• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Allahım, Bizi Kendimize Getir!

Sen Beni Zayi Ettin...

Görülünce ve haklarında düşünülünce Allahü teâlâyı hatırlatan, onlara saygı göstermeye ve kulluk vazifelerini onlar vesilesiyle yapmaya davet edildiğimiz şeylere "şeâir" denir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de meâlen buyurur ki: "Bu böyledir. Artık kim Allah'ın şeâirini tazim ederse, şüphe yok ki bu (hürmet), kalblerin takvâsındandır." (Hac, 22/32) Kur'ân-ı Kerîm, Ka'be-i muazzama, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ve namaz şeâirin en büyükleridir. Şeâirullahı sevmek demek, Kur'ân-ı Kerîmi, Peygamber Efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem), Ka'be'yi ve namaz gibi ibadetleri, hattâ Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi sevmek demektir. Bunlara gösterilen saygı da, onlar hakkındaki kusurlar da, Allah'a karşı yapılmış sayılır.

Evet, Allah'ın vaz' ettiği esaslara, o esaslar çerçevesinde saygı duyma, ta'zimde bulunma kalbin takvasındandır. Allah, neye ne derece ehemmiyet veriyorsa, ona o kadar değer vermek kalbin Allah'la irtibatının emâresidir. Yani, Allah Teâlâ namaza çok önem vermişse, namazla bütünleşen, günde şu kadar namaz kılan bir insan hafife alınmamalıdır. Cenâb-ı Hak, Kendisine teveccühe önem veriyorsa, bir kulun sürekli ellerini açması, kollarını kaldırabildiği kadar kaldırıp yüreği çatlarcasına Allah'a yalvarması çok önemli bir meseledir. Bir insan, ibadetlerini, şuuruna misafir etmeden, hissinde ağırlamadan, latife-i Rabbâniyesiyle buluşturmadan angarya kabilinden, baştan savma veya eda edip içinden sıyrılma gibi mülahazalarla yerine getiriyorsa onun Allah'la münasebeti de o kadar demektir. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk'ın önem verdiği şeylere fevkalade önem vermek müminler için bir esastır ve onların Hak karşısındaki derecelerini belirleyen bir ölçüdür. Allah ile münasebetlerimiz, o münasebetlerin lazımı gibi tanıyıp bildiğimiz davranışlar, araya başka bir şeyin girmesine meydan vermeme, rûhî ve kalbî hayatımız itibariyle husûf ve kusûf yaşamama.. bütün benliğimize O'nu duyurma, O'nu hissettirme.. dilimiz O'nu anarken, şuurumuza da O'nu duyurma, hissimizi de O'nunla doyurma.. dış ihsaslarımızla meseleleri iç ihtisaslarımıza ulaştırma ve aklı, fikri, kalbi, ruhu, latife-i rabbaniyeyi besleme... işte bunların hepsi mü'minin Hak karşısındaki derecesini belirleyen birer mi'yar, O'nunla münasebet adına birer ünvandır.

Eğer bir kul, bunların bazılarını eksik ve kusurlu yaparsa, mesela; irade planında Allah'la münasebet içinde olur, diler, kasteder ama latife-i Rabbaniyesini hiç hesaba katmaz, onu da mamur kılmayı düşünmezse, Allah'ın huzurunda dururken, latife-i Rabbaniye ufkundan O'nu temâşâ arzusunu aklının köşesinden bile geçirmezse, belki Allah'ın inayetiyle, o da kurtulur; fakat, latife-i Rabbaniyenin yaratılış hikmetini ve gayesini de ihmal etmiş, vazifelerini kırık, çıkık ve çatlak olarak ortaya koymuş olur. Mesela, zannediyorum, namaz ebedi yolculukta enîs olacak, gökçek yüzlü, boyu posu, edası endamıyla hiçbir tarafı tenkit edilemeyecek uhrevi bir misalî vücuda sahiptir. Eğer onu eda ederken şeytanın hırsızlığına mani olamazsanız, şeytanı rükunuzdan, secdenizden kovamazsanız, o azgın düşman, namazın bir sağına vurur, bir soluna; bir yandan kıyamını götürür, bir yandan kıraatini... namazınızı öyle yaralar ve o hale getirir ki; onun misâlî vücudu da kırık-çıkıklara maruz kalır ve ahirette size ne der bilemiyorum. Mutlaka diyeceği şeyler vardır. "Allah hayrını versin beni zayi ettin" mi der, "Sen beni zâyî ettin, Allah da seni zâyî etsin" mi der, bir şey der mutlaka. Öyle bir namaz sakat olur, kör, topal, sağır hale gelir. Üzerinizden atıyor gibi alelacele kıldığınız namaz, beraber bulunmaktan nefret duyacağınız, onunla olmayı istemeyeceğiniz, abus çehreli, çirkin mi çirkin bir varlık olarak berzah hayatında karşınıza çıkacak, ondan tiksinti duysanız da kabirde, mahşerde yanınızdan ayrılmayacak ve "Beni zayi ettin..." deyip duracaktır. Evet, orada rahatsızlık yaşamamak için sizin burada namaza rahatsızlık vermemeniz ve hırsız elinin ona uzanmasına mani olmanız gerekir. Hiçbir rüknünden bir şey çaldırmamalısınız. Bütün kalbiniz, hissiyatınız ve letâifinizle Allah'a müteveccih olmalısınız.

Burada şu hususa temas etmekte de yarar görüyorum: İslâmiyet bir bütündür; yani, usûlünden furûuna kadar onun esasları hepsi birden edâ edildiği zaman, insana vâd ettiği şeyler -dünya ve ukbâ adına beklenen semereler– elde edilir. Zarûrîyât, hâcîyât ve daha berisindeki onların tekmîliyâtı, tahsîniyâtı diyebileceğimiz hususların bile insanın mânevî ve rûhî hayatı üzerinde çok büyük tesirleri vardır. Biliyorsunuz, İmam Şâ'rânî diyor ki; "Bînamaz bir adamla yarım saat otursam kırk gün namazımın feyzini duyamıyor, ondan lezzet alamıyorum" Şimdi bu teferruâta âit bir meseledir.. belki çoğunuz kendinizi mecbur hissederek, sadece bînamaz değil, iman ve itikatten nasipsiz kimselerle dahi aynı atmosferi paylaşmakta bir mahsur görmüyorsunuz. Diyorsunuz ki; "Başka türlü nasıl emr-i bil-ma'ruf nehy-i anil-münker yaparız, nasıl Allah'ı henüz ölmemiş her vicdana duyururuz!.." Böyle yüksek bir niyete makrûn olarak öyle bir ortamda bulunmanız sözkonusu değilse, dininizi, milli değerlerinizi anlatma gibi bir niyete sığınarak, bir yönüyle kendinizi o niyetinize emanet ederek öyle bir işin içine girmiyorsanız, füyûzat hisleriniz gerçekten ölür gider. Ölür gider de, artık namazları adeta geçiştirir, başınızdan atıverirsiniz, sabah namazına zor güç kalkarsınız; Allah'a karşı mükellefiyetlerinizi, yeme–içme gibi nefsinizin, arzularınızın, iştihalarınızın gerektirdiği şeyler kabilinden edâ edemezsiniz, angarya gibi yerine getirirsiniz. Hiç farkına varmadan özünüze zarar şerarelerle kavrulur gidersiniz. Düşünün, eğer füruâta ait bir mesele bile füyüzât hislerini o kadar alıp götürüyorsa, çok önemli, çok hayatî şeylerdeki ihmaller, tekâsüller, gaflet veya dalâletler insanı nasıl mahrum hale getirir acaba?!..

Evet, dinin esasları bir bütün olarak ele alınıp bütün halinde edâ edilince semere verir. Yoksa kuvve-i inbâtiyesi sağlam bir çekirdek verimli bir araziye dikilse de, eğer güneşle irtibatı kesilirse, sulanmazsa, musallat olan haşerata karşı ilaçlanmazsa.. hiç ağaç olamaz, meyveye duramaz ki. Onun boy atması ve semere vermesi için gerekli olan şartlar ne ise onların tamamını hazırlamak lazımdır. Aynen öyle de, bir müslümanın hakiki insanlık ufkuna ulaşması için de dinin belirlediği esasların bütününün birden yerine getirilmesi şarttır. Mesela, eğer çarşı–pazar insanın seccadesindeki havasına, genel durumuna, umumi tavrına omuz vermiyorsa; şâyet, o insan bir yerde düşüyor-kalkıyor, öbür yerde de onun acısıyla "uf-puf"larla oturup kalkıyorsa, bir yerde kazandığını başka bir yerde kaybedecektir. Bundan dolayı, "Fîzilalil'Kur'an" sahibinin de dediği gibi: "Müslümanlığı hakkıyla yaşamak ancak İslamî bir toplum içinde mümkün olur." Yoksa insan, seccadesinde, namazgâhında, mescidinde, yuvasının içinde müstakim yaşayabilir. Fakat, sokak ona yardımcı değilse, mektep onu desteklemiyorsa, ilim dünyası onun yanında yer almıyorsa, o insan istikamet üzere yaşamakta oldukça zorlanacak, belki de gel-gitlere yenik düşecektir.

Zannediyorum, günümüzde o tür boşlukları ancak niyet-i hâliseyle doldurabiliriz. Yani, niyetimiz hâlis ise, sürekli "Yâ Rabbi, dünyada Senin için duruyoruz, Seni anlatmak için yaşıyoruz; çirkefin, bataklığın içine orada boğulma durumunda bulunan insanları kurtararak Senin rızanı kazanmak için giriyoruz." diyebilir ve bu niyetimizi hep dipdiri ve dupduru tutabilirsek -inşaAllah– kurtulabiliriz.

Diğer taraftan, inanç sistemimiz, ibadet ü tâatlerimiz, ahlak anlayışımız ve sosyal münasebetlerimiz bir yönüyle bizim kimliğimizin tezâhürleridir. Biz bunları edâ ettiğimiz zaman kim olduğumuzu ortaya koymuş oluruz. Onları ihmal ettiğimiz, görmezden geldiğimiz takdirde, biz de bütün bütün özümüzden uzaklaşır ve kimliksiz hâle geliriz. Yani biz, kendimizi bir yerde zannetsek, bir düşüncenin temsilcileri gibi görsek de, eğer o yerin ve o düşüncenin gereğiyle amel etmiyorsak, hiç farkına varmadan bizim boş bıraktığımız şeylerin yerlerine başka düşünceler, başka anlayışlar, başka kültürler gelip oturuverir.. Allah muhafaza, hiç farkına varmadan bir kaç yüzlü insanlar oluveririz. Günümüzde bu akıbete uğramış nice insan vardır ki, onlar bir yönleriyle Hristiyan, bir yönleriyle Yahudi ve diğer bir yönleriyle de adeta Budist gibidirler. Evet, dini bir bütün olarak görmeme ve onun vaz' ettiği esasları kimliğin bir buudu olarak kabul etmeme yozlaşmayı, özden uzaklaşmayı ve kimliksiz yaşamayı da beraberinde getirir.

Hâl Dili ve Hâlimiz

İslam'da esas olan ameldir, davranıştır. İnsanlara tesir eden husus da hâldir, tavırlardır. Bana göre, insanın, sukûtuyla, hâliyle, tavırlarıyla, davranışlarıyla, bakışlarıyla, hatta, kulak kabartışıyla, dudaklarını haraket ettirişiyle, yüzündeki işmizazlarıyla veya sevinç çizgileriyle ifade ettiği, edeceği mânâların muğlak ve müphem yanlarını açmaya matuf olmanın dışında sözlerin hiçbir kıymeti yoktur. Hatta bu sözler, gözyaşlarıyla ve iç dökülerek ifade edilse bile kıymetsizdir. Onun için, velilerde söz yoktur; hak dostları tavır ve davranışlardan hâle yürürler.. marifete hâl ile erer, marifete hâl ile erdirirler. Onlar ashab-ı hâl; söz ebeliği yapıp kendini laf kalabalığına boğanlarsa ashâb-ı akvâl veya makâldir.

Başkalarına hak ve ‎hakikatleri ulaştırmada kullanılması gereken dil de, kâlden ziyade Müslümanın hâl dili olmalıdır. Mühtedîlerin İslâm'a koşmalarının arkasında pozitif ilimlerin ve rasyonalizmin ‎dilinden daha güçlü ve tesirli bir beyan, sözden daha güçlü bir lisan vardır ki, o da İslâm'ın, temsil yoluyla seslendirilen hâl besteli, Kur'ân ‎ve Sünnet güfteli ruhî hayatıdır. Malumunuz: Hazreti İsa'nın havarileri de Ashâb-ı Kirâm efendilerimiz de, değişik milletlerle temasa geçtikleri ve onlara hakkı, hakikati anlattıkları dönemlerde o milletlerin dillerini bilmiyorlardı, onların kültürlerine de yabancıydılar. Fakat, hâl, tavır ve davranışlarıyla, materyalizme kilitlenmiş gönüllere, büyük ölçüde ‎maneviyata dayanan, maneviyat kaynaklı ve maneviyat buudlu hakikatleri anlatmaya muvaffak oldular. Önlerindeki kocaman badireleri nasıl aştılar? İnsanların ölmeye yüz tutmuş gönüllerine nasıl ulaştılar? Nasıl oldu da onca insanı Allah'a iman nuruyla buluşturdular? Bu soruların cevabı, "İman ve İslam'ın, hakkıyla inanmış gönüllere kazandırdığı hâl diliyle" olsa gerek.

Bu açıdan, güzel söz söylemek, iyi laf etmek önemli değildir. Dilin bir yararlı yanı vardır o da, hâlden zuhur eden şeylerde bir iğlâk ve ibhâm, kapalı ve belirsiz ifade varsa onları açma, şerhetme vazifesini görmesidir. Öyleyse, hâlimiz daima dilimizin önünde olmalı, tavır ve davranışlarımız sözlerimize yön vermelidir ki hem Allah nezninde yalancı olmayalım, hem de insanlar nazarında kendi itibarımıza dokunmayalım. Âleme bazı şeyleri telkin ederken onun berisinde başka haltlar karıştımamamız, müstakim olmamız lazım. Evet, müstakim görünmek değil, mustakim olmak lazım. Allah Teâlâ, "Öyleyse ey Resulüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et, istikamet üzere ol." (Hud, 11/112) buyuruyor. "Sadece sözlerinizde müstakim olun, başkalarını ikna edecek şekilde söz düzgünlüğüne bakın." demiyor. "Festekim kemâ ümirte" buyuruyor; yani, "nasıl emrolundunsa tavır ve davranışlarınla öyle dosdoğru ol" diyor. Evet, dinimizde "olma" önemlidir, görünme değil; yaşama ve tatbik etme önemlidir; söyleme ve telkin değil. İslam, yeryüzünde "görünme" ve riyâkarlığın kökünü kesmek, "olma" ve anlatılanları yaşamayı hâsıl etmek için gelmiştir. Dolayısıyla, müessir olabilmeniz de bir yönüyle anlattıklarınızı yaşamanıza bağlıdır. Yaşarsanız müessir olursunuz, Allah'ın izniyle. Çünkü, siz kalbleri fethe tâlipsiniz, gönüllere girmek istiyorsunuz. O çok zor bir meseledir; zira, kalblerin kilidinin anahtarı sadece Allah'ın elindedir. Oraya nüfûz edebilme ancak Allah'ın yardımıyla, inayetiyle mümkündür. O kilidi açacak, sözlerinizin hedefine ulaşmasını sağlayacak ve tesiri yaratacak Allah'tır. Siz Allah'ın yanında değilseniz, maiyyete mazhar değilseniz, katiyen müessir olamazsınız. Evet, tesir sözlerde değildir; o sözlerin hâle tercüman olmasında ve Allah rızası gözetilerek söylenmesindedir.

Kulaklar Doydu, Gözler Aç!..

Bir insan dînî emirleri ne kadar yerine getiriyor, yasaklardan ne kadar kaçınıyorsa, Allah nezdinde o kadar kıymeti vardır ve kıymeti ölçüsünde de müessiriyeti vardır onun. Hâl ve kâl, hakkı tutup kaldırma, onu temsil edip anlatma adına çok önemli iki cepheli bir dildir. Bu iki görünümlü tek dil hakikatle gürleyince, onun tesiri müthiş olur. Beyan-hâl farklılığına düşmeyenlerin ifadeleri iz bırakıcı ve kalıcıdır. Cenab-ı Hakk'ın Hazreti İsa'ya "Ya İsa, önce nefsine va'z et. Eğer o kabul ederse, sonra insanlara nasihatte bulun! Yoksa (nefsinin kabullenmediği şeyleri başkalarına anlatma hususunda) benden utan!" sözünde saklıdır yapma ve anlatma beraberliğindeki sır. O halde insan, inandığı şeyleri önce yaşamalı, sonra da kendinden tecrid mülahazası içinde, duygu, düşünce ve iç derinliklerini seslendirmelidir. Gecelerini gafletle geçiren biri, teheccüdden, gece namazından bahsederken utanmalı.. namazını huşû ve hudû ile kılamıyor, Allah'a karşı saygılı davranıp gerekli mehabet ve mehafeti içinde duyamıyorsa, kamil namazdan dem vurmamalı.. adanmış bir gönle sahip değilse, bir tek kelime ile dahi "yaşatmak için yaşamak"tan katiyen bahis açmamalıdır; açmamalıdır zira, bir hikmete binaen Allah anlatılan hususların tesir gücünü, anlatanın yaşamasına bağlamıştır.

Allah (cc), "Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemek, Allah'ın en çok nefret ettiği şeylerdendir."(Saff, 61/2-3) buyurmaktadır. Yanlış anlaşılmasın, ayet-i kerime, zemm makamında "niye-niçin" diyerek sorgularken, "Sakın yaşamadıklarınızı anlatmayın" demiyor. "Madem söylüyorsunuz, Hakk'a tercüman oluyorsunuz, davranışlarınız neden O'na tercüman değil? Bir şeyi söyleyip de yapmamak, Allah indinde gazaba vesile olacak şeylerin en büyüklerindendir, en menfur bir davranıştır." diyor. Anlattıklarını uygulamayan bir kimsenin hiç konuşmamasını değil, konuşanın, anlattığı hususları uygulama azmi içinde olmasınının lüzumunu ifade ediyor. Zira yaşamak ayrı anlatmak da ayrı birer ibadettir. İkisini birden yapmayan iki günah, birini yapmayan da bir günahla kendini tesirsizliğe mahkum etmiş olur. Mesela, iffetli olma, harama bakmamadan bahsediyorsanız, çarşıda pazarda sizin işiniz ne? Farz bir vazife olmayınca, günaha girmenin muhtemel olduğu yerlere ne diye gidiyorsunuz? Vâcib bir vazife yoksa, sokakta niye dolaşıyorsunuz? Evet, yapmadığınız şeyleri söylemeniz, daha doğrusu, söylediğiniz şeyleri uygulamamanız hem gazab-ı ilahiyi celb eder, hem tesir gücünüzü kırar, hem de size olan güveni sarsar, anlattıklarınız "kuru bir laf" olarak işitilip unutulur.

Ben çok sukûtî insan tanıdım, geçenlerde bir yazıda da onlara dair ipuçları vermeye çalıştım. Konuşmaları icab ettiği yerde o insanların da bazen konuştukları olurdu ama onların söz ve beyanları daha ziyade hallerinden süzülen mânâları açmaya matuf, mübhem hisleri şerhetme istikametinde ve gözsüzlere kapalı hakîkatleri avamîleştirme yönünde olurdu. Onlar halleriyle seslendirdikleri sükûtî hutbeleriyle herkesi mestederlerdi. Onların hâl ve gönül derinliklerinden dolayı, dillerini bilen-bilmeyen hemen herkes ne demek istediklerini rahatlıkla anlar ve onlara büyülenirdi. Onların yanındayken "duydum, öğrendim ve inandım" yerine "gördüm, hissettim ve bende oldum" derdik. Konuşurken hikmet konuşurlardı. Sükût ederken de derin murakabe bakışlarıyla insanın âdeta içini delerlerdi. Çok kaynağa uğradım, çok çeşmenin başına gittim ama heyhat, hiçbirinde kovamı dolduramadım. Avare dolaştım, avare gezdim. Avare gezdiğime hâlim şahit değil mi? Ama laf ederken hikmet konuşan, sessiz dururken de tefekkür eden o sukutîlerin sukûtu hâlâ üzerimde tesir icra eder.. onlarınki kristalleşmiş tefekkür, kristalleşmiş murakâbedir.. mesela; İhramcızâde İsmail Efendi ile beraber olmuştum. Onca zaman içinde belki iki kelime ancak konuşmuştu. Ama boynunu bir yana kırıp boynu eğriymiş gibi saygıyla duruşu, diz üstü oturuşu, mahcup tavrı ve her haline nüfuz eden, Allah'ın huzurunda olma havası bana çok tesir etmişti.

Hani hep deriz ya: "Çok güzel hutbeler dinledim, büyük hatiplerin sözlerine kulak verdim. Artık kulaklarım doydu. Fakat, gözlerim aç. İslamın lafını eden değil, onu yaşayan insan görmek istiyorum." Maalesef, sözler, söz söyleyenden bîzâr. Hutbeler, hatipten bîzâr. Va'z u nasihatlar vâizden bîzâr. Kimse kırılmasın, ben kendimi de dahil ederek söylüyorum. Namaz kılan, Kuran okuyan, camide saf tutan insanların çehrelerinde haşyet görmüyorum. Allah'ın huzurunda duruyor oluşumuz halimize aksetmiyor, haşyet yok duruşumuzda. Kalbler ölmüş adeta. Saflar arasında müteharrik mezarlar gibi kıpırdanışlar durumumuza tam uyuyor. Bir cenaze yatıyor, kalkıyor, eğiliyor ve doğruluyor; çoğumuz cenaze gibi Allah huzuruna geliyor ve cenaze gibi gidiyor. Ve dolayısıyla da müslümanlar adına iyi bir görüntü olmuyor, hâlimiz kimseye bir şey ifade etmiyor. Bu ifadelerim müminler hakkında su-i zansa, Rabbimden affımı dilenir, sizden de özür dilerim. Reyhâni kadınları taşladığı bir yerde, "Duyarsa kadınlar taşlarlar seni/ Kimisi bilir dini imanı/ Asiye, Meryem gibi sultana benzer" der halk ağızıyla. Aramızda dini-imanı iyi bilen, Ebû bekir, Ömer gibi sultana benzeyen insanlar da vardır. Namaza başladığı andan itibaren, onun her saniyesinde şuuruna, benliğine namazı duyurarak eda eden üç-beş insan da vardır mutlaka. Ama genel manzara bende müminlerin bir boşlukta dönüp durduğu hissini uyarıyor. Nice kimseler var ki, camide de olsalar çok boşlar, çok ürpertisiz yaşıyorlar, çok gâfiller. Namazı bile esneyerek edâ ediyorlar. Namaz hayatları döşek hayatlarına denk gidiyor. Ama döşek hayatlarına, ibadet ü taat havasını taşımaları söz konusu değil. Namazda dururken döşeği yanlarına getiriyorlar; fakat, döşekte de Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ufkunu yanlarına alamıyorlar. Merhum Mehmet Akif diyor ya;

"Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile,
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir,
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!"

Allahım, Bizi Kendimize Getir!

Evet, müessiriyet yolu araştırıyorsanız o hâlden geçer. İyi sözler ezberlemeye, tumturaklı ifadeleri ard arda dizmeye çabalamayın sakın. İyi laf etmek için o türlü sunîliklere temayül göstermeyin. Unutmayın ki, Ümmet-i Muhammed hâlde kaybetmesiyle kaybetmiştir. Hâl insanı çok azdır günümüzde. Bu, hâl insanı kıtlığı müminleri bitirmiştir. Düşünün, hakkı yok mu vücuduzun zerrelerinin sizinle beraber Allah'ı duymaya? Hakkı yok mu şuurunuzun da O'nunla doymaya? Zihniniz O'nunla ürpersin, akıl ve mantığınıza da O hükmetsin, O'nun hâzır ve nâzır oluşu damarlarınızda cereyan eden alyuvarlara, akyuvarlara da tesir etsin, bütün benliğinizde bir ürperti halinde O hissedilsin.. sizin mahiyet-i cismaniyenizin hakkı değil mi bütün bunlar? Onlar da Allah'ı duymalı, namazı duymalı değiller mi? Öyleyse, yarın hesaba çekmezler mi bizi; mesela, "Nerede siz, nerede namaz!" diye sormazlar mı?.. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) namaz kılarken, bir tencerenin kaynarken çıkardığı ses gibi ses gelirdi sinesinden. İçinde boyunduruk varmış gibi kıvranırdı. Gözyaşlarıyla mübarek sakallarını, seccadesini ıslatırdı. Hazreti Üstad kıvrana kıvrana namaz kılardı, "Allahu Ekber" derken, bütün benliğinde duyarak, onun havasını zerrelerine dahi içirerek söylerdi. Şimdi bize demezler mi: "Nerede siz, nerede namaz!" Sizi ye'se düşürmek, içinize is saçmak, sinelerinizi sıkıntıya sokmak için söylemiyorum bunları. Madem işin hakikati Efendimizin, Sahabe-i Güzînin, Üstadımızın gösterdiği, yaptığı gibi; öyleyse, gelin hakikatini bulalım bu işin, kurtulalım sunîliklerden, terkedelim formaliteleri ve işin hakikatine yürüyelim. Allah Resûlü (aleyhissalatü vesselam): "Nice namaz kılanlar vardır ki, nasipleri sadece yorgunluk ve zahmettir." buyuruyor; gelin namaz yorgunu olmaktan Allah'a sığınalım. Yalvaralım Rabbimize, "Allah'ım, bize hakkı olduğu gibi göster; hakikati kendi çerçevesiyle ruhumuza duyur ve hissettir. Bizi ona ittibaya muvaffak kıl. Bâtılı da kendi çirkin çerçevesiyle olduğu gibi göster ve bizi ondan ictinâba muvaffak kıl." Hakkı hak bilip ona hakkıyla ittiba, bâtılı batıl bilip ondan da bütün bütün ictinab" için Rabbimizin yardımını dilenelim.

Sözlerim sizi ye'se düşürmesin. Mümin için hiçbir zaman ümitsizlik sözkonusu değildir. Ben kendimi gırtlağıma kadar kusur içinde görüyorum. Çok korkuyorum; bazen yüreğim ağzıma geliyor, inanın, pek çok gece uykum kaçıyor, uyuyamıyorum; "Eğer olmam lazım geldiği gibi olamamışsam Rabbimin huzuruna nasıl çıkarım, ötede ne olur benim hâlim?" diyorum. Fakat, her şeye rağmen, hiç ye'se düştüğümü hatırlamıyorum. Allah bizim Mevlâmızken ye'se nasıl düşerim ki? Sonunda meseleyi getirip yine "inne Rahmetî sebakat alâ gadabî" hakikatine bağlayarak, O'nun rahmetinin daima gazabının önünde olduğunu düşünerek nefes alıyorum; "O'nun rahmeti her şeyden daha geniştir, benim gibileri bile affeder." diyorum. Diyorum ama asıl yapılması gerekenin derlenip toparlanma olduğunun da farkındayım. Öze dönme, yenilenme, kendine gelme... Kendinde olmadan yaşamaktansa, bence ölmek daha iyidir. Artık ne diyeyim: "Allah'ım, ya bizi kendimize getir veya bizi Kendine al."

Amansız Tenkitlere Karşı Dengeli Mukabele

Soru:İnandığımız ve saygı duyduğumuz değerler aleyhinde konuşan insanlara karşı tavır ve tepkimiz nasıl olmalıdır?

Cevap:Öncelikle ifade etmek gerekir ki zaman, bir mü’min açısından çok kıymetlidir, hiçbir parçası israf edilmeden çok iyi değerlendirilmelidir. Zira vaktin boş veya faydasız şeylerle geçirilmesi, Kur’ân-ı Kerim’in yasakladığı (Bkz.: A’râf Sûresi, 7/31) israf kategorisinde dâhildir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de kıymeti bilinemeyen iki husustan birisi olarak sıhhatin yanında zamanı zikretmiştir. (Bkz.: Buharî, rikâk 1) Dolayısıyla bir mü’min vaktini neyle geçirdiğine dikkat etmeli, gereksiz yere aktüel konularla meşgul olmamalı ve hele onda zihin ve fikir dağınıklığı hâsıl edebilecek şeylerden olabildiğince uzak durmaya çalışmalıdır.

Özellikle televizyon ve internetin çok yaygınlaştığı ve herkesin yazıp çizdiği veya konuştuğu günümüz dünyasında bu konuda dikkatli hareket etmek, okuyacağımız, dinleyeceğimiz, izleyeceğimiz, takip edeceğimiz şeyleri mutlaka filtreye tâbi tutarak sadece işimize yarayacak, düşünce ufkumuzu açacak, hizmet strateji ve felsefemizi zenginleştirecek olanları almak daha bir önem kazanmıştır.

Mâlâyâniyâtı Terk Etme

Keşke bir kısım yollar bulabilsek de internetin veya televizyonun tuşuna dokunduğumuzda karşımıza sadece milletimizin kaderi, İslâm dünyasının genel durumu ya da insanlığın geleceğine dair faydalı olabilecek programlara ulaşabilsek. Böylece gereksiz yere bizde zihin kirliliğine veya fikir dağınıklığına sebebiyet verebilecek faydasız ve laubali şeylerden uzak durmuş oluruz. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, مِنْ حُسْنِ إِسْلَامِ المَرْءِ تَرْكُهُ مَا لَا يَعْنِيهِ “Bir kişininmâlâyâniyâtı (kendisini ilgilendirmeyen, bir faydası olmayan şeyleri) terk etmesi, onun Müslümanlığının en güzel derinliklerinden biridir.” (Tirmizi, zühd 11; İbn Mâce, fiten 12) buyurmak suretiyle bu konuda mü’mine seçici ve titiz davranmayı tavsiye etmiştir.

Hadiste geçen مَا لَا يَعْنِيهِ ifadesi dilimize de mâlâyâniyât şeklinde çoğul bir kelime olarak girmiştir. Mânâsı ise bir insanın asıl hedef ve maksadı olamayacak, onun dünyevî ve uhrevî hayatı adına bir faydası olmayan boş ve gereksiz şeyler demektir. İnsan bu tür şeylerden kaçınmalı ve asıl üzerinde durulması, takip edilmesi ve konsantre olunması gerekli olan faydalı mevzularla ilgilenmelidir. Zira her insanın belli bir kapasitesi vardır. Bu yüzden ona düşen vazife, bu kapasiteyi, kendisine yarar sağlayacak en uygun yerde kullanmaktır. Eğer doğrudan bizi alâkadar etmeyen mevzulara dalarsak dağılır ve gücümüzü kaybederiz. Bunun sonucu olarak da fikren ve zihnen yoğunlaşmamız gereken mevzulara konsantre olamayız.

Öte yandan şayet birileri dine bağlı meselelerde saygısızca konuşuyor, laubaliliğe giriyor ve biz de bu türlü şeyleri takip ediyorsak, bir süre sonra bunlar bizi de olumsuz etkileyebilir. Duyduklarımızı kendi aramızda konuşmaya başlar ve gereksiz yere bunlarla meşgul oluruz. Bir süre sonra farkına varmadan onlara benzemeye de başlayabiliriz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), çok gülmenin bile kalbi öldüreceğini söylediğine göre, bu tür şeyler kalbî ve ruhî hayatımız adına onulmaz yaraların açılmasına sebep olabilir. Bu mevzuda ölçü, bizde din ve diyanetimiz adına metafizik gerilim hâsıl edecek, aşk u şevkimizi artıracak mevzularla meşgul olmaktır.

Hele bir de temel disiplinlerimiz açısından mahzurlu gördüğümüz yazı ve konuşmalara makul cevaplar verecek ve onları tashih edecek bir konumda bulunmuyorsak, bunlarla zihnimizi meşgul etmemizin bize hiçbir faydası yoktur; hatta zararı vardır. Gereksiz yere haksızlığa şahit olmuş ve onu dinlemiş oluruz.

Öte yandan özellikle dinî mevzularda konuşan insanların çok dikkatli olmaları gerekir. Konuşma yapmadan önce ciddi bir zihnî hazırlık yapmaları ve söyleyecekleri meseleyi derli toplu ortaya koymaları, maksatlarını doğru ifade edebilme adına çok önemlidir. Yoksa irticalî konuşmanın esnekliği içerisinde kırık dökük ifadelerle insanlara bir şey anlatmak mümkün değildir. Özellikle dine ait olan veya büyük bir kitleyi alâkadar eden konuları ele alırken daha bir dikkatli olmalı, ciddiyeti muhafaza etmeli, yanlış anlaşılacak beyanlardan sakınmalı ve her zaman müstakim düşüncenin temsilcisi olmalıdır.

Sabır ve Tahammül

Diğer taraftan, gerek inandığınız değerler gerekse şahsınız aleyhinde dile getirilen her söze karşılık vermek, sürekli birilerine cevap yetiştirmekle meşgul olmak doğru değildir. Konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’in şu beyanı bu konuda yönlendirici olmalıdır: وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Şayet sabredecek olursanız, bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” (Nahl sûresi, 15/126)

Söz buraya gelmişken Hz. Ebû Bekir’in yaşamış olduğu bir hâdiseyi hatırlayabiliriz. Rivayet edildiği üzere Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda bir şahıs, Hz. Ebû Bekir’e karşı bir takım kaba ve çirkin sözler sarf eder. Hz. Ebû Bekir sabreder ve onun bu sözlerine karşılık vermez. Fakat bir aralık bardağı taşıran bir şey olur ve Hz. Ebû Bekir de ona mukabelede bulunur. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yerinden kalkıp oradan ayrılır. Hz. Ebû Bekir hemen arkasından yetişir ve O’na bu tavrının sebebini sorar. Efendimiz de şöyle cevap verir: “Sen sükût ettiğin sürece bir melek senin bedeline ona cevap veriyordu. Fakat sen cevap vermeye başlayınca melek gitti, şeytan geldi. Ben de kalktım, şeytanla aynı meclisi paylaşmak istemedim.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned 15/390)

Dengeli ve Makul Cevaplar Verme

Her ne kadar yanlış konuşma ve yanlış beyanlara karşı ilgili ilgisiz herkesin cevap vermesi doğru olmasa ve bu bazen daha büyük zararların ortaya çıkmasına sebep olsa da elbette başkalarına bir şey söyleme ve cevap verme mevkiinde olanların, gerekli durumlarda üzerlerine düşeni yapmaları, tavzih ve tashihlerde bulunmaları gerekir. Fakat burada da dikkat edilmesi gereken bir kısım ölçüler olmalıdır.

Öncelikle insan bu konuda duygularının tesirine kapılmamalı, gergin ve hiddetli olduğu zamanlarda konuşmamalıdır. Eğer hissiyatımızı tatmin arayışıyla hareket edersek, falsoya sebebiyet verecek davranışlara girebiliriz. Hâlbuki bu, oldukça temkin ve teyakkuz gerektiren bir konudur. Bu yüzden gözümüzün, fikrimizin, düşüncelerimizin açık olduğu, sakin ve müteyakkız bulunduğumuz zamanları kollamalı ve diyeceklerimizi o zaman demeliyiz.

Böyle bir meselenin asla aceleye tahammülü yoktur. Hususiyle hırçın ve asabî insanlar karşısında birkaç defa düşünüp bir defa konuşun, imkân varsa bugün değil yarın cevap verin. Yemekleri yutmadan önce güzelce çiğnediğiniz gibi, sözlerinizi de dile getirmeden önce mutlaka birkaç defa düşünce potalarından geçirin. Nasıl ki çiğnenmeden yutulan yemekler yutak, gırtlak ve mide açısından problemdir, düşünce ve tefekkür süzgecinden geçirmeden aceleyle söylenen sözler de insanın başına çok problemler açabilir. Hatta bazen çok güzel mülâhaza ve düşünceler bile güzel bir beyana kavuşturulmadığı için yanlış anlaşılabilir.

Aceleyle ve irticalînin esnekliği içinde bir şeyler söyleyip de maksadını doğru ifade edebilen çok az insan vardır. Nitekim zaman zaman kendisine mikrofon uzatılan bazı insanların nasıl baltayı taşa vurduklarına pek çok defa şahit olmuşsunuzdur. Çünkü bu, herkesin başarabileceği bir iş değildir. Bu yüzden de mutlaka birilerine cevap verme adına konuşmadan veya yazmadan önce -Kur’ânî üslupla söyleyecek olursak- ciddi bir tefekkür, tedebbür ve tezekküre ihtiyaç vardır.

Yumuşak Üsluptan Ayrılmama

Öte yandan, birilerine cevap verelim, onların yanlışlarını düzeltelim derken insanlardaki kin ve nefreti tetiklememeli; kaba ve sert davranışlardan sakınmalıyız. Muhatabımız her kim olursa olsun, üslubumuzu bozmamalı ve karakterimizden taviz vermemeliyiz. Onlar dikkatsiz, temkinsiz ve ölçüsüz konuşsalar bile bu bizi ölçüsüzlüğe sevk etmemelidir. Dengeli ve ölçülü hareket etmek bizim lâzım-ı gayr-i mufarıkımız (bizden ayrılması mümkün olmayan bir özelliğimiz) olmalıdır.

Bu konuda Hz. Bediüzzaman’la ilgili şöyle bir olay anlatılır. Bir gün ziyaretine, aleyhinde karikatürler çizen bir gazeteci gelir. Hz. Pir ona çok iltifatta bulunur. Giderken de onu kendisine yakışır bir saygı ve edeple uğurlar. Talebeleri bu durumdan biraz rahatsız olurlar. Onların bu rahatsızlığı Üstadlarının tavrını beğenmediklerinden değil, Üstadları namına ciddi bir gayret hissi taşımalarından kaynaklanmaktadır. Hz. Pir, talebelerinin bu hislerini anladığı için onlara şöyle der: Eğer sizin yüz tane düşmanınız olsa, bunların sayısının doksan dokuza inmesini istemez misiniz? Evet, meselenin mantıkî yanı budur. Hiç kimse yüz olan düşmanını yüz bir etmeyi istemez. Ama herkes bu düşmanlarının sayısının azalmasından memnun olur. O hâlde bunu gerçekleştirmeye bağlı hareket etmek gerekir.

Bize düşen vazife, başkalarıyla konuşurken veya onlara cevap verirken elimizden geliyorsa hiç kimseyi küstürmemektir. Mesleğimizin muhabbetiyle yaşamak bizi başkalarına karşı düşmanca tavırlara sevk etmemelidir. İnsanlar söylediklerimizi veya yazdıklarımızı saf vicdanlarıyla test ettikleri zaman en azından bize hak vermeli veya hakemliklerine müracaat edildiğinde bizim hakkımızda olumlu düşünceler beyan etmelidirler.

Duygu ve düşüncelerin başkalarına ulaştığı bir kısım yollar, şehrahlar vardır. Siz, insanları hırçınlığa ve huşunete sevk ederseniz, bu yolların güvenliğini tehlikeye atmış olursunuz. Eğer yürüdüğünüz yollarda güzergâh emniyetini sağlamak ve herhangi bir trafik kazasının yaşanmasına sebebiyet vermek istemiyorsanız, elden geldiğince yumuşaklıktan ayrılmamalı; hâl-i leyyin, tavr-ı leyyini ve kavl-i leyyini (yumuşak hâl, yumuşak söz, yumuşak tavrı) kendinize ilke edinmelisiniz.

Bu aynı zamanda İslâmiyet’in de önemli bir emridir. Zira Allah (celle celâluhu), Hz. Musa ve Hz. Harun’u, dönemin korkunç bir tiranı olan Firavun’a gönderirken onlara bile kavl-i leyyini emretmiştir: اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى – فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى “Firavun’a gidin. Çünkü o iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki aklını başına alır veya korkar.” (Tâhâ Sûresi, 20/43-44) Âyet-i kerimede yer alan لَعَلَّهُ lafzı “terecci” ifade ettiği için burada ifade edilmek istenilen mânâyı şu şekilde anlayabiliriz: Eğer siz Firavun’un öğüt almasını, yumuşamasını ve haşyet duymasını ümit ediyorsanız, bunun yolu kavl-i leyyinden geçer.

Özellikle günümüzde, gaye-i hayallerini gerçekleştirme istikametinde dünyanın dört bir yanına açılan ve gittikleri yerlerde çok farklı kültür ortamlarında yetişmiş insanlarla karşılaşan hizmet gönüllülerinin kullanacağı ortak bir dil varsa bu da mülayemet dilidir. Her zaman kullandığımız tabirle ifade edecek olursak onlar, mutlaka gönüllerinde herkesin oturacağı bir sandalye bulundurmalıdırlar. Onlara muhalif olan veya düşmanlık besleyen bazı insanlar tavır ve davranışlarıyla bazen bu sandalyeyi devirebilirler. Buna rağmen onlar Kur’ân’ın hatırına, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hatırına kendilerine yapılan kötülükleri affetmeli, bunlara karşı aynıyla mukabelede bulunmamalıdırlar. Hatta onlara düşmanlık yapanlar geriye dönüp geldiklerinde yine onları bıraktıkları gibi kalb ve gönül dünyaları herkese açık olarak bulmalıdırlar. Çünkü sertlik ve huşunet, dostların kapılarını bile kaparken, mülâyemet ve yumuşaklık düşmanların bile kapılarını açabilir.

Söz buraya gelmişken Mus’ab İbn Umeyr ile Sa’d İbn Muaz arasında geçen bir hâdiseyi hatırlayabiliriz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mus’ab İbn Umeyr’i İslâm’ı talim etmesi adına Medine’ye gönderir. Fakat birileri Evs kabilesinin reisi olan Sad İbn Muaz’ı onun aleyhine doldurur. Ona, Hz. Mus’ab’ın insanların kafasını karıştırdığını ve mukaddesatlarının aleyhinde konuştuğunu söylerler. Bunun üzerine Hz. Sa’d kılıcını kuşanır ve doğruca Mus’ab İbn Umeyr’in yanına gelir. O, evden içeriye girer girmez kılıcını çekip Hz. Mus’ab’ın kellesini alacağını söylese de Hz. Mus’ab -henüz yirmili yaşlarda çiçeği burnunda bir delikanlı olmasına rağmen- oldukça yumuşak, olgun ve sakin davranır. Ona hitaben, “Otur ve diyeceklerimi dinle. Eğer beğenmezsen dilediği yapabilirsin.” der. Hz. Sa’d onu dinledikten sonra birdenbire değişir ve onun arkasında yerini alır.

Evet, mülayemet bizim hiçbir zaman vazgeçemeyeceğimiz, taviz veremeyeceğimiz şiarımız olmalıdır. Öfkeyle, şiddetle, bağırıp çağırmakla nefse bir şeyler kazandırsak bile kendimizi gerektiği gibi anlatamayız. Daha da önemlisi insanlara Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdiremez, Allah’ı tanıtamayız. İnsanlar da onları, tanınması gerektiği şekilde tanıyamadıklarından ötürü dalalet ve küfre saparlar.

Meseleye daha geniş bir perspektiften yaklaşacak olursak, özellikle devletlerin silahlanma yarışına girdiği, atom ve hidrojen bombaları gibi oldukça öldürücü nükleer silahların üretimine yöneldiği bir çağda insanlığın hoşgörüye, sevgiye ve yumuşaklığa her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır. Meseleye bir İngiliz filozofunun gözüyle yaklaşacak olursak, eğer bir üçüncü cihan harbi çıkacak olursa maktul mezara, katil de yoğun bakım ünitesine kaldırılacaktır.

Meseleleri Müşterek Akla Test Ettirme

Bütün bunların yanında ifade ve beyanlarımızda gerek şahsî enaniyetten gerekse cemaat enaniyetinden de olabildiğine uzak kalmalıyız. Tumturaklı laflarla kendimizi ifade etmemeli, sırf karşı tarafın sesini kesmek ve onu ilzam etmek için uğraşmamalı, hak ve hakikatin ortaya çıkması için gayret etmeliyiz. Çünkü ele alınan meseleler egoizme ve aidiyet mülâhazasına bağlandığı takdirde, değil düşmanlar dostlar bile bize karşı kapılarını sürgüleyecek ve Sûzî’nin dediği gibi, “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir.” diyeceklerdir.

Bir insanın tek başına bütün bu hususların altından kalkması, başarılması çok zor bir iştir. Bu sebeple kimse sadece kendi düşünceleriyle iktifa etmemeli, mutlaka meselelerini, fikrine itimat ettiği insanlara da arz etmeli ve onların da görüşlerini almalıdır. Bunu yaptığı takdirde o, düşüncelerini müşterek akla test ettirmiş olacağı için yanılma ihtimali çok daha düşük olacaktır.  

Evet, mesele sadece bir iman meselesi değildir. O imanın gelişmesi için her şeyden önce bir güven ortamına ihtiyaç vardır. Kavgaların, şiddet ve hiddetin, çatışma ve sürtüşmelerin hüküm ferma olduğu bir zeminde kimsenin bir başkasına kendisini dinletebilmesi ve bir şeyler anlatabilmesi söz konusu değildir. Bu tür tavırlar, nefsanî hissiyatımız açısından bizi tatmin etse de bunun kimseye bir faydası olmayacaktır.

Amel ve Cedel

Soru: Mâruf-i Kerhî Hazretleri’ne isnat edilen; “Cenâb-ı Hak, hayır murad ettiği kulları için amel kapısını açar, cedel kapısını kapatır.” muhtevasındaki sözü nasıl anlamalıyız?

Amelin Ruhu: İhlas

Soru: Bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), أَخْلِصُوا أَعْمَالَكُمْ لِلهِ فَإِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ إِلَّا مَا خَلَصَ لَهُ“Her zaman amellerinizde Allah’ın rızasını gözetin. Zira Allah, amelin sırf Kendisi için olanını kabul eder.” (Bkz.: ed-Dârakutnî, es-Sünen 1/51; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/33) buyurmaktadır. Efendimiz’in hedef olarak gösterdiği “amellerde Allah’ın rızasını gözetme” şuur ve hassasiyetini nasıl elde edebiliriz?

Cevap: Allah’a (celle celâluhu) gönül vermiş hakikî bir mü’minin, bütün tavır ve davranışlarında Allah’ın rızasını gözetmesi, bir an bile kendini mülâhazaya almaması, “Ben konuştum, ben yaptım, ben ettim.” dememesi, hatta yapıp ettiklerini hafızasından bile silmesi gerekir. Mü’min, bilhassa hak ve hakikate çağırırken, asla gırtlak ağalığı yapmamalı; bir yerde hak ve hakikat adına sohbet edecekse, konuştukları mutlaka gönlünün sesi olmalıdır. Neticeye ulaştığında ise o, yapmış olduğu işlerin, elde ettiği başarıların bir santimini bile kendisine ayırmamalıdır.

Kalbden vizesiz ölü sözler

Elbette böyle bir şuura ulaşma bir anda elde edilecek bir şey değildir. İnsanın, “Ben, var mıyım, yok muyum?” diyecek ölçüde sürekli kendini silme temrinatı yapıp, zamanla kendini görmeyecek bir keyfiyete ulaşması gerekir. Aksi takdirde yapılan hayırlı işlerin tesiri çok dar bir daireye münhasır kalacaktır da doğurgan olmayacaktır. Muvakkaten bir hareketlenme olsa da, yapılan hizmetler kalıcılık vaat etmeyecektir.

Günümüzde camilerde tilâvet edilen Kur’ân’ların, okunan ezanların, o süslü kametlerin, cemaati farza hazırlama adına okunan İhlâs-ı Şeriflerin onda biri bile, ihtimal, Devr-i Risalet-penahi’de yapılmıyordu. Bugün minarelerden okunan ezanlarla âdeta her yer lerzeye geliyor. Cami kürsülerinde, televizyon ekranlarında sürekli konuşmalar yapılıyor, vaaz u nasihatler ediliyor. Fakat bütün bunlar kalblere tesir etmiyor, gönüllere girmiyor, insanlar Saadet Asrı’ndaki gibi Allah’a yönlendirilemiyor. Çünkü ağızdan çıkan sözler, kalbden vize almıyor. Eğer bir insan, اَللهُ أَكْبَرُ“Allah büyüktür.” derken bile kendi büyüklüğünden dem tutuyor, belli ses ve nağmelerle kendini ifade ediyorsa; Allah ve Peygamber’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bahsederken de onları ne kadar iyi anlatabildiğini gösteriyorsa, böyle birisi bütün bu sözlerinde zımnî bir yalana giriyor demektir.

İmanda derinlik

Böyle bir durum, iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanlar için çok ciddî bir tehlikedir. Eğer bugüne kadar hep meselenin kenarından köşesinden gidilmiş ve olması gerektiği şekilde bir türlü işin merkezine otağ kurulamamışsa, o hâlde öncelikle yapılması gereken içe yönelmemiz, imanda derinleşme mevzuunda kendimizi rehabiliteye tâbi tutmamızdır. Esasında sahabî ahlâk ve anlayışı da bunu gerektirir. Çünkü onlar, birbirleriyle karşılaştıklarında, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً“Hele gel, seninle bir saat Allah’a iman edelim.” derlerdi. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/265; İbn Hacer, el-İsâbe 4/83) Yani, “Şu ana kadarki imanımız bir şey ifade ediyordu. Ama bunun, yarın adına bir şey ifade edip etmeyeceğini bilmiyoruz. Bu yüzden onu bir kere daha gözden geçirelim.” Dikkat edilirse sahabîler, “Yeniden iman edelim.” değil de “bir saat Allah’a iman edelim” tabirini kullanmışlardır. Bunun anlamı da tıpkı Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr el-Gıfârî’ye (radıyallâhu anh), جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derindir.” (ed-Deylemî, el-Müsned 5/339) tavsiyesinde buyurduğu gibi, her gün yeni bir yolculuğa açılma demektir.

İnsan, yolculuğa çıkacağı zaman, “ne olur ne olmaz” diyerek arabasını gözden geçirdiği, motorundan tekerleğine onun parçalarını kontrole tâbi tuttuğu gibi, Allah karşısındaki sorumluluk ve vazifelerinde de restorasyona ihtiyacı olan yönlerini tamir etmeli, yeni bir konsantrasyonla imanını bir kere daha yenilemelidir. Çünkü çok derin olan bu hayat deryasına alelâde açılan bir insan, her an batabilir. Kaldı ki onun önünde berzahla başlayıp Cennet veya Cehennem’le noktalanacak upuzun bir yolculuk vardır. Dolayısıyla insan, bilmediği böyle bir yola çıkarken, çok iyi hazırlık yapmalıdır.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hemen akabinde, وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ“Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun.” buyurarak upuzun bir yolculuğa işaret etmiştir. İnsanın hazır ettiği azık, onu sırat köprüsünden geçirecek ve Cennet’e girmesine vesile olacak enginlikte bulunmalıdır. Oradaki sırat köprüsü, dünya köprüleri gibi değildir. Bir hamlede, bir nefhada sıratın bir başından girip öbür başından çıkma imkânı olmayabilir. Bu mevzudaki hadis-i şeriflerin ifadelerine bakılacak olursa o, belki dünya hayatımız kadar uzun bir yolculuk olacaktır. İnsanın Cennet’e girebilmesi de bu köprüden geçmesine bağlıdır.

İnsan, bu uzun yolculukta ihtiyaç duyacağı azığı edinmenin yanında, kendisine yük olacak her türlü hata ve günahtan da uzak kalmalıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mânâyı da, وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ“Sırtındaki dünya yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp.” sözüyle ifade etmiştir. Yani insan, sırtında bir sürü hesapla kabre girmemeye, berzaha açılmamaya, mahşere düşmemeye ve sırattaki çengellere takılmamaya bakmalıdır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ebû Zerr’e yaptığı tavsiyesinde son olarak, وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ“Amelinde ihlâslı ol, sadece O’nu düşün. Zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in, senin yapıp ettiklerinden haberdardır.”buyurmuştur. Bunu Hazreti Pîr’in ifadesiyle açıklamak gerekirse şöyle diyebiliriz: “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz.” (Bediüzzaman, Lem’alar s.21 (Üçüncü Lem’a, Üçüncü Nükte)) Zira sizin davranışlarınızı kritik edip değerlendiren, onları değerler hanesine kaydeden Zât, sizi her zaman görüyor. Sizin hiçbir davranışınız O’na kapalı değildir. O, her şeyinize nigehbandır.

Sürekli muhasebe

İşte dünya hayatının bu çerçevede ele alınması gerekir. Bu meselenin zühul, gaflet, nisyan ve vurdumduymazlığa tahammülü yoktur. Hak dostlarından Esved İbn Yezid en-Nehâî’nin ifade ettiği gibi, اَلْأَمْرُ جِدٌّ، اَلْأَمْرُ جِدٌّ“İş bildiğiniz gibi değil; çok ama çok ciddî!” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/104) Yani o, hafife alınacak, karambole havale edilecek, basit ve uluorta bir iş değildir. Çünkü burada sonsuz bir azaptan kurtulma veya kurtulamama meselesi söz konusudur. Dolayısıyla insanın, namazını, orucunu ve diğer ibadet ü taatini bu bilinçle değerlendirmesi ve sürekli kendisini muhasebe etmesi gerekir.

Bu itibarla insanın, herhangi bir meseleyi anlatırken, “Cenâb-ı Hak doğru konuştursun, doğru ifade ettirsin, sözlerimize tesir lütfeylesin, gönüllerde mâkes buldursun!” demesi işin bir yanıdır. Bunun yanında meselenin bencillikten kurtarılması ve ihlâsla yapılması da ayrı bir buududur. “Allah’ım, bütün sözlerim Senin rızana uygun cereyan etsin.” demeyi de hiçbir zaman ihmal etmemelidir. Farklı bir ifadeyle, Kur’ân’ın Hazreti Musa’nın yakarışıyla talim buyurduğu, رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِي يَفْقَهُوا قَوْلِي“Rabbim! Yüreğime genişlik ver, işimi kolaylaştır. Dilimden şu bağı çöz ki sözümü anlasınlar.” (Tâhâ sûresi, 20/25-27) duası, vird-i zebanımız olmalıdır. Fakat bununla birlikte, مَعَ رِضَاكَ يَا رَبِّ“Rabbim, Senin rızanla birlikte!” demeyi de ihmal etmemeliyiz.

İhlâs âbidesi temsilciler

Biraz daha açacak olursak insanın her zaman, “Deyip ettiklerimi rızanla derinleştir, hoşnutluğunla taçlandır! Teveccühünle, nazarınla, inayetinle, riayetinle onlara sonsuz derinlikler kazandır! Yoksa ben fânîyim, ahiret yurduna gittiğim zaman her şey bitecek. Günde elli, yüz defa yapacağım, edeceğim şeyler içinde Sen yoksan ne çıkar, bir anlamı yok!” diyebilecek yürekliliği ortaya koyması gerekir.

Merhum Nureddin Topçu, mevlit, naat ve münacaat okumakla kendilerini ifade eden insanlara “gırtlak ağaları” derdi. Çünkü o, samimiyete çok açık durur ve ihlâsın önemini sürekli vurgulardı. Hazreti Pîr’in bu konudaki duruşu ise baş döndürecek ölçüde şayan-ı takdirdir. O, ihlâssız ve samimî olmayan hiçbir şeyi kabullenmek istememiş; kalbinin muhassalası olmayan her şeyi yere çalmış ve üzerinde raks etmiştir. Günümüzde işte böylesine birkaç düzine ihlâs âbidesine ihtiyaç vardır. Zira dünyanın çehresini onlar değiştirecektir. Ücrete, takdire, tebcile bağlı vazife yapanların, muvakkat bir kıpırdanışa vesile olmaları söz konusu olsa da kalıcı herhangi bir şey yaptıkları şimdiye kadar görülmemiştir. Evet, meseleleri dünyeviliğe, takdir ve tebcile, çıkar ve menfaate bağlı götüren insanlar, muvakkaten bir tesir icra etseler bile, şimdiye kadar kalıcı ve ciddî bir şey ortaya koyamadıkları gibi bundan sonra da koyamayacaklardır.

İnsanlığın İftihar Tablosu ve O’nun Râşid Halifeler’inden sonra gelen Emevîlerin, Abbasîlerin, Harzemlilerin, Eyyûbîlerin, Selçukluların ve Osmanlıların İslâm’a birçok hizmetleri olmuştur. Onlar hususiyle belirli dönemlerde gül devrinin birer temsilcisi olarak vazife yapmış, sonra da birer yâd-ı cemil olarak ruhlarının ufkuna uçup gitmişlerdir. Fakat onlar, hiçbir zaman Râşid Halifeler’in elde ettiği başarı ve muvaffakiyetleri elde edememişlerdir. İşte bunun sebebi Râşid Halifeler’in derinlerden derin o baş döndürücü ihlâs ve samimiyetleridir. Bugün insanlığın şekle, surete, popülizme, takdire, alkışlanmaya, büyük büyük iddialara değil, yeryüzünde hakikî Müslümanlığın ihlasla yaşanmasına, samimiyetle temsil edilmesine, hâl ile gösterilmesine ihtiyacı vardır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Anarşist Ruhlar ve Modern Karmatîler

Bir makalenizde, hoşgörü ve diyalog çalışmalarına karşı düşmanca davrananların, bir Karmatî hezeyanıyla her şeye saldırdığını, bir Hâricî mantığıyla her şeyi ve herkesi kesip-biçtiğini ve bir anarşist tavrıyla her şeye hücum ettiğini belirtiyorsunuz. Karmatî hezeyanı, Hâricî mantık ve anarşist tavır ifadeleriyle neyi kastediyorsunuz?

Karmatîlik, milâdî dokuzuncu yüzyılda Hamdan b. Karmat tarafından kurulan sapık bir Bâtınî fırkadır. Hamdan, halkın fakirliğinden yararlanarak "ortak mülkiyet" ve zenginlerin mallarını paylaşma düşünceleriyle özellikle Irak ve çevresinde tesirli olmuştur. Görünüşte dindar olsalar da, gerçekte ekonomik düşünceleri, politik beklenti ve hedefleri olan ve etraflarına topladıkları çapulcularla Abbâsî halîfesine karşı isyana kalkışan Karmatîler, senelerce ehl-i sünnet Müslümanlara zulmedip çoklarını şehit etmişlerdir. Hac yollarını kesmiş, Mekke-i Mükerreme’ye saldırmış, Hacer-ül-Esved’i çalıp Kâbe’den Basra’ya kaçırmışlardır. Nikah müessesesini de reddeden Karmatîler, haramlara, "güzel san’at" ismini vermiş, kadınlarda da ortaklığı kabûl ederek fuhuş ve her türlü ahlaksızlıkla özellikle gençleri baştan çıkarmış, şarap ve benzeri içkileri helâl saymışlardır. Kısacası, Karmatîler, kendi heva ve heveslerine göre bir din icat etmiş, kendilerinden olmayanları "cehennemlik" görmüş, fitne ve fesat üreterek senelerce bozguncunluk yapmışlardır. Bunlara, o zamanın anarşistleri, nihilistleri de denebilir.

Haricîler ise, Sıffîn muharebesinde, hakem tayinine razı olup anlaşmayı kabûl ettiği için Hz. Ali’den uzaklaşan, halîfeliği Hz. Muâviye’ye bırakmaktığı için Haydar-ı Kerrâr’ı büyük günah işlemiş olmakla suçlayan ve kendileri gibi düşünmeyen -sahabiler de dahil- diğer Müslümanları –hâşâ– kafir kabul eden sapık fırkadır. Haricîler, İslâm’a inanmış olsalar da dar ufuklu, düşünce fakiri insanlardı. Onlar için hareket her zaman bilgiden, marifetten önce geliyordu. Bu sebeple bağnazlığa, huşunete ve hoşgörüsüzlüğe saplanmış, sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklenmişlerdi. Ruhlarındaki taşkınlık ve atılganlıklarının da tesiriyle bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanlarının peşinde sürükleniyorlardı. Onları bilgi ve marifet değil, slogan, heyecan ve muhâlif olma düşüncesi yönlendiriyordu. Belki Kur’ân’ı çok okuyorlardı ama, onun zâhirî manasına sarılıyor, kendi anladıklarının dışında başka bir ihtimal kabul etmiyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanları kâfir sayıyor, onların öldürülmeleri gerektiğine inanıyor ve bu hususta son derece acımasız, gaddar ve zalimâne davranıyorlardı.

İşte, hoşgörü ve diyalog gayretlerini baltalayan, barış ve dostluk rüyasını çatlatanlar da Karmatîler ve Haricîler gibi davrandılar ve adeta bir modern Karmatîlik, bir çağdaş Haricîlik sergilediler. Onlar da, kendilerinin Müslüman olduklarını söylediler; ama bir kısmı, Batınî yorumlarla dine saldırdı, din olarak heva ve heveslerinin emirlerine uydular; diğerleri de, bağnazca davranarak hem ayet ve hadislerin sadece zahirî manalarını esas aldılar, hem de kendilerinden olmayan diğer Müslümanlara karşı ve dolayısıyla da bize karşı düşmanlık duygularını körüklediler, hınç ve gayz bıçaklarını bilediler. Bir kısmı, koyu bir Bâtınîlik mülahazasına kapılarak, kendilerini insan üstü, müteal varlıklar şeklinde gördü, herkese tepeden baktılar; diğerleri ise, zahirî nasslara bağlı, hiç te’vil bilmeyen, tebliğ üslubundan ve müsamahadan nasipsiz, terbiyesiz ve saygısız kimselerdi; onlar da fitne ateşini tutuşturdu ve hoşgörü hareketini dinamitlediler.

Bu iki gruba daha sonra anarşist ruhlar da dahil oldu. Karmatî hezeyanı ve Haricî taşkınlığı, Müslümanlar arasından da bazılarının teröristlerin ağına düşmesine sebebiyet verdi. Onlar da, Müslümanlık adına kargaşaya karıştılar, başkalarını tehdit ettiler ve hatta insan öldürdüler. İster millî, isterse dinî hisler hesabına olsun, bazı saf kimseler, bir kısım karanlık güç odakları tarafından kullanıldı; dinden nasipsizler din hesabına kan döktüler ve böylece dinsizlere de koz vermiş oldular. Bazı zalimlerin Müslümanlara karşı yaptıkları mezalimi adeta meşru hale getirdiler. Çünkü, ortada sistemi tanımayan, devlete baş kaldıran, demokratik kurallara ve laik sisteme isyan eden bazı kimseler vardı. Dolayısıyla "O baş kaldırmaları bastırması devletin hakkıdır." mülahazası hasıl oldu. Bu arada, ihtimaller de vukuat yerine konarak "Bunların tehlikeli olmaları da muhtemeldir, öyleyse bunların da ezilmesi lazımdır." vehim ve safsatalarıyla pek çok masumun da canı yandı. Müslümanlıkta canlı bombanın yeri yoktu ve olamazdı. Tarih boyunca, İslâm’dan, masum kimseleri öldürme gibi bir fetva alınamamıştı ve alınamazdı. Fakat, kandırılmış ya da değişik yollarla ve ilaçlarla uyuşturulmuş insanların Karmatîce ve Haricîce davranışları neticesinde bembeyaz insanlar karalandı, ap-ak Müslümanlık kapkara gösterildi. Allah’a teslim ve emniyetin temsilcisi olan Müslümanlar birer potansiyel teröristmiş gibi sergilendi.

Evet, iki unsur işin vehametini artırdı: Zalimlerin hışmı, ceberutu ve kararlılığı; bir de, onlara koz veren bazı saf kimselerin tavır ve davranışları.

O süreçte en büyük zararı ortadaki insanlar, mütereddid ve mütehayyirler gördü. Onlar, meydana gelen hadiselere bakınca ve meydanda boy gösteren bir kısım anarşist ruhlara, bazı nihilistlere, bir avuç Haricî ve Karmatî’ye şahit olunca, "İşin doğrusu bunlar da biraz fazla ileriye gidiyorlar ve yapılanları hakediyorlar." dediler ve gadredenlerin bu mevzudaki ceberûtî tatbikatını ma’kul ve meşrû kabul ettiler. Yapılanları, sistemin müdafaası şeklinde algıladılar. O gün idareci olanlar da, ya kasten göz yumdular, ya da meseleleri algılamada zuhûller yaşadılar. Neticede o tereddütlüler, tereddütlerine yenildiler ve hoşgörü atmosferinin bozulmasına, uzanan barış ellerinin geri çekilmesine razı oldular.

Olup bitenler biraz da tahribatın kolay olması esprisine bağlanabilir. Tahribat, çok az, küçük bir gurubun elinden de olsa yine tesirli olabilir. Çünkü yıkma kolaydır. Karalama, yalan ve iftiranın yayılması birkaç kiralık kalemle her zaman mümkündür. O dönemde bunu da yaptılar. Yalan ve iftiralara başvurdular, bazı kimseleri ve müesseseleri karaladılar. Basın-yayın hürriyeti gölgesi altında iftira kampanyaları açtılar. Daha sonra, tekzib, tashih, tavzih ve tazminat davaları açılsa da bunlar aylarca sonra ancak sonuçlandı.. sonuçlandı ama bazılarının zihninde o kirli imajlar da bırakacağı tesiri bıraktı..

Bütün bu olumsuzluklara sebebiyet verenler "marjinal bir kesim"di. O küçük azınlık, bir gayri memnunlar topluluğuydu. Onlar adeta bir kast sistemine inanıyor, -hâşâ ve kellâ- kendilerini Zât-ı Ulûhiyet’in ağzı, gözü, burnu, kulağı gibi görüyor; kendileri dışındakileri de tırnaktan yaratılan kimseler olarak, Necip Fazıl’ın tabiriyle parya kabul ediyorlardı. Onlara göre, bir hayır olacaksa, onların eliyle olmalı, bir başarı elde edilecekse, o başarı mutlaka kendilerine mal edilmeliydi. Dindar insanlar da kim oluyordu ki adları diyalog ve hoşgörüyle anılsın? Müslümanların ne hakkı vardı ki eğitim denince hemen onlar akla gelsin? Hayır, menşe ve mahiyeti tırnak olanlar değil, kendileri gibi gözden kulaktan yaratılmış kimseler (!) önde olmalı, onlar başarıyla anılmalıydı. İster marjinal bir kesim, ister oligarşik bir azınlık, isterseniz de Kur’an’ın ifadesiyle şirzime-i kalîl deyin, işte o mağrur insanlar, yaptıkları şey tahrip olduğundan dolayı, çok zarar verdiler ve bu vatan sathını sarabilecek dostluk ve barış atmosferini bozdular...

Gerçi Allah’a sonsuz hamd olsun, ne yaparlarsa yapsınlar yine de Anadolu’nun samimi insanlarına tesir edemediler, çoklarının aklını bozamadılar. Bizzat kendilerinin yaptırdığı anketlerde halkın yüzde seksen beşinin yine diyalog ve eğitim hizmetlerine destek verdiğini gördüler. Halkımızın büyük bir çoğunluğu inanmadı yalan ve iftiralara. Mesela; medya yoluyla ve bütün güçleriyle saldırdıkları günlerde, bir arkadaşımızın anlattığı şu misal ne zaman hatırlasam gözlerimi yaşartır: Demişti ki: "Eve giderken, önümde yürüyen bir genç kızla bir delikanlının konuşmalarına şahit oldum. Bu iki genç, dindar görünmüyorlardı, kılık-kıyafet itibarıyla dinî hayata uzak gibi bir halleri vardı ve belli ki flört halinde idiler. Fakat kız diyordu ki: "Biliyor musun dün gece hiç uyuyamadım! O, hep "sevgi" diyen, sürekli hoşgörüye çağıran hoca var ya.. dün gece onun için neler dediler neler, bir sürü yalan söylediler. Evde hiçbirimiz uyuyamadık." Delikanlı da onun sözlerine mukabele etti ve "Yazık ediyorlar millete" dedi. Bu misal ve benzerlerinde gördüğüm toplumun o mevzudaki tavrı, benim için teselli ve inşirah kaynağı oldu.

Evet, Karmatî hezeyanı, Hâricî mantık ve anarşist tavır kendi karakterini o dönemde de ortaya koydu. Bundan sonra da o tür hadiseler olabilir. Eğer ehl-i iman, daha bir derlenir, toparlanır ve gelecek adına kendisini ifade edecek hale gelirse; yani, hoşgörü ve diyalog soluklar, sulh ve sükun der, her yerde ve herkese barış mesajları vermeye devam ederse, bundan rahatsızlık duyanlar da mutlaka olacaktır. Doğrusu onlara, "Siz niye çoğalmıyorsunuz? Yani, dindarlar belli argümanları kullanıyor ve çoğalıyorlarsa, herkes tarafından hüsn-ü kabul görüyorlarsa; siz de dinsizliğe ait bazı argümanları kullanın ve siz de çoğalın. Demek ki, millet size iltifat etmiyor. Ne yapalım; öyleyse siz de iltifat edilecek hâle gelin, inandırıcı olun, güven va’d edin ve siz de gönüllere girin." denebilir.

Aslında, Ramazan ayının şu mübarek dakikalarında sizlere şerli insanlardan bahsetmek istemezdim. Zira, eşrârın bahsi rahmeti inkıtaya uğratır; kötülükle oturup kalkan ve sadece kötülük düşünen kimselerden bahsetmek üzerimize yağan rahmetin kesilmesine sebebiyet verir. Bizim sürekli hayırlılardan bahsedip hep hayırla oturup kalkmamız lazım ki başımızdan boşalan rahmet yağmurları devamlı ve kalıcı olsun. Ne var ki, televizyondan seyrettiğim iftar sofraları, hoşgörü deyip bir araya gelen farklı düşünce temsilcilerinin elele tutuşması ve artık birbirine "öteki" nazarıyla bakmayan insanların varlığı bana kundaklanan hoşgörü ve diyalog günlerini ve o güzel günlerin kundakçılarını bir kere daha hatırlattı. Keşke, onlar da düşmanlığı meslek edinmeseler, onca güzel faaliyete bir defa da hüsn-ü niyetle baksalar ve kendilerine uzatılan dostluk ellerine hiç olmazsa bir zeytin dalıyla mukabele etselerdi.

Fakat, neylersiniz ki, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Öyleyse, bize de kendi karakterimize göre davranmaya devam etmek düşer. Bizim yolumuz, imanda derinleşme ve müsbet hareket yoludur. Bu çerçevede bize düşen vazife de, tıpkı Sahabe Efendilerimiz gibi, "Hele gel, bir saat daha Sohbet-i Cânân’da bulunalım" deyip, her fırsatı değerlendirerek imanda derinleşmek ve kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın, iman hakikatlerini başkalarına da ulaştırma yolunda aşk u şevkle yürümektir.

Anne-Baba Olma Arzusu

İnanan insanların anne-baba olma konusundaki ısrarlı istekleri doğru mudur? Çocuklarının olmaması eşlerin hata ve günahlarından dolayı mıdır? Çocuk talebinde hangi esaslara dikkat edilmelidir?

Arş'ı Titreten Çığlıklar

Soru: Hakiki rahat ve huzurun imanda olduğu, dünya ve ahiret saadetinin ancak onunla elde edilebileceği hususunda kanaatimiz tam olsa da hata, kusur ve günahlarımızı düşününce ve hele sohbetlerde misallerini dinlediğimiz selef-i salihînin hayatıyla bizimkini karşılaştırınca neredeyse ye’se düşecek gibi oluyoruz. İmanın vaad ettiği huzuru bazen kısa bir süreliğine hissetsek de sıkıntı, bunalım ve hafakanlar yakamızı bir türlü bırakmıyor. Kalbimizde, iman ile beraber bir sürü endişe ve korkunun da bulunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz, Cenâb-ı Hakk’ı tanımamız, O’nu tasdik etmemiz ve imanımız sayesinde, bu dünyayı bir zikirhâne, bir eğitim alanı ve bir imtihan meydanı gibi görürüz. İrademizin yetersiz kaldığı noktada, Allah Teâlâ’nın sonsuz iradesine dayanır; üstesinden gelemeyeceğimiz konularda O’nun kudretine itimat ederiz. Dolayısıyla, kendi acizliğimize rağmen Hakk’ın kudretiyle güçlü olur; fakr u zaruret içinde bulunduğumuz anlarda bile O’nun servetiyle zenginleşiriz. Şu dünyadaki bütün doğumları askerlik vazifesine başlama, ölümleri de askerlikten terhis olma sayarız. Bundan dolayı da bizim nazarımızda kâinattaki herkes ve her şey birer vazifeli memurdur ve her ses birer zikir, tesbih ve şükür nağmesidir.

Eserlerinde sürekli bu hakikati ifade eden Hazreti Üstad, "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikâtından kurtulabilir." der. Evet, kâinata iman nuruyla baktığımız sürece, bizim nazarımızda dünya karanlık değildir. Varlık ve eşyanın ifade ettiği manalar açıktır. Mahlukâtın çehresindeki her şeyi çok rahatlıkla okuyabilir; kendi varlığımızın ifade ettiği hakikatleri kolayca anlayabiliriz. Dünyanın ve insanlığın akıbeti mevzuunda da inanç ve kanaatlerimiz nettir; ebedî yokluk olmadığını; Cennet ya da Cehennem’le noktalanan bir yolculukta bulunduğumuzu; Cennet ve Cehennem’in de, belli ölçüde ve şart-ı âdi planında insanların iradelerine bağlandığını; iradesinin hakkını verenlerin –Allah’ın inayetiyle– Cennet’e, hevâ ve heveslerine yenilenlerin de –adl-i ilahîyle– Cehennem’e sevk edileceğini söyleyebiliriz. Sahabe Efendilerimizden Hârise b. Mâlik el-Ensârî’nin "Şimdi Rabbimin arşını ayan-beyan görür gibiyim. Sanki şu an Cennet ehlinin birbiriyle ziyaretleşmelerini görmekteyim. Âdetâ Cehennem’liklerin çığlıklarını duyuyorum." dediği gibi diyemesek de; Cehennem’dekilerin gulgulelerini (bağrışıp çağrışma, velvele) ve Cennet ehlinin şevk ü târab içinde neşeli seslerini duyamasak da, bunların bir hakikat olduğuna biz de inanıyoruz. Belki bazen kendimizi az sıksak Cehennem’in velvelesini duyacak gibi oluyor; bir yarım adım daha atsak Cennet koridoruna gireceğimiz hissine kapılıyoruz; yani, Cennet ve Cehennem’i çok yakınımızda biliyor ve varlıklarına kat’i iman ediyoruz. Belli ölçüde bütün varlığın mâhiyetini okuyor ve her şeyin O’na delalet ettiğini görüyoruz. Bu da, içinde bulunduğumuz anı nurlandırdığı gibi gelecek adına da ufkumuzu aydınlatıyor; hiçbir şey bizim için müphem ve muğlak kalmıyor.

Ayrıca, O’nun gönderdiği rehberler sayesinde vazife ve sorumluluklarımız da artık bâriz ve beyyin; onlar da bir aydınlık içinde. Namaz kıldığımız zaman ne yaptığımızı biliyoruz. Onu mü’minin miracı, kalblerin nuru ve sefine-i dinin dümeni olarak görüyoruz. Onunla Allah’a yaklaştığımıza ve başımızı yere koyduğumuz an O’na en yakın hâle geldiğimize inanıyoruz. Oruç tuttuğumuz zaman, "Oruç Benim içindir; sevabını da bizzat Ben veririm" vaad-i sübhânîsiyle ümitleniyor; sevabını sadece Allah’tan bekliyor ve mükafâtını alacağımız hususunda da asla şüpheye düşmüyoruz. Hacca giderken, yeniden bir doğuş ve diriliş yaşama, günahların ağırlığını Arafat’ta döküp yüklerden kurtularak geri dönme duygularıyla dopdolu olarak yola koyuluyor ve Rahman’ın misafirlerinin mutlaka misafirperverlik göreceklerine itimad ediyoruz. İşte bütün bu inanç, ümit ve uhrevî beklentiler, hem sorumluluklarımız, hem mesuliyetlerimiz ve hem de umduğumuz mükafâtlar adına bize gayet açık, oldukça net ve çok güzel manalar fısıldıyor. Bunlar sayesinde, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği, "İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." hakikatini vicdanlarımızda duyuyoruz. O tûbâ-i Cennet çekirdeği sayesindedir ki, gam ve keder sâikleriyle kuşatıldığımız zamanlarda bile hep huzur içindeyiz ve asla ne devamlı gam çekiyor ne de kederin süreklisini biliyoruz. Bazı anlarda gam ve keder tatsak bile, hemen Allah’ı zikrediyor, O’nun güç ve kuvvetine dayanıyor, ilahî merhamete sığınıyoruz. Böylece sıkıntıların arka yüzündeki uhrevî güzellikleri görerek elemleri lezzetlere çeviriyor ve korku, endişe, gam ve kederleri "hüzn-ü mukaddes" renkleriyle beziyoruz.

Mukaddes Hüzün

Tabiî ki, inanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat, onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Çünkü, o korku ve endişelerin arkasında, mücerred, kuru bir imana güvenmeme duygusu ve imanı daha sağlam bir teminat altına alma ihtiyacı vardır. İnsanın kendi ameline güvenmemesi, imanını koruma altına almak için emin yollar araması ve her an düşebileceği endişesiyle Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine iltica etmesi de yine imandan kaynaklanan bir hâldir. Eğer iman etmişseniz, mutlaka Cennet’i ümit edecek ve Cemâlullah arzusuyla öteleri gözleyeceksiniz. Aynı zamanda, "Allah korusun, attığımız yanlış bir adımdan ötürü ya Cennet kapısından geriye dönersek ne olur bizim halimiz? Müslüman doğduk, müslüman yaşadık; fakat, hafizanallah, ya devrilir gider ve hayatın sonunda bir çukura yuvarlanırsak ne yaparız?" şeklinde endişeler de duyacaksınız. İşte, ahiret hesabına böyle bir korku ve endişe içinde olma da imanın gereğidir. Bir insan, burada kendini rahat hissediyor, "Buldum, erdim, kurtuldum" diyorsa, onun akıbetinden endişe edilir. Fakat, ebedî hayat adına hâlinden endişe duyuyor, ahiret korkularını burada yaşıyorsa, ötede endişelerden âzâde hâle gelir. Nitekim, Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste "İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem." buyurmaktadır. Evet, dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar, orada korkularla kıvranacak; burada havf (korku) içinde yaşayanlarsa, ahirette emniyet ve huzur içinde olacaklardır.

Bir insanın, ahiret hesabına korkması ve kendi akıbetinden endişe etmesi çok önemlidir. Çünkü bu endişe, onu Allah’a yönelmeye ve ‎günahlara karşı tavır almaya sevkeder; gelecekte ‎tehlikeli hallere maruz kalmaması için, teyakkuza geçmesini ve uyanık olmasını sağlar. Akıbetinden ‎endişe etmeyen gafillerin halini, Kur’an-ı Kerim şöyle anlatır: "Binasını, Allah’a karşı gelmekten sakınma ve O’nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla beraber Cehenneme yuvarlanan mı? Allah zalimler gürûhuna hidâyet etmez, onları umduklarına eriştirmez." (Tevbe, 9/109) Bu âyette geçen "cüruf" kelimesi, her an yıkılmaya hazır bir yar ‎demektir. İşte ‎ameline güvenen ve akıbetinden endişe etmeyen insanların imanı –şayet varsa– tıpkı ‎sel sularının dere kenarında biriktirdiği toprak üzerine yapılan ev gibidir ve onun yıkılması an meselesidir. ‎

Hak dostları "hayatta iken havf kapısını ardına kadar açık bırakmak ve ölüm zamanı da recâya yapışmak" gerektiğini söylerler. Mü’minler, Allah’tan, Kıyamet gününün dehşetinden, Cehennem azabından ömür boyu korkmalıdırlar. Fakat, bu korku onları pasifliğe, hareketsizliğe, ümitsizlik ve karamsarlığa itmemelidir. Aksine onları, korkunun sebeplerini ortadan kaldıracak tutum ve davranışlara yöneltmelidir.

Aslında Kur’ân-ı Kerîm, gönüllerimize bütün bir hayat boyu âkıbet-endiş olma duygusunu aşılar ve ayaklarımızı her zaman yere sağlam basmamızı hatırlatır. Cenâb-ı Hak, bizim için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Nasıl, annesi tarafından azarlanan çocuk yine onun şefkatli kucağına koşuyorsa; korku ve endişeler de bizi ilâhî rahmetin enginliklerine yöneltir ve Allah’a sığınma duygularımızı tetikler. Ayrıca, sadece Cenâb-ı Hak’tan korkup yalnızca ahiretinden endişe eden bir vicdan, başkalarından korkma ve dünyevî endişelerle titreme belasından da kurtulmuş olur. "Eğer gerçek mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!" (Âl-i İmrân, 3/175) mealindeki ayet-i kerime de, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılmamasını ve dağınıklığa düşülmemesini vurgular.

Dahası, korku ve ahiret endişesinin derecesi imanın derecesini de gösterir. "Rab’lerine döneceklerine inandıklarından kalbleri titreyenler, O’nun yolunda mallarını harcayanlar.. evet, işte onlardır hayırlara koşanlar ve o işlerde öne geçenler!" (Mü’minûn sûresi, 23/60) meâlindeki âyet münasebetiyle, Hazreti Aişe validemiz buyurur ki: "Bu âyet nâzil olunca ‘âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?’ diye Rasûlullah’a sordum. Allah Rasûlü, ‘Hayır yâ Âişe, âyette anlatılanlar, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmadığı endişesiyle tir tir titreyenlerdir.’ buyurdular." Bu hadis-i şerifte de görüleceği üzere, hakiki mü’minler hayır ve hasenât adına koşar durur, daima salih amellerde bulunurlar ama amellerinin kabul olup olmadığı hususunda da sürekli endişe yaşar; yapıp ettiklerine asla güvenmezler. Şu kadar var ki, bu endişe onları ye’se atmaz, bilakis, daha çok gayret göstermeye, hayır ardında daha fazla koşturmaya sevk eder.

Bu itibarla bütün mü’minler, her durumda havf ve recâ dengesini gözetmelidirler ki, lâubaliliğe düşmesinler ve kazanç yolunu hüsranlarla karartmasınlar. Bir Hak dostu bu konuda ne hoş söyler:

"Korku öğret nefsine ey salikâ
Ol korkuyla gele nefsine bükâ;
Öyle korkmalı ki Huda’dan nefs-i dûn,
Havf-ı Hak’tan ola dem be dem zebûn.
Lâubali olmasın nefs-i denî
Sevk eder serbestliğe her dem seni.
Ehl-i iman lâubali söylemez
Terk-i teklife cesaret eylemez.
Havf-ı Hakk’a ol mülâzim dâimâ,
Kalbde olsun her an irfan rûnüma."

Tevbe Kapısı ve Ümit

Buraya kadar anlattıklarımızdan ayrı olarak, bir de işlenen günahlardan, kalbin tatminsizliğinden, ibadetlerle beslenememeden, arkadaşsızlıktan, okuma ve tefekkür adına boş bulunmaktan, meşguliyetsizlikten ve dine hizmet etmemekten kaynaklanan bazı sıkıntı, hafakan ve bunalım halleri vardır ki, bunlar insan gönlünde şeytanın her zaman nüfuz edebileceği gedikler açarlar. Şeytan, daha ziyade böyle âtıl insanlara, gevşeklik ve tembellik içinde miskin miskin oturanlara hücum eder. İşte bir insan, şeytanın hücumlarına yenik düşmüş ve kendini büyük günahlara salmışsa, kumar oynuyor, içki içiyor, sürekli hevâ ve heves peşinde koşuyorsa; fakat, yer yer aklı başına geliyor ve "Ne olacak benim hâlim?" diyor ve pişmanlık da izhar ediyorsa, ona da diyeceğimiz bazı şeyler vardır: Her şeyden önce, Allah’ın rahmeti çok geniştir; O, "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır" (A’raf, 7/156) buyurmakta ve bir kudsî hadiste ilâhî rahmetin her zaman gazabın önünde bulunduğunu ifade etmektedir. Ötede, şeytanların bile ümit ve beklentiye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayt kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr mânâsına gelecek şekilde ümit hissini yitirip ye’se kapılmak büyük bir günahtır.

İnsan, hayatının son dakikasında bile olsa, o tek dakikayı değerlendirip Allah’a dönebilir, O’na yönelip kurtulabilir. Dolayısıyla, endişeleri deşeleyecek hadiseler ve günahlar karşısında ye’se düşmek ve karamsarlığa kapılmak değil, recâ duygusuyla tevbeye ve salih amellere yapışmaktır esas olan. Bir müslüman, Allah’ın engin rahmeti varken asla ye’se düşmez; Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine teveccüh ederek, yitirdiği şeyleri bulmaya ve kaçırdıklarını telafi etmeye bakar. Evet, sizi korku ve endişeye atan sâikler nelerse onları düşünüp çareler aramanız lazım. Neden korkuyorsunuz veya sizi ye’se doğru iten şeyler nelerdir? "Ben mahvoldum, battım, işim bitti benim; beni kaldırıp partal bir eşya gibi Cehennemin bir gayyasına savururlar artık!" diye düşünürken, neye binaen bu türlü mülahazalara dalıyorsunuz? İşte, evvela Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini, merhametinin enginliğini ve O’nun hakkındaki recânızı gözlerinize sağlam bir gözlük gibi geçirmeli; sonra da sizi endişelendiren şeyler nelerse onları tesbit etmeli ve onların çaresini aramalısınız. Gözlerinize hakim olamamak mı korkutuyor sizi? O zaman gözlerinizi haram nazarlardan korumaya bakmalısınız. İki çeneniz arasından dökülen şeyler mi karartıyor ahiretinizi? Öyleyse, dudaklarınızı sadece hayır için açmalısınız? Hevâ ve hevesinize düşkünlüğünüz mü matlaştırıyor akıbetinizi? O halde keyif ve lezzeti helal dairesinde aramalı ve yapıp ettiğiniz her şeye helal vizesi sormalısınız. Yani, korku ve endişeler, sizi sizinle yüzleşmeye sevk etmeli. Kendi hayatınızın muhasebesini yapmalısınız. Perişan hallerinize bakmalı, kırılan noktalarınızı onarmalı, çatlayan yanlarınızı sarmalı ve eksiklerinizi telafi etmeye çalışmalısınız. Aslında, tevbe de bir manada, tıpkı sehiv secdesi gibidir. Sehiv secdesi, namazdaki bir ihmal, bir terk ve bir yanılmaya karşı "cebren linnoksan"dır, yani, ondaki eksiği, gediği sarma, pansuman yapma demektir. Tevbe de, insanın şahsî hayatındaki hatalara karşı cebren linnoksandır. O da bir sargıdır; kırığı ve çatlağı sarma, bir yönüyle, kulluk anlayışını yeniden cilalama manasına gelir.

Diğer taraftan, hakikaten günahlardan ürküyor, onların öldürücülüğüne inanıyor ve akıbetinizden endişe ediyorsanız, hemen bir tevbe kurnasına koşmanız ve o günahlara tekrar dönmemek için elinizden gelen her şeyi yapmanız icap eder. Aksine, insanın tevbesiz ve amelsiz af beklemesi veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, Cennet’ten dem vurması, yalancı bir recâ, boş bir kuruntu ve Allah’a karşı da bir saygısızlıktır.

