve işlerin anayasada belirlenen esaslara göre yapılmasıdır. Öyle bir devlette, yeni çıkarılacak olan yasalar da daha önce belirlenen esaslara göre yapılır ve kat’iyen anayasaya muhalif olamaz. İdare sadece yasalara değil genel hukuk kurallarına da bağlı kalır. Devletin her müeyyidesi mutlaka belli ölçülerle ortaya konur, uygulanmadan önce de herkese duyurulur. İdareciler de dahil herkes adli yargı kurumlarınca denetlenebilir. Bunlar hukukun temel prensipleridir ve İslam Hukuku’nda da esastır. Şâtibî’nin Muvâfakât’ına bakarsanız; temel disiplinlere uymayan cüz’iyâtın nazar-ı itibara alınmayacağı üzerinde ısrarla durulduğunu görürsünüz. Dolayısıyla, çıkarılacak kanunların anayasanın ruhuna uygun olması lazımdır. Anayasanın ruhu, fert, aile ya da toplum olarak size şu hak ve hürriyetleri tanıyorsa, çıkarılacak yasalar kat’iyen onlara aykırı olamaz. Aksi halde, anayasa ile diğer yasalar arasında çelişki meydana gelir; toplumda bir herc ü merc yaşanır. Evet, anayasa, bir yönüyle, küllî kaideler mecmuasıdır. Cüz’î disiplinler, ancak o küllî kaidelere bağlı olmak suretiyle ve onlardan istinbat edilecek kaidelerle ortaya konabilir. Külliyât gözetilmeden cüz’iyât vazedilemez.
Hukuk devletinde, devlet kurumları denetim ve işbirliğini de ihtiva eden bir denge içinde çalışır. Yasama yetkisi denen kanunları çıkarma salâhiyeti, millet hesabına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Çıkarılan kanunları uygulama ve yürütme yetkisi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’na aittir. Yargı ise bağımsız mahkemelere bırakılmıştır. Dolayısıyla, bir hukuk devleti, bu üç temel rükün üzerine bina edilir ve hepsinin işbirliğiyle, hakkaniyetle çalışması neticesinde yükselir.
Bu açıdan, bütün hak ve hürriyetleri devlet temin eder; hiç kimse kendi kendine ihkâk-ı hakta bulunamaz, hak arkasına düşemez; bu çerçevenin dışında hak arayamaz ve kendini devletin yerine koyamaz.
Tarihi bir hadiseyi nazara veren,
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللَّهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرِينَ
“Andolsun Allah size birçok yerde ve Huneyn gününde yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz, içinizde bir beğenme hissi hâsıl etmişti; ama bu, size hiçbir yarar sağlamamıştı. Derken bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelivermişti.. nihayet geriye çekilmeye başlamıştınız.” (Tevbe Sûresi, 9/25) âyet-i kerimesinden alınması gereken mesajlar nelerdir?
Mekke’nin fethini müteakip Sakif ve Havazin kabileleri, bir kısım çapulcu kabileleri de yanlarına alarak, Müslümanlara saldırmak üzere hazırlığa başlamışlardı. Mükemmel bir devlet başkanı olmanın yanında eşi menendi olmayan bir erkân-ı harp olan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz derlenip toparlanmadan onları kıskıvrak yakalayıp etkisiz hale getirmek için hemen harekete geçmişti. Böylece hem daha az zayiatla netice elde edilmiş, hem de onların gönülleri çok fazla kırılmamış olacaktı. Nitekim daha sonra o kabilelerden pek çok insan Müslüman olmuştu. Esasında Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu uygulama ve stratejisini, Hudeybiye Antlaşması’yla başlayıp Mekke’nin fethiyle sonuçlanan süreçte de görebilirsiniz. Düşünün ki, göklerin üstünde yüksek bir onur ve izzeti olan Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Hudeybiye’de izzet ve onur meselesi yapılabilecek ağır anlaşma şartları ileri sürülmüş olmasına rağmen, sulh ve sükun ortamında o insanların gönüllerini kazanma adına teklif edilen bu anlaşma maddelerini kabul etmişti. Daha sonra Mekkeliler kendi elleriyle bu antlaşmayı bozmuş, bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu da teşkil ettiği ordusuyla Mekke’nin önlerine kadar gelmişti. İşte bu esnada, eğer O isteseydi “kuvvetin hakkı budur” deyip çok rahatlıkla onların tepesine binebilirdi. Fakat Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm hiçbir zaman böyle yapmadı ve yapmayacaktı. Zira kan dökerek, insan öldürerek Mekke’ye girilseydi, bu, oradaki insanların kalblerinde bir yara olacak ve ihtimal içlerinde hep bir ukde olarak kalacaktı.
Asıl konumuza dönecek olursak, Mekke’yi fetheden on bin sahabîye yeni Müslüman olan Mekkelilerden de iki bin insan eklenmiş ve 12 bin kişiyle Huneyn’e hareket edilmişti. Dolayısıyla orduyu oluşturanlar, bir tarafta Mekke’yi fethetmekle zaferyab olmuş ve çoğu da gençlerden oluşan askerlerle, henüz yeni Müslümanlığa adım atmış kimselerdi. İşte böyle bir halet-i ruhiye içinde, bazılarının aklına “Bu orduyla kimse başa çıkamaz. Allah’ın izniyle Mekke’yi fethettiğimiz gibi, Sakif ve Havazin’in de tepesine bineriz.” gibi bir düşünce gelmiş olabilir.
Bu noktada hemen şunu ifade edeyim ki, bende hep, sahabe-i kiramı tezkiye etme, onlara laf etmeme ve ettirmeme, onları muallâ, müberra ve müzekka görme gibi bir ruh haleti vardır. Öyle ki onlar hakkında sorgulayıcı en küçük bir ifade bile kullanmamaya dikkat ederim. Fakat bu hâdisede, sahabe-i kiram efendilerimizden bazıları, kendi konum ve seviyelerine uygun, Allah’ın kendilerinden beklediği kıvamı tam olarak ortaya koyamamış olabilirler. Cenab-ı Hak da, mukarrabînden olan bu zatları, mukarrabîn seviyesinin gerektirdiği ahkâma göre ikaz buyurmuş olabilir. Fakat bu, onlarla Cenab-ı Hak arasındaki bir meseledir. Bizim, bu mevzuda ileri geri konuşmamız, saygısızlık ve haddi aşmışlık olur.
Şimdi, bu bakış açısını ve ölçüyü göz önünde bulundurarak, sahabe efendilerimizin Huneyn’e giderken sahip oldukları ruh haletini daha yakından anlamaya çalışalım. Evvela, onlar, Huneyn’e giderken o güne kadar sahip oldukları en büyük orduyu oluşturmuşlardı. Ayrıca, şimdiye kadar, kuvvet dengesinin olmadığı pek çok savaşta -Allah’ın izni ve inayetiyle- onlar galip gelmiş, şartlar aleyhlerinde olmasına rağmen hep zaferden zafere koşmuşlardı. Şimdi de önlerinde İnsanlığın İftihar Tablosu; atlarına, develerine binmiş, düşmanın üzerine yürüyorlardı ve giderken de çok ümitliydiler. Ruhlarımız onlara feda olsun ve Rabbim bizi de onların yolunda daim ve kaim eylesin. İşte Kur’an-ı Kerim onların bu halini anlatırken öncelikle,
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللَّهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ
“Andolsun ki Allah birçok yerde size yardım etmişti.”buyurarak, onlara Bedir, Uhud ve Mekke’nin fethi gibi muharebelerde Allah’ın nusretine mazhar olduklarını ifade ediyor. Sonra وَيَوْمَ حُنَيْنٍbuyurarak, Huneyn gününde de Allah’ın onlara yardım ettiğini hatırlatıyor. Burada, Cenab-ı Hakk’ın beraat-i istihlal nevinden öncelikle onların Huneyn Günü’nde de iltifata mazhar olduklarını ifade buyurduğunu, daha sonra mukarrabîn ufkuna göre değerlendirilmesi gereken o günkü durumlarını ifade ettiğini görüyoruz. Fakat bir kere daha hatırlatmak gerekir ki, onların bu hatalarına “Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn - Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.” fehvasınca yaklaşmak gerekir. Mesela sizin, taakkul seviyesinde yaptığınız hatalardan dolayı tecziye görmenize mukabil, onlar hayallerine gelip çarpan şeylerden bile tecziye görebilirler.
Daha sonra Allah Teâlâ,
إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا
Hani (o gün) çokluğunuz, içinizde bir beğenme hissi hâsıl etmişti; ama bu, size hiçbir yarar sağlamamıştı”. buyuruyor. Öyle ki, o gün,
وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ.
“Bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti”Aynı ifade başka bir âyet-i kerimede Ka’b ibn-i Mâlik ve arkadaşları için kullanılmıştır. Esasen bu bir idyumdur ve bizim edebiyatımıza da girmiştir. Mesela bir beldede duygu ve düşünceleriniz açısından görmek istediğinizi göremeyip beklediklerinizi bulamayınca “Burası bana dar geldi.” dersiniz. İşte sahabe-i kiram efendilerimizin Huneyn’deki muvakkat bir sarsıntı anındaki halet-i ruhiyeleri “bütün genişliğine rağmen yeryüzünün onlara dar gelmesi” şeklinde bir ifadeyle anlatılıyor. Ayrıca
ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرِينَ
“Sonra da arkanızı dönüp kaçmaya başlamıştınız.”buyrularak işin geldiği noktaya dikkat çekiliyor.
Fakat bütün bunlara rağmen bir sonraki âyette ifade edildiği üzere Cenab-ı Hak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın üzerine sekine indiriyor. Bunun üzerine onlar, gönülden bir nedamet yaşıyor, yeniden derlenip toparlanıyor ve Allah’ın izni ve inayetiyle muzaffer oluyorlardı.
Soruda ifade edilen, Asr-ı Saadet’teki bu tarihî hadiseden alınması gereken mesaja gelince: Cenâb-ı Hak, sahabe-i kiram efendilerimizi, ilahî inayet ve riayetle teyit buyurup muzaffer kıldığı gibi, günümüz Müslümanlarını da değişik ikram ve mazhariyetlerle zaferyâb kılabilir. İşte önemli olan bu esnada kıvamı korumak ve olup biten hadiseleri hep O’ndan bilmektir. Hatta irademize terettüp eden en büyük başarılar karşısında bile, sebepleri yırtmalı, ayaklarımızın altına almalı ve sebepler arkasındaki Müsebbibü’l-Esbâb’ı görerek “Her şey Sen’den” demesini bilmeliyiz. Başarı ve muvaffakiyetler, ehl-i dünya, ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet tarafından alkışlanacak, takdir ve tebcil edilecek güzel hadiseler olabilir. Fakat bunlar hiçbir zaman inanan bir insanın başını döndürmemeli, bakışını bulandırmamalı ve asla ona kulluğunu unutturmamalıdır. Evet, biz ne tür başarılara imza atarsak atalım kendimizi hep O’nun boynu tasmalı kapı kulları görmeliyiz. Zaten kendimizi O’nun halaiki görürsek, diğer bütün kulluklardan kurtulmuş oluruz. Bu aynı zamanda, başkalarının kendilerine göre oluşturdukları kast sistemlerinde bizi halaik gibi kullanmalarından kurtulma, kula kul olma gibi bir esaretten sıyrılma demektir. Zira Allah’a kul olmayanlar, çok değişik şeylerin kulu-kölesi haline gelirler. Bazıları şehvete, bazıları bohemliğe, bazıları menfaate, bazıları şöhrete; bazıları da güç ve kuvvete kul olur ve her şeyi kuvvetle halledeceklerini zannederek çeşit çeşit zulümlere girerler. Bu insanların hepsine siz esir gözüyle bakabilirsiniz. Hatta Allah’a kul olmayan bu kişilerin esir olduğuna dair yemin etseniz, yemininizde hânis (yalancı) olmazsınız. Çünkü bu şahıslardan kimilerinin boynunda on, kimilerinin beş, kimilerinin ise iki tane esaret zinciri vardır.
Evet, gafil insanlar, meydana gelen güzelliklerin arkasında fert veya heyetleri görerek onları alkışlayıp göklere çıkarabilirler. Böyle bir alkış karşısında, kendisinde şöhret hissi ve alkışlanma arzusu bulunan zayıf karakterli insanlar da çok defa şımarıklaşıp küstahlaşabilir. Hakkı olmayan şeyleri kendi hakkıymış gibi görme derekesine sukut edebilir. İnsanın, nail olduğu mazhariyetlerin Cenab-ı Hak’tan gelen birer lütuf olduğunu unutarak, onlara sahip çıkıp kendinden bilmesi bir düşüştür. Mesela, yaptığı sohbet veya vaazla insanların coşmasını, heyecana gelip hıçkırıklara boğulmasını kendi konuşmalarına bağlayan insan, yaptığı işi kirletmiş demektir. Hâlbuki gönüller Allah’ın elindedir. İnsana söz ve beyan nimetinin verilmesi ise hem bir lütuf hem de bir imtihandır. İnsanın bunlara sahip çıkmaya kalkması, hakkı olmayan şeylere sahip çıkması demektir. Unutmayın ki, şöhret hissi öyle bir beladır ki, ona sahip olan insan takdir edilip alkışlandıkça, Allah’a, Peygambere ve Kur’an’a ait şeylere bile sahip çıkmaya kalkar. Rabbim hepimizi böyle bir beladan muhafaza buyursun!
Hâsılı, eğer siz bir kere daha ruhunuzun âbidesini ikâme etmeyi düşünüyorsanız, bunun ne dünyevî imkânlarla ne de değişik güç ve kuvvetlerle halledilemeyeceğini bilmelisiniz. Akif’in ifadesiyle insan hep Allah’a dayanmalı, saye sarılmalı ve hikmete ram olmalıdır. Bu anlayışla siz, Kur’an aklîliğini esas alarak diyalektiğe girmeden hep hakkı konuşmaya, hakkı seslendirmeye çalışırsanız, Allah da size hep doğruyu gördürür, doğruyu konuşturur; neticede sizin için olmazları oldurur ve yürüdüğünüz yolda sizleri muvaffak kılar.
Soru: Bir taraftan hür ve bağımsız yaşamayı, diğer taraftan da diyalog arayışının ve hoşgörü anlayışının gereği olarak herkesle bir nevî irtibat içinde bulunmayı hürriyet telakkimiz açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir Müslüman, başkaları hakkında kötü şeyler düşünmemeli, ulu orta konuşmamalıdır. Onun, diğer Müslümanlar hakkında söylenenlere, uydurulan haberlere inanmaması, ihtiyatlı davranması lazımdır. Başkaları "falan şöyle yaptı, böyle etti." dese, hakhukuk gözetmeyen bazı gazeteler bunu yazsa da bir mümin aceleci davranmamalı, dedikodulara ve gıybetlere girmemelidir. Eşyada ibâha esas olduğu gibi, insanlarda da masûmiyet esastır. O halde insan, aslından emin olmadığı iddialarla başkalarını hemen mahkum etmemelidir.
Günümüzde, haberdar olma hakkı, haber alma hürriyeti gibi bahanelerle insanların iffetlerine ve şahsiyetlerine saldırılıyor. Kim vermiş ki iffetlerle, ismetlerle oynama hakkını? Kur'an'da mı yazıyor, Sünnet mi söylüyor bunu? Bize iffetleri, ismetleri sıyanet düşer. Hukuk açısından bakıldığında da, bir cürüm delilleriyle sübut bulacağı ana kadar maznun, masum sayılır. Cenâbı Allah bizleri insanların hata, kusur ve günahlarını ortaya çıkartmak için görevlendirmedi. Bilakis, tecessüsü, insanların gizli hallerini araştırmayı yasakladı. İnsan kendi nefsini daima sorgulamalı, fakat başkaları hakkında da hüsnü zan kapılarını ardına kadar açık bırakmalıdır.
