• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Neylerse Güzel Eyler...

Soru: Bazı eserlerde "Elhayru fî mahtârahullah" ifadesi mühim bir hakikat ve önemli bir sır olarak nazara veriliyor. Bu sözün manası nedir? Sebepleri yerine getirme ve tevekkül etme esasları açısından bu kaideyi değerlendirir misiniz?

"Elhayru fî mahtârahullah" sözü, "Hayır, Allah Teâlâ'nın ihtiyar buyurduğu (seçtiği) husustadır" manasına gelir; Cenâb-ı Hak kullarını neye sevk ederse etsin ve nasıl bir neticeye ulaştırırsa ulaştırsın, O'nun takdîrinin her zaman en isabetli, bereketli, faydalı, sevaplı ve akıbet itibarıyla da en hayırlı tercih olduğunu hatırlatır.

Allah Bilir, Siz Bilmezsiniz

Evet, insan şart-ı âdi planında bir irade sahibidir; yani, Allah (azze ve celle) kuluna, iki şeyden herhangi birini seçme söz konusu olduğunda bir cehd ve gayret ortaya koyma, bir çeşit eğilim veya eğilimde tasarruf ile bir hususu tercih etme, bir şeyi isteme ve dileme kâbiliyeti vermiştir. Bu irade kâbiliyetinden dolayıdır ki, insan bazı hususları iyi ya da kötü, güzel veya çirkin, faydalı yahut zararlı görebilir ve birkaç şey arasından birini seçebilir. Fakat, bazen insan seçiminde isabetli olamaz ve beklemediği, istemediği bir netice ile karşılaşabilir. İşte, "Elhayru fî mahtârahullah" hakikati, insanın kendi arzularına başkaldırmasını, her meselede Hakk'ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek her yerde ve her durumda O'nun takdîrine razı olmasını ifade eder.

Bu sözün Peygamber Efendimiz'in mübarek dudaklarından döküldüğünü söyleyenler ve onu hadis olarak rivayet edenler de olmuştur; fakat, muhaddisler bu şekilde bir hadis-i şerife rastlamadıklarını belirtmişlerdir. Öyle de olsa, bu cümle çok şümullü bir hakikatin ifadesidir. Bazı alimlerin, değişik ilâhî ve nebevî emirlerden süzerek bu türlü disiplinler ve genel kaideler ortaya koydukları malumdur. Bu açıdan, kelimesi kelimesine Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'den rivayet edildiğine dair sağlam bir bilgi mevcut olmasa bile, bu söz, manası ve mefhumu itibarıyla Allah Rasûlü'ne nispet edilebilir.

Allah Teâlâ'nın takdîrinin her zaman kul için en hayırlı seçim olduğunu vurgulayan bu câmi' beyan, bazı kitaplarda küçük kelime farklılıklarıyla zikredilegelmiştir. Genellikle "Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur. Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir. Netice itibarıyla neyin hayır ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216) meâlindeki ayet-i kerimenin bir meyvesi olarak değerlendirilmiştir.

Müdafaa Harbi

Bu ayette, mü'minlere farz kılındığı belirtilen savaşı, tekvînî emir olarak ele alabilirsiniz. Yani, bu beyân-ı ilahî öncelikle Ashâb-ı kirâma, sonra da bütün inananlara diyor ki: Siz müslüman olduğunuz ve dininize bağlı kaldığınız sürece şeytan ve onun insî-cinnî avenesi sizi asla rahat bırakmayacak ve her fırsatta düzeninizi, huzurunuzu bozmaya çalışacaklar. Siz kavgaya hiç yanaşmasanız ve asla savaş istemeseniz bile her devirde bazı kimseler karşınıza dikilecek, sürekli kavga bahaneleri arayacak ve sizi harbe sürükleyecekler. Mesela; siz Medine'de huzur içinde otururken ve bütün Arap yarımadasına barış, emniyet ve asayiş mesajları verirken, düşmanlığa kilitlenmiş bazı kimseler sizin ticaret kervanlarınıza saldıracak, mallarınızı gasp edecek ve adamlarınızı öldürecekler. Hatta bunlarla da yetinmeyecek Medine'yi kuşatacak ve evinizin önüne kadar gelip size meydan okuyacaklar. Bedir'de, Uhud'da onları püskürteceksiniz; en az zararla o savaş belasını savmaya çalışacaksınız; fakat, onlar yine rahat durmayacak, tekrar hücum edecek ve bu defa da sizi şehrin etrafında hendek kazma mecburiyetinde bırakacaklar.