Bu açıdan, bir insan, çok büyük hata ve günahlar işlese, -Allah korusun- adam öldürse, zina etse, içki içse bile, bütün bunlarla ye’se düşeceğine, hemen kendisini Cenâb-ı Hakk’ın rahmet deryasına salmalı ve tevbeye sığınmalıdır. Allah Teâlâ, her insana, onun irfan ve idrak seviyesine göre Kendisine yönelme merdiveni uzatmış; kulları için tevbe, inâbe ve evbe basamakları kurmuştur. Bir kudsî hadiste, "Ey âdemoğlu, Bana dua eder ve Benden affını istersen, günahın ne kadar çok olursa olsun onu affederim. Ey insan, günahların ufukları tutacak kadar çoğalsa ama sen yine istiğfar etsen, onun çokluğuna bakmadan günahlarını bağışlarım. Ey âdemoğlu, dünya dolusu hatayla da olsa Bana ortak koşmadan huzuruma gelirsen, Ben de dünyayı dolduracak kadar mağfiretle sana muamele ederim." buyurmuştur. Öyleyse, bir kulun günahı ne olursa olsun, ona düşen, yaptığı şeylere bir daha dönmemek, günahlardan uzak durmaya azm ü cezm ü kast eylemek ve bu kararında sağlam durmaya çalışmaktır. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sas) haber vermişlerdir ki, bir insan yüz defa tevbesini bozmuş olsa bile, "Allah’ım, ben yine düştüm; günahımı bağışla, beni affet.." diyerek ve o çirkinliklere dönmeme hususunda kesin karar vererek bir kere daha tevbe etse, Allah onun tevbesini yüzbirinci defa da kabul eder. Evet bu hususta önemli olan, "Hem endişe, hem de ümit ile O’na yalvarın. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti iyi kimselere yakındır." (Ârâf, 7/56) mealindeki ayete uygun bir şekilde endişe duygusunu ümitle dengeleyerek O’na yalvarmaktır; "Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet etsin ve Bana hakkıyla inansınlar ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler." (Bakara, 2/186) ilahî beyanına itimad ederek O’na yönelmek ve O’nun icabet edeceğine de katî inanmaktır.

Tevbenin kabul edilmesi için, gönülden pişmanlık duymak, eski hataları ürpertiyle ve büyük bir mahcubiyetle hatırlamak, ruhta meydana gelen boşlukları istiğfarla, ibadet ü tâatla doldurmak, Allah rızasına götüren yollar dışında geçen hayat için âh ü enîn edip ağlamak ve her türlü haksızlığı gidermeye çalışmak önemli hususlardır. Kul hakkı varsa onu gidermek, gıybet, haset ve su-i zan edilmişse, onlardan dolayı hakkı geçen insanlara meseleyi anlatıp haklarını helal ettirmek tevbenin mühim bir yanını teşkil eder.

Bu açıdan, "Ben günah işledim/işliyorum; dolayısıyla, artık kurtulabileceğime dair zerre kadar ümidim kalmadı" şeklindeki mülahazalar inanan bir gönlün düşünceleri olamaz. Şahsen, özellikle bazı anlarda akıbetimden çok korktuğum halde, ümitsizlik ve ye’se asla düşmedim; bundan sonra da düşmeyeceğim kanaatini taşıyorum. Çünkü, iğne deliği kadar bir aralıktan sızacak olan rahmet-i ilahiyenin bana da yeteceğine ve şu aciz kulu da zâyi etmeyeceğine inanıyorum. Yapmam gereken tek şey olduğunu zannediyorum; o da, eğer üzerimde bazı haklar olduğu hususunda gerçekten endişe duyuyorsam ve onlar o iğnenin deliğini de kapatacak gibi duruyorsa önümde, hemen onları ödemeye bakmalıyım; varsa hakkını yediğim bir insan ya da gıyabında olumsuz bazı şeyler söylediğim bir kimse, gitmeli, elini ayağını öpmeli, yalvarmalı ve "Ne olur, hakkını helal et" demeliyim. Böyle bir tevbe yolu varken ve Allah Yegâne Merhametli iken ne diye ye’se düşeyim? Ye’sin babası şeytanken, neden kendimi onun acımasız kollarına bırakayım? Hayır, M. Akif gibi, "Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar/Me'yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar" demeli; ayağa kalkıp doğrulmalı, elime tevbe baltasını alarak bütün günahların başını kırmalıyım.

Soru: Tevbe etmek, sadece bazı kelimeleri söylemekle mi olur; yoksa, tevbe maksadıyla namaz kılmak, Kur’an okumak ve bir istiğfar duası yapmak da söz konusu mudur?

Aslında, tevbenin özü pişmanlıktır; tevbe etmek, içten nedâmet duyma, hata ve günahlardan dolayı gerçekten pişman olma demektir. Pişmanlık tevbedeki manadır. Fakat, manaların da bir kalıbı olur ve onların kalıbı da sözlerdir, lafızlardır. Bundan dolayı "El-elfâzu kavâlibu’l-meâni – Lafızlar, manaların kalıplarıdır" denmiştir. Mesela; Cenâb-ı Hakk’a değişik şekillerde teveccüh etmek mümkündür; önemli olan O’na yönelme ve huşûdur. Fakat, namaz bu teveccüh için güzel bir kalıptır. Teveccüh o işin ruh ve manası; niyet, iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû ve sücûd ise o yönelmenin şeklidir. Şekil sadece kuru bir kalıp değildir; onun manaya kattığı ayrı bir derinlik vardır. İşte tevbenin de, bir özü ve manası olduğu gibi bir kalıbı da bulunur. Onun kalıbı da, öncelikle istiğfar ve dualardır. Özellikle, Şeddad bin Evs’den (ra) rivayet edilen hadisin "Seyyidü’l-İstiğfar" olarak anılan şu kısmı tevbe için önemli bir kalıptır: "Allâhümme ente Rabbî. Lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va'dike me'steta'tü, eûzü bike min şerri mâ sana'tü, ebûü leke bi ni'metike aleyye ve ebûü bi zenbî fağfirlî fe innehû lâ yağfiru'z-zünûbe illâ ente - Allahım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. İman ve ubûdiyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misâkın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Senin bana in'âm ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve i'tirâf ettiğim gibi kendi kusur ve günâhlarımı da i'tirâf ediyorum. Rabbim! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zîra, Senden başkası günâhları afv ü mağfiret edemez, yegâne Gafûr Sensin." Bu duayı her sabah dört kere söylemek sünnet olduğuna göre, demek ki, tevbeyi kelimelerle dile getirmenin de kendine has bir önemi var.

Ayrıca, bir kısım rivayetlerde, günahlarına tevbe etmek isteyen insanın iki rekat namaz kılmasının mendub bir nafile ibadet olduğu da anlatılmaktadır. Bu namaza bazıları "tevbe namazı", bazıları da "istiğfar namazı" demiş olsa bile, onun ismi de, o namazı kılacak insanın tevbesinin seviyesine göre değişebilir. Allah’ın emirlerine muhalefetin kalbde burkuntular hâlinde hissedilmesi ve ferdin, günahını idrak şuuruyla Hakk kapısına yönelmesi neticesinde kılınan namaza "tevbe namazı"; huzurda bulunma âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, büyük-küçük her gaflet karşısında Allah’ın rahmetine sığınma niyetiyle kılınana "inâbe namazı" ve mâsivayla alâkalı her şeyi gönülden söküp atma ve kalbi O’ndan başka her şeye kapama cehdiyle eda edilene de "evbe namazı" denebilir. Hazreti Ali (ra), Ebu Bekir Efendimizin şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sas), "Günah işleyen bir adam, hemen (sünnet ve âdâbına dikkat ederek) güzelce abdest alır, sonra iki rekat namaz kılar ve günahının mağrifetini Allah'tan dilerse, Allah ona mağrifet eder" buyurdu. Sonra Rasûlullah şu ayeti okudu: "Onlar, çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah’ı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim affedebilir ki? Bir de onlar, bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o günahları sürdürmezler." (Âl-i İmran, 3/135).

Bu namazda okunacak sure ya da ayetlerle alâkalı bir tayin yapılmamıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) hâcet namazında ve sabah namazının sünnetinde, genel olarak, Kâfirun ve İhlas surelerini tavsiye etmişlerdir. Bu tavsiyeye saygılı olma ve onu uygulamanın yanı başında, şahsen içimde tevbe duygusunu coşturacak ayetler okumayı tercih ettiğim zamanlar da oluyor. Mesela, bazen ilk rekatta, "De ki: "Ey mülk ve hakimiyet sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin elindedir. Sen elbette her şeye kâdirsin." (Âl-i İmran, 3/26) mealindeki ayeti ihtiva eden bir bölümü; ikinci rek’atta da, "De ki: "Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, Gafûr ve Rahîm’dir." (Zümer, 39/53) mealindeki ayetin de yer aldığı kısmı okuyorum.

Fakat, Kâfirun ve İhlas surelerinin ayrı önemi vardır. Bunların biri Tevhid-i Ubudiyetten, diğeri de Tevhid-i Uluhiyetten bahsetmektedir. Bu açıdan, onları okuyarak iki rekat namaz kılma tevbenin ruhuna daha da uygundur. Namazdan sonra ise, "Estağfirullâhe'l-Azîm el-Kerim ellezî lâ ilâhe illâ Hüve'l Hayyu'l-Kayyûm - Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, bizâtihî var olup başkasına muhtaç bulunmayan, her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan, hayat sahibi Hayy u Kayyum ve yegâne kerem sahibi yüce Allah’tan bağışlanmamı dilerim" deyip başı yere koymak ve "Yâ Hayyu yâ Kayyûm bi rahmetike esteğîsü, eslihlî şe’ni külleh ve lâtekilni ilâ nefsi tarfete ayn - Ey Hayy u Kayyum, Senin rahmetine sığınıyorum. Benim her hâlimi ıslah eyle, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa beni nefsimle başbaşa bırakma!" diyerek Rahman u Rahîm’den afv ve merhamet dilenmek gerekir. Dua ve zikir kitaplarında, yoruluncaya kadar "Ya Hayyu ya Kayyum..." diye inlemenin; lafızlara manayı, ses ve soluğa da kalb heyecanlarını katarak, hatta kalbin rikkat ve inceliğini gözyaşlarıyla konuşturarak söylemenin fazileti üzerinde durulur. O hâl üzere içini dökme, sızlanma, ağlama, nedametini tam ortaya koyma ve hem hâl hem de sözle "tevbeler tevbesi" deme tavsiye edilir. Peki, neye karşı böyle bir tevbe?!. Küçücük bir bakmaya, minnacık bir lokmaya, ufacık bir kelimeciğe, anlık bir öpmeciğe ve yalan bir sözcüğe.. bunlardan birine, ya da herbirine.. öyle pişmanlık duyma ve ölesiye ağlama ki, değil birisini, bin tanesini götürebilecek çağlayanlar meydana getirerek, hepsini silip temizlemeye çalışma.. işte asıl tevbe!..

Arş’ı Titreten Çığlıklar

Tevbenin şartlarına riayet etseler de, meseleyi sadece kalıbıyla ortaya koyanlar, boş iş mi yapmış sayılırlar? Hâşâ ve kellâ!.. Allah için yapılan hiçbir şey O’nun nezdinde karşılıksız kalmaz. Ancak tevbeden tevbeye fark vardır. Tevbe adına ortaya konan her söz ve davranış da, insanların niyet derinliği, iç enginliği ve huşû seviyesine göre değerlendirilir. Bunlar birer derinliktir ve pişmanlık iniltilerini bu derinliklerle sunmanın, tevbeye ayrı bir değer kazandırması söz konusudur. Bazen gönlünüzün en sırlı yerinden gelen bir inleme vesilesiyle bütün hata ve günahlarınızı temizler Allah Teâlâ. Samimi bir niyazınız giderir bütün günah lekelerini. Malumunuz, bir gün, Yunus bin Mettâ (as) öyle bir inler ki, tâ Arş-ı âzamı ihtizaza getirir. Melekler "Bu yakıcı iniltinin sahibi kim Ya Rabb!" diye sorarlar; "Bizim Yunus" cevabını alınca da, "Şu yanıp yakılan, içli içli dua eden Yunus mu?" demekten kendilerini alamazlar. Evet o, içli içli dua eden Yunus Nebî’dir; Arş’ı titreten de onun yakarışlarıdır.

İşte öyle bir inleme ve ağlama bütün günahları yuyup yıkamaya vesile olabilir. Fakat, sizin yakarışınız kendi kendinize olmalı; sesinizi ancak siz duymalısınız ve sadece Allah’a duyurmayı düşünmelisiniz. Çünkü biz bir nebî gibi masum ve masûn değiliz; görülme, duyulma ve bilinme neticesinde devrilebiliriz. Öyleyse âh u eninlerinizi ne şeytana duyurun ne de meleklere.. çığlıklarınız kalbinizden yükselsin ama yine kalbinize insin. Kalbiniz bütünüyle bir bamteli olsun; duygularınız da bir mızrab.. gönlünüzün sesi feryat gibi yükselsin, fakat sinenizin çeperlerini aşıp ağyara ulaşmasın, yine gönlünüzde boğulsun. Kıskanın içinizin samimiyetini; meleklere bile duyurmayın Allah’a adadığınız ses ve soluklarınızı. Rabbinizle aranızdaki sırlar hakkında çok kıskanç olun; O’ndan başka kimseye bildirmeyin, duyurmayın. O ince tavırlarınız, derin bakışlarınız ve içinizdeki derd u ızdırabınız başkalarının bulunduğu yerlerde de dökülüp saçılıyorsa ama siz farkında değilseniz, o tabiî dökülüşten dolayı muaheze olmazsınız. Fakat, duyurmama ve göstermeme iradeniz dahilinde ise, çok kıskanç olun sırlarınızı ortaya dökmeme hususunda. Rabbinizle aranızdaki sırlar sizin namusunuzdur; onları orada-burada açığa vurmak suretiyle namusunuzu fâş etmeyin.

Arşın Altında Gölgelenecek Yedi Zümre

Soru: Bir hadis-i şerifte hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın altında gölgelenecek yedi zümreden bahsediliyor. Bunların ortak özellikleri nelerdir?

Cevap: İnsanın kullukta seviye kazanmasını ve yaratılışıyla hedeflenen zirvelere ulaşmasını sağlayan en önemli iki şey, bir taraftan, ne kadar zor gelirse gelsin ibadet u taatlerini ifa etmesi, diğer yandan da yine ne kadar zor gelirse gelsin günah ve haramlardan uzak durmasıdır. Zira bir ameli ifa etmek ne kadar zorsa, insanın elde edeceği sevap ve mükâfat da o kadar fazla olacaktır. Aynı şekilde bir insan, uzak durulması çok zor olan günahlardan sakındığı takdirde, kulluğun zirvelerine ulaşması mümkün olacaktır. Mezkur hadiste ortak bir özellik olarak dikkat çeken husus, insanın sahip olduğu bir kısım fıtrî özellikler ve içinde bulunduğu şartlar itibarıyla yerine getirmesi çok zor olan amellerin, bu yedi zümre tarafından ifa edilmesidir.

Söz konusu hadis şu şekildedir: “Cenâb-ı Hak, başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde şu yedi grup insanı arşının gölgesinde gölgelendirecektir: Adaletli idareci, Rabbine ibadet neşvesiyle yetişen genç, kalbi mescitlere bağlı adam, birbirini Allah için sevip bir araya gelmeleri de ayrılmaları da Allah için olan iki insan, güzel ve asil bir kadının gayrimeşru isteğini ‘Ben Allah’tan korkarım.’ diyerek reddeden adam, Allah yolunda yaptığı infakı, sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek ölçüde gizli yapan kimse ve tek başınayken Allah’ı zikredip gözleri yaşlarla dolan kimse.” (Buharî, ezan 36; Müslim zekât 91)

Şimdi hadis-i şerifte zikredilen bu zümrelere sırasıyla yakından bakalım:

1- Adaletli İdareci

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arşın gölgesinde gölgelenecek kimselerin başında adaletli idareciyi saymıştır. Küçük bir kasabanın yönetiminden sorumlu olan bir kaymakamdan devletin yönetiminden sorumlu bir devlet başkanına kadar bütün idareci ve yöneticileri bu kapsamda düşünebiliriz. İşte böyle bir konumda bulunan, kılı kırk yararcasına adaleti tesis etmeye çalışan ve tek bir arpa tanesi kadar dahi olsa zulüm ve haksızlık irtikâp etmeme adına çok hassas davranan idareci hadisin müjdesine nail olacaktır.

Yönetimin herhangi bir basamağında yer almayan sıradan insanların adil olması belli ölçüde kolaydır. Fakat sorumluluk ve mesuliyetler arttıkça adaleti gözetmek ve istikameti korumak da zorlaşacaktır. Mesela bir köyde muhtarlık yapan bir kişinin sıradan bir insana göre adil olması daha zor olacağı gibi bir Yavuz veya Kanunî’nin konumunda bulunan ve koca bir devletten sorumlu olan bir insanın adaletli olması çok daha zor olacaktır. Çünkü böyle bir konumu ihraz eden kimseler büyük bir güç ve kuvvete sahiptirler. Onların yanında sürekli “hünkârım” deyip el pençe divan duran insanlar vardır. Ayrıca bir söz söylediklerinde iyi veya kötü olduğuna bakmaksızın alkış tufanı koparacak yığınlar da onların gözünün içine bakmaktadırlar.

İşte böyle bir konumda bulunan bir insanın güç zehirlenmesi yaşamaması, takdir ve alkışların cazibesine kapılmaması, elinde tuttuğu geniş imkânları suiistimal etmemesi; bütün bu saptırıcı ve yoldan çıkarıcı faktörlere rağmen adalet ve hakkaniyetten ayrılmaması hakikaten çok zordur. İşte bu zoru başarmış, kendisine ait olmayan bir arpa danesini dahi zimmetine geçirmeyen ve kendisine emanet edilen bütün imkânları, güç ve kuvveti sadece milletine hizmet etme istikametinde kullanan bir insan öbür tarafa gittiği zaman Allah’ın ekstradan sürprizleriyle karşılaşacaktır. Farklı bir ifadeyle insanın makam ve mansıbı yükseldikçe istikametini koruması da zorlaşacak; bu zoru başarma da onu dikey olarak insanî kemalâta yükseltecektir.

2- İbadet Aşığı Genç

Kur’ân’ın, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Ben, insanları ve cinleri yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât sûresi, 51/56) âyet-i kerimesine göre insanların asıl yaratılış gayeleri, Allah’a kullukta bulunmaktır. İbn Abbas’ın tefsiriyle Allah marifetine ulaşmaktır. Dolayısıyla dünya imtihanını kazanmanın yolu Allah’ı bilme, tanıma, sevme ve O’na hakkıyla kullukta bulunmaktan geçer. Hiç şüphesiz nefis ve şeytan gibi insanı yoldan çıkarabilecek bir kısım faktörler göz önüne alınacak olursa böyle bir imtihanı kazanmanın bir kısım zorluklarının olduğu anlaşılacaktır.

Allah’a hakkıyla kul olabilmenin herkes için bir kısım zorlukları bulunsa da heves ve arzuların dört bir yandan insanı kuşattığı gençlik döneminde arızasız ve kusursuz bir ibadet hayatının yaşanması gerçekten çok zordur. İşte bu sebepledir ki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), adaletli idareciden sonra arşın gölgesinde gölgelenecek ikinci zümrenin kendini ibadete vermiş, kulluk yolunda büyümüş, boy atmış ve kemale ermiş gençlerden oluştuğunu ifade buyurmuştur. Bir gencin, nefsinin heva ve heveslerine başkaldırması ve onların dayatmalarına “hayır” diyebilmesi çok zor olduğu için, bu zoru başaran ve heva yerine hüdaya uyan gençler hadis-i şerifte methedilmiştir. Demek ki bir gencin göz, kulak ve dil gibi organlarının haram istikametindeki arzu ve taleplerine “hayır” diyebilmesi, onu, kemâlât-ı insaniyenin zirvesine yükseltecektir.

3- Kalbi Mescitlere Bağlı Kimse

Hadiste üçüncü zümre olarak kalbi mescitlere bağlı olan kimseler zikredilmiştir. Öyle birini düşünün ki mescide gelip namazını kılıyor fakat mescitten çıkarken gönlü orada kalıyor. Dört gözle bir sonraki namaz vaktini beklemeye koyuluyor. Dünyanın cazibedar güzellikleri, maişet derdi, mal kazanma hırsı, hayatın lezzetlerinden kâm alma düşüncesi onun gönlünde yer bulamıyor. Bilâkis o, Rabbine kullukta bulunduğu mescitten ayrılıp dışarı çıktığı anda âdeta karbondioksite boğuluyor. Dolayısıyla da yeniden oksijen soluklama adına mescide dönmenin yolunu gözlemeye başlıyor. Mesela o, öğleyi kılıp çıktığında, “Hele bir ikindi ezanı okunsa da camiye koşsam; müezzinin ‘Allahu Ekber’ nidasını bir kere daha vicdanımda duysam.” demeye başlıyor.

Bunu Efendimiz’in şu hadisiyle de irtibatlandırabilirsiniz: مَنْ أَتَى فِرَاشَهُ وَهُوَ يَنْوِي أَنْ يَقُومَ يُصَلِّي مِنَ اللَّيْلِ فَغَلَبَتْهُ عَيْنَاهُ حَتَّى أَصْبَحَ كُتِبَ لَهُ مَا نَوَى وَكَانَ نَوْمُهُ صَدَقَةً عَلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ عَزَّ وَجَلَّ “Gece ibadete niyet ettikten sonra sabaha kadar uyuyup kalana, niyeti sebebiyle gece ibadet etmiş gibi sevap yazılır. Onun uykusu da Allah tarafından kendisi için sadaka kabul edilir.” (Nesai, kıyâmu’l-leyl 63; İbn Mâce, ikâmetü’s-salâ 177) Bu hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kalbi gece ibadetine bağlı olan bir insanın sırf bu niyetinden dolayı bile âdeta soluklarının tespih olacağını ifade buyuruyor.

Hiç şüphesiz bir insanın bu ölçüde mescitlere ve ibadete bağlanması, herkesin nail olamayacağı bir haldir. Dolayısıyla buna güç yetirebilenler de dikey olarak Allah’a yükseleceklerdir.

4- Allah İçin Birbirlerini Sevenler

Efendimiz’in hadiste ifade buyurduğu dördüncü zümre ise birbirini Allah için seven, bir araya gelmelerini ve ayrılmalarını O’nun rızasına bağlayan insanlardır. Esasında “Allah için sevme ve Allah için buğz etme” dinde önemli bir esastır. Fakat bu hiç de kolay değildir. Bir kişinin kendi çıkarlarını, zevklerini, isteklerini bir kenara bırakarak, başka bir insanı sırf dininden, diyanetinden, imanından, Allah’a yakın olmasından, dini ve milleti adına faydalı hizmetler yapmasından ötürü sevmesi ve ona alaka göstermesi hakikaten zordur.

Esasında bizim başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, O’nun Raşit Halifelerine ve diğer sahabe-i kirama karşı derince bir muhabbet beslememizin, onların yanında yer almak istememizin sebebi de Allah rızası değil midir? Daha açık bir ifadeyle bize sundukları ilâhî mesajdan, Allah’a yakınlıklarından, İslâm’ın güzelliklerini şahıslarında kusursuzca temsil ettiklerinden ve dinleri uğruna ciddi kahramanlıklar ortaya koyduklarından ötürü onları sevmiyor muyuz? Onların dinlerini yaşama ve temsil etme noktasındaki üstünlükleri ve güzellikleri, dünyadaki hiçbir kantarla tartılamaz. Hatta zannediyorum ahiretteki mizan bile onların faziletlerini tartamaz, kırılır.

Böyle bir sevginin yanında bir de dünyevî menfaatler için kurulan birliktelikler vardır. Bu tür insanların birbirine karşı alaka duymalarının sebebi, elde edecekleri çıkarlarıdır. Bu çıkarları uğruna bazı kişilerin yanından ayrılmazlar. Adeta bir “kuyruk” gibi sürekli onların yanında dolaşırlar. Yeri gelir, onun etrafında bir mabeyn-i hümayun oluştururlar. Yeri gelir, dalkavukluk yaparlar. Yeri gelir, onun hata ve kusurlarını örtebilme adına birbiriyle yarışa girerler. Arkasından gittikleri zatı seviyor gibi görünseler de onların asıl sevdikleri kendi menfaatleridir. Bu tür sevgi ve alakaların hiçbirisi Allah için değildir.

Birbirini Allah için seven, O’nun rızasını gözeterek ilişkilerini sürdüren insanlar birbirlerine dalkavukluk değil hayırhahlık yaparlar. Birbirlerinde gördükleri hata ve kusurları çok rahatlıkla söyleyebilirler. Sürekli birbirlerini istikamete çağırırlar. Onların birbirlerine kırılmaları ve gönül koymaları bile Allah içindir; arkadaşını bir zulümden veya yanlıştan alıkoymaya matuftur. İşte hiçbir dünyevî hesaba bağlı olmaksızın iki kişinin birbirini bu ölçüde sevebilmesi ve ilişkilerini de yine O’nun rızası istikametinde sürdürebilmesi, başka hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde onları arşın gölgesine çekecek çok değerli bir ameldir.

5- İffet Kahramanları

Beşinci olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), cemali ve aynı zamanda nesebi, makamı veya malî imkânları itibarıyla insanların dikkatini çekecek durumdaki bir kadın tarafından bir kötülüğe çağrıldığında “Ben Allah’tan korkarım!” diyerek onun teklifini reddedebilen iffet sahibi kişinin de o gölgeden istifade edeceğini ifade buyurmuştur. Şüphesiz böyle bir durumda sabredip, arzu ve hevesleri dizginleyebilmek de çok zordur. Dolayısıyla bu zoru başarma da kişiyi dikey olarak arş-ı kemalat-ı insaniyeye çıkaracaktır.

Konuyla ilgili Hz. Ömer döneminde yaşanmış şöyle bir hâdise nakledilir: Mescidin müdavimlerinden olan ve namazlarını her zaman en ön safta kılan bir genç vardır. Onun sürekli geçtiği sokakta oturan bir kadın onu gözüne kestirir. Bir gün bir yolunu bulup onu içeriye çağırır. Genç içeriye girdiğinde olumsuz bir teklifle karşı karşıya kalır. Tam o esnada birdenbire diline şu âyet-i kerime geliverir: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar, kendilerine şeytandan bir tayf, vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.”(A’raf sûresi, 7/201) Bunun üzerine kalbi dayanamaz ve oracıkta ruhunu Allah’a teslim eder.

Genç, bir başkasının evinde vefat ettiği için sahabe-i kiram Hz. Ömer’e haber vermeden götürüp hemen onu defnederler. Hz. Ömer gibi yüksek ferasetli bir insanın onun yokluğunu fark etmemesi mümkün değildir. Bu sebeple onu cemaat arasında göremeyince, “Falan nerede?” diye sorar. Sahabe de olup biteni anlatır. Bunun üzerine Hz. Ömer gencin mezarının başına gider ve وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Allah’ın huzuruna çıkacağından tir tir titreyen kimseye iki cennet vardır.” (Rahmân sûresi, 55/46) âyetini okur. Tam o sırada birdenbire mezardan yükselen şu sesle ortalık lerzeye gelir: “Rabbim bana onun iki katını verdi.” (İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 45/450; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/468)

6- İnfak Kahramanları

Hadiste zikredilen diğer zor bir mesele de sağ elin verdiğinin sol el, sol elin verdiğinin de sağ el tarafından bilinmeyecek ölçüde sadakaların gizlenmesidir. Esasen burada bir teşbih (benzetme) söz konusudur. Bu teşbihle hayr u hasenatın hiç kimseye duyurmadan yapılmasının önemine işaret edilmektedir. Zira buna dikkat edildiği takdirde bir taraftan riya ve süm’anın en küçüğünden bile uzak kalınmış, diğer yandan da sadaka verilen kimseler minnet altında bırakılmamış olacaktır. Ayrıca ihlas da zedelenmeyecektir.

Bilindiği üzere Osmanlı’da bu gibi hadislerin de işaretiyle sadaka taşları ortaya çıkmıştır. İnsanlar yapacağı yardım ve bağışları oraya götürüp bırakmışlar; ihtiyaç sahipleri de ihtiyacı ölçüsünde bunlardan istifade etmiştir. Böyle bir sistemin kurulabilmesi esasen toplumun ne ölçüde müstakim olduğunu; hırsızlık, gasp ve kapkaççılık gibi suçların o toplumda yer bulamadığını da göstermektedir.

Bunun zıddı ise muhtaçlara göstere göstere yardım etme, yaptığı yardımları bazen bir sözle bazen de bir gülümsemeyle de olsa başa kakmadır. Zira bu tür insanların maksadı, başkaları tarafından cömert ve yardımsever olarak bilinmek, takdir ve alkış toplamaktır. Kur’ân-ı Kerim, قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَا أَذًى وَاللَّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ “Bir tatlı söz ve bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen sadakadan çok daha iyidir.” (Bakara sûresi, 2/263) şeklindeki ifadeleriyle bu tür kimseleri yermiştir.

7- Allah İçin Gözyaşı Döken Kimse

Hadiste son olarak tek başına kaldığı zamanlarda gözyaşlarıyla Allah’ı zikreden kimse zikredilmiştir. Gerçekten bir insanın, kimsenin olmadığı yerlerde, mesela gece karanlığında başını yere koyması, konumunu hatırlaması, Allah karşısındaki durumunu tefekkür etmesi, Allah’ın azametini ve kendi küçüklüğünü düşünmesi ve arkasından gözyaşlarıyla boşalması onu dikey olarak Allah’a yükseltecek amellerden bir diğeridir.