Allah (cc) insanlara, başkaları hakkında kötü düşünme, elinalemin eksiğini, kusurunu görme şeklinde bir sorumluluk yüklememiştir. Efâli mükellefîn (bir Müslümanın yapması gereken fiiller) arasında "Falan şahıs özür dilerim zina etmişti, hırsızlık yapmıştı, neden bunu teşhir etmediniz, gidip şahitlik yapmadınız, gidip adamın canına okumadınız?" diye hesap sorulacak bir yükümlülük yoktur. Zina, hırsızlık ve benzeri suçlarda suçluyu bulma ve cezalandırma ancak devletin yapacağı bir iştir. Devlet denen, toplum denen müesseseler vardır, onlara karşı cinayet işleniyorsa bu âmme hakkıdır. Amme hakkı Allah (cc) hakkı demektir, bu hakla alakalı yapılacakları da sorumlu, vazifeli kimseler yaparlar.
Malum hadisi şerifte geçen "elle, dille müdahale" meselesi de sadece emri bi'lma'ruf nehyi ani'l münker hususunda umum için geçerlidir. Belki belli ölçüde annebaba kendi evlatlarına, muallim kendi talebelerine bu hadis zaviyesinden müdahalede bulunabilir. Fakat, elle müdahalenin asıl mercii devlettir. Dille müdahale herkes için olabilir; ama orada da üslup çok önemlidir. Kimse dinden soğutulmamalı, kaçırılmamalı, rencide edilmemeli, herkesin konumuna, durumuna, seviyesine uygun şeyler anlatılmalıdır. Hadisi şerifte kalbten buğz etme maddesi de vardır ki bunu, yapılan bir kötülüğe katılmama, kalben taraftar olmama, kötülüğü yapanla alakayı kesme şeklinde anlayabiliriz. Kendini insanlığın hidayetine adayanlar kalbî müdahaleyi dua etme, "keşke şu insan hidayete erse, kötülüklerden vazgeçse" diye içinden geçirme şeklinde de anlayabilirler.
Berika'nın müellifi Konyalı İmam Hâdimî, "Bir mümini zina halinde bile görsen, yanlış gördüğünü düşün. Dön bir kere daha 'O mu?' diye kontrol et. O ise, 'İhtimal yine yanlış gördüm.' de. Sonra da, 'Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir şeye düşürme.' deyip çek git." diyor. Hz. İmam'a çok hürmetim var; ama o sözünü fazla buluyorum. Bence, gördün ki, bir mümin bir yerde böyle bir haldedir; tecessüs etmeden sırtını dön; "Allah'ım! günahkar kullarına hidayet et, beni de affeyle." de ve gördüğünü unut.
Allah Rasûlü (sav), bizzat itiraf edene dahi "Dön, git, tevbe et. Allah'ın affetmeyeceği günah yoktur." buyuruyorken insanlara ne oluyor ki, başkalarının en mahrem hallerini araştırıp teşhir ediyorlar! Acaba onların kendi ayakları kaysa, aynı duruma düşseler, haklarında nasıl muâmele yapılmasını arzu ederler?. Hata ve kusurlarının ortaya dökülmesini, sırlarının açılıp saçılmasını mı isterler?
Evet, en çok zikredeceğimiz isimler Gaffâr ve Settâr olmalı; günahlarımızı bağışlasın ve bizi utandıracak şeyleri setretsin, mahşerde bizi rüsvay eylemesin! Kalbimizden geçen şeylerden dolayı dahi bizi sigaya çekerse ne yaparız?. Yunus gibi "Senin ismin Gaffâr iken ya ben kime yalvarayım." deyip O'na iltica etmeli.
Belki bir insan esfeli sâfilindedir; fakat, başkaları onu â'lâyı illiyyînde görüyorlar. Bu hususta, Cenâbı Hakk'ın muamelesi insanların hüsnü zanlarına göre midir?
Cenâbı Hak, insanların hüsnü zanlarını bir dua kabul edebilir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sas), cenazesinde kırk (hatta bir rivayette üç) salih adam bulunan bir insanın cennete gideceğini müjdelemiş, o insanların iyi şehadette bulunmalarının şefaatçi olacağını beyan buyurmuşlardır.
Bununla beraber, Allah'ın rahmetine sığınma, "Sadece Senin kapın var." deme çok önemlidir. Hani bir menkıbede anlatılır: Bir zat pek çok talebe yetiştiriyor. Talebeler, bir zaman sonra ufukları açılınca bakıyorlar ki; efendi hazretleri şekavet kutbunda duruyor. Yavaş yavaş ayrılıyorlar onun yanından, birer birer gidiyorlar. Tek bir mürid kalıyor vefa ile dopdolu. "Dine muhalif bir yanı var mı üstadın?" diye düşünüyor; kılı kırk yararcasına dini yaşayan, mişkâtı nübüvvet altında hareketlerini götüren bu zatta dine ters hiçbir şey görmüyor. Herkes gitse de o kalıyor hocasının yanında. Birgün Hak Dost diyor ki, "Arkadaşların neden gitti, sen neden kaldın?" Sorusunda ısrar edince vefalı talebe cevaplıyor. "Efendim, onlar, hakkınızdaki müşahedeleri ve berzahî mahiyetiniz itibariyle sizi şakî gördüklerinden yanınızdan ayrılmayı uygun buldular. Bana gelince, gözüm sizde hakikate açıldı. Size vefasızlık edemezdim." diyor. Şeyh efendi, "Evladım, ben o yazıyı kırk senedir öyle görüyorum; ama bana başka kapı gösterebilir misin ki ona gideyim..." diyor. Bu sözünden sonra o şakî yazısı silinip "saîd"e inkılap ediyor.
Onun için meselenin imtihan yönünü de ihmal etmemek lazım. Siz başınızı eşiğe kor beklersiniz de, kırk sene hiç kabul edilmeyebilirsiniz. Bir fert namaz kılsa, oruç tutsa, binlerce ibadet ü tâat yerine getirse de, ancak Allah'ın rahmetiyle cennete gidebilir. O murad buyurursa, bütün insanlığı cehenneme koyar ve buna kimse bir şey diyemez; mülk O'nundur; istediği gibi tasarruf eder. O zat, bu mülahazalarla başını bu eşikten hiç kaldırmıyor, hep vefayla davranıyor. Allah (cc) bu şahsın zatında örnek alınacak bir yüksek karekteri ortaya koyuyor. Kırk sene Rabb'isine el açmış, o kapıdan başka kapı bilmemiş, neticede bir vefa kahramanı olmuş.
İşte, bu vefa çok önemlidir. Bazen bir söz, bir tavır, bir davranış Hak katında pek hora geçer. Bilemeyiz, Erzurumluların ifadesiyle bahane tanrısı'nın, kimi ne ile affedeceğini bilemeyiz. Bize düşen şey, kemâli sadakatle O'na bağlı yaşamaktır. O'nsuz yapamayacağımızı hem vicdanımızda duymak, hem de bunu her fırsatta ifade etmektir.
Geçenlerde Onikinci Nota münasebetiyle söylemiştim; Üstad da aynı şeyi ifade ediyor: "Senden başka kapı yok ki ona gidilsin." diyor. Bu genel bir mülahazadır. İbrahim Ethem de aynı nağmeyi seslendiriyor:
Hecertü'lhalka turran fi hevâke
Ve eytemtü'l iyâle likey erâke
Velev katta'tenî fi'lhubbi irben
Lemâ hanne'l füâdü ilâ sivâke.
Tecâvez an daîfin kad etâke
Ve câe râciyen yercû nidâke
Ve in yekü ya müheyminu kad asâke
Felem yescüd lima'bûdin sivâke.
İlahî abdüke'l âsi etâke
Mukırran bi'zzünûbi ve kad deâke
Fein tağfir fe ente ehlün lizâke
Fein tadrud femen yerham sivâke.
(Allah'ım, Senin uğruna her şeyi terkettim, Cemâlini görmek için çolukçocuğu yetim bıraktım, Aşkınla beni parça parça etsen de, Şu kalbim Senden başkasına meyl etmeyecektir. Eşiğine gelmiş bu dilenciyi hoşgör. Hoşgör ki, o Senin davetinden ümitlenip Sana koşmuştur. Ey her şeyi bilen, her şeyden haberi olan Müheymin, Kulun günahlara batmıştır, batmıştır; ama Senden başkasına da secde etmemiştir. İşte, asi kulun kapına geldi, Günahlarını itiraf edip yalnız Sana iltica ediyor. Onu affedecek sadece Sensin; Affetmez de kapından kovarsan, Senden başka kim var ki ona merhamet etsin.)
Evet, "Her ne kadar hayatım sana isyanla geçmişse de Sen'den başka mabuda secde etmedim." diyor. İşte bu duygu, nezdi uluhiyette hora geçen bir duygudur. Bu duyguda bir mahviyet vardır; ma'siyeti kabul vardır. Şahsı adına yaptığı en küçük inhirafları çok büyük ve mahvedici olarak görme vardır. Fakat aynı zamanda Allah'ın rahmetinin enginliğine sığınma da vardır.
Soru: "İman edenlerin Allah'ı (celle celâluhu) anma ve O'ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi?" (Hadîd sûresi, 57/16) mealindeki âyet-i kerime zaviyesinden her kalb için bir çiy noktasından bahsedilebilir mi? Kalbde haşyet duygusunu tetikleyecek vesileler nelerdir?
Soru: Ramazan-ı Şerif, ülkemizin, içine çekilmek istendiği anarşi ve terör ortamından kurtulabilmesi için bir fırsat olarak değerlendirilebilir mi?
Cevap: Ramazan-ı Şerif’in mutlaka bir bağlayıcılığı vardır. Bildiğiniz gibi, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur." buyurmuştur. Evet, bu mübarek ayda, "merede-i şeytan" zincire vurulur. "Merede", inatçılar, direnenler demektir. Bu ifadeyle, şeytanların en azgınları, ipe-sapa gelmezleri kastedilmektedir.
Bununla beraber, Ramazan-ı şerifte de hatalar işlendiği, günahlara girildiği ve büyük yanlışlıklar yapıldığı bir gerçektir. Fakat, bu Kur’an ayında mü’minlerin elde ettiği büyük kâr düşünüldüğünde ve şeytanın buna razı olmayacağı, adeta hırsından deliye döneceği ve insanları günahlara çekmek için bütün hilelerini kullanacağı göz önünde bulundurulduğunda merede-i şeytanın elinin-kolunun bağlanmış olduğu anlaşılacaktır.
Evet, Ramazan’da yapılan ibadetler çok önemlidir. Cenâb-ı Allah oruç hakkında "Oruç Bana ait bir ibadettir; onu Nefsime izafe ediyorum. Mükâfatını da Ben vereceğim." buyurmaktadır. Bu itibarla da onun genişliğini, derinliğini ve hak indindeki değerini kavramak; ona bir kıymet takdir etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, onun mükafatını vermeye Cenâb-ı Hak’tan başka kimsenin gücü yetmez. Allah Teâlâ, oruç sevabını bizzat takdir etmiş ve onu öbür âlemde bir sürpriz olarak verme vaadinde bulunmuştur. Bu sürpriz mükâfatın en önemli vesilesine de "Çünkü oruç tutan kulum, yemesini-içmesini Benim için terk ediyor" sözüyle işaret etmiştir.
Ayrıca, bu kutlu zaman diliminde mü’minler oruç ibadetiyle beraber, teravih namazı da kılarlar. "O Ramazan ayı ki insanlara bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran en açık, en parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi." (Bakara, 2/185) ilâhi beyanı gereğince Ramazan’ı tam bir Kur’an ayı olarak değerlendirir ve bol bol Kur’an okurlar. Aynı zamanda, gönülleri açılır, semahatle ve engin bir cömertlikle coşarlar; hayır ve hasenât hesabına bütün fırsatları değerlendirirler. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, "Rasûlullah insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de Cebrail aleyhisselamla buluştuğu zaman daha da artardı. Hazreti Cebrail Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece Peygamber Efendimiz’e gelip Kur’an’ı arz ederdi. O günlerde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara rahmet getiren rüzgardan daha cömert olurdu." Mü’minler de o günlerde daha bir cömertleşir; zekat, sadaka ve fıtır sadakası adı altında sürekli ihsanda bulunurlar. Hatta, bazıları, Ramazan ayının son on gününde itikafa girer ve kendilerini bütün bütün ibadete verirler.
İşte, böyle bir hayır yarışı karşısında şeytanın çileden çıkması onun tabiatının gereğidir. Zira o, insanoğluna düşmanlığını ifade ederken, "Zâtına kasem olsun, hepsini şirâzeden çıkaracağım!" demiş ve sürekli, ayakları kaydırma yolları arayıp durmuştur. Öyleyse, Ramazan’ın bereketi çıldırtır şeytanı ve şeytan durumunda olan bir kısım habis ruhları. Bu büyük sevapları insanların ellerinden alabilmek için, onlar arasında çok hır–gür çıkarma hırsıyla kıvrandırır insî-cinnî şeytanları. Ne var ki, görüldüğü gibi insanlar büyük ölçüde ramazanlaşıyor; daha dikkatli ve ahirete açık yaşıyorlar. Allah’ın izni ve inayetiyle, Ramazan’ı sükunet içinde geçiriyor ve günahlardan biraz daha uzak kalıyorlar. Demek ki, merede-i şeytan diyebileceğimiz o azgınlar gerçekten zincire vuruluyor. Bazı insî ve cinnî şeytanlar heva ve heves gibi yardımcıları vasıtasıyla tahribatlarına devam etmeye çalışsalar da, Cenâb-ı Hak, azgın şeytanların önünü tıkıyor ve onlara geçiş izni vermiyor.
Öyleyse, Ramazan’ın insanlar üzerinde çok ciddi tesirleri olduğu gibi, anarşi havasını dağıtma ve huzur atmosferini hakim kılma hususunda da çok önemli katkıları olacağı söylenebilir. Çünkü, terörü çıkaranlar ya da en azından figüre edilen, kullanılan insanlar arasında da Allah’a inananlar vardır; onların bazıları da ehl-i imandır. Herhalde böyleleri, hiç olmazsa oruç tutuyorken o türlü olumsuz işlere girmeyi düşünmezler. Ramazan’ın kuşatıcı ve bağlayıcı gücü onların şer düşüncelerinin önünü de keser. Ayrıca, belki onlardan da "Hiç olmazsa Ramazan’da gideyim" diyerek camiye giden, namaz kılan, sohbet dinleyenler bulunabilir. Bütün bunlar şer duygularını bastırabilir, kötülük hislerini ezebilir.
Fakat, bazı hadiseler de vardır ki, bunlar çok güçlü kaynaklar tarafından çıkarılıp yönlendiriliyordur. Bazılarının "derin devlet" sözüyle ifade ettiği, kimilerinin "yeraltı güçleri" dediği, bir kısım insanların da "başkalarının emeline hizmet eden kuvvetler" diye tarif ettiği kesimler tarafından tutuşturulan fitne ateşlerini söndürmek çok kolay değildir. Bu hâdiseler onlar tarafından çıkarılmış ve bunlarla bir yere varılmak istenmişse; mesela, bunlar anti-demokratik bir kısım oluşumlar meydana getirmek için planlanmışsa ve provakasyonların bir arka planı varsa, zannediyorum bu insanlar, Ramazan’da da olsa hep şeytanın güdümünde kalacak ve kat’iyen onun tesirinden kurtulamayacaklardır.
Dolayısıyla, anarşinin, demokrasiye darbe vurmak isteyenlerin elinde bir silah olduğu; her kargaşayla milletin parlak geleceğinin biraz daha karartılmak istendiği; terör adına yapılan her şeyin başkalarının ekmeğine yağ süreceği ve dış dünyanın, bu durumu değişik şekillerde değerlendirmek için fırsat kolladığı akıldan hiç çıkarılmamalı; bugüne kadar kazanılmış olan şeylerin bir bir elden çıkmasına ve geride acı bir inkisar bırakmasına meydan verilmemelidir.
Bu açıdan, herhalde bu mevzuda biraz daha kararlı durmak lazımdır. Özellikle, medyanın ve diyanet mensuplarının kararlı durmaları; topyekün insanlara îmânî duyguları açısından seslenmeleri icab etmektedir. Türkiye’nin doğusundan batısına kadar her yerde, hususiyle de anarşiye açık duran bölgelerde bu mevzuda ciddi tahşîdat yapılmalı ve camiden okula kadar her mekanda bu hususa dikkat çekilmelidir. Özellikle, Diyanet İşleri Başkanlığı mensupları, Milli Eğitim Bakanlığı çalışanları ve üniversite hocaları gibi, düşünen, yazan ve konuşan insanlar her platformu değerlendirerek insanların vicdânî enginliklerine seslenmeli ve şer meyillerinin önünü almaya çalışmalıdırlar. Kısacası, bu mesele bir devlet politikası olarak ele alınmalı ve ne yapılıp edilmeli, şeytanların bile belli ölçüde zincire vurulduğu günlerde dahi şeytanlık peşinde olanlara asla fırsat verilmemelidir.
Soru: Şahsî hayatımızda eksik bıraktığımız ya da ihmal ettiğimiz şeyleri tamamlama ve önemli bir ahiret yatırımı yapma açısından önümüzdeki Ramazan’ı nasıl değerlendirmeliyiz?
Cevap: Biz ibadet ü tâati, hem Yüce Yaratıcı’nın hakkı hem de bize ait bir vazife kabul ediyoruz. Ayrıca, onu Allah’a yaklaşmanın bir yolu sayıyor ve Allah’a daha yakın durmaya vesile addediyoruz. Bu zaviyeden, Ramazan-ı şerifte yaptığımız ibadetlerin de katlanarak geriye döneceğine inanıyoruz.
Bakara sure-i celilesinde de ifade edildiği gibi, bazen ibadetler, toprağa atılan bir tohum misali yedi verir, bazen yetmiş verir, bazen de yediyüz verir. İşte, kılınan her namaza, okunan her Kur’an harfine ya da verilen her sadakaya bire on, bazen bire yüz, belki bire bin mükâfatla mukabele edildiği ve Cenâb-ı Allah’ın ziyade lütuflar yağdırdığı bir sürprizler ayıdır Ramazan.
Evet, bu ay, çok sürprizlerin olduğu bir aydır; fakat, bu sürprizlerin çoğu burada müşahede edilemeyebilir. Onlar, belki burada sadece kalbde bir inşirah bırakır geçer; gönlü ümitle coşturur, ileriye ümitle bakma duygusunu harekete geçirir; insanın içine bir sevinç atar, gider. Ne var ki, sürprizin esas kendi olarak sunulması öbür âlemde olacaktır. Zaten, Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste, "Salih kullarıma öbür âlemde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği sürpriz nimetler hazırladım." buyurmaktadır. Bu konuda insan idraki ancak fiziki âleme göre bir kısım değerlendirmeler yapabilir. Onun değerlendirmeleri bu âlemin kıstaslarına göredir. Fakat, aşkın şeyleri insan burada tam tasavvur edemez. Yani, kudretin hâkim olduğu, insanın aklına gelen şeylerin hemen oluverip insana sunulduğu ve semavî sofralar halinde arz edildiği bir dünyayı insan tasavvur edemez. Biz ancak fizik âlemini düşünebiliriz. Diğer âlem ise, maddesi farklı, metaı farklı, konumu farklı ve her şeyiyle bu dünyadan çok farklı bir âlemdir. Bu açıdan da onunla alâkalı şeylerin çoğunu ihata edemeyiz ve kavrayamayız. Aslında, o âlemin bir saatlik hayatı, bu dünyanın mesut ve mutlu geçen binlerce senelik hayatına mukabil gelecek derinliktedir. Cenâb-ı Hakk orada cemâlini gösterecektir. Yerde ve gökteki bütün güzellikler, güzelliğinin çok perdelerden geçmiş bir gölgesi, hatta gölgesinin de gölgesi sayılan Zât-ı Ecell ü A’lâ, kendi cemâlini müşahede nimeti bahşedecektir.. sonra da hoşnutluğunu ifade sadedinde, "Ben sizden razıyım" diyecektir. Öbür âlem hususiyetlerine göre böyle Rabbanî bir teveccüh de değişik dalga boyunda bir meltem esintisi gibi mü’min kulları saracak ve salihlere en mutlu anları yaşatacaktır. Evet, bunlar öyle sürprizlerdir ki, insan onları kat’iyen tasavvur edemez. Belki konunun sadece başlıklarıyla alâkalı şifre gibi bazı şeyler anlayabilir. O bile aslında insanın içine inşirahlar salmaktadır. İşte, Ramazan-ı şerif, ibadet ü tâatın böyle katlandığı, ahiret hayatı adına birlerin bin olduğu, sürprizlerle dolu bir aydır.
Diğer taraftan, bu mübarek ayda Allah’a kalkan eller de boş dönmez. Bu açıdan da eğer bu ayı kıymetlendirme ve değerlendirmeyi düşünüyorsak, Cenab-ı Hakk’a gönülden yönelerek, sık sık ellerimizi kaldırmalıyız. Hem kendimiz, hem ülkemiz, hem milletimiz, hem de topyekün insanlık için O’ndan ekstra lütuflar dilemeliyiz. Zaten insan, şayet Ramazan-ı şerifin hakkını veriyor; namaz kılıyor, teravihe gidiyor ve oruç tutuyorsa, o ibadetlerin çağrıştırmasıyla sürekli duayı da telaffuz edecektir. İftar ederken el kaldıracak, imsak ederken duaya duracak, camiden içeri adımını atarken yine dua edecek, namaz kılarken mülahazalarıyla bir kere daha niyazda bulunacak ve hep dua dua yalvaracaktır.
Hakk’a el kaldırma çok önemli olduğu gibi, el kaldırırken himmet darlığı içinde olmama da pek mühimdir. Allah Teâlâ’nın lütfu çok geniştir; dolayısıyla insan, isteklerini şahsıyla sınırlandırmamalı, sadece ferdî taleplerini sayıp dökerek dualarını daraltmamalıdır. Evet, insan duada bile bencil olmamalı; diğergam davranmalı ve diğerkâm olmalıdır. Başkalarının çıkarlarını, menfaatlerini düşünmeli ve onların kederleriyle de inlemelidir. Bugün hem Efendimiz’e inanan insanların oluşturduğu dünyada hem de Türkiye’mizde bir ölçüde iyi bir noktaya gelinmiş ve güzel şeyler yapılmıştır. Fakat bunu hazmedemeyen insanların bulunduğu da bir gerçektir. Maalesef, içte ve dışta çekemeyen bir hayli kimse vardır. Bunların bir kısmının da tahribat yapmaları ihtimal dahilindedir. İşte, buna meydan vermemek için çok dua etmek ve yalvarmak da Ramazan ayının değerlendirilmesi hesabına göz önünde bulundurulması gereken bir husustur.
Cenâb-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de "Üd'ûnî estecib leküm-Bana dua edin ki size karşılık vereyim." (Mü’min, 40/60) buyuruyor. Bu, ne bizim ne de başkalarının mesajı; doğrudan doğruya O’nun kendi beyânı.. "Dua edin icabet edeyim." diyen –hâşâ– bir âciz değil, her şeye gücü yeten, Kâinatın Sultanı.. "Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler." (Bakara, 2/186) mealindeki ayet de ayrı bir dua çağrısı. Böyle olunca, Cenâb-ı Hakk’ın bu vaadine ve davetine binaen biz de ellerimizi açıp sürekli O’na dua etmeliyiz. Dua ederken de, himmetimizi âlî tutarak, yakın çevremizden başlayarak inananları ve bütün insanlığı kucaklamalıyız.
Kur’an-ı Kerim, Hazreti İbrahim’i anlatırken, "İnne İbrahime kâne ümmeten - Muhakkak ki İbrahim bir ümmet idi." (Nahl, 16/120) buyurmaktadır. Zira, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, "Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir ümmettir." Bir insanın tek başına bir millet olması, bir milletin himmeti genişliğinde himmet taşıması manasına gelir. "Vicdan genişliği" sözcüğüyle de dile getirdiğimiz bu engin himmet, bütün insanlığı kucaklama, geniş bir vicdanla bütün insanlık için Allah’a yönelme ve bütün insanlığın hidayetini, mutluluğunu isteme âlicenaplığıdır. Bu vicdan genişliğinin temsilcisi olan bir insan, bir fert iken adeta bir millet haline gelir; bilhassa Allah nazarında bir millet kıymetine ulaşır.
İşte, duada da böyle bir genişlik söz konusu ise, insan onu daraltmamalı ve dualarını sadece şahsî talepleriyle sınırlandırmamalıdır. Her fert Allah’ın rahmetinin enginliğini düşünerek Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli; şahsî kurtuluşunu ve kendine değişik lütuflarda bulunmasını O’ndan istediği gibi bütün insanlara da aynı lütuflarda bulunmasını dilemelidir. Böyle biri, bir Bediüzzaman, bir Mevlana enginliğiyle, bir ayağını kendi akidesi ve kendi düşünce dünyası adına merkeze koyarken, öbür ayağıyla 72 millet içinde dolaşmalı ve herkesi kucaklamaya hazır bulunmalıdır. Bunu ister vicdan genişliği ister himmeti âlî tutma olarak dile getirin, bu duygu bencillikten uzak bulunmanın ifadesidir. Bencillere Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü söz konusu değildir; Allah bakmaz onların yüzüne.. egoistlerin Allah’ın lütuf ve rahmetinden istifadesi mümkün olmaz. Öyle ise, hiç olmazsa Ramazan’da başlamak suretiyle benlikten sıyrılarak biraz başkalarını da düşünmeli, artık başkaları için yaşamalıyız. Belki daha hoş bir ifadeyle, yaşamadan daha çok hayatımızı yaşatma duygusuna bağlı götürmeye çalışmalıyız. Hiçbir şeyi kendi darlığımıza mahkum etmemeli; Allah’ın istediği ve hoşuna gittiği ölçüde, her meseleyi genişçe ele almalı ve himmetimizi âlî tutmalıyız.
İbadet ü taat ve duada bencillikten uzak kalma, himmeti âlî tutma ve bütün akrabayı, dostları, arkadaşları düşünerek, herkesin hayrını isteme.. hatta çerçeveyi daha da genişleterek, yeryüzünde ne kadar insan varsa, hepsinin kalbini imana, İslam’a, ihsana ve Kur’an’a yönlendirmesi için Allah’a yalvarıp yakarma.. bunlar bize bir şey kaybettirmez. Belki de Allah öyle olmasını istiyor ve duaları o mevzuda vesile kılıyordur. Zaten, Efendimiz de öyle istiyor ve diyor ki, "Benim nâmım güneşin doğup battığı her yere ulaşacak.." Bu sözü, "ulaşmalı" ya da "ulaştırın" şeklinde de anlayabilirsiniz. Çünkü onun insanlığa kazandıracağı çok şey var. Madem istenen şey bu genişliktir, biz de o genişliğe hep açık durmalı ve oturup kalkıp meselelerimizi sürekli o genişlikte Allah’a sunmalıyız.
Soru: Hz. Ebû Bekir’in namazlarda okuyacağı bir dua talebi üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ duasını öğretmiştir. (Buharî, daavât 16) Bu duanın bize verdiği mesajlar nelerdir?
Cevap: Hz. Ebû Bekir Efendimiz, hayatını kılı kırk yararcasına hassas yaşayan oldukça müttaki, bir o kadar da mütevazi bir insandır. Mesela bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kim kibrinden dolayı elbisesini yerde sürürse, Allah kıyamet günü ona (rahmet nazarıyla) bakmaz.” buyurunca, kendisinin de bu kötü akıbete maruz kalabileceğinden endişelenmiş ve hemen, “Dikkat etmediğim takdirde benim elbisemin iki tarafından birisi mutlaka yerde sürünür?” demiştir. Efendimiz de, “Sen bunu büyüklenme kastıyla yapmıyorsun.” ifadesiyle onu rahatlatmıştır. (Buhari, menâkıb 33)
Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’ne ilk iman edenlerdendir. Allah Resûlü’nden sadece iki yaş küçüktür. Dolayısıyla çocukluklarını, gençliklerini birlikte geçirmişlerdir. Fakat o, bu gibi engellere takılmamıştır. Kendisine mü’min olması teklif edildiğinde hiç tereddüt etmeden hemen iman etmiş ve bir ömür boyu da Allah Resûlü’nün yanından ayrılmamıştır. Hicret yolculuğunda ve Sevr sultanlığında İnsanlığın İftihar Tablosu’na arkadaşlık yapmıştır. Efendimiz, onun ve Hz. Ömer’in yerdeki iki veziri olduklarını ifade buyurmuştur. (Tirmizî, menâkıb 16; el-Hâkim, el-Müstedrek2/290) Dolayısıyla o, İslam’ı en iyi anlayan ve yaşayan bahtiyarlardan birisidir. Maalesef bazıları onlara tan u teşnide bulunmak suretiyle kendi talihsizliklerine imza atıyor, mühür basıyorlar.
İşte bu marifet âbidesi, Allah Resûlü’ne gelerek O’ndan namazlarında okuyabileceği bir dua istiyor. Efendimiz de kendisi ile beraber maiyete talip olan böyle bir insana tevazu, mahviyet ve hacalet adına çok manidar bir dua talim buyuruyor. Eğer böyle samimi ve mütevazi bir arkadaşımız bizden dua isteyecek olsaydı, kim bilir ona ne medh u senalarda bulunurduk! Fakat Allah Resûlü, Hz. Ebû Bekir’in gönlünü hoş edecek şeylerden daha ziyade, öbür dünyada onu memnun edecek hususlara ehemmiyet veriyor. Ona ne payeler ve makamlar veriyor ne de onun nefsini okşuyor; bilakis ona gerçek kulluk ufkunu gösteriyor.
Efendimiz ilk olarak duaya şu sözleriyle başlıyor: اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا “Allah’ım ben nefsime çok mu çok zulmettim.” Zulüm kelimesinin mef’ul-ü mutlakla tekid edilmesi, bu da yetmezmiş gibi كَثِيرًا kaydının da eklenmesi ile İnsanlığın İftihar Tablosu en yakın arkadaşına şöyle demesini öğütlüyor: “Ben, adı sanı belli olmayan ne zulümler ne zulümler irtikap ettim.”