Siz dininizi, neslinizi, yurt ve yuvanızı müdafaadan başka bir şey düşünmeyeceksiniz; fakat, savaş istemeseniz de zaman zaman mukaddesâtınızı koruma ile karşı karşıya kalacak ve hiç olmazsa savunma harbi yapacaksınız. Hiç kan dökülmemesi, hiç kimsenin ölmemesi sizin her zamanki ilk tercihiniz olacak ama kutsal saydığınız değerleri, vatanınızı ve milletinizi muhafaza etme yolunda mücahededen de kaçmayacaksınız. Gerekirse, Çanakkale'yi kana bulayan düşmana karşı dini-diyaneti, vatanı-milleti, topyekün Anadolu'yu müdafaa etme uğruna çoluğu-çocuğuyla, genci-ihtiyarıyla ikiyüz elli bin insanın şehadet şerbeti içmesine katlanacaksınız.

Evet, yeryüzünde kin, nefret ve düşmanlık hislerine yenik kimseler mevcut olduğu sürece savaşlardan ve çarpışmalardan uzak kalmanız neredeyse imkansızdır. Hoşunuza gitmese de savaşmak mecburiyetinde kalacağınız zamanlar olacaktır. İşte, bu gerçeği ifade sadedinde, savaşın farz kılındığı bildirilmiş ve böylece harp bir tekvînî emir şeklinde nazara verilmiştir. Daha sonra da, "Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur." hakikati dile getirilmiştir.

Hoşunuza Gitmese de...

Müslümanlar, ilk günden itibaren hiçbir zaman savaş başlatan taraf olmamış, sürekli sulh aramış ve barış atmosferini korumak için gayret göstermişlerdir. Fakat, buna rağmen, bazen hücum eden düşman karşısında savunma harbi yapmak zorunda kalmış; kavga, çatışma, kan dökme hoşlarına gitmese de Cenâb-ı Hakk'ın takdirine rıza göstererek ve akıbetin hayır olmasını O'ndan niyaz ederek mecburen savaşmışlardır.

Mesela; Allah Rasûlü ve arkadaşları Mekke'den uzaklaştırılırlarken, mallarını mülklerini, bütün servetlerini Mekke-i Mükerreme'de bırakmışlardı. Çok geçmeden de, Mekkeliler, Müslümanların gözleri önünde, bu malları develerine yükleyip, Şam ve Yemen taraflarına götürüp satmaya başlamışlardı. Bir gün, Medine civarından geçmesi beklenen Kureyş kervanındaki malların kendilerine ait olduğunu öğrenince, Muhacir efendilerimiz onları takip edip kendi mallarını almaya niyetlenmişlerdi. Dolayısıyla, Bedir savaşı öncesinde yola çıkan müslümanların hedefi Kureyşlilerin ticaret kervanı idi. Ashâb-ı Kiram, Medine'den ayrılırlarken silahlı bir orduyla değil, kendi mallarını satmaya götüren bu kervanla karşılaşmayı umuyorlardı.

Ne var ki, Allah Teâlâ hadiseleri evirip çevirdi ve neticede onları Kureyş ordusuyla karşı karşıya getirdi. Zâhiren bu savaş şer gibi görünüyordu; Ashab efendilerimiz de istemeyerek harbe tutuşmuşlardı. Fakat, Cenâb-ı Hak, onlara sistemli savaşı öğretecek, onların yetişmelerini sağlayacak ve sahabeyi ilerideki muhtemel daha büyük gâileler karşısında hazırlıklı hale getirecekti. O güne kadar, o yörede sadece vur-kaç savaşı yapılıyor, yalnızca gerilla taktikleri biliniyordu. Kabile hayatı yaşayan ve kavgalarını kabile çapında veren kimseler sistemli ordular ve mekanize birlikler karşısında tutunamaz, büyük devletlerle yüz yüze geldikleri zaman onlarla savaşamazlardı. Sasani Devleti'nin ya da Roma İmparatorluğu'nun düzenli orduları kapılarına dayandıkları vakit onlarla asla başa çıkamazlardı. Bu itibarla da, onların ciddi bir eğitimden geçirilmeleri lazımdı.

İşte, başlangıçta Ashâb'ın hoşuna gitmeyen savaş, Cenâb-ı Hakk'ın inayetiyle onlar hakkında büyük hayırlara vesile olmuştu. Allah Teâlâ, ilk müslümanları feleğin çemberinden geçire geçire kuvvetlendirmiş, yetiştirmiş ve kıvama erdirmişti. Dahası, kazanılan zafer, bütün Arap yarımadasında yankılanmış ve böylece İslâm'ın tanınması yolunda önemli bir adım atılmıştı. Rahmeti Sonsuz onlara hadiselerin diliyle, "Sizin yaptığınız tercih nerede, Benim sizin hakkınızdaki takdir ve tercihim nerede?!." demiş ve ticaret kervanındaki mallara bedel onlara beklentilerinin çok üstünde bir muvaffakiyet nasip etmişti. "Netice itibarıyla neyin hayır ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz." gerçeğini mü'min gönüllere bir kere daha duyurmuş ve onları murad-ı ilâhîye teslim olmaya çağırmıştı.

Nefsanî Arzular ve "Zorluk Ordusu"

Cenâb-ı Hak, söz konusu ayet-i kerimede "Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur." dedikten sonra "Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir." buyurmuştur. Evet, yeme-içme, gezip tozma, gülüp oynama ve yan gelip yatma gibi şeyler nefsin hoşuna gider. Kalb ve ruh terbiyesi almamış kimseler, bunlarla oyalanmak varken, ibadet etmeyi ve i'lâ-yı kelimetullah yolunda mücahedeyi hiç istemezler.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Tebük'e giderken münafıkların hemen hepsi sefere katılmaktan yüz çevirmiş ve ağaçların meyve verdiği o dönemde, bağ ve bahçelerinde oturmayı tercih etmişlerdi. Tebük, Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine-i Münevvere ile Şam şehrinin ortasında bir yerin adıdır. Heraklius'un, müslümanları kılıçtan geçirmek için kırk bin kişilik orduyu yola çıkardığı haberi üzerine Allah Rasûlü sefer kararı almıştı. Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve düzenli bir orduya sahip güçlü bir düşmana karşı savaşılacak olması gibi hususlar bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Münafıklar, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat etmeyi hoş görmemişler, savaşa katılmamak için Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'den izin istemişler ve müslümanlara "Bu sıcakta savaşa çıkmayın!" deyip onları da caydırmayı denemişlerdi. Allah Teâlâ, "De ki: Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız?" (Tevbe, 9/81) buyurarak onların nasıl bir yanlışlık içinde olduklarını nazara vermişti ama münafıklar hoşlarına giden yolda yürümeyi bırakıp Cenâb-ı Hakk'ın muradını gerçekleştirmeyi hiç düşünmemişlerdi. Maalesef, müslümanlardan üç kişi de kendi haklarında şer gibi görünen bir şeyden kaçıp nefislerine cazip gelen şıkkı ihtiyar ederek geride kalanlar arasına katılmışlardı.

Evet, bazen insan rahat, tenperverlik, yuvaya düşkünlük, makam sevdası ve sadece dünya hesabına mutlu yaşama gibi nefsin hoşuna giden, bedene ve cismaniyete bakan şeylere müptela olur. Fakat, bunlar çok defa insan için öldürücü birer hastalık halini alır. Bunlara alışan kimseler çok basit sıkıntılar ve en küçük hırpalayıcı hadiseler karşısında bile dayanamazlar; sarsılır ve yıkılır giderler. Bu itibarla, bir müslümanın rahatlık, haneperestlik ve lüks yaşama gibi herhangi bir tiryakiliği olmaması gereklidir. Hatta o, günde üç öğün yemek yeme ya da belli vakitlerde çay içme gibi masumâne kabul edilen tiryakiliklerden de uzak durmalıdır. Bilmelidir ki; Cehennem yeme, içme, yatma, nefsin hoşuna giden her şeyi elde etme ve cismaniyet itibarıyla tatmin olma gibi insanın arzularına seslenen alışkanlıklarla sarılıdır; Cennet ise, ibadet etmek, i'lâ-yı kelimetullah vazifesinin hakkını vermek, mücahedede bulunmak ve Allah yolunda her türlü zorluklara katlanmak gibi zâhiren kerih görünen şeylerle kuşatılmıştır.

Bu açıdan, insan, hoşuna gitsin gitmesin, her meseleyi dini ölçülere göre ele almalı; her hadiseyi "Hayır, Allah Teâlâ'nın ihtiyar buyurduğu şeydedir" hakikati zaviyesinden değerlendirmeli ve her zaman Cenâb-ı Hakk'ın tercihi istikametinde tercihte bulunmalıdır. Sebeplere riâyet ettikten sonra neticeyi Allah'ın takdirine bırakmalı; kendisiyle alâkalı tasarruflarında Rahmeti Sonsuz'a inanıp O'na güvenmeli ve O'nun yaptığı her şeyden hoşnut olmalıdır. Evet, kader rüzgârları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla karşılamak ve her hadiseye "Bunda da bir hayır vardır; bu da geçer!" inancıyla yaklaşmak mü'min olmanın gereğidir.

Tevekkül, Teslim, Tefviz ve Sika

Aslında, hadiseler karşısında böyle bir tavır sergileme, netice itibarıyla saadet-i dâreyne ulaşmanın da yoludur. Nitekim, Üstad hazretleri, "İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder." buyurmuştur. Sofilerin yaklaşımına göre, bu yolun sonunda "tefviz" ve "sika" karargahları vardır. Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde genişçe üzerinde durulduğu gibi, Allah'a güven ve itimat ile başlayıp, kalben her türlü beşerî güç ve kuvvetten teberri etme kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz'a havale edip vicdânen tam bir itmi'nana ulaşma ile sona eren rûhanî yolculuğun başlangıcına "tevekkül", az ötesine "teslim", iki adım ile­risine "tefviz" ve son durağına da "sika" denilegelmiştir.

İşte, "Elhayru fî mahtârahullah" ifadesi, her şeyi bütün bütün Allah'a havale edip, yine her şeyi O'ndan bekleme makamı sayılan "tefviz"in hulâsasıdır. Tefviz, esbap ve tedbire takılmamanın unva­nıdır ve haslar-üstü haslara mahsus bir hâl veya makamdır. Tefviz semasında seyahat eden hak yolcuları, zâhiren tedbir ve sebeplerle meşgul olsalar da, bu iştigal sırf esbap dairesinde bulunmalarının gereğidir. Onların hadiseler karşısındaki mülahazalarını İbrahim Hakkı hazretleri "Tefviznâme"sinde şöyle dile getirir:

"Hak şerleri hayreyler,
Sen sanma ki gayreyler,
Ârif ânı seyr eyler.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Sen Hakk'a tevekkül ol,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler."

Esbaba takılmayacak insanlar, o sebeplerin tesir etmeyeceğini bazen basarla bazen de basiretle görür, her şeyi sır ufkundan temaşa eder ve meselelere hafî yamaçlarından bakarlar. Hadiselerin önü ve arkası onların gözlerinin önüne serilir de Cenâb-ı Hakk'ın takdir ettiği hususları ayan beyan müşahede etmeleri itibarıyla sebeplere riayeti fazlaca önemsemezler.

"Zalimler için yaşasın Cehennem!"

Hatta, o ufkun insanları, bazen tedbiri ve sebepleri hiç kâle almayabilirler. Mesela, Hazreti Üstad, hakkında ölüm kararı verilmesini beklediği ya da idam sehpasına yürüdüğü bir anda "Müsaade ederseniz vakit namazımı kılmak istiyorum" diyecek kadar korkusuzdur; tehditler onun tavırlarında herhangi bir değişikliğe sebebiyet veremez. Divan-ı Harb-i Örfî'de yargılanırken mahkeme başkanı Hurşit Paşa'nın ithamlarına cesurca cevaplar vermiş, idamının istenmesine rağmen özür dileyici bir hal sergilememiş; hep dik durmuş, ölüme yürürken bile hak ve hakikati seslendirmiştir. Beraat kararından sonra da mahkemeye teşekkür etmeyi bile tenezzül sayarak, yolda Beyazıt'tan tâ Sultanahmet'e kadar, kendisini takip eden kalabalık bir halk kitlesinin önünde, "Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!" nidalarıyla ilerlemiştir. Evet, onun Allah'a itimadı tamdır ve o Cenâb-ı Hak'tan gelen her şeye razıdır; tavır ve davranışları da ihraz ettiği bu ufkun sesi-soluğudur.

Şu kadar var ki, bazı durumlarda da olsa sebepleri görmezlikten gelme ve tedbire takılmama herkes için geçerli bir husus değildir; bu mesele subjektiftir ve erbabına aittir. Dahası, tefviz ufkunun kahramanlarından birine gidip deseniz ki, "Siz kendi hakkınızda takdir ettiğiniz ve teslim, tevekkül, tefviz mertebelerinin cilveleri saydığınız esbap üstü bazı şeyleri bize de tavsiye eder misiniz?" Şayet, muhatabınız Rasûl-ü Ekrem'in (aleyhissalâtü vesselam) sâdık bir temsilcisi, sünnet-i seniyyenin objektif bir tebliğcisi ise, "Bunlar bizim ufkumuzu aşan meseleler, bize göre değil böyle şeyler. Bunlar, fiziğin yanında metafiziği de gören, nazarları ile bu âlemi delip öbür âlemleri de müşahede eden, ihsan şuurunun zirvelerinde gezen özel donanımlı Hak erlerine ait hususiyetler." der.

Öyle büyükler vardır ki, hayatlarında hiç ilaç kullanmamışlardır; fakat, ilaç kullanan kimselere de kat'iyen "kullanma" dememişlerdir. Hiç hekime gitmemişlerdir ama hiç kimseye "hekime gitmeyin" gibi bir tavsiyede de bulunmamışlardır. Kendi seviyeleri açısından, hekimi ve ilacı bile tefviz anlayışına zıt bulsalar da, başkalarına hitap ederken meseleyi avam (hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan kimseler) açısından ele almış ve "Doktora gitmeli, ilaç kullanmalı; bunları şart-ı âdi planında birer vesile bilmeli; fakat, doktora ve ilaca güvenmemeli, şifayı Allah Teâlâdan istemeli!" ihtarını da ihmal etmemişlerdir.

Tefviz burcunun üveyklerinden, Hüccetü'l İslam İmam Gazzali, İhya-u Ulumi'd-din adlı eserinin başında ilimleri ikiye ayırmış; Kitap, Sünnet, İcmâ ve sahabenin yolunu takip vesileleri olan Kelam, Fıkıh, Fıkıh Usulü, Hadis, Tefsir gibi "dini ilimler"in yanı sıra, "aklî ilimler"den de bahsetmiş ve bunlardan, dünya işlerini düzene koyacak, insanların sıhhatini koruyacak ve ihtiyaçlarını cevaplandıracak tıp ve hesap ilmi gibi ilimleri farz-ı kifaye olarak saymıştır. Demek ki, o ulu kâmet, kendi hakkında ne takdir ederse etsin, nasıl düşünürse düşünsün ve şahsî tercihlerini hangi istikamette kullanırsa kullansın, halka hitap ederken onların seviyesine göre konuşmuştur. Bu itibarla, avamdan bir insanın, o makama ve o ufka ait şeyleri seslendirmesi sun'î ve yalan olur; esbabı görmezlikten gelmesi büyük yanlışlıklara kapı açar. İnsan, makamı ve seviyesi ne ise, nerede duruyorsa, işte ona göre davranmalı ve konumunun hakkını vermelidir.

Tevekkülün Esasları

Bu mevzuda objektif ve herkes için geçerli olan esas, sebepler dairesinde yaşadığımızdan dolayı esbâba arızasız riâyet edip, sonra da Kudreti Sonsuz'un üzerimizdeki tasarrufunu intizar etme şeklinde özetleyebileceğimiz "tevekkül" çizgisine ulaşmaktır. Sebepleri yerine getirmekle beraber onlara tesîr-i hakikî ver­meme ve neticeyi Cenâb-ı Hak'tan bekleme mü'mince bir davranıştır. Mesela, tarlanın bakımını yapma, zamanı gelince tohum ekme, ihtiyaca göre sulama, gerekiyorsa haşerelere karşı ilaçlama... gibi yapılması icap eden işleri eksiksiz yapma esbabı gözetme ve ürün almanın altyapısını hazırlama demektir. Bunları hazırlarsanız, Cenâb-ı Hak âdet-i ilahiye açısında çok defa bol semere lutfeder. Fakat, bütün sebepleri yerine getirmiş olmanıza rağmen, Rezzâk-ı Hakikî bazen beklediğiniz rızkı vermeyebilir de. Bakarsınız ki, onca emeğiniz –zahiren- boşa gitmiş, tarlanızdan hiçbir ürün çıkmamış; ya da tam hasat mevsiminde tarlanızı dolu vurmuş veya bir sel gelmiş, her şeyi alıp götürmüş. İşte, böyle bir ihtimale de açık durmak, semereyi Cenâb-ı Hak'tan beklemek, hakkınızda takdir buyurduğuna karşı gönül hoşnutluğuyla mukabelede bulunmak ve "Muhakkak bunda da bir hayır vardır" demek "Elhayru fî mahtârahullah" hakikatine inanmanın, Allah'a tevekkül etmenin ve O'nun muradına teslim olmanın tezahürüdür.

Bu meseleye diyalog ve eğitim faaliyetleri zaviyesinden de şu şekilde yaklaşabilirsiniz: Siz biricik sevda bildiğiniz Allah'ın rızasını elde etmek için nam-ı celil-i ilahîyi herkese duyurma vazifesini omuzunuza almış, bir bayrak taşıyor gibi hiç durmadan soluk soluğa koşuyorsunuz. Koşarken zülf-ü yâre de ağyare de dokunmamaya dikkat ediyor, hiç kimseyi rahatsız etmemeye özen gösteriyor ve kimseye ilişmiyorsunuz. Hatta tavırlarınız, davranışlarınız ve sözlerinizle yarınlar adına da hiç kimseye ilişmeyeceğiniz teminatını veriyorsunuz. En masum hallerinizin dahi yanlış anlaşılabileceği ihtimaline binâen tir tir titriyor ve hür iradenizle kendi hareket alanınızı daraltıyorsunuz; dahası başkalarını vehim ve endişelere sevketmemek için bazen en tabiî haklarınızı bile kısıtlıyorsunuz. Fakat, her şeye rağmen, paranoya yaşayan bir kısım kimseler, "Bunlar şimdi böyle görünseler de yarın ne olacakları belli değil" diyorlarsa; hatta "Hâl-i hazırdaki durumları elli sene sonrası için de teminat sayılsa bile altmışıncı senede ne yapacaklarından ve nasıl davranacaklarından emin olamayız" türünden sözlerle paranoyalarını seslendiriyorlarsa ve bundan dolayı da sizi yakın takibe alıyor, üzerinize mercek koyuyor, bazı güzel işlerinizi sabote ediyor ve hizmetlerinize zarar veriyorlarsa, bu türlü durumlarda da esbaba riayet etmiş olmanın huzuru içinde Cenâb-ı Hakk'a tevekkül etmek ve O'nun takdirine teslim olmak lazımdır. Şayet, "Ben şunu yaptım, şunu yaptım, şunu da yaptım; daha ne istiyorlar, neden hâlâ anlamıyorlar" derseniz kadere taş atmış ve Allah'ın takdirine razı olmamış sayılırsınız.

Evet, tedbirde ve sebeplere riayette hiç kusur etmeseniz bile, iman ve Kur'an hizmetiyle alâkalı bazı meselelerde de bir kısım sıkıntılarla karşılaşmanız normaldir. Bunlar, ya birer imtihan olarak sizi ibadetlerle ancak elde edebileceğiniz mertebelere ulaştırır, ya da size "Dünyada tatmaya izin var ama doymaya izin yok" mülahazasını hatırlatır, bu âlemin zevk u sefa yeri olmadığını, imtihan yurdunda yaşadığınızı ihtar eder.

Musibetlerin En Şiddetlileri

Zaten, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), "El-mü'minü belviyyün - Mü'minin başından bela hiç eksik olmaz" diyerek iman yolunun muhtemel meşakkatlerine dikkat çekmiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, belâların en şiddetli olanlarına başta peygamberlerin sonra da derecelerine göre Allah'a en yakın kulların maruz kaldıklarını belirtmiştir. Bu hususa işaret eden hadis-i şerifin sonunda "Herkes imanının kuvvetine göre belalara uğrar. Şayet insanın imanı sağlam ve güçlü ise ona gelen belalar şiddetli olur; fakat, kulun imanı zayıfsa onun maruz kalacağı belalar da o nispette hafif olur." buyurulmuştur. İmanı güçlü olan bir insan çok çetin musibetlerle imtihan edilse bile, her türlü meşakkate katlanır; her şeye rağmen, "iman, teslim, tevekkül" der, saadet-i dareyne yürür. İmanı zayıf kimseye gelince, Allah (celle celaluhu) onu ağır imtihanlara maruz bırakmaz; çünkü o, elde ettiği küçük bir seviye varsa, ağır bir imtihanda onu da kaybedebilir ki, Rahmeti Sonsuz, kulunu öyle bir sû-i akıbete uğratmaz. Bu açıdan, adeta imanın gücü ve Allah'la irtibatın kuvveti ölçüsünde bela ve musibetler de şiddetli ya da hafif gelir insanın üzerine. Muhammed Lutfî Hazretleri,

"Ezelden âdet-i Mevlâ dostuna
Sevdiği kulunu mübtela eyler
Alınca abdini kerem destine
Anı bin dert ile ibtila eyler."

diyerek işte bu hakikati dile getirmiştir.

Hâsılı, insan her meselede sebeplerin gereğini yaptıktan sonra Allah'a tevekkül etmeli, hakikî tesiri ve neticeyi Cenâb-ı Hak'tan beklemeli, akabinde de başına ne gelirse gelsin "Elhayru fî mahtârahullah" deyip takdir-i ilahiye teslim olmalıdır. Allah'ın kaza, takdir ve muâmelelerinin zahirî acılık ve sertliklerine katlanıp her şeyi gönül rahatlığıyla karşılamalı, dûçar olduğu musibetleri kaderin tecellilerini düşünerek iç hoşnutluğu ile ahiret hesabına değerlendirmeli ve her zaman "Hayır, Allah Teâlâ'nın ihtiyar buyurduğu husustadır" mülahazasıyla dopdolu olarak hâlis bir kul tavrı ortaya koymalıdır.

Nikbin, Bedbin ve Hakikatbin

Soru: Hâdiseler karşısında mutlak nikbinlik veya mutlak bedbinlik ne ölçüde doğrudur? Bu hususta mü'mince tavır nasıl olmalıdır?

Nimetleri Kelam-ı Nefsîyle Seslendirme

Soru: Tahdis-i nimet ne demektir? Kelam-ı nefsî ile tahdis-i nimet nasıl olur?

Cevap: Tahdis-i nimet, insanın, Cenâb-ı Hak tarafından kendisine bahşedilen lütuf, ihsan ve nimetleri şükür mülahazasıyla dile getirip seslendirmesi demektir. Başka bir ifadeyle, o, niam-ı ilâhîyi, fahir malzemesi olarak kullanmamak; ancak onları görmezlikten gelme gibi bir hatanın, bir nankörlüğün içine de düşmemektir. Bu da, ihsan ve ikramları inkâr etmeksizin, o nimetleri gerçek Sahibine vermekle olur. Yani insanın "Mazhar olduğum bütün bu nimetler; havl ve kuvvetiyle bana lütuflarda bulunan, bana iş yapma istidadı veren, ümit, aşk ve iştiyakla kuvve-i mâneviyemi takviye eden, beni isabetli yollara yönlendiren, hak ve hakikate hidayet buyuran Zât'a aittir." mülâhazalarıyla hareket etmesidir. Bu düşüncenin kaynağı ise Duhâ sûresinde Resûl-i Ekrem Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem), hitaben buyrulan;

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ

"Şimdi gel Rabbi'nin nimetini anlat da anlat!" (Duhâ sûresi, 93/11) âyet-i kerimesidir.

Duhâ Sûresinde Zikredilen Hususî Nimet ve Lütuflar

Cenâb-ı Hak, Duhâ sûresinin başından itibaren Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) üzerindeki hususi nimet ve lütuflarını tadat buyurmuş, sûrenin sonundaki mezkûr âyetle de, O'ndan bu nimetleri yâd edip dile getirmesini istemiştir. Sûreye, Güneş'in yükselip parlak hâline ulaştığı kuşluk vaktine yemin edilerek başlanmış, ardından da tamamen kararıp sükûna erdiği esnadaki geceye yemin edilmiştir. Kuşluk vaktine kasem edildikten hemen sonra gecenin en karanlık anına yemin edilmesi, üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Zira karanlığın zirvede olduğu nokta, aydınlığa açılma ufkudur. Evet, bu an, aydınlığın rampası, limanı veya meydanı gibidir. Ortalığı kaplayan o koyu karanlık şafakla yırtılacaktır. Her ne kadar bu en karanlık anın akabinde bir fecr-i kazip zuhur etse de, Üstad Hazretlerinin yaklaşımıyla fecr-i kazip fecr-i sadığın en sadık emaresidir. Çünkü ondan sonra mütemadi gece sona erecektir.

Cenâb-ı Hak işte bu iki önemli hususu dile getirdikten sonra;

مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلٰى

"Allah sana ne darıldı, ne de seni terk etti." (Duhâ sûresi, 93/3) buyuruyor. Burada geçen "وَدَّعَ" kelimesi, tef'il babında kullanılmıştır. Bilindiği üzere tef'il babı teksir ifade eder. Buna göre âyet-i kerimenin meâl-i münifini; "Allah Seni hiçbir zaman kat'iyen terk etmedi." şeklinde ifade edebiliriz. Mefhum-u muhalifiyle ele aldığımızda ise âyetten: "Allah maiyetiyle her zaman seni teyit etti." sonucuna ulaşırız.

Bir sonraki âyette ise;

وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْأُولٰى

"Elbette senin için her zaman, işin sonu, başından, bir önceki hal daha sonraki halden daha hayırlıdır." (Duhâ sûresi, 93/4) denilerek muştu dolu bir başka nimet daha zikredilmektedir. Umumi mânâda düşündüğümüzde bu âyet ile, evvelen ve bizzat O Ferîd-i Kevn ü Zaman'a, sâniyen ve bi'l-araz da O'nun ümmetine; bugüne göre yarının, bu hâle göre bir sonraki hâlin, merkezdeki sınırlı açılıma kıyasla muhit hattındaki geniş çemberin ve neticede dünyaya göre Cennet ve rü'yetullahla noktalanan ahiretin müjdesinin verildiğini söyleyebiliriz. Resûl-i Ekrem Efendimiz'e bahşedilen hususi lütuf ve ihsanlar sayılırken bu müjdenin ayrı bir yeri ve konumu vardır. Zira "Sebep olan yapan gibidir." kâidesince, bugün insanlığın sahip olduğu değerler manzumesi, Allah Resûlü'nün elinden ve sinesinden onların gönüllerