• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Önsöz yerine

Ölümsüzlük İksiri

“Âb-ı hayat” içip ölümsüzlüğe ermişler,
Hülyâları pırıl pırıl, ufuklarında nûr
Daha şimdiden varıp Cennetlere girmişler,
Esiyor çevrelerinde üfül üfül huzûr.

Ebediyet arzusu damarlarında kandır insanın. Beşer, ölümsüzlüğe meftundur, sonsuzluğa aşıktır. Babadan kalma bir mirastır bu aşk. Şeytanın, Hazreti Âdem’e vesvese vermeye çalışırken, “İster misin sana ebediyet (ölümsüzlük) ağacını, zamanın geçmesiyle zeval bulmayan bir devlet ve saltanatı göstereyim?” (Tâhâ, 20/120) demesi bu yüzdendir; İnsanlığın Atası’nı (aleyhisselam) “yasak meyve”ye el uzattıran sâik, tabiatında var olan ölümsüz hayata kavuşma rağbetidir. (A’raf, 7/21)

İnsandaki bekâ aşkına, ebediyet özlemine ve bitip tükenme bilmeyen emellere karşılık dünya hayatının çok kısa oluşu, Âdem’in çocuklarına yaşlılığın çaresini, ölümsüzlüğün şifresini ve sonsuzluğun sırrını arayıp bulma fikrini ilham etmiştir. Bu düşünce, beşer tarihinin ilk dönemlerinden itibaren hemen her toplumda tesirini göstermiş ve ebedî hayatın anahtarını arayan kimselerin mücadelelerini anlatan Gılgamış destanı ve İskender efsanesi gibi pek çok hikayenin doğmasına sebebiyet vermiştir.

Hususiyle Ortaçağ’da, Simyagerlerin en büyük hedefi, hem madenleri altına çevireceğine hem de bütün hastalıkları iyileştireceğine ve hayatın sonsuza dek sürmesini sağlayacağına inandıkları ölümsüzlük iksirini, efsanevî bir madde olan “kibrit-i ahmer”i bulmak olmuştur.

Bazen “âb-ı hayat”, “aynü’l-hayât”, “nehrü’l-hayât”, “âb-ı câvidânî”, “âb-ı zindegî”, “âb-ı bekâ” şeklinde anılan, kimi zaman “hayat kaynağı”, “hayat çeşmesi”, “bengi su”, “dirilik suyu” sözleriyle nazara verilen, bazen de Hazreti Hızır’a ve İskender’e atfen “âb-ı Hızır” ya da “âb-ı İskender” unvanlarıya yâd edilen bu sonsuzluk tiryakı, -suyun bütün canlılar için taşıdığı önemden dolayı- genellikle bir çeşit su olarak tahayyül edilmiş ve bütün dünya mitolojilerinde olduğu gibi, bizim kültürümüzün esaslarını meydana getiren dinî ve millî eserlerde de çokça zikredilmiştir.

Bazı tefsircilere göre, Kur’ân-ı Kerîm’de, Musa Aleyhisselam ve Hazreti Hızır kıssası anlatılırken de “âb-ı hayat” ima edilmiştir. (Kehf 18/60-82) Ayet-i kerimelerde ve hadis kaynaklarında Hazreti Musa ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Fakat, sadece Buhâri’de yer alan bir rivayete bakılacak olursa; Hızır’la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak vardı ki, buna “aynü’l-hayât” (hayat pınarı, can gözesi) deniyordu; çünkü, onun temas ettiği ölüler yeniden diriliyordu. İşte, bu sudan sıçrayan damlalar balığa değince, balık hemen canlanıp bir kanala atlamış, sonra da denize karışıp gitmişti.

Ayrıca, bazı İslam alimleri, Kur’an-ı Kerim’deki Zülkarneyn kıssasını açıklarken, Ortadoğu’da özellikle gayr-i müslimler arasında benimsenip yazıya geçirilen İskender efsanesinden de yararlanmış ve o hikayede vurgulanan “hayat kaynağı” üzerinde de durmuşlardır. Gerçi, İskender efsanesindeki aşçının yeniden dirilip bir anda suya dalan tuzlu balığı ile Hazreti Musa’nın canlanıp denize atlayan balığı arasında küçük bir benzerlik vardır; ama aslında Kur’ân-ı Kerîm’in ve sahih hadislerin naklettiği olayların bu efsane ile bir alâkası yoktur. Buna rağmen, bazı müfessirler bir fikir vermesi açısından İskender efsanesinin bir kısmını kullanmışlardır ki, hikayenin özeti şu şekildedir: İskender-i Zülkarneyn, ebedî hayata erdiren ve olağanüstü güçler kazandıran “âb-ı hayât”tan bahsedildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir. Halasının oğlu olan Hızır ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayâtın, “karanlıklar ülkesi”nde olduğunu öğrenir ve oraya gitmeye azmeder. Yolda çıkan bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler; fakat, ilerlemeye devam eder ve bir müddet sonra karanlıklar ülkesine ulaşırlar. Oraya girince, biri sağa, diğeri sola yönelerek her yanı kolaçan etmeye başlar ve ölümsüzlük iksirini bulmaya çalışırlar. Günler sonra Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini cezbettiği yere gidince, orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer, onunla yıkanır; böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de fevkalâde kabiliyetler kazanır. Ne var ki, Zülkarneyn aradığını bulamaz, kaderine razı olur ve bir süre sonra ölür.

Evet, dünden bugüne Hızır’a özenenlerin binlercesi insanlığa âb-ı hayat getirmek için Kafdağı’nın arkasına azm-ı râh etmiş; fakat, ekserisi o iksirin emaresini dahi görememiştir. Çünkü, onlar manaya bütün bütün kapalı kalmış, ebediyet tiryakını maddede aramışlardır; aydınlık iklimlere açılma yerine karanlıklar ülkesine seyahat yapmışlardır; kendi içlerine doğru yol vurup gitmeleri gerekirken özlerinden her gün biraz daha uzaklaşmış ve âfakta âfakîliklere takılmışlardır.

Oysa, ihtiyarı gençleştiren, hastayı iyileştiren ve ölmüşü ebedî diriliğe erdiren bengi su gerçekten mevcuttur. O, “tevhid şerbeti”dir; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme, mâsivâyla olan münasebetleri de hep O’nun hoşnutluğuna bağlama ve her şeye O’ndan ötürü alâka duyma usâresinden elde edilen zülâldir. Cenâb-ı Allah’tan habersiz ve haktan kopuk yaşayanların daha ömürlerinin baharındayken ölüm yudumlamış gibi olmalarına, sonra da ebediyyen hasret ve hicran içinde inleyip durmalarına mukabil, kalb zirvelerine yükselip can gözüyle O’nu temâşâ edenler, her şeyi bulmuş ve hizlandan kurtulmuş sayılırlar. Şu kadar var ki, böyle bir şâhikaya ulaşma, hayvaniyeti bırakıp cismaniyetten uzaklaşmaya ve biyololojik hayat çeperinden sıyrılarak, kalb ve ruhun hayat mertebelerine yönelmeye bağlıdır. Bu yolun en hızlı yükselme vasıtası ise, iman, marifet ve muhabbetullah hakikatlerine karşı sürekli açık durmaktır. Bu itibarla, tevhid “aynü’l-hayât”tır, iman “âb-ı bekâ”dır; marifet “can gözesi”, muhabbet “Hızır çeşmesi” ve İslam ebedî saadet bahşeden bir “kevser çağlayanı”dır.

Vakıa, insan fânidir; fakat, o bekâ için halk edilmiş ve bâki bir Zâtın aynası olarak yaratılmıştır. Mevlâ-yı Müteâl, insana Kendi bâki esmâsının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret bahşeylemiş ve onu bâki meyveler verecek işleri görmekle tavzif etmiştir. Demek ki, beşerin hakikî vazifesi, bütün istidadıyla o Bâkî-i Sermedînin esmâsına yapışıp, ebed yolunda O’nun rızasına yürümektir. İnsanın saadeti de buna bağlıdır. Şu halde, diliyle “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî” dediği gibi, kalbi, ruhu, aklı ve bütün letâifi ile de O’nun yegâne Bâkî, Ezelî ve Ebedî, Sermedî, Ma’bud, Maksud, Mahbub, Matlub ve Dâim olduğunu haykırabilen bir insan gerçek bengi suyu bulmuş demektir. Çünkü, Bâkî’ye müteveccih olmak “âb-ı bekâ” yudumlamaktır. Zaten, mutasavvıflar, âb-ı hayâtı, Cenâb-ı Allah’ın “Hayy” isminin hakikatinden ibaret görmüş ve bu ism-i şerifi öz vasfı haline getiren kimselerin, ölümsüzlük iksiri içmiş olacağını söylemişlerdir.

Fâniliğin ve ölümün yüzündeki kara perdeyi yırtan, kabri ebedî saadet âleminin bekleme salonu olarak gösteren ve mutluluk arayan gönülleri hayat ırmağına ulaştırıp onlara sonsuzluk şerbeti içiren Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir rahmet menbaıdır. Hasta ruhlar O’nun sözleriyle şifayab olur, ölü gönüller O’nun nefesleriyle ebedî hayatı bulur.. ve O’nun şefaati bütün mü’minler için bir can suyudur.

Aynı zamanda, Kur’ân-ı Kerîm de “aynü’l-hayât”tır; o da kendisine yönelenlere sürekli kevser sunan bir pınardır. İki cihan saadetinin yol göstericiliği O’na verilmiştir; ebedî mutluluğun altın anahtarı O’nun elindedir. O, bütün bir ölü dünyâyı tertemiz soluklarıyla canlandıran ruh ve yeryüzünde Hak rahmetinin temsilcisi olan nurdur. İnsanlığa doğru yolda yürüyüp ilahî dergâha varma âdâbını öğreten ve ruhlara ünsiyet salıp varlığın çehresini ebediyete çeviren O’dur.

Diğer taraftan, şayet insan, şahsî benliğine bağlı kalırsa, o, bir zerre, bir damla, hattâ bir hiç olmaktan asla kurtulamaz. Fakat, Cenâb-ı Hakk’ın, Rasûl-ü Ekrem’in ve Kur’an-ı Kerim’in diriliş çağrısına kulak verip, benlik fânusunu taşa çalarak gönlünün enginliğine açılır, sonra da diğer mü’minlerle birleşip kaynaşır ve kendi dar dünyasının dışında ayrı bir heyete karışır ise, hemen bir güneş, bir umman ve bir kâinat hâlini alır. Birbiriyle birleşen yağmur damlalarının çağlayana dönüşmesi gibi, o da, âdeta bir ırmağın parçası haline gelerek sonsuzlaşma yoluna girer ve değerler üstü değerlere yükselir. Bu sayede, o, gönül bahçesinin çiçekleri misillü her zaman taptaze kalır ve kat’iyen sararıp solma bilmez. Ayın ve güneşin doğup batması, gece ve gündüzün değişip durması onu asla eskitemez. Böyle bir birliğe ulaşamadığı takdirde ise, sadece dünyevî ve maddî değerlere bağlı kalır ki bunların kıymeti de kabrin eşiğine kadardır. Gün gelip ölüm kapıyı çalınca her şey biter; o da hazan vurmuş yapraklar gibi savrulur gider. Bu açıdan, Din-i Mübîn’in çatısı altında kardeşlik çizgisinde biraraya gelme de bir tatlı su kaynağının başına otağını kurma demektir.

Evet, böyle bereketli bir kaynaktan ebedi canlılık tiryakı yudumlayan ölümsüz ruh, her mevsimde zindeliğini korur ve ayrı bir hayat cilvesi gösterir. Çünkü o, kardeşleri arasındayken “şahs-ı manevî”ye terettüp eden bütün semerelere ortak olur, orada imana, ümide kavuşur; böylece Hızır’ın âb-ı hayât içtiği aynı kâseyi tutar ve ebedî var olmanın sırrını anlar. Artık, onun için sararıp-solma, pörsüyüp zebil olma asla söz konusu değildir. Yeryüzünde, bin çeşit ölüm kol gezse de, o asla bedbinliğe ve ye’se düşmez; kendi güç ve tâkatinin tükendiği anlarda hemen sâdık dostlarından istimdad eder ve bir müddet de onların ayaklarıyla yürür. Böylece her zaman dinç kalmasını bilir ve diriltici soluklarıyla başkalarına da şevk verir. Kırık Mızrap’ın şu ifadeleri onun atmosferini tarif ediyor gibidir:

Artık ne hicranlı akşam, ne ağlayan hazan;
Rûhun râbıtalarıyla her yan masmavidir.
Her seste bir ölümsüzlük nağmesi nümâyân;
Bu iklimde her fâni âdeta semâvîdir...

Bir hususa daha değinmek gerekir ki; canlı ve diri kalabilmek sadece ferdî ve şahsî bir mesele değildir; uzun soluklu, kalıcı ve zinde olabilmek toplumları da ilgilendiren bir mevzudur. Zira, her millet için de bir ömür söz konusudur. Tarih boyunca, bir milletin içtimâî yapısını düzenleyenler, yükselmesini deruhte edenler ve rehberliğini yüklenenler, hareketlerini fıtrat kanunlarına uydurma hususunda ne kadar titizlik göstermiş, toplumun ruhuna ne kadar vâkıf olabilmiş ve çağın getirdiği ihtiyaçlara ne ölçüde nüfûz edebilmişlerse, çalışmalarında o derece semereli olmuş ve milletlerine de o nisbette ölümsüzlük vadedebilmişlerdir.

Şayet, milletin fikir mimarları, istikbâlin emanetçileri olan genç kuşaklara, dini ve müsbet ilimleri tâlim etmenin yanı sıra, iniş ve çıkışlarıyla bütün bir geçmişlerini de öğretebilmiş, zirvelerde dolaştıkları devirleri destanlaştırarak onların aşk ve heyecanlarını kamçılayıp onlarda yeni yeni kahramanlık duygu ve düşüncelerini geliştirebilmiş, hasımlarından gördükleri ihânet, gadir ve maddî-mânevî her türlü tahribatı yine onların metafizik gerilimleri hesabına kullanabilmişlerse, gelecek adına müsbetlerden müsbet en mükemmel işi yapmış, en büyük hamlede bulunmuş ve toplumun bünyesine ölümsüzlük iksirini aşılamış olurlar.

İşte, Mart 2007-Eylül 2007 arasındaki sohbetlerden derlenen ve Kırık Testi serisinin yedinci halkasını teşkil eden elinizdeki bu kitap, buraya kadar arz etmeye çalıştığımız bütün kollarıyla bir hayat ırmağını gösterdiği ve âb-ı hayatın geniş manalarından hemen hepsine bir şekilde değindiği için “Ölümsüzlük İksiri” adını almıştır. Aslında, bu isim, tevazu ve mahviyeti gereği kitaplarına umumiyetle “Kırık Mızrap”, “Küçük Dünyam”, “Kırık Testi” gibi iddiasız ve mütevazı isimler koyan Muhterem Fethullah Gülen Hocamızın genel üslubuna aykırı gözükmektedir. Fakat, Aziz Hocamızın muhtemel beş-on isimden birini tercih ederken nazar-ı itibara aldığı husus, kitabın kendisinden ziyade, sohbetlerin ve makalelerin özünü, esasını, eksenini oluşturan ulvî hakikatlerdir. Ona göre; kitabın bizâtihî kendisi değil, ihtiva ettiği ve yörüngesinde döndüğü yüce gerçekler birer ebediyet tiryakıdır. Evet, Hocaefendi’nin, sorulara cevap sadedinde dile getirdiği dinî, sosyal ve kültürel meseleler hakkındaki tahlillerini içeren “Ölümsüzlük İksiri”, Din-i Mübîn’in hem ferdî hem de içtimai problemlere deva olarak sunduğu “âb-ı câvidânî”yi nazara vermektedir.

Hatırlanacağı üzere; bu silsiledeki bir önceki kitabın adı “Diriliş Çağrısı”ydı. Onda, bütün adanmış ruhlar, yazıyla, şiirle, resimle, musikiyle, sanatın değişik dallarıyla ve her şeyden öte dini güzel temsil etmek suretiyle her yerde yeniden doğuşun mümessili olmaya ve insanlara diriliş nefhasında bulunmaya davet ediliyordu. Ayrıca, “Diriliş Süvarisi”nin vazifesinin, gözleri yolda ve kulakları seste, bitmeyen ümit ve sarsılmayan azimle rehber bekleyen insanlara bir ümit, bir aşk, bir ışık sunmak ve dudağı kuruyanlara kâse kâse hakikat zemzemi içirmek olduğu vurgulanıyordu. Şimdi, bu kitapta da dirilişi ebedi kılacak birer “âb-ı hayat” olan yüce gerçekler ve onları insanlığa sunarken dikkat edilmesi gerekenler birbirinden farklı gibi görünen ama bir bütünü oluşturan sohbetler vesilesiyle anlatılıyor.

Daha önceki kitaplar için karaladığımız önsözlerde de belirttiğimiz ama bir kere daha hatırlatma lüzumunu duyduğumuz bir mesele de şudur: Sohbetleri yazı üslubuna taşırken, yeni nesillerin daha kolay anlamasını sağlamak için bazı kelimeleri bugün kullanılan sözcüklerle açmamız ya da değiştirmemiz icap etti. Kur’an ayetlerinin, hadis-i şeriflerin, Osmanlıca, Arapça ve Farsça metinlerin sadece meallerini verip geçmemiz gerekti. Oysa, asılları o mübarek dudaklardan dökülürken ne kadar müessir ve ne denli inşirah vericiydi. Tabiî, sohbetleri yazıya geçirirken ve neşrederken, “algıda seçicilik” adetine misal olabilecek şekilde, sadece anlayabildiğimiz ve en önemli gördüğümüz konulara yer verdik. Dolayısıyla, şayet bu çalışma, ilim ve irfan bakımından engin ve ufuklu insanların ellerinden çıksaydı, mutlaka o konuşmalarda daha pek çok hususa değinildiği ve satır aralarına nice nüktelerin sığdırıldığı görülecekti. Eğer, işinin uzmanı bir fıkıhçı, bir hadisçi, bir kelamcı ya da bir tefsirci kendi sahası zaviyesinden Aziz Hocamızı dinleseydi, o zaman belki hiçbir cümle dışarıda kalmayacaktı ve Allah’ın inayetiyle, herbiri diğerinden güzel birkaç kitapla birden tanışma imkanımız olacaktı. Bu itibarla, bu kitapta okuyacağınız her güzel ve isabetli beyan muhterem Hocamızdan dinleyip kaydettiğimiz ifadeler olsa da, kusurlar, bizim nâkıs idrâkimize; hatalar, kavrama ve ifadedeki eksikliğimize aittir.

Bu vesileyle, aziz Hocamızın düşünce dünyamızı ve gönül âlemimizi hep aydınlatmasını Cenâb-ı Allah’tan dileniyor, Zât-ı âlîlerine sağlık, sıhhat ve afiyet diliyor; dua, takdir, tenkit ve teklifleriyle bize destek olan dostlarımıza ve Ölümsüzlük İksiri’ni onbinlerce okuyucu ile buluşturan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Cenâb-ı Rahmân u Rahîm Rabbimizin merhametini, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in şefkatini, Kur’an-ı Mecîd’in şefaatini ve mü’minlerin dualarını celbeylemeye vesile olması ümidiyle...

Örnek Bir Mürşid: Şuayb Aleyhisselâm

Soru: Hz. Şuayb’ın, kavmine hitaben söylediği, “Ey kavmim, şimdi eğer ben Rabbim’den gelmiş delillere dayanıyorsam; O da nezdinden bana güzel bir rızk ve nasip lütfetmişse, (sizin dediğiniz gibi davranırsam) O’na nankörlük etmiş olmaz mıyım? Hem ben sizi menettiğim konularda (sözlerime) muhalif hareket etmeyi de düşünmüyorum. Benim istediğim bir tek şey var o da, gücüm yettiğince toplumu ıslah etmektir. (Bu konuda) muvaffak kılacak da yalnız Allah’tır. Onun için ben de yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum.” (Hûd Sûresi, 11/88) şeklindeki sözleri, irşat erleri adına ne tür mesajlar içermektedir?

Cevap: Öncelikle bir hususun altını çizmekte fayda var. Peygamberlerin kavimleriyle yaptığı konuşmaların ve onlara yönelttiği nasihatlerin iyi anlaşılması için, o kavimlerin hususiyetlerinin bilinmesi gerekir. Zira onların beyan ve ifadelerinin konjonktürel bir yanının olduğu, sosyal çevrenin gereklerine göre şekillendiği unutulmamalıdır. Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssalarına bakılacak olursa, her kavmin farklı bir hususiyetinin, farklı bir hastalığının olduğu görülür.

Hz. Şuayb’ın kavminin problemi de diğerlerinden farklıdır. Hz. Şuayb, Medyen ve Ashab-ı Eyke’ye peygamber olarak gönderilmişti. Tefsirdeki bir tevcihe göre ihtimal kendisi Medyen’de neş’et etmiş fakat Eyke halkını irşat etmekle de görevlendirilmişti. Zira Kur’ân-ı Kerim, Hz. Şuayb’ın Medyen’e peygamber olarak gönderilmesinden bahsederken her seferinde “ehâhum-kardeşleri, içlerinden biri” demesine mukabil (A’raf sûresi, 7/85; Hûd sûresi, 11/84; Ankebût sûresi, 29/36), onun Eyke ile irtibatını anlatırken bu ifadeyi kullanmıyor. (Şuara sûresi, 26/177)

Kur’ân’ın beyanına bakıldığında buraların o gün itibarıyla önemli birer ticaret merkezi olduğu anlaşılıyor. Bunu fırsat bilen ahali önemli servetler elde etmiş ve bununla da küstahlaşmış ve şımarmışlardı. Ticaret ve alışverişlerinde spekülasyonlara başvuruyor, milletin malını hortumluyor, alışverişlerine hile katıyor ve insanları aldatıyorlardı. Yine âyetlerin ifadelerine bakılacak olursa muhtemelen yolları tutup üreticilerin mallarını ellerinden ucuza almak suretiyle halka pahalıya satıyor, ticaret mallarına haraç kesiyor ve bunlardan ağır vergiler alıyorlardı. Bu yüzden Hz. Şuayb, her seferinde onlara alışverişlerinde dürüst ve adaletli olmalarını tavsiye etmiş ve haksız yere insanların mallarını almamalarını öğütlemiştir.

Bütün Peygamberlerin Ortak Çağrısı

Kavimlerin hastalık ve problemlerine göre peygamberlerin öne çıkardığı hususlarda bir kısım farklılıklar olsa da, bütün peygamberlerin ittifakla üzerinde durduğu çok önemli hakikatler de vardır. Mesela peygamberlerin, kavimlerine yaptığı çağrılara bakıldığında onların tamamının insanları tevhide ve Allah’a kullukta bulunmaya çağırdıkları görülecektir. Bütün peygamberler kavimlerini küfürden, şirkten, dalaletten ve ifsattan korumaya çalışmışlardır. Dolayısıyla enbiya-i izam neş’et ettikleri yerlerin şartlarına göre detaya ait meselelerde farklı bir kısım hususlar üzerinde durmuş olsalar da, onların misyonlarının asıl amacı, insanları tevhid ve ubudiyete çağırmaktır.

Aynı şekilde tüm peygamberler, yaptıkları nübüvvet vazifesi karşılığında kavimlerinden maddî-manevî hiçbir şey beklemediklerini, mükâfatlarının yalnız Allah’a ait olduğunu vurgulamışlardır. Sözgelimi Şuara sûresinde geçen peygamber kıssalarına bakıldığında, bütün peygamberlerin ağzından ittifakla şu sözlerin döküldüğü görülmektedir: وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Yaptığım bu külfetli hizmet karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum. Zira benim mükâfatım Rabbü’l-âlemin’e aittir.” (Şuarâ Sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180) Kendilerine gönderilen peygamberlerini öldürmeye azmetmiş kişilere Habib-i Neccar’ın söyledikleri de aynı hakikate işaret etmektedir: اتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun!” (Yâsîn Sûresi, 36/21)

Demek ki irşat mesleğinde muvaffak olmanın önemli gereklerinden birisi, beklentisiz olmaktır. Yaptıkları hizmet karşılığında kimseden bir şey beklemeyen insanlar, hem ihlaslarını muhafaza etmiş hem de insanlarda güven duygusu oluşturmuş olurlar. Çarklarını belirli beklentilere göre kurmuş olanların, arkasına aldıkları insanları sahil-i selamete ulaştırdıkları görülmemiştir. Niyazi Mısrî’nin ifadesiyle, “Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır, Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş.” Yapılan hizmetlerin, kartopu gibi yuvarlandıkça büyümesi, ihlâsla taçlanmasına bağlıdır.

Güvenilir Olma

Şimdi soruda dile getirilen âyet-i kerimeye daha yakından bakmaya çalışalım. Hz. Şuayb, يَا قَوْمِ diyerek söze başlıyor. Bu hitapta mütekellim “ye” sinin düştüğü görülüyor. Bu da Hz. Şuayb’ın kavminin hidayeti konusundaki heyecan ve acelesine işaret edebilir. Yer yer Kur’ân’da bu tür tasarruflara rastlamak mümkündür. Devamla o, أَرَأَيْتُمْ إِنْ كُنتُ عَلَىٰ بَيِّنَةٍ مِنْ رَّبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا “Bana söyler misiniz, şayet ben (sizi davet ettiğim hususlarda), Rabbimden gelen bir burhan ve delil üzerine isem ve O bana nezdinden güzel bir rızık vermişse…?” diyor.

Hz. Şuayb, bu ifadeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın kendi üzerindeki nimetlerini hatırlatarak kavmini düşünmeye davet ediyor. O, sahip olduğu malların ve nimetlerin Allah tarafından kendisine lütfedilmiş helâl bir rızık olduğunu zikretmek suretiyle, kavminin rızıklarının helâl olmadığına da bir göndermede bulunuyor. Nitekim o, daha başka âyet-i kerimelerde açıkça zikredildiği üzere, أَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِرِينَ * وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ * وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ “Ölçeği tam ölçün, eksik ölçüp hak yiyenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın, halkın hakkından bir şey kısmayın. Taşkınlık yaparak nizamı bozmayın!” (Şuarâ Sûresi, 26/181-183) şeklindeki ifadeleriyle, onlara helâl rızkın yolunu göstermiştir.

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere Hz. Şuayb’ın kavmi, sahip oldukları serveti, zulümle, haksız yollarla edinmişlerdi. Dolayısıyla onlar, -hâşâ- Peygamberlerini de kendileri gibi görebilir ve onun hakkında da suizanlara girebilirlerdi. Zira Hz. Şuayb onların içinde neş’et etmişti. İşte böyle bir suizannın önünü alma adına o, sahip olduğu malları meşru yollarla elde ettiğini belirtiyordu. Sahip olduğu malların, Allah tarafından kendisine ihsan edildiğini ve bunların helal, temiz ve güzel rızıklar olduğunu ifade etmek suretiyle onların zihnine gelebilecek muhtemel şüpheleri bertaraf ediyordu. Bir açıdan onun bu tavrını, milletine hesap verme olarak görmek de mümkündür.

Evet, her mürşid, içinde yaşadığı topluma karşı hayatının hesabını vermeye hazır olmalıdır. Çünkü onun, toplum nazarında güvenilen ve itimat edilen bir insan hâline gelmesi buna bağlıdır. Hz. Pir’in hayatına bakacak olursak, onun, giydiği elbiselerden yediği yemeklere kadar her şeyinin hesabını verdiğini görürüz. Zira insanların zihinlerinde size karşı “milletin malını çarçur ettiğinize veya milletin malından kendinize de bir şeyler apardığınıza” dair herhangi bir şüphe hâsıl olduğunda güvenilirliğinizi kaybedersiniz.

Dün gecekondudan çıktıkları ve “vatan”, “millet” diyerek ortaya atıldıkları hâlde, bugün yatlarda, yalılarda yaşayan, değişik şirketlere ortak olan, hatta kendilerinin yanında oğullarını, kızlarını, damatlarını da zengin eden insanlar katiyen inandırıcı olamazlar. Bugün farklı ayak oyunlarıyla gerçek yüzlerini perdelese ve sahip oldukları gerçek zenginliği kimseye hissettirmeseler bile, bir gün gelir ve her şey ayan beyan ortaya çıkar. İşte o gün onlar elde ettikleri bütün itibarlarını yitirirler; hiçbir kıymet-i harbiyeleri kalmaz. Hatta lanet ile yâd edilen birer melun haline gelirler. İşte bu sebepledir ki hakiki bir mürşid bütün bir hayatını iffetle, ismetle yaşamalı, her türlü töhmetten uzak durmalı ve bunu da insanlara ihsas etmelidir.

Evet, koca Peygamber, “Rabbim, nezdinden bana güzel bir rızk nasip etti.” demek suretiyle, elindeki imkânları meşru yollarla elde ettiğini ifade ediyor, onlar gibi olmadığını ortaya koyuyordu. O, spekülasyonlara girmemiş, milletin malını hortumlamamış, rüşvetle iş yapmamış, alışverişine hile karıştırmamıştı. Kazandığını helalinden kazanmıştı. Hz. Şuayb, bütün bunlara işaret etmek suretiyle emin ve güvenilir bir insan olduğunu vurguluyordu. Aynı zamanda o, daha sonra kavmine yapacağı nasihatlere de zemin hazırlıyordu.

Özü Sözü Bir Olma

Hz. Şuayb, âyetin devamında, وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَىٰ مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ “Sizi menettiğim konularda (sözlerime) muhalif hareket etmeyi düşünmüyorum.” sözleriyle irşad ve tebliğ adına önemli bir prensibe daha dikkat çekmiştir. Başka bir âyet-i kerimede, أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ أَنْفُسَكُمْ وَأَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلَا تَعْقِلُونَ “Halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa? Hâlbuki siz Kitab’ı okuyup duruyorsunuz. Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (Bakara Sûresi, 2/44) buyrulmak suretiyle Benî İsrail, söyledikleri sözleri yapmadıklarından ötürü kınanmışlardır.

Şu âyet-i kerimede ise Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız/yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saff Sûresi, 61/2) Bu âyetin manası, “Yapmıyorsanız, söylemeyin” demek değildir. Bilakis, “Madem söylüyorsunuz, söylediğiniz şeyleri kendiniz de yapın.” demektir. Çünkü müessiriyetin yolu budur. Söylenilen sözlerin muhataplar tarafından hüsnükabul görmesi buna bağlıdır.