Duanın devamında وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ ifadeleriyle günahları Allah’tan başka affedecek, bağışlayacak kimse olmadığı vurgulanıyor ve sonrasında da فَاغْفِرْ لِي مغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي ifadelerine yer veriliyor. Bu ifadeler şu manaları tazammun eder: “Ben irtikâp etmiş olduğum dağlar cesametindeki zulümlerin, günahların nasıl bağışlanacağını bilmiyorum. Benim gibi bir günah hamalı nasıl bağışlanacak, nasıl affedilecekse nezd-i ulûhiyetinden hususi bir iltifat ile onları bağışla ve bana merhamet buyur.” Daha sonra, إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمِ “Yarlığayan da rahmet eden de sadece Sensin!” ifadeleriyle tekrar Allah’ın rahmet ve mağfiretine müracaat ediliyor.
Namaza beşer kelamı sokmak namazı bozar. Dolayısıyla namazda okunacak dualarda da hassasiyet gereklidir. Özellikle Hanefi fakihleri bu hususta çok hassastır; namazda okunacak duaların ya âyetlerden ya da mütevatir veya meşhur hadislerden alınması gerektiğini söyler. Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederken veya O’nun yolunda kanatlanırken kanadımıza takacağımız tüyler de yine O’ndan gelmelidir. Fakat diğer mezhepler bu konuda çerçeveyi biraz daha geniş tutar. Yukarıdaki hadis me’surat içerisinde yer aldığından ve sahih kanallarla bize ulaştığından ötürü namazlarda okunmasında inşaallah bir mahzur olmaz. Zaten Hz. Ebû Bekir de bizzat namazlarında okumak için dua talebinde bulunmuştur.
Namazın rükûsunda da, kavmesinde de, celsesinde de dua yapılabilir; fakat en faziletlisi secdede yapılandır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: أَقْرَبُ مَا يَكُونُ العَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهَوَ سَاجِدٌ فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Rabbine en yakın olduğu yer secdedir. O halde secdede çokça dua edin.” (Müslim, salât 215) Secde, Allah’a kulluğun zirvesi olduğu için Efendimiz de Allah’a en yakın olunan yerde sesimizi, soluğumuzu dua ile Cenab-ı Hakk’a duyurmamızı tavsiye etmiştir.
Hz. Ebû Bekir’in hayatına bakılacak olursa o, değil Müslüman olduktan sonra, bizzat kendi ifadesiyle Cahiliye döneminde dahi harama uçkur çözmemiş bir kamet-i bâlâdır. Hz. Ömer’in ona bakışı şu şekildedir: “Şayet Hz. Ebû Bekir’in imanıyla yeryüzündeki insanların imanı muvazene edilse, Ebû Bekir’in imanı ağır gelirdi.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, 1/143) İhtimal o, Müslüman olduktan sonra günahın ve zulmün rüyasını dahi görmemişti. Eğer benim şahadetimi kabul edecek olsalar ben de onun hakkında bu şahadette bulunurum. Fakat bizim şehadetimiz ne olacak ki! Gökte melekler onun şahididir.
Peygamber Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir için böyle bir dua tavsiyesinde bulunması Hz. Ebû Bekir’in oldukça mütevazi olduğunu ve çok güçlü bir hazım sistemine sahip bulunduğunu gösterir. O, Allah karşısında nerede durduğunu bilen ve konumunun farkında olan insandı. Allah Resûlü de onun bu hususiyetlerinin farkında olduğu için diyeceği şeyi rahat diyordu. Yâr-ı Gâr’ının kendisini sürekli sıfırladığını, tevazu ve mahviyeti tabiatının bir derinliği hâline getirdiğini çok iyi bildiği için, söylediği duayı da çok rahat kabulleneceğinden emindi. Yoksa -hafizanallah- bir insanın böyle bir dua karşısında rahatsız olması ve onu tepkiyle karşılaması, sukûtuna sebep olur. Hz. Ebû Bekir, bu duayı daha sonra ne kadar okuduğuyla ilgili bir bilgi vermese de ihtimal o, bunu vird-i zeban haline getirmiş ve bütün namazlarında okumuştur.
Ayrıca Allah Resûlü, onun seviyesine ve ufkuna göre bir dua talim buyurmanın yanı sıra bununla arkadan gelenlere de çok önemli mesajlar veriyordu. Farklı bir ifadeyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o zatın çok iyi bir nümune-i imtisal olduğunu bildiği için, onun şahsında ümmetine de mesaj veriyordu. Efendimiz, Hira sultanlığında Yâr-ı Gâr’ı olan ve “vezirim” dediği en yakın dostuna böyle demesini, kendine böyle bakmasını tavsiye ediyorsa, herhalde bizim bu konuda çok daha fazla hassasiyet içerisinde olmamız gerekir.
Esasında bu dua, Kur’ân’da ifade edildiği üzere Hz. Âdem ve Hz. Yunus’un dualarıyla da aynı mânâyı ifade etmektedir. Hz. Âdem, رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet buyurmazsan kaybedenlerden oluruz.” (Â’raf sûresi, 7/23) ifadeleriyle Allah’a yalvarırken, Hz. Yunus da şöyle der: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Senden başka hiçbir ilah yoktur. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzeh ve yücesin! Doğrusu ben kendime zulmettim, yazık ettim. (Merhamet ve affını bekliyorum Rabbim!)”(Enbiyâ sûresi, 21/87)
Evet, Cenâb-ı Hak, iltifatat-ı sübhâniyesi, ihsanat-ı rabbâniyesi ve ikramat-ı ilâhiyesiyle sizi yükseltebilir, değişik varidat ve mevhibelere mazhar kılabilir. Eğer sürekli kendinizi kuyunun dibinde tahayyül etmeyi ve oradan gökyüzünü seyretmeyi bırakıp, gördüğünüz güzellikleri elde etme adına ciddi bir gayret ortaya koyarsanız Allah da sizin birlerinizi bin edebilir. Siz Mevlâ’yı severseniz O da sizi sever; rızasını talep ederseniz sizden razı olur. Eyyüb gibi ağlar, sular gibi çağlarsanız O da sizi cevapsız bırakmaz ve gözyaşlarınızı sizi deryaya ulaştıracak bir vesile kılar. Zira kudsi bir hadis-i şerifte O, kulunun bir adımına iki adımla, iki adımına yürüyüşle, yürüyüşüne koşmakla, yani kulun az bir yakınlaşmasına kat kat yaklaşmayla mukabelede bulunacağını ifade buyurmuştur. (Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256)
Bu itibarla, Allah sizi yalnız bırakmaz ve yapacağınız her salih amelle terakki ettirerek zirvelere ulaştırır. İbadet ü taate devam ede ede bir gün gelir kendinizi gökyüzünde görmeye başlar ve her şeye mahruti bir nazarla bakarsınız. İşte insan böyle bir noktaya ulaştığında, “Galiba benim tersim dönmüş; nerede burası nerede ben!” demeyi ihmal etmemelidir. Çok büyük işlerin üstesinden gelse, çok önemli misyonlar eda etse, göz kamaştırıcı başarıların altına imza atsa bile, “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” mülahazasından ayrılmamalı, Alvar İmamı’nın ifadesiyle;
“Herkes yahşi men yaman,
Herkes buğday men saman.” demesini bilmelidir.
Yoksa kendisini yukarılarda, yukarıların da yukarısında gören bir insanın bir gün hiç farkına varmadan tepetaklak bir gayyaya yuvarlanması kaçınılmaz olur.
Aslında bu, mü’minin ikilemlerinden biridir. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ı esmâ ve sıfatlarıyla tanımaya çalışacak, O idrak edilmezi idrak peşinde olacaksınız; ama diğer yandan da nereye çıkarsanız çıkın yine de temkinde kusur etmeyecek, nerede durduğunuzun, ne olduğunuzun şuurunda olacaksınız.
Biraz daha açacak olursak, Nam-ı Celil-i İlâhî’nin, Ruh-u Revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yeni oluşumlara, yeni açılımlara, yeni fütuhatlara vesile olabilirsiniz. Şahsî inkişafınız yanında, imanın, İslâm’ın ve ihsan ruhunun inkişafına da vesile olabilirsiniz. Fakat asıl büyüklük, bütün bunların neticesinde katiyen ucbe girmemek ve gurura kapılmamaktır; “Büyük işler başardık.” düşüncesini zihinden söküp atabilmektir. Zira bütün şerlerin anahtarı kibir ve gurur olduğu gibi, bütün hayırların anahtarı da tevazu, mahviyet ve hacalettir.
Bu yüzden mü’min, mazhar olduğu nimetlerin çokluğu, muvaffak olduğu inkişafların mükemmeliyeti karşısında hep bir asa gibi iki büklüm olmasını bilmelidir. Mü’mine yakışan tavır, başarı ve muvaffakiyetleri karşısında gururlanmak değil, Hz. Ebû Bekir gibi hata ve günahlarını düşünüp Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınmaktır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ihsan, ikram ve lütuflarının artarak devam etmesi, tevazu ve mahviyet ile sürekli O’nun karşısında el pençe divan durmaya bağlıdır. Allah yükselttikçe insan kendisini daha derin bir kuyuda hissetmelidir. Yoksa insan, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve mazhariyetlerini kendi âsâr-ı bergüzidesi gibi algılarsa, Allah bir gün onları elinden çeker alır.
Burada Hz. Ali Efendimiz’in, كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol.”sözünü hatırlayabiliriz. İnsanlardan bir insan olma düşüncesine göre yaşayan bir kişi, faikiyet mülâhazalarından uzak durmuş, kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulmuş olur. Hatta hakiki bir mü’minin, mücrim ve günahkâr görünen kimselerden dahi kendini, üstün görmemesi gerekir. Zira herkesin gerçek halini ve kalbini ancak Allah bilir.
Netice-i kelam, mü’minin ayağı kaymayacak ve bakışı bulanmayacak şekilde zirveleri talep etmesinin ve oralarda emniyet içerisinde kalabilmesinin garantisi; nerelere çıkarsa çıksın, nereleri gezerse gezsin, yine de kendisini ayakları yerde sıradan bir insan gibi görmesidir.
Hadis kitaplarında nakledildiği üzere; Hz. Ömer (radiyallahu anh) bir Cuma günü minberde hutbe verirken ilk hicret eden sahabîlerden biri camiye giriyor. O içeri girince Hz. Ömer sözünü kesip “Saat kaç?!...” diyerek onun geç kaldığını îmâ ediyor. O sahabînin, mazeretini söylerken, “Çarşıdan eve dönerken geciktim ve abdest alır almaz da geldim” demesi üzerine “Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Cuma günü gusletmeyi de emrettiğini bilmiyor musun?” diyor.
Hz. Üstad’ın yaklaşımıyla kâinata bir ağaç nazarıyla bakılırsa, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o ağacın çekirdeğidir; eğer bir kitap misaliyle bakılırsa, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Bir çekirdekten kocaman bir kâinat meydana getirmek Cenâb-ı Hakk’ın kudretine ağır gelmez ve zaten hep öyle yapıyor, çok küçük tohumlardan pek büyük meyveler yaratıyor. Onun yarattığı ilk çekirdek Efendimizdir.
Soru: Efendim, siz bir taraftan, câmi’ bir dua kitabı olan Mecmûatu’l-Ahzâb’ı nazara veriyor, sürekli evrâd u ezkâra teşvik ediyorsunuz; diğer taraftan da, günümüzde Rabb’imizi bütün gönüllere duyurmanın, vatana ve millete hizmet düşünceli aksiyonun, şahsî ubûdiyetin önüne geçtiğini ifade buyuruyorsunuz. Bu iki hususu nasıl anlamalı ve nasıl değerlendirmeliyiz?
Cevap: Dinî vazifelerimiz arasında mutlaka yapmamız gerekli olan şeyler vardır. Bazen bunlardan biri öne çıksa da, bu, diğerlerinin terk edilebilirliği mânâsına gelmez. Fakat bazen, zamanın ve şartların durumuna, insanların dinî emirler karşısındaki tavırlarına göre, enbiyâ-i izâm ve sonra da sahabe efendilerimizden başlayarak her devrin mürşidleri, belli konuların üzerinde daha fazla durur; o mevzuları her fırsatta hatırlatırlar. Bir mesele hakkında o kadar çok hatırlatma ve tavsiyelerde bulunur, onun üzerine öyle hassasiyetle titrerler ki, zannedersiniz, bir tek o mesele önemli, onun dışındaki hususlar tâlî şeyler. Mesela, namazda tekâsül olduğu, insanların namaza karşı bir bıkkınlık ve tembellik tavrı sergilediği bir dönemde hakikî mürşidler, “Namaz kılmayanın işi bitmiştir, onun diğer ibadet ve iyilikleri de beyhûdedir” derler. Namaza şiddetle vurgu yapar, onun üzerinde ısrarla dururlar. Ama bu, kat’iyen “Oruç olmasa da olur, zekât verilmese ve hacca gidilmese de olur” mânâsına gelmez.
Bu ibadetlerin hepsi farzdır, dinde hepsinin ayrı bir yeri vardır. “Emri bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l–münker” vazifesi ve din-i mübîn-i İslâm’a hizmet de bir farzdır ve onun da kendine göre bir yeri vardır. Normal şart ve zamanlarda, bu ibadetlerin bazıları bazılarından üstündür. Mesela, sahabe efendilerimiz, namazı, imandan sonraki en önemli esas kabul etmiş ve onu gâye ölçüsünde bir vesile seviyesinde görmüşlerdir. Ona, “mü’minin miracı” nazarıyla bakmışlardır. “İnsan ile küfür arasında sadece namaz ya da namazı terk vardır” demişlerdir. Evet, onlara göre, küfürle insan arasındaki biricik perde, namazın kılınması veya kılınmamasıdır. Namaz kılınmazsa, o perde kalkar aradan ve insanın öbür tarafa, tehlikeli bölgeye geçmiş olma ihtimali hâsıl olur; düşmüş ve kapaklanmış olma ihtimali belirir. İşte namaz o kadar önemlidir.
Hatta hem onlar ve hem de Üstad’ın talebelerine kadar daha sonraki devirlerde yaşayan hassas ruhlar, namazın mükemmilâtından (tamamlayıcı unsurlarından) sayılan “namazı cemaatle kılma” hususu üzerinde büyük bir titizlikle durmuşlardır. Cemaatle namaz kılmaya, “farz” ya da “farz-ı ayn” demişlerdir; çok az bir kısmı ise “En azından vaciptir” hükmünü vermiştir. Bu meselede en esnek davrananlar Hanefîler olmuş, onlar da “Sünnet-i müekkededir” demişlerdir. Ahmed bin Hanbel hazretlerinin mezhebinin imamlarından bazıları, cemaati, namazın rüknü olarak görmüşlerdir. Yani onlara göre, cemaatle kılınmayan namaz, namaz değildir.
İstidradî olarak ifade etmeliyim ki, onca fukahânın böylesine önemli gördüğü “namazı cemaatle kılmak” meselesinde de çok hassas olunması, bu hususun üzerinde ısrarla durulması icab eder. Kitap ve sünneti çok iyi bilen, icma’ ve kıyasın kurallarına vâkıf olan insanların, dinin herhangi bir emriyle alâkalı söyledikleri “Bu çok önemlidir, bu olmazsa olmaz” sözü, kulak ardı edilebilecek bir ifade değildir. Onu kulak ardı eden, zamanla kulak ardı edilmemesi lâzım gelen daha pek çok şeyi hafife alıp görmezlikten gelebilir. Cemaat, en azından, usûlü’d-din prensipleri açısından tamamlayıcı ve namazı daha güzel eda etmeye yardımcı bir unsurdur. Ayrıca cemaat halinde yapılan vazife, ferden ferdâ yerine getirilen bir vazifeden on kat daha üstündür; bir de, toplu eda edilen vazife namaz ise, o, yalnız kılınandan yirmi yedi derece daha faziletlidir.