Buraya kadar zikredilen hususların bütünü, herkesin muvaffak olamadığı, sabır, tahammül, azim ve kararlılık isteyen zor şeylerdir. Dolayısıyla bu zorları başarabilenler Allah katında ekstradan lütuflara mazhar olacaklardır. Daha başka ameller de bunlara kıyas edilebilir. Allah yolunda yapılan bütün ibadet u taatler böyle temel bir esasa oturtarak değerlendirilebilir. Buna göre çok zor olan amelleri yapan veya uzak durulması çok zor olan haramlardan kaçınan bir insan gözün görmediği, kulağın duymadığı ve insan tahayyüllerini aşkın bir kısım mertebeleri ihraz edecektir.

Allah bütün mü’minlere, özellikle de dine hizmet edecek nesillere bu zorları başarabilme güç ve imkânı bahşetsin! İnşallah onlar, yapmaları gerekli olan zor işlere tahammül eder ve kötülükler karşısında da dişlerini sıkıp sabrederler. Böylece arşın gölgesi altında gölgelenme şerefine nail olur, Allah’ın ekstradan lütuflarıyla mesud olurlar.

Arzî ve Semavî Musibetlere Karşı Okunabilecek Bir Dua

Soru: Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Kim her gün sabah ve akşam şu duayı üç defa okursa artık ona hiçbir şey zarar vermez." buyurduğu بِسْمِ اللّٰهِ الَّذي لاَ يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ (Tirmizî, Daavât 13) dua hangi hususları ihtiva etmektedir?

Asırlardır tahribe uğramış kalenin tamiri

Fethullah Gülen: Asırlardır tahribe uğramış kalenin tamiri

Soru: Asırlardan beri rahnedâr olan bir kalenin tamiri adına takip edilmesi gereken yol ve yöntemler nelerdir?

Cevap: Öncelikle belirtmek gerekir ki tamir tahribe nispetle bin kat daha zordur. Çünkü tamir için, bir şeyin bütün eczasının, iç ve dış unsurlarının mevcut olması gerekir. Tahrip için ise bunlardan sadece birisinin yokluğu yeterlidir. Meselâ namazı düşünecek olursanız, onun sahih bir şekilde eda edilebilmesi için, bütün şart ve rükünlerinin tastamam yerine getirilmesi gerekir. Fakat bunlardan tek birisi dahi ihmal edildiği zaman, namaz fâsit olur. Sözgelimi abdestin bulunmaması veya iftitah tekbirinin alınmaması ya da kıbleye dönülmemesi durumunda, namazın geri kalan bütün şart ve rükünleri yerine getirilse bile namaz geçerli olmaz. Hatta namazın Allah katında makbul olması, kişi için ahirette bir değer ifade etmesi ve kabirde onun enîs ü celîsi olması, namazın iç rükünlerine yani hudû ve huşuuna da riayet edilmesine bağlıdır. Dış şartlarının yanı sıra burada meydana gelecek bir boşluk onun bihakkın eda edilmesine mâni olacaktır. Diğer ibadet ü taatler için de aynı kural geçerlidir.

İnşa ve restorasyon

Aynı bakış açısıyla bir binanın inşasını veya restorasyonunu da değerlendirmeye alabilirsiniz. Düşünün ki, sanat dâhilerinden Mimar Sinan (makamı Cennet olsun), Selimiye Camii’ni altı sene gibi kısa bir zamanda inşa etmiştir. Edirne işgalinde Bulgarların top atışlarıyla hasar gören ve farklı yerlerinde çatlak ve gedikler oluşan caminin tekrar aslî hüviyetine döndürülebilmesi için başlatılan restorasyon çalışmaları ise yedi-sekiz yıl sürmüştür. Selimiye Camii’nin inşa ve tamirinin bu kadar zor olmasına ve uzun sürmesine karşılık, atılacak bir bomba veya kırılan bir fay hattının sebep olduğu zelzele bu muhteşem eserin, çok kısa bir zaman dilimi içinde ciddî hasar görmesine yol açabilir.

İnsan bünyesi üzerinde de, tamir ve tahribin etkisini düşünebilirsiniz. Bazen yiyeceklerle birlikte aldığınız bir zehir, beyninizin nöronlarına kadar sizi tesir altına alabilir, uyku ve uyanıklık zamanınızı birbirine karıştırabilir. Buna karşılık o zehrin zararlı etkisinden kurtularak tekrar sağlığınıza kavuşmanız için uzun bir süre tedavi olmanız gerekebilir.

Dip dalga

İşte hususiyle son iki-üç asırdan beri toplumumuz da ciddî bir tahribata maruz kalmış, her tarafı âdeta bir harabeye döndürülmüştür. Bu durumu ifade sadedinde Abdülhak Hamid bir şiirinde şöyle der: “Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı, / Gönlüm dolu ah u zâr kaldı.” Ziya Paşa da, “Eyvah, bu bâzîçede bizler yine yandık, / Zîra ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık.” demiştir. Mehmet Akif ise mevcut tabloyu şu ifadeleriyle resmeder: “Eyvah! Beş on kâfirin imanına kandık; / Bir uykuya daldık ki Cehennem’de uyandık!” Dolayısıyla dinin gittiği, imanın harap olduğu, değerlerin bir bir yıkıldığı bir toplumun yeniden ayağa kaldırılması ve ıslah edilmesi çok ciddî bir gayrete vâbestedir.

Çatlamış, kırılmış, parçalanmış ve mübarek parçaları sağa sola saçılmış olan bu abidenin yeniden aslî hüviyetine uygun bir şekilde ikame edilebilmesi, maddî-mânevî zevklerinden, şahsî mutluluklarından fedakârlıkta bulunan mefkûre insanlarının cehd ü gayretine bağlıdır. Zira Arapça bir şiirde de geçtiği üzere “Çekilen sıkıntı ölçüsünde, seviye elde edilir.” (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 4/505) Biraz daha açacak olursak, maddî-manevî muvaffakiyetlere nail olmak, zirveleri tutmak ve zaferleri zaferlerle taçlandırmak, ancak bu konuda gösterilecek ceht ve gayrete ve bu ceht ve gayretin de doğru yerde, doğru istikamette kullanılmasına bağlıdır. Unutulmamalı ki, toplumun ıslahı ve yeniden dirilişi mevzuunda dipten gelmeyen ve dibe bağlı olmayan hiçbir hareket istikbal vaat edici ve kalıcı olamaz. Nice çalımlı şovlarla başlayan hareketler vardır ki üç adım ötede takılıp yollarda kalmış, belleri bükülmüş ve sonra da esefli birer hülya, yıkık birer rüya olarak devrilip gitmişlerdir. Evet, toplumun ıslahı mevzuunda müsait bir ortamın hazırlanması ve yürünecek yoldaki bir kısım engellerin bertaraf edilmesi adına idareci ve siyasîlerin belli ölçüde inisiyatif ve desteği olabilir. Onlar, bu destekleriyle ıslah erlerinin daha hızlı mesafe almalarına vesile olabilirler ve bu yönüyle de takdiri hak ederler. Fakat tamir adına yapılması gereken asıl iş, meselenin dipten ele alınması ve tabana yayılmasıdır. Bu itibarla “vira bismillâh” diyerek işin “elif-bâ”sından başlamalı; toplumun ıslahının fertlerin ıslahından geçtiği bilinmelidir. Topluma ait bütün üniteler ıslah edilmedikçe de toplumun ıslahının mümkün olamayacağı asla unutulmamalıdır.

Maddî-mânevî zevklerden vazgeçmiş ıslahçılar

İşte bu çerçevede bir tamir ve ıslaha kilitlenmiş insanların yürüdükleri yolda hedefe varabilmeleri için ömür boyu adanmışlık ruhuyla hareket etmeleri gerekir. Zira büyük projeler, bazen şahsî veya ailevî çıkarlara dayandırıldığından ötürü başarılı olamamıştır. Başarılı olma bir yana, o büyük mefkûrenin adı kirletilmiş, kazanma kuşağında kayıplar yaşanmıştır. Zira Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla, şayet siyaset ve idare veya herhangi bir oluşum veyahut organizasyon menfaat üzerinde dönüyorsa, işin içinde canavarlık var demektir. (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.770 (Lemeât)) Bu durumda o, onu karalamaya, o da diğerini karalamaya başlar. Evet, işin içine menfaat girdiğinde, kitleler birbiriyle boğuşmaya başlar, dolayısıyla da toplumun terakkisi adına herhangi bir mesafe kat edilemez. Hep el âlem yol alır ve siz de katiyen el âlemin vesayetinden kurtulamazsınız. Vesayetten sıyrılmanın yolu, hiçbir beklentiye girmeden, sırf Allah’ın rızası için ve bu milletin hatırına ömür boyu dur durak demeden çalışmaktır.

Yaşatma ideali taşıyan insanlar, büyük projeler, büyük planlar peşinde koşmalıdırlar. Elli-altmış sene sonra gelecek nesiller için bile onların planları, projeleri olmalıdır. Allah, insana dar buutlara sığmayacak ölçüde kabiliyetler verdiğine göre, bunu çok iyi kullanmasını bilmeli, kendisini dar bir alana hapsederek sahip olduğu istidat ve kabiliyetlerinin kolunu kanadını kırmamalıdır. Ayrıca o, hak yolunda yapmaya çalıştığı iş ve faaliyetler hakkında hiçbir zaman “bu bana yeter” dememeli ve her bir safhada farklı bir kanalla dünyanın dört bir tarafına açılma yollarını aramalıdır.

Yanlış anlaşılmasın, böyle bir açılım düşüncesinin dünyayı işgal etmekle de imparatorluklar yıkıp yerine yeni imparatorluklar kurmakla da hiçbir alâkası yoktur. Bilâkis bu açılım mülâhazasındaki esas niyet, dünyadaki farklı milletlerle sağlam, sıkı ve sıcak bir komşuluk münasebeti tesis etmek suretiyle, bir taraftan onlardan alacağımızı almak diğer taraftan da temsil etmeye çalıştığımız hümanizmin de ötesindeki bir kısım insanî değer ve düşünceleri gönüllere duyurabilmektir. Zira biliyoruz ki, büzüşüp küçülen ve küreselleşen günümüz dünyasında eğer böyle bir dünya komşuluğu oluşturamaz ve onlarla içli dışlı olamazsak; bu dünya yaşanmaz bir Cehennem hâline dönüşecektir. Vahşete kilitlenmiş, bütün projelerini insanları öldürmek ve öldürdükleri insanların yerini almak üzerine kuran, insanları birbiriyle boğuşturmak suretiyle tiranlıklarını sürdürmek isteyen zâlimlerin hâkimiyeti devam edecektir. Fakat unutmamak gerekir ki bu yaşlı dünyanın, kin ve nefrete kilitlenmiş böyle bir düşmanlığa ve bu düşmanlığın tabiî sonucu olan yok edici silâhlara artık tahammülü yoktur. Sevgi, hoşgörü ve diyalog köprüleriyle bu nefret dalgalarının önüne geçilemediği takdirde bütün insanlığı içine alacak korkunç hâdiselerin yaşanması, beşeriyetin başına kıyametin kopması kaçınılmaz olacaktır.

Bu itibarla biz tamiri, ıslahı, kardeşliği ve yaşatmayı seçmeliyiz. Bu uğurda icabında ölüm tehditleriyle karşı karşıya kalsak bile onu tevekkülle karşılamalı, dış yüzü ekşi hâdiselerin üzerine tebessümle gitmesini bilmeliyiz. İnsanlığın kurtuluşu adına gerektiğinde kendimizi hayatın zevk ve lezzetlerinden mahrum bırakmalıyız. Ayrıca hizmet edebilme adına Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği farklı imkânları kesinlikle dünyevî herhangi bir menfaate bağlamamalıyız. Zira koca bir dünyayı yeniden ihya etmeyi vazife edinmiş insanların şahsî çıkarları adına hareket etmeleri insanî kıymetle telif edilemeyecek ölçüde sevimsiz ve çirkin bir tavırdır. Denilebilir ki, bu uğurda Cennet’le meşgul olmayı bile mefkûremiz adına saygısızlık görmeliyiz. Ne yapıp edip günümüz nesillerinde bu duyguyu uyarmaya çalışmalıyız. Çünkü dünyanın çehresini değiştirecek olanlar bu duygu ve düşüncenin mümessili nadide ve güzide insanlar olacaktır.

Gönül kapılarının sırlı anahtarı: Sevgi

Izdırap da ıslah ve tamir adına proje üretebilme ve üretilen projeleri gerçekleştirme mevzuunda çok önemli dinamiklerden biridir. Bunu elde eden insan, Allah’ın izni ve inayetiyle, tamir adına umduğu şeyleri elde etme mevzuunda mahrumiyet yaşamayacaktır. Bu açıdan gelin hepimiz Allah’tan biraz ızdırap dilenelim. Milleti düşünme ızdırabı.. boyunduruğu yere konmuş İslâm âlemini düşünme ızdırabı.. “Allah’ım içimize kıvılcımlar gibi ızdırap at!” diye yalvaralım. Otururken, kalkarken, yatarken, yürürken vs. hep insanlığın problemlerini düşünelim ve bunlar için çözümler arayalım.

Her ne kadar din kolaylık ilkesi üzerine müesses olsa da (Bkz.: Buhârî, îmân 29; Nesâî, îmân 28.) beyin mimarlarının bu konudaki vazifeleri çok ağırdır. Şâir-i şehîrin ifadesiyle onların öz beyinlerini burunlarından kusarcasına bir performans ortaya koymaları icap eder. Çünkü onların gözünün içine bakan, onlara kulak veren ve biraz da kitle psikolojisiyle hareket eden pek çok insan vardır. Dolayısıyla onların yaşamadan daha çok yaşatmayı düşünmeleri ve hayatlarını bu ideal ekseninde örgülemeleri gerekir. Bu konuda çıta çok yüksek tutulmalı, mesele bütün bir insanlık meselesi olarak ele alınmalıdır. Eğer küreselleşen bir dünyada, her yerde mefkûreniz adına bir ocak tüttüremezseniz, istediğiniz yerde olamaz ve arzuladığınız tamiri de gerçekleştiremezsiniz. Olmanız gerekli olan yeri bile size haram kılarlar. Bu açıdan milletimiz, bir dünya milleti hâlinde hareket etme mecburiyetindedir.

Bunu yaparken kesinlikle yumuşaklıktan ve mülâyemetten ayrılmamalı, sevgi diliyle gönüllere girilmelidir. Çünkü sevgi dili, öyle sırlı bir anahtardır ki onunla açılamayacak hiçbir paslı kilit yoktur. Bu dili doğru kullanabildiğiniz takdirde bütün kapıları açabilir, bütün mütemerrit sinelere girebilirsiniz. Bir Türk atasözünde de ifade edildiği üzere, tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır. Neyzenin el hareketleri veya çıkardığı ses kobraları bile oynattığına göre, zannediyorum ruhanî tavır ve davranışlar bir kısım düşmanlık duygularını eritecek; Kur’ân’ın ifade buyurduğu üzere, sizin düşman gibi gördüğünüz insanlar bile size sinelerini açmaya başlayacak (Bkz:: Fussilet sûresi, 41/34) ve “Biz de sizi bekliyorduk.” diyeceklerdir.

Verdikleri vereceklerinin en inandırıcı referansı

Her ne kadar günümüz nesilleri meselenin yeterince farkında olmasa da inanmış gönüllerin ortaya koyacakları bu tamir işi aynı zamanda bütün yeryüzünün tamiri demektir. Nitekim bundan yaklaşık otuz sene evvel de o günün insanları, dünyanın değişik yerlerine açılan muhabbet fedailerinin bir gün dünyayı bu hâle getireceklerini anlayamamışlardı. Fakat bugün insaflı olan kimseler, dünyanın yaklaşık yüz yetmiş ülkesine giden ve oralarda ülkemizin fahri elçileri gibi görev yapan insanların hizmetlerini takdirle karşılıyor ve alkışlıyorlar da. Dolayısıyla bundan yirmi beş-otuz sene sonrası da şimdiden görülemeyebilir. İşin bidayetindeki saffet ve samimiyet muhafaza edilir, kıvam korunur, beklentisizlik ve adanmışlık ruhu devam ettirilebilirse bütün yeryüzü çapında yepyeni bir dirilişin yaşanması mukadderdir.

Hem unutmamak gerekir ki Allah’ın (celle celâluhu), geçmişte asırlarca değişik ellere yaptırdığı bir kısım hizmetler ve ihsan ettiği başarılar gelecekte yaptıracağı hizmetlerin ve nasip edeceği başarıların da en inandırıcı referansıdır. Dün olan şeylerin bugün bir kere daha olmasının önünde hiçbir engel yoktur. Önemli olan, sahabe efendilerimizin gösterdiği performansa benzer bir performans gösterebilmek, sergiledikleri kıvamı ortaya koyabilmek; hiç eskimeden, partallaşmadan ve donuklaşmadan her zaman aktif ve canlı olabilmek, sürekli projeler üretebilmek ve bu projeleri de realize etme adına eldeki bütün imkânları kullanabilmektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Aşk, cesaret ve stratejik akıl

Fethullah Gülen: Aşk, cesaret ve stratejik akıl

Soru: Çözülmez gibi görülen devasa problemlerin çözümü adına başvurulması gereken dinamikler nelerdir?

Cevap: Kalbleri ölmüş, hissiyatı sönmüş ve Allah’la münasebetlerini şekle emanet etmiş insanların, büyük problemlerin altından kalkması düşünülemez. Bu sebeple maruz kalınan problemlerin çözümünde en başta mefkûre aşk ve heyecanının olması gerekir. Evet, insan dinme bilmez bir aşk u iştiyakla hedefine kilitlenmeli, baskı ve zulümler karşısında yılgınlık göstermeden sürekli mücadele azmi içinde olmalı ve elli defa bozguna uğrasa, yine de hiçbir şey olmamış gibi doğrulup yoluna devam etme kararlılığı sergilemelidir ki, aşılmaz gibi görülen tepeleri aşsın; mağlubiyet yaşasa bile, hezimetten dahi zaferler çıkarmasını bilsin.

Sadakatle aşkın birleşik noktası

Bu konuda Seyyidina Hazreti Âdem (aleyhisselâm) bizim için ne güzel bir misaldir. Allah (celle celâluhu) onun genlerine mukarrabine göre bir hata yüklemiş, o da nezd-i ulûhiyet ile kendi arasındaki münasebet açısından safiyyullah ufkunda hata sayılabilecek bir “zelle”de bulunmuştu. (Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/121) Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kendisine bir şey hatırlatıldığında o, bunu unutmuştu. (Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/115) Fakat önemli olan hata ettikten veya unuttuktan sonra ümitsizliğe kapılmadan hemen O’na yönelip, “Bana bir daha bu hatayı yaptırma Allah’ım!” diyebilmektir. Hazreti Âdem, işte bunu yapmıştı. Sıhhatli hadis kitaplarında yer almasa bile, yine de itimat edilebilecek kaynaklarda, onun, işlediği hatadan dolayı kırk sene başını semaya kaldırmadan hicap içinde Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardığı rivayet edilir. (Bkz.: es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr1/141-142) Hata eden bir insanın asâ gibi iki büklüm olması; “Ben O’nu bildiğim, her şeyimle O’ndan olduğum hâlde O’na karşı böyle bir hatayı nasıl yaparım! Neden her şeyimi O’na emanet etmedim!” deyip hatasını kabul etmesi ve daha sonra gözünün ağyara kaymasından dolayı Mahbub-u Hakikî’nin kapısında bağışlanma dileyip kendini affettirmeye çalışması çok önemlidir.

İnsanın gönlünde aşk ateşi tutuşmuş, benliğini de aşk bürümüşse, yaşanan çok değişik imtihan ve meşakkatlere rağmen o, maşukunun kapısından ayrılmayı asla düşünmeyecektir. Aşk, insanın Allah’la irtibatının unvanıdır; kalbinin sürekli O’nunla ittisalidir; vuslat arzusuyla burnunun kemiklerinin sızlamasıdır. Hele sadakatle taçlandırılan bir aşkta, insan, vuslat arzusuyla içten içe yanıp kavrulsa da her şeye rağmen emre itaatteki inceliği kavrayarak bir adım geriye atıp, “Sen, gel demediğin için ben şimdi gelmeyi talep etmiyorum. Senin yolunda Sana karşı olan sorumluluklarımı yerine getirmek istiyorum.” der ki, böyle bir ufuk aynı zamanda sadakatle aşkın birleşik noktasıdır.

Hezimetten zafer çıkarmanın yolu

Aşkın yanında, onun farklı bir buudunu veya açılımını ifade eden cesaret de aşılmaz gibi görülen problemleri aşma adına önemli bir faktördür. Uhud’da baş döndüren bir cesaret örneği sergileyen Mus’ab İbn Umeyr Hazretleri, bir kolunun kesilmesi karşısında “Bir kolum daha var ya o bana yeter!” demiş, ona da bir darbe vurulduğunda, “Hâlâ boynum yerinde duruyor ya, şimdi de bir kalkan olarak onu kullanırım.” (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/121) diyerek ölümün ekşi yüzünü bile güldürmüştür. İşte cesaret timsali böyle bir zatın çözemeyeceği hiçbir problem yoktur. Evet, elbette ki ölümün yüzü ekşidir. Fakat siz ona gülerseniz o da size güler. Öyle ki Allah (celle celâluhû) alacağı emaneti aradaki vasıtalara bile vermeden doğrudan kendisi alır. Nitekim Şah-ı Geylânî ve Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî gibi büyük zatlar, “Allah’ım canımı kendi elinle al!” dileğinde bulunmuşlardır. (el-Kulûbu’d-dâria s.308)

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en önemli vasıflarından birisi de şecaat ve cesaretiydi. Meselâ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), stratejide hiçbir hata yapmamasına rağmen Uhud’da muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdafaa savaşı yapmak istemesi, okçular tepesine okçuları yerleştirmesi, uyguladığı taktikle düşmanı yanıltması, belki onları birbirine düşürmesi gibi stratejiler tastamam yerindeydi. Fakat Kur’ân-ı Kerim’in, إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaşanan bu muvakkat hezimeti zafere çevirmişti. Düşünün ki, Uhud’un hemen akabinde Ebû Süfyan, ordusunu toplamış ve Mekke’ye doğru yola koyulmuştu. Fakat bir ara müşrik ordusu içerisinde Müslümanları tamamen yok etmek için Medine’ye yeniden hücum fikri ortaya atılmıştı. Ancak bu arada Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’a katılan ashabıyla müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Arkadan yara-bere içinde Müslümanların geldiğini gören Ebû Süfyan ise, “Geriye dönüp de yeniden başımıza iş açmayalım. Elde ettiğimiz bu zafer gibi bir şeyle gidip Mekkelileri sevindirelim.” diyerek tekrar Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edememişti de Mekke’nin yolunu tutmuştu. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/54-55) İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun güzide ashabı, cesaret isteyen bu önemli hamleyle yaşanan hezimeti yeniden zafere çevirmişti.

Huneyn’de yaşananlar da bundan farklı değildir. Ok atmada çok başarılı olan Sakîf ve Hevâzin kabileleri, Müslümanları bir vadi girişinde ok yağmuruna tutmuş bunun sonucunda da Müslüman saflarında bir kısım kırılmalar olmuştu. Fakat böyle bir anda İnsanlığın İftihar Tablosu, atını düşman saflarına doğru mahmuzlamış ve O’nun أَنَا النَّبِيُّ لَا كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ “Ben Allah’ın Resûlü’yüm, bunda şüphe yok. Ben Abdülmuttalib’in torunuyum!” sesi duyulmuştu. Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), o anda O’nun bineğinin zimamını zor tuttuğunu ifade etmiştir. (Buhârî, cihâd 52; Müslim, cihâd 78-80) Daha sonra Efendimiz’in emrine binaen Hazreti Abbas, Huneyn’de sesini, yükseltebildiği kadar yükseltip o gür sesiyle “Ey Semure ağacının altında biat etmiş sahabiler! Neredesiniz?!” diyerek nida etmiş. Allah Resûlü’nün sesini ve çağrısını duyan bütün ashap da Allah Resûlü’nün etrafında toplanarak, düşman üzerine yürümüşlerdi. Netice itibarıyla mağlubiyet aşılmış ve zafere ulaşılmıştı. (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye 4/326 vd.)

Bu açıdan bir mü’minin yaşanan sıkıntılar karşısında asla yılgınlık göstermemesi, şecaat ve cesaretle problemlerin üzerine gitmesi çok önemlidir. Mü’min öyle bir metafizik gerilim içinde olmalıdır ki, “Murad-ı sübhanî tecelli ederse, Allah’ın izni ve inayetiyle, ben arzın yörüngesini bile değiştirebilirim.” diyebilmelidir. Evet, Allah’ın havl ve kuvvetini arkasına aldıktan sonra yüreği cesaretle dopdolu bir mü’minin üstesinden gelemeyeceği hiçbir problem yoktur.

Aşk ve cesaret, ortak aklın teminatı altına alınmalı

Aşk u iştiyak, şecaat ve cesaret gibi duygular devasa problemlerin hallinde çok önemli olsa da, bu ulvi duyguların daha baştan çok ciddî bir mantıkla stratejik bir zemine oturtulması, yerli yerinde kullanılması ve sağlam bir projeye bağlanması gerekir. Siz, yüreğinizden kopup gelen sımsıcak ve samimî nefesinizle, karşınıza çıkan buzdan dağları bile eritebilecek bir gerilime sahip olabilirsiniz. Fakat problemlerin çözülmesinde sadece bu da yeterli değildir. Bunun yanında karşı tarafı iyi tanımanız, onun sahip olduğu güç ve imkânları hesaba katmanız ve ona göre projeler üretmeniz de gerekir. Aksi takdirde, bütün zihnî, kalbî ve fikrî emeğiniz heba olur gider.

Hele bir de sizin etrafınızda mütedahil daireler şeklinde düşmanlıkla gümleyip duran insanlar varsa, siz, koskocaman hasım bir cephe ile karşı karşıya bulunuyorsunuz demektir. Her bir düşmanlık cephesinin kendilerine göre çok ciddî hesapları ve size karşı mahvedici projeleri varsa, bunların bazısı bazısıyla anlaşıyor, bu projelerin bir kısmı diğeriyle örtüşüyorsa, sizin çok daha temkinli olmanız ve teyakkuzla hareket etmeniz gerekecektir. Çünkü kendi aralarında bir saff-ı vahid teşkil eden iç içe geçmiş düşmanlık daireleri, siz farkına varmadan hiç beklenmedik şekilde balyoz gibi tepenize inebilir.

Bu açıdan aşk, heyecan, metafizik gerilim, şecaat ve cesaret, mutlaka muhakeme-i umumiye ile teminat altına alınmalıdır. Siz bunu bir binanın statiği gibi düşünebilirsiniz. Şayet siz inşa edeceğiniz bir binayı sağlam bir blokaj üzerine oturtmazsanız, çok küçük bir fay kırılması karşısında her şeyiniz altüst olur ve siz de yaptığınız şeylerin altında kalır ezilirsiniz. İşte bütün bu emeklerin zayi olmaması için, heyecan ve dinamizminizi mantık, muhakeme ve en önemlisi ortak akla müracaat ile teminat altına almalısınız. İki, üç veya dört tane mantık ve muhakemeleriyle dünyanın coğrafyasını değiştirecek dâhinin bulunmasındansa, meseleleri beş on kişi ile istişare eden insanların bulunması onun çok daha üstündedir.

Bir kere Cenâb-ı Hak, insanlara olan teveccühünü istişareye bağlamışsa, bunu değiştirmeye sizin gücünüz yetmez. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), istişare eden insanın pişmanlık yaşamayacağını ifade buyurmuştur. (et-Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr 6/365) Kaldı ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, belki de istişare etmediği hiçbir vak’a yoktur. Öyle ki gökteki meleklerden bile daha nezîh ve daha afif olan Hazreti Âişe Validemiz’e bir kısım şom ağızlar tarafından iftira atıldığında, hayatında paniğin rüyasını bile görmeyen İnsanlığın İftihar Tablosu bu meseleyi bile ashabından bazı kimselerle istişare etmiştir. Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşiyle alâkalı mahrem bir meseleyi bile, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali ve daha başkalarıyla görüşmüştü. Onların tamamı da iffet ve ismet abidesi Validemiz hakkında Allah Resûlü’nün temiz ve nezih mülâhazalarını takviye edici güzel beyanlarda bulunmuşlardı.

Aslında vahiyle müeyyed olan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük küçük hiçbir meseleyi başkaları ile istişare etmesine ihtiyacı yoktu. Eğer bunun aksini düşünürseniz, O’na karşı saygısızlık yapmış ve vahiy esprisini kavramadığınızı göstermiş olursunuz. Allah (celle celâluhu), hayatı boyunca hiçbir zaman O’na boşluk yaşatmamıştı. Hâşâ ve kellâ, fiyasko diyebileceğimiz bir duruma hiçbir zaman O’nu maruz bırakmamış, sürekli O’nun yanında olmuştu. لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe sûresi, 9/40) âyetinden de anlaşılacağı üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli bir teminat atmosferi içinde hayatını sürdürdü -O hayata canlarımız kurban olsun-. Buna rağmen O, en küçük meselelerini bile, hep istişare ederek çözmüş ve ümmetine de nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda rehberlik yapmıştır. Bu açıdan diyoruz ki, özellikle umumu alâkadar eden meseleleri ortak akla müracaat ederek çözüme bağlamak, dâhi olmanın kat kat üstündedir.

Bazen de siz üzerinize düşen her şeyi yaparsınız. Bir tek problem karşısında bile A’dan Z’ye alternatif planlar geliştirirsiniz. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen Z’nin ötesinde hiç hesaba katmadığınız problemler karşınıza çıkabilir ve kısmen kırılmalar yaşanabilir. İşte böyle bir durumda da asla ye’se düşülmemelidir. Şu an itibarıyla Müslümanların yaşadığı coğrafyada, maalesef hazımsızlık ve çekememezlikten kaynaklanan, her an kırılmaya müheyya bulunan faylar bulunmaktadır. Bu açıdan bazı durumlarda siz hesabınızı ne kadar sağlam yaparsanız yapın, yine de bir kısım beklenmedik olumsuzluklarla karşılaşabilirsiniz. İşte bu durumlarda asla ye’se düşmemeli, “Bundan öte yapılacak bir şey yok. Biz bittik artık.” gibi iradeyi felç eden menfi mülâhazalara girilmemelidir. Zira Hazreti Pîr’in ifadesiyle ye’s, mâni-i her kemâldir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.54 (İlk Hayatı))

Mehmet Akif de;

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar,
Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…
En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!

ifadeleriyle bu hakikate dikkatleri çektiği şiirinin başında ümitsizliğe düşene şöyle hitap ediyor:

Ey dipdiri meyyit! ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Hâsılı, başı dönmüş, bakışı bulanmış bazı kimseler sizin en masumane hizmetlerinize engel olmak isteyebilir ve tekerleğe çomak sokabilirler. Fakat elli türlü komplo kurulsa da, Allah’ın izni ve inayetiyle, katiyen ümitsizlik yaşamamalı, sarsılmamalı ve hep elif gibi dimdik durmalıdır. Uhud’u, Huneyn’i yeniden zafere çevirmenin yolları aranmalı ve fevç fevç dehâletlere vesile olabilecek inanç Kâbe’sine, inanç Mekke’sine doğru yürümeye devam edilmelidir. Maruz kalınan komplolar karşısında yılmamalı; çıkan engeller, tıkanan yollar karşısında “Vira bismillâh!” deyip meselenin farklı alternatifleri aranmalıdır. Hak yolunda bulunuyor olsa ve samimiyetle talep etse de, insanın her istediği, her arzuladığı kendisine hemen verilmeyebilir. Yaşanan sıkıntıların hikmetini bilemeyiz. Fakat kim bilir belki de çekilen bu sıkıntılar neticesinde, Cenâb-ı Hak, bu necip Anadolu milletine daha önce lütfettiği güzelliklerin kat katını lütfedecektir. Gün doğmadan gecenin bereketli döl yatağında neler doğar, aktif sabır içinde bekleyip görelim!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Asker

Askerlik yüksek bir pâyedir, Hakk’ın katında da, halkın katında da... Ona denk yüce bir topluluk ve gördüğü vazifeye denk yüksek bir vazife yoktur şu fâni âlemde. Yüklendiği iş itibâriyle, zaman onda başkalaşır, muammalaşır ve bir sır haline gelir. Saati seneler sayılır askerin. Talimiyle, terbiyesiyle ve serhat boylarında nöbetiyle geçirdiği saati...

* * *

Onu “vatanın bekçisi” diye anlatırlar. Bence, ona topyekûn mukaddeslerin; mâzînin, harsın, hürriyet ve emniyetin en emîn muhâfızı demek daha uygun olacaktır. Zira, endişelerimiz ancak, onun mevcudiyetiyle zâil olur. Huzursuzluğumuz onun türkü ve haykırışlarıyla huzura ve emniyete inkılâb eder.

* * *

Milletlerin ölüş ve dirilişinde büyük tesiri vardır askerin. Bütün kargaşalar, huzursuzluklar ve nihayet yıkılışlar, hep onun kendinde olmadığı zamanlara rastlar. Bütün irfana eriş, kendine geliş ve dirilişler ise, onun zinde ve canlı olduğu günlerde görülür. Çağlayanlar gibi akıp akıp gittiği; tepeleri düz, ovaları bereketli kıldığı günlerde...

* * *

Askerlik çok önemlidir

Soru: Askerlik mesleği için "Millî seciyemizin önemli bir rüknüdür" değerlendirmesinde bulunuyorsunuz. Bir başka yerde de "Şimdi askere çağrılsam seve seve giderim" diyorsunuz. Günümüzdeki ordu-iktidar ilişkileri, Irak’a asker gönderme ve benzeri konular etrafında cereyan eden tartışmalar da nazara alındığında hala aynı düşüncelere sahip misiniz?

Asr-ı saadetteki hâdiseleri okuma adına bir bakış açısı

Fethullah Gülen: Asr-ı saadetteki hâdiseleri okuma adına bir bakış açısı

Soru: Hazreti Ali Efendimiz’in diğer üç halifeyle münasebetleri nasıldı? Bazı çevreler Hazreti Ali Efendimiz’in diğer üç halifeyle ciddî ihtilâfları olduğunu iddia etmektedir. İşin hakikati nedir? İzah eder misiniz?

Cevap: Konuyla ilgili doğru değerlendirmelerde bulunabilmek için öncelikle Hazreti Ali Efendimiz ve diğer üç büyük halifenin iyi tanınması gerekir. Zira o büyük zatları kendi derinlik ve büyüklükleriyle tanımadan ortaya atılan sözler farklı yorumlara sebebiyet verecek, bunlardan da yanlış neticelere ulaşılacaktır. Şimdi isterseniz ana hatlarıyla Hulefa-i Raşidîn’in o baş döndüren hayatlarından bazı kesitler sunarak onları daha yakından tanımaya çalışalım.

Altın silsilenin sertacı

Hazreti Ali Efendimiz, gerek nübüvvetten evvel gerekse sonra Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) terbiyesinde en uzun süre kalanlardan birisidir. O, Allah Resûlü’nün, hakkında,

فَاطِمَةُ بَضْعَةٌ مِنِّي فَمَنْ أَغْضَبَهَا أَغْضَبَنِي
“Fatıma benden bir parçadır. Onu üzen beni üzmüş olur.” (Buharî, Fezâilü’l-ashâb 12)

buyurduğu Hazreti Fatıma’yla evlenmiş ve böylece Efendimiz’le (aleyhissalâtü vesselâm) arasında farklı bir yakınlık daha teessüs etmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz sık sık onların hanesine uğramış, gece gündüz evlerine gidip yanlarına oturmuş, torunlarını kucağına alıp sevmiştir. Dolayısıyla Hazreti Ali, her zaman Efendimiz’in hissiyatını soluklama imkânı bulmuştur.

Ayrıca Allah Resûlü’nün (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) mübarek torunları bu kutlu hanede dünyaya gelmiş ve Efendimiz’in nesli de onlardan devam etmiştir. Hazreti Hasan şeriflerin, Hazreti Hüseyin de seyyitlerin babası olmuştur. Bu açıdan Hazreti Ali Efendimiz’in; Ebu’l-Hasan eş-Şazilî, Ahmed Rufaî, Abdülkadir Geylânî ve Muhammed Bahauddin Nakşibend gibi çok büyük kutupların ceddi olması itibarıyla apayrı bir farklılığı vardır.

“Ebû Bekir olmasaydı, Müslümanlık olmazdı!”

Fakat diğer halifelerin de kendilerine mahsus apayrı hususiyetleri vardır. Mesela Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in belli noktalardaki perdedarlığı çok önemlidir. Onun ilk defa Allah Resûlü’ne sahip çıkması, hicret esnasında Efendimiz’le birlikte yürüdüğü tehlikeli yollarda tehlikeleri göğüslemesi, kaç defa Efendimiz’in üzerine çullandıkları zaman, kendisini O’nun önüne atıp mü’min-i âl-i Firavn’un dediği gibi,

أَتَقْتُلُونَ رَجُلًا أَنْ يَقُولَ رَبِّيَ اللَّهُ
“Rabbim Allah dediğinden dolayı adamı öldürecek misiniz?” (Gâfir Sûresi, 40/28)

demesi çok önemli hâdiselerdir. (Bkz. Buharî, fezâilü’s-sahabe 5) Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez. Bu açıdan Hazreti Ali, “Şayet Ebû Bekir olmasaydı, Müslümanlık olmazdı.” (ed-Deylemî, el-Müsned 3/358) sözleriyle onu takdir edenlerin başında yer almıştır. Başka bir zaman ise Hazreti Ali Efendimiz onun bu büyüklüğünü şu sözleriyle ifade etmiştir: “Hazreti Ebû Bekir’in bir gecesi, bizim ömrümüze bedeldir.”

Hakkı bâtıldan ayıran aşılmaz sur

Hazreti Ömer Efendimiz’in de kendine göre faik olduğu hususiyetleri vardır. Hazreti Ömer, halifeliği döneminde İslâm birliğini tehdit eden her türlü nifak ve şikak hareketlerine karşı âdeta bir sur vazifesi görmüştür. Ayrıca o, kendi döneminde dünyanın iki süper gücü olan Bizans ve Sasani’yi dize getirmiş ve pek çok insanın Müslüman olmasına vesile olmuştur. Kadisiye Savaşı’yla birlikte İran teslim olunca, onlar içlerinde Hazreti Ömer’e karşı bir hınç beslemeye başlamışlardır. Üstad Hazretleri onların maksatlarını,

لَا لِحُبِّ عَلِيٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ
“Hazreti Ali’ye duyulan sevgi değil, Hazreti Ömer’e duyulan kin” sözleriyle ifade etmiştir. (Bediüzzaman, Lem’alar s. 29-30)

Hazreti Ali, onların hususiyetlerini bildiğinden dolayı, bu iki büyük halifenin hilâfetleri süresince onlara -bizim daha sonra adını koyduğumuz- şeyhülislâmlık vazifesi yapmıştır. Yani bu iki halife fetva verilmesi gereken konularda çoğunlukla ona danışmışlardır. Hususiyle Hazreti Ömer’in ona sorduğu pek çok soru ve ondan aldığı fetvalar vardır. Hadis kitaplarında nakledilen şu hâdise de, Hazreti Ali ile Hazreti Ömer arasındaki münasebeti göstermesi açısından oldukça mânidardır. Hazreti Ömer Efendimiz, Hacerü’l-Esved’i öperken, “Biliyorum ki, sen bir taşsın. Ne faydan ne de zararın vardır. Allah Resûlü’nün seni öptüğünü görmeseydim ben de öpmezdim.” deyince, Hazreti Ali Efendimiz çok rahat bir şekilde ona, “Sen o taşta olan sırrı bilseydin ya Ömer, bunu söylemezdin.” demiştir. Onun bu sözüne Hazreti Ömer’in mukabelesi ise şu şekilde olmuştur: “Ali olmasaydı, Ömer helâk olurdu.” (el-Hâkim, el-Müstedrek 1/628) Görüldüğü gibi onlar hem birbirlerini bilen hem de birbirlerini takdir eden insanlardır.

“Başka bir kızım olsaydı onu da verirdim!”

azreti Osman Efendimiz’in de kendine göre ayrı bir derinliği, ayrı bir inceliği vardır. Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) ona bir kızını vermiş, o vefat ettiğinde öbürünü de vermiştir. Bununla ilgili söz söyleyenler karşısında Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), “Başka bir kızım olsaydı onu da verirdim.” buyurmuştur. Hazreti Osman’ın, haricî düşüncelerin İslâm âleminin içine girdiği bir dönemde, devleti huzur içinde idare etmesi de onun büyüklüğünü anlama adına çok önemlidir.

Farklı derinlikler, farklı hususiyetler

Dolayısıyla onların her birisinin hususi cihette diğerlerinden faik yanları olabilir. Zira bilindiği üzere, hususi fazilette racih, mercuha tereccüh edebilir. Bu açıdan onların her birisini kendi karakterleriyle, kendi konumlarıyla, kıymet-i harbiyeleriyle ve mahiyet-i nefsi’l-emriyeleriyle ele almak, onlardan her birisinin Efendimiz’e ait ayrı bir hususiyeti temsil ettiğine inanmak isabetli bir yaklaşım olacaktır. Bu sebepledir ki, Hazreti Ebû Bekir’e “sıddık”, Hazreti Ömer’e kılı kırk yararcasına hakkı batıldan ayıran manasına gelen “faruk”, Hazreti Osman’a “zinnûreyn” unvanı verilirken, Hazreti Ali’ye de, “şah-ı evliya, haydar-ı kerrar, şah-ı merdan ve damad-ı Nebi” gibi sıfatlar verilmiştir. Onların her birisi sahip oldukları hususiyetler itibarıyla ulaşılmaz insanlardır. İnsan için müteal kelimesini kullanmak doğru olmasa da, onların ulaşılmaz ve aşılmaz yanları bulunması itibarıyla apayrı bir donanıma sahip oldukları söylenebilir. Mesela, toplumu idare etmede ve raşid birer halife olmada onların eşleri menentleri yok gibidir. Burada sayamayacağımız daha pek çok hususiyetleri itibarıyla onların her biri cihan-değer insanlardır. Bildiğiniz üzere Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), Aşere-i Mübeşşere’nin başında bu dört büyük halifeyi saymıştır. Buna göre Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimizin cennetlik olmaları zaviyesinden de onların kıymet-i harbiyelerinin ele alınması gerekir.

Tutarsız iddialar, mesnetsiz iftiralar

Bütün bunları küllî bir nazarla göz önünde bulundurduğumuzda Hazreti Ali’yi özellikle Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’e muhalif gibi sayma, onun hakkı temsil ettiğini söylerken diğerlerini haksızlık içinde gösterme daha başta Hazreti Ali’ye karşı büyük bir hakarettir. Zira gözünü budaktan esirgemeyen Hazreti Ali gibi cesaret ve şecaat kahramanı bir insanın, hak görmediği bir meselede Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’e boyun eğmesi mümkün değildir. O, fütursuz bir insandır. Hayber’de olduğu gibi çok rahat güle güle ölüme gitmeyi göze alan birisidir. Efendimiz’e isnat edilen bir sözde,

لَا فَتٰى إِلَّا عَلِيٌّ وَلَا سَيْفَ إِلَّا ذُو الْفِقَارِ
“Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi de kılıç bulunmaz.” (İbn Asakir, Tarîhu Dımeşk 39/201)

denmiştir. Şimdi böyle bir insanın, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’i idare ettiğini, onlara müdaratta ve mümaşatta bulunduğunu iddia etmek Hazreti Ali’nin ruhuna bir saygısızlık ve hakarettir. Dolayısıyla bu tür iddiaların esasen kendi içinde tutarsız olduklarını ifade etmek gerekir.

Öte yandan Efendimiz’in, hayat-ı seniyyeleri boyunca Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman’ı (radıyallâhu anhüm ecmaîn) hep yanında tuttuğu zaviyesinden meseleye yaklaşılacak olursa, bu zatlarla ilgili ortaya atılan menfi yaklaşımların aynı zamanda Efendimiz’e karşı da bir hakaret olduğu unutulmamalıdır. Çünkü böyle bir iddiadan, -hâşâ ve kellâ- kendilerine göre bir kısım hesapları olan bu insanları Efendiler Efendisi’nin (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) hiç tanıyamadığı ve onların çevirdikleri oyunlardan hiç haberinin olmadığı neticesi çıkar ki, bu da ona karşı büyük bir saygısızlıktır. Hâlbuki O’nun fetanetinin önemli derinliklerinden birisi de, etrafındaki insanları çok iyi tanıması ve ona göre vazifelendirmesidir. O (aleyhi ekmelüttehâyâ), bir insanın çehresine bir kere bakınca, deha üstü bir fetanetle onun nerede ne işe yarayacağını hemen tespit ediyor ve ona göre tavzifte bulunuyordu.

Evet, vahiyle müeyyed olan Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) ta vahyin bidayetinden ruhunun ufkuna yürüyeceği, semalara irtika buyuracağı veya gerçek müstekarrına varacağı âna kadar beraber oturup kalktığı insanları çok iyi tanıyamadığını, onların hâl ve tavırlarından doğru mânâlar çıkaramadığını ileri sürmek, çok ciddî bir mantık hatasının neticesidir. Bu konudaki mantığın ve müstakim düşüncenin gereği ise, Efendimiz’in kabul buyurduğu bütün insanları kabul etmek ve onlara saygı duymaktır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) pek çok hadis-i şeriflerinde sahabenin faziletini bildirmiştir. Hadis kitaplarında da sahabenin faziletini anlatan müstakil bölümlere yer verilmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm),

أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ
“Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” (Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa, s.388)

sözleriyle, sahabe-i kiramın ulaşılmaz konumuna dikkat çekmiştir.

Hususiyle ellerinden tutup, “Biz, ahirette de böyle haşrolacağız.” buyurduğu; başka bir zaman dünyada iki vezirinin semada iki vezirinin olduğunu, dünyadaki vezirlerinin Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer, semadaki vezirlerinin ise Cebrail ve Mikâil olduğunu ifade buyurduğu (el-Hâkim, el-Müstedrek 2/290) zatlar hakkında negatif düşünceler serdetmek, hem onları hem de Allah Resûlü’nü bilememeden kaynaklanmaktadır. Ayrıca Efendimiz, onları Cennetle müjdelemenin yanı sıra, hem Hazreti Ebû Bekir ve hem de Hazreti Ömer’in kızıyla evlenmiş, Hazreti Osman’a iki, Hazreti Ali’ye de bir kızını vermiş ve böylece onlarla arasında farklı bir karabet daha tesis etmiştir. Muhyiddin İbn Arabî’nin Füsûs’u nazarıyla meseleye bakılacak olursa, te’vil-i ehâdis açısından kız alma ve kız vermenin farklı mânâlara delâlet ettiği görülecektir. Fakat biz mânâya kapalı düz insanlar olduğumuzdan dolayı, ben de meseleyi biraz düzce ifade etmeye çalışacak ve bunlara hiç girmeyeceğim.

Merkezdeki küçük bir çıkıntının muhit hattına yansıması

Bütün bunlara rağmen her nasılsa belli bir dönemde bu zatlara bakışta bazı inhiraflar baş göstermiştir. Bunlar merkezde çok göze çarpmadığından, başta bu inhirafın farkına varılamamıştır. Fakat merkezdeki küçük bir çıkıntı, muhit hattında kocaman bir açı meydana getirmiştir. Öyle ki ilerleyen zamanla birlikte büyüyen açı öyle bir noktaya gelmiştir ki, birileri -hâşâ- Hazreti Ali’ye karşı çıkıp ona kâfir derken, bazıları da sözde Hazreti Ali sevgisiyle ortaya atılmış fakat Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer düşmanlığıyla ömürlerini geçirmişlerdir. Onlar bu düşmanlıklarını bir kaynağa, bir mesnede dayandırmak için Hazreti Ali Efendimiz’in adını kullanmış, hatta o büyük zatın asla kabul etmeyeceği sıfatlarla onu tavsif ederek aşırılıklara girmişlerdir. Bunun sonucunda ise meseleyi hulül ve ittihada kadar götüren bir kısım batınî mezhepler ortaya çıkmıştır. İlk dönemden itibaren Hasan Sabbah, Karmatîler, İsmailîlik ve Nusayrîlik gibi ortaya çıkan pek çok bâtıl mezhebin ve dünyanın değişik yerlerinde zuhur eden mehdi iddialarının arkasında Hazreti Ali hakkında uydurulan bu tür iddialar vardır.

Hadis kriterleri açısından tenkit edilse de, Hazreti Üstad’ın da mevzuyla ilgili yer verdiği bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Hazreti Ali yüzünden iki zümrenin helâk olacağını haber vermiştir. Bunlardan bir zümre -hâşâ- onu ulûhiyet tahtına oturtacak, diğer bir zümre de -hâşâ- çok basit bir meseleden dolayı onu kâfir gibi görecek, ona düşmanlık yapacak ve onu öldürmeye teşebbüs edecektir. Ve gün gelmiş Persler, Müslümanlığa fitne sokmak için, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’i yok saymış, hatta onlara iki putun ismi olan cibt ve tâgût isimlerini verecek ölçüde düşmanlık sergilemiş, Hazreti Âişe Validemiz’e de iftirada bulunmuşlardır.

Kin ve nefreti besleyen kültürel kodlar

Günümüzde böyle bir inhiraf içinde bulunan insanlar, belki İslâm dünyasının genel durumu, devletler arası münasebetler ve mevcut konjonktür açısından meseleye yaklaşarak, herkesin gördüğü ve bildiği yerlerde bu çirkin şeyleri dile getirmiyorlar. Fakat içlerinde tutamayıp değişik hâdiselerle dışa vurdukları kin ve nefret ifadelerine bakılacak olursa, onların bu müzahrefatı içlerinden atamadıkları ve yetiştikleri kültür ortamı, beslendikleri kaynaklar itibarıyla bu müzahrefatı atmalarının bir hayli zor olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü onlar, bu konuda bir kısım metodolojiler geliştirmiş ve kitaplar yazmışlardır. Dolayısıyla genel itikat ve kanaatleri de bu yönde gelişmiştir. Mesela Kadı Abdülcebbar’ın Usûl-i Hamse’si gibi onların itikat esaslarını cami bir kitaba bakılacak olursa, onların imameti beş iman esasından birisi hâline getirdikleri görülecektir. Buna göre imamın muhakkak Hazreti Ali soyundan birisi olması gerekmektedir. Başka birisinin imam olması asla mümkün değildir. Onlar bu türlü füruata ait meseleleri imanın rükünleri yanında saymak suretiyle, çok korkunç ihtilâflara sebebiyet vermişlerdir.

Aslında Alevîlik, Hazreti Ali’yi sevmekse, Ehl-i Beyt’e bağlılıksa biz hepimiz alevî sayılırız. Bizim tasavvuf kitaplarımız, edebiyat dünyamız da buna şahittir. Bunlar alınıp tetkik edildiğinde, her birisinin baştan aşağıya Ehl-i Beyt muhabbetiyle dolu olduğu görülecektir. Meseleyi sadece füruata ait bir yönüyle ileri sürerken usûle müteallik meseleleri görmezden gelmek doğru değildir. Daha önce de farklı münasebetlerle arz ettiğim üzere ben yetiştiğim aile ortamı itibarıyla hep Hazreti Ali sevgisiyle büyüdüm. Kahraman denilince aklıma ilk o geliyordu. Zihnimde maddî mücadelede kılıcını çektiğinde elli kelleyi birden alan bir insan canlanıyordu. Şuuraltı müktesebatım buysa benim, bir Ali delisi olmam da muhakkaktır. Ruhuma, korteksime Hazreti Ali sevgisi öyle oturmuş ki, uzun bir süre ben Hazreti Ali’yi diğer halifelerle aynı safa koymada, bu konuda dengeyi yakalamada çok zorlandığımı ifade etmek isterim.

En paslı kilitleri açan sevgi anahtarları

Bugün yapılması gerekenlere gelince; geçmişte yaşanan bütün bu hâdiselere rağmen bugün bize düşen vazife, Alevî, Nasturî, Süryanî vs. demeden herkese el uzatmak, iyilik yapmak ve böylece iç ve dış karanlık odakların kullanabilecekleri menfî argümanları tesirsiz hâle getirmektir. Daha önce Doğu probleminin çözümüyle ilgili şunları söylemiştik: Milletimizin ruhunda ve tabiatında bulunan civanmertliği bir kere daha sergileme imkânı sunmalı ve bunu mütemadi bir format değişikliğiyle devamlı hâle getirmelidir. Mesela mübarek geceler iyi değerlendirilerek o bölgede değişik aktiviteler yapılabilir. Eğer siz bir yerdeki camide bir geceyi ihya etmekle onların gecesine nur serpiyor, karanlığı aydınlatıyorsanız, müşterek bir nokta bulma, gönüllere girme adına önemli bir faaliyet yapıyorsunuz demektir. Bunun yanında basiretli valiler, basiretli emniyet müdürleri, basiretli doktorlar, basiretli diyanet görevlileri oralara gönderilir ve onlar da toplumun yaralarını sarma adına gayret gösterirlerse bütün komplolar zamanla bozulup gidecektir. Dünyada açamayacağı kapı olmayan muhabbet ve sevgi anahtarıyla, Mevlâna üslûbuyla, Yunus Emre sistemiyle ve evrensel bir vicdan genişliğiyle problemlerin üstüne gidilmelidir. Evet, problemleri kökten çözebilecek bir şey varsa o da, herkese gönlünü açmak ve böylece gönüllere girebilmektir.

Belki kuvvetle işin üzerine gidildiği zaman, muvakkaten problemler bastırılabilir. Fakat şimdiye kadar kuvvetle kökünden halledilmiş beşerî bir problem göstermek mümkün değildir. Siz kuvvet kullanarak problemi bir yerden bastırsanız bile, o farklı bir versiyonla başka bir yerden yeniden zuhur edecektir. Denilebilir ki, fitnelerde bir tür reenkarnasyon mahiyeti vardır. Dolayısıyla onlar tamamen yok edileceği âna kadar, yeni yeni kılıklarla bu fitneler insanlığın karşısına çıkacaklardır. Bu açıdan, kuvvet bir yönüyle akıl ve mantığın bütün gücüyle işlemesinin önündeki en büyük engellerden birisidir. Yani problemi başkalarının tepesine binerek halletmeyi düşündüğünüzde, farklı alternatifler üretme mevzuunda akıl ve mantığınızı tam olarak kullanamazsınız. Elbette ki kuvvet olmalı, fakat o, her zaman akıl ve mantığın, basiret ve firasetin rehberliğinde, vicdan ve insafın kontrolü altında bulundurulmalıdır. Zannediyorum tarihten bize intikal eden böyle bir problemin çözümünde de aynı anlayışla hareket edildiğinde ümit vaat eden bir çözüm yoluna girilmiş olacaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Asude mekânlar ve okuma programları

Fethullah Gülen: Asude mekânlar ve okuma programları

Günlük hayatın bin bir gürültü ve koşuşturmacası içinde bunalan günümüz insanı, fırsat buldukça sessiz bir bucak, tenha bir koy arama ihtiyacı duyuyor. İnanan gönüller de bu tür asude mekânları kalb ve ruh hayatları adına değerlendirmek istiyor. Bu gaye istikametinde gerçekleştirilen programlardan kâmil manada istifade edebilmek için hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Ayaklarımızı Kaydırma Allahım!..

Soru: Allah’ın rızasına yürüyen bir insanın, tökezlememeye ve düşmemeye çok dikkat ederek aşması gereken kayma noktaları nelerdir? Bazı kaygan zeminlerde sürçsek ve hatta düşsek bile kalkıp yolumuza devam edebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Evet, kulluk yolunda yürüyenlerin ayaklarının kayabileceği bazı tehlikeli noktalar vardır ve biz bu kaygan zeminlere "mezelle-i akdâm" deriz. İnsanın sürçmesine ve düşmesine sebep olabilecek, onu muvakkaten de olsa yolundan edebilecek bu kaygan zeminleri bir çerçeve içinde ifade etmek oldukça zordur. Çünkü, tarih boyunca, çok güçlü ve çalımlı bir edayla yola çıkan ama daha birkaç adım ilerlemeden üzerine bastığı bir nohut tanesinden dolayı tepetaklak giden ve hiç beklemediği bir virajdan uçuruma yuvarlanan binlerce insan olmuştur. Bazen küçük bir çakıl taşıyla tökezleyip yere kapaklanan insanoğlunun, kayacağı zaman ve zemini tahmin etmesi de her zaman mümkün olmayabilir.

Bediüzzaman Hazretleri, vicdan mekanizmasını ve latîfeleri izah ettiği bir yerde "Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazât ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz." diyor; başın bir batman taşı kaldırmasına mukabil gözün bir saçı dahi kaldıramadığı gibi, bazı latîfelerin de saç kadar bir ağırlığa, küçük bir gaflet ve dalâlete dayanamayacağını anlatıyor. Mesela, fıtratımıza öyle acayip bir ihtiyaç ve muhabbet istidadı konmuş ki, dünya ve içindekiler onu doyuramıyor; o ihtiyaç ve o muhabbet, bâkî Cennetten ve saadet-i ebediyeden başka hiçbir şeye razı olmuyor; Allah’tan başka hiçbir şeyle huzuru bulamıyor. Zannediyorum, "Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur." diyen Bediüzzaman hazretleri, hissedilmesi ve dile getirilmesi çok zor olan bu duyguyu da öyle bir latîfenin kendisinde inkişaf etmesi neticesinde seslendiriyor. Bu tür latîfeleri keşfettiği için de bizleri teyakkuza çağırıyor, "Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük latîfelerini onda batırma." diyor.

Demek ki, haram bir lokma, yalan bir kelime, yasak bir bakış veya gayr-i meşrû bir dokunuş birer kayma noktası oluyor ve bazı latîfelerin sönmesine, hatta ölmesine sebebiyet verebiliyor. İnsan başlangıçta hiç de önemsemediği bu küçük inhiraflar yüzünden zamanla yoldan çıkıyor, kendi kimliğinden uzaklaşıyor, değer ölçülerine karşı yabancılaşıyor ve her an düşebileceği bir kaygan zemine girmiş oluyor; bazen sürçüyor, bazen düşüyor, bazen de yüzüstü kapaklanıyor ve bir daha da belini doğrultamıyor. Hep iki büklüm ve kambur olarak yürümeye mahkum oluyor.

Bediüzzaman Hazretleri’nin, "Hücumât-ı Sitte" diyerek ele aldığı en tehlikeli şeytânî tuzaklar da birer mezelle-i akdâmdır. Hubb-u câh, korku, tamâ, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik gibi kapanlara yakalanarak latîfelerini öldüren insanların sayısı da hiç az değildir. Makam arzusu, tanınma tutkusu ve şöhret düşkünlüğü demek olan hubb-u câh az çok hemen her insanda vardır ve başta ehl-i dünya olmak üzere pek çokları için öldürücü bir kayma noktasıdır. Kimseden korkmamanın yegâne çaresinin, korkulması gereken gerçek kaynaktan korkmak olduğunu bilmeyenler için de havf bir ölüm çukurudur. Bir şeyi hırsla istemek, açgözlülük ve doymazlık manalarına gelen tamâ ise, bazı şer odaklarının mü’minleri bile kendi menfur emellerine alet etmek için kullandıkları, gazâb-ı ilahîyi celb eden ve hayat-ı ebediyeyi bitiren bir tuzaktır. Devlet-i Âliye’nin de sonunu hazırlayan sebeplerden biri olan ırkçılık, insanın en zayıf ve fenalığa en açık damarını teşkil eden enaniyet (benlik) ve hak erlerini bile dört duvar arasına hapseden tenperverlik (rahata düşkünlük) gibi hastalıklar da ayakları kaydıran tehlike noktalarıdır.

Şeytandan gelen bu hücum okları, isabet ettiği insanları ciddi şekilde yaralayan, yatağa düşüren ve hatta öldüren birer virüs gibidir. Mesela, tamâ hissi, tûl-i emelden, uzun yaşama arzusundan ve bitmeyen isteklerden kaynaklanır; ona yakalanan bir kimse, hiç ölmeyecekmiş gibi hayata bağlanır; gözü asla doymaz, onu da ister, öbürünü de. Bu isteklerini elde etmek için o kapı bu kapı deyip sürünüp dururken hiç farkına varmadan çürür gider. Mesela, tenperverlik ve rahata düşkünlük insanı haneperest yapar. Aslında aile ve yuva dünyevî bir kısım ihtiyaçları gidermeye matuf ve ahiret hayatına hazırlık hususunda yardımcı bir unsur olmasına rağmen, onu evvelen ve bizzat maksud bir iş şeklinde algılayıp bir haneperestlik duygusu içine girme de çok hatarlı bir kayma noktasıdır. "Ya yuvamdan olursam; amaaan ya ailemi kaybedersem; Allah korusun, ya çocuklarımdan cüdâ düşersem" gibi mülahazalar insanın mukavemet sistemini kıran, onu bütün tehliklere açık hâle getiren düşüncelerdir.

Hususiyle de günümüz insanları için en kaygan zeminlerden birisi enaniyettir. Hayatı kendi benliğine göre yorumlama, her şeyi şahsî takdir ve tercihlerine bağlama.. umuma açık olan ve vicdan genişliğinden kaynaklandığı için fevkalade bir enginliği bulunan şeyleri kendi dar vicdanına, daha doğrusu daralttığı vicdanına göre değerlendirerek pek çok genişi daraltma.. dolayısıyla dünya kadar himmet ona açık duruyorken kapıları sürgüleme ve istifadeye kapalı olma.. işte, bütün bunlar, iyi bir mü’min olma yollarında buzlanma hasıl eden ve zincirleme kazalara sebebiyet veren faktörlerdir ve hepsi de bir yönüyle sefahet sebebidir. Biz sefaheti, daha ziyade yeme-içme, zevke-sefaya düşkün olma, sadece cismânî arzular arkasında koşma ve bohemce yaşama gibi şeylere bağlasak ve buna rahat düşkünlüğü desek de, o şekilde bir bencilliğe girme, enaniyet davası gütme de bir ruh sefaletidir. Bu hastalığa yakalanan bir insanın gönlündeki mücadele azim ve karalılığının tahtına enaniyeti tatmin duygusu gelip oturur. İ’la-yı kelimetullah sevdasının, dini dünyaya duyurma tutkusunun yerini, tanınma ve bilinme isteği alır. Karşılık beklemeden dine ve millete hizmet etme mülahazası dünyevî beklenti hücumlarına ve şahsî çıkar düşüncesine mağlup olur. Böyle bir bitiş sürecine giren insanın da artık hiç kimseye faydası olmaz.

Öldüren Bir Virüs

Burada bir hususu daha istidradî olarak arz etmek istiyorum: İnsanın enaniyet virüsünden kurtulması, hiç olmazsa "ben" yerine "biz" demesi ve hep O’nu göstereceği bir ufku yakalamaya talip bulunması çok önemlidir. Ne var ki, bu meselede de çok tehlikeli bir kayma noktası vardır. Bazen nefiyler (bir şeyin yokluğunu, var olmadığını ve tesirsizliğini ifade etmeler), çok güçlü ispatlardan (bir şeyin varlığını ikrar, itiraf ve tasdik etmelerden) daha güçlü ispat manasına gelir. Aynen öyle de, bazen iradî tevazu, iradî mahviyet ve iradi hacâlet kibir, gurur ve ucubdan kat kat daha fazla tehlikelidir. Tevazuya niyet tevazuyu kibire dönüştürür; mütevazi görünmek için mahcup mahcup durma çok çirkin bir riyakarlık ve yalandır. Bu tür davranışların arkasında başkalarına "estağfirullah" dedirtme yatırımları vardır. Eğer, süklüm püklüm olmalar, eğilmeler, temennâ durmalar insanın tabiatının bir neticesi ve gönlün dışarıya aksetmesinin bir sonucu değilse, bunlar şirk işmam eden "estağfirullah" yatırımlarıdır. Esas olan, İslam ahlâkını tabiat haline getirmek, Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanmak ve Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) edebiyle edeplenmektir. Yoksa, Allah korusun, sen de Üstad Hazretlerinin dediğini der, "Ben yokum, benim kudret ve ehliyetim de yok, konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir." diye inlersin.. herkesin elini eteğini öper ve günde belki yüz defa kendini nefyettiğini söylersin. Fakat, bu söz senin gönlünün sesi değilse, o tavır ve davranışlarında bir sunîlik varsa, o nefyin altında bin tane insanın seni isbat etmesi arzusu da var demektir; sen bir insan olarak "Ben yokum" desen de belki bin tane insanın seni tanımasını, bilmesini ve isbatını beklersin. Yüzün yerde görünse de gözün hep takdir alkışlarındadır.. böyle bir duygu ve düşünce kayması da açık kibir, gurur ve ucubdan daha tehlikelidir. Açık kibir bellidir, farkedilebildiği ve bilindiği için ondan dönme ihtimali vardır. Fakat tevazu ve mahviyetin altına gizlenmiş kibir, gurur ve ucubdan kurtulmanın yolu yoktur. Bunlar hiç iflah etmeyen öldürücü virüsler gibidir.

"Ben bir hiçim" dersin; götürür bir yere bir kaç lira sadaka verirsin, verirken de hiç kimseye görünmezsin.. fakat öyle tehlikeli bir mülahazan vardır ki, "Bu insanlar neden bu kadar kör; yok mu şu cömertliğimi farkedecek bir adam. Allah rızasına niyet ettik, gizli gizli veriyoruz ama şu fedakarlığım da görülse ve söylense fena mı olur?" düşünceleri sarmıştır zihnini. Belki niyetinde duruluğu yakalayamadığın bir sefere çıkmış ve sonra da "Vatanımı, sevdiklerimi geride bırakıp bu uzak diyarlara hicret ettim. Ben bunu söylemiyorum ama bazıları vefalı olmalı değil mi? Fedakarlığımı görüp takdir etmek düşmez mi onlara?" der ve kadr u kıymetinin bilinmediğinden yakınırsın. Ya da, va’z u nasihat edersin, kalem oynatırsın, la’l ü güher gibi kelimeler döktürürsün.. zahiren bir beklentin de yok gibidir; Allah rızası için vazife yaptığını söylersin. Fakat, Allah korusun, içten pazarlıklısındır ve gizli gizli beklentilerin vardır; bu beklentilerin, yer yer manasız alınganlıklarınla kendini ele verse de, sen farkına varamazsın; çünkü, öldürücü bir hastalık, ruhunu sarmıştır bir kere. Beynine kıymık gibi saplanan bir virüse tutulmuşsundur. Ve eğer, bu tür mülahazalar kalbinde bütün bütün yer etmişse, mahvolduğun katîdir senin. Cenâbı Allah bizi mahviyet, tevazu, hacâlet ve enaniyeti nefyetme mülahazaları altında kendini satma gibi helak edici hastalıklardan muhafaza buyursun.

Bu virüslere yakalanmadan ve kayma noktalarına takılmadan rıza-yı ilâhî hedefine yürüyebilmemiz için her şeyden önce Allah Teâlâ’ya sığınmamız gerekir. Oturup kalkıp, "Allahümme innî eûzu bike min en-üşrike bike şey’en ve ene a’lemu ve estağfiruke limâ lâa’lemu – Allahım, bile bile şirk koşmaktan, Senden başkasını ilah tanıyıp Senin güç ve kuvvetinden başka seylere tesir-i hakiki vermekten Sana sığındığım gibi, bilmeden ve farkında olmadan karıştırdığım haltlardan da Sana sığınıyor ve istiğfar ediyorum." diyerek O’nun rahmet kapısına yönelmemiz icap eder.

Ayrıca, titiz yaşamak, kayıp düşme ihtimallerini azaltır. Titiz yaşamanın da birkaç yanı vardır. Bunlardan birisi, imanını güçlendirme adına doyma bilmeyen bir ruh hâletine sahip olmaktır. Değişik münasebetlerle tekrar ettiğimiz gibi, Ayetü’l-Kübra risalesindeki, kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın hâli bu meselenin en güzel misallerinden biridir. O mütefekkir yolcu kâinattaki her sayfayı okudukça imanı kuvvetlenip mârifeti daha da ziyadeleşir ve onun gönlünde iman-ı billâh hakikatı bir derece daha inkişaf eder. Semâ ve arz gibi kainat sayfalarından pek çoğunu dinlediği hâlde yinede de doymaz; mesela, denizlerin ve nehirlerin zikirlerine de kulak verir ve sürekli "Hel min mezîd - Daha yok mu?" deyip durur. İşte, o seyyah gibi "Hel min mezîd" insanı olma çok önemlidir. Mü’min her gün kendi kendine, "Ben Allah’ı şu kadar biliyorum; fakat bu yetmez bana; O’nu öyle bilmeliyim ki, imanım, marifetim, Allah’a karşı alakam, -bazen aşk, bazen muhabbet, bazen iştiyak, bazen Cenâbı Hakk’ın inayeti manasına da gelen cezb ve bazen de o inayete kendini salma manasında incizap şeklinde tecelli eden alakam- daha da kuvvetlensin ve mertebe katetsin." demelidir. Madem "Aksa’l-gâyât"a talibiz, dualarımızda onu istiyoruz; öyleyse bugünkü marifetimizin dünküyle aynı seviyede olmasına rıza gösteremeyiz. İki günümüzün eşit olmasını kabullenemez, onu bir aldanmışlık sayarız. Bu sebeple, başkaları hakkında hüsn-ü zan etsek de, şahsımız adına iman ve marifet hususundaki çok küçük bir kayma ihtimalini bile çok büyük bir tehlike olarak nazar-ı itibara almalı ve o ihtimalin gerçekleşmesine katiyen fırsat vermemeliyiz.

İman, İslam ve İhsan

Bildiğiniz gibi, bir gün Cebrail aleyhisselâm, insan suretinde Peygamber Efendimiz’in (sav) yanına gelmiş; iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri ile alakalı bazı sorular sormuştur. Cebrail aleyhisselam’ın bizzat soru sorduğu ve cevaplarını tasdik ettiği bu ziyaretin anlatıldığı hadis-i şerif "Cibril hadîsi" olarak anılmaktadır. Hazreti Cibril-i Emin onların yanından ayrılınca Peygamber Efendimiz "O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti" buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerifte geçen iman, İslam ve ihsan üçlüsü de titiz yaşama adına çok önemlidir; çünkü, dini öğretmek için gelen Vahiy Meleği özellikle bu üç hususu sormuş ve Peygamber Efendimiz de bunların bütününe "din" demiştir.

İman hakikatinin, tesirini tam olarak ortaya koyması ancak İslam’la mümkündür. İman, işlene işlene insanın tabiatına mal olup, onun davranışlarını belirleyen ve yönlendiren bir derinlik hâline gelince hakikî iman hasıl olur. Aksi taktirde, Allah’ın adem-i mevcudiyetine mesnetmiş gibi ortaya konan bazı şeyleri yıkarak ve sadece birkaç delile dayanarak ulaştığınız ya da atalarınızın size telkin ettiği iman nazarî bir imandır. Öyle bir iman sayesinde "Allah vardır" dersiniz ama o meselenin hakikatini araştırmadığınız sürece kalbinizin derinliklerine kök salacak ciddi bir irfana da ulaşamazsınız. Oysa ki, nazarî iman, amel vesilesiyle insan tabiatının onu yönlendiren bir derinliği haline gelmelidir. O duruma gelinceye kadar da insan için tehlike ihtimali çoktur. Tehlike ihtimalini azaltmanın yolu ise İslam esaslarına bağlılıktır.

Aslında, İslam esasları sadece beş tane değildir. Mehâsin-i ahlâkı bütün fakülteleriyle yaşamak da İslam’ın bir şartıdır. Bir müslümanın mesâvi-i ahlâktan içtinab etmesi de lazımdır. Hazreti İmam-ı Gazalî, İhyâ’sında bazı mevzuları mühlikât (helak eden, felakete sürükleyen hususlar) ve münciyât (kurtaran, felaha götüren ameller) başlıkları altında serdediyor. İşte, İslam bunların hepsine riayet etmek ve bu riayeti de bir yönüyle bir iç istek haline getirmek demektir. Öyleyse, bir müslüman, dinin emirleri mevzuunda da, yasakları konusunda da çok titiz davranmalı; emirleri yapmanın ve yasaklardan içtinab etmenin tiryakisi olmalı; bu hususta, adeta uyuşturucuya kendisini kaptıran ve ondan vazgeçemeyen bağımlı bir insan gibi yaşamalıdır. Bir vakit namazı kaçırma tehlikesiyle yüz yüze kalsa, "Acaba namazım mı önce kaçar, aklım mı?" diyecek kadar o meselenin delisi olmalıdır. Bir uçağa bineceği zaman, her şeyden evvel, namazını orada da hakkıyla eda etmenin hesabını yaparak binmeli; şehirler arası bir yolculuğa çıkarken "Vakti geldiğinde namazımı farz, vacip ve sünnetine riayet ederek eda edeceğim; ben yemeğimden, çayımdan vazgeçebilirim ama namazımdan taviz veremem." düşüncesiyle dopdolu olarak çıkmalıdır. Seyahat sırasındaki namazlarının birinden az bir taviz verse o seyahatini de bereketsiz kabul etmelidir. Bu, dinin tiryakisi olma demektir. Öbürü ise, taklitten kurtulamamayı, iğreti durmayı gösterir. Öyle iğreti duran bir insan da tehlikeli bir zeminde ve mâil-i inhidamdır; o her an yıkılıp gidebilir.

Evet, imanını amelle takviye edecek ve İslam sayesinde derin bir marifete ereceksin. Fakat, onunla da yetinmeyecek, ihsan ufkuna yürüyeceksin. Salih amellere yapışacak ve ibadetlerin hakkını vereceksin ama bunları yaparken Allah’ı görüyor gibi bir hâli yakalayacaksın. Secdede başını yere koyduğun an, sanki Allah’ın arşının önüne başını koyuyormuşsun gibi bir temkinle hareket edeceksin. Her davranışının şuurluca olmasına özen gösterecek, her hareketine şuur vizesi soracak, onun referansını almayan hareket ve davranışları hiç yokmuş gibi sayacaksın. Ayakta dururken kendi kendine "Aman dikkatli dur, şu anda huzurdasın, Arşın bir tarafına dokunabilirsin." diyeceksin. Rükua giderken, secde ederken.. hep bir dikkat ve teyakkuz insanı olarak davranacaksın. Bu ihsan şuurunun zirvesidir. Bunu yapamıyorsan bile hiç olmazsa avamca ihsan duygusuyla dolacaksın. İbadetlerini, O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla eda edeceksin. Yani, sen O’nu görüyormuş gibi bir ruh hâletine giremeyebilirsin; günahların vardır, ufkun kapalıdır, bundan dolayı o meseleyi gerektiği şekilde duyamıyor olabilirsin. Fakat, hiç unutmamalısın, O seni görüyor. Evet sen, seni gören bir Rabb’in karşısında olduğuna inanmamışsan, Cenâbı Allah’a tam inanmamışsın demektir. Öyle bir iman arızalı ve problemlidir.

Oysa, kaymalara karşı koyabilmek için sağdan-soldan destekli bir imana ihtiyaç vardır. Her zaman Hakk’ın huzurunda bulunuyor olma mülâhazasıyla sürekli temkin ve istikamet kollama.. ya da konumunun gerektirdiği mârifet ve şuurla "Ben bir hakir kulum, her nefesimde, her an-ı seyyâlemde muhtaç olduğum Mevlâ’dan nasıl gaflet ederim." diyerek, hep uyanık, hep mahviyet içinde, hep gözü Hakk’ın kapısının aralığında ve mevsimi gelince iltifat göreceği düşüncesiyle sürekli ümitli, herhangi bir itaba uğrayacağı endişesiyle de kalbi güvercinlerin kalbi gibi tir tir titrer vaziyette olma hâli sağlam bir imanın neticesidir. Böyle bir iman, İslam ve ihsan şuuru, Kur’ân’ın "Kim ihsan şuuruyla yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse muhakkak ki o en sağlam kulpa sarılmıştır." (Lokman, 31/22) diyerek ifade buyurduğu " Urvetü’l-vüska", yani, k opmayan, kırılmayan, parçalanmayan, kendisine tutunanı yolun zikzaklarında düşürüp bırakmayan, en sağlam kulp, Rabbe karşı güven ve emniyet bağı mesabesindedir.

Ayaklarımızı Kaydırma Allahım!..

Kayma noktalarına ve inhiraflara karşı çok önemli bir tedbir de usûl-i fıkıhtaki sedd-i zerâyi’ düsturuna göre hareket etmektir. Sedd, menetme ve engelleme demektir; zerayi’ ise, vesîle ve yol manâsına gelen zerîa’nın çoğuludur. Sedd-i zerayi’, vesîleleri kaldırmak, yolu tıkamak demektir. Istılah itibarıyla, tehlike mahallerinden ve fenalık dürtülerine sebebiyet verebilecek yerlerden uzak durmak; haramlardan olduğu gibi harama ve mesâvi-i ahlâka sürükleyebilecek faktörlerden de kaçınmak demektir. Nitekim, Kur’an-ı Kerim, "Sakın zinaya yaklaşmayın; çünkü o, çirkinliği meydanda olan bir hayasızlık ve çok kötü bir yoldur.." (İsrâ, 7/32) buyurarak hem zinanın apaçık bir çirkinlik ve yoldan çıkma olduğunu belirtmiş hem de kişiyi o çirkin günaha götürecek olan yol ve ortamları da yasaklamıştır. İşte, kelam-ı İlahî’nin "Zina etmeyin" demek yerine "Zinaya yaklaşmayın" şeklinde ferman buyurması ve bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) dil, ağız, el, ayak ve göz gibi organların zinasından da söz ederek o günaha götüren sebeplerden de uzak durmamızı isteyişi sedd-i zerayi’ zaviyesinden değerlendirilmelidir. Bu ilâhî ve nebevî fermanlar "Aman, günahın semtine bile sokulmayın, ondan fersah fersah uzak durun! Kulaklarınız ya da gözleriniz yoluyla içinize girecek ve olumsuz şeyler hakkında hayallerinizi tetikleyebilecek, sonra da tahayyüllerinizi, tasavvurlarınızı, taakkullerinizi ve hatta tasdik, iz’an, iltizam ve itikadınızı yaralayabilecek şeytanî oklara karşı teyakkuzda olun." manasına gelmektedir. "İttekû mevâdia’t-tühem – Sizi zan altında bırakacak yerlerden, töhmet noktalarında bulunmaktan sakının" mealindeki hadis-i şerifi de bu açıdan yorumlamak mümkündür. Yani, töhmet ve sû-i zanna sebep olacak pestpaye davranışlardan uzak durmak gerektiği gibi, töhmet fiillerinin cereyan edebileceği yerlerden, onlara götüren duyguları tetikleyebilecek mekanlardan ve bir lokma, bir kelime, bir dinleme ve bir tecessüsle sizi sizden uzaklaştırabilecek kaygan zeminlerden de elden geldiğince uzak bulunmaya çalışmak lazımdır. Allah’la münasebetiniz, sizin kimliğiniz adına çok önemli bir madde teşkil eder. Öyleyse, kimliğinizi zedeleyebilecek ve Allah’a kulluğunuza gölge düşürebilecek şeylerden tevakki etmelisiniz. Bunlar, iman, İslam ve ihsanın yanı başında yer alan, düşmeme, kapaklanmama ve batmama için çok önemli seralardır. İnsan, kalbî ve ruhî hayatını korumak için bu seralara sığınmalı ve bu hususta iradesinin hakkını vermeye gayret etmelidir.

Bu mevzuda son bir husus da muktezâ-yı beşeriyeti göz önünde bulundurmak ve onun gereğine göre hareket etmektir. Yani, insan olarak yaratılmamız yönüyle bizim cismanî ve bedenî yanlarımız da vardır. İnsanî ruh ve nefha-yı ilahî taşımamızın yanıbaşında, biyolojik ruh da diyebileceğimiz bir nefis sistemi de konulmuştur mahiyetimize. Hazreti Üstad, Mesnevi-yi Nuriye’sinde bu mevzuya da bir yönüyle işaret ederek bize bir tenbihte bulunmakta ve "Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir!" buyurmaktadır. Demek ki, bizim bir hayvaniyet ve cismaniyet yanımız var; ama ayrıca kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme gibi bir hedefimiz de var. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde temaşa etmeye çalıştığımız, şimdiye kadar seleflerimizden binlercesinin altın ve yakut tepelerde resmettiği kalb hayatına ulaşma hedefi var önümüzde. İşte, o hedefe yürüyen bir insanın yer yer tökezlemesi, ayağının kayması ve düşmesi de muhtemeldir. Fakat, eğer, bir insan düşerse, onun yapması gerekli olan şey, asla şeytan gibi demogojiye girmemek; Hazreti Adem gibi sadakat, samimiyet ve vefa ruhuyla Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edip, günahlarını O’nun huzurunda sayıp dökmek ve tevbe, inabe ya da evbe ile arınarak yeniden Cenâbı Hakk’a yönelmektir. Tabir-i diğerle, kapaklandığı zaman düştüğü yerde kalmamak, hemen doğrulmak ve yeniden Allah’a yürümeye devam etmektir. Şeytan kibir, diyalektik ve demogoji ile hareket ederek kaybetmiş; Hazreti Adem ise, tevazu, hacâlet ve evbe ile kazanmıştır. Şeytan gibi demogojiye girmek bir felaket sebebidir; fakat, o kendisiyle iftihar ettiğimiz yüce atamız, "Safiyyullah" ilahî hitabına mazhar Adem Efendimiz gibi davranmak da tekrar doğrulup yola devam etmek için çok önemli bir vesiledir.

Hasılı, haram bir lokma, yalan bir kelime ve gayr-i meşrû bir bakıştan tenperverlik ve enaniyete kadar pek çok mezelle-i akdâm vardır. Fakat bir insan, arz etmeye çalıştığım bu disiplinler zaviyesinden meseleye yaklaşacak olursa, inşaallah muvakkaten düşse bile yolda kalmayacaktır. Ayrıca, kaymama hususunda da, Allah’a sığınma çok önemli bir teminattır. Abdest sırasında sağ ayağımızı yıkarken, " Allâhümme sebbit kademeyye ales’sırâtı yevme tezillü fîhi’l-akdâm - Allah’ım, Sırat köprüsünde ayakların kaydığı o günde ayaklarımı kaydırma, sabit eyle..." diyerek, ötede Sırat denen o cisr-i müthişte ayaklarımızı kaydırmamasını Cenâbı Allah’tan dilendiğimiz gibi burada da sırat-ı mustakimde sabit kadem olmamız için yalvarmamız bir emniyet vesilesi olacaktır. Evet, burada kayanların çoğu orada da kayarlar; burada en kaygan zeminleri Allah’ın izniyle aşanlar ise, orada da kaymazlar. Fakat, burada kayan herkesin orada da kayacağı söylenemez. Çünkü bir insan, bir yerde kaymış olsa bile, o kaymanın endişesini ruhunda yaşadı ve hemen bir tevbe kurnasına koştu, arındı, Allah’a döndü ise, Allah Teâlâ onu hiç günah işlememiş gibi tertemiz bir hâle getirebilir.

Ayan-ı sabite ve Efendimiz (s.a.s.)

Bir mübtedinin, aklından dolayı Mu’tezile’ye kayması nasıl tabiî ise, bir müntehinin de eşyanın hakikî yüzüne vâkıf olmasından dolayı cebr-i mutavassıt olması aynı ölçüde tabiî ve fıtrîdir. Ama cebr-i mutavassıt veya Mu’telize’yi değil, İmam Mâturidî’nin orta yolunu esas almak gerekir.

Evet, Allah kader planında geleceği belirlerken, o muhit ilmiyle her şeyi sizin beden ve ruh kalıbınıza göre biçip diker. Sizin iradenizle birlikte meşiet-i ilâhiye böylece taallûk eder. Ayan-ı sabiteye hiçbir kimsenin ufku ulaşamaz. Oraya, yani o ilm-i ilâhîyi müşahedeye, ancak Efendimiz aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm ulaşabilir.

Âyetler arasındaki münasebet

Kur’ân-ı Kerim, inandırmaya matuf değişik yollar kullanıyor. Mesela, önemli bir hususu anlatıyor; insanların tûl-i emel ve tevehhüm-i ebediyet gibi mülâhazalarının olduğunu, bu mülâhazaların onları dünyevîliğe çektiğini ve faydasız işler arkasında dolaştırdığını anlatırken, dünyevîliklere kaydıklarını nazara verirken “Her nefis her lâhza ölümü tatmaktadır. Sonunda bizim huzurumuza getirileceksiniz” (Ankebût, 29/57) diyor. Evet, her nefis her lâhza ölümü tatmaktadır. Kısmen ölmekte, kısmen dirilmektedir. Her insanın vücudunda da her an bazı hücreler ölmekte ve onların yerine başkaları yaratılmakta, beden sürekli bir tebeddül ve tegayyür yaşamaktadır. Gece ile gündüzün deverânı ve farklılığından alın da, insan vücudunda ölen hücrelerin yerine başkalarının gelmesine kadar kâinatta sürekli bir tebeddül vardır.

Şunu da ifade etmeliyim ki, bazılarının bu âyete “Her nefis ölümü tadacaktır” şeklinde meâl vermesi doğru değildir. Âyetin mânâsı “Her nefis, her lâhza ölümü tatmaktadır” şeklinde daha doğru olabilir. İşte, cüz’iyet planında ölümleri hatırlatmak suretiyle, gece ve gündüzlerin deveranından mevsimlerin değişmesine, bazı şeylerin ölüp bazı şeylerin dirilmesine ve mikro âlemden makro âleme kadar doğum ve ölümler îmâ edilerek insanların da fâni oldukları ve onları mukadder bir ölümün beklediği hatırlatılıyor. “Demek ki, bir gün siz de tamamen silinip gideceksiniz buradan. Cisminiz ve nefsâniyetiniz açısından bu dünya hesabına tamamen silinip gideceksiniz. Ruhunuz bâki kalacak. Öyleyse ona göre davranın, davranışlarınızı ona göre plânlayın” deniliyor. Evet, ölümü emsalinden tecrid ederek ileride meydana gelecek bir vak’a şeklinde vaz’etmek çok inandırıcı olmaz; emsalini göstererek ölümü hatırlatmak inandırıcıdır. Her yönüyle muknî olan Kur’ân da böyle inandırıcı ve ikna edici bir üslûp kullanıyor.

Soruda zikrettiğiniz ikinci âyet, Bakara Sûresi’nde, Âyetü’l-Kürsî’den önceki âyettir ve “Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne bir dosttan yardım beklemenin, ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin” (Bakara, 2/254) meâlindedir. Bu dünyada, insanlarla içli dışlı yaşıyorsunuz; dost ve arkadaşlarınız oluyor. Bazıları dünyevî işlerinizde size aracılık da yapabiliyorlar. Fakat önünüzde öyle bir gün var ki, o gün siz tek başınıza ve kendiniz olarak öleceksiniz, kendiniz olarak dirileceksiniz ve haşir meydanında da tek başınıza kalacaksınız. Orada hiçbir şefaatçi ve iltimasçı bulamayacaksınız. Çünkü o gün dostluklar, tavassutlar ve iltimaslar geçerli olmayacak. Öyleyse, o müthiş günde zor durumda kalmamak için bugünden infak edin. Edin de infakınız, öbür âlemde sizi kurtarsın. Yaptığınız infaklarla din-i mübîn-i İslâm’ı î’lâ vazifesinde bulunun ki, hiçbir şefaatçinin şefaatinin kabul edilmediği o yerde “Makam-ı Mahmud’un Sahibi” imdadınıza koşsun.

O âyet-i kerimeden sonra da pek çok âyette infaktan bahsediliyor. Mallarını Allah (celle celâluhû) yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet etmeyenlerin Rabb’ileri katından mükâfatlarını alacakları, onlar için hiçbir endişeye mahal olmayacağı ve üzüntü de duymayacakları; sadaka verilen kimselere minnet etmekle ve onları incitmekle o sadakaların boşa çıkarılmaması gerektiği; Allah’a da, ahirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin, üzerinde toprak bulunan kaypak bir kayaya benzediği ve şiddetli bir yağmur yağar yağmaz o toprağın kayıverip, o kayanın cascavlak kalacağı gibi riyakârların da hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemeyecekleri; Allah’ın rızasını kollamak ve ruhlarındaki imanı kökleştirmek için mallarını harcayanların durumunun ise, bol bol yağmur alıp iki kat meyve veren, kuraklık zamanlarında bile hafif bir yağmur ve az bir çisentiyle yemyeşil kalabilen bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzediği anlatılıyor (bkz. Bakara, 2/265).

İşte, Kur’ân bir fasıldan diğer bir fasla geçerken, böyle bir siyak (sözün gelişi) içinde infaka teşvik ediyor. Bu âyetten hemen sonra Âyetü’l-Kürsî’nin gelmesi Hayy ve Kayyûm olan Cenâb-ı Allah’ın anlatılması, sine ve nevmin (uyuklama ve uykunun) onun için söz konusu olmadığı meselesinin vurgulanması da gayet mânidardır. Evet, inandırma adına kullanılacak metod, inandırıcılıktaki üslûp bu olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim, insanlar arasında yardımlaşmayla alâkalı bir konuyu pekiştirmek, onun gereğine inandırmak ve aynı zamanda ulûhiyete ait hakikatlerin hatırlatılmasıyla onun gönüle işlemesini sağlamak için böyle fasılalarla arada değişik şeyler hatırlatıyor. Sonra bir başka ahkâma geçiyor.

Nitekim, bu âyetten üç sayfa sonra, sayfanın başında, infakla alâkalı şeyleri bitiriyor, ribâdan bahsetmeye başlıyor. O sayfanın alt tarafına doğru, “Kendisine döneceğiniz o Allah’a karşı takva dairesinde bulunun” (Bakara, 2/281) diyor ve yine ölümü hatırlatıyor. Ondan sonra tedâyün âyeti geliyor. Seferde borçlanma, borç ve alacağın yazılması, ya kefil veyahut bir rehinin ortaya konması, alış veriş sırasında şahit tutmak gerektiği ve kâtip veya şahidin asla mağdur edilmemesinin lüzumu gibi mevzuları uzun boylu anlatıyor; tafsilata giriyor. Daha sonra da, imana müteallik bir meseleyi hatırlatmak suretiyle, İslâmî inanç ve esaslar arasında imanla alâkalı meselelerin ve iman esaslarını hatırlatmanın bir profil ve atkı gibi olduğunu gösteriyor; hemen her şeyi onun içinden geçiriyor, ona bağlıyor, onunla irtibatlandırıyor.

Maalesef, günümüzde bazı insanlar, Kur’ân-ı Kerim’e sathî bir nazarla bakıyor; kendi kıt idraklerini ölçü kabul edip yanlış zanlarına göre bir kısım hükümler çıkarıyor; şarkiyatçıların garazlı sözlerini ve belli bir gayeye matuf yazılmış kitaplarını taklit ediyor; senelerdir süregelen bazı meseleler hakkında şüphe hâsıl edecek tartışmaları bir fantezi uğruna yeniymiş gibi tekrar yazıp çiziyorlar. Mesela; onlara göre, hâşâ ve kellâ, bazı âyetler kendi yerlerine konulmamış; şurada değil de burada olmalıymış; şu âyet buraya münasip düşmüyormuş da şurada olmalıymış. Ne kadar yazık! Kur’ân-ı Kerim’deki hutût-u ilâhiyeyi, münâsebât-ı mâneviyeyi tam sezemediklerinden dolayı, kendi hendeselerine ve felsefelerine göre, “Yüce Kitab”ımız için yeni bir tasnif mülâhazasına giriyorlar.

Sorunuz üzerine Kur’ân-ı Kerim’i gözümün önünden geçirirken birkaç âyet arasındaki münasebete kısmen temas etmiş oldum. Arz etmeye çalıştığım münasebet ve irtibatla alâkalı hususları her surede görmek mümkündür. Yeter ki, samimî bir niyet ve selim bir kalble okunsun, düşünülsün ve müzakere edilsin.

Bağımsız Hareket ve Diyalog ve Hoşgörü

Soru: Bir taraftan hür ve bağımsız yaşamayı, diğer taraftan da diyalog arayışının ve hoşgörü anlayışının gereği olarak herkesle bir nevî irtibat içinde bulunmayı hürriyet telakkimiz açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hürriyet, dinin ruhuna aykırı olmayan her isteği, herhangi bir engelle karşılaşmadan gerçekleştirebilmenin unvanıdır. Bununla beraber o, ölçüsüz bir serbestlik değildir; herhangi bir baskı, mahkûmiyet ve boyunduruk altında bulunmama hâlidir.

Tamamen bedenî bir varlık haline gelen ve her zaman iştihalarını tatmin peşinde koşanlar, hürriyeti, herhangi bir sınırlama ve engelle karşılaşmadan her türlü isteği gerçekleştirmek şeklinde anlamış ve tarif etmişlerdir. Bu çarpık hürriyet mülâhazasıyla, ahlâk ve faziletin yerine cismaniyeti yerleştirmişlerdir. Ölçüsüz serbestliği hayat felsefesi haline getiren bu talihsizler, özgür olduklarını ve serbestçe yaşadıklarını iddia ettikleri aynı anda hiç farkına varmadan bedenin, cismânî arzuların, dünyevîliklerin ve bohemliğin ağına takılmış; makam ve mansıbın, servet ve şehvetin kulları-köleleri olmuşlardır. Böyle bir esaretin neticesinde, Allah'la irtibatsızlıktan kaynaklanan tatminsizlikler yaşamış, çeşit çeşit illetlere yakalanmış ve anarşiye açık yığınlar haline gelerek toplumu bunalımdan bunalıma sürüklemişlerdir.

Dinimizde, insanın her aklına geleni ve arzu ettiği her şeyi yapması demek olan "mutlak hürriyet" yoktur. Günümüzün batılı anlayışına göre hürriyet, "Başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmek" şeklinde tarif edilse de; bizim hürriyet telakkimiz, "insanın, ne kendisine ne de başkasına zarar vermemek şartıyla meşru dairede istediğini yapması" şeklindedir.

Kul Oldum!..

Ayrıca, biz, İslam'ın kalbî ve ruhî yanı açısından, hürriyeti "insanın Allah'tan gayri hiçbir şey ve hiçbir kimsenin boyunduruğu altına girmemesi, hiçbir şey karşısında baş eğmemesi" olarak anlarız. Hayatını, cismanî hazlarının arkasında sürüm sürüm sürünerek geçiren, nimetler karşısında şükredeceğine iyice küstahlaşan ve kazandıkça biraz daha hırsa kapılıp şımarıklaşan ama diğer taraftan da elindeki imkânları yitireceği korkusuyla tir tir titreyen bir zavallıyı -dünyaya hükümdar bile olsa- hür kabul edemeyiz. Çünkü, bize göre gerçek hürriyet ancak, insanın dünyevî endişelerden, mal-menâl gibi gâilelerden kalben sıyrılıp, Hakk'a yönelmesi sayesinde gerçekleşebilir. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) gönlünü dünya metâına kaptıran ve sürekli onu düşünen kimseleri, "dinarın, dirhemin, kadife ve kumaşın kulları" olarak tavsif etmiş ve kınamıştır. Bir Hak dostu da, talebesine nasihat ederken, "Oğul, kölelik bağını çöz ve azat ol; daha ne kadar altın ve gümüşün esiri olarak kalacaksın?" demiştir.

Evet, değişik arzu, istek ve beklentilere bağlanmış olan bir kalbin sahibi kat'iyen hür sayılamaz. Ömrünü bir kısım dünyevî çıkarlar ve cismanî hazlar karşılığında başkalarına ipotek eden ve sürekli onlara bedel ödemek zorunda olan birisi hür kabul edilemez.

Aksine, dünyanın nefis ve hevesâta bakan yanlarına karşı kapanan, kalbini dünyadan, dünyayı da kalbinden uzaklaştıran bir insan, zindanda dahi olsa gerçek hürriyeti bulmuş demektir. Yaratıcı'ya yönelen, gerçek kıblesine dönen, sadece Hakk'a kul olmak suretiyle arzulara kulluk, kuvvete kulluk, şehvete kulluk, şöhrete kulluk gibi çeşit çeşit kulluklardan kurtulan böyle bir insan gerçek hürdür. O boynuna hiçbir kementin geçirilmesine razı olmaz; ihtiraslar onun ufkunu kirletemez; heva, heves ve şehvet ona boyun eğdiremez. O, Hazreti Mevlânâ edasıyla, "Kul oldum, kul oldum, kul oldum... Her köle, hürriyete erince mesut ve bahtiyar olur. Ben Sana kulluğumla saadet ve sevinci buldum." der; kulluğuyla beraber bir çeşit sultanlığa erer.

Tiryakilerin Esareti

Aslında, bağımsızlığı daha umumi manada ele almak gerekir. Mesela, adetleri, alışkanlıkları ve tiryakilikleri terketmek ve bir manada tam bağımsız yaşamak da hürriyetin ayrı bir yanını meydana getirir. "Terku'l-âdât mine'l-mühlikât – Âdet ve tiryakilikleri terketmek de öldüren faktörlerden biridir." sözünde ifade edildiği gibi insanın alıştığı ve adeta bağımlısı haline geldiği şeylerden uzaklaşması çok zordur. Yeme-içme bağımlısı, uyku düşkünü, rahat tutkunu ve yuva meftunu olan insanların bunları muvakkaten de olsa terk etmeleri neredeyse imkansızdır.

Oysa ki bir müslüman, komando gibi en zor şartlarda yaşamaya dahi kendisini alıştırmalı ve hasbelkader öyle bir şeye maruz kalırsa çarçabuk pes etmemelidir. Bir insanın yuvasını sevmesi ve onu bir Cennet otağı olarak görmesi tabiîdir; ama yuvasına bağımlı hale gelmesi ve onu olmazsa olmaz kabul etmesi doğru değildir. Çanakkale'de şehit olanlar kendi yuvalarına, hayata ve dünyevî güzelliklere bağımlı olsalardı, bugün biz hürriyeti hiç tadamazdık. Dolayısıyla, insan, gerekirse din, iman, vatan ve millet uğruna sımsıcak hanesini de terk edecek ve kafasından bile silip atacak kadar bütün kayıtlardan azade olmalıdır ki bazı mahrumiyetler sebebiyle büyük sarsıntılar yaşamasın.

Baş Eğmeyiz Edânîye...

Hürriyetin diğer bir buudunu ise, kuvvetin hakta olduğu prensibine göre hareket etmek, zalim kuvvetlerin dayatmaları karşısında asla "pes" dememek ve başka güçlerin boyunduruğuna razı olmamak teşkil eder.

"Baş eğmeyiz edânîye dünyâ-yı dûn içün;
Allah'adır tevekkülümüz, itimadımız"

diyen Bâkî böyle bir hürriyet düşüncesini seslendirir. Evet, şayet Allah'a tevekkül etmişsen ve O'na tam güveniyorsan üç-beş günlük dünya için sen de aşağılık kimselere baş eğmez, boyun bükmezsin. Hazreti İbrahim ve ona tabi olanlar gibi "Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız." (Mumtahine, 60/4) der ve hep dik durur, merdane yürürsün; ne zulmü alkışlar ne de zalime serfürû edersin. Allah'ı yegâne Azîz ve Hakîm bilmişsen, kalbini sıkıştıran ve ruhuna ağır gelen hadiseler karşısında bile "Vardır bir hikmeti.." deyip, en kötü şartları dahi lehine çevirebilecek bir Rabb'e dayandığını düşünerek rahatlarsın. Cenâb-ı Hakk'ı Gâlip ism-i şerifiyle tanımışsan, O'nun sözünün üzerine söz olamayacağına, kudretinin üstünde herhangi bir kudret bulunamayacağına ve dilediği her şeyin mutlaka gerçekleşeceğine kat'iyen inanarak sadece O'na kul olur ve diğer bütün kulluklardan kurtulursun. Allah'a hakkıyla tevekkül edersen, dünyevî korkulardan, titremelerden ve sarsılmalardan emin olur; elin-âlemin îcâd edip ortaya sürdüğü senaryolardan ürküp paniğe kapılmaz, çeşit çeşit ruh kırılmaları yaşamaz ve şahsiyet deformasyonuna uğramazsın.

Aksi halde, her güçlüye kul olur, her kaba kuvvet sahibine kölelik yapmak zorunda kalır; bugün buna, yarın şuna ve ertesi gün de bir başkasına temenna durursun; daha güçlü ve kuvvetli birileri dayattıkları zaman da bu defa onlara serfürûda bulunursun. İşte bu açıdan, nice kimseler vardır ki, baş döndüren bir ihtişam içinde yaşamalarına rağmen, gerçek hürriyeti bir türlü duyup tadamaz ve esir hayatı sürerler; niceleri de vardır ki, mahrumiyetler içinde olsalar bile, Allah'tan başka hiç kimseye diyet ödeme durumunda bulunmadıklarından dolayı bir lâhza olsun esaret ve mahkûmiyet hissetmezler. Hazreti Bediüzzaman bu hakikati ne güzel ifade eder: "O'nu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır."

Başkalarına "diyet ödeme" durumunda olmak çok büyük bir zillettir. Bazıları karşısında bağımsızlığınızı kaybettiğiniz zaman, ne kadar insanın esareti altına girmişseniz, ayakta kalabilmek için o kadar çok diyet ödemek mecburiyetinde kalırsınız. Fakat, sizi esir edenlerden herbirinin istekleri de farklı farklı olur. O bir şey ister, diğeri başka bir şey diler, öbürü de daha başka bir şey talep eder. Herbirinin isteğini yerine getirmek zorunda olunca, talebine müsbet cevap vermek istediğiniz kimselerin dileklerini bile yerine getiremezsiniz; farklı farklı isteklerle başa çıkamazsınız. Bir yönüyle, Türkiye'nin hâl-i hazırdaki durumu da böyledir. Avrupa Birliği'nin, Orta Asya'nın, Orta Doğu'nun ve bazı güçlü devletlerin değişik değişik talepleri vardır ve bazen bu talepler de birbirine terstir. Siz kendi kendinize ayakta duramıyor ve bazı planların, projelerin bir parçası olmaya zorlanıyorsanız; değişik stratejilerde birinci dereceden söz sahibi olamıyor ve onlar planlanırken siz de düşüncenizi açıkça ortaya koyamıyorsanız, tam bağımsız değilsiniz demektir. Bu durum, sizin belli kayıtlarla mukayyet olduğunuzun ve ortada bir ortaklığın bile bulunmadığının delilidir. Böyle olunca, hiçbir tarafı tatmin edemez, hiç kimseye yetemez ve dolayısıyla da esaretten kurtulamazsınız.

Bağımsız Bir Hareket

Bu zaviyeden, "Gönüllüler Hareketi" olarak zikredilen diyalog ve eğitim faaliyetlerinin de bağımsız olması çok önemlidir. Bu hareketle alakalı akademik çalışma yapan sosyologlar ve siyasal bilimciler de her fırsatta bu bağımsızlığa değinmekte ve "Bu teşebbüs, hiçbir dış güce dayanmayan bağımsız bir sivil toplum faaliyetidir" demektedirler.

Evet, "günümüzün karasevdalıları" diyerek andığım eğitim gönüllüleri, "Bu necip millet kendi yarasını kendisi sarabilecek güçtedir. Öyleyse, sine-i millete müracaat edeceğiz; ama asla başkalarına bağımlı olmayacak ve yabancılara diyet ödeme zilletine düşmeyeceğiz" diyerek çıktılar yola. Onlar, önce Allah'a dayanarak, sonra da zahirî esbab açısından milletimizin himmetini yanlarına alarak hürriyet soluklaya soluklaya, bağımsızlık yudumlaya yudumlaya yürüdüler ve ömür boyu ellere el açmadılar, kimseye borçlanmadılar.

Kimseye borçlanmadılar; zira, bu güzide milletin fertleri çoğunluk itibarıyla diyalog ve eğitim faaliyetlerinin felsefesini tasvip ediyorlardı. Doğru ve kalıcı işler yapıldığına inanıyorlardı. Belki bazı aceleci fıtratlar, eğitime ve insan gönlünü kazanmaya matuf olarak yapılan yatırımlardan semere alabilmek için uzun zaman beklemek gerektiğini bilemediklerinden ve umdukları neticeleri hemen göremediklerinden dolayı bir süre gözetlemeye ve dinlemeye duruyorlardı. Bazen beş-on sene uzaktan seyrediyor, dinliyor; adanmış ruhların ne kadar vefalı ve samimi olduklarını anlamaya çalışıyor; sinelerinin her zaman din, vatan ve millet için çarpıp çarpmadığına bakıyor ve uzun uzun ölçüp tarttıktan sonra onlar da bu yolun doğru ve güvenilir olduğuna kanaat getiriyorlardı. Allah'ın izniyle, insanımızın gözünün bu yolla açılacağını ve ülkemizin bu yolla güçleneceğini düşünüyorlardı. Milletimize karşı yapılacak bir gadir, bir zulüm ve bir haksızlık karşısında hep birden seslerini yükseltip bir yeryüzü korosu teşkil ederek, bütün dünyada Türkiye'nin sesi-soluğu olacak hür lobilerin ancak bu yolla oluşacağına inanıyorlardı. Edirne'den Kars'a kadar Anadolu insanı bu hareketi mâkul bulmuş ve onun etrafında toplanmıştı. Dolayısıyla, mesele sadece bir insiyâkın (sevkedilmenin) eseri değildi; aynı zamanda onun ta baştan itibaren mantıkî bir derinliği de mevcuttu.

Tabii ki, o mantıkî derinliğin ötesinde Cenâb-ı Hakk'ın sevk-i sübhânîsi ve gönülleri bu hayırlı işlere yönlendirmesi vardı. Yani, Allah birine önemli bir hususu düşündürüyor; aynı meseleyi bir başkasının kalbine de düşürüyor; o iki kişiyi yeni tanıyan bir insanın zihnini de o düşünceyle dolduruyor. Bunlar birbirini tanıyınca, hepsinin kalbine sıcak gelen o mesele, aralarında ortak bir payda haline geliyor. Dolayısıyla, o mesele bir manada hiçbiri için yeni değil; fakat, hepsi birbirinden kuvvet bularak o işe iyice sarılıyor. Şayet, gönüllerine düşen o kor, bir eğitim müessesesinin açılmasıyla ilgili ise, hepsi himmetini ortaya koyuyor ve beraberce o müesseseyi açıyorlar. Öyle ki, zamanla bu salih amelin tiryakisi oluyor; infak etmenin ve Allah yolunda malının bir kısmını vermenin bağımlısı haline geliyorlar. Hele, kendileri bir vermişse, Cenab-ı Hakk'ın onlara on lutfettiğini görünce bütün bütün cömertleşiyorlar.

Cömertlik Abideleri

Ashâb-ı Kirâm efendilerimiz de Allah yolunda infak etmeye bu şekilde alışmışlardı. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onların gönüllerindeki verme kapılarını aralamada kim bilir ne zorluklar çekmişti. Mesela, bir gün Arab'ın aslı olan Mudar kabilesinin müslümanları gelmişlerdi. Giyecek başka bir şey bulamadıklarından dolayı üzerlerinde yün elbiseler olduğu için daha onlar içeri girer girmez mescidi ter ve yün kokusu sarmıştı. Yorgun, aç ve susuz olan bu fakir insanları görünce Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in gözleri dolmuştu.. onları öyle ızdırap içinde gördüğü için neredeyse ağlayacaktı. Hemen infakla alakalı ayetleri okumuş; ashabına, insanlara yardım etmenin faziletlerini anlatmıştı. Fakat, Sahabe Efendilerimiz henüz başkalarına yardım etmeye alışmamışlardı; dolayısıyla, hiç kimse bir coşkunluk ve bir heyecan ortaya koymamıştı. Allah Rasûlü'nün yüzünde hüzün emareleri belirecekti ki, O'nun halinden çok iyi anlayan ve işin nezaketini kavrayan bir sahabi yerinden fırlayıp evine gitmiş, parmaklarının arasından dökülecek kadar ellerini doldurmuş ve getirdiklerini Rasûlullah'ın huzuna dökmüştü. Onu görünce diğerleri de ne yapılması lazım geldiğini anlamış ve herkes infak için koşmuştu. Nitekim, Peygamber Efendimiz'in önünde bir oğlak büyüklüğünde yardım malzemesi birikmişti. İşte o zaman, yüzündeki hüzün bulutları birer birer sıyrılan Şefkat Peygamberi ashabına tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu: "Bir işe delâlet edip o hususta yol gösteren onu yapmış gibidir."

Evet, Ashab Efendilerimiz o gün verme kapısını açmış ve zamanla da sahip oldukları her şeyi vermeye âmâde hale gelmişlerdi. Onlardan kimisi malının tamamını, bazısı servetinin üçte ikisini, bir başkası bir anda yedi yüz deveyi ve bir diğeri de en çok sevdiği bahçeyi Allah yolunda tasadduk edecek kadar cömertleşmişlerdi.

Zannediyorum, bu millet içinde de "infak tiryakisi" pek çok insan vardır. Öyle ki, Allah'ın lutfettiği malı-mülkü gelecek nesillerin en iyi şekilde yetişmesi için değerlendirmeye alışmış ve senelerden beri bu istikamette hep vermiş bu insanlar, eğer bir sene infak edecek bir şey bulamasalar, geceler boyunca uykusuz kalırlar. Onlardan birine, "Bu sene işlerin iyi görünmüyor; senin burs verip okutacağın öğrencilere biz bakalım" dense, bu sözden alınır, belki gönül koyar ve "Allah, Kerîm'dir; ben şu kadar taahhüt edeyim de, O vermezse sonra düşünelim" der. İşte, bu halis niyet, temiz düşünce ve saf duygu sadece bir kesime ait değildir; bu mesele millete mâl olmuştur. Bu yönüyle de, tamamen kendi milletinizin civanmertliğine dayanan faaliyetlerde hürriyetinize dokunan ve bağımsızlığınızı zedeleyen bir husus söz konusu değildir. Çünkü, millet yapıp ettiklerine karşılık kimseden bir şey beklemiyor; herkes gözünü Ulu Dergâh'a dikmiş, oradan gelecek ihsanları intizar ediyor. Bu fedakar ruhlar, fânî varlıklardan mükafat bekleyip, alacaklarını beşerî bir darlığa mahkum etmek istemiyorlar; Allah'ın engin rahmetine ve nâmütenâhî cömertliğine teveccüh edip; Cevvâd u Kerim'in sağanak sağanak başlarından aşağıya dökeceği lütufları gözlüyorlar. Dolayısıyla, Allah için gelip gidiyor, Allah için infak ediyor ve işledikleri her şeyi Allah için işliyorlar.

Ömür Boyu Diyet Ödememek İçin...

Haddizatında, her zaman Allah namına vermeli, Allah namına almalıyız. Allah namına vermeyen ve verirken minnet edip beklentilere giren gafil insanlardan hiçbir şey kabul etmemeliyiz. Çünkü, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, "Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bazen, bir senelik dünya hayatına bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye sebep olur. Yaptığı yardıma mukabil bin kat fazla fiyat ister."

İlk defa Avrupa'ya gideceğim zaman Yaşar Tunagür Hoca bana demişti ki; "Ehl-i dalâlet, sizden iki bardak çay parası koparacaklarına inanmasalar, kat'iyen size bir bardak çay içirmezler. Şayet, size bir arpa boyu destekte bulunmayı teklif ediyorlarsa, bilin ki, sizden sadece iki değil, belki dört-beş arpa çıkarmayı düşünüyorlardır, hesaplarında o vardır."

Demek ki, Allah rızasını gözetmeyen ve dünyasını maddî çıkarlar üzerine kuran kimseler size ömür boyu diyet ödetme peşindedirler. Yeryüzündeki bütün ehl-i dünyanın ve hesaplarını dünyevî ölçülere göre yapanların niyeti böyledir. Bundan dolayı, bu hareketin bağımsızlığı üzerinde hassasiyetle durulmalı; hür başlayan ve hür devam eden diyalog ve eğitim faaliyetlerinin bundan sonra da millete ait bağımsız bir teşebbüs olarak kalmasına azami dikkat edilmelidir.

Hürriyet ve Herkesle İrtibat

Diğer taraftan, hür ve tam bağımsız olma ile diyalog arayışının ve herkesin konumuna saygı anlayışının gereği olarak herkesle bir nevî irtibat içinde bulunma birbirine ters şeyler değildir. Çünkü, sadece Allah'a kul olduğunuzun şuuruyla hareket ediyor ve O'nun rızasını tahsil etmek için çalışıyorsanız, bağlanacağınız kapıya bağlanmış ve sâir kayıtlardan kurtulmuşsunuz demektir. Bu niyetinizi gerçekleştirmek için diyalog, hoşgörü ve eğitim yolunu vesile kabul ediyorsanız, başka insanlarla biraraya gelirken bazı davranışlarınıza bir kısım kayıtlar koyuyormuş gibi olabilirsiniz; mesela, onları da hesaba katmak, onların tavırlarını, davranışlarını ve hissiyatlarını da gözetmek zorunda kalabilirsiniz. Fakat, aslında bunlar hürriyeti sınırlama manasına gelmediği gibi temelde İslam'ın ruhuna da aykırı değildir. Çünkü, insanları kendi hissiyatlarıyla okuyamaz, kendinizi onların yerine koyamaz ve günümüzün ifadesiyle "empati" yapmazsanız, onların ihtiyaçlarını göremez, isteklerini belirleyemez, dillerini çözüp duygularını öğrenemez ve çok meselede isabetli kararlar veremezsiniz. İsabetli karar verebilmeniz ve adımlarınızı daha rahat atabilmeniz için onları iyi tanımanız, kültürlerinin temel örgülerine vâkıf bulunmanız, hassas oldukları noktaları bilmeniz ve hissiyatlarını da hesaba katmanız gerekir.

Şayet, bu hususları gözardı ederseniz, kendi değerlerinizi öne sürerken hiç farkına varmadan onların değerlerine dokunmuş; onları kendinizden ve öz değerlerinizden kaçırmış olursunuz. Mesela; Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderildiğinde ve Sultânü'l Enbiya olduğunda şüphemiz yoktur. Evet, O'dur nübüvvet silsilesinde vücud-u Hakk'a en açık burhan. O'dur ilahi emirlere en fasih tercüman. Esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin merkez noktası O, peygamberlik semasının kutup yıldızı da O'dur... Ne var ki, Hazreti Mesih'i her şey gören, hatta onun hulul ve ittihadına inanan ve ona bir yönüyle "Rab" diyen insanların yanında, "Efendimiz eşi menendi olmayan birisidir, bütün Peygamberler –bilâistisna– O'nun kapıkulu ve halâyıkıdır." der; Merhum Ali Ulvi Kurucu'nun,

"Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim."

mısralarıyla gürlerseniz, muhataplarınızın hissiyatını hesaba katmamış ve daha ilk anda onların kabul kapılarını kapatmış olursunuz. Söyleyeceğiniz sözlerin doğru olması gerektiği gibi, o doğrunun dile getirileceği yer, zaman ve üslup da çok iyi tesbit edilmelidir. Şahsen, bu türlü hususlara dikkat ederken, çok defa "Ya Rasûlallah, beni affet; burada sana hakkıyla tercüman olamadım. Fakat, muhataplarımın hissiyatını gözönünde bulundurarak, onları tepkiye sevk etmemek ve seni tam olarak anlatabilmek için böyle davrandım" demiş ve O'ndan özür dilemişimdir. Evet, siz o insanları tanımazsanız, bazı meselelerde onların duygu ve düşüncelerini gözetmez ve bir ölçüde konumlarına saygılı olmazsanız, kendinizi anlatma fırsatını yakalayamazsınız. Dininizden, milletinizden ve tarihinizden renkler taşıyan kimliğinizi ortaya koyma imkanını bulamazsınız.

Dolayısıyla, hoşgörü-diyalog derken ve herkesle bir çeşit irtibat içinde bulunurken de dinin ruhsat verdiği dairede dolaşmış, yine Hakk'a kulluğunuzu seslendirmiş, hürriyetin ayrı bir yanını tatmış ve bağımsızlığı başkalarına da tattırma gayretinde bulunmuş oluyorsunuz.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.