Islah Peşinde Olma

Hz. Şuayb, kavmini uyardığı hususlarda, fiillerinin, sözlerine muhalif olmasını istemediğini belirttikten sonra, asıl isteğini şöyle ifade etmiştir: إِنْ أُرِيدُ إِلَّا الْإِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُ “Benim istediğim bir tek şey var, o da, gücüm yettiğince ıslahta bulunmak; kendim ve başkalarının ıslahı, sulh ve selamet yolunda çalışmaktır.”Burada peygamber sözündeki temkini de görmek mümkündür. O, insanlar arasında salahın, barışın, esenliğin hâkim olması için uğraşıyordu. Bunun için de öncelikle onları kalb, ruh, düşünce ve duygu selametine ulaştırmaya çalışıyordu. Zira iç dünyalarını ıslah edemeyen insanların, toplumsal barışı sağlamaları ve içtimai düzeni kurabilmeleri mümkün değildir. Fakat bunu, gücü yettiği ölçüde yapabileceğini belirtiyordu.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: إِنَّ الدِّينَ بَدَأَ غَرِيبًا وَيَرْجِعُ غَرِيبًا، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ مِنْ بَعْدِي مِنْ سُنَّتِي “İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Benden sonra insanların sünnetimi bozdukları bir dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!” (Tirmizî, iman 13) Efendimiz, çarşının pazarın kirlendiği, evin cehalet içinde yüzdüğü, mektebin kendisinden bekleneni veremediği, camide aşk u heyecanın söndüğü ve Müslümanların garipçe yaşadığı bir dönemde ıslah peşinde koşan insanları müjdelemiştir. Bazı kimselerin toplumu ifsat etmelerine mukabil onlar, canlarını dişlerine takıp hep salah peşinde koşacaklardır.

Bu sebepledir ki mürşidin tek derdi ıslah olmalıdır. O, kendi dünyasını değil, halkı ıslah etme derdinde olmalıdır. Halk ıslah edilince, yeryüzünde problem de kalmayacaktır. Yeryüzü, problemi insanla tanımıştır. Problemi insanda çözeceğiniz ana kadar, problemlerin hakkından gelemezsiniz.

İnsanî acz ve zaafının farkında olan bu kutlu Nebi, وَمَا تَوْفِيقِي إِلَّا بِاللَّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُMuvaffak kılacak yalnız Allah’tır. Onun için ben de yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum.” diyerek sınırlı gücünden tecerrüt ediyor ve Allah’ın sınırsız gücüne sığınıyordu. Zira o çok iyi biliyordu ki, elde edilen başarıların arkasında Allah’ın inayeti vardır. Ona dayanıp Ona sığınmadıktan sonra hakiki ve kalıcı muvaffakiyetler elde edebilmek mümkün değildir. O halde, bize düşen vazife, yazmamızda, çizmemizde, konuşmamızda, hatta attığımız her adımda bütün benliğimizle O’na güvenmek, O’na dayanmak, O’na yönelmek ve O’na sığınmaktır.

Övgüde mübalağa ve zararları

Fethullah Gülen: Övgüde mübalağa ve zararları

Soru: Bir insan, takdir ve tebcil edilecek güzel bir işe vesile olduğunda, o insanın alkışlanıp takdir edilmesinin teşvik adına fayda getireceğini umuyoruz. Fakat bu tür takdir ve tebciller gurur ve fahre de sebebiyet verebiliyor. Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Hakikaten bazen, başarı ve muvaffakiyetler karşısında yapılan takdir, tebcil ve senalarda denge korunamayıp mübalağalara giriliyor. Hâlbuki ilahî âdettir; birisini kâmet-i kıymetinin üstünde takdir ve tebcil ettiğinizde maksadınızın aksiyle tokat yersiniz. Hatta sevmenin sizin için bir vazife, sevilmenin de belli bir ölçüde onun hakkı olduğu bir insan hakkında bile methetmede mübalağaya kaçarsanız kader-i ilahî tarafından tokatlanabilirsiniz. Çünkü bu, Allah’ın sevmediği bir davranıştır. Bu itibarla sevdiğiniz insanlara karşı muhabbet ve hayranlığınızı dile getirirken, onlara değişik kıymetler atfederken öyle dengeli hareket etmelisiniz ki, nezd-i ulûhiyette ifratlara girilmemiş olsun. Zira siz havada uçurma, batmadan suda yürütme veya tayy-ı mekân yaptırma gibi bir insan hakkında türlü türlü aşırılıklara girdiğinizde, Cenâb-ı Hak da, “Bu insan, dediğiniz gibi değildi. Onu çok fazla büyüttünüz.” diyerek sizi maksadınızın aksiyle cezalandırabilir.

  • Siz havada uçurma, batmadan suda yürütme veya tayy-ı mekân yaptırma gibi bir insan hakkında türlü türlü aşırılıklara girdiğinizde, Cenâb-ı Hak da, “Bu insan, dediğiniz gibi değildi. Onu çok fazla büyüttünüz.” diyerek sizi maksadınızın aksiyle cezalandırabilir.
  • Biz, övülme, takdir ve tebcil edilme hakları olan büyük zatlar hakkında konuşurken dahi temkin ve tedbir esaslı hareket etmemiz gerektiği gibi, onlar hakkındaki ulvî mülahaza ve kanaatlerimizi reaksiyon gösterebilecek insanların yanında dile getirmekten de uzak durmalıyız.

Hâsidlerin hedefi haline getirilen şahıslar

Öte yandan sizin böyle bir tutumunuzun diğer insanlara bakan yanıyla da şöyle yanlış bir tarafı vardır: Siz bir insanı göklere çıkarır gibi konuşup anlattığınızda, sizin bu tavrınız başkalarının damarına dokunur ve onlar da aynı şahsı yerin dibine batırmak ister. Böylece siz o zat hakkında farklı bir kısım cephelerin oluşmasına bizzat kendiniz sebebiyet vermiş olursunuz. Bu açıdan bir taraftan sevdiğiniz bir insan hakkında ifrata girmemeye çalışmalı, diğer yandan da onun hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi başkalarının yanında ifade etmek suretiyle onlarda rekabet ve haset hislerini tetiklememeye dikkat etmelisiniz.

Mesela iman ve İslam hakikatlerine Hazreti Pir-i Mugan’ın vesilesiyle ulaşmış bir insan onu çok sevebilir. Öyle ki onu andığı zaman burnunun kemikleri sızlayabilir. “Sen bize çok şey kazandırdın. Ufkumuzu açtın. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu doğru tanımamıza vesile oldun.” diyerek tepeden tırnağa ona karşı minnet hisleriyle dolu olabilir. Fakat o insanın bu hisleri, hiçbir zaman onu, “nebî, resûl” deme gibi yanlışlara; o büyük zatın kendisi için asla düşünmediği, hayalinden bile geçirmediği makam ve payelerle onu serfiraz kılma gibi hatalara düşürmemelidir. Ayrıca o büyük zat hakkındaki ulvî mülahaza ve kanaatler, başka büyük bir zatın etrafında kümelenmiş insanların yanında dile getirilirse, hiç farkına varmaksızın o insana karşı başkalarının rekabet ve kıskançlık hisleri tetiklenmiş ve reaksiyona sebebiyet verilmiş olur.

Dahası bir insan canların kendisi için feda olacağı İnsanlığın İftihar Tablosu hakkında konuşurken bile dikkatli olmak zorundadır. O ki, bizim dünya ve ahiret kurtuluşumuz, iki cihan saadetimizin vesilesidir. Zira, varlığın çehresindeki perdeyi kaldıran; eşyanın ruhunda saklı bulunan sırları gün yüzüne çıkaran, kaos ve keşmekeş içinde gibi görünen şu dünyayı cennetlerin koridoru hâline getiren O’dur. Eğer bugün, inancın büyülü ikliminde, imanımızın derinliği ölçüsünde, şöyle-böyle, itminan ve huzur soluklayabiliyorsak bunlar hep O’nun sayesindedir. Fakat bütün bunlara rağmen siz -haşa ve kella- ulûhiyet isnadı olarak anlaşılabilecek bir vasfı asla O’na isnat edemezsiniz.

Bütün hamd u senalar O’na aittir

Zat-ı Ulûhiyet’i takdir u tebcil etmeye gelince, o mevzuda istediğinizi diyebilirsiniz. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın zıddı ve niddi olmadığı gibi, O’nun rakibi de olamaz. Kimse, “Niye O’nu methediyorlar da benim efendimi methetmiyorlar.” diyemez. Çünkü O, senin de benim de Efendim olduğu gibi, senin efendinin de benim efendimin de Efendisi’dir. Evet, O, Efendiler Efendisi’nin de Efendisi’dir. Peygamberimizin de ifade buyurduğu gibi, asıl seyyid Allah’tır; O, herkesin Seyyidi’dir. Bu açıdan takdir ve tebcil adına O’nun hakkında diyebileceğiniz her şeyi deyin. Hatta o Şemsu’ş-Şumus (Güneşler Güneşi) karşısında ziyası kaybolmuş bir ateş böceği gibi sönün gidin. Zaten öyle olmayınca O’nu tam duymanız mümkün değildir. O’nun görünüp bilinmesi, azamet u ihtişamıyla kendini göstermesi, insanın yok olmasına bağlıdır. Şair ne güzel söylemiştir:

Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken
Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…”

Bir perdede iki şey birden olmayacağına göre, ma’dum olmak lazım ki, mevcut duyulabilsin, mütalaa ve müşahede edilebilsin. İnsanın, vücudunun zılliyetini kabul etmesi gerekir ki, aslı görebilsin. Enbiya-yı izâm, asfiya-yı fihâm, evliya-yı kirâm gibi gölge olmaya koşan o kadar çok kul var ki, bize çok beride, berinin de berisinde, onun da berisinde… bir gölgelik düşer. Kim bilir, belki de ahirette zıllullahla müşerref olacaklar da, burada gölge gibi yaşayanlar olacaktır. Allah onlara diyecektir ki, “Madem siz dünyada hep gölge gibi yaşadınız. Şimdi gelin hiçbir gölgenin olmadığı günde Benim gölgeme sığının.” Evet, Hazreti Allah hakkında böyle düşünsek de, O’nun berisindeki varlıklar hakkında temkin, dikkat ve teyakkuzu hiçbir zaman elden bırakmamalıyız.

Aslında sizin başkaları için döktüreceğiniz medh u senaların hepsi O’nun hakkıdır. Zira kimden kime, ne zaman, nasıl ve hangi şartlar altında olursa olsun, dil dudak arasında şekillenen ve dışarıya dökülen bütün hamd u senalar O’na mahsustur. Zaten günde kırk defa okuduğumuz الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَâyet-i kerimesinde de bu hususu dile getirmiyor muyuz? الْحَمْدُkelimesindeki “elif lam” istiğrak ifade ettiği için, “hamd” hangi hâmidden hangi mahmuda yönelirse yönelsin bunların hepsi O’na mahsustur. Bu açıdan bizi de sevdiğimiz insanları da yaratan O olduğu için, onlara yaptığımız senalar bile esasında O’na gider.

Mazluma benzeyen büyük bir zalim

Hâsılı biz, övülme, takdir ve tebcil edilme hakları olan büyük zatlar hakkında konuşurken dahi temkin ve tedbir esaslı hareket etmemiz gerektiği gibi, onlar hakkındaki ulvî mülahaza ve kanaatlerimizi reaksiyon gösterebilecek insanların yanında dile getirmekten de uzak durmalıyız. Çünkü başka insanların içinde, haset ve rekabet hislerini tetiklediğinizde, hem kendinize karşı husumet cephelerinin sayısını çoğaltmış hem de o masum insanları günaha sevk etmiş olursunuz. Çünkü haset eden bir insan günaha girer ve böylece amellerini yok eder. Hasan Basri Hazretleri, “Haset eden bir insan kadar, mazluma benzeyen daha büyük bir zalim görmedim.” demiştir. Yani haset eden bir insan öyle bir zalim ki, bulunduğu hal itibariyla o, acınacak duruma düşüyor. Bizim hiçbir kimseyi böyle bir hale düşürmeye hakkımız yoktur. Herkesin, böyle nazik bir konuda dikkatli hareket etmesi beklenmese de, hususiyle belli bir konumda bulunan insanların bu mevzuda daha bir hassas ve duyarlı olması gerekir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Övülme tutkusu ve karakteristik narsistler

Övülme tutkusu ve karakteristik narsistler

Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in ve selef-i salihînin takdir edilme ve övülme ile alâkalı mülahazaları, tutum ve davranışları nasıldı? Bu konudaki mümince düşüncenin ve istikamet çizgisinin esasları nelerdir?

Öz Güven ve Mehdîlik İddiası

Öz Güven ve Mehdîlik İddiası

Soru: “Öz güven” tabirinin mü’mincesi nedir; inanan bir insanda öz güvenin keyfiyeti nasıldır? Düz kulluğa talip olmak ile himmeti âlî tutmak cem’ edilebilir mi?

Cevap: “Öz güven”, genellikle, bir kimsenin kendisine inanıp itimat etmesi, şahsî kabiliyetlerine ve imkanlarına bel bağlaması; kendisi ve çevresiyle barışık yaşaması ve umumî halinden memnun olması şeklinde tarif edilmektedir. Hayata müsbet yanlarıyla bakmayı ders verdiği için bazı açılardan doğru ve isabetli sayılsa da, bu söz bizim kaynaklarımıza uygun düşmeyen bir mananın ve muhtevanın beyanıdır. Öz güven tabiri, yabancı kültürlerde kullanılan bazı kelimelerin tercümesi olarak Türkçemize sonradan girmiş bir ifadedir ve Batılı terminolojiye ait bir telakkîdir.

Tabii ki, insanın karakteri ortaya çıkarılmalı, kabiliyet ve istidatlarının gelişmesine gayret gösterilmelidir. Fakat, böyle bir neticeyi elde etmek için ferdi şımartacak ve onu bencillik girdabına düşürecek usullere başvurulmamalıdır. Değişik tabirlerin gölgesinde, şahsın ukalâlaşmasına ve küstahlaşmasına meydan verilmemeli; meseleler onun dar imkânlarına, sınırlı iktidarına ve güçsüz iradesine bina edilmemelidir.

Bir kere, her meseleye kendi kabiliyetleri, güç ve iktidarı açısından yaklaşan ve sürekli “ben” diyen bir insanın, zamanla nefsini merkeze koyması, onu esas kabul etmesi, yaptığı her iş ve elde ettiği her başarıyla enaniyetini biraz daha beslemesi kaçınılmazdır. Nefis yörüngeli ve kendine çok güvenen böyle bir insanın, azıcık sürçüp düştüğü bir yerde bütün bütün ümitsiz kalacağı, tutunacak yer bulamayacağı ve bir daha doğrulamayacağı da âşikardır.

Evet, insanın mahiyetinde güven duyma ihtiyacı ve hissi vardır; fakat, kime güvenmesi lazım geldiğini bilemeyen ve itimad merciini doğru tesbit edemeyen bir kimse, eninde sonunda tam bir egoist kesilecek ve her meseleyi kendisine mal edecektir. Hatta, küfre sürükleyici mülahazalara girecek ve -hafizanallah- bazı mevzularda -hâşâ- “falan yarattı” ya da “ben yarattım” diyecektir. Zamanla o, kendine hayranlık duyan ve her hâlükârda kendini, kendi davranışlarını, eda ve endamını beğenen bir narsist olacaktır; kendisinin ortaya koyduğu düşünce, tedbir ve çözümlerin dışındaki her şeye karşı tenkide hazır hale gelecektir.

Allah’adır Tevekkülümüz, İtimadımız!..

Bu açıdan, muvahhid bir mü’minin nazarında, öz güven tabirinin yerini “iradenin hakkını verip Allah’a tevekkül etme” anlayışı almalıdır. İnsan kendisine irade verilmiş ve özel bir donanımla yaratılmış bir varlıktır. O, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf buyurduğu zahirî ve batınî bütün duyularını ve duygularını (hasselerini ve latifelerini) bir sermaye olarak kullanmakla, sonra da, neticeyi ve mükâfatı Yüce Yaratıcı’dan beklemekle mükelleftir. Bu itibarla, Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Sahiha’da güven duygusu hep Allah’a bağlanmaktadır. Çünkü, her şeyi halkeden ve bütün işleri evirip çeviren Mevlâ-yı Müteâl’dir. İnsan, birer nüve halinde hususi donanımına yerleştirilen istidatları inkişaf ettirir, akabinde onları bir istek ve niyet olarak ortaya koyarsa; Allah Teâlâ da ona o işi yapma gücünü ve imkanını ihsan eder. İster meyelan, ister meyelanda tasarruf, ister şart-ı adi planındaki beşer iradesine Cenâb-ı Hakk’ın doğrudan doğruya teveccühü sayalım, iradenin hakkının verilmesine ne diyeceksek diyelim, insan dileyip meyledince, Hâlık-ı kainat da meşietiyle o kuluna o işi yapmayı mümkün kılar. Dolayısıyla, insan her zaman Zât-ı Uluhiyete itimat etmeli ve O’nun meşietine dayanmalıdır.

Bu itibarla, hâlis bir mü’min her meselede önce Allah Teâlâ’ya güvenip O’nun lütuf buyurduğu kabiliyetleri kullanır; fakat, başarıları kendi nefsine değil, Yüce Yaratıcı’nın inayetine bağlar, onların Allah’tan (celle celâluhû) geldiğini bilip daha sonraki muvaffakiyetlerin de yine O’nun kudret elinde olduğuna can u gönülden inanır. Böyle bir insan acz u fakr hisleriyle dolu bulunduğu aynı anda çok güçlüdür; çünkü, hakiki güç kaynağının “Kudret-i İlâhî” olduğunun farkındadır. O pek zengindir; zira, rahmet hazineleriyle beslendiğinin şuuru içindedir. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir!” gerçeğinin kahramanıdır; dolayısıyla, dünyalara meydan okuyacak cesarettedir. Onun sığındığı kale ve kullandığı kılıç ise, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” hakikatıdır.

Evet, hakiki mü’min bir yandan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, “Allah’ım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma” der ve nefsine değil, Cenâb-ı Hakk’a itimad eder. Nefsini ve nefsânî duygularını en azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah’ı bilir. Her hadise karşısında “Hasbunallah ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i İmran, 3/173) sözünü terennüm eder; “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız” (Mümtehine, 60/4) hakikatini seslendirir. Her zaman, “Yalnız Allah’a dayanıp güven! Koruyucu olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/3); “Ey Rasûlüm de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129) beyanlarına bağlı kalır.

Ne var ki, günümüzde “ben, ben” diyerek oturup kalkma ve enaniyet mülahazalarıyla dolup taşma belki her zamankinden daha fazladır. Bugün bencillik o kadar yaygındır ki, çoğu kimseler Mevlâ-yı Müteâl’in lütuflarını bile enaniyetleri hesabına kullanmakta ve onları bencilliği besleyen birer unsur gibi harcamaktadırlar. Mesela; öz güven deyip yola çıkanların ekseriyeti, zamanla kendini beğenme hummasına tutulmakta, bir fâikiyet mülâhazasına kapılmakta ve her fırsatta kendini anlatma hastalığına yakalanmaktadır.

Bundan dolayı, öz güven tabirinin bizim kültürümüzle te’lifi imkansızdır; o bizim için çok iğreti bir kelimedir. Bu da, diğer nesebi gayr-i sahih sözler gibi kendisine yüklenen mana ile dilimize girmiş ve hem kalbleri hem de kafaları karıştırmıştır. Bizim temel değerlerimizde “Tut beni Allahım, tut ki edemem Sensiz!” anlayışı esastır.

Mehdî Taslakları

Hâkiki bir mü’min asla kendini beğenmemeli ve yeterli bulmamalı; Müslümanlığın tevazu, mahviyet ve hacâletten ibaret olduğunu kabul ederek, sâde kulluğu her türlü payenin üstünde saymalıdır. Hazreti Mevlânâ gibi “Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” demeli; Kitap ve Sünnet’in emirlerini kılı kırk yararcasına yerine getirmelidir. Bununla beraber, himmetini her zaman âlî tutmalı, Allah’ın izni ve inayetiyle hep yüksek uçmaya çalışmalı, sürekli tekamül peşinde olmalı; fakat, büyüklük iddialarına kat’iyen kalkışmamalıdır.

Hususiyle adanmış bir ruh, “Nefis cümleden ednâ, vazife her şeyden a’lâ” hakikatine yapışmalıdır. Kendisini acz u fakr içindeki sıradan bir insan olarak görmenin yanı sıra, iman hizmetini dünyevî hiçbir bedelle değiştirilemeyecek yüce bir lütuf kabul etmelidir. Mazhar olduğu en küçük muvaffakiyeti dahi kendisinden bilmemeli; “Ben böyle uçamazdım, bu çıtayı bu kadar yüksek tutamazdım, maratonda bu kadar hızlı koşamazdım, ipi önde göğüsleyemezdim... Bütün bu başarıları lutfeden O!..” diyerek tahdis-i nimette bulunmalı ve bu ihsanların daha sonrakiler için birer referans olduğunu düşünerek hizmet yolunda daha bir şevkle koşmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bir dönemde büyük velilere yaptırdığı önemli işleri bir başka zaman sıradan bazı kimselere de yaptırabileceğine inanmalı; “Ben çok zavallıyım, iman hizmeti ise, pek kıymetli; fakat, Allah dilerse, bana da bu sâlih dairede bir yer nasip eder ve beni de bahtiyarlardan kılar.” mülahazasıyla dolu bulunmalıdır.

Evet, düz kulluğa talip olma ile himmeti âlî tutma cem’ edilmelidir. Bizim, sâde kulluğa razı olmamız ama O’nun inayetiyle çok büyük işlerin altından kalkabileceğimize de inanmamız lazımdır. Kendi acz ü fakrımıza rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarının başımızdan aşağı yağmasını O’nun keremine vermemiz gerekmektedir. Şimdiye kadar kimsenin muvaffak olamadığı başarılara ulaşsak, yine de bunu büyüklüğümüzün bir delili saymamamız; belki, çok küçük vesilelerle çok büyük işler yapan Allah Teâlâ’nın bizim gibi sıradan insanlara da iman hizmeti gibi pek büyük bir vazifenin bir ucundan tutturmuş olabileceğini düşünmemiz icap etmektedir.

Aksi halde, hizmet erleri arasından bile düz müslümanlığa razı olmayan, bulunduğu yerde gölge iken kendisini asıl görmeye başlayan ve mazhariyetlerini belli payelere bağlayarak büyük iddialara kalkışan kimseler çıkabilir. İman hizmetindeki mazhariyetleri ölçü kabul ederek ya da şahs-ı manevîye lutfedilen ihsanlardan kendi payına düşenleri nazar-ı itibara alarak, Hak karşısındaki konumunu bunlara göre belirlemeye çalışan ve dolayısıyla -hafizanallah- Kutup, Gavs, Mehdî ya da Mesih olduğunu iddia eden bir sürü halaskâr taslağı zuhur edebilir.

Maalesef, günümüzde bu türlü iddialarla ortaya atılanların sayısı her zamankinden çok daha fazladır. Genelde insanlar doğru mülahazalarla yola çıkmış olsalar da, bugünkü nesillere iyi bir ruh terbiyesi verilmediğinden, temel disiplinler kendilerine öğretilmediğinden ve bilhassa rehbersizlikten dolayı çokları yolculuk esnasında yollarını şaşırmakta ve kaybolup gitmektedirler. Demek ki, sadece sırat-ı müstakime girmiş olmak yetmemektedir; asıl önemli olan, yolda kalmadan ve istikameti şaşırmadan Cennet, Cemalullah ve Rıdvan hedefine varabilmektir.

Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Allah günde en az kırk defa okuduğumuz Fatiha suresinde, sırat-ı müstakime hidayet eylemesi için dua etmemizin yanı sıra, bizi “dâllîn” ve “mağdûbîn” güruhundan uzak tutması için de niyazda bulunmamızı talim buyurmaktadır. Binaenaleyh, her gün defalarca, “Allah’ım bizi Sırât-ı Müstakîm’e; Kendi kitabına, Rasûlü’nün sünnetine ve Ashâb’ın yoluna hidayet et, Kur’ân’ındaki makâsıdı anlamaya muvaffık kıl!” diyor; “Dünyevî ve uhrevî, cismanî ve rûhânî, vehbî ve kesbî bütün nimetleri başlarından yağdırdığın ve kendilerinden hoşnut bulunduğun sâlih zümrenin yoluna bizleri de hidayet eyle Allah’ım” diye yakarıyoruz. Fakat, evliyânın, asfiyânın ve mukarrabînin yürüdüğü bir yolda ilerlerken bile insanın sapıtabileceği mülahazasıyla, bizi “dâllîn” ve “mağdûbîn”den kılmaması için de O’na yalvarıyoruz; “Bizi nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” diyoruz. Bu sözümüzle, dalâlete düşmüş ve Hazreti Kahhâr’ın gazabına uğramış ne kadar zavallı varsa hepsini kasdetmiş ve onların akıbetlerine uğramamak için Allah’ın rahmetine ve hidayetine sığınmış oluyoruz.

Evet, bugün kazanma kuşağında kaybeden bir sürü insan var; çünkü, onlar düz kulluğa razı olmuyor ve daha büyük payeler arıyorlar. Kullukta derinleşme yerine değişik ad ve unvanlarla anılma peşine düşüyorlar. Tabii, bu hatalı ve hatarlı yolda olmadık yanlışlıklar yapıyorlar. Eskiden, medrese mollaları kendi aralarında konuşurlarken “cim karnında bir nokta” derlerdi. Malum “cim” harfinin kocaman bir karnı vardır; oraya konan bir nokta o koca karındaki boşluğu doldurmamaktadır; daha ilk bakışta o büyük boşluk hemen göze çarpmaktadır. İşte, bugün cime benzeyen öyle boş adamlar var ki, kendilerini aliyyülâlâ, mükemmel ve aşkın görüyorlar; beklenen kurtarıcı olduklarını iddia ediyorlar. Bunların kimisi deccaliyeti Marks’a bağlamış, onu yıkınca kendi mehdiyetini ispat etmiş olacağına inanıyor; kimisi Engels’i Deccal saymış, onun düşüncesini mağlup ederek Mehdî olduğunu kanıtlayacağını düşünüyor; kimisi de âlem-i İslam’ın başına musallat olan tiranlardan birini devirirse, bir halaskâr olarak gönderildiğini herkese gösterebileceğini ve halkı etrafında toplayacağını umuyor. Bu türlü vehimlere ve kuruntulara kendisini kaptırmış onlarca mecnun, ya üç-beş rüya veya yakazayla, ya şeytan mı yoksa melek mi olduğunu tefrik edemediği birkaç suretle, ya parapsikolojik bir yolla, ya bir çeşit meditasyonla ya da tasavvufun özünden kopuk mistisizm ile yanlış bir koridora giriyor ve hem sapıtıyor hem de başkalarını saptırıyorlar.

İlan Bakımından Nübüvvet ve Mehdiyetin Farkı

Halbuki, bir insan Mehdî olsa da, onun bu mazhariyetini ilan etme gibi bir vazifesi yoktur. Dahası, hakiki Mehdî olduğuna dair elinde kesin bir delili de yoktur; duyuş ve sezişlerinde yanılmış, asıl ile gölgeyi karıştırmış olabileceği her zaman muhtemeldir. Mehdî’nin şahıs mı yoksa şahs-ı manevî mi olduğu da şüphelidir. Dolayısıyla, mehdiyet, arkasına düşülüp aranılacak, bulununca da herkese ilan edilecek bir paye değildir. Heyhat ki, bugün en ciddi insanlar bile o meseleye kafalarını takmışlar. Onu bunu Mehdî ilan etmekle insanlığın meselelerinin hallolacağını zannediyorlar. Falanı filanı getirip o tahta oturtmakla İslam âleminin problemlerinin çözüleceğine inanıyorlar.

Hayır, meselelerin halli başka taraftadır; bugün insanlık iman zaafı veya küfür problemi yaşamaktadır. En büyük dert budur ve illa bir şey yapılacaksa, bu problemin herkese duyurulması ve ona karşı çarelerin ortaya konulması adına bir ilan yapılmalıdır. Mutlaka ilan edilmesi gereken meseleler de vardır, ilan edilmeyecek meseleler de. İnsana rüyada veya yakazada bin defa “Sen şahs-ı manevî hesabına mehdîliği temsil ediyorsun, sen Mehdîsin!” deseler ve o kendisinin Mehdî olduğuna kat’i kanaat getirse bile, onun bu kanaatini ilan etmek gibi bir vazife ve sorumluluğu yoktur. Şayet, insanın bir kıymeti varsa, o, öbür tarafta belli olacaktır ve mükafatını Allah verecektir. Onun burada kendi kendine makamlar ve mükâfatlar takdir etmesi manasızdır. Özünde derin olmayan ve düz kulluğa rıza göstermeyen insan, kendisini hangi makama yakıştırırsa yakıştırsın ya da nasıl takdim ederse etsin faydasızdır.

Söz gelmişken bir farklılığa dikkat çekmek istiyorum: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi onun vazifesi cümlesindendir. Farz-ı muhal, o kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamış olurdu. Nitekim, Rehber-i Ekmel Efendimiz bir münasebetle “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin olsun ki, Musa (aleyhisselam) çıka gelseydi, siz de ona ittiba edip beni bıraksaydınız, doğru yoldan sapıtmış olurdunuz. Eğer Musa (aleyhisselam) hayatta olsaydı ve benim nübüvvetime yetişseydi, muhakkak ki, o da bana tâbi olurdu!” buyurmuştur. Bu söz hem bir tahdis-i nimettir hem de Peygamber Efendimiz’in tebliğ misyonunun edasıdır.

Fakat, meselenin nizaya ve münakaşaya bâdî olması karşısında, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) kendisinin, önceki peygamberlerden üstün görülmesine ve onların -hâşâ- hafife alınmalarına aslâ izin vermemiştir. Hatta bir defasında bir sahâbinin Hazreti Musa’nın kadr ü kıymetine uygun düşmeyen bir söz söylediğini duyunca, hemen ona müdahale etmiş ve “Beni Musa b. İmrân’a tercih etmeyin. Zira, ben onu Mahşer Günü’nde Arş’ın kavâimine tutunmuş olarak göreceğim” demiş ve orada meseleyi tadil etmiştir. Oysa, Hazreti Musa da Kainatın Medar-ı Fahri’ne hayrandır. Nitekim, Allah Teâlâ onları miraçta karşılaştırmış, yan yana getirmiş ve konuşup görüşmelerine izin vermiştir. Miraç hadîsinde imâ edildiği üzere, Hazreti Musa, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in kendi önünden gelip geçmesini ve defalarca huzur-u ilahiye çıkmasını görünce, tatlı bir gıpta ile “Şuna bak! Benden sonra geldi ama nasıl da böyle reftare yürüyor!..” manasına gelebilecek bir edayla takdirini ifade etmiştir. Buna rağmen, Rehber-i Ekmel, “Beni Musa b. İmrân’a tercih etmeyin.” demiştir.

Yine Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm), kendisine has o engin tevazuu ve kadirşinaslığı ile Hazreti İsa’yı nazara vermiş, “Ademoğlu arasında doğduğu vakit şeytanın dürtüp de ağlatmadığı kimse yoktur. Bundan sadece Meryem oğlu İsa hariçtir.” buyurmuş; bir başka defa, “Ben, dünyada da ahirette de Meryem’in oğluna insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında başka bir peygamber yok. Peyamberler anneleri ayrı, babaları bir kardeştirler, dinleri de birdir.” demiştir. Fakat, risalet vazifesi söz konusu olunca, “Hazreti İsa gelecek, ümmetimden olacak; benim dinimle amel edecektir.” ihbarında bulunmuştur.

İşte, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in bu iki hali, durduğu yer itibarıyla konumunu değerlendirme adına bize çok önemli mesajlar ve ipuçları vermektedir. Nerede nasıl tavır alınması lazım geldiğini ve neyin ne ölçüde duyurulması gerektiğini göstermektedir. Ben onların kritiğini yapacak durumda değilim; bu mevzuda kullanacağım kelimelerin maksadı aşan tabirler olmasından ve saygısızlık yapmaktan korkarım. Fakat, bu iki misalin dahi ehl-i basirete çok büyük manalar ifade edeceğini zannediyor ve daha rahat söz söyleyebileceğim bir alana geçiyorum:

İddiasız Büyükler

Seyyidina Hazreti Ebu Bekir yüz tane mehdînin yaptığı işi yapmıştır. Fakat, hiçbir zaman herhangi bir büyüklük iddiasında bulunmamıştır. Bilakis, akıbetinden hep korkmuş, sürekli kendini sorgulamış ve devamlı nefsiyle yaka paça olmuştur. Mesela; Sâdık u Masduk Efendimiz’in “Eteklerin yerde sürünmesi kibirdir!” dediğini duyunca ürpermiş ve hemen “Ya Rasûlallah, yoksa ben de mi mütekebbirlerdenim?” deyip, Allah Rasûlü’nden öyle olmadığının teminatını alana kadar endişeyle beklemiştir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in onca takdirine, iltifatına ve müjdesine mazhar olduğu halde, iddiadan uzak durmuş, düz kulluğu talep etmiş ve kendisini hep mü’minlerin en gerisindeki biri gibi görmüştür.

Hazreti Sıddık’ın “Cud bi lutfike ya İlahî men lehu zâdün kalîl / Müflisün bissıdkı ye’tî inde babike yâ Celîl!..” mısraıyla başlayan münacaatı, onun ruh haletini ortaya koyması açısından çok ibretâmizdir: “Allahım, azıcık bir zahîresi kalmış şu kuluna lütf u kereminden bol bol nimet ver; iflas etmiş olsa da, yine sadâkatle kapına gelmiş bulunmasına merhameten büyüklüğünü göster! Evet o, günahı pek büyük, zavallı bir kuldur, fakat, Senden başka kimsesi olmayan bir gariptir; Sen o büyük günahların hepsini yarlığa ve bu bîçâreyi sevindir. Onunki isyan üstüne isyan, hata üstüne hata; Senden ise sürekli fazl u ihsan ve pek çok atâ; artık ne desin, kapında şöyle nasıl inlemesin: Rabbim, günahlarım kum taneleri gibi sayılamayacak kadar çoktur; o güzel müsamahanla muamele eyle ve beni bağışla, bütün günahlarımı affet ne olur!”

Evet, bu yakıcı nağmelerle tazarru ve niyazda bulunan Hazreti Ebu Bekir, açıkça görülüyor ki, insanlık semasının en büyük yıldızlarından birisi olduğu halde, hiçbir paye iddiasında değil, fevkalâde bir mahviyet içerisindedir; ilahî inayet olmazsa, Nebi’nin şefaat eli uzanmazsa Cennet’e dahi girememe endişesindedir. O, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sonra dava-yı nübüvvetin ilk ve en büyük temsilcisidir; ama halaskârlık, mehdîlik, müceddidlik iddialarından fersah fersah uzak birisidir. İşte, onun halidir iki esası cem’etme: Yüksek bir himmetle hep zirvelerde gezinme; fakat, bütün mazhariyetlere rağmen kendini düz bir kul bilme.

Hulefa-yı Raşîdin ve Ashab-ı Güzîn efendilerimizin hepsi aynı mahviyet ve tevazunun mümessilleridir. Mesela, bu hususta Hazreti Ömer, Sıddık-ı Ekber’den geri değildir. O, “Ömer aslında bizim hayallerimizde ve ideallerimizde canlandırdığımız prototiptir!” diyen Karl Marks’ın dahi takdirini almıştır. Evet, Rasûlullah’ın İkinci Halifesi, sadece beşerî yanları, insanî meziyetleri ve ahlakî derinlikleri itibarıyla bile, Allah’ı kabul etmeyen, peygamber tanımayan ve dine saygı duymayan kimseler tarafından da dünyada eşinin gösterilemeyeceği ve insanların daima ibret alabilecekleri bir hüsn-ü misal ve muhteşem bir tablo olarak takdim edilen bir şahsiyettir.

Ne var ki, Allah Rasûlü’ne yakınlığı, İslam’a hizmetleri, âdilâne hilafeti, zamanının iki güçlü devletini yerle bir edişi ve üstün ahlakı ile alâkalı misalleri anlatmaya, büyüklüğünü vasfetmeye sözün yetmeyeceği Hazreti Ömer, çok zaman, başını secdeye koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Dua ederken hıçkırıklarla inler, kalbi hızlı hızlı çarpar ve tir tir titrerdi. Ahirete irtihalinden az evvel, bir kuraklık esnasında yine duaya durmuş, şöyle ağlıyordu: “Allahım! Ümmet-i Muhammed’i benim günahlarımdan dolayı mahvetme. İhtimal yağmursuzluk benim mâsiyetim sebebiyledir; ne olur Rabbim, Ashab-ı Rasûlullah’ı benim yüzümden cezalandırma!” Evet, Hazreti Ömer’in kendisine bakışı böyleydi. Onlarca mehdînin ya da yüzlerce müceddidin ancak altından kalkabileceği işleri yapmış olsa da, onda iddia yoktu, yüksek mertebelere dilbeste olma yoktu, kendisine makamlar tayin etme yoktu. O âlî himmetlilik ile mahviyetin birleşme noktasına taht kurmuştu.

Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar hakiki Hak dostlarının mülahazaları hep aynı oldu; onlar iddiada bulunmaktan ve kendilerine mertebeler takdir etmekten hep uzak durdular. Mesela; İbrahim Edhem malı-mülkü, tâcı-tahtı, nâm u nişanı terkedip zühd yoluna sülûk etmişti. Dünyaya sırtını dönüp yüzünü ukbâya çevirince Cenâb-ı Allah da onu gönüller tahtına oturtmuş ve kalb saraylarının sultanı haline getirmişti. Fakat, pek yüce mertebelere ulaşmış olmasına rağmen, o hep “İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; dağlar cesametindeki günahlarını itiraf edip, ellerini Sana açıyor ve Senden af dileniyor. Şâyet Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Senin şânındandır; fakat, dergahından kovarsan, Senden başka kim ona merhamet eder ve günahlarının ağırlığından onu kim kurtarabilir?!.” diye yalvarıyordu. Dahası, bütün hayr ü hasenâtını, topyekün ibadet ü taatini unutmuşçasına şu sözleri söylüyordu: “Allah’ım, Senin şefkatine nâil olmayı umarak kapına gelen şu bîçâreyi affet; ne olur onun günahlarını bağışla. Her ne kadar amel defteri isyanla dolu olsa da, ey Müheymin, kulun Sen’den başkasına secde etmemiştir!..” Görüyor musunuz bu kutlu Zâtın kendisini nereye koyduğunu? Cenâb-ı Hakk’ın kapısına, O’ndan başkasına secde etmeme mülahazasına sığınarak teveccüh ediyor; ulaştığı mertebelere ya da sâlih amellerine hiç dönüp bakmıyor ve kendisini bir günah küpü gibi addediyor.

Oysa, İbrahim Edhem, Şâh-ı Geylânî, Fudayl b. İyaz, Tavus b. Keysân ve Bişr-i Hafî gibi zatlar, başı Nübüvvet’in kademine değen yüce kâmetlerdendi; bir hadîse binaen diyebiliriz ki, şayet Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sonra nübüvvet mukadder olsaydı, bunların herbiri İsrail peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi. Eğer karanlık dönemlerde zuhur etselerdi, Mehdî-i Râsul gibi görüleceklerdi. Ne var ki, onlardan hiçbiri mehdîlik ya da müceddidlik iddiasında bulunmamış ve mahviyetten kat’iyen ayrılmamışlardı. Bunların hepsi, Gazze’de son anlarını yaşayan İmam-ı Şafiî hazretlerinin “Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” sözleriyle tercüman olduğu tevazu hissiyle ve mahviyet duygusuyla düz kulluğu talep ufkunda yaşamış; o mülahazayla da ötelere yürümüşlerdi.

Bu mevzuda, o altın halkanın zamanımıza yakın temsilcilerinden olan Hazreti Üstad’ın, hususiyle On Yedinci Lema’nın On İkinci Notasındaki ifadelerini de mutlaka hatırlamalısınız. Siz ona hangi payeyi verirseniz verin ve onu nerede görürseniz görün; o Zâtı bir de, kendisine bakışı zaviyesinden değerlendirmelisiniz. Üstad Hazretlerini gerçekten tanımak istiyorsanız, onu kendisini koyduğu yer açısından yakalamaya çalışmalısınız.

Evet, Nur Müellifi, irşat maksadıyla konuştuğu zaman tabii olarak o andaki makamının gerektirdiği vakar ve ciddiyet içerisinde bulunuyor; fakat, yalnız kaldığı ve Rabb-i Rahim’e yakardığı anlarda kendisiyle alâkalı asıl duygu ve düşüncelerini açığa vuruyor: “Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi', hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatalarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz ediyor. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.” diyor.

Büyük Pâyelerle Anma Değil, Sâdık Olma Esastır!..

Madem ki, maneviyat âleminin sultanları olan bu Hak dostları dahi, kendilerini sıradan bir mü’min kabul ediyor, Allah tarafından tutulmazlarsa ayakta kalamayacaklarına gönülden inanıyor, iddia sayılabilecek beyanlardan olabildiğine kaçıyor ve en küçük kusurlarını bile gözlerinde büyütebildikleri kadar büyütüp sürekli hacâletle gözyaşı döküyorlar; öyleyse, bize yakışan da evleviyetle azamî tevazu, mahviyet ve hacâlettir.

Zira, hiçbirimiz öyle derince bir maneviyatımızın olduğunu söyleyemeyiz. Mesela, “Siz hiç Azrail Aleyhisselam’ın azametli heykelini gördünüz mü? Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ile yakazaten görüştünüz mü? Hiç Hazreti Cebrail’i görme şerefine mazhar oldunuz mu? Hakikat-i Kur’an’ı hiç duydunuz mu? Kur’an bir şahs-ı manevî olarak gelip sizin kulağınıza bazı şeyler fısıldadı mı? Şayet, o büyük insanlar nezdinde size bu sorular sorulsaydı ve sizden “evet” cevabı alınamasaydı; o âli heyet önünde hakkınızda verilecek hüküm “Siz bomboş insanlarmışsınız!” şeklinde olurdu. Kaldı ki, insan bu mazhariyetlere erse bile, şayet bunların hepsini şekerleme türünden iltifatlar olarak kabul etmiyorsa ve kulluğunu onlara bağlıyorsa, yine kurbetteki sırrı anlayamamış ve sadâkat ufkuna ulaşamamış demektir.

İtiraf etmeliyiz ki, biz ulvî alemler hesabına hemen hemen hiçbir hakikate âşinâ değiliz; selef-i salihînle kıyaslanamayacak kadar küçük insanlarız, birer sıfırız. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bazılarımıza büyük hizmetler gördürüyor olabilir. Allah Teâlâ’nın bazılarımızı dinine hizmet yolunda istihdam etmesi, O’nun lütf u keremindendir; bize ait bir fâikiyetten dolayı değildir. Bu itibarla, bize düşen: Alvarlı Efe Hazretleri gibi, “Allah beni insan eyleye!” demek, irademizin hakkını vermek, karşımıza çıkan hizmetleri birer ihsan-ı ilahî kabul ederek onların gereklerini yerine getirmek; sonra da “Mevlâ-yı Müteâl böyle hiç oğlu hiçlere bile neler yaptırıyor!” diyerek tahdis-i nimette bulunmak ve her zaman O’na şükretmektir.

Aslında, bu konunun üzerinde ne kadar durulsa sezâdır. Fakat, daha önce bu mevzuyu genişçe ele almaya çalıştığım için (Bakınız: Mesih Nerede, Mehdî Kim? Ümit Burcu, 33-39) bu hatırlatmalarla iktifa edeceğim. Şu kadar var ki, sadece bir paragrafla olsa da, çok önemli bir hususa daha temas etmeden sözlerimi bitiremeyeceğim:

Ne olur, dostlarınıza fevkalâde makamlar verip onları şişireceğinize, mübalağalarla onların boyunlarını kıracağınıza ve başkalarını da kıskançlığa sevkedeceğinize, onlara karşı fevkalâde sadâkat gösterip kardeşliğin hakkını verin. Unutmayın ki; kat’î bilgisi olmadığı halde mübalağalara girip falancaya “mehdî” diyenler, filancayı “müceddid” ilan edenler, genellikle bu abartmalarının cezası olarak, gün gelip de ona “deccal” demeden, öbürünü “fâsık” görmeden, diğerinin nifak üzere olduğunu söylemeden ölmezler.

Sözün özü; mü’min nefsine değil Allah’a güvenmeli, O’nun inayetine sığınıp himmetini hep âlî tutmalı, O’nun yardımıyla en zor işlerin dahi altından kalkabileceğine inanmalı, iradesine terettüp eden vazifeleri hakkıyla yapmalı ve sonra da neticeyi Yüce Yaratıcı’nın lütf u ihsanına bağlamalıdır. Elde ettiği başarıları ve kendisine bahşedilen bütün mazhariyetleri Mevlâ’nın nimeti bilmeli ve şayet O inayetini keserse her şeyin sönüp gideceğini bir an aklından dûr etmemelidir. Zira, ancak böyle bir denge, insanı iddiadan, bencillikten, benlikten ve âidiyet mülahazasından uzaklaştırır; onu Allah’ın rızasına ulaştırır. Hâlis bir mü’min, kendisinin bir Mehdî, bir halaskâr, bir Heraklit ve bir Mesih olabileceği düşüncesini rüyasına bile misafir etmemeli; haddini bilip düz kulluğa rıza göstermelidir. “Kullardan bir kul” olarak Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktan başka maksatların ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasının karşısında yer almalıdır. Ayrıca, yüksek payeler vermek suretiyle dostlarını tehlike zeminine sürükleyeceğine ve onları bazı hâsid kimselerin hedef tahtası haline getireceğine, dostluğunu ve muhabbetini onlara karşı fevkalâde sadâkatle ortaya koymalıdır.

Öze Bağlı Kalma ve Dağınıklıktan Sıyrılma

Soru: Hariçte meydana gelen can sıkıcı hâdiseler ve maruz kalınan bir kısım musibetler bizi ciddi meşgul ediyor ve kendi değerlerimizden uzaklaştırabiliyor. Bu konuda kalb istikametini koruma adına dikkat edilecek hususlar nelerdir?

Cevap: İlk olarak ifade etmek gerekir ki, dış dünyada ne tür hâdiseler yaşanırsa yaşansın, bir mü’min için asıl önemli olan Allah’la münasebettir. O, öncelikle kendi nefsine yönelmeli, kalbi ile Allah arasında bir kopukluğun olmamasına dikkat etmeli ve sürekli ziya kaynağı ile irtibatını devam ettirmeye çalışmalıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim, يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan, hidayeti tabiatınızın bir yanı hâline getirdikten sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide Sûresi, 5/105) şeklindeki ifadeleriyle, mü’minleri iç dünyalarına yönelmeye ve öncelikle onun ıslahıyla uğraşmaya çağırmıştır. İşte bu sebepledir ki insan günde belki birkaç defa kendisini test etmeli ve nefsinin doğru yolda olup olmadığını kontrol etmelidir.

Hiç şüphesiz insan, kendisinin doğru bir çizgide olup olmadığını kontrol etmek için bir kısım kıstaslara ihtiyaç duyacaktır. Bunlar da başta Kur’ân ve Sünnet’in emirleri, sonra da selef-i salihînin bu iki kudsî kaynaktan yola çıkarak ortaya koydukları içtihatlar, üzerinde ittifak ettikleri icmalar veya istihsan ve maslahat gibi delillerle ortaya koydukları daha başka hükümlerdir. Onlar dini anlama ve yorumlama adına ortaya koydukları olağanüstü gayretleriyle âdeta bu konuda hiçbir karanlık nokta bırakmamışlardır.

İstikameti Muhafaza

Bir insan, önündeki bu aydınlatıcı kaynaklara rağmen hâlâ istikameti yakalayamıyor ve bir kısım yerlerde karanlık içinde kalıyorsa o, karanlığı kendisi icat ediyor demektir. Esasında “Siz kendinize bakın!” âyeti aynı zamanda bu manayı da ifade etmektedir. Yani bizim maruz kaldığımız çeşitli sıkıntıların asıl sebebi, kendi kusurlarımızdır. Eğer kendimizi iyi bir muhasebeye tâbi tutabilirsek, bu hataların pek çoğunu görebiliriz.

  Mesela insanın kendi arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinin önüne çıkarması bu kusurlardan birisidir. Yüce Allah, كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ * وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Gerçek şu ki, siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için ahiret (duygu ve mülâhazasını) terk edip durursunuz.” (Kıyâmet Sûresi, 75/20-21) beyan-ı sübhânîsiyle insan tabiatındaki bir boşluğa dikkat çekmiştir. Başka bir âyet-i kerimede ise insanın dünya sevgisi şu ifadelerle seslendirilmiştir: وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Gerçekten insan mala çok düşkündür.” (Âdiyât Sûresi, 100/8) İnsan, fıtraten dünyaya ve hazır lezzetlere düşkün olduğundan, mü’min olmasına rağmen yer yer bunları dinin emirlerinin önüne geçirebilmektedir. Hatta bazen dine hizmet ederken bile, rıza-i ilâhîyi veya meselenin uhrevî kazancını değil, kendisine gösterilen ihtiram ve saygıyı makbul görmektedir. Böyle bir kişi ise kabul görmediği, alkışlanmadığı ve hatta eziyete maruz kaldığı bir dinî hizmeti tasvip etmeyecek ve negatif bir tavra girecektir.

Hiç şüphesiz bir mü’minin, dinine hizmet ettiğini zannederek esas nefsine hizmet etmesi, gafil ve cahil çevrenin alkışlarının da etkisiyle onu şımartması ve küstahlaştırması, kendisine yönelen övgü ve takdirlere kendi malıymış ve hakkıymış gibi sahip çıkması kaybettirici hususlardır. Bundan salim kalmanın yolu ise, Cenâb-ı Hakk’ın potansiyel olarak ahsen-i takvime mazhar yarattığı insanın, fiilî olarak da bu kıvamı yakalamaya çalışması, yani gerçek insan olma yolunu takip etmesi ve istikametten ayrılmama noktasında sürekli nefsiyle yaka paça olmasıdır. İnsan bunu başarabildiği takdirde, yukarıdaki âyetin de ifade ettiği üzere dalâlete düşen insanlar katiyen ona zarar veremeyeceklerdir.

Siz Kendinize Bakın!

Eğer biz toplumsal bir huzur istiyorsak, öncelikle kendimizi düzeltmeye ve gerçek insanî seviyeyi yakalamaya çalışmalıyız. Çünkü biz dosdoğru olacağımız âna kadar, başkalarının düzelmesini bekleyemeyiz. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk gelen emir, اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak Sûresi, 96/1) âyeti olmuştur. Aynı şekilde daha sonra nazil olan âyet-i kerimelerde de şöyle buyrulmuştur: يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَأَنْذِرْ * وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ * وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ * وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ *  وَلَا تَمْنُنْ تَسْتَكْثِرُ * وَلِرَبِّكَ فَاصْبِرْ “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve (insanları) uyar! Rabbinin büyüklüğünü an! Elbiseni temiz tut! Pis ve murdar olan her şeyden kaçın! Verdiğini çok bularak minnet etme! Rabbinin yolunda sabret!” (Müddessir Sûresi, 74/1-7) Yani Yüce Allah, ilk olarak Nebiyy-i Ekrem’in şahsını muhatap almış ve bir yönüyle O’na “Öncelikle sen kendine bak ve işe kendinden başla!” demiştir.

Aslında o, peygamberliğinden önce de tam bir güven abidesiydi. Enbiya-i izam’ın sahip olduğu ismet, iffet, fetânet ve tebliğ ruhu gibi sıfatları kâmil manada temsil ediyordu. Nitekim O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kavmini İslâm’a davet etme için Ebû Kubeys tepesinin üzerine çıkıp, “Şu tepenin arkasından düşman geliyor desem, bana inanır mısınız?”diye sorduğunda, orada bulunanların hepsi olumlu cevap vermişti.

Dolayısıyla bir yönüyle bu gibi âyetlerin, O’nun şahsında esas ümmetine ders verdiğini söyleyebiliriz. Yani eğer biz de başkaları nazarında inandırıcı olmak istiyorsak, fevkalâde sadık ve güvenilir olmak, herkese emniyet ve güven telkin etmek ve son derece mütevazi olmak zorundayız. Zira bu konumda olmayan insanlar inandırıcı olamazlar. İffet ve ismetleri aleyhinde söz söylenen insanlar başkaları nezdinde güvenilirliklerini ve inandırıcılıklarını kaybederler.

Bu açıdan toplumda farklı patlamalar olabilir. Bir kısım zalim ve müstebitler devirmeye güçleri yettiği anda, kendilerine muhalif gördükleri insanların tepesine binerek onları ezip geçebilirler. Bazen de toplumlarını herc ü merce sevk edecek daha başka hâdiselere sebebiyet verebilirler. Fakat bütün bunlar karşısında Müslümanlara düşen, falanı filanı ta’n u teşni etmek yerine öncelikle kendileriyle meşgul olmak ve kendilerini düzeltmektir. Onlar başlarındaki zalimlerden şikâyet etmek yerine öncelikle, “Acaba Allah bu zalimleri niye bizim başımıza musallat ediyor?” diye düşünmelidirler. Çünkü onlar dosdoğru olacakları âna kadar, başkalarıyla uğraşmaları faydasızdır. Zira, كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz öyle idare edilirsiniz.” (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/22) hadisinin de ifade ettiği üzere, tabanda bulunan insanlar nasıl olursa, idarecileri de aynı olacaktır.

Sütün kaymağı sütten oluşacağı gibi, şapın kaymağı da yine şaptan oluşacaktır. Menkıbe olarak rivayet edildiğine göre Haccac-ı Zalim’e Hz. Ömer’in adaleti hatırlatıldığında o da yanındakilere, “Hele siz onun çevresindeki insanlar gibi olun, bakın ben de nasıl Ömer gibi oluyorum.” demiştir. Bu sözüyle Haccac, kendisinin tam da onlara uygun bir idareci olduğunu hatırlatmak istemiştir.   

Hakiki İnsanlığa Giden Yol

Öte yandan öncelikle kendisiyle meşgul olmayan ve nefsini ıslah etmeye çalışmayan bir insanın, zamanla Allah’tan kopacağında, kalbi ile Allah arasında bir kısım hüsûf ve küsûfların yaşanacağında şüphe yoktur. Çünkü böyle birisi bazen enaniyetine takılacak, bazen biliyorum mülâhazalarına girecek, bazen de aidiyet hissiyle hareket edecektir. Dolayısıyla din ve diyanet adına iş yapıyorum zannettiği yerlerde bile meseleyi kendisine bağlı götürecektir. Eğer böyle birisi güç ve kuvveti ele geçirecek olsa, o zaman da tiranlar gibi davranacaktır. Zira enaniyet, bilgi, servet insanı kör ettiği gibi, iktidar ve hâkimiyet de onu kör eder. Hele bir de kitlelerin körü körüne onu takip etmesi, alkışlaması ve pohpohlaması gibi faktörler söz konusu ise, böyle bir kişinin zehirlenmesine ve körlük yaşamasına muhakkak gözüyle bakılabilir. Manevî körlüğe maruz kalmış böyle birisi ise çok açık ve net görülebilecek hakikatleri dahi göremeyecek, doğru ve yanlışı birbirinden ayıramayacaktır.

Bu itibarla da insan ruhî ve kalbî hayatı üzerinde hassasiyetle durmalı, Allah’la kendi arasına ne nefsinin, ne hayvanî hislerinin, ne kin ve nefretlerinin ne de daha başka mülâhazaların girmesine ve dolayısıyla tamiri imkânsız kopuklukların meydana gelmesine müsaade etmemelidir. Daha da ötesinde o, İmam Gazzâlî Hazretleri’nin İhyau ulûmi’d-din isimli eserinde üzerinde durduğu her türlü mühlikâttan (helâke götürücü unsurlardan) uzak durmalı ve yine onun münciyât (kurtuluşa vesile olan ameller) adına zikrettiği her ne varsa, sımsıkı bunlara yapışmalıdır. Çünkü mühlikât Allah’la kul arasına bir kısım perdelerin girmesine sebebiyet verdiği gibi, münciyât da bunların bertaraf edilmesine ve kalblerin yeniden ilâhî tecelliler ile buluşmasına vesiledir.

O hâlde insana düşen vazife, yılandan ve çıyandan kaçarcasına bütün bu olumsuzluklardan uzak durmasıdır. Esasen insanın, hakiki insanlığa yükselmesinin yolu da buradan geçmektedir. Ebu’l-Feth el-Büstî, أَقْـبِـلْ عَلَى النَّفْسِ وَاسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا فَأَنْـتَ بِالنَّفْسِ لاَبِالْجِسْـمِ إنْـسَانُ “Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.” sözüyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Demek ki insan bunları yitirince, insanlığını da yitirmiş olacaktır.

Burada antrparantez bir hususu arz etmek istiyorum. Bir insan, bunlara dikkat etmediği takdirde tepe taklak cehenneme mi gider? Hayır, hiç kimsenin böyle bir iddiada bulunmaya hakkı yoktur. Zira bu, Allah’ın rahmetinin enginliğine terstir. Biz, amellerimizin azlığına ve küçüklüğüne rağmen Yüce Allah’ın bizi rahmeti ile yarlıgayacağını ve affedeceğini düşünür ve ciddi bir reca hissi içine gireriz. Fakat diğer taraftan Allah’a karşı son derece saygılı olmak ve O’na karşı arızasız ve kusursuz bir kulluk ortaya koymak, O’nun terk edilmemesi gereken hakkı ve bizim de terk etmememiz gereken en önemli vazife ve sorumluluğumuzdur. Bu açıdan da biz, sürekli mahiyet-i insaniyemizin kıvamına bakmalı, necata götürücü vesileleri araştırmalı ve helâk sebeplerinden de uzak durmalıyız.

Eğer biz, kendi durumumuzu kontrol etmez ve durduğumuz yer ile durmamız gerekli olan yeri bilemezsek, bu defa başkalarının tavır ve davranışlarına göre yer ve yön değiştirmeye başlarız. Haset ve rekabet duygularına yenik düşmüş iman ehli bazı kimseler bizim aleyhinize hareket edebilirler. Bazıları da inkâr ve ilhatlarının bir gereği olarak bize cephe alabilirler. Her iki kesim de bizim hakkımızda bir kısım komplolar tertip edebilir. Bunların hile ve entrikalarının farkında olmamız ve bunları savma adına makul ve alternatif stratejiler geliştirmemiz bir yana; eğer biz sürekli onlarla meşgul olur, onların yaşadığı paranoyaya iştirak eder ve hele atacağımız adımları ihtimal ve vehimlere göre atarsak, yukarıda zikredilen “Siz kendinize bakın!” âyetine muhalif davranmış oluruz. Neticede onların zararından kurtulamayacağımız gibi, kendimizi düzeltmeye ve yapmamız gerekli olan asıl işleri yapmaya da fırsat bulamayız.

Asıl Vazifemiz

Peki, nedir bizim asıl işimiz? Biz, elimizden geliyorsa bütün insanlığa ebedî kurtuluşun yollarını göstermeli, onları Cennet’e yönlendirmeli ve hiç kimsenin Cehennem’e gitmemesi adına cehd ve gayret göstermeliyiz. Yüce Allah, ezelî ilmiyle kimin hangi ameli yapacağını bildiğinden, bazıları için Cehennem’i takdir etmiş olabilir. Hiç kimsenin bunun önüne geçmesi mümkün de olmayabilir. Fakat bu, bizi alâkadar etmez. Bize düşen, son ferdine kadar bütün insanlığın Cehennem’den kurtulması noktasında azimli ve kararlı olmaktır.

Esasen böyle bir gayeye kilitli yaşamak, başkalarının ebedî saadetlerini kaybetmemesi adına ölüp ölüp dirilmek, insanların ebedî helâk ve hüsrana maruz kalacağı korkusuyla canı gırtlağında yaşamak peygamberlik yolunun bir gereğidir. Nitekim Yüce Allah, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin hidayeti mevzuundaki durumunu, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ Sûresi, 26/3) sözleriyle anlatmıştır. Antrparantez ifade edeyim ki, âyetteki bu ilahî ikaz, Allah ile o en sevgili kulu arasındaki bir meseledir. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderen Zat, O’nun hüzün ve ızdırabını dengeleme adına bunları söyleyebilir. Fakat bizim O’nun hakkında böyle bir söz söylememiz ve bu tür düşüncelere girmemiz doğru değildir.

Benim burada asıl üzerinde durmak istediğim nokta şudur: Bu âyetler, bir taraftan insanlığın iman etmesi mevzuunda Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tadil ederken, diğer yandan da onu takdir etmiş ve yüceltmiştir. Çünkü burada işarî olarak şöyle bir mana da gizlidir: “Sen öyle yüce bir kâmetsin ki, âdete kendin için yaşamıyor; başkalarının kurtuluşu adına neredeyse kendini helâk edeceksin.”

İşte bu, yaşatma duygusudur. Günümüzde de peygamber yolunun takipçilerinin en önemli vazifesi budur. Varsın başkaları onlar hakkında kendi paranoyalarına göre değişik plânlar tertip etsinler. Kendileri, makam hırsı, çıkar arzusu ve iktidar beklentisine bağlı yaşadıklarından, başkalarını da bu yolun yolcusu görsünler. Buna dayanarak da hasım gördüklerini yok etme adına elli türlü alternatif plân oluştursunlar. Bütün bunlar, onları bağlamamalı ve kendi yolundan alıkoymamalıdır. Onlar, Allah’ı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nu insanlığa sevdirmeye kilitlenmeli ve bütün stratejilerini bu istikamette oluşturmalıdırlar. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.”(Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/90, 91) Bu hadis de göstermektedir ki, Allah tarafından sevilmenin yolu, O’nu kullarına sevdirmekten geçmektedir. Çünkü onları deli gibi sevme, ebedî dirilişin de temel unsuru ve vesilesidir.