Zekât, oruç ve hac gibi diğer ibadetler hakkında da teşvik ifade eden pek çok söz zikretmek mümkündür. Çünkü her bir ibadetin dinde bir kıymeti ve yeri vardır. Birinin çok kıymetli olması, diğerinin değersiz ve kıymetsiz olduğu mânâsına gelmemektedir. Yani her şeyden önce ibadetlerin belli çerçeveleri vardır. O çerçeveler içinde biri daha üstün, tercihe şâyân ve daha faziletli olabilir; ama yer yer bunlardan diğer biri, bir öncekinin önüne geçebilir. Mesela, yazın kavurucu sıcağında oruç tuttuğumuz dönemler olmuştur. O dönemde tutulan oruçlar çok zor gelmiştir nefislere. Maden ocaklarında ya da fabrikalarda ateş karşısında çalışan ama imanın verdiği güçle orucunu aksatmayan insanlara, oruç, bir ay da olsa, çok zor gelebilir. İşte öyle bir dönemde ve o türlü şartlarda çalışan insanlar namazı zaten kılıyorlarsa, onlara oruçla alâkalı çok ciddî teşviklerde bulunmak lâzım gelir. Namazı nasıl olsa kılan bu insanların zor şartlardan dolayı orucu terk etmemeleri için tahşidat yapmak icab eder.
İşte, zannediyorum, bugün Türkiye’deki insanların yüzde seksen beşi oruç tutuyordur; fakat namaz kılanların aynı nisbette olduğu söylenemez. Cumaya ve bayram namazına gidenler belki yüzde doksanlara varıyordur; ama beş vakit namazın o ölçüde kılındığını sanmıyorum. Öyleyse, namazın ehemmiyetini sık sık anlatmak, insanları ona teşvik etmek lâzımdır. Fakat bir de, “emri bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l-münker” vazifesini ele alacak olursak, sizin de bildiğiniz, gördüğünüz ve takdir ettiğiniz gibi, İlâhiyatlarda ve İmam Hatip liselerinde bile gereğince eda edilmiyor bu vazife.
Buraya geldiğimizde kuraklık vardı. Bazı arkadaşlara yağmur duası yapmaları için rica ettim. Kendim onlarla beraber duaya çıkmadım, onların temiz gönüllerinin rahmeti celbedeceğine itimadım vardı. Allah’a (celle celâluhû) hamdolsun, üç senedir sürekli rahmet yağıyor; fakat böyle de hiç olmamıştı. Bir aydır, iki gün müstesna, kesintisiz yağmur yağıyor. İnşaallah, bir hayra emaredir.
Yağmur rahmettir; çünkü biz, her yağmur damlasını bir meleğin getirdiğine inanıyoruz. Her damlayla beraber bir müvekkel melek yeryüzünü şereflendiriyor. Görevli melekler, her katreyle kendilerine ait tesbihât ve takdisâtı Allah’a (celle celâluhû) arz ediyorlar.
Yağmur melekleri, ruh ve mânâya inerler. İnanan gönüllerin imanları hürmetine yeryüzüne inen melekler de vardır; ama onlar ayrıdır. İmanın dünyada gönle huzur vermesi ve ahirette de, gönüldeki huzurun kaynağı, esası, nüvesi ve mânâsının inkişaf ettirilip cennet halini alması ayrı bir husustur. Fakat şu yerküremizin her yanında, Cenâb-ı Hakk’ın sanatı, nakşı, mührü ve tuğrası vardır. Ona ait izler, emareler vardır. İşte, yağmur melekleri yer ayırt etmeksizin iner, onun sanatını takdir eder ve alkışlarlar.
Mefkûre yörüngeli yaşayan insanlar lâzım. Mefkûre yörüngeli insanlar, hem kendileri çok büyük bir ideale dilbeste olmuş, hem de hayatlarını o mefkûreye bağlı sürdürmeye azmetmiş insanlardır. Bir kitabın adıyla söyleyeyim, insanların “ruhlarının heykelini dikmeye” çalışacak aydınlık ruhlardır. Hedefsiz ve gayesiz insanlar Türk de olsa, Kürt de olsa, Arnavut ya da Boşnak da olsa bir şey ifade etmez. Kendini yüce bir ideale bağlamış insana gelince, soyu, milliyeti ve ırkı ne olursa olsun o kıymetlidir, ideali kadar büyüktür.
İnsan, gayesiyle insandır. Gayenin bir cismi yoktur; onu tutamazsınız, yakalayamazsınız. Fakat gelin görün ki, tutulan, yakalanan, hissedilen ve değerlendirilen şeyler, ancak onun bir buudu olması itibarıyla kıymet kazanır. Hayat, bir mefkûreye, bir gayeye ve gaye-i hayale bağlı olarak değerler üstü değere ulaşır. Mü’minler de, gaye-i hayalleriyle, dar bir hayatta ebedî saadete namzet hale gelirler. Allah’ın rızasını kazanma ideali ve mefkûresiyle onu görme, Cemal-i Mutlak’ı müşahede etme finaline yürürler.
Bundan dolayı, gayesiz inanç, gayesiz ibadet ve gayesiz mücahede semere verir mi vermez mi bir şey söyleyemeyeceğim. Cenâb-ı Allah, o eksik inanç ve ibadetleri de kabul eder belki. Çünkü onun rahmeti geniştir, boşa kürek çekenlere de bir şeyler lütfedebilir; fakat temelde, idealsizlerin havanda su dövdükleri muhakkaktır. Hayatın ulvî bir gaye etrafında örgülenmesi ve insanın mefkûre sancısıyla kıvrım kıvrım kıvranarak yaşaması çok önemlidir.
Bizim gaye ve idealimiz bellidir; mefkûremiz, Cenâb-ı Allah’ı herkese tanıtmak ve sevdirmek, bu vesileyle onun hoşnutluğuna ermektir. Biz, İslâmiyet gibi, bütün değerleri katlayan bir kıymete sahibiz. Ayrıca, son birkaç asırdır mağdûriyet, mazlûmiyet ve mahkûmiyetler ağında belimizi doğrultma yollarını öğrenmişiz. Lamartine, Osmanlı Tarihi’nin son cildine “Düşerken...” adını vermiş. Düşmüş, kapaklanmış bir insan ayağa kalkarken belli bir şekilde kalkar; fakat biz çeşit çeşit kalkarız. İstersek sıçrar, sağ ayağımız üstüne dikiliriz, istersek sol ayağımıza dayanırız, istersek de secdeden kalkıyor gibi doğruluruz. Şu son asırlar, milletimizi ayakları altına almış ve ezmiş... O da bu düşmüşlük karşısında temrînat yapa yapa değişik şekilde kalkma, doğrulma ve ayakta durma yolları öğrenmiş. Bir de aşağılık kompleksini üzerinden atsa ve kendi çocuklarının da ilimde, sanatta, teknik ve teknolojide söz sahibi olabileceğine inansa!...
Günah ve hatalarından dolayı dost ve arkadaşlarımızı feda etmeyelim. Kusurlarından dolayı onları kaldırıp bir kenara atmayalım. En yakınımızda o kadar çok yılan, çıyan ve akrep var ki... Atacak ve uzaklaştıracaksak o yılanları, çıyanları ve akrepleri atalım, uzaklaştıralım. Evet, en sinsi ve zararlı düşmanlar en yakınımızda, bizim kendi nefislerimizde yuvalanmıştır.
İnsan için, kendi nefsinden daha keskin ve daha yavuz bir düşman yoktur. Öyleyse, insan o pis nefsinin hatırı için kardeşlerine karşı tavır almamalı; olabiliyorsa kendi nefsine düşman olmalıdır. Zira, düşmanlığın elinin öpülebileceği bir yer varsa, o da insanın kendi nefsine karşı düşmanlığıdır.
“Benim görüşlerim isabetli, başkaları yanılıyor; anlayamıyorlar beni” türünden ifadeler kesinlikle şeytanın mırıltılarıdır. Buna benzer benlik yörüngeli düşünce ve sözlerin kat’iyen melekle alâkası yoktur. Dahası, anlaşılamamayı bahane edip iftirak çıkarmanın ve bunu mü’minler arasında küskünlük bahanesi yapmanın dinimizle de, gönlümüzle de alâkası yoktur. Bizim gönlümüzle alâkası olan şey, ne yapıp edip herkesle anlaşma yolları bulmak, ortak paydalarda buluşmak ve bir insanlık örneği sergileyerek kobralarla bile kavgasız yaşamaktır.
Öyle inanıyorum ki, belli bir davaya gönül vermiş seviye insanları, akıllarından geçen şeylerden dahi muâheze olur ve seviyelerine göre cezalandırılırlar. Her menfi hâdisede kendi nefislerini suçlamıyor; haklı olsalar da, ihtilaf mevzuu yapmamak için meselelere daha mülayim yaklaşmıyor ve anlaşılsa da anlaşılmasa da, sözlerine değer verilse de verilmese de, her şeye rağmen gönül birliği yaptığı arkadaşlarıyla omuz omuza, rıza-yı ilâhî ipini göğüslemek için yürüme azim ve gayretinde bulunmuyorlarsa; istek ve maksatlarının aksiyle karşılaşır, şefkat tokadı yerler.
“Şefkat tokatları”nın anlatıldığı Lem’a, ilk çocukluk döneminde okuduğum bölümlerdendi; fakat ben şimdi daha iyi anlıyorum o meseleyi. Üstad Hazretleri, “hizmet-i Kur’âniye’nin kerametleri” dediği bu tokatlardan misaller veriyor ve engin tevazuuyla, ilk misalleri de kendi hayatından anlatıyor:
“Mesela, bu bîçare Said, Van’da ders-i hakâik-i Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki, neme lâzım dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; Burdur’a getirildim” diyor. Dikkat ederseniz, tokadın sebebi bir günah, çirkin bir fiil değildir; Üstad, ahiretini düşünme ve evrâd u ezkârıyla meşgul olma gibi çok samimî ve masumca bir arzudan dolayı te’dip edildiğini anlatıyor.
Şefkat tokadı olarak verilen misallerden birisi de şudur: “Hizmet-i Kur’âniyenin pek mühim bir âzâsı olan Hulûsi Bey, Eğirdir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece, sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’âniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Hâlbuki, hizmet-i Kur’âniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli; tâ, ihlâsla, ciddiyetle hizmet-i Kur’âniyede bulunsun.”
“İşte, Hulûsi’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden, şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan, hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i mâneviyesindeki ciddiyete tam mânâsıyla sarıldı.”
İşte, Üstad Hazretleri, hem kendi başından geçen hem de talebelerinin yaşadığı şefkat tecellîlerini anlatıyor ve “Ne zaman şahsî füyuzât hislerimi düşündüm; yani, Allah’la münasebetimi, mânen yükselmemi düşündüm, tokat yedim” diyor. Evet, “emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker” vazifesinin farzlar üstü bir farz haline geldiği bir zamanda “Neme lâzım, çekileyim bir mağaraya, kendi ibadetimi yapayım...” diye düşünmenin tokatlanmaya sebep olacağını ihtar ediyor.
Demek ki, bizim nefislerimizin arzu ve istekleri değil, hatta şahsî füyûzat hislerimiz de değil, Allah’ın (celle celâluhû) adının yüceltilmesi en büyük mesele. Bazı zamanlar olacak ki, Rabb’imize karşı şahsî ubudiyetimiz bir adım geriye çekilecek, el bağlayacak ve şöyle diyecek; “Ben şimdi tâbiyim, ey Rabb’imi başkalarına sevdirme vazifesi, sen metbûsun; îlâ-yı kelimetullah, sen metbûsun; hakkın yüceltilmesi, sen metbûsun!...”
Cennete sekiz kapıdan birden girmek, bildiğimiz kadarıyla sadece Hz. Ebû Bekir’e (radiyallahu anh) nasip olacaktır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir tek insana işaret etmiş; “Ebû Bekir, sen sekiz kapının hepsinden birden gireceksin” demiştir. Bu giriş, Miraç’ta Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), bir anda her yerde bulunması gibi nuraniyet sırrıyla olacaktır. Peygamberlerden başka hiç kimseye verilmemiş bir pâyedir bu. Belki de, peygamberlere bile verilmeyecektir bu ihsan. Mutlak fazilette peygamberler daha üstün olsalar da, sadece bu hususta, Hz. Ebû Bekir bazı enbiyâ-i izâmdan daha faziletli olabilir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Hz. İsa, Hz. Musa…” demiyor; “Sen” diyor, Hz. Ebû Bekir’e, “Sen sekiz kapıdan birden gireceksin.” İşte, eğer biz bir yüksek mefkûreye gönül vermişsek, cennetin sekiz kapısı birden açılsa, onu kendine has güzellikleriyle görsek ve bize, girip orada kalmakla dünyaya dönmek arasında seçme hakkı verilse, bu hak verilirken de “Dünyada kalırsanız Allah’ın (celle celâluhû) adının yüceltilmesi yolunda istihdam edileceksiniz” dense, tercihimizin ne tarafta olacağı bellidir.
Bazıları, Yunus Emre’nin “İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” demesini tenkit ediyorlar. Bu sözü, cennet gibi bir nimeti beğenmeme şeklinde değerlendiriyorlar. Hayır, Yunus’un sözünde de, bizim, bir tercih yapmamız istense, “cenneti bile muvakkaten bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın adını muhtaç sinelere duyurma”yı seçmemizde de –hâşâ- cenneti hafife alma söz konusu değildir. Biz, bir yüce idealin nasıl bilinmesi ve ona nasıl sahip çıkılması lâzım geldiğini anlatmaya çalışıyoruz.
Gönlümün bu istikamette attığını hissediyor ve bu tercihin aksini hiç düşünemiyorum. Dostlarımın da aksini düşüneceğine ihtimal vermek istemiyorum.
Öyleyse, bu mühim vazife karşısında “Ben dedim de, bir muhkem kaide gibi sözler söyledim de, beyanım kulak ardı edildi ya da yoruma tâbi tutuldu, dinlenmedi...” Hiç lâfı olur mu bu küçük şeylerin? Cennete bile “Darılma ama biraz bekle” demesi gereken insanların, “Benim sözüm, benim fikrim, benim zekam, benim anlayışım...” demesi pek çirkin değil mi?
Ne olur, bir defa da, sizi tenkit eden, sözlerinizi beğenmeyen ve yüzünüze kaba lâflar savuran insanlara karşı bile “Ne iyi ettin... Tam beni anlattın, çok teşekkür ederim” demeyi ve nefsinizi kınamayı deneyin! Hele bir de muhataplarınızın doğruluğuna inandırın kendinizi... On defa, yirmi defa, “Sen haklısın, ben de müstehak” deyin. Rabb’imin rahmetine itimat ederek söyleyebilirim ki, siz uhuvvet ve ittifak için bu kadarcık bir iradî gayret gösterirseniz, Cenâb-ı Hakk da muhatabınızın gönlünü yumuşatacak, kalblerinizde sevgi hâsıl edecek ve işlerinizi başarılı kılacaktır.
Soru: Bazı insanlar, dinî düşünceye kapalı ve inanca karşı şartlanmış muhitlerde yetişiyorlar. Bunların doğruyu bulmaları hususunda mü’minlerin ne yapması gerekiyor?
Cevap: Dine ve inanca olan ihtiyaç, insanın tabiatında vardır. O durumdaki insanlara düşen şey, tabiatlarındaki o sese kulak vermek ve inananlara karşı en azından “Bunlarda da doğruluk payı olabilir” düşüncesiyle yaklaşmaktır.
Bu mevzuda asıl vazife, hakikati temsil eden insanlara düşüyor. Onlar, hakikati temsil adına daha esnek, daha yumuşak, daha sıcak davranmalı ve daha kucaklayıcı olmalıdır. Mü’minler tebliğle beraber temsilin gücünü kullanmalıdır. Yani, öyle örnek bir hayat tarzı ortaya koymalıdır ki, diğer insanlara “Bu farklılığın kaynağı nedir, nereden geliyor bu mükemmellik?” dedirtmelidir. Bunu da, sadece Hakk’ın hatırı için, ona olan saygısından dolayı yapmalıdır.
Siz, halkın içinden, sıradan bir insan olarak alınsanız, değişik makamları yıldırım hızıyla geçseniz ve Üstad’ın tabiriyle birden müşirliğe getirilseniz; artık yepyeni, bambaşka bir insansınızdır ve tavırlarınız da bu yeni konumunuza göre olmalıdır. Sizin yirmi dört saat evvel bulunduğunuz bir yer olabilir. Fakat artık siz, o yerin gerektirdiği tavırlarla veya o yerdeki insanların hal ve davranışlarıyla hareket edemezsiniz. Müşirliğe getirildiğiniz andan itibaren konumunuzun hakkını vermeniz, o konuma göre bir duruş belirlemeniz lâzımdır. Mü’min için de durum böyledir. O, hayat nimetiyle serfiraz olmuş; ama cemâdât mertebesinde, hayvaniyet basamağında veya sadece mücerret insan rütbesinde kalmamış. Onların ötesinde kendisine değişik mazhariyetler ihsan edilmiş. İşte, bu ihsan ve nimetlere şükretmenin yanında ona düşen, konumuna göre bir duruş belirlemek, bulunduğu yerin hakkını vermektir.
Kanaat-i acizânemce, bizim en büyük eksikliğimiz, test ediliyor gibi hassas hareket etmeyişimizdir. Mü’min, kendini sürekli bir imtihanda bilmelidir. Hayatının hiçbir safhasında; muamelelerinde, konuşmalarında ya da nüktelerinde kat’iyen meseleleri sulandırmamalıdır. Allah’a inanmış bir insana yaraşır tarzda ciddî davranmalıdır.
Bu, hiç nükte yapmayacaksın demek değildir. Nükte tavzih için, meseleleri iyice açıklamak maksadına matuf olarak yapılır. Sadece muhatapları güldürmek gayesiyle “Bakın, size bir nükte anlatayım... Bir tane daha...” demek gevezelik ve münasebetsizlik olur. Bazen, mesela, Nasrettin Hoca’dan bir nükte anlatırsınız. Ama o nükte, temel mantığınızda, fikrinizde ve konuşmanızdaki bir boşluğu doldurmak için olmalıdır.
Size daha önce –bağışlayın- bir arslan ile bir tilkinin hikâyesini arz etmiştim. Tilki, aç bir arslanın kocaman bizonu parçaladığını görüyor ve onu taklit etmek istiyor. Yakındaki bir köye gidiyor, karşısına çıkan bir danayı parçalamaya kalkıyor. Fakat daha ona yaklaşır yaklaşmaz bir tekme yiyor ve gözünden oluyor. İşte öyle bir münasebet geliyor ki, tam bu nükteyi söylemenin zamanı. Mesela, bazıları kalkıp Filistin meselesini çözeceklerini iddia ediyor ve kahramanlık gösterilerine soyunuyorlar. Siz de diyorsunuz ki, “Yahu siz Hz. Ömer’in işine, Selahaddin’in misyonuna talip oluyorsunuz. Kudüs’ün anahtarları bir devirde Hz. Ömer’e, Selahaddin’e teslim edilmiş; şehrin büyükleri anahtarları başkasına vermemiş, sahibine vermeyi beklemişler. Bir Ömer, bir Selahaddin değilseniz onların misyonuna nasıl talip olursunuz?” Bu sözü söylerken tam zamanı deyip arslan ile tilki meselesini misal olarak anlatıyorsunuz. “Bu, tilkinin halledebileceği bir iş değil” diyorsunuz. Muhatabınız ne dese beğenirsiniz; “Ben de size bir ayı ile tilki hikâyesi anlatayım...” İşte böyle bir tavır, münasebetsizliktir, işi sulandırmak demektir.
Evet, mü’min tavrı çok önemlidir. Mü’min, her tavrıyla yüksek ideallerin ve ulvî hakikatlerin temsilcisi olmalıdır; olmalı ve o haliyle dine en uzak kimseleri bile kendisine hayran etmelidir. O nükte yapmaz, fıkra anlatmaz değildir. Ehlullah bile çoğu zaman değişik menkıbeler anlatmış, onlarla bir boşluk doldurmuş ve bir meseleyi tavzih etmiştir.
Evet, Müslümanlığın izzetine uygun bir görüntü sergilemek çok önemlidir. Başlangıçta insan biraz zorlanabilir; tekellüflere girebilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her mutâvaat, tekellüfün bağrında yeşerir, gelişir, kök salar ve bir çınar haline gelir. Evet, insan tabiatının bir mesele karşısında boyun eğmesi ve onu kabullenmesi (mutâvaat) biraz zorlanma ve az sun’îliklere girme (tekellüf) sonrasında mümkün olur.
Soru: “Melekler nasıl tesbihle yaşarsa, peygamber efendilerimiz de tebliğle yaşamıştır” sözünü nasıl anlamalıyız?
Cevap: Melâike-i kirâm, Allah’ın nurdan yarattığı, dolayısıyla nuranîliğe ve nuranîliğin açık olduğu şeylere açık, güzel şeylerden istifade etmek ve güzel şeylerle iştigal etmek üzere programlanmış, nuranî ve lâtif varlıklardır. Revâih-i tayyibe (güzel kokular) ve kelimât-ı tayyibe (güzel sözler) gibi, selim fıtratın hoşuna gidecek koku, söz ve davranışlar onların da hoşlandığı şeylerdir.
“Güzel ve temiz sözler ona yükselir” (Fâtır, 35/10) ilâhî beyanında buyrulduğu gibi “Sübhânallah”, “Elhamdülillah”, “Allahu Ekber”, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” gibi mübarek sözler ona yükselir ve ulaşır. Zannediyorum “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah” zikr-i celîli bütün bu güzel sözlerin başında gelir. Sonra da biri binlere bedel “Sübhânallahi ve bi hamdihi Sübhânallahi’l-Azim” zikrini hatırlamak gerekir ki, Cenâb-ı Hakk’ı tesbih mahiyetinde ifade edilen bu söz, Mesnevî-i Nuriye’de de işaret edildiği gibi celâlî, cemâlî, vâhidî ve ehadî tecellileri bünyesinde toplar.
İşte bütün bu tesbih, ta’zim, tahmîd, tekbir ve zikirler bir yönüyle meleklerin gıdasıdır. Bu kerim şeyler, melâike-i kirâmın sürekli aradıkları, baktıkları, bulmak istedikleri ve onlara yakın bulunmaya çalıştıkları hususlardır.
Fakat melâike-i kirâmın özel bir yanları daha vardır. Öyle anlaşılıyor ki, onların vazife ve sorumlulukları içinde en önemli mesele “tesbih”tir. Bundan dolayıdır ki, Hz. Adem’in onlara hususî bir meselede rüçhâniyeti (üstün olması) karşısında “Sübhansın yâ Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” (Bakara, 2/32) demişlerdir. Bu söz bir hamd veya tekbir değil, tesbihtir. Böyle bir noktada hususiyle tesbihi seçmeleri bize, onların nezâhet-i fıtriyelerine, esas mahiyet ve tabiatlarına, varlığa ait bir kısım levsiyâtın hiç bulaşmadığını gösterir. Âyette hem bu durumun ifadesini görürüz, hem de Cenâb-ı Hakk’ın onların bu nezahetlerini göstermeye matuf suali ve meleklerin bu suale verdikleri cevapla yine temiz çıkmalarına ve aklanmalarına şahit oluruz.
Öyleyse, melâike-i kirâmın nezahetini ifadede tesbih çok önemlidir. İnsanlar tabiatlarının gereği bazen esbâbı işin içine karıştırabilirler. Açık veya kapalı, küllî veya cüz’î naturalizme girebilirler. “Varlık” der, “kozmos” der; aklî oyunlar ve aklın hokkabazlıklarıyla rasyonalizmi işin içine sokabilirler. Fakat meleklerin mahiyetinde öyle bir nezahet vardır ki, Zât-ı Ulûhiyet nasıl mukaddes, münezzeh, müsebbeh (tesbih edilen) ise, onlar da bunu ifade etmek için özel mahiyette donanımlı, bu işin memuru varlıklardır. İradeleri, yüzde doksan dokuz hayır istikametinde işler. Kendilerine de bir irade verilmesi açısından iradenin hakkı diyebileceğimiz, yüzde bir oranında, meyelanlarını, meyelanlarındaki tasarruflarını kullanma hakları varsa da bu çok yanıltıcı değildir.
Beşeri kendi tabiatıyla baş başa bıraktığınız zaman temayülleri nasıl tabiatının etrafında döner durursa; melâike-i kirâm da herhangi bir emirle mükellef olmasalar, yaratılış ve donanımları itibarıyla tabiatlarına terk edilseler bile nezahet etrafında pervaz ederler, hep nezahete koşarlar. Bu hususlar göz önünde tutulduğunda, melâike-i kirâmın tesbihten gıda aldıkları söylenebilir.
Enbiyâ-i izâma gelince, onların asıl vazifeleri tebliğdir. Bunu da yine meleklerde olduğu gibi mahiyet ve donanıma irca etmek mümkündür. Melâike-i kirâm, iradelerinin hakkını verme alanı diyebileceğimiz o yüzde bir nisbetindeki iradelerini, Cenâb-ı Hakk’ın ikaz, irşad ve tenbihleriyle yanlışlık istikametinde kullanmazlar. Onlar hakkında; “Onlar Allah’ın emirlerinde ona isyan etmezler ve ancak emrolundukları şeyleri yaparlar” buyrulmaktadır (Tahrim, 66/6). Enbiyâ-i izâm ise insan olmaları yönüyle ve taşıdıkları tabiatları itibarıyla fenalıklara karşı melâike-i kirâm kadar kapalı görünmemektedirler. Fakat Allah (celle celâluhû) onları hem mâsum, hem de masûn kılmıştır. Vazife ve misyonları, masûniyetin yanında mâsumiyeti; mâsumiyetin yanında da masûniyeti gerektirir. İşte onların melâike-i kirâma benzeyen böyle bir yanları vardır.
Fakat enbiyâ-i izâmı en büyük yapan şey, çok azîm bir imtihan olan tebliğ vazifesi ve bu tebliği kendi iradelerinin hakkını vererek kavramaları, anlamaları ve değerlendirmeleridir. Bu, kendi hayatiyetleri için de çok önemlidir. Yani, o vazifeyi yapmasalar yaşayamazlar; çünkü peygamberlik adına kondukları yerde durmamış, konumlarının hakkını vermemiş olurlar. Bundan dolayı âyet-i kerîmede “Ey Resul, Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, risalet vazifeni yerine getirmemiş olursun” (Maide, 5/67) buyrulmaktadır.
Bu âyette peygamberler için zımnî, olabilecek en yumuşak bir itab üslûbu vardır. Bunu kendi zaviyemizden ele alacak olursak diyebiliriz ki, bu misyon eda edilmediği zaman çok derin bir çukura düşmek ihtimali vardır. Yani peygamberken, âlâ-i illiyyîn-i kemâlâttayken, velinin kavs-i uruclarıyla ulaşabileceği noktayı mebde’ yapmışken, başkalarının ulaştığı son noktada işe başlamış bir insanken öyle bir yere düşersiniz ki, o yer düz insan yeri bile değildir. Düz zemine değil, kovulmuş insan yerine düşersiniz. Bu talihsizliği yaşayan, yani o dergâhtan kovulan ve ilelebed matrud olan varlık da vardır.
Evet, tebliğ vazifesi peygamberlerin hayatiyetleriyle alâkalıdır. Bir peygamberin hayatiyeti, vazifesini yapma hayatiyetidir. Onlar, kendilerine verilen soluklarla ne kadar vazife eda edebileceklerse onun hesabını yapar; soluklarını bir takvime bağlayarak kullanırlar. Vazifeleri adına yapacak bir şey kalmayınca da derler ki, “Artık bu solukları alıp vermemin bir anlamı yoktur.” İsterseniz bunu da “Allahümme er-refika’l-â’lâ” mülâhazasına bağlayabilirsiniz. Çünkü, dünya ufku itibarıyla Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) yükseleceği yer kalmamıştır; dünya hayatı açısından, kendi kemalâtının arşına ulaşmıştır. Öyleyse o, terakkisine ancak öbür âlemde devam edecektir. Yani, öyle bir inkişafa, ancak kudret ve meşîetin cereyan ettiği öbür âlem müsaittir. Hikmet ve esbab gibi belli perdelerin olduğu bu âlem, artık Hakîkat-ı Ahmediye’nin (aleyhissalatu vesselam) terakkisine müsait değildir. O, bir insanın yükselebileceği kubbeye yükselmiş, hatta kubbenin bazı yerlerini de çatlatmıştır. İşte onun yükselmesi “kâb-ı kavseyn”, kubbeyi çatlatması da “ev ednâ” sırrını gösterir.
Evet, enbiyâ-i izâm kendilerine verilmiş olan sayılı solukları hiç boşa kullanmamaya çalışırlar. Bu şuur, vazifeleri gereği böyledir. Peygamber olarak canlı kalmaları ve hayatiyetlerini devam ettirmeleri adına bu gereklidir. Onlar asla emekli olmazlar. Allah (celle celâluhû) nezdinde en önemli vazifeyi yapacak, hem de o vazifeyi dolu dolu yapacak, sonra da emekli etmiş gibi siz onu geriye çekeceksiniz!... Bu hal, onun kendi kıymetine göre bir hayat seviyesi değildir; ayakları üzerinde yürüyorken sürünme demektir; uçuyorken yerde emekleme demektir. Dolayısıyla, yaşama demek değildir. Öyleyse peygamberin peygamberce yaşaması da aslında tebliğ vazifesine bağlıdır.
Diğer taraftan, tebliğ vazifesi, peygamberlik misyonu olarak eda edilmesinin yanında insanların dirilmesi açısından ele alındığında daha fazla önem arz eder. Herkes üstünden bir mesajı alıp kendi seviyesinde ve dûnundaki insanlara ulaştırabilir; böylelikle vazifesini yapmış ve o sorumluluğun gereğini yerine getirmiş olabilir. Fakat aynı zamanda tebliğin kendi esprisi içinde, inandırıcı olarak, ısrarla, hiçbir beklentiye girmeden, “Sizden hiçbir istek ve beklentim yoktur; mükâfatımı sadece Allah’tan beklerim, ondan istediğim de benden hoşnut olmasıdır” (Şuarâ, 26/109, 127, 145, 164, 180) denilerek yapılması, başkalarının dirilmesi adına çok önemlidir. Yani her şeyden önce mübelliğin kendisi diri olacaktır o tebliğ vazifesini yapmakla. Sonra da, bu vazifenin çok önemli bir buudunu başkalarını diriltme teşkil edecektir. İnsanların içinde bulunacak, peygamberâne bir hayat yaşayacak ve böylece hiç kimse ona “gözünün üstünde kaşın var” demeyecek. Onun haline bakan herkes, şeytanî mantığı, şeytanî aklı itiraz etse bile, melekî vicdanıyla diyecek ki, “Ben böyle diyor, böyle düşünüyorum; ama âlem de biliyor ki ben doğru değilim.”
Bir âyet-i kerimede mealen “Ey Resûlüm, onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar. Fakat o zalimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkar ediyorlar” buyruluyor. Yani, o zalimler esasen seni tekzib etmiyorlar. Çünkü senin tavırlarında yadırganacak, “Bu doğru değildir” denebilecek hiçbir şey yoktur. Demek ki, o insanlar da elli defa test etmişler ve Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu denenmelerden daima doğru, sadık ve emin çıkmış. Fakat onlar yine de Allah’ın âyetlerini inkâr etmişler ve daha büyük bir cinayet işlemişler. Onu Allah’ın elçisi olarak değerlendirmemişler de, “Ebû Talib’in yetimi” olarak görmüşler. Bundan dolayı da “Sen...”, “Sen...”, “Sen...” demişler. Ben onların çirkin sözlerini söyleyemeyeceğim, çünkü ona karşı bağlılık ve sadâkatim müsait değil onları ifade etmeye.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) doğruluğu bilinen, güvenilirliği kabul edilen bir insandı. Tebliğ vazifesini eksiksiz yapıyordu. Bununla beraber, onun tebliğden daha önemli bir yanı, başka bir yerde de denildiği gibi, hatta tebliğin birkaç kadem önünde bir yanı vardı; o da temsildi. Temsil, onun hayat-ı dünyeviyesi ve hayat-ı uhreviyesi adına işleyen ve daima gelişip inkişaf eden, onun hasenât hanesine sürekli bereket akıtan bir husustur. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tebliği ile mutlaka ümmetinin dualarından istifade ediyordur. Fakat ellerinden tutup insanları doğru yola götürmede kendi güzel ahlâkıyla hüsn-ü misal olmasından dolayı, “es-sebebü ke’l-fâil” sırrınca herkesin yaptığı işten onun defter-i hasenatına da bir şeyler akmaktadır ve bu yönüyle de Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) temsili, tebliğinin önünde gelir.
Fahr-i kainât Efendimiz bir peygamber ve peygamberlerin en büyüğü olduğu halde, ahvâl-i dünyeviye veya peygamberlik vazifesi itibarıyla maruz kaldığı şeyler karşısında, kendinden evvel gelen seleflerini okumaya çağrılmıştır. Çünkü, bizzat peygamberlik mefhumu örnek olmaya şayeste planlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Adem’i oku…” (Mâide, 5/279), “Nuh’u oku…” (Yunus, 10/71) “Hûd’u oku...” şeklindeki ifadelerle Hz. Nuh, Hûd, Sâlih, Şuayb ve Lût (aleyhimusselam) efendilerimiz ve bazı yerlerde de Hz. İbrahim (Şuarâ, 26/69) ve Hz. Musa (aleyhimesselam) hatırlatılarak yedi tane çok önemli örnekten bahsedilmektedir. Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi peygamberlerin hayat serencâmları vesilesiyle onların şahıslarında temsil edilen peygamberliği bir kere daha okuması emredilmiştir.
Bu emirle şahıslar değil, peygamberlik mefhumu ve mazmunu nazara verilmek suretiyle “Bu yolun erkânı budur; bu yolda -tekerrür ede ede matlaşmış, renk atmış bir sözle ifade edeceğim- kandan irinden deryaları geçme var, dikenli tarlalarda yürüme var” denilmiştir. Böyle çetin ve çetrefilli bir yolda yürürken, ona daha önce aynı yol üzerinde yürüyenler gösterilmiş ve onların mukavemetleri, sarsılmadıkları vurgulanmıştır. Mesela; Kur’an, ağır imtihanlara göğüs gerip yılmadan vazifesini yapması karşısında Eyyub (aleyhisselam) için takdirini ortaya koymakta; “O ne güzel kuldu! Zira, sürekli (Allah’a) rücudaydı” (Sâd, 38/44) buyurmaktadır.
İşte, Allah Teâlâ’nın, Peygamberini o vazife ile tavzif eden ve o vazifeye göre donatan bir “Sultan”ın, kapı kullarından birisine -o kul başımızın tacıdır bizim- “O ne güzel kul, bakın kul böyle olur!” demesi ve Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) onları yeniden bir kere daha okumaya çağırması temsil açısından çok önemlidir. Enbiyâ-i izâmın temsili sürekli nazara verilmiştir. Verilmiş ve âdeta “Geçmişte yaşayanlar öyle yaşadılar, Sultan-ı Enbiyâ da öyle yaşadı; eğer siz de birilerini yaşatma gibi bir mesuliyet altına girmişseniz, bir adanmışlığı kabul etmişseniz, sizin için de yol budur” denmiştir. Dolayısıyla Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) vazifesi hatırlatılırken geçmiş peygamberlere yapılan göndermeler, bizim için de söz konusudur. Hz. Nuh bizim için de örnektir. Hz. Hud’un, Hz. Sâlih’in hayatından bizim de alacağımız pek çok ibret vardır. Allah’ın salât u selâmı “İnsanlığın İftihar Tablosu” ve onların üzerine olsun.
Ayrıca, peygamber efendilerimiz vazifelerinin gereği, tebliğ ve temsil işini kemâl-i hassasiyetle öylesine yerine getirirler ki, bu mesele zamanla onların tabiatları haline gelir. Hem bu vazife onların tabiatıyla öyle bir bütünleşir ki; bunu, yemek yeme gibi bir şeye, hatta ailevî ahvâl içinde herhangi bir duruma da benzetemeyiz; bunlar çok küçük kalır temsilin fıtrat haline gelişi yanında. Çok küçük kalır, zira peygamberlerin dünyayı hafife alarak, onu zerre kadar umursamayarak ve evi-yurdu hiçe sayarak çok ciddî bir tehâlük içinde bu vazifeye koştukları görülür.
Mesela, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Hatice’nin vefatıyla hicretten evvel ve hicretten sonra beş senelik bir dönemde yalnız kalmıştır. Fakat Hz. Hatice validemize sadâkat ve vefası mahfuz, o meseleyi hiçbir zaman problem olarak düşünmemiştir. Hicret ederken kızları vardır: Zeynep, Ümmü Gülsüm, Fâtıma... Hicreti tek başına gerçekleştirmiştir ve kerîmelerini arkada bırakıyor olması vazifesine engel teşkil etmemiştir. Çocuklarını müşriklerin bulunduğu yerde; kendisine kılıçlarını, bıçaklarını gayzla bileyenlerin içinde bırakmıştır. Yolda onlardan bir tanesi taarruza maruz kalmış, erken doğum yapmış ve o sebepten ölmüştür. Fakat Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca bunları bir kere bile mesele yapmamış, bunlar hakkında hiç konuşmamış, “Benim kızım şöyle, oğlum böyle...” dememiştir.
Eğer siyerciler, tarihçiler söylemese onların ne zaman öldüklerini dahi bilemeyeceğiz. Hayatlarının ayrıntılarından haberdar değiliz. Çünkü onun bize bildirdiği şey, bildirilmesi gerekli olan şey, davasıdır; dinidir. Ve o, hayatını bu büyük vazifesine göre programlamıştır. Yurdunu davası için terk etmiş, davası için terk etme mevsimi geleceği ana kadar da her gün ölümle burun buruna yaşamıştır.
Evet, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini tebliğe o kadar vermişti ki, tebliğ onun tabiatı haline gelmişti. Bizim sabah kalktığımız zaman, “Acaba bugün yedide mi, yedi buçukta mı, sekizde mi kahvaltı yapacağız?” türünden şeyler düşünmemize mukabil, o bunları hiç düşünmemişti. Yemeği unutmuş ve hatta bazen bir eşi olduğunu bile unutmuştu vazifesi hatırına. Allah (celle celâluhû) “Aralarında adaletle muamele yapın, onların sizin üzerinizde hakları vardır.” buyurunca, bu konunun Allah hakkı olduğu ve bir Allah hakkı olarak onlara riayet edilmesi gerektiği için eşlerine karşı da mesuliyetinin gereğini yapmıştı. Ama bunun dışında temelde daima gözünde tüten ve tüllenen tek şey vardı, o da “Dinimi daha açık, daha geniş nasıl tebliğ ederim?” derdiydi.
Hâsılı, meleğin tesbihten zevk ve lezzet aldığı gibi, o ve diğer peygamberler de tebliğle beslenmişler, tebliğle oturup kalkmışlar, tebliğle hareket etmişler ve hayatlarını bir tebliğ takvimi içinde yaşamışlardı.
Selef-i sâlihîn arasında, gerçekten çok ciddî şekilde, rekâike tevcih gayreti vardı. Zühd mülâhazasını yerleştirme, kalbin zümrüt tepelerinin eteklerinde dolaşma, sonra o zümrütten yamaçlara tırmanma ve nihayet o tepenin zirvelerine ulaşma; Üstad’ın yaklaşımıyla, insanları hayvaniyetten çıkarma, cismâniyetten kurtarma, kalb ve ruhun derece-i hayat seviyesine yükseltme gayreti vardı. Hatta onlar arasında yaşayan öyle kalb, muhasebe, murakabe ve haşyet insanlarından bahsedilmektedir ki, ötelere ait bir mesele okurken korkudan kalbleri duruvermiştir. Mesela, Abdullah b. Vehb, kıyametin yüreklere ürperti salan sahnelerini okuduğu bir anda kalbi havf ve haşyetle dolmuş, hıçkırığa tutulmuş, kendinden geçmişti. Kollarına girip evine götürdükleri zaman korkudan dolayı kalbinin durduğunu görmüşlerdi. Ebû Osman en-Nehdî, bayılana kadar namaz kılıyor, bazen okuduğu âyetlerin tesiriyle bayılıp düşüyordu. İnsanlar o kadar hüşyar ve yürekler de öyle titrekti.
İşte, namaz, oruç, hac gibi ibadetlerin de, “emri bi’l-ma’ruf, nehyi ani’l-münker”in de kendilerine göre ayrı birer yeri vardır; fakat ibadetin ruhu ihlâs ise, ibadet ü tâatın damarlarında dolaşan kan da zikirdir. Zikir; hem lisân, hem kalb, hem beden ve hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, onun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâ-yı harfiyle mırıldanmak; acz u fakrı duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... Evet, bunların hepsi, lisâna âit birer zikirdir.
Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak; her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta ve bu “anil’-merkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Öyleyse asıl olan, lisana ait zikri ve bedenî zikir diyebileceğimiz aksiyonu beraber götürmektir.
Ashâb-ı kiram ve selef-i sâlihîn efendilerimiz zikrullahı en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmemişlerdir. Hatta onlar, cihada giderken bile, öyle yüksek sesle Allah’ı (celle celâluhû) anıyor, onun esmâ-i ilâhiyesini, sıfât-ı sübhâniyesini zikrediyorlardı ki, teşbih caizse, âdeta bir mehter takımıyla cûşiş temin ediyor gibi, zikirle gönüller heyecanlanıyor; dört bir yanda yankılanan evrâd ü ezkâr sesleriyle öteler iştiyakı köpürüyordu insanların içinde. Gürül gürül Kur’ân ve dua okuyor, avaz avaz Allah’ı (celle celâluhû) anıyorlardı. Onların bu halini gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Siz sesinizi duymayan, yakarışlarınızı işitmeyen birisine seslenmiyorsunuz; sesinizi indirin, kendinize biraz şefkat edin” deme lüzumunu hissetmişti.
İstidrâdî olarak bir hususu arz ettikten sonra zikre devam etmek istiyorum: Merhum Şâtıbî, ‘İ’tisâm’ında gür sesle zikretme meselesini bid’at sayıyor. Zannediyorum, o dönemde pek çok bid’at yapılıyordu. Bu sebeple o da, bid’at saydığı şeylerin üzerine şiddetle gidiyordu. Cenâb-ı Hakk, Şâtıbî’yi Firdevs’iyle sevindirsin; zira o, dine çok hizmet etmiş, bitevî beyin sancıları çekmiş, miras olarak kıymetli eserler bırakmıştır. Fakat muasırım olsaydı ben ona derdim ki, “A üstad, senin yaşadığın dönemde, Endülüs’te eyalet eyalet üstüne, künde künde üstüne yıkılıp gidiyordu. Orada zalim hükümdarlar, Müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Ve sen Müslümanlar arasında İslâmî heyecan uyaracağına, bid’atlara kafanı taktın, hep onlarla uğraştın. O gün yapılması gerekli olan iş o değildi. İşte o gün, senin yaşadığın bölgede birliği temin etme, yüreklerde din gayretinin kor haline gelmiş ateşine güç verme çok öne çıkmıştı. O gün de Müslümanların hastalığı ihtilaf ve tefrika; fakr u zaruret ve cehaletti. Bunlara karşı mücadele vereceğine teferruat sayılabilecek meselelerle uğraştın.”
Eğer o mübarek zâtın, Şâtıbî’nin ruhâniyeti benim söylediğim bu şeylerden rahatsız olduysa Allah (celle celâluhû) beni bağışlasın, Cenâb-ı Hakk’ın binlerce mağfireti de onun üzerine olsun; fakat kafama takılan, çoktan beri zihnimi meşgul eden bir meseleyi söylemiş oldum. Ben, onun İ’tisâm adlı kitabına takıldığımda, o mesele de benim kafama takıldı. Evet, o devirde yazılacak şey başkaydı; o gün, insanlarda İslâmî heyecanı uyarmak, birlik ruhunu diriltmek, ilme ve eğitime önem vermek ve el ele İslâm dünyasının maddî mânevî yükselmesine çalışmak gerekiyordu. Ne var ki, öyle pek çok devirde olduğu gibi, aslı ve temeli dinde olan meselelerde teferruata ait şekillendirme mevzuuyla uğraşılmış ve dolayısıyla da çok şey ihmale uğramıştı.
Evet, sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde, Hak dostları, zikrullahı damarlarda dolaşan kan gibi kabul etmiş, değişik yollarla Allah’ı (celle celâluhû) anmamayı kan yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve sürekli zikirle beslenmişlerdir. Mesela, Hz. Ali Efendimiz der ki: “Ben Resûlullah’tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi duyduktan sonra artık onu hiçbir gece terk etmedim.” Hz. Ali için belki de hayatının en önemli, en ciddî gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi, Nehrivan’da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi Nehrivan’ı işaret ederek, “O gece de unutmadın mı, onca koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini terk etmedin mi?” diye sorunca Hz. Ali’nin cevabı, “O gece bile terk etmedim” şeklinde olmuştur.
Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, camide ve hatta harp meydanlarında Allah (celle celâluhû) anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâd ediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekât verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu. Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban bayramında yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan etme mânâsına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı, bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah’la (celle celâluhû) irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terk edilmesi bizde ciddî bir zaaf meydana getirir. Allah’la (celle celâluhû) münasebetlerimizde bir gevşeme hâsıl eder, hafizanallah.
Birbirimizle kavga ediyor, çekişip duruyoruz. Ve maalesef, birbirimize canımız sıkıldığı kadar Allah’ın adının duyulmayışına canımız sıkılmıyor. Hâlbuki o, bizim var oluş gayemiz.
İnsan, dış görünüşüne önem verdiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla da dikkatli yaşamasını bilmelidir. Mesela, insanın bir yerinde göze batacak bir şey varsa, dikkat çeker diye onu gizler. Yakası kıvrık kalmıştır, pantolonun paçası bozulmuştur; farkına varınca hemen onu düzeltir. Bunun gibi, kalbde bir inhiraf olduğunda, ruhta hedefinden sapma meydana geldiğinde de hemen harekete geçmesi lâzımdır. Harekete geçip onun çaresine bakması, onu yoluna koyması gerekir.
Soru: Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı Devleti’nin Kanuni Sultan Süleyman’a kadar olan yükselme ve büyüme dönemini bedevîlik, daha sonraki dönemi ise hadarîlik ya da medenîlik devri olarak görüyor. Ayrıca Osmanlı’nın son dönemindeki bozulma ve çözülmeyi de bir toplumun geçirmesi gereken tabiî bir süreç şeklinde değerlendiriyor. Onun bu taksim ve mülâhazaları nasıl anlaşılmalıdır?
Esasında Ahmet Cevdet Paşa’nın bu yaklaşımı, tarihçi, sosyolog ve tarih felsefecilerinin genel mütalaası gibidir. Yakın zamanda yaşayan Gibb ve Renan gibi araştırmacılar da bu düşünceyi dile getirmişlerdir. Zannediyorum bu mülâhazaları ilk defa seslendiren de İbn Haldun olmuştur. Bütün bunların icmalî mânâda ifade ettikleri husus ise şudur: Tıpkı fertler gibi toplumlar da dünyaya gelir, olgunluk çağına erer, ardından yaşlanır ve sonra da ölürler. Yani bütün toplumların önlerinde, kendilerini bekleyen bir çukur vardır ve onların bu çukura düşmeleri mukadderdir.
İşte bu yaklaşımı biraz daha açarak Osmanlılar hakkında düşündüğümüzde, onların ilk dönemine bir mânâda “bedeviyet devri” denilebilir. Fakat Osmanlının kendine ait hususiyetleri göz önünde bulundurulduğunda, bu döneme, olumsuz mânâda “bedeviyet devri” demekten ziyade “nim-medeniyet” devri denilmesi herhalde daha uygun olur. Bu ifadeyle kastettiğimiz mânâ ise şudur: Bu dönem saf inanç dönemidir ve bu dönemde insanlara hâkim olan duygu ve düşünce safvet, duruluk ve sadeliktir. Yapılan işlerin arkasında herhangi bir beklenti yoktur. Onlar, sadece mefkûrelerinin kendilerine gösterdiği yolda yürümüş, azim ve gayretle hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır. Böyle bir safvet ve sadelik içinde bulunan, içlerine dünyevîlik mülâhazası girmeyen ve tamamen Allah’ın rızasına kilitlenen bu insanlar, hangi mefkûreye dilbeste olmuş ve nasıl bir gaye-i hayale bağlanmışlarsa, onu gerçekleştirmek için harıl harıl koşmuşlardır.
Değişik milletlerin farklı zaman dilimlerinde yaşadıkları şanlı dönemler vardır. Türk milletinin hayatında da Osmanlı dönemi dillere destan böyle bir devrin adıdır. Onun özellikle ilk yüz elli senelik faslı muhteşem bir döneme tekabül eder. Osman Gazi Hazretleri, Söğüt’ün bağrından çıkmış, hayatını çadırda geçirmiş ve yine bir çadırda ruhunu Allah’a teslim etmiştir. O, elde ettiği zafer ve galibiyetlerle, rahat imkânlar içinde yaşayabilecekken hep basit ve sade bir hayatı tercih etmiştir. Denilebilir ki, o, bir mânâda, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimizle aynı çizgide bir hayat yaşamıştır. Demek ki gidilen yol aynı olunca, sonuç da aynı oluyor. Orhan Gazi Hazretleri’nin hak ve hakikate hizmet aşkı, cihat ruhu, bunun yanında sadelik ve duruluğu da babasından farklı değildir. Neredeyse bütün hayatını at üzerinde geçirmiştir. 1. Kosova Muharebesi’nde şehit edilen Murat Hüdavendigâr’ın Hakk’a yürürken dile getirdiği, “Attan inmeyesüz!” sözü ise bu duygu ve düşüncenin tarihe nakşolmuş ses ve soluğudur. İyi bir devlet adamı ve iyi bir erkân-ı harp olan bu koca Hünkâr aynı zamanda gözü mânâ âlemine açık bir mâneviyat büyüğüdür.
Sadece bazılarına bir iki cümleyle işaret edip geçtiğimiz bu büyük kâmetler döneminde Osmanlı, insanlık tarihi açısından parlak ve göz alıcı bir tablo ortaya koymuştur. Şebâbet dönemi de diyebileceğimiz bu dönem İstanbul’un fethine kadar sürmüştür. İstanbul’un fethiyle birlikte ona, Batılılar tarafından “imparatorluk” denmeye başlamıştır. Bu tarihten itibaren “başlangıçtaki safvet ve sadelik, kıvam ve iç duruluk bütün bütün kaybedildi” denemez. Fakat elde edilen zafer ve galibiyetlerle başların dönmediği, bakışların bulanmadığı da söylenemez. Gerçi İstanbul’un fethinden sonraki dönemde de meseleyi ilk dönemin safvet ve samimiyeti içinde götürme adına gayret gösteren ve bir tekke ve zaviye insanı gibi yaşayan İkinci Bayezid Han Hazretleri vardır. Daha sonra, hak ve hakikati ikâme, yeryüzünde muvazene unsuru olma gayreti içinde bulunan, böyle ulvî bir mefkûrenin gerektirdiği azim, kararlılık, hasbîlik ve fedakârlığı temsil eden Yavuz cennetmekân gelmiştir. Bu büyük kahramanın akabinde, onun ortaya koyduğu anilmerkez hareketin gücünden aldığı bir hızla kırk altı sene ne ölçüde korunması mümkünse o ölçüde Devlet-i Âliye’yi koruyan Kanunî Sultan Süleyman gibi önemli bir zat vardır. Fakat içtimaî hayat açısından bütün bu dönemler daha yakından tetkike tabi tutulduğunda, bu safahatta bir kıvam kaybının yaşanmaya başladığı da görülecektir.
Belki başlangıç dönemindeki safvet ve duruluğun anilmerkez gücüyle devlet daha muhteşem bir hâle gelmiştir. Krallar onun kapısında halayık gibi diz çöküp gözünün içine bakmaya başlamıştır. Fakat bir yönüyle içten içe, yavaş yavaş bir karbonlaşmanın başladığı da muhakkaktır. Nitekim Kanunî cennetmekân’dan sonra ne Sarı Selim ne Üçüncü Murat ne de -bazı istisnaları hariç- ondan sonraki hükümdarlar ordunun başında sefere çıkmamışlardır. Düşünün ki, Sultan Reşad Balkanlar’a ziyarette bulunduğunda, halk Padişah’ın bu ziyaretini harikulade bir hadiseymiş gibi büyük bir sevinçle karşılamıştır. Hâlbuki padişahların halkın içinde olmaları, ordularının başında bulunmaları kuvve-i mâneviyeleri açısından çok önemlidir. Aynı zamanda böyle bir davranış, kötülük ve düşmanlık planlayan düşman cephenin yüreğine de korku salma demektir.
Ne var ki, uykusu gelir gelmez hemen yatağa koşan, başını yastığa koyan, sabah kalktığında kahvaltısını yapan, sonra bir ara öğün yiyen, ardından öğle yemeği diyen, sürekli çoluk-çocuğuyla beraber olmak isteyen bir insan için atın üzerinde sefere çıkmak çok zor bir iştir. Çünkü insan zamanla bu tür alışkanlıkların esiri ve bağımlısı olur. Atın üzerinde koşturup dururken bunları yapamayacağından tercihini de o istikamette kullanır. Dolayısıyla bütün bunlar peyderpey bir gevşeme dönemine girme demektir. İşin doğrusu dünyanın cazibedâr güzelliklerinin insan yüzüne tebessüm ettiği böyle bir dönemde kıvamı korumak hakikaten oldukça zordur. Belki Osmanlı’nın bu kıvamı koruma adına gösterdiği en yüksek performans, tekke ve zaviyelerde ruh ve mânâ insanları yetiştirmek olmuştur. Aynı zamanda yetiştirdiği güçlü şeyhülislamlarla bu kıvamı korumaya çalışmıştır. Demek ki bunlar da olmasaydı, karbonlaşma faslı daha önceden başlayacaktı.
Bu mülâhazalarımızdan, onları suçlama gibi bir niyet ve kastımızın olduğu anlaşılmamalıdır. Zira yaşanan böyle bir süreç, bir yönüyle bizim de kabul etmemizde mahzur olmayacak “belli bir yere kadar muayyeniyet” veya başka bir ifadeyle “şartlı determinizm” olarak değerlendirilebilir. Tabiî bir süreç olan bu tür bir karbonlaşma toplumlar için kaçınılmaz gibi görülmektedir. Fakat hâzık hekimlerin elinde bir ömür uzatma meselesi her zaman için mümkündür. Bu takdirde Allah’ın bu mevzudaki kazası da muâlecelere bağlı olarak değişebilir. Belki de, İbn Haldun ve diğer bazı Batılı sosyal tarihçilerin gözden kaçırdıkları nokta burasıdır.
Şimdi söylediğimiz bu hususu biraz daha açmaya çalışalım: Cenâb-ı Hak tarafından toplumların diriliş, yükseliş ve çözülüş dönemleri için kaderî planda belli bir zaman takdir edilmiştir. Fakat biz takdir edilen bu zamanın süresini bilemeyiz. Mesela, hayatlarını başkalarını diriltmeye vakfeden, “âlemi diriltmezsek bizim de dirilmeden nasibimiz olamaz” mülâhazasına kilitli bulunan iman ve aşk u şevk kahramanlarının yaşadığı dönemi birinci fasıl olarak ele alalım. Şimdi biz, kaderî planda bu fasıl için takdir edilen zamanı bilemediğimizden dolayı, “bu faslın ömrü elli senedir; yüz senedir” gibi bir değerlendirmede bulunamayız. Çünkü kader, ilm-i ilahînin bir tezahürüdür. Biz ise bu ilmî programı bilemeyiz. O hâlde bize düşen, ister birinci, ister ikinci, isterse üçüncü fasıl olsun, hangi dönemde bulunursak bulunalım, irademizin hakkını vererek o dönemdeki hayır ve güzelliklerin ömrünü uzatmaya çalışmak olmalıdır.
Mesela, hakkınızda, “Şayet şöyle davranırsanız, çok ciddi bir kırılmaya maruz kalır ve bir daha asla belinizi doğrultamazsınız.” şeklinde hüküm takdir buyruldu ve bu takdirin emareleri görülmeye başladı. Fakat siz her şeye rağmen bu mevzuda çok ciddi bir kıvam sergilediniz. Meselâ dünya ayağınızın dibine kadar geldiği, müsteşarlıklar, genel müdürlükler, bakanlıklar… size tebessüm ettiği halde siz, “Ben Allah’ın rızasına kilitlenmiş ve onu bir âbide halinde ikâme etmeye çalışırken bu insanların bana teklif ettikleri şeye bak!” dediniz, ihlas ve samimiyetinizin gereği olarak bütün bunlara karşı müstağni davrandınız. İşte ihtimal ortaya koyduğunuz bu kıvamı koruma cehdi sayesinde, hakkınızdaki kaza atâya çevrilir ve siz çözülüş sürecinde yeni bir diriliş faslı yaşarsınız. Bir misal olması açısından dile getirdiğim bu ifadelerimle yukarıdaki vazifeleri hafife aldığım zannedilmesin. Elbette ki bunlar toplum hayatı açısından önemli makamlardır. Bir milletin devlet hayatında bunlara mutlaka ihtiyaç duyulur. Ne var ki çok önemli bir mefkûreye dilbeste olmuş insanlar yaptıkları hizmetler karşılığında hiçbir zaman makam ve mansıp arzusunda olmamalı, dünyevî-uhrevî herhangi bir beklentiye girmemeli ve asla bu tür arzular karşısında bir kırılma yaşamamalıdırlar.
Evet, insanlar, kıvamlarını koruduğu sürece hayat ve canlılıklarını muhafaza edebilir ve toplumların ömrü olan bu zamanı uzatabilirler. Meselâ adanmış ruhların, yerlerinden fırlayıp maratona başladıkları döneme şahit olup, “Allah’ın izniyle, bu insanlar, bu performansla elli sene bu işi sürdürürler” diye bir tespitte bulundunuz. Fakat onlar, kıvamlarını korur, iyi ve doğru beslenir, oturup kalkıp hayatlarını sohbet-i Cânan’a bağlı götürür, Allah rızasına kilitlenir ve yürekten Allah’a bağlılıklarını korurlarsa, bakarsınız elli sene gibi görünen bu süre, yüz sene olur. Hatta heyecan devam eder ve onların hayatına alabildiğine bir metafizik gerilim hâkim olursa, bakarsınız bu süre yüz elli seneye çıkar. Bundan da öte, iktisadî, siyasî ve kültürel hayatın içine girildiği, değişik yönleriyle dünyevîliğin hâkim olduğu, bir mânâda sanat vb. aktivitelerle teselli olunduğu yani kültür faslının yaşandığı dönemde bile insanlar, belli ölçüde hâlâ kıvamlarını koruyorlarsa, ama düşerek ama kalkarak, ama oksijen çadırında ama yoğun bakımda, bakarsınız yüz elli sene daha yaşayabilirler. Bu fasıldaki yeni bir hamle ve yeni bir teveccüh, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir atâsı ve ekstra bir lütfuna vesile olabilir.
Asıl konumuz olan Osmanlı Devleti’ne dönecek olursak, esasında bu kadar çok hasımlarla muhat olan bir devletin yıkılmasına değil, nasıl bu kadar uzun ömürlü bir hayat sürebildiğine hayret etmek lazım. Çünkü biz, yirmi beş senedir dağdaki bir avuç eşkıya ile başa çıkamadık. Düşünün ki, koskocaman hasım bir cephe, denizler de dâhil, dört bir taraftan Osmanlı’yı çepeçevre sarmışlardı. Bu hasımlarla mücadele ederken onun yeniden kendi olarak ayağa kalkması, derlenip toparlanması oldukça zordu. Fakat o, her şeye rağmen varlığını sürdürdü ve belli ölçüde tarihî misyonunu eda etti. Bütün bunları göz önünde bulundurarak Osmanlı’nın faziletlerini ilan ve itiraf etmek, mehâsinlerini hayırla yâd etmek ve Allah’tan onlar için mağfiret dilemek gerekir. Altı asır ayakta durabilmek dünyada başka hiçbir “imparatorluğa” nasip olmamıştır. (Roma İmparatorluğu’nun da böyle uzun bir dönem varlığını sürdürdüğü iddia edilebilir. Ancak bildiğiniz üzere Roma’nın başına altı-yedi sülale gelmiş ve farklı süreçler yaşanmıştır. Mısır’daki Firavunlar da tek sülale değildir; onlar da iki, üç asırda bir değişmişlerdir.) Dolayısıyla bir taraftan Doğu’dan-Batı’dan büyük bir hasım cephenin sürekli hücum ve taarruzlarına maruz kalmalarına, diğer taraftan memerr-i akdâm olan çok tehlikeli bir noktada bulunuyor olmalarına rağmen Osmanlı Devleti’nin altı asır payidâr olması kanaat-i acizanemce hayret edilmesi gereken bir husustur.
Soru: Yumuşak ve esnek bir idareci olunursa, insanların âmirleriyle iyi geçindikleri ancak disiplinli çalışmadan taviz verdikleri; sert olunduğunda ise daha ciddi çalıştıkları ancak bu sefer de başta bulunan insana karşı sevgi beslemedikleri, uyumsuz ve kırgın bir ruh hâline girdikleri görülmektedir. İdeal bir idarecinin bu konudaki tavrı nasıl olmalıdır?