Ne yazık ki Müslümanlar bu konuda kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getiremediklerinden ötürü, insanlığa belli bir dönemde fetret yaşattılar. Cismanî zevklerinden ve yaşama sevdalarından sıyrılarak kendi değerlerini muhtaç sinelere duyurma istikametinde tıpkı sahabe-i kiram ve havariler gibi dünyanın dört bir yanına açılamadılar. Açılıp İnsanlığın Medar-ı İftiharı’nı kendi büyüklüğü ve kendi ihtişamıyla insanlığa tanıtamadılar. Tavır ve davranışlarıyla mükemmel bir temsil sergileyerek gönüllere giremediler. O Sonsuz Nur’un bütün dünyaları aydınlatacak bir ışık kaynağı olduğunu gösteremediler. En azından O’nun hakkındaki olumsuz düşünceleri izale ederek, “Bu, çok büyük bir insan.” dedirtemediler. Neticede insanlığa günümüzde de hâlâ etkisini devam ettiren böyle bir fetret dönemi yaşattılar. Elbette bunda, inanmayanların gafletlerinin, duyarsızlıklarının ve ön yargılarının da tesiri vardı. Fakat önemli olan, Müslümanların yapmaları gerekli olan işi yapıp yapmadıklarıdır.

Sahabe efendilerimiz, neredeyse dünyanın üçte birine açılmışlar ve çok kısa bir zamanda kopkoyu karanlıklar içinde yüzen bir dünyayı aydınlatmışlardı. Gittikleri yerlerde gönüllere taht kurmuşlar ve insanlarda kendi değerlerine karşı ciddi bir alâka uyarmışlardı. Bunu da bilgiçlik taslayarak, güç ve kuvvetleriyle değil; imanları, samimiyetleri ve sağlam temsilleriyle başarmışlardı. Eğer biz bugün yarım yamalak da olsa dinin güzelliklerini yaşayabiliyorsak, o ani’l-merkez gücün tesiri sayesinde yaşıyoruz. Çünkü onların meydana getirdikleri ani’l-merkez güç, günümüze kadar ulaşmıştır.

Bu itibarla şunu bir kere daha ifade etmek istiyorum: Gerek size yakın duran ve sizinle birlikte başını secdeye koyan ve Allah karşısında iki büklüm olan insanlar, gerekse öteden beri aleyhinizde bulunan insanlar sizin hakkınızda ne düşünürse düşünsünler, paranoyalarına bağlı ne türlü plânlar yaparsa yapsınlar, size düşen vazife, insanlığa evvela Allah’ı ve Peygamber’i sevdirmek, ondan sonra da Allah ve Peygamber’den ötürü insanların birbirini sevmesini sağlamak ve bütün dünyada bir barış ortamının oluşmasına katkı sunmaktır.

Sevgi ve Hüsnüzanda Denge

Adanmışlar, kendi vazifelerini tastamam yerine getirmenin yanında, başkalarıyla kuracakları münasebetlerde de son derece dengeli olmaya çalışmalıdırlar. Mesela birisine karşı sevgi gösterilecek, delice bir alaka ortaya konulacaksa bu, Allah ve Resûlüllah olmalıdır. Onlardan sonra Raşit Halifeler, ardından da sahabe efendilerimiz gelmelidir. Maalesef biz, kendimize ait pek çok değeri kaybettiğimiz gibi, Allah ve Resûlüllah sevgisinde de yaya kaldık. Eskide olduğu gibi camilerde Hz. Ruhu Seyyidi’l-En’am’ın adı anıldığında bayılıp düşen insan gördünüz mü hiç! Bizim Allah sevgimizi çaldılar; Peygamber sevgimizi çaldılar ve bütün sevgi kabiliyetlerimizi dünyaya ve kendi nefsimize bağladılar. Dolayısıyla biz de muhabbet mahrumu insanlar hâline geldik.

Sevilmesi gerekli olan şeyleri, sevilmesi gerekli olduğu ölçüde derinlemesine sevemedik. Bazen de bu sevgiyi suiistimal ettik. Farkında olmadan yanlışlar yaptık. Mesela birilerinin bazı iyiliklerini göz önüne alarak, onlara karşı ciddi bir sevgi gösterisinde bulunduk. Bu da gayretullaha dokundu. Neticede Allah, aklımızı başımıza almamız adına bizi şefkat tokatlarına maruz bıraktı. ‘Gayrimeşru muhabbetimizin cezası olarak merhametsizce tokatlar’ yedik. Bununla bir yandan da O, sevdiklerimizin, zannettiğimizin aksine bu ölçüde teveccüh ve takdire layık olmadıklarını bize gösterdi. Demek ki insanlara gösterilecek sevgi ve alâkada haksızlık etmeme ve dengeyi koruma çok önemli bir faktördür.

Başkalarıyla kurulacak münasebetlerde dengeli olunacak diğer bir yer de, onlar hakkındaki kanaat ve zanlarımızdır. Hz. Pir’in ifadesiyle bir mü’min, hüsn-ü zan mümkün oldukça, su-i zanna girmemelidir. Başkaları hakkındaki vehimlerine ve ihtimallere dayanarak plân ve projeler oluşturmamalıdır. Herkesin kötülük yapacağı hesabına bağlı işler yapmamalıdır. Çünkü bütün bunlar su-i zandır. Su-i zan ise öyle büyük bir günahtır ki tek başına insanı tepetaklak götürebilir. Fakat bunun yanında eğer siz, birisinden birkaç defa çelme yemişseniz, kündeye getirilmişseniz, size el-ense atılmışsa, işte orada da hüsn-ü zannın yanında âdem-i itimat prensibini işletmeniz gerekir. Eğer siz sırtınızı döndüğünüzde birileri sizi arkadan hançerliyorlarsa, bir daha onlara arkanızı dönemezsiniz.

Sözün özü, bizim asıl vazifemiz kendimizle ve kendi mefkûremizi gerçekleştirmekle meşgul olmaktır. Böyle yüce bir hedefin gerçekleştirilebilmesi için adanmışların dağınıklıktan sıyrılmaları gerekir.  Onlar himmetlerini, gayretlerini ve fikirlerini dağıtacak her türlü faktörden uzak durmalıdırlar. El-âlemin gerek medya yoluyla, gerekse daha başka platformları kullanarak ortaya attıkları yalan yanlış şeylerle meşgul olmamalıdırlar. Yer yer bu türlü şeyler onların uykusunu kaçırsa ve onlarda mukaddes hafakanlar meydana getirse de onlara asla yapmaları gerekli olan farzlar üstü farz vazifelerini unutturmamalıdır. Gönül erleri, bütün ruh güçleriyle ve bütün zihin fakülteleriyle kendi meselelerine konsantre olmalı ve hep o yolda yürümeye devam etmelidirler. Hz. Pir’in dediği gibi, iki elimiz var; dört elimiz olsaydı yine bu istikamette kullanmamız icap ederdi.

Özü muhafaza

İmanı oturaklaşmış insanlar, dışarıdan aldıkları, okudukları her şeyi, zararlı şeyler olsalar da, süt guddelerinin fışkıyı süte çevirmesi gibi faydalı bir hale getirirler. İmanı resânet kesbetmemiş insanların zihninde, okudukları her şey sümüklü böceğin izleri gibi pis izler bırakır.

Paranoyak Ruhlar

Ona-buna eksiklik-bozukluk atfedenler, kendilerini ifade etmek için herkesi hor görürler. Bunlar, gönüllerine göre kendilerini ifade edemedikleri için hep alemin kusurları ile meşgul olurlar. Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz, "O bozuk, bu bozuk, şu da bozuk." diyene "Bozuk olan asıl kendisidir." mânâsına şöyle buyurmuştur: "İnsanlar helak oldu diyen asıl kendisi helak olmuştur." Kişinin vicdanı ve kalbi duru olsa her şeyi duru görür. Mizaç bakımından herkeste kusur arayanları, birkaç hafta Cebrail Aleyhisselam'la buluştursanız onda da kusur bulur ve "Ayağını nasıl kaydırabilirim?" düşüncesiyle şer yolları araştırır.

Aslında, bozukluk bu tip insanların karakterlerindedir. Bunların ahlak anlayışı geçimsizliktir. Bu tip, hiç kimse ile geçinemeyenlerin bütün derdi, kendini ifade etmek ve her fırsatta nefsini öne çıkarmaktır. Bunlar sürekli kendilerinden bahsedilmesini, hep kendilerine değer verilmesini ve her zaman önde görülmeyi isterler.

Bir işi üstün bir başarıyla tamamladığın zaman şöyle diyebiliyor musun: "Eğer şu arkadaş veya benden başka birisi yapsaydı, bu iş neticeleri itibarıyla daha çok hayırlara vesile olacak ve dolayısıyla daha fazla başarı elde edilecekti." İşte bu anlayış, Kur'an ruhunun ve Peygamber ahlakının ifadesidir. Aksine hep beklenti içinde olup kendini her zaman öne sürmeye kalkanlar, hezeyanlarını bir ruh hastalığı şeklinde yaşayanlardır.

Fıtrî davranmak ihlaslı olmayı kolaylaştırır.

Peygamber Yolu

Soru: Peygamber yoluna tâbi olma, mü’minin hayatına nasıl yansır?

Cevap:Bilindiği üzere usûlüddin ulemasına göre havass-ı selime, akl-ı selim ve haber-i mütevatir olmak üzere ilme götüren yollar üçtür. Bunlardan biri olan aklın kendine göre bir idrak alanı olduğu gibi, sağlam duyu organlarının da kendilerine göre bir duyuş, seziş ve değerlendirişleri söz konusudur. Dolayısıyla insan, bunları yerli yerinde kullanmak suretiyle belli hakikatlere ulaşabilir. Aynı şekilde insan, vicdanını kullanarak farklı enginliklere açılabilir, bir kısım hakikatleri sezebilir. Bergson, vicdanın bu sezgisine “entüisyon” sözüyle yaklaşırken, bunun bizim kültürümüzdeki adı ise “hads”dir.

Bilgi Kaynağı Olarak Vahiy

Fakat öyle hakikatler vardır ki ne akıl ne duyular ne de vicdan onları göremez, duyamaz, sezemez ve kavrayamaz. Hatta akıl ve duyularla bilinebilecek eşya ve hâdiselerin bile çoğu zaman arka plânlarıyla görülüp keşfedilmesi ve varlığın mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle kavranması mümkün değildir. Çünkü eşyanın, keşfedilip bilinen yönlerinin yanında, akıl ve duyuların kavramada yetersiz kalacağı çok farklı buudları da vardır. Hele Zât-ı Ulûhiyet hakikati, ahiret ve metafizik âlemlerle ilgili konular, akıl ve duyuların kavrama alanının tamamen dışında kalır. İnsan, akıl ve duyularını kullanmak suretiyle Zât-ı Ulûhiyeti hakikatiyle tanıyıp bilemeyeceği gibi, O’na nasıl kulluk yapılacağını da bilemez.

İşte bütün bu mevzularla ilgili saf ve dupduru bilgi Allah katındadır. Âyetü’l-Kürsî’de yer alan, يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاءَ “Yarattığı mahlûkların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Onlar ise ancak O’nun dileyip onlara öğrettiğini bilebilirler.” (Bakara Sûresi, 2/255) şeklindeki ifadelerden de anlaşılacağı gibi, Allah’ın bildirmesiyle kulları da ilm-i ilâhiden nasiplenirler. Bu sebeple bizler dualarımızda sık sık, اَلّلهُمَّ عَلِّمْنَا مِنْ لَدُنْكَ عِلْمًا “Allah’ım bize nezdinden ilm-i ledün nasip eyle!” diyoruz. Hz. Musa’nın, meydana gelen hâdiseleri arka plânlarıyla kavrayabilmek için Hızır’la (aleyhisselâm) uzun bir yolculuğa çıkması gibi, Allah dostları da uzun seyr u sülûk-i ruhanîlerle ve daha başka yollarla hep eşyanın perde arkasına muttali olmaya çalışmışlardır. Hatta günümüzde aslî hâlini koruyamamış bazı dinlere veya din görünümündeki bir kısım organizasyonlara mensup olan insanlar da yoga ve meditasyon benzeri bir kısım yollarla hakikatin bilgisine ulaşmaya çalışmaktadırlar.  

Fakat bu konuda objektif olan ve asıl itimat edilmesi gereken bilgi, Allah’ın, peygamberleri vasıtasıyla insanlara ulaştırdığı vahiy kaynaklı bilgidir. İşte İslâm âlimlerinin bir bilgi kaynağı olarak ifade ettikleri “haber-i mütevatir” de bundan ibarettir. Kur’ân-ı Kerim, baştan sona kadar bize tevatüren (yalan üzerinde birleşmeleri aklen imkânsız olan bir topluluk tarafından) nakledilmiştir. Aynı şekilde Efendimiz’in Sünnetinin önemli bir kısmı da bizlere -ister lafzen ister manen olsun- tevatüren nakledilmiştir. Kur’ân, Allah tarafından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) pak sinesine ilka edilen bir vahiy olduğu gibi, aynı şekilde Sünnet-i Sahiha da yine Efendimiz’e Allah tarafından vahyedilmiştir. Şu kadar var ki Kur’ân vahy-i metluv (lafzı da manası gibi Allah’tan olup tilaveti ibadet olan vahiy), Sünnet ise vahy-i gayr-i metluv (manası Allah’tan olmakla beraber lafza dökülmesi Efendimiz’e bırakılan ve tilaveti ibadet olmayan vahiy) olarak isimlendirilmiştir.

Ayrıca Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah tarafından gönderilen ve âyet-i kerimeyle itmam ve ikmal edildiği (tamamlandığı ve kemale erdirildiği) ifade edilen İslâm dinini mükemmel bir şekilde temsil etmiştir. Zaten böyle kâmil bir dini kendi kemal ve tamamiyeti içerisinde arızasız ve kusursuz olarak ancak -Cilî’nin kitabına başlık olarak koyduğu ifadeyle- bir İnsan-ı Kâmil temsil edebilirdi ve etti de. Esasında Kur’ân’ın eksiksiz ve doğru bir şekilde anlaşılması ve tatbik edilmesi de ancak Efendimiz’in bu mükemmel temsiliyle mümkün olmuştur. Dolayısıyla biz, “Peygamber yolu” dediğimizde hem Cenâb-ı Hak tarafından Efendimiz’e indirilen vahyi hem de O’nun bu konudaki mükemmel temsilini anlıyoruz.

Zât-ı Ulûhiyet Hakkındaki Yanlış Telakkiler

Bizim için bunların tamamı yanıltmaz birer bilgi kaynağıdır. İnsanın, özellikle iman ve ibadetle alâkalı mevzularda doğru yolu bulması ancak bu iki kaynağa (Kur’an ve Sünnet’e) bağlı kalmasıyla mümkün olur. Yoksa ele aldığı meseleleri mişkat-ı nübüvvet altında test ede ede götürmeyen bir insan, farz-ı muhal doğrudan doğruya Zât-ı Ulûhiyetle görüşecek bile olsa, orada dahi hata edebilir. Mesela orada nasıl bir temkin ve teyakkuz gerekeceğini bilemeyebilir, “huzur”un âdâbına riayet edemeyebilir, abd-Mâbud ilişkisinin nasıl kurulacağını idrak ve ihata edemeyebilir. Böyle bir pâyeyi elde ettiği için fahre, ucuba girebilir. Bu sebeple de böyle bir zirveden derin bir çukura düşebilir. 

Aynı şekilde bir insan Zât-ı Ulûhiyet’e karşı derin bir aşk u muhabbet taşıyabilir. Tıpkı Ferhat gibi, Vâmık gibi scvdalanıp Allah aşkıyla yanıp tutuşabilir, O’na kavuşma adına çok ciddi bir iştiyak duyabilir. Bu konuda ahesterevlik yapmayı, delice sevdiği Zât’a karşı ciddi bir saygısızlık olarak görebilir. İşte böyle bir kişi eğer Peygamber yolunda hareket etmiyorsa o da dengeyi koruyamayacak ve belki ellerini kaldırıp, “Allah’ım bir an evvel canımı al da Sana kavuşayım.” diye dua edecektir.

Her ne kadar böyle bir dua aklen güzel görünse de bunda bir dengesizlik söz konusudur ve Sünnet yoluna muhaliftir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, ölümü temenni etmeyi menetmiş, insanın bu mevzuda yapabileceğinin en fazla, “Allah’ım, yaşamamda hayır olduğu sürece beni yaşat, ölümüm hayırlı hale geldiğinde de emanetini al!”diye dua etmesi olduğunu söylemiştir. (Buhârî, merdâ 19; Müslim, zikr 10) Zira bu dünya bir talimgâhtır. İnsan, öbür âleme liyakat kazanmak ve oraya göre bir donanım elde etmek için bu talimgâha gönderilmiştir. Dolayısıyla onun, tıpkı bir asker gibi, kendisini bu dünyaya gönderen Zât tarafından terhisi eline verilinceye kadar sabretmesi ve kusursuz bir şekilde kulluk vazifesini yerine getirmesi gerekir. Peygamber yolunun gereği budur. İnsanın böyle basit bir meselede bile Sünnet yolu olmaksızın doğruyu bulması çok zor olacaktır.

Meselenin daha iyi kavranması adına misal vermeye devam edelim: Bir insan aklıyla bir Yaratıcı olduğunu bulabilir. Fetret devrinde yaşamış olan ve bir peygamberin mesajıyla tanışma imkanı bulamayan pek çok insan gibi kâinattaki harikulâde eserlerden yola çıkarak “Bir Yaratıcı var.” diyebilir. Fakat bir insanın tek başına o Yaratıcının kim olduğu, hangi vasıf ve isimlere sahip bulunduğu, hakkında nasıl bir düşünceye sahip olunacağı gibi hususları bilmesi mümkün değildir. Bu gibi hususları Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vaz’ etmiş olduğu çerçevede ele almayan bir kişi çok yanlış Ulûhiyet telâkkilerine girebilir. Bir dönemde İsrailoğulları’nın yaptığı gibi tecsim düşüncelerine kapılabilir; bazı Hıristiyanlarda veya bir kısım Şia’da olduğu gibi -hâşâ- Allah’ın bir beşerde hulul ve ittihat ettiğine kail olabilir. Ya da Grek felsefesinin tesirinde kalmış olan Mutezile gibi, “Allah, her şeyi maslahata uygun yaratma mecburiyetindedir.” gibi yakışıksız ifadeler ileri sürebilir. Gerçi Allah’ın her icraatında binbir hikmet ve maslahat saklıdır. O, abes fiil işlemez. Ne var ki Allah (celle celâluhu) hiçbir şeyle mükellef değildir; hiçbir şeye mecbur değildir, hiçbir şey O’na vacip değildir. Bu türden ifadeler Ulûhiyet mefhumuyla bağdaşmaz.

Bütün bu düşünceler hangi saikle dile getirilirse getirilsin, isterse bunların arkasında Allah’a karşı duyulan derin bir aşk u iştiyak bulunsun, bunların hepsi Peygamber yoluna muhaliftir. Bu tür konulardaki düşünceler vahy-i semaviye dayanmadığı takdirde -Allah muhafaza- her zaman Zât-ı Ulûhiyet’e yakışmayan bir kısım iddialar dile getirilebilir ve böylece dalâlete düşülebilir.

Dalâlet ve Şirkten Uzak Kalmanın Yolu

Aslında Cebriye, Mürcie, Müşebbihe ve Mücessime gibi, Zât-ı Ulûhiyetle ilgili düşüncelerinde bir kısım yanlış değerlendirmelere giden fırkaların doğru yoldan sapmalarının temel sebebi de milimi milimine Peygamber yolunu takip etmemeleridir. Müslümanların künde künde üstüne devrildiği bir dönemde yaşayan, onların bütün ceht ve gayretlerine rağmen İslâm kalesinin duvarlarının bir bir yıkıldığına şahit olan büyük bir dimağ bile -pek çok yerde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in müdafaasını yapmış olduğu hâlde- Tahte sultani’l-kader isimli kitabında, bir kısım hakikatleri değerlendirirken, maruz kaldığı amansız hâdiselerin tesiriyle  cebre saplanmıştır. Hâlbuki bir Arap sözünde ifade edildiği gibi, “Rüzgârlar, gemilerin arzu ettiği şekilde esmezler.” Aynen böyle hâdiseler de insanların keyiflerine göre cereyan etmez.

Zira Âl-i Imrân Sûresi’nde şöyle buyrulmaktadır: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “De ki, Ey mülk ve hâkimiyet sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın; dilediğini aziz, dilediğini de zelil kılarsın, bütün hayır Senin elindedir ve Sen elbette her şeye kadirsin.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/26)

Başka bir âyet-i kerimede ise Rabbimiz şöyle buyurur: وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ “Biz, (mutluluk vaat eden) günleri insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/140). Yani, bir gün birilerine bayram olurken başka bir gün diğerlerine bayram olacaktır. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna ve O, her icraatında Fail-i Muhtar bulunduğuna göre hiç kimsenin bu konuda itiraz ve şikâyete hakkı olamaz. İşte bu, Peygamber yoludur.

Özellikle şartların oldukça ağırlaştığı ve zulümlerin zulümleri takip ettiği dönemlerde yaşayan insanların, meydana gelen hâdiseler hakkında dengeli düşünebilmeleri ve Zât-ı Ulûhiyet hakkında yanlış bir kısım telakkilere gitmemeleri de ancak Peygamber yoluna tâbi olmalarına bağlıdır. Aksi takdirde onlar, yaşadıkları bir kısım acı ve üzüntülerin de etkisiyle bazen kadere taş atmaya bazen de cebrî bir kısım düşüncelere girmeye başlayabilirler.

Bunun aksi de söz konusu olabilir. Önemli başarı ve muvaffakiyetler elde eden, sürekli zaferler arkasında koşan ve hadiselerin hep istediği yönde cereyan ettiğine şahit olan insanlar da bir süre sonra, -gafil ve cahillerin lakırdıları olan- “yaptık, ettik, kurduk, başardık, tanzim ettik…” gibi bir kısım iddialarda bulunmaya başlayabilir ve böylece öncekilerin dalâlete düşmesi gibi bunlar da bir manada şirke girebilirler.

Peygamber yolunun yolcularına gelince onlar, muvaffak oldukları her başarıyı Allah’tan bilir, yaptıkları hizmetlerde kendilerinin istihdam edildiğini düşünür ve sürekli bütün güzelliklerin asıl sahibi Allah’a şükür ve hamd duygularıyla gerilirler. Onlar cüz’î iradeyi inkâr etmez ve onu, insana ait fiillerin ortaya çıkmasında şart-ı âdi plânında önemli bir sebep görürler ama tesir-i hakikîyi ona vermez, her şeyin yaratıcısının Allah olduğu hakikatini hiçbir şekilde unutmazlar. Dolayısıyla onlar, âdet-i sübhaniyenin gereği olarak insan iradesine gereği kadar nazar atfeder ama Allah’ın iradesini her şeyin üstünde görürler.

Efendimiz’in yaktığı meşalenin altında yürüyen tali’liler, sebep ve sonuçlar arasındaki uyumsuzluğa da takılmazlar. Onlar, hâdiseleri sadece zahirî yanlarıyla değerlendirmeyip işin arka plânını da nazar-ı itibara aldıklarından bu konuda da doğru hükümlere varabilirler. Bu açıdan onlara göre çok küçük sebeplere çok büyük neticelerin bağlanması, esasında Allah’ın büyüklüğünün bir alâmetidir. Öyle ki Rabbimiz, bazen bizim sadece el kaldırıp dua etmemizi bile bir sebep olarak kabul buyurup çok büyük şeyler yaratabilir. Mesela siz, “Allah’ım, yer ve gök ehli arasında bizim için bir sevgi vaz’ eyle!” diye dua edersiniz. Bir de bakarsınız ki bir dönemde sizin dünyanın dört bir yanına dağılmaya başlayan arkadaşlarınız, gittikleri ülkelerin dil ve kültürlerine ait ciddi bir eğitim almamış olmalarına rağmen, bir süre sonra oralarda hüsn-ü kabul görmeye başlarlar. Karşılaştıkları insanlar onlara kol-kanat gerer, onları bağırlarına basarlar. İşte böyle bir neticeyi, bizim ortaya koyduğumuz gayretlerle izah etmek mümkün değildir. Demek ki duaları kabul eden Rabbimiz, yapılan bu duaları karşılıksız bırakmamıştır.

Bütün bunları, diğer iman esasları hakkında da düşünebiliriz. Mesela bir insanın Peygamber yoluna tâbi olmadan nübüvvetle ilgili doğru ve dengeli mülâhazalara sahip olması mümkün değildir. Peygamberlik hakikatiyle ilgili peygamberlerin vaz’ etmiş olduğu disiplinlere uymadığı takdirde her zaman bu konuda mübalağa ifade eden bir kısım iddialarda bulunabilir. Bu hususta tefrit ehli bazıları tarafından onlar, -görevi, yalnızca kendisine inen kitabı insanlara ulaştırmak olan, kavlî-fiilî sünnetinin teşride bir yeri olmayan- hâşâ birer “postacı” gibi değerlendirilebilir. İfrat ehli başkaları ise Zât-ı Ulûhiyet’in kendisini ifade etmesi için peygamberlere ‘muhtaç’ olduğunu ileri sürebilir. Bu tür meseleler mütevatir habere bağlanmadığı, bir otoban olan Sünnet yolu terk edilerek patikalara girildiği sürece daha başka sapmalar da ortaya çıkabilir.

Allah’a nasıl kulluk yapılacağı, hangi amellerin O’nun katında ibadet, taat veya kurbet sayılacağı gibi mevzularda da peygamber öğretisi olmadan doğru tavrın belirlenmesi mümkün değildir. İnsan, bütün bu konularda vahyin aydınlatıcı tayflarına muhtaçtır. O, ibadetlerini, ancak dinin “taabbudî” emirlerine bağlı kaldığı takdirde Allah’ın istediği tarzda yerine getirebilir. Bu tür konularda aklın vereceği bir hüküm yoktur. İnsan, kendi başına yeni ibadet şekilleri ortaya koyamaz. Hatta o, Allah’a daha çok yaklaşma ve daha iyi kullukta bulunma adına Peygamberin talim buyurduğu ibadet şekillerinden daha ağırını ve daha meşakkatlisini ortaya koymuş olsa bile bunların ona hiçbir faydası olmayacaktır. Bilâkis o, bu tavrıyla Fatiha’da ifade edilen “dâllin (sapıtanlar)” ve “mağdûbîn (gazaba uğrayanlar)” zümresine dâhil olacaktır. Bu açıdan ne imana ne de İslâm’a ait meselelerde Peygamber yoluna tâbi olmadan hakikati bulmanın ve orada sabit-kadem kalmanın hiçbir yolu yoktur.

Tiranların Yolu mu Peygamberlerin Yolu mu?

Yönetim veya sosyal hayatla ilgili meselelerden de misal vermek gerekirse, mesela birileri herhangi bir kademede yönetici olduğu zaman aklına, tecrübesine veya iktidarına güvenerek kimseye danışma ihtiyacı duymadan kendi başına iş yapabilir. “Dediğim dedik” tavırlarla hareket edebilir. Kararlarında kendisini yanılmaz gibi görebilir. Egosu ve kibri kendisini başkalarıyla istişare etmekten alıkoyabilir. Böyle bir insan, mü’min bile olsa tiranların yolunu Peygamber yoluna tercih etmiş demektir.

Zira gözü semalar ötesinde, kulağı Cibril-i Emin’in getireceği mesajla irtibatlı ve vahiyle müeyyet bulunan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her meselesini ashabıyla istişare etmiştir. O, hususiyle ashab-ı re’yle görüşmeden hiçbir meseleyi çevresine dayatmamıştır. Hatta zaman zaman kendisi farklı bir görüşte olmasına rağmen sırf istişare disiplinini oturtma ve sahabenin görüşüne değer verme adına kendi görüşünden vazgeçmiştir. Mesela O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslümanlar açısından çok önemli olan Uhud Savaşı’nda sahabenin görüşüne göre hareket etmiş, kendisi savunma harbi yapma fikrinde olsa bile Uhud’a çıkmıştır.

Böyle önemli bir meselenin yanı sıra hurmaların aşılanması gibi basit bir mevzuda bile O, أَنْتُمْ أَعْلَمُ بِأَمْرِ دُنْيَاكُمْ “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” (Müslim, fezâil 141) diyerek sahabeyi hurmaların aşılanmasıyla ilgili uygulamalarında baş başa bırakmıştır. Daha doğrusu bu tür konularda bize bir terbiye öğretmiştir. Dolayısıyla zirvedekilerin çevresiyle istişare yaptıktan sonra, “Ben bu konuyu tekrar tekrar düşünmüştüm ve aklıma böyle gelmişti. Bunu da isabetli görmüştüm. Fakat yine de siz daha iyi bilirsiniz.” diyebilmeleri Peygamber yoluna uygun hareket tarzı olacaktır. Evet, bu yolun gereği, bir insanın, benliğinden ve enaniyetinden vazgeçerek başkalarının duygu ve düşüncelerine kendi duygu ve düşüncelerinin çok ötesinde saygılı olmasıdır.

İnsan daha başta hangi yolu takip edeceğini çok iyi belirlemelidir. Duygu ve düşünceleriyle, hâl ve hareketleriyle firavunların, zorbaların yolundan mı gittiğini yoksa Peygamber yolunu mu izlediğini sık sık gözden geçirmelidir. Bizce tutulup gidilmesi gerekli olan tek yol baştan enbiya-i izamın yolu, sonra da milimi milimine onları takip eden ve en üst seviyede temsil eden sahabenin yoludur.

Peygamber Yolunun Kutlu Temsilcileri 

Hiç şüphesiz Peygamber yolunu en doğru anlayan ve en güzel şekilde temsil edenler Raşit Halifeler olmuştur. Müslümanlık en duru şekliyle arızasız olarak onlar tarafından temsil edilmiştir. Onun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ “Benim ve Râşit Halifeler’in (Benden sonra Benim yolumu, rüşd ve istikamet yolunu takip edenlerin) yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6) sözleriyle mü’minleri hem kendi Sünnetine tâbi olmaya hem de Raşit Halifelerin yolundan gitmeye çağırmıştır. Hatta meseleyi Arapça’da kullanılan عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ deyimiyle ifade etmek suretiyle onların yoluna sımsıkı sarılmamızı ve asla bu yoldan ayrılmamamızı vasiyet etmiştir.

Başka bir hadislerinde ise Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sahabe efendilerimizin kıymetini, خَيْرُكُمْ قَرْنِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (tâbiîn), sonra da onları takip edenler (tebe-i tâbiîn) gelir.” (Buharî, şehâdât 9; Müslim, fedâilu’s-sahabe 210) sözüyle ifade etmiştir. Eğer siz asırların en hayırlısında yaşayan insanları görmez ve onların yoluna tâbi olmazsanız, Peygamber yolunu doğru anlayamazsınız. Müslümanlığın doğru anlaşılıp doğru yorumlanmasının yolu, bu büyük zatların bu konudaki anlayışlarına müracaat etmek ve arızasız temsillerine bağlı kalmaktan geçer. Bu açıdan Raşit Halifelerin, Ehl-i Beyt’in ve ayırım yapmaksızın bütün Sahabe-i Kiram’ın sevdirilmesi ve onların yolunun nazara verilmesi çağımızın mürşitleri ve inanan insanları için çok önemli bir vazifedir.

Sahabeden sonra ise Peygamber yolunun en güzel temsilcileri mezhep imamları başta olmak üzere selef uleması olmuştur. Dini doğru anlamadan başka hiçbir dertleri olmayan bu büyük zatlar neyin nasıl yorumlanması gerektiğini izah etmişler ve nasların nasıl anlaşılacağına dair çok önemli disiplinler ortaya koymuşlardır. İnsanlığın İftihar Tablosu, insanlığı aydınlatmak için fevkalâde bir donanımla gönderildiği gibi, özellikle İmam Ebû Hanife, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed İbn Hanbel de bir yönüyle özel donanımlı olarak yaratılmışlardır. Onlar sayesinde dinî mevzularda hiçbir şey muğlak kalmamıştır. Din, onlar sayesinde sahabenin anladığı gibi bize intikal etmiştir. Dolayısıyla Peygamber yolunun anlaşılmasında ve yaşanmasında onların da çok önemli hizmetler yaptıkları iyi bilinmeli, onlara saygıda kusur edilmemeli ve bu büyük müçtehitlerin güzergâhı terk edilmemelidir.

Fakat bu demek değildir ki siz, içinde yaşadığınız çağın şartlarını hesaba katmayacaksınız; konjonktüre bağlı meselelerle dinin aslına dayanan hükümleri birbirinden ayırmayacaksınız. Bilakis, zamanın rüzgârını da arkanıza alacak, temel disiplinlere bağlı kalmak şartıyla onun ortaya koyduğu tefsirden istifade edeceksiniz. Gerektiğinde formatla oynayacaksınız; o dönemde meydana gelen hâdiselerden önemli ilke ve prensipler çıkararak bunları, yaşadığınız çağın şartlarına uygun olarak hayata geçireceksiniz.

Peygamberler ve hakikat aşkı

Hakikat aşkı, peygamberler ile ilim adamlarında orijin itibarıyla aynıdır; ama tezahür şekilleri arasında fark vardır. Yani, o aşka vuslat yaşama istikametinde espri farklılığı vardır. Mesela, peygamberlerde, kuralları vaz’eden onlar olduğu için, yanılmalar olmaz; ama ilim adamlarında olabilir. Hakikat aşkı olmadan ilim, ilim aşkı olmadan da araştırma aşkı olmaz.

Peygamberlere Has Özellikler ve Gönüllerin Fethi

Soru: Hicretin başlangıcında, Medine'deki Müslümanların sayısının, bin beş yüz civarında olduğu; sekiz sene sonra Mekke'nin fethine ise, on binin üzerindeki bir orduyla gidildiği bildiriliyor. Bu kadar kısa bir zaman dilimi içerisinde, binlerce insanın İslam'la şereflenmesinde, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) rauf ve rahim sıfatlarına sahip oluşunun rolü nedir, izah eder misiniz?

Peygamberlere Hürmet ve Salât u Selâm

Peygamberlerin, hususiyle de Kur'ân'da zikredilen Allah elçilerinin hayatımızdaki yeri ve Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisinden önce gönderilen peygamberler hakkındaki beyanları bize neler ifade etmektedir?

Peygamberlere saygı ve bozulan dengeler

Efendimiz öncesinde insanoğlu ilâhî mesajları orijiniyle koruyamamış, peygamberlerin söz ve fiilleriyle bırakmış oldukları mirası muhafaza edememişti ve bunun neticesi olarak da maddî-mânevî ciddî bir tatminsizlik ve buhranlar anaforunda yaşıyordu. İnsanlık, Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bu bataklıktan kurtuldu; ama onun mesajına kulak vermeyen insanlar kim olurlarsa olsunlar -ki bunlar Müslüman da olabilirler- aynı türden anaforların içinde yıllar ve yıllar boyu yaşadılar, yaşıyorlar ve yaşayacaklar. Mesela, Batı dünyası ilâhî dinin getirdiği değerlere sahip olamamanın boşluğunu rasyonalizm, pozitivizm ve benzeri ilim adını verdikleri düşüncelerle doldurmaya çalıştı. Özellikle Orta Çağ’da kendini gösteren bu yaklaşım, Rönesans’la gelişti ve farklı bir mahiyet kazandı. Din-ilim ayrılığı, bu yaklaşımın en önde gelen özelliklerinden biridir. Bu anlayışa göre Hıristiyanlık daha çok ahlâkî değerlerin koruyucusu konumuna sokuldu. Böyle olunca din de, dinle gelen mesajı insanlara takdim eden nübüvvet müessesesi de insanların nazarında değer kaybına uğradı.

Şurası muhakkak ki, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan buyurduğu değerleri bırakıp bunların yerine dışarıdan başka değerler ithal etme, dengeyi bozma demektir. Dengenin bu şekilde bozulması insanı da, toplumu da başka dengesizliklere ve hatalara sürükler. Aslında İslâm, Efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) önceki peygamberlerle takdim edilen değerleri yeniden insanlığa hatırlatmak, bozulan o dengeyi yerine oturtmak, bir başka tabirle ilâhî ahengi yeni baştan tesis etmek için gelmiştir.

Evet, Allah’ın koymuş olduğu sınırların dışına çıkanlar ilmi ve ilmî düşünceyi âdeta kutsamışlar, akla ve mantığa ters olduğu iddiasıyla dine ve dinî değerlere baş kaldırmışlardır. Batı tarihi açısından bakıldığında belki bazı haklı nedenlere dayanan bu yaklaşım, ne yazık ki dinlerin mahiyet ve muhtevalarındaki farklılık hiç nazara alınmadan bize de yansımış ve aynıyla taklit edilmiştir. Eski yıllarda bu durumu bir darağacı misaliyle izah etmeye çalışmıştım. Temelde başkaları için kurulan darağacında hiç hak etmediği halde bizim dinimiz, inançlarımız ve kültürümüz de berdar edilmiştir.

Evet, başkaları gibi bizim dünyamız da değer kaybına uğramıştır. Mesela, ifrat ve tefritler arenasında Efendimiz de dahil peygamberleri bizim gibi sıradan insanlar seviyesine indirme –yüz bin defa hâşâ- ya da kendi dönemlerinde, sadece o dönemlere mahsus olmak üzere, tarihsel bir misyon eda edip çekip gittiklerini iddia etme gibi düşünceler bir değer kaybıdır. Peygamber ve peygamberlik anlayışına da saygısızlıktır.

Ne yazık ki, bu anlayış bulaşıcı bir virüs gibi bizim de içimizi sardı. Hatta bazı hocalar ve ilâhiyatçılar bile bu hastalıktan nasiplerini aldılar. Bunlar, bizim sahip olduğumuz ve Batı dünyasında emsalinin gösterilmesi mümkün olmayan usul ilimlerini bir kenara bıraktılar. Ve tabiatıyla bunlar tarafından yetiştirilen insanlar da kaptıkları bu virüsle malûl hale geldiler.

Saygısızlık önce küçük daireden başladı ve büyüğüne doğru dalga dalga yayıldı. Önce sahabe-i kiramla başladılar işe ve sürekli eleştirdiler onları. O günlerde -beni tanıyan arkadaşlar bilirler- “Onlar da bizim gibi insandır” diyerek eleştirmeye başladıkları an içim cız etti benim. Şöyle dedim etrafımdakilere: “Bu mesele sahabe ile başladı; ama sahabe ile bitmeyecek. Böyle sorumsuzca, hiçbir temele dayanmaksızın sahabeyi eleştiren kişiler, çok yakında Peygamberi de sorgulayacaklar ve gün gelecek Kur’ân’ı, hatta Allah’ı sorgulamaya kadar götürecekler bu işi.” Bu tahminlerimde yanılmayı ne kadar arzu ederdim. Fakat bunların hepsi oldu. “İnsanlığın İftihar Tablosu”na -hâşâ- “postacı” denildi. Yani, tıpkı bir postacı gibi, mesajı Allah’tan insanlara ulaştırdı ve işi bitti, diye düşünüldü. “Kur’ân’da gramer hataları var” denildi. Hatırlıyorum, benim çok takdir ettiğim ve sevdiğim bir insandan Kur’ân hakkında “Günümüzün modern anlayışına uymayan, modern tarz-ı telakkilerle örtüşmeyen yanları var” şeklindeki yorumları duymak beni derinden üzmüştü. Gayretullaha dokunur bu sözler, diye çok korkmuştum o zamanlar. Hâşâ, “Allah cüz’iyatı bilmez” gibi, Zât-ı Bâri’ hakkında yakışıksız düşünceler öne sürenler bile oldu. Hâsılı, sahabe ile başlayan tenkit süreci, ulûhiyet hakikatinin sorgulanmasına kadar geldi, dayandı.

“Tarihsellik” mülâhazaları içerisinde “maslahatları celb, mefsedetleri def etme”yi yegâne ölçü alanlar oldu. Tarifi kendilerine ait maslahat ve mefsedetler Kur’ân ile çatışırsa Kur’ân’ı kulak ardı edeceksiniz, dediler. Aslında maslahat ve mefsedetlerde bir mazmun vardır. O mazmun, Kur’ân ve Peygamber tarafından belirlenmiştir. Mesela, “usul-ü hamse” denilen, korunması gerekli olan beş temel esas; akıl, nesil, din, nefis ve maldır. Bunların iddiasına göre, bu beş husus günümüzde Kur’ân ve sünnette vaz’edilen dinamiklerle değil de başka yollarla, sistemlerle korunabiliyorsa Kur’ân tarihteki rolünü oynamış ve fonksiyonunu tamamlamıştır. Fıkıh metodolojisindeki tasnifiyle vaz’î ve hitabî hiç ayırım yapmadan bütün tekliflere şamil kıldılar bu düşüncelerini. Bir tartışma programında seyretmiştim. Kendisine sorulan bir soru üzerine birisi dedi ki, “Ben kendime göre namaz kılıyorum.” Ne demektir bu? Din, insanları kendi iradeleriyle maksud-u bizzat olan hayra sevkeden, yönlendiren vaz’ı ilâhî ise, ne demek “kendine göre namaz”?

Aslında Ahmet Naîm cennet-mekândan Ömer Nasuhi Hoca’ya, Allâme Hamdi Yazır’dan Bediüzzaman’a kadar çokları bu ve benzeri sakîm düşüncelerin üzerinde ısrarla durmuşlar. Hususiyetle Bediüzzaman erkân-ı imaniyyeyi tahkime ihtiyaç duyulan bir mevzu olarak ele almış, farklı bir üslûpla onları yeniden anlatmıştır. Hem de defalarca tekrarlama bahasına. Ben bu tekrarları askerî mülâhaza ile tabyeler olarak görüyorum. Yani tek bir tabyeye bağlı kalmama, nefis ve şeytanın değişik taarruz şekillerine, vesveselerine, iğvalarına (aldatmalarına) karşı farklı ve alternatifli müdafaa şekilleri geliştirme nazarıyla bakıyorum. Kaldı ki Kur’ân’ın üslûbudur bu. Aynı konuyu farklı yerlerde, farklı üslûplarla defalarca ele almamış mıdır Kur’ân? Demek kaynağı Kur’ân olan orijinal bir metoddur bu.

Şimdi aklî, mantıkî delillerle gerek Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), gerekse diğer enbiyâ-i izâmın konumunu zihnimizde ve hayatımızda bir kere daha belirlemek ve yerlerini tahkim etmek zorundayız. Zira, bu mevzuda yaşanan düşünce ve inanç kaymaları hep bu tahkimsizlikten kaynaklanmaktadır. Üstad’ın Reşhalar’da anlattığı gibi anlama ve anlatma bir ölçü olabilir bu konuda. O Reşhalar’dan her biri birer Risale’ye mevzu teşkil edecek kadar geniştir. Ne kadar arzu ederdim eli kalem tutan arkadaşlar o Reşhalar üzerinde doktora çalışması yapsalar.

Evet, Efendimiz büyük bir peygamberdir, “Ruh-u Seyyidi’l-Enam”dır. Tasavvufî ifadesiyle “Taayün-i evvel”in kahramanıdır. “Levlâke lemâ halaktü’l-eflâk. (Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım)” kudsî hadisinin mazharıdır o. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğru; doğru, çünkü o “Muarrif” olmasaydı, bu âlemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Resûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur’ân’la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.” Eskilerin ifadesiyle “ille-i gaiye”sin.

Öyleyse, Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) –hâşâ- sıradan bir postacı, bir müvezzi değildir. O yerde durup göklerle irtibat kuran, bizim hiçbir zaman münasebet kuramayacağımız âlemlerle münasebet kuran, burada otururken Allah’ın konuşmasını duyan bir insandır; farklı hususiyetleri, farklı donanımları olan biridir. Zaten o farklı donanımları olmasa Allah’tan emir alamaz. O donanımları olmasa yatağından kalkıp göklerde dolaşamaz, miraç yapamaz.

Kaldı ki bizim mesajı getiren bu zâta bu şekildeki bakışımız, aynı zamanda o mesaja karşı da saygının ifadesidir. Dolayısıyla ona saygısızlık, mesaja karşı da saygısızlık duymaya sebep olur. Onun için ona karşı saygının korunması lâzım. Zaman eskidikçe mesajın nazarlarımızda taze olması, taze olarak hissedilmesi; sürekli o mesaja müracaat etme, delice bağlanma tutkusu işte hep buna bağlıdır.

Peygamberlerin bizim gibi sıradan olmadıklarını herkes kendi kabiliyetlerine göre soluklamalı. Küçük bir ses, küçük bir nefes de olsa dile getirmeli düşüncelerini. Peygamberleri o yüce halleriyle, konumlarıyla kabul etmeli, gönüllerimizdeki tahtlarına oturtmalıdır. Peygamberler öyle bir mazhariyete serfirazdırlar ki, her daim Allah’a yakındırlar. Başkalarının seyr-i sülûk-i ruhanî yolunda çilelerle, acz u fakr, şevk u şükr ile, tefekkür ve şefkatle vasıl oldukları kurbet ufkuna onlar bidayette varırlar, varmışlardır. Bizim terakkimizin sona erdiği, arş-ı kemale ulaştığımız yer, onların yola çıktığı yerdir. İşte bu hakikati, yani bizden farklı olduklarını, hem vicdanlarımıza, hem de başkalarının vicdanlarına kabul ettirme mecburiyetindeyiz. Zira sundukları mesajdan tam istifade etme, onların kadr u kıymetlerini bilmeye bağlıdır.

Özetleyecek olursak, mesajla mesajı getiren zât arasında çok önemli bir münasebet vardır. Peygamberlerin değerleri korunduğu nisbette mesajlardan istifade oranı artar. Bu, meselenin bir yanı. Diğer yandan, Allah, kendi kelâmından, peygamberinin ruhaniyetinden ve öbür âlemde şefaatinden istifadeyi, onlara karşı duyulması gerekli olan saygıya bağlamıştır. Eğer böyleyse -ki benim bunda hiç şüphem yok- bu saygıyı göstermeyen ve koruyamayanlar dünyevî ve uhrevî hayatları adına neler kaybettiklerinin farkındalar mı acaba?

Başka bir tabirle, sizler Kur’ân-ı Kerim’den ve “Efendiler Efendisi”nden teveccühünüz ölçüsünde istifade edebilirsiniz. Yani “Ene inde zanni abdî bî (Kulum beni nasıl zannediyorsa ben ona öyle muamele yaparım)” mantukunca siz Kur’ân’a ne kadar teveccüh ederseniz, o da size kapılarını o kadar açar. Peygamber’e saygınız ne kadarsa, o kadar açar kollarını size. Yürüdüğü yola, vardığı ufka doğru ancak o kadar yaklaşabilirsiniz.

Herkes aklının ve iradesinin hakkını versin. Allah bir akıl vermiş, öyleyse i’mal-i fikirde bulunsun, beyin sancısı yaşasın. Eski sözlere yeni sözler karıştırarak yeni bulamaçlar yapsın, insanlığa yeni şeyler sunsun. Eskileri, eski, renk atmış ve partallaşmış görüyorsa yeni şeyler yapmasını bilsin. Kur’ân-ı Kerim’in yeniliğini, Efendimizin gönüllerde hiç eskimediğini, bizim için daima bir “cânân” olduğunu hem kendisine anlatsın, hem de cihana. Bu mevzudaki mülâhazalarını sürekli yenilesin; yenilesinler ki, hem kendisini kurtarsın, hem de başkalarını.

Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi ve Ulûhiyet Hakikati

Soru: Peygamberlerin gönderilişinin en önemli hikmetlerinden birinin Zât, sıfât ve esmâsı itibarıyla "min haysü hüve hüve" bir ulûhiyet anlayışının ortaya konması ve bu hakikatin ruhlara duyurulması olduğu ifade ediliyor. Bu mücmel hususu açabilir misiniz?

Rabb'imiz hakkında hüsnüzan

Rabb'imizin her şeyi bizim hesabımıza planladığını, hep bizi kurtarmaya matuf, bizi hep bir yere celbetmeye, cezbetmeye matuf olarak yarattığını görmek lazım. Namazı, orucu, haccı, zekatı.. bela ve musibetler karşısında tavır değiştirmeden sağlam bir duruşu.. ahirete gitme isteğine rağmen O'nun emrine inkıyaden biraz daha burada kalmaya tahammül etme zorluğunu.. hepsinin bizim lehimize planladığını görmek ve hatta kendisine mülâkî olma (kavuşma) hususunda bile durumumuzu bu çizgide ayarlamak lazım. Mülakatımızın (buluşma, görüşme) daha derince olması için "Benim burada kalmamı murat buyuruyorsan ben Sana firaka da katlanacağım. Vuslata da 'Bir miktar daha dur.' diyeceğim." deyip dünyanın boğucu atmosferini nimet bilmek lazım. Evet, bütün bunları bizim lehimize olan şeyler görmeli. Bu, Rabbi Rahîm hakkında hüsnü zandır.

"Kulum Beni nasıl zannederse Ben öyleyim." hadisi şerifini dar çerçevede anlamamalı; yani, "Beni affeden bir Rabb'im var, mağfiret eden bir Rabb'im var, iyi yola sevk eden bir Rabb'im var." bunlar hüsnü zandır. Fakat bir de hayatımız adına takdir buyurulan her şeyde, her hesapta biz esas alınmışız. Profil gibi her şey bizim üzerimize işlenmiş ve biz nazara verilmişiz. Sürekli bu yönüyle Rabb'imize bakmak, Rabb'imiz hakkındaki hüsnü zannın ifadesidir. Sizi sürgün eder, bir başkasını zindana atar, bir başkasını başka bir imtihana tâbî kılar; hep hüsnü zan etmek lazım. O gaddar (zulüm ve haksızlık yapan) değildir. Hâşâ Gaddar diye bir ismi yoktur O'nun. Hattar diye bir ismi yoktur.

Kahhâr ismi bazı şeyleri tedmir etmek (mahvetmek, perişan etmek) içindir. Mesela, küfrün ve küfür düşüncesinin hakkından gelme Kahhar isminin tecellisiyle olur. Yoksa, genelde Allah (cc) kullarına Rahman ve Rahîm'dir. Rahman ve Rahîm... Tesbihat yaparken ne diyorsunuz; Ya Cemîlu Ya Allah, Ya Karîbu Ya Allah, Ya Mucîbu Ya Allah.. Bir yerde Ya Kahhâru Ya Allah diyorsunuz; ama hemen arkadan son isim geliyor; gönül kapılarını açan, insanları fetheden Ya Fettâhu Ya Allah...

Bazılarınca seyr u sülûkun son mertebesinde de "Kahhâr" zikrediliyor. Masivayla alakalı duygunun, düşüncenin, dünya bağlarının yok olup gitmesi adına öyle bir duada bulunuluyor. Tabiri diğer ile; kalble Allah arasındaki engellerin, maniaların yakılması, kavrulması, parçalanması adına bu isim zikrediliyor. Bu ismin gölgesinde bir fırtına esiyor; ama o fırtına tohumları taşıyor, yeşermelerine fırsat veriyor.

Evet, her şeyin bizim için yaratıldığını farkedip Rabb'imiz hakkında hüsnü zanlı olma çok önemlidir. O'nu çok sevmek lazım. İnsan O'na delice aşık olsa hayatında en isabetli işi yapmış olur. Müslümanlar hakkında ne "dallîn" (Fatiha, 1/7) denilmiş ne de "magdûbîn"; (Fatiha, 1/7) onlar, "sıratallezîne en'amte aleyhim" (Fatiha, 1/7) ehli olarak vasıflandırılmış. Bunu hem dua ve talep olarak söylememiz istenmiş, hem de bir hedef gösterilmiş; "Aman, sakın hidayet yolundan sapmayın. Semtine uğranılmaması lazım gelen şeylerin semtine yaklaşmayın. "İhdinassıratal mustakîm sıratallezine enamte aleyhim" (Fatiha, 1/67) fırsatını da kaçırmayın."

Bismillâhirrahmânirrahîm ile başlıyor bizim kitabımız. Bazı dinlerde çok sert, kıran geçiren, öfkeli bir tanrı imajı çiziliyor. Hadiseler sadece dış görünüşleriyle değerlendirildiğinden ya da olaylara yalnızca bir açıdan bakıldığından dolayı yanlış yorumlamalar oluyor. Meselenin tek bir yönüyle Allah'ın icraatını değerlendiremezsiniz ki. Onlar neden öyle olmuş, orada adaleti ilâhî nasıl tecelli ediyor, muradı ilâhî nedir onu anlamaya çalışmak, hepsini birden değerlendirmek lazım.

Rahat Düşkünlüğü ve Çalışmadaki Lezzet

Soru: Bediüzzaman hazretleri hizmet insanı için en büyük tehlikelerden birinin de "meylürrahat" olduğunu belirtiyor; onu, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olarak vasıflandırıyor. Rahata düşkünlüğün umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olması ne demektir? Bu tehlikeye karşı alınabilecek tedbirler nelerdir?

Bediüzzaman hazretleri yeis, acelecilik ve bencillik gibi değişik tehlikelere temas ettiği yerde bir de "meylürrahat"a değinmektedir. Soruda da ifade edildiği gibi, "Sonra, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat gelir. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar." diyerek, bu felakete dikkat çekmektedir.

"Meylürrahat", meyil ve rahat kelimelerinden meydana gelen bir tabirdir; bazen, tembellik ve tenperverlik kelimelerinin yerinde de kullanılan bu ifade, çalışmayı sevmeme, iş görmeyi istememe, sıkıntıya katlanmaya hiç yanaşmama ve hep rahat etme, dinlenme, eğlenme peşinde olma manalarına gelmektedir. Hazreti Üstad, Risalelerin pek çok yerinde farklı yanlarıyla hep bu mesele üzerinde durmuş; tasrîf yaparak konuyu değişik vesilelerle farklı zaviyelerden defalarca ele alıp açıklamış, onu şeytanın desiselerinden biri olarak saymış ve ondan kurtulma yollarını göstermiştir.

Rahat Zahmettedir

Rahata düşkünlük de diyebileceğimiz "meylürrahat", aynı zamanda, dünyanın cazibedar ve zahirî güzellikleri karşısında hevesin uyanması ve insanda çalışmaya karşı bir gafletin hasıl olması demektir. Bu hastalığa yakalanan bir insan, artık cismânî varlığı hesabına hareket etmeye, ömrünü bedenine bağlı olarak sürdürmeye başlar; hayata sadece yeme içme, gezip tozma, eğlenip dinlenme, yatıp uyuma, böylece gününü gün etme, sürekli zevk alma ve hayatın keyfini çıkarma mülahazasıyla yaklaşır. Aslında bu düşüncedeki bir insan, zamanla öyle bir hayattan da bıkar; bir süre sonra, yapıp ettiği hiçbir şeyin tadı, tuzu kalmaz. Başlangıçta severek yaptığı ve peşinden koştuğu işler bile artık ona zevk vermez ve o ardı arkası kesilmeyen şikayetlerin, öldüren sıkıntılı hallerin ağına düşer; sürekli ondan bundan şikayet eder ve devamlı buhranlar içinde yaşar. Şikayetler ve bunalımlar kısır döngüsünde kıvranır durur; zira, Risalelerde tafsilâtıyla ifade edildiği gibi, şerlerin ve günahların aslı ve mayası ademdir, yani yokluktur. Adem ise bizâtihî şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükûnet ve durgunluk gibi hâletler, ademe, hiçliğe yakın oldukları için ademdeki karanlığı hissettirip sıkıntı verirler.

Evet, kendilerini sadece zevk ve eğlenceye veren, çalışmaya yanaşmayan ve yararlı işler ortaya koyamayan kimseler, derin bir karamsarlığa ve felç eden bir bedbinliğe yakalanırlar. Hem iş yapamamanın karamsarlığı, hem bir işe yaramıyor olma mülahazasının karamsarlığı, hem de arkadaşlarından ayrı düşmenin, herkesin ardında kalmanın, çıtayı aşağı düşürüp işi aşağıdan götürmenin karamsarlığı ile iç içe sıkıntılara ve bunalımlara girerler. Her bunalım içlerindeki çalışma gücünü biraz daha kırar ve onları bütün bütün bedbinliğe sürükler. Onca zevk u sefaya rağmen rûhen bomboş bir hâle ve kalben de bir tatminsizlik içine gömülürler; bir hayalet gibi kendilerini kovalayan streslerden ve anguazlardan bir türlü kurtulamazlar; kurtulmak bir yana, ruh boşluğundan sıyrılalım derken aldatan bir oyundan öldüren başka bir eğlenceye, cismânî bir çukurdan nefsânî başka bir gayyaya yuvarlanır dururlar. Ömürleri sürekli böyle bir fasit daire içinde geçip gider de bir türlü bunu fark edemez ve o kötü gidişin önüne geçemezler.

Cenâb-ı Hak, bütün mevcudâtın bağrına hareket etme ve çalışma meyli koymuştur; "sünnetullah" dediğimiz bu sırdan dolayıdır ki, topyekün canlılar hareket halinde olduğu gibi, bir bakıma cansız eşya bile, şevkle ve lezzetle kendi vazifelerini yapmaktadır. İşte, Yüce Yaratıcı'nın bu ilahî adetini görmezlikten gelerek işsiz, tembel ve rahat döşeğine bağlı yaşayanlar, çoğunlukla çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü, onlar bir taraftan ademe yakınlığı itibarıyla işsizliğin ve tembelliğin hasıl ettiği bunalımlara düşerken, diğer taraftan da çalışarak elde edemediklerine, başka yollarla ve genellikle gayr-ı meşru vasıtalarla ulaşmaya çalışırlar. Rahat yaşama ve hayattan kâm alma düşüncesinde olan kimseler meşru dairede çalışıp helal dairesinde geçimlerini sağlayamayınca bin bir türlü gayr-ı meşruluğa bulaşır ve belki helal kazanan insanlardan kat kat fazla zahmet ve meşakkati rahatlık aradıkları o çirkin yollarda çekerler. Bu açıdan da, darbımesel haline gelmiş şu cümle çok doğrudur: "Rahat zahmette, zahmet rahattadır."

Gerçi, bizim ülkemizde hırsızlık, kapkaççılık ve soygunculuk gibi şeytanî işler, ahlakın tefessüh etmesini ve toplum yapısındaki dejenerasyonu da kullanan bazı güçler tarafından organize ediliyor. O türlü cürümlerin neredeyse yüzde sekseni bir kısım şer şebekeleri tarafından planlanıp sahneye sürülüyor. Ülke ve millet düşmanı bazı güç odakları, insanları güvende olmadıklarına inandırmak, toplumu kaosa sürüklemek, böylece mevcut iktidarı zor duruma düşürmek ve ülkede istikrar kalmadığını iddia ederek anti-demokratik bir kısım müdahalelere zemin hazırlamak gibi değişik mülahazalarla bu adi suçları bile büyük planlarının bir parçası olarak profesyonelce yapıyorlar. Bazıları da, onlara bakarak ve nasıl olsa onlara fatura edileceğini düşünerek mafyalaşıyor; kimi masumların kollarını kırıyor, kimilerini elsiz ayaksız bırakıyor ve kendi hesaplarına dilenmeye ya da hırsızlık yapmaya mecbur ediyorlar. İşte, bazı ülkelerdeki belli bir plana matuf bu türlü gayr-ı meşru faaliyetleri hususi mahiyette değerlendirmek gerekse de, umumi manada bu suçları işleyenlerin de olmadık zahmetlere katlandıkları görülüyor.

Kolay bir şekilde para kazanma ve kısa yoldan zengin olup rahata kavuşma peşinde koşan bu mücrimler de çok büyük meşakkatlere giriyorlar. Mesela, bankaların paralarını -kendi ifadeleriyle- hortumlayan ve milletin servetini başka kanallara akıtanlar, çok ciddi bir fikir cehd ü gayreti sergiliyorlar; öyle ki, aldatma, kandırma, dolandırma hesabına zonklayan şakaklarını meşru dairede ağrıtacak kadar helal yolda çalışsalar, belki yine çok kazanacak, herkesten rahat yaşayacak, saygı duyulan insanlar olacak ve kendileri de vicdan huzuru içinde bulunacaklar. Günah arkasında koşturup kendilerini tehlikeye attıkları kadar, meşrû dairede de koştursalar, zannediyorum, başkalarının elde edemeyeceği imkanlara ulaşacaklar. Bu itibarla, hırsızların ve soyguncuların işleri de çok rahat değil; onların yaptıklarında da bir sa'y ve gayret var; fakat, onlarınki yanlış yolda bir sa'y ü gayret. Aslında, Hazreti Üstad'ın ortaya koyduğu, "Helal dairesi keyfe kafidir; harama girmeye ihtiyaç yoktur" disiplini her alanda geçerlidir. Yeme, içme, dinlenme gibi ihtiyaçların, sair beşerî arzuların ve cismânî iştihaların hepsi Allah'ın meşru kıldığı dairede tatmin edilebilir, kat'iyen harama girmeye gerek yoktur. Haram şeytanın işidir; o insandaki iştihayı kabartır, meşrunun dışında başka şeylere karşı insanın içinde arzu uyarır. Arzularının esiri olan insanlar da maddî gözleri gördüğü halde kör gibi yaşarlar; kulakları vardır ama hakikatleri duyamazlar; akıllı gibi görünseler de eşya ve hadiseleri değerlendiremezler. Dolayısıyla da insanlık onur ve haysiyetiyle asla bağdaşmayacak işler yaparlar.

Bütün Rezilliklerin Yuvası

Bu açıdan, meylürrahat, aynı zamanda umum rezaletin yuvasıdır; bütün utanç verici haller, maskaralıklar ve rezillikler onun gölgesinde boy atıp gelişirler. Hayırlı faaliyetlerin içinde yer almayan kimseler şeytanın ağına yakalanırlar. Şeytan onları mutlaka bazı şeylerle meşgul eder, nefsanî ve cismanî bir kısım işlere yönlendirir. Mesela, biraz gezip stres atayım, bir yerde az eğleneyim, İnternet siteleri arasında dolaşayım, şöyle bir film seyredeyim... mülahazalarıyla lâubâli ve mâlâyâni şeylere girmelerini fısıldar. Bu fısıltıları takip ederek günah deryasına yelken açan insanlar hem en değerli zamanlarını boş yere tüketirler hem de bazen bir lokma, bir bakma ya da bir tutma ile olmadık günahlara, rezilliklere ve maskaralıklara girerler.

Kendilerini tembelliğe, tenperverliğe ve lâubâliliğe salmış insanların dünyada başardıkları hiçbir şey yoktur. Nitekim, beşinci asırdan bu yana rahat yaşama sevdasına tutulan ve zevk ü sefaya düşen bizim zavallı ve bahtsız dünyamız ilmî müesseselerini, araştırma aşkını ve yeni keşiflere ulaşma cehdini başkalarına kaptırmıştır; dolayısıyla da ezilmeye, yenilmeye ve mahkum yaşamaya dûçâr olmuştur. Geçmişin oldukça cahil ve her zaman gözümüzün içine bakan toplumları ilmî seviyeleri, araştırma ciddiyetleri, maddî terakkîleri ve teknolojik üstünlükleriyle bizim üzerimizde hakimiyet kurmuşlardır ve bizi dilenci haline getirmişlerdir. Getirmişlerdir; zira belgesellerde hayranlıkla seyrettiğimiz kâşiflerin her birerleri belki senede ancak bir-iki defa evlerine gitme imkanı bulabilmişlerdir. Bazıları ömürlerinin yirmi senesini kobraların hayatını araştırmaya adamış, bir ormanda yatıp kalkmış ve bugün çoklarının din adına bile katlanmayacakları mahrumiyetlere katlanmışlardır. Dolayısıyla, tembelliğin ve rahata düşkünlüğün, her türlü zillet ve mahrumiyetin en başta gelen sebeplerinden olduğuna en güzel şahit bizim hâl-i hazırdaki durumumuzdur. Zaten, kendini rahat ve rehavetin kucağına salıveren ölü ruhların, kalkıp laboratuvarlarda uzun süreli çalışmaları, kendilerini o işe vermeleri ve her şeyi didik didik etmeleri düşünülemez. Bu rahat ve rehavete düşkünlüğe bir de aşırı hâneperestlik de eklenince, artık mücahede hattının terk edilmesi ve ferdin ruhta bir felç yaşaması mukadderdir. Bu itibarla, şayet dünyanın en tembel ve araştırma aşkından mahrum insanları bizim dünyamızdaysa, işte bu bizim için bir zillet ve bir ayıptır.

Evet, fert planında rahata meyletme, toplum planında da böyle kötü bir tablo meydana getirir; neticede hem fertler hem de o fertlerin oluşturduğu toplum esaret ve zillete mahkum olur. Haddizatında, toplumları mahveden sebeplerin başında, fertlerin kendi rahatlarının ve keyiflerinin peşine düşmeleri, başkalarının sırtından geçinmeyi istemeleri ve kendileri tok olduktan sonra diğer insanların halini hiç düşünmemeleri gelmektedir. Ömrünü istirahatta geçiren, başkasının sırtından geçinen, bedavadan yiyen–içen ve tufeylîliği hayat felsefesi haline getiren böyle kimseler hem bu dünyada kronik sarhoş olarak yaşarlar, hem de ötede şeytan tarafından çarpılmış gibi kalkarlar. Merhum Hamdi Yazır, "Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin uykudan kalkışı gibi kalkarlar." (Bakara, 2/275) mealindeki ayet-i kerime münasebetiyle onların halini çok güzel resmeder: "Bunlar ribâ ile, emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının ürününü adeta gasb edip onunla geçindiklerinden sürekli tembellik içinde yatarlar; kalkma vaktinde de rahat ve hızlı bir şekilde uyanamaz ve hemen doğrulamazlar; pek çoğu şeytan çarpmış gibi saatlerce ağzını, yüzünü buruşturarak yataklarında sağa sola dönüp durur ve sendeleye sendeleye kalkarlar. Fakat asıl mesele bu değil, bunlar karınlarını riba ile doldurduklarından dolayı bir hadîsi Nebevîde de beyan olunduğu üzere kabirlerinden kalkarken umumiyetle saralı veya mecnun halinde kalkacaklar ve bu hal onların alâmeti farikaları olacaktır."

Felâkete Sebep Olan Şımarıklar

Kur'an-ı Kerim, ‎ yemesinde-içmesinde, yatmasında-kalkmasında aşırı aristokrat davranan, şan-şöhret, makam-mansıp, konfor ve iktidardan alabildiğine yararlanan ve sahip olduğu imkanlar sebebiyle zamanla doğru yoldan saparak hayasızlığa dalan kimseleri "mütrefîn" kelimesiyle anmış ve onları helâke götüren hususları nazara vermiştir. Gazab-ı ilahî ile helâk edilen beldelerde mütrefînin hakim olduğuna ve dolayısıyla yemeyi-içmeyi, rahatı ve eğlenceyi gâye-i hayal ‎ hâline getirmiş bu insanların ilâhî tehdide sebep teşkil ettiğine dikkat çekmiştir. Nitekim, bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Ve izâ eradnâ ennühlike karyeten" Herhangi bir beldeyi imha etmek istediğimizde; "emernâ mütrafîhâ" Oranın lüks içinde yaşayan şımarıklarına, kendini zevke, sefaya ve keyfe salmış aristokrat sınıfına iyilikleri emrederiz; "fe fesekû fîhâ" Buna rağmen onlar dinlemez, fısk u fücura devam ederler, kulluk adına takdir edilen çerçevenin dışına çıkarlar, kendileri için mukadder olan fıtratın sınırlarını aşarlar; "fe hakka aleyhe'l-kavlu" Bu sebeple, o belde hakkında ceza hükmü kesinleşir, onlar Allah'ın vereceği o hükme müstehak olurlar; "fe demmernâhâ tedmîrâ" Biz de orayı yerle bir ederiz, oranın altını üstüne getiririz. (İsrâ, 17/16)

Her devirde ve her toplum içinde az da olsa yer alan mütrefîn güruhu, akıl, mantık, muhâkeme ve dinî kurallar yerine cismânî arzuları istikametinde hareket ederler; hayatlarını nefsanîliğe bağlı sürdürür ve davranışlarını hayvanî içgüdülerine göre belirlerler. Bu densizler, ne edep hissinden haberdardırlar ne de hesap endişesinden; insanî değerlere saygı nedir bilmez, yerinde en rezilâne davranışların bile müdafaasını yaparlar; fazilet-rezalet ayrımını, hayır-şer farklılığını bir telâkki ürünü gibi görüp gösterir ve ahlâkî hiçbir endişe taşımazlar. Öyle bir gaflet içindedirler ki, halleri Nuh kavmini, Semud rezillerini, Sodom ve Godom sefillerini hatırlatır. Bunlar, cismânî ve nefsânî arzular arkasından koşarken hayattan kâm alma ve kadın-erkek birbirinden yararlanmadan başka bir şey düşünmezler. Her şeyi ve herkesi sadece hayvanî iştihaları hesabına kullanır; yalnızca yaşama tutkusu ve rahat etme arzusu ile nefes alıp verirler.

Hatta, kendilerini o derece yiyip içmeye, zevk ü sefaya ve eğlenceye kaptırırlar ki, adeta şehevânî hislerini ve cismânî arzularını tatmin etmek için yaşarlar. Mesela Eski Roma'nın aristokratları en leziz içecekleri içer, en nefis yiyecekleri yer, tıka-basa doyarlardı; fakat, hedefleri doymak değil de lezzet almak olduğu için, safrayı ve mideyi boşaltmayı kolaylaştıran bir şurub içer; az rahatlar ve tekrar yiyip içmeye durur, bir kere daha –Üstad'ın ifadesiyle- kapıcıya bahşiş verir, dil ve damak zevkini tatmine çalışırlardı. Evet, Eski Roma'nın mütrefîni, ataları ve torunları gibi, adeta yemek, içmek, eğlenmek ve dinlenmek için yaşar; ölümü ve ölüm sonrasını hiç düşünmek istemez ve zevk ü sefa ile unutmaya çalışırlardı.

Aynı hayat çizgisini şöyle-böyle varoluşçuluk felsefesi içinde de görmek mümkündür. Onun bazı temsilcileri en kritik anlarda bile zevklerini tatmin etmeyi düşünebilmişlerdir. Mesela, Fransa adeta bomba yağmuru altındayken, Almanlar kat'iyen aşılamaz sanılan lejyonları bir gecede aşıp Fransızların cesedleri üzerinde yürürken, bu felsefenin tabilerinden, "Bu adamlar bizi iflah etmeyecek, nasıl olsa öleceğiz; bari bu gece keyif adına ne varsa hepsini yapalım, bir güzel eğlenelim!" mülahazalarıyla dolanlar olmuştur. Ne tuhaf bir düşüncedir!. Gece boyunca eğlenecek olsalar bile cenaze evinde düğün alayı oluşturmanın alemi nedir? İstedikleri kadar yeseler, istedikleri kadar içseler, gönüllerince eğlenip levsiyâta balıklamasına gömülseler de, ne yararı var onlara?.. Hele tadıp, duyup, zevk ettikleri bir geceden sonra o zevk ufkundan yok olma gibi bir acının bağrına düşmeleri acılarını, ızdıraplarını ve eseflerini katlamaz mı? Evet, kat'iyen mantıkî değildir yaptıkları. Fakat o telkin edilmiştir ve buna bazıları "varoluş" demişlerdir. Güya, bu şekilde kendilerini ifade etmiş, herhangi bir kimsenin takyid ettiği bir kayıtla mukayyet olmadıklarını göstermiş, gönüllerince yaşayabileceklerini isbat etmişlerdir. Tabiî, bütün mütrefîn gibi onların akibeti de hüsran olmuştur.

Ötede Meşakkat Çekmemek İçin

Rahata düşkünlüğün sebep olduğu en büyük sefalet ve rezalet ise, tembelliğin, insana bu dünyada acı ve ızdırap çektirdikten sonra onu bir de ahirette azaba dûçar etmesidir. Burada "Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Rasûlullah" hakikatine sığınmayan ve ruhlar aleminden mahşer meydanına, oradan da daha ötesine kadar uzanan yolculuk için azık edinmeyen tembel kimseler zâhiren bazı yüklerden kurtulmuş olacaklar ama her durakta önlerine çıkan tehlikeler karşısında tir tir titreyecek ve sürekli bin bir türlü ihtiyaç içinde kıvranıp duracaklardır. Tembellik ve tenperverlikten dolayı burada namaz, oruç, zekat gibi ibadetlerden kaçanlar, görünüşte onların yükünden kurtulmuş olacaklar; fakat, daha sonra her köşe başında kendilerini bekleyen şeytanî tuzaklara hazırlıksız yakalanacak ve dünyada razı olmadıkları azıcık meşakkate karşılık her durakta çok büyük zahmetler çekeceklerdir. Allah'a iman eden ve kulluk görevini yerine getiren kimseler ise, dünyadaki az bir meşakkate bedel, hem burada Cenâb-ı Hakk'a tevekkül ederek rahat bir ömür sürecek, hem de hayatta iken biriktirdikleri namaz, oruç, hac gibi sermayeleriyle ötede de yol boyu önlerine çıkabilecek tehlikelere ve ihtiyaçlara karşı azık hazırlamış olacaklardır.

İşte, bunlardan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zararlı ve istenmeyen şeylerden Allah'a sığınırken tembelliği de zikretmiş "Rabbim, tembellikten Sana sığınırım." demiştir. Dahası, huzuruna gelip müslümanlığını ilan edenlerden Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet edeceklerine dair söz alırken, bazılarından tembellikte bulunmayacakları hususunda da biat etmelerini istemiştir.

Sa'y ü Gayret

Bediüzzaman Hazretleri, "meylürrahat"ın nasıl bir tehlike olduğunu belirttikten sonra, ona karşı alınması lazım gelen tedbiri de nazara vermiş; "Siz de, "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır." (mealindeki) mücâhid-i âlicenabı o cellâd-ı sehhâra gönderiniz." buyurmuştur.

Evet, insanın tabiatında yeme, içme ve dinlenme ihtiyacı var olduğu, cismanî istekler ve nefsanî arzular bulunduğu gibi rahat etme isteği de mevcuttur. Rahata düşkünlük de insan tabiatının bir yanını teşkil etmektedir. Fakat, Cenâb-ı Allah insana bir de irade gücü bahşetmiştir. Şayet o, iradesinin hakkını verirse, meşru dairede bütün isteklerine nâil olabileceği ve ihtiyaçlarını giderebileceği gibi, rahat etme duygusunu da dengeleyebilir. Öyleyse, meylürrahat türlü türlü ayak oyunları yapan bir sihirbaz gibi onun ayaklarını kaydıracağı, çalışma aşk u heyecanını kıracağı ve himmet ü gayretini bağlayıp onu sefalete sürükleyeceği zaman, insan hemen iradesiyle kıyam etmeli, bir hamlede ayağa kalkıp üzerindeki tembellik tozunu silkelemeli ve çalışmaya koyulmalıdır. Eğer, kendi iradesi bu şekilde ayağa kalkmasına yeterli olmuyorsa, "Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışmasının semeresi ise ileride mutlaka görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir." (Necm, 53/39-41) mealindeki ayet-i kerimeye tutunmalı ve bu müjdeyle iradesini takviye etmelidir.

Beyan-ı ilâhideki, "İnsan sa'yinin karşılığını mutlaka görür." sözünü sadece öbür âleme ait bir mükafât müjdesi, bir ahiret semeresi ve Cennet meyvesi şeklinde anlamamak lazımdır. Cenâb-ı Allah, çalışan insanı daha dünyadayken de ödüllendirir; bazen bir inşirah ve rahatlama, bazen de yeni hizmetlere karşı arzu ve iştiyak şeklinde mükafât verir. Her çalışma ve gayret aynı zamanda ruhânî bir zevk ve yüksek bir moral olarak geri döner. Nitekim, Bediüzzaman Hazretleri, "Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur." der. Evet, sen sa'y ettikçe Allah senin moralini yükseltir, kıvamına kıvam katar, metafizik gerilimini güçlendirir. Seni daha güzel işlere muvaffak eder.

Vakıa, insan hayr ü hasenâtının listesini tutmamalı, yaptığı işlerle övünmemeli, başarılarından dolayı fahirlenmemelidir. Bununla beraber, her başarı mü'mim için iki hayrı daha beraberinde getirebilir. Bir yandan, insan, aczine, fakrına ve kusurlarına rağmen salih kullar arasında bulunuyor ve iman hizmetinin bir ucundan tutmaya çalışıyor olma duygusuyla, kendisini o daireye dahil eden Cenâb-ı Allah'a karşı hamd ü senâ hisleriyle dolar. Diğer taraftan da, her başarının sonunda insan için farklı bir mücadele zemini de oluşur. Muvahhid mü'min, yapılan işleri ve başarıları sahibine verme hususunda çok hassas davranır; nefsine pay çıkarmamaya azami özen gösterir. "Hayır! Şu perişan halimle ben bu başarıların binde birini bile elde edemezdim. Şu, şu, şu esaslardan dolayı bunları lutfeden Allah'tır. Başarılar O'ndan, hata ve kusurlar nefsimdendir." der ve bir de o mücadelenin sevabını kazanır. Kâr içinde kâra muvaffak olur; hem sa'yin sevabını alır, hem hamd ü senânın mükafatını görür ve hem de başarıları asıl sahibine verip Allah'a bağlılığını ifade ederek hasenâtını katlar. Böylece aynı zamanda bir salih daire oluşturmuş olur; hayır, başka bir hayrı tevlid eder; o diğer bir iyiliğe vesile olur; o da başka bir haseneyi doğurur. Böylece, rahat düşüncesine bir anlık karşı koyma ve iradenin hakkını verme neticesinde Allah Teâlâ insana çok şey kazandırır.

Şeytanın Düğümlerini Çözün!..

Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) buyurur ki, "Bir insan (gece) uyuyunca şeytan onun boyun köküne üç düğüm atar. Her düğümle beraber, "Önünde uzun bir gece var, rahat uyu!" der. O kimse gece uyanıp abdest alırsa, bir düğüm çözülür. (Kur'ân okuyarak, tesbîh ve tehlîl ederek) Allah'ı anarsa, bir düğüm daha çözülür. Bir de namaz kılarsa, şeytanın düğümlerinin hepsi çözülür. Böylece insan, canlı ve hoş bir hâlet-i ruhiye ile sabaha erer. Aksi halde içi kararmış ve uyuşuk bir halde sabahlar."

Evet, bir taraftan nefis diğer yandan da şeytan sürekli insanın kulağına fısıldar dururlar; "Rahat et, hele azıcık daha yat, keyfine bak, biraz daha dinlen!" derler. İnsan, bu nefsî ve şeytanî çağrılara uyup biraz daha uyusa ve dinlenme vaktini uzatıp dursa da, o fısıltıların ardı arkası kesilmez. Tembellik, biraz daha rahat etme duygusunu tetikler ve bütün bütün uyuşukluğa sebep olur. Dolayısıyla, ilk şeytanî fısıltı anında iradenin hakkını verip doğrulmak, kalkıp yataktan uzaklaşmak bir tepeyi aşmak gibidir; o tepeyi aşan insan işin gerisini de yavaş yavaş getirir.

Bazen üzerinize aldığınız bir sorumluluk, altından kalkılmaz gibi olur da çok zorlanırsınız; o işe başlamada biraz çekimser davranır, az sıkılır ve hatta bunalımlar yaşarsınız. Bir vaaz, bir konferans ya da bir yazı vakti gelip kapıya dayanınca dünyanın yükü omzunuza binmiş gibi olur, mesuliyetin altında ezilirsiniz. Fakat, o meselenin bir köşesinden başlar, projesini yapar, ana noktalarını belirlerseniz, işin temel atkılarını örgülemiş sayılırsınız. Sonra onu güne veya saatlere taksim edersiniz; on saatlik bir işin bir saatliğini bile yaptığınız zaman, içinizde bir rahatlama hissedersiniz, o kadarcık bir sa'y içinize bir miktar inşirah salar. On fasılda bir faslı halletmiş olma düşüncesi, on faslı da halledebilecek duygu ve düşünceyi tutuşturur içinizde. Ondan sonra iğnenizle, tığınızla veya cağınızla yavaş yavaş işlemesi kalır geriye. Bir zaman sonra da karşınıza büyük bir nakış çıkıverir. Hepsini hallettiğiniz zaman ise, öyle bir rahatlarsınız ki, zaferyâb olmuş bir komutan, işini başarıyla noktalamış bir iş adamı ya da irşad ettiği insanların hepsi üzerinde şöyle–böyle müessir olmuş bir mürşid gibi inşirah yaşarsınız. Bu açıdan da, meylürrahat hücum ettiği zaman hemen pes dememek, ona karşı mücadele etmek ve iradenin hakkını vermek zor olsa da, netice itibarıyla onu aşmak insana öyle bir zevk verir ki, rahatta ya da istirahatta o zevki yakalamak mümkün değildir.

İnsanın Rahatı Çalışmadadır

Haddizatında, mü'min her zaman hareket halinde olmalıdır. O, çalışırken de dinlenirken de hareketi hayatına esas yapmalıdır. Mesâisini çok iyi tanzim etmeli ve hayatında boşluğa hiç yer bırakmamalıdır. Gerçi, beşerî bir ihtiyaç olarak tabii ki o da dinlenecektir; ama zarurî uyku haricinde onun dinlenmesi de yine aktif dinlenme şeklinde gerçekleşmeli ve onun istirahati bir işten bir başka işe intikal şeklinde olmalıdır. Mesela, kitap mütalaa ederken zihni yorulursa, kendini evrâd ü ezkâra vermeli; vakti gelince namazla nefeslenmeli, bir kere de kıyam, kıraat, rüku ve secde lisanıyla Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmeli; sonra sâir işleriyle meşgul olmalı, onları yaparken bedenî yorgunluğa düşerse, o yorgunluğu atmak için hemen kapının önünde hazır bekleyen ikinci bir namaza kalkmalı.. ve böylece, "çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma" metoduyla dinamik bir hayat tarzı ortaya koymalıdır.

Üstad Hazretleri bu mevzuyu noktalarken, "Evet, size meşakkatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir." der. Üstad'ın bu sözündeki cidal, Kur'an-ı Kerim'in "mirâ" olarak ele aldığı başkasının sözüne itiraz edip onunla mücâdeleye tutuşmak ve galip gelmek için gerekirse içindekinin aksini söylemek demek olan cidalden çok farklıdır. İnsanın başkalarıyla uğraşması, söz kavgası yapması ve galip görünmek için çekişip durması manasına gelen cidal, İslam ahlakında çirkin bir huy olarak kabul edilmiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, "Bir kavim, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise bu mutlaka cedel sebebiyle olmuştur." buyurarak, bir ümmetin içinde mirâ zuhur ederse, o ümmetin vahyin bereketinden mahrum kalacağını belirtmiştir. Dolayısıyla, fıtrat itibarıyla heyecanlı ve coşkulu bir yapıya sahip olan insan için önemli bir huzur bulma ve rahat etme vesilesi olan cidal, çalışıp çabalama, gayret sarfetme ve bir maksadın hasıl olması için elden geleni yapma manasına gelen sa'y ü gayrettir.

Evet, bir ferdin kalbinde öldükten sonra dirilme inancı varsa, o, bu inanç çizgisinde ameller ortaya koyacak; Rabbi uğrunda, dünyada gösterdiği bütün cehd ve gayreti değişik değişik cennet nimetleri halinde ötede mutlaka bulacağını düşünerek sürekli salih ameller işleyecektir. O her an başka hayırlı bir işin peşinde olacak ve ahiret azığı tedarik edebilmek için dur durak bilmeden çalışacaktır.

Böyle bir çalışma, zâhiren dünya için de olabilir; o işe asıl değer kazandıracak olan husus niyettir. Şayet insan, "Cenâb-ı Allah bana versin, ben de onu değişik şekillerde Rabbime iade edeyim. Rabbim sağanak sağanak başımdan yağdırsın, ben onları baraj gibi bir merkezde biriktireyim; sonra da kanallarla kuvve-i inbatiyesi olan arazinin bağrına salayım." düşüncesindeyse, onun dünyalık gibi görünen işleri bile Bâkî'ye müteveccihtir ve beka televvünlüdür. Mesela, günümüzde, eğitim ve diyalog faaliyetleri adına dünyanın beşyüz yerinde ocak tüttürülüyorsa bu sayıyı bine çıkarma niyetiyle çalışıp didinen insanların gayretleri sadece dünyalık olarak kabul edilemez. Beşyüz yere daha birer meşale ulaştırıp oraları da aydınlatma meselesi imkana vâbeste bir iştir. Bu iş için, bir taraftan o meşaleleri tutuşturup uzak diyarlara götürebilecek insanlar yetiştirmek gerekirken, beri taraftan da o insanları istihdam edebilecek çalışma alanları hazırlamak icap etmektedir. İşte, bu gayeye matuf olarak hem istihdam alanları oluşturma hem de o alanları dolduracak rehberleri yetiştirme niyetiyle oturup kalkan bir insan dünya işleriyle meşgul olsa bile, niyeti hâlis kaldığı müddetçe hep ahiret hesabına çalışıyor demektir. O Allah'tan alıp yine Allah'a veren bir dağıtım memuru gibidir.

Alvar İmamı, "Allah'dan al, Allah'a ver" derdi. Şayet ahiretin varlığına inanıyorsan ve kendini burada bir misafir, bir emanetçi kabul ediyorsan, Allah Teâlâ sana bir nimet verir, sen de onu farklılaştırır, yine Allah'a iade edersin. Cenâb-ı Hak sana varlık verir, vücud verir, insanlık verir, sıhhat verir.. sen de bunları engin bir kulluk şuuruyla karşılar, Allah'a karşı vefâ, sadâkât ve ibadet olarak değerlendirir ve O'na iade edersin. Allah sana malî imkanlar verir, çalışma gücü verir, canlılık verir, aşk u iştiyak verir.. sen de bunları O'nun yolunda değerlendirir ve Allah'ın adını î'lâ şeklinde O'na iade edersin.. ve böylece bir emanetçi gibi davranırsın. O'ndan alırsın; fakat bir emanetçi şuuruyla alırsın. Emanette emin bir insan olarak senin uhdene verilen her şeyi tam değerlendirir, hatta geliştirip nemalandırır ve sahibine iade edersin. "Ben bu mevzuuda sadece bir hizmetçiyim. Esas mal sahibi Sen'sin, benim sahibim de Sen'sin, mâlikim de Sen'sin, melikim de Sen'sin; ben hem Sen'in milkinim, hem de mülkünüm." dersin. İşte, bu niyetle ortaya koyacağın bir sa'y ü gayret hangi alanda olursa olsun makbul bir çalışma ve mukaddes bir hareketliliktir.

Sözün özü; -Bediüzzaman hazretlerinin ifadeleriyle- bu kainatta zerreden seyyarata, atomdan galaksilere kadar her şey, her an hareket halinde ve alabildiğine bir faaliyet içerisindedir; bütün varlıklar var güçleriyle harıl harıl çalışmakta ve kendileri için takdir edilen tekvinî emirleri yerine getirmek için şevkle ve lezzetle vazifelerini yapmaktadırlar. İnsanın, "sünnetullah" olarak varlığın bağrına konulan bu hareket kanununu görmezlikten gelmesi ve ona muhalif davranması düşünülemez. Çünkü, sürekli istirahat, monotonluk ve yeknesaklık, keyfiyet itibarıyla adem ve yokluğu çağrıştırır. Hatta en büyük bir lezzet yeknesaklık içinde hiçe iner. Bundan dolayıdır ki, tembel ve işsiz adam, en bedbaht, en muzdarip ve en sıkıntılı insandır. Zira, atalet ademin biraderzadesi, yani yokluğun yeğenidir. Dahası, atalet sıkıntıyı, sıkıntı sefaheti, sefahet de fakirliği ve bedbahtlığı doğurur. Hareket ve tahavvül ise, vücuttur ve vücudu ihsas eder. Vücut ise hâlis hayırdır, nurdur. Bu itibarla da, çalışan insan huzur bulur, şikayet hissiyle değil şükür duygusuyla dolu olur.

Rahmetin Müjdecisi

Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin hem beşîr hem de nezîr oldukları belirtilmektedir. Beşîr ve nezîr tabirlerinden maksat nedir? Günümüzde, irşat ve tebliğ yolunda nezîr olmanın gereği yerine getirilirken nasıl bir üslup takip edilmelidir?

Rakipsiz Yarış

Soru: Kur’an’ın has talebelerinin, hem gıpta etmekten hem de insanları gıptaya sevk etmekten uzak kalmaları gerektiği vurgulanıyor. Bu zaviyeden, hayır yarışında önde koşanların, diğer insanların iyilik duygularını coşturmak için zekât ve sadakalarını açıktan vermelerini ve onların cömertlikleri karşısında imrenmekten kendilerini alamayanların halini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gıpta; bir insanın, başkasının mazhar olduğu nimetlerin yok olmasını temenni etmeden aynı nimetlerin kendisinde de olmasını istemesi; diğer insanların güzel sıfatlarına ve mazhariyetlerine imrenmesi demektir. Haset ise, bir kimsenin, başkalarının mazhariyetlerini çekemeyip, onlara nasip olan nimet ve faziletler karşısında hazımsızlık göstermesi, diğer insanlardaki nimetlerin ve iyi hallerin yok olmasını ve hepsinin kendine verilmesini arzu etmesi demektir. Dolayısıyla, hasette çekememezlik, hazımsızlık ve kıskançlık vardır; gıptada ise, sadece bir imrenme söz konusudur. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehaya), "Mü’min gıpta eder, münafıksa hasede girer" buyurarak, mü’minde olsa olsa bir imrenme duygusunun olabileceğini, münafığın ise sürekli kıskançlıkla kıvranıp duracağını vurgulamıştır.

Mahzursuz Haset: Gıpta (!)

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte de, "İki kimseye hasette (gıptada) zarar yoktur: Kendisine bahşedilen serveti Allah yolunda infak eden imkan sahibi ve Allah’ın lutfettiği ilimle amel edip onu başkalarına da öğreten kimse." buyurmuştur. Evet, dini güzel öğrenip onu hayatına hayat kılan ve bir irfan kaynağı haline getirdiği ilmiyle diğer insanları da aydınlatan, hem tebliğ hem de temsil yoluyla Kur’an hakikatlerinin samimi tercümanı olan bir insanın haline özenmek, "Keşke ben de bunun gibi olabilseydim; keşke ben de dinimi iyi öğrenip hem kendi hayatımı nurlandırsam hem de onu başkalarına anlatabilseydim!.." demek mahzursuz olsa gerektir. Hatta, bir nefis muhasebesi yapma, kendi halini yeterli bulmama ve dua da sayılabilecek ulvi duygularla dolma açısından böyle bir gıpta faydalı da olabilir. Yine, hem servetle hem de cömertlikle serfiraz kılınan, Cenab-ı Hakk’ın verdiği malı, O’nun yolunda gönül hoşnutluğuyla harcayan ve adeta vermeye doyamayan bir "infak tiryakisi" olan zenginin haline imrenmek ve "Keşke benim de geniş imkanlarım olsaydı da böyle infakta bulunabilseydim. Keşke bir okul da ben yaptırsaydım, ben de yüzlerce öğrenciye burs verebilseydim." düşüncesiyle o insana gıpta etmek de zararsızdır.

Ne var ki, Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifte, imrenmeyi ifade eden gıpta sözcüğü yerine "haset" kelimesini kullanmış ve böylece, gıptanın çekememezliğe hem-hudut bir ruh hâleti olduğunu da nazara vermiştir. Yani, gıpta mahzursuz olsa ve bir ölçüde mübah sayılsa bile, onun sınırı hasede bitişiktir ve gıpta sahasında dolaşmak bir yönüyle şüpheli alanda dolaşmak gibidir. Dolayısıyla, gıptanın sınırı tam belirlenemezse o duygu kıskançlığa ve hasete dönüşebilir. Mesela; bir insan, sözlerini, halini ve tavırlarını çok beğendiği bir arkadaşına imrenir ve ona benzemeyi arzularsa, bunda bir mahzur olmayabilir. Fakat, onun bu mülahazası, "Niye o çok şey biliyor da ben bilmiyorum; neden o, dini güzel anlatıyor da ben anlatamıyorum?" şeklinde bir kıyaslamaya, hatta gizli bir rekâbete doğru kayarsa o zaman haddi aşmış olur. Artık o, gıpta sahasından çıkmış, haset alanında dolaşıyor; onun imrenme hissi de yerini kıskançlığa ve çekememezliğe bırakıyor demektir.

İşte bu sebeple, Kur’an’ın has talebeleri, çekememezliğe hem-hudut olan ve hasetle arasında sadece ince bir perde bulunan gıptadan da uzak durmalıdırlar. Onlar, haklarında takdir edilenlere razı olmalı, küçük bir his yanılmasıyla da olsa kaderi tenkit etmemeli, hiçkimseyi rakip görmemeli ve güzel sıfatlar açısından kendi kemalât arşlarına ulaşmaya çalışmalıdırlar.

Gece Gelen Erzak Çuvalları

Ayrıca, insanların gıpta damarını tahrik etmemek de gıpta edilecek halde bulunan kimselere düşen bir vazifedir. Bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman hazretleri, ihlas düsturlarını sayarken "faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemek" esasını da zikretmiştir. Evet, her fırsatta şahsî meziyetleri sayıp dökmek, sözü hemen ferdî başarılara getirmek, muvaffakiyetleri kendine mal etmek ve hep önde görünmek de mahzurlu alan sınırında dolaşmak demektir. Çünkü, bunları yapan bir insan, kimse hakkında haset etmese bile, başkalarını kendi hakkında çekememezliğe itmiş ve onların gıpta damarını tahrik etmiş olacaktır.

Bundan dolayıdır ki, bizim kültürümüzde, bir insanın kendi fazilet ve meziyetlerini sayıp dökmesi ayıp kabul edilmiş; ayrıca, iyilikleri gizli yapma anlayışı gelişmiştir. Mesela, sadakalar, başkalarının görmeyeceği ve bilmeyeceği bir şekilde fakirlerin eline ulaşması için götürülüp bazı yerlere bırakılmış; bu düşünceyle her köşeye "sadaka taşları" yerleştirilmiş; muhtaç kimseleri minnet altında bırakmamaya, onları incitmemeye ve hasede sevk etmemeye azamî gayret gösterilmiştir. Sadakayı verenle onu alan arasına vakıflar gibi aracılar konmuş, bu sayede hem fakirlerin mahcup olmaları ve zımnî bir başa kakma tavrına maruz kalarak incinmeleri önlenmiş, hem de zenginlerin riyaya düşmelerine ve böbürlenmelerine meydan verilmemiştir.

Evet, dinimizde nafile ibadetlerin ve sadakaların gizliliği esastır. Peygamber Efendimiz, "Cenab-ı Hak, ne ‘desinler’ diye hayır yapan süm’acıdan, ne gösteriş delisi mürâîden, ne de iyiliğini başa kakıp duran mennândan hiçbir şey kabul etmez!" buyurmuştur. Hayır ve hasenâtı gizli yapmak ve sadakayı kimseye göstermeden vermek gösterişten ve "desinler"e iş yapma mülahazasından kurtulmak için iyi bir yoldur. Bizim dünyamızda, gizlice iyilik yapıp, yardım ettiği fakire bile kendini bildirmeden sırra kadem basan insan çoktur. Seleflerimizden bazısı, sadakasını bir fakirin geçeceği ya da oturacağı yere koyup oradan uzaklaşarak; kimisi, uyumakta olan bir muhtacın cebine para koyarak; bir başkası da, sırtındaki yardım çuvalını bir kapının önüne sessizce bırakıp gözlerden kaybolarak infakta bulunmayı tercih etmişler; riyadan, süm'adan ve minnet altında bırakmaktan son derece sakınmışlardır.

Bir menkıbede anlatıldığına göre; bu fedakar ruhlardan biri de, Peygamber Efendimizin torunlarından olan İmam Ali Zeynülabidîn’di. Kendisini Allah’a kulluğa adamış bu insanın yaşadığı dönemde halkın arasında pek çok fakir, kimsesiz ve bakıma muhtaç insan vardı. Bunların çoğu, ihtiyaçları olan yiyecek, içecek ve giyecek eşyaların bir gece vakti kapılarının önüne konmuş olduğunu görürlerdi. Senelerce kimin getirdiğini bilemedikleri bu eşyaları –bir taraflarına iliştirilen ‘helâldir’ pusulasına da güvenerek– kullanmışlardı. Yıllardan sonra bir sabah, kapıların önü boş kalmıştı. O gece hiçbir muhtacın eşiğine erzak çuvalı bırakılmamıştı. Herkes bunun sebebini merak ediyordu ki, o sırada "İmam Ali vefat etti." diye bir ses duyuldu. Hak dostunu yıkayan, defin için hazırlayan gassal, imamın sırtına el vurunca kocaman bir nasırın varlığını görmüş ve su yerine onu gözyaşlarıyla yıkamaya başlamıştı. Zira o koca İmam tam yirmi yedi sene fakire fukaraya çuval çuval yardım taşımıştı sırtında. Taşıdığı yüklerden dolayı sırtı nasır bağlamıştı. Fakat, o ölene kadar bundan kimsenin haberi olmamıştı. Kimsenin haberinin olması da gerekmezdi; çünkü, asıl gaye Allah’ın rızasını kazanmaktı ve her şeyi bilen Allah, bir gece vakti sırtında erzak çuvalı taşıyan Zeynülâbidin’in halini de görüyor ve biliyordu.

İşte, o ve onun gibiler, nazarlarını rıza ufkuna kilitlemiş ve kulluk kulvarında rekabetsiz yarışmayı seçmişlerdi. Dolayısıyla, kendileri gıptaya ve hele hasede hiç girmedikleri gibi, başkalarının gıpta damarını tahrik etmemeye ve yaptıkları yardımlara riya, süm’a, minnet ve eza bulaştırmamaya da çok dikkat etmişlerdi. Onların yürüdüğü yol, dinî hayatta, ahirete yatırım yapmada ve Allah rızasını kazanmada yarışma duygusu diyebileceğimiz "tenâfüs" yoluydu.

Hedef Sonsuzluk Şerbeti

Gıpta manasına da gelen "tenâfüs" kelimesi, başkasında görülen bir olgunluğa imrenme, o güzel sıfatı yakalama azmiyle gayret gösterme ve hayırlı bir neticeyi elde etmek için müsabaka yaparcasına çalışma demektir. "Felyetenâfesi’l-mütenâfisûn - İşte yarışacaklarsa insanlar, bu cennet devletine konmak için yarışsınlar!" (Mutaffifîn, 83/26) mealindeki ayet de hayırda yarışmaya teşvik anlamıyla bunu ifade etmektedir. Yani, bu dünyanın cazibedar güzelliklerini elde etmek için birbirini kırarcasına mücadele eden insanların, aslında ebedî huzura kavuşmak ve sonsuzluk şerbeti içmek için yarışmaları gerektiğini belirtmektedir.

Tenafüs yolunda ve hayır yarışında gıpta ve hasede açık bir rekabet söz konusu değildir. Çünkü, bu yarışta herkes kendi rekorunu kırmakla vazifelidir ve her fert onun için takdir edilen olgunluk eşiğine ulaşmaktan sorumludur. Aynı zamanda, bu yarışta herkes birbirinin yardımcısıdır. Zira, her fert, şahs-ı mânevînin bir âzâsıdır. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, bütün mü’minler "Sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (aleyhissalatü vesselm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeler"dir. Öyleyse, her mü’minin cehd ve gayreti, üzerinde bulundukları geminin sahile doğru hareketine yardımcı olmakta ve hem fert hem de umum hesabına kâr olarak yazılmaktadır.

Evet, tenafüste, taksim edilen amellerin yerine getirilmesi neticesinde herkesin hesabına kaydedilen paylaşılmış bir hayır mevzubahistir. Yine, Üstad hazretlerinin sözleriyle ifade edecek olursak diyebiliriz ki; Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. Ne kadar kuvvetli eller yardıma koşarsa, o defineyi omuzunda taşıyanların daha ziyade sevinmeleri ve memnun olmaları icap eder. Yardıma gelen güçlü insanları kıskanmak şöyle dursun, onların kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini, tesirlerini ve yardımlarını ciddi bir muhabbetle alkışlamaları gerekir. Aksi halde, yardım etmek isteyen o insanlara rekabetkârâne bakılırsa, o işin ihlası kaçar ve beklenen netice elde edilemez.

Dolayısıyla, Kur’an’ın has talebeleri asla haset etmez, hasete sınır komşusu olan gıpta alanında da dolaşmaz; ama tenafüste bulunur ve hayırda yarışırlar. Yani, herbiri diğerini mübarek bir yardımcı olarak görür ve herkes kendi hakkında takdir edilen ve elinden gelen bir işi tamamlamaya bakar. Mesela; i’la-yı kelimetullah hizmeti yapılırken, bir insan, hoş bir ses ve samimi bir edayla Kur’an tilavet ederek kalbleri yumuşatır; diğeri, güzel bir na’t okuyarak gönülleri coşturur ve bir başkası da arkadaşlarından geri kalmaz, birkaç ibretlik söz söyleyerek diğerlerinin hazırladığı atmosferi dini anlatma adına değerlendirir. Görüleceği üzere, işler bölüşülür, herkes kendi vazifesini eda eder ve sonunda yine herkes kazanır; bir paylaşma söz konusu olur. Başlangıç itibarıyla, o işin kime ait olduğu belli değildir; mesele sadece bir fert üzerine bina edilmemektedir; o işe herkes iştirak etmekte ve her insan taşın altına elini koymaktadır. Herkes yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmakta, ortaya bir insanın tek başına elde edemeyeceği bir netice çıkmakta ve elde edilen semere umumun malı olmaktadır. Zaten Kur’an-ı Kerim de böyle bir yarışa teşvik etmekte ve "Öyleyse durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın." (Maide, 5/48) demektedir.

Örnek Olmak ve Teşvik Etmek İçin

İşte, böyle bir hayır yarışında, dost ve arkadaşların iyilik duygularını harekete geçirmek için sadaka gibi yardımların açıktan yapılması da efdaldir. Zira, insanların atâlet ve lâkaytlıkla me’yusiyet içinde kıvrandığı bir anda, cömertlik hisleriyle dolup şevk ve gayretle salih ameller işleyenler çevrelerindeki kimseleri de çalışmaya ve güzel işlere sevk etmiş olurlar. Nitekim, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehaya) "Sadakayı gizlice vermek, açıkça vermekten efdaldir. Ancak, başkalarının örnek almasını ve onların da amel-i salihte bulunmasını isteyen bir kimse için açıkça vermek daha faziletlidir." buyurmuştur. Evet, dost ve arkadaşlarının nazarlarını da ahiretin yamaçlarına çevirmek isteyen bir insan, açıktan bir hayır yaptığı zaman, onları da sevap kazanmaya teşvik etmekten başka bir maksat taşımaz. Farz olan zekâtı da açıkça vererek, hem ilâhî emre uyar hem de başkalarına da bu vazifeyi hatırlatır.

Kur’an-ı Kerim, "Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler." (Bakara, 2/274) buyurmakta; herhangi bir muhtaç gördüğü vakit, hiç gecikmeksizin onun ihtiyacını gideren kimseleri takdir etmekte ve bütün müslümanları hayırlı işler peşinde koşmaya özendirmektedir.

Rivayetlere göre; Hazreti Ebu Bekir efendimiz kırkbin dinarın onbinini gece, onbinini gündüz, onbinini gizli, onbinini de açıkça olmak üzere bir günde tasadduk etmiş ve bu ayet onu takdir sadedinde nazil olmuştur. Yine, Hazreti Ali efendimizin sadece dört dirhem gümüşü varken, onun birini gündüz, birini gece, birini açıkça, birini de gizlice fakirlere dağıttığı nakledilmektedir. Ayet-i kerime özellikle bu iki sahabe efedimize işaret ediyor olsa bile, kelam-ı ilahînin hükmü umumîdir ve merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın da dediği gibi, buradaki infak farz, vacip ve nâfile olmak üzere her çeşit infakı içine almaktadır. Dolayısıyla, öyle bir zaman gelir ki, din ve vatan uğrunda bütün mal varlığının infakı gerekir ve öyle bir seferberlik anında herkesi teşvik için açıktan infak etmek daha iyidir. Allah yolunda canın bile feda edilmesi gereken öyle zaman dilimleri olur ki, o durumda insan bütün varlığını infak etse sezâdır. Özellikle, millete rehber olma konumunda bulunanların, yüce hakikatler uğrunda fedakarlık yapmayı avama da öğretmek için mal varlıklarının çoğunu infak etmeleri ve bunu açıktan açığa yapmaları mahza hayırdır ve hatta bir görev bile sayılabilir.

Bir Avuç Hurma da Olsa...

Bu hususta da en güzel örnekler sahabe efendilerimizdir: Abdullah b. Mesud hazretleri der ki: Sadaka ayeti nazil olunca hepimiz Allah yolunda tasadduk edecek bazı şeyler bulma arayışına koyulmuştuk. Öyle ki, hamallık yapıp az da olsa para kazanarak infakta bulunmaya çalışıyorduk. Çarşıya-pazara gidip sırtımızda eşya taşıyor, ücretini alır almaz da, "verenler" arasına dahil olmak için Efendimiz’in huzuruna koşuyorduk. Yine bir gün Efendimiz ensâr ve muhacirînin himmetine baş vurdu. Ya bir yere seriyye gönderecekti de ordunun teçhizi için yardım istiyordu ya da çölden gelen fakir insanları doyurmak ve onların ihtiyaçlarını görmek için "verin!" diyordu. Peygamber Efendimiz’in teşvikleri karşısında Hazreti Abdurrahman b. Avf, her zamanki civanmertliğiyle seslendi; "Ya Rasûlallah!" dedi, "Bende dört bin dirhem var, kabul buyurunuz." Efendimiz çok memnun kalmış ve ona hayır duada bulunmuştu. Hem Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in şevk veren sözlerini duyan hem de cömert insanların büyük fedakarlıklarını gören herkes bu hayır yarışına katılmak istiyordu. Mal-mülk sahipleri böyle bol bol verirken, imkanları geniş olmayanlar da az da olsa verebilecekleri bir şey arıyorlardı. Bunlardan birisi de ensardan fakir bir müslüman olan Ebu Akîl idi. Onun iki avuç hurmadan başka bir şeyi yoktu. Fakat, öyle de olsa adını "hayırda yarışanlar" arasında yazdırmalıydı; elindeki hurmanın bir avucunu ailesine ayırdı, diğerini de himmet mallarının içine kattı.

Evet, Allah’ın rızasını kazanma çok hoş ufuktur; onu "i’lâ-yı kelimetullah" ile yakalama pek kutsal bir vazifedir ve o hususta rekabetsiz yarışma da çok güzel bir iştir. İnsan rızaya kilitlenirse, hasetten fersah fersah uzak durur, gıpta mülahazalarından bütün bütün kaçınır. Kendi hakkında takdir edilenlerle yetinir ve içinde bulunduğu şartların izin verdiği ölçüde hayır yarışını sürdürür. Allah’ın rızasını hedefleyen samimi bir mü’min, ümniye ve kuruntuların adamı değildir; o "imkanım olsaydı, elimden gelseydi" bahanelerinin ardına sığınmaz; Allah ne kadar imkan vermişse, işte o kadarıyla, yapabileceği her şeyi yapar ve kendine bahşedilen nimetlerin şükrünü bu şekilde eda ederek sonraki ihsanlara davetiye çıkarır. Kendisi gıptadan uzak kaldığı gibi başkalarını gıptaya sevketmekten de sakınır. Hedefinde sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızası olduğu için, gerekirse iki adım geriye gider; icap ederse bir adım öne çıkar. Yaptığı bir işi başkalarının desteğiyle meydana gelmiş ya da tamamen başkaları tarafından gerçekleştirilmiş gibi göstermek rıza-yı ilahîye daha muvafık geliyorsa, bu defa meseleyi o şekilde ortaya koyar. Onun için sadece vazifenin gereğinin yapılması önemlidir; onu yapanın kim olduğu ise bahse değmeyecek kadar önemsizdir. Konuşulan hakikat olduktan sonra onu kim seslendirirse seslendirsin mühim değildir; hak ve hakikat muzaffer ise zaferi kazandıranlar arasında kendi adının anılıp anılmaması müsavîdir. Çünkü o, kaptanlığını Allah Rasûlü’nün yaptığı bir gemide hizmetçidir; Rasûlüllah’ın gemisi Darüsselam’a ulaştıktan sonra o gemide bulunan herkesin sahil-i selamete çıkacağı da şüphe götürmez bir gerçektir.

İşte, bu mülahazalara bağlı bir mü’minin haset, kıskançlık ve hatta gıpta ile alakası olmayacaktır. O, riya ve süm’anın semtine de asla uğramayacaktır. Hayır yarışında önde yürürken, diğer insanların iyilik duygularını coşturmak için imkanları elverdiği ölçüde açıktan infakta bulunduğu anlar olduğu gibi; bir muhtaç gördüğünde gece gündüz demeden hemen onun ihtiyacını gidermeye koştuğu ve bunu yaparken de muhatabını minnet altında bırakmamak için kendini tanıtıp bildirmemeye özen gösterip gizliliği tercih ettiği zamanlar da olacaktır.

Soru: "Bir sene boyunca şu kadar öğrenciye burs vereceğim, hayır yarışına şu kadar bir infakla dahil olacağım?" diyerek vaadde bulunan bir insanın zikrettiği o miktarı mutlaka infak etmesi gerekir mi? Yerine getirilmeyen vaadlerin hükmü nedir?

Cevap: Verilen sözde durma ve ahde vefalı davrama İslam ahlakının en önemli esaslarından biridir. Cenâb-ı Hak, pek çok ayet-i kerimede vaade vefalı olmayı ilahî bir ahlak olarak anlatmakta ve "Verdiğiniz sözü yerine getirin. Sözlerinizden elbette sorumlusunuz." (İsra, 17/34) diyerek bizi de verdiğimiz sözlerin gereğini yapmaya çağırmaktadır.

Verilen sözden ve yapılan ahidden dönmek bir nifak alâmetidir. Buhârî ve Müslim gibi en sahih hadis kaynaklarında Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, vaad edip söz verdiğinde sözünden döner ve kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder" buyurmaktadır. Bazı rivayetlerde bunlara dördüncü bir madde daha eklenmekte ve "Kavga ettiğinde haktan sapar, düşmanlıkta aşırı gider" denmektedir.

Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehaya) bir başka hadis-i şerifte de, "Vaad borçtur. Sözünde durmayana yazıklar olsun!" duyurarak vaade vefalı olmamız ikazında bulunmuştur.

Verilen Söz Borçtur

Allah’ın rızâsını kazanmak için, malının belli bir miktarını infak etme sözü veren insan, onu kendi nefsine vâcib kılmış sayılır ki, onun bu sözü bir yönüyle nezir (adak) kategorisinde değerlendirilir. Bir şeye nezreden insan, Allah ile bir nevi sözleşme yapmış olur. Dolayısıyla, nezrini îfa etmesi, yani, kendi nefsine vâcib kıldığı şeyi yerine getirmesi onun için bir borçtur.

İslam alimleri, hem borçlunun zimmetinde bulunan mislî eşyayı, yani ölçü ve tartı ile belirlenip benzeri ile ödenebilen şeyleri, hem de bir insanın ödemeyi taahhüt ettiği miktarı "borç" tarifi içinde ele almışlardır. Dolayısıyla, "Şu zaman içinde şu kadar öğrenciye burs vereceğim, şu kadar infak edeceğim?" diyerek vaadde bulunan bir insanın zikrettiği o miktar, onun üzerine borç olur ve mutlaka o miktarı ödemesi gerekir.

Hadis-i şerif'te, bir an önce borcunu ödeme imkanına sahip olduğu halde, borcu ödemeyip geciktirmenin zulüm olduğu belirtilmiştir. Borcunu hiç ödemeyen insana gelince; yine en güvenilir hadis kitaplarında, Rasûlüllah Efedimiz’in borçlu olarak ölen kimsenin cenaze namazını kılmadığı rivayet edilmektedir: Bir gün bir cenaze getirilir. Allah Rasûlü "Onun borcu var mıydı?" diye sorar. "Evet iki dinar borcu vardı" cevabını alınca, "Arkadaşınızın namazını siz kılınız" buyurur. Bunun üzerine, Ebû Katâde hazretleri, "O iki dinarı ben yükleniyorum," der ve Peygamber Efendimiz ancak o zaman o adamın namazını kılar. İşte, tek başına şu hadise bile bir borcu ödeme hususunda ne denli hassas davranılmasını gerektiğini gösteren çok önemli bir ikazdır.

Sahabe efendilerimiz borç karşısında bu hassasiyeti her zaman ortaya koymuşlardır. Mesela, vefatına sebep olan hançer darbesini aldığı zaman Hazreti Ömer’in ilk söylediği sözlerden biri de "Bakın bakalım, malım borcumu ödemeye yetecek mi?" sözü olmuştur. "Şayet, yetmeyecekse Adiyy oğullarından, onlarda da yoksa Kureyş’ten alıp borcumu ödeyin!" vasiyetinde bulunmuştur.

Öyleyse, herkes vaadinin ardında durmalı, sözünü yerine getirmeli ve taahütte bulunduğu miktarı mutlaka ödemelidir.

Ramazan Ayının Bereketinden İstifade İçin

Öncelikle, bu mübarek ayı en güzel şekilde değerlendirmek için Ramazan ve oruçla alakalı makaleler tekrar okunabilir. Özellikle “Ramazan Risalesi”, üzerinde dikkatle durularak ve müzakere edilerek okunmalıdır.

Ramazan-ı Şerif orucu çok önemli bir ibadettir. Belki namazla beraber umumiyet itibariyle Kur’an-ı Kerim’de otuz küsur yerde zekat zikrediliyor ama -bildiğiniz gibi- oruç için de Kur’an-ı Kerim’de sayfalar ayrılmış. Ve değişik cezalarda kefaret olarak aynı zamanda oruç takdir edilmiş. Bazı suçlara karşılık 60 gün, 10 gün, bazen de 3 gün oruç kefareti emredilmiş. Demek ki o, günahları, hataları eriten çok önemli bir faktör, insanı temizleyen ve yükselten bir unsur.

Hâlis Oruç

Ramazan orucu doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a karşı bir vazife olarak, taabbudîlik mülahazasıyla eda edilmesi gereken bir ibadettir. Onda da mutlaka bir kısım hikmetler ve maslahatlar bulunabilir. Fakat aslında taabbudî olan ibadetlerle, Allah, kendi nazar-ı uluhiyetinde bir kulun kıvamı adına neyi görmek istiyorsa, onun Cennet’e girmesi ve ebedî saadeti ihraz etmesi adına ne ölçüde bir kıvama ihtiyaç varsa onları hasıl ediyor. Bunlara, avamca ifadesiyle, insanın Allah’a yakın olmaya liyakat kazanması, Cennet’e ve ebedî saadete ehil hale gelmesi için va’z edilmiş ibadetler de diyebilirsiniz.

Dolayısıyla bunlarda, dünyadaki faydalar, bir kısım maslahatlar, hikmetler de sezilse, görülse bile esas bizim göremediğimiz, bilemediğimiz daha derin tesirler, neticeler vardır. Yani bunlar, fânî olan insanı, ebediyete ehil hale getiriyor. Allah’la arasında 70 bin perde olan, O’nu görmesi mümkün olmayan insanı, Allah’ı görecek keyfiyete yükseltiyor. Dünyada neyi verirse versin, Allah’ın rızasını peyleyecek kadar servete sahip olmayan bir insana, Allah’ın rızasını kazandırıyor. İşte Ramazan orucuna da bakarken başta bu mülahazayla bakmak lazım. Yani insanın liyakatı adına bir fırsat, Cennet’e ehil hale gelmesi adına bir imkan, Cemâlullah’ı müşahede etmek için gerekli olan kıvamı ihraz etme yolunda çok önemli bir nimet.

Ayrıca, Allah teâlâ orucu nasıl va’z etmişse, neye “oruç” diyorsa onu öyle tutmak icab eder. İşte Ramazan-ı Şerif’ten beklenen neticeyi kazanması ve kendisine “yazıklar olsun” denmemesi için, insanın yeme-içmeden kendisini alıkoyduğu gibi aynı zamanda, ağzını da münasebetsiz, manasız, yakışıksız, hele buhtan gibi, gıybet gibi şeylerden mutlaka uzak tutması lazım. Hatta gereksiz şeylerden, yani kesret-i kelamdan uzak tutması, ağzını hayırla açıp-kapaması lazım. Her zaman tekrar edegeldiğimiz ifadeyle; dilini sohbet-i Cânân’la süslemesi lazım. Gözlerini keza öyle kontrol altına alması lazım. Yasağa bakmaması, baktığı şeyleri iyi görmesi, iyi yorumlaması, her şeyden iyi manalar süzmesi, iyi manalar sağması lazım.

Evet, bir mü’min, mâlâyâniyât, lağviyât ve lehviyâttan da kulaklarını uzak tutmalı, onları da Kur’an’a, sohbetlere ve güzel sözlere açmalı. Böylece ağzına ve batnına oruç tutturduğu gibi, –tabiri diğerle– yeme-içmeden kendisini kestiği gibi, başka zaman da mahzurlu olan şeylere karşı kapanmalı, hatta mahzuru olmasa bile faydasız olan şeylere de yanaşmamalı.. onları da lağviyât ve lehviyât saymalı, içine düşmemeli. Böylece eskilerin tabiriyle bütün âzâ u cevârihine oruç tutturmalı. Havâss-ı zahire ve bâtınasına oruç lezzetini tattırmalı.

Diğer taraftan, oruçta hulûs çok önemlidir. Kul, oruç tutarken hulûs içinde olmalı, yani onu Cenâb-ı Hakk’ın kendisine armağan etmiş olduğu bir hediye gibi telakki etmeli ve katiyen onun içine Rabbin rızasından başka bir şey karıştırmamalıdır. Dahası, sürekli “Orucumu tam tutamadım, onu hakkıyla eda edemedim, Ramazan’ın hakkını veremedim!” mülahazası içinde bulunmalıdır. Yoksa, bir şey yapıyor gibi çalıma girme, hatta başkalarına “şöyle tutuyorum, böyle tutuyorum” gibi caka yapma.. “Geceleri kalkıp şunu yapıyorum, bunu yapıyorum!” diyerek süm’a ve riyalara girme, ibadetlerinin güya derinliğini ihsasta bulunma.. bunlar ihlasa manidir ve o orucu da, onu tutanı da malum hadis-i şerifin tehdit sınırlarına girdirir:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, yemeden içmeden kesilmeleri onların yanına açlık ve susuzluktan başka kâr bırakmaz.” Öyleyse, orucun aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hakk’a, O’nun rızasına bağlanması lazımdır. Ve zaten sizin, orucu, O’ndan alıp kendinize mal etmeniz, onunla Allah’ın rızasının dışında bir kâr elde etmeye çalışmanız onun va’z ediliş hikmetine de aykırıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Oruç sırf Benim rızam için tutulur, onun mükafatını da bizzat Ben takdir eder, veririm.”

Evet, her ibadetin dünyada bir kısım faydaları, maslahatları, hikmetleri görülebilir. Meselâ, zekat bir köprü, fakir sınıfla zengin sınıf arasında bir irtibat vesilesi olabilir. Mesela, insan hacca gider, hac aynı zamanda çok geniş bir kongredir; o toplantılarda dünyevi bazı şeyler hâsıl olabilir… Fakat orucun dışa vuran böyle bir yanı yoktur, o tamamen Allah’a aittir. Mükafatı da mağfirettir. Peygamber Efendimiz buyururlar ki, “Kim sevabına inanarak ve ecrini Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa onun geçmiş günahları affedilir.” Evet, şayet her sene tutulan oruçla insanın geçmiş günahları affediliyorsa, insan son tuttuğu oruçla son işlemiş olduğu günahlardan da affedilmiş ve temizlenmiş olarak Allah’ın huzuruna gider. Ve böyle bir insan kazanmıştır, Ramazan’ı değerlendirmişir. Dolayısıyla onun burnu yere sürtülmez ne burada, ne kabirde, ne de mahşerde… İsterseniz, bu mekanlarda, bu konaklarda herhangi bir derbederliğe maruz kalmaz da diyebilirsiniz.

Ramazan ve Ribât

Bir diğer mevzu, oruçla -Hazreti Üstad’ın Ramazan risalesinde ifade ettiği gibi- nefsin terbiyesi de hedeflenmelidir. Oruç tutan bir mü’minin “Ben biraz daha gemini çekeyim bu nefsimin, bunu biraz daha Cenâb-ı Hakk’a yönlendireyim, tevcih edeyim. Onu kıllet-i kelâma, kıllet-i taâma, kıllet-i menâma alıştırayım. Bir seyr-i süluk ü ruhanîde, çile yoluyla elde edilen meziyet, fazilet ve derecât ne ise onları elde etmeye çalışayım.” demesi ve Ramazanı aynı zamanda bir riyâzat mevsimi olarak görmesi lazımdır. Zaten riyâzatın bir oruç yanı da vardır. Riyazatta esas olan, aç-susuz durma, yememe, içmeme, hatta her gün bir yudum veya iki yudum su içme.. bazen yemeği öyle azaltma ki, haftada bir, birkaç lokma, ölmeyecek kadar yeme ve kırk gününü böyle geçirme. Olmadıysa ikinci erbaînini, hatta üçüncü erbaînini öyle geçirme.

Bunlar bir nevî ruha kendi gücünü kazandırma adına yapılan şeyler. Bunlarda marz-ı ilâhî esas alınmazsa, Allah rızası hedef olmazsa o zahmetlere, sıkıntılara katlanmak da çok faydasız olur. İnsan, gerçekten bir kısım hârikulade şeylere mazhar olabilir; metafiziğin, fiziğe hükmettiğini görebilir, bir nazarla şuradaki mangalı havalandırabilir. Fakat bunların hiçbiri Allah nezdinde hiçbir şey ifade etmez. Evet, nefsin gemlenmesi, frenlenmesi bakımından oruç ciddi bir dinamiktir. Onun içindir ki, ehlullah sürekli riyâzat yaparak rûhî formlarını korumaya çalışmışlardır. Yogilerin aç-susuz durmakla rûhî güç ve kuvvetlerini kazandıkları, bazı mistiklerin nefislerine bir kısım eza ve cefa çektirmek suretiyle belli nisbette rûh yüceliğine ulaştıkları da öteden beri bilinen bir vakıadır. Ama ne yoginin ne de mistiklerin o yaptıklarıyla ahiret adına elde edecekleri hiçbir şey yoktur. Zira aç ve susuz kalma ve riyâzat yapma ancak ibadet niyetiyle yapılırsa bir değer ifade eder. Allah’ın rızası, ibadetleri Allah’ın rızasını tahsile bağlamakla elde edilir. İşte, Ramazan orucunda ehlullahın riyâzatla elde ettikleri şeyleri elde etme potansiyeli de vardır. Ramazan, aynı zamanda bir riyâzattır.

Ramazan orucu vesilesiyle, adetleri, tiryakilikleri terk etmek ve bir manada bağımsız yaşamak da mümkündür. Biz nefsimizi açlığa, susuzluğa alıştırınca cebrî öyle bir şeye maruz kaldığımız zaman da su-i îtiyâdımızdan dolayı hemen çarçabuk pes etmeyiz. Eskiler şöyle derlerdi: “Terku’l-âdât mine’l-mühlikât: Âdetleri, tiryakilikleri terk etmek helak eden, öldüren faktörlerdendir.” Yeme-içmeye alışırsın, farklı şeyleri yemeye, değişik meşrubat içmeye alışırsın. Oysa ki bir Müslüman, -farklı zamanlarda da ifade edildiği gibi- bir komando misal en ağır şartlarda bile yaşamaya kendisini alıştırmalı. İşte Ramazan bize bunu da tâlîm ediyor.

Hele neslin ıslahı için bir oraya bir buraya koşup duran kudsîlere Ramazan kim bilir ne hediyeler ne hediyeler takdim ediyordur. Dine ve millete hizmet yolunda sahur, iftar demeden seyr u seferler yapan kutlular kim bilir Ramazanda nasıl binlerce senelik semere elde ediyorlardır.

Evet, ribat, din ve milletin başına gelmesi muhtemel bela ve musibetler karşısında tetikte olma, inandığı davanın gereğini eda etme, kısacası “adanmışlık” vasfını ortaya koyma demektir. Adanmış bir insanın hedef ve gayesi uğrunda atacağı her adım ona ribat sevabı kazandıracaktır. Ya bu sevap bir de Ramazan ayının bereketine göre olursa!.. Herkes elde edebilir mi böyle bir mükafatı? Evet, kalbindeki hulûsa, niyetindeki derinliğe ve Allah’la olan irtibatının seviyesine göre herkes bu mükafattan istifade edebilir. Hadis-i şerifte bir ufuk gösterilmektedir. Sevabı tam kazananın hâli odur, ama herkes onun kadar olmasa da kendi seviyesine göre aynı semereden nasiptar olur.

Ramazan ayının kardeşliğe, dostluğa bakan bir yanı da vardır. İnsan oruç vesilesiyle düşünür: “Hiç yiyecek bulamayanların, yiyemeyenlerin, içemeyenlerin hâli nicedir acaba?” Onların durumunu açken çok daha iyi duyarsınız, anlarsınız. O da sizin semâhât, cömertlik hislerinizi şahlandırır. Onun için, millet bu hususu işleye işleye zamanla âdet haline de getirmiş; öyleki sanki yapmaları gerekli olan o değişik hayır, hasenat, himmet, zekat ve sadakanın mutlaka Ramazan-ı Şerif’te yapılması lazımmış gibi, cömertlik hislerinin tetiklenmesini bile beklemeden yapıyorlar. İşte görüyorsunuz, sadaka veriyorlar, sadaka taşları kuruyorlar. Şimdilerde sadaka taşları yerine çadırlar kuruyorlar. Diyorlar ki, “Allah’ın ikram sofraları açılmış yağmadır gelen alsın!” Belki gerçekten de Allah tarafından tetikleniyor insanların bu semâhât hisleri, hayır duyguları. Fakat belki de millet işleye işleye artık onu tabiatları haline getirmiş.

Bütün bunlar, Ramazan’ın bereketi. Ramazan’la gelen ve potansiyel olarak Ramazan’da bulunan bu fırsatları değerlendiren bir insan, Ramazan geçince hayıflanmaz. Çünkü o burnunun yere sürtülmesine mâruz kalmayacak, kendisine “veyh” çekilmeyecek bir insan kıvamını kazanır. O, Ramazan ayını iyi değerlendirmiş ve Cenabı Hakk’ın mağfiretine mazhar olmuştur.. iki sevinçten birini her akşam iftar sofrasında yaşamıştır.. diğerini de, Rabbine kavuştuğu an tadacaktır.

Soru: Az önce de -mealen- zikredilen hadis-i şerifte, “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” buyurulurken “imanen ve’htisaben” kaydı konuluyor. Bu ifadeyi nasıl anlamalıyız?

Cevap: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) “Men sâme Ramadâne îmânen ve’htisâben gufira lehu ma tekaddeme min zenbihi” buyurmuş; Ramazan’la gelen berekete tam inanan, ihlas ve samimiyetle oruç tutup bu mübarek ayı ibadet ü taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah’tan bekleyen mü’minlerin geçmişte işledikleri günahlarının affedileceğini müjdelemiştir.

“İmanen” kelimesi, inanılması gerekli olan her şeye ve oruçla alâkalı dinî hükümlere kalbden inanmayı; orucun farz olduğuna, karşılığında büyük mükafat bulunduğuna ve her şeyden öte rıza-yı ilahiye bir vesile teşkil ettiğine hiç tereddüde düşmeksizin iman etmeyi vurgulamaktadır.

Evet, biz Allah’ın kullarıyız; Allah da bizim ma’budumuzdur. Ubudiyet düşüncesiyle O’na karşı yaptığımız ibadetler ve salih ameller O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Oruç da, O’nun emri ve bizim görevimizdir. O, ibadetlerimizden her zaman haberdârdır ve yaptığımız her şeyi bilmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın görüp bildiği o amellerimiz, mevsimi gelince nemalanmış olarak geriye dönecektir. Ayrıca, ellerimizi O’na kaldırdığımızda, bir kudsî hadiste dendiği gibi; “O eller boş olarak aşağıya düşmeyecektir.”

Cenâb-ı Hakk’a karşı teveccüh ederken ve O’na yalvarıp yakarırken, her şeyden evvel O’nun kullarını gördüğüne, duaları işittiğine ve istekleri yerine getirecek güce sahip bulunduğuna tam inanmak lazımdır. Yoksa inanmadan el açmak, “Verirse verir, vermezse vermez” gibi bir manaya gelir ki, bunun bir saygısızlık olduğu ve öyle birinin çağrısına icâbet edilmeyeceği bellidir. O, lütfuyla, keremiyle, rahmetinin gazabının önünde olmasıyla ve merhametinin enginliğiyle öylelerine de verirse verir; biz “vermez” diye kestirip atamayız. Fakat, O’nun duaları kabul etmesinin vesilesi evvela O’na gönülden inanmaktır. İnanacaksın ki, samimiyetle ellerini kaldırdığın zaman Allah onları boş çevirmez, yüzünü kara çıkartmaz, seni mahcup etmez; aksine, o kapıya bir daha yönelmene vesile olacak şekilde lütuflarda bulunur. İşte, “imanen” kaydı böyle bir inanmayı ifade etmektedir.

“İhtisap” kelimesi de sevabın Allah’tan beklenmesi manasına gelmektedir; dünyevî beklentilere girmeme, sadece Allah’ın hoşnutluğunu gözetme ve mükâfâtı O’nun rahmetinden umma demektir. Hayır işlerinde ve ibadetlerde ihlas ve samimiyete aykırı hiçbir husus olmamalı; riya ve süm’alara girilmemelidir. Hiçbir amel insanların takdir ve teveccühlerine bina edilmemeli; her şey Allah için yapılmalı ve beklentiler de hep Allah’tan olmalıdır. O beklentilerde de yine himmet âlî tutulmalı; yani, yapılan işler dünyevî faydalara bağlanmamalıdır. Gerçi, Sahabe anlayışıyla, ayakkabımızın bağını bile kaybetsek biz onu da Allah’tan istemeliyiz.. arkasında olduğumuz her konuda gayret etmeli, iradenin hakkını vermeli ama neticede her şeyi Mevlâ-yı Müteâl’den dilemeliyiz. Ancak, kulluğumuzu Cenâb-ı Hakk’a sunarken, O’nun Ma’bud, bizim de kul olduğumuzu hiç hatırdan çıkarmamalı; ubudiyetimizi sadece O’nun hakkı olduğu için yalnızca O’na tahsis etmeliyiz. Dolayısıyla, ibadetlerimizi ihtiyaç ve isteklerimize bağlamamalı, onları vazifemiz olduğu mülahazasıyla eda etmeliyiz.

Haddizatında, Cenâb-ı Hak’tan bir şey isteme bizim zatî hakkımız değildir; O’nun lutfedip bize verdiği haklar türündendir. O öyle lütufkârdır ki, o hakları Kendisine karşı kullanmamıza müsaade etmiş ve kullandırmıştır. Mesela, bir manada, “Siz Bana kullukta bulunun, ibadet ü taatinizi yerine getirin –ki bu sizin vazifenizdir– Ben de, öbür âlemde nimetlerimle sizi sevindireyim” demiş ve bir mukavele yaparak bize bazı haklar vermiş; “Kulluğunuzu yaparsanız Benim üzerimde hakkınız olur” buyurmuştur. Demek ki, hakkı veren de, onu kullanma imkanı bahşeden de Allah’tır.

Yoksa, bizim mahiyetimizde ve rızık olarak bize verilen nimetlerde kaç paralık kendi sermayemiz var ki, herhangi bir hakkımız olsun! Evet, biz mebdeden müntehaya kadar her şeyimizle O’na aidiz ve O’nun verdiği haklarımız olsa da her şeyden önce birer kuluz. Öyleyse, bir kula yaraşır şekilde hareket etmeli ve sadece Hâlıkımızın, Râzıkımızın ve Rabbimizin hoşnutluğunu dilemeli, ibadetlerimizi de bu niyetle yerine getirmeliyiz. İşte, “ihtisap” tabiri de bu hakikatlere bağlı kalarak, sadece Allah için oruç tutmak gerektiğini ve mükâfâtı O’ndan beklemenin lüzumunu belirtmektedir.

Soru: Bazı hadis-i şeriflerde, Ramazan ayı gelince “merede-i şeyâtîn”in zincire vurulduğu ifade ediliyor? “Merede-i şeyâtîn” ne demektir; onların zincire vurulmalarının tezahürleri nelerdir?

Cevap: Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ramazan ayı girince Cennet kapıları açılır, Cehennemin kapıları kapanır ve merede-i şeyâtîn zincire vurulur.” buyurmuştur. “Merede”, inatçılar, direnenler, saldırganlar demektir. Bu ifadeyle, şeytanların en azgınları, ipe-sapa gelmezleri, gözü dönmüşleri kastedilmektedir. Evet, bu mübarek ayda, “merede-i şeyâtîn” zincire vurulmaktadır.

Bununla beraber, Ramazan-ı şerifte de hatalar işlendiği, günahlara girildiği ve büyük yanlışlıklar yapıldığı bir gerçektir. Fakat, bu Kur’an ayında mü’minlerin elde ettiği büyük kâr düşünüldüğünde ve şeytanın buna razı olmayacağı, adeta hırsından deliye döneceği ve insanları günahlara çekmek için bütün hilelerini kullanacağı göz önünde bulundurulduğunda merede-i şeyâtînin elinin-kolunun bağlanmış olduğu anlaşılacaktır.

Şüphesiz, Ramazan’da yapılan ibadetler çok önemlidir. Cenâb-ı Allah oruç hakkında “Oruç Bana ait bir ibadettir; onu Nefsime izafe ediyorum. Mükâfatını da Ben vereceğim.” buyurmaktadır. Bu itibarla da onun genişliğini, derinliğini ve Hak indindeki değerini kavramak, ona bir kıymet takdir etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, onun mükâfâtını vermeye Cenâb-ı Hak’tan başka kimsenin gücü yetmez. Allah Teâlâ, oruç sevabını bizzat takdir etmiş ve onu öbür âlemde bir sürpriz olarak verme vaadinde bulunmuştur. Bu sürpriz mükâfâtın en önemli vesilesine de “Çünkü oruç tutan kulum, yemesini-içmesini Benim için terk ediyor.” sözüyle işaret buyurmuştur.

Bu kutlu zaman diliminde mü’minler oruç ibadetiyle beraber, teravih namazı da kılarlar. “O Ramazan ayı ki insanlara bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı bâtıldan ayıran en açık, en parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi.” (Bakara, 2/185) ilâhi beyanı gereğince Ramazan’ı tam bir Kur’an ayı olarak değerlendirir ve bol bol Kur’an okurlar. Aynı zamanda, gönülleri açılır, semahatle ve engin bir cömertlikle coşarlar; hayır ve hasenât hesabına bütün fırsatları değerlendirirler. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, “Rasûlullah insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de Cebrail aleyhisselamla buluştuğu zaman daha da artardı. Hazreti Cebrail Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece Peygamber Efendimiz’e gelip Kur’an’ı arz ederdi. O günlerde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara rahmet getiren rüzgardan daha cömert olurdu.” Mü’minler de, Rehber-i Ekmel’e ittiba ederek, o günlerde daha bir cömertleşir; zekat, sadaka ve fıtır sadakası adı altında sürekli ihsanda bulunurlar. Dahası, bazıları, Ramazan ayının son on gününde itikafa girer ve kendilerini bütün bütün ibadete verirler.

İşte, böyle bir hayır yarışı karşısında şeytanın çileden çıkması onun tabiatının gereğidir. Zira o, insanoğluna düşmanlığını ifade ederken, “Zâtına kasem olsun, hepsini şirâzeden çıkaracağım!” demiş ve sürekli, ayakları kaydırma yolları arayıp durmuştur. Öyleyse, Ramazan’ın bereketi çıldırtır şeytanı ve şeytanlaşan bir kısım habis ruhları. Bu büyük sevapları insanların ellerinden alabilmek için, onlar arasında çok hır-gür çıkarma hırsıyla kıvrandırır insî-cinnî şeytanları.

Ne ki, görüldüğü gibi, insanlar bu huzur ikliminde büyük ölçüde ramazanlaşıyor; daha dikkatli ve ahirete açık yaşıyorlar. Allah’ın izni ve inayetiyle, Ramazan’ı sükûnet içinde geçiriyor ve günahlardan biraz daha uzak kalıyorlar. Demek ki, merede-i şeyâtîn diyebileceğimiz o azgınlar gerçekten zincire vuruluyor. Bazı insî ve cinnî şeytanlar heva ve heves gibi yardımcıları vasıtasıyla tahribatlarına devam etmeye çalışsalar da, Cenâb-ı Hak, azgın şeytanların önünü tıkıyor ve onlara faaliyet izni vermiyor.

Soru: Ramazan ayının önemli bir şiarı da teravih namazıdır. Teravih namazında nelere dikkat etmeliyiz?

Cevap: Teravih, Arapça’daki “tervîha” kelimesinin cem’i (çoğulu) olup “teneffüs etmek, ruhu rahatlatmak, bedeni dinlendirmek” gibi manalara gelmektedir. Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan sünnet namazın her dört rekâtının sonundaki oturuş, “tervîha” olarak adlandırılmış; sonradan bu kelimenin çoğulu olan “teravih” sözü, Ramazan gecelerinde kılınan bu nafile namazın ismi olmuştur. Teravih namazı, sünnet-i müekkededir; orucun değil Ramazan ayının ve vaktin sünnetidir. Onun için, hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar için de teravih namazını kılmak sünnettir.

Peygamber Efendimiz Ramazan’da birkaç gece teravih namazı kıldırmış; daha sonra, teravihte cemaat farz kılınır da müslümanlar onu edaya güç yetiremezler endişesiyle yalnız kılmayı tercih etmiş; fakat, “Kim Ramazan namazını (teravih) inanarak ve sevabını Allah’tan umarak kılarsa onun geçmiş günahları bağışlanır.” diyerek ashabını bu namaza teşvik etmiştir.

Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) bir başka hadis-i şeriflerinde teravih namazı kılmanın önemini ve sünnet olduğunu şöyle ifade buyurmuştur; “Allah Ramazan ayında oruç tutmanızı farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerinde kıyam etmenizi (teravih namazı kılmanızı) sünnetim olarak teşvik ettim. Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihlas ile oruç tutar ve kıyam ederse (teravih namazı kılarsa) günahlarından arınır, annesinden doğduğu günkü gibi tertemiz olur.”

Teravih namazının cemaatle kılınması kifaî sünnettir; yani, bir yerleşim yerinde en az bir mecliste cemaatle teravih namazının kılınması gerekir. İki rekâtta bir selâm vererek ikâme etmek en faziletli olanıdır. Aralarda çeşitli salat u selâmlar, Esmâ-yı hüsnâ ile müzeyyen niyazlar, “hizbu’l-hasin” ve “hizbu’l-masun” gibi dualar okunabilir.

Günümüzde bazıları Hazreti Aişe validemizden rivayet edilen bir hadisi esas alarak teravih namazının sekiz rekat olduğu üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Ne var ki, İbn Abbas (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz’in Ramazan’da yirmi rekât ve vitir kıldırdığını rivayet etmiştir. Dahası, bu hususta sahabe efendilerimizin fiilî icması vardır. Nitekim, teravih namazı Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezheplerine göre yirmi rekâttır. Malikî mezhebinde ise yirmi ve otuz altı rekât olduğu şeklinde iki görüş vardır; yirmi rekât olduğu fikri daha yaygındır. Binaenaleyh, çok yaşlı ve hasta kimseler, sadece sekiz rekata güç yetirebiliyorlarsa, hiç olmazsa o kadarını eda etmeli; ama gücü ve kuvveti yerinde olan mü’minler teravih namazını mutlaka yirmi rekat olarak ikame etmelidirler.

Ulema, teravih namazını Kur’an-ı Kerîm’i en az bir kere hatmederek kılmanın sünnet, birden fazla hatimle ikame etmenin ise bir fazilet olduğunu belirtmişlerdir. Selef-i salihin, Ramazan boyunca teravihte Kur’an’ın hepsini okumuş veya okuyan birinin arkasında namaz kılmışlardır. Ne var ki, daha sonraki dönemlerde cemaatin durumu nazar-ı itibara alınarak, teravih namazını insanları camiden uzaklaştırmayacak bir şekilde kıldırmanın daha uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.

Teravih namazı kılınırken, ister kısa sureler okunsun isterse de hatim takip edilsin, ayetlerin tertil üzere okunması ve namazın da ta’dîl-i erkana riayet edilerek kılınması/kıldırılması gerekir. Yoksa yarış yapar gibi çok süratli bir şekilde ayetleri okumak, rüku ve secdeleri verip veriştirmek kat’iyen doğru değildir. Maalesef, son senelerde halk arasında “jet imam” tabir edilen kimseler türemiştir; teravih namazının ciddiyetine ve sıhhatine dokunacak manzaralar sergilenmektedir. Mü’minler, bu hususta temkinli davranmalı; teravih namazında ayetlerin tertil üzere okunmasına ve ta’dîl-i erkanın gözetilmesine dikkat etmelidirler.

Soru: Kur’an ayında, Kur’an sayesinde yeniden hayat bulabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Bütün bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nûrefşân ikliminde ciddi bir susamışlık içinde Kelam-ı İlahi’den kevser yudumlamaya koşarlar. Çünkü, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir âdet de mukâbeledir.

Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolü için Hazreti Cibril (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) Kur’an âyetlerini Cibril Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.

İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibril-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahürü olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve özellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mükâfatlandırılacağının müjdelenmesi sebebiyle, mü’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı güzel bir adet haline getirmişlerdir.

Selef-i salihin efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu açıdan, Ramazan’ın mübarek günlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’an’ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim için bir başlangıç sayılsın ve hiç değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim.

Aslında, bilmeyenler her zaman onu öğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru öğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu okumayı öğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.

Bu itibarla, Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen öğrenme yolları aramalı; Kelâm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da güzeli, ciddi bir tefsir kitabı mütalaa etmeli ve bu bir ayı gerçekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihin efendilerimize ittibâen, can ü gönülden Kur’an’a yönelmeli, Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açmalı ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Ramazan ve Yumuşayan Kalbler

Soru: Her sene, gökten inen bir sekîne gibi gelip gönüllerimizi yumuşatan, eriten ve belli bir kıvama ulaştıran Ramazan ayını fert ve toplum hayatımız adına kâmil mânâda değerlendirebilmek için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Oruç, iftar, sahur, teravih gibi büyüleyici güzellikleriyle ufkumuzda beliren ve kendine mahsus kutsî bir atmosfer oluşturan Ramazan ayının; gerilimlerin gerilimleri takip ettiği, şiddet ve hiddetin aşırı bir hâl aldığı, zıtlaşmaların marifet görüldüğü ve kitleler arasında ciddî soğukluğun yaşandığı dönemlerde bile ruhların yeniden salâha kavuşması, kalblerin, hislerin ve düşüncelerin selimleşmesi ve her türlü sertliğin, huşunetin yatışması adına apayrı bir tesiri vardır. Zaten sükûnet, yumuşaklık ve letafetin belirgin bir şekilde kendini hissettirdiği bu mübarek aya karşı insanımızın içinde ciddî bir saygı hissinin olduğu bir gerçektir. Bu açıdan şu an biz değişik olumsuzluklarla çepeçevre kuşatılmış olsak da, eğer irademizin hakkını verip gönlümüzü bu kutlu zaman dilimine açabilir, onun bereketine yürekten inanıp tazim ve saygı hisleriyle ona yönelebilirsek; o da bizi kucaklayacak, sağanak sağanak başımızdan aşağı rahmetini boşaltacak, hiddet, şiddet ve öfkelerin önüne geçecek ve böylece toplumda yeniden bir huzur ve sükûnet havası hâkim olacaktır.

Yemek çeşitliliği değil, misafir zenginliği

Bu istikamette yapılması gerekenlere gelince, mesela bir apartman dairesinde ikamet eden insan, komşuları hangi kültür ve anlayışta olursa olsun, birkaç gün öncesinden haber vermek suretiyle onları iftar sofrasına davet edip elinden geldiği ölçüde centilmenlik ve civanmertliğini sergileyebilir. Hatta yemek yedirdikten sonra bir de, "Siz buraya gelerek yemeğimizi yeme zahmetine katlandınız. Kabul buyurursanız bu da diş kiranız." diyerek öncesinde onlar için hazırladığı küçük bir hediye takdim edebilir. İmkân varsa, bilhassa çoluk çocuklarına hediyeler vermek suretiyle o masum yavruların gönülleri hoş edilebilir. Aynı şekilde bir devlet okulunda öğretmen olan, bir üniversitede hocalık yapan veya daha başka bir kurumda çalışan insan da, kesim farkı gözetmeksizin herkese evini açıp iftar sofrasını paylaşmak suretiyle içtimaî barışa katkıda bulunabilir.

Biz bu bereketli ve nurlu ayı öyle değerlendirmeliyiz ki, misafirin bulunmadığı hiçbir iftar soframız olmamalıdır. Evet, iftar sofraları yemek zenginliğinden daha ziyade misafir çokluğu ve çeşitliliğiyle zenginleştirilmelidir. Bildiğiniz üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);

طَعَامُ الإثنينِ كافي الثَّلاثَةِ، وَطَعَامُ الثَلاثَةِ كافي الأَربعَةِ
"İki kişilik yemek üç kişiye, üç kişilik yemek de dört kişiye yeter."

(Buhârî, Et`ime 11; Müslim, Eşribe 179) buyuruyor. Bu açıdan, kendine mahsus apayrı bir bereketi bulunan Ramazan ayında misafirin çokluğundan endişe edilmemelidir.

Böyle bir hareket tarzı farklı kesimler arasındaki uçurumların kapanması, önyargıların aşılması adına önemli bir diplomasi yoludur. Hakikaten güç ve kuvvetle halledilemeyen, mekanize birliklerle başa çıkılamayan pek çok problem bu yolla çözülebilir. Evet, siz gönlünüzü herkese açar, insanlığınızla muhataplarınızın kalbine girer, gönlünüzde herkesin oturabileceği bir yer hazırlar ve böylece gönülleri arkanıza alırsanız, hakkından gelinemeyen kinlerin, nefretlerin, gayz ve öfkelerin, kan dökmelerin, cana kıymaların da önü alınmış olacaktır. Hem insanlık tarihi boyunca hiçbir zaman tehditle problemlerin çözüldüğü, sıkıntıların hallolduğu görülmemiştir. Bilakis tehditler karşısında insanların hışımları daha bir artmış ve kendilerince daha bir hararetle tahrip eksenli yapılanmaya gitmişlerdir.

Bir atasözünde ifade edildiği gibi bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır. Dolayısıyla bizim vereceğimiz bir iftarın da kırk yıl hatırı olacaktır. Bu açıdan geriye dönüşü çok farklı olan böyle bir civanmertlik mutlaka yerine getirilmelidir. Bilemiyoruz, belki de Ramazan'ın ayrı bir bereketi de işte buradadır. Yani biz, oruç tutarak, teravih kılarak uhrevî mükâfatlar elde edebileceğimiz gibi, bir de insanların gönlüne girmek suretiyle apayrı bir kazanç yaşarız.

Gönüllerde yankılanan gökler ötesinin sesi

Öte yandan dünyanın dört bir bucağında insanlığa hizmet etme yolunda koşturan hizmet erleri de, gönüllere girme adına Ramazan'ı çok önemli bir vesile olarak değerlendirebilirler. Nasıl ki kurban bayramında kesilen kurbanlar ülkemizdeki fakir insanlardan başlamak üzere, Asya'dan Afrika'ya dünyanın dört bir bucağına götürülmek suretiyle milletimizin civanmertliği ve hiss-i semahati ortaya konuldu ve böylece kurban vasıtasıyla gönüller fethedilmeye başlandı ve aynı zamanda bununla güven kaynağı bir milletin var olduğuna dair onlardaki güven duygusu harekete geçirilmiş oldu. Aynen öyle de, Ramazan ayında iftar ve sahur kapıları herkese açılmak suretiyle bir Ramazan seferberliği başlatılıp nice gönüller kazanılarak bu mübarek ay Allah'ın hoşnut olacağı bir keyfiyete ulaştırılabilir. Zira özellikle yurtdışında iftar veya sahura davet edilen misafirler, bu türlü faaliyetlerden öyle etkileniyorlar ki, onların intibalarını dinlediğinizde yapılan işin ehemmiyetini daha iyi anlıyorsunuz. Mesela iftar öncesi okunan ezanlar onlara sürpriz bir ses olarak oldukça orijinal geliyor ve onu çok cazip buluyorlar. Dolayısıyla da muhataplarımızı kendi güzelliklerimiz ve kendi zenginliklerimizle tanıştırma adına böyle bir imkânın en iyi şekilde değerlendirilmesi gerekir.

Yapılan bütün bu faaliyetler muhatapların gönüllerinde belki sadece Müslümanlığa sempatiyle bakmalarını netice verecektir. Fakat bu durum bile, kanaatimce kesinlikle hafife alınmamalıdır. Kim bilir belki de her şeyi ter u taze duyan o insanlar, zamanla İslâm'ın güzelliklerini daha farklı hissedecek ve birdenbire dikey olarak kendi arş-ı kemalâtlarına yükseleceklerdir. Bu açıdan böyle bir neticenin hâsıl olması adına bir kere iftar verme değil, onların önüne günde üç dört defa sofralar serilse değer, zannediyorum.

Çağımızın insanı maalesef Müslümanlığın güzelliklerinden mahrum yaşadılar. Görmediler müslümanca tavır ve davranışları. İşte bizim en önemli vazifemiz aile yapımızla, anne, baba ve evlat münasebetlerimizle, davetlerimizle, centilmenliğimizle onlara hakiki Müslümanlığı göstermektir. Eğer birileri Müslümanları "öcü" gibi görüyorlarsa, bunu izale etmenin yolu, onlarla içli dışlı olmaktan geçer. Bu sebeple de Ramazan-ı Şerif'te Müslümanlar, bulundukları konum neyi gerektiriyorsa, akıl, mantık, muhakeme ve istişareyle hareket ederek makul bir şekilde bu işi realize etmeye çalışmalıdırlar.

Hiçbir amel Ramazan'daki amelin boşluğunu dolduramaz!

Cenâb-ı Hakk'ın birer mükellefiyet olarak bize farz kıldığı ibadetler, eda keyfiyetimize göre farklı birer mahiyet kazanarak, Allah nezdinde bizim için şahitlik yapacaktır. Biz bu gufran ayını ne kadar memnun edersek onun şahadeti de o istikamette gürül gürül olacaktır. İyi değerlendirilebildiği takdirde Ramazan-ı Şerif bizden ayrılıp gittiği zaman lehimize şehadet edecek, belki bizim reyyana namzet olduğumuzu ifade edecektir. Bu açıdan biz Allah'ın hakkımızda takdir buyurduğu ibadetlere saygı göstermeli, onları aziz bilmeli ve azami derecede onları değerlendirme gayreti içinde olmalıyız.

Ayrıca insan ahirette Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimetlerin hangi amellerinin mükâfatı olduğunu bilecektir ki, bu da o insana, nimetin kendisi kadar haz verecektir. Belki de mazhar olduğu bu nimetler karşısında şöyle diyecektir: "Çok şükür Rabbime! Evvela beni amelle şereflendirdi, şimdi de onun mükâfatıyla şereflendiriyor." Evet, insan orada, tuttuğu oruçlarını ağzıyla, burnuyla, kulağıyla tanıyacak. Aynı şekilde aç ve susuz kalmasını, teravihteki yorulmalarını, sahura kalkma heyecanlarını, iftardaki izaz ve ikramlarını öbür âlemin hususiyetleri içinde tanıyacak ve bunların hazzını yaşayacaktır.

Kimi ibadet ü taat, derinliğini bilhassa zarfından alır. Ramazan ayında yapılan ibadet u taat de böyledir. Bu itibarla Ramazan ayında yapılan ameller ayrı bir kıymete ulaşacaktır. Bu ayda insanlar çok farklı şekilde Allah'a yaklaşırlar. Bu ayda tutulan orucun sevabına hiçbir oruç yetişemez. Başka gecelerde kılınacak yirmi rekât namaz da, teravihin yerini tutamaz. Aynı şekilde Ramazan'ın dışındaki gecelerde yapılan sahurlardan da Ramazan'daki sahurun sevabını alamazsınız. Keza Ramazan dışında iftar vaktindeki ezan bekleyişleriniz de Ramazan'a denk olmaz. Kısaca başka zamanlarda yaptığınız amellerle, kesinlikle Ramazan'da ulaştığınız mükâfata ulaşamazsınız. Hiçbir amel onun geride bıraktığı boşluğu dolduramaz. İşte bu sebepledir ki bu hakikati vicdanında derinlemesine duyan samimi mü'minler bu ayın gitmesiyle birlikte ciddi bir hicran duyar ve bir sonraki Ramazan'a kadar da onun hasretini çekerler. Bilemeyiz, belki de onların bu hasreti onlara ayrı bir Ramazan sevabı kazandırır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

 

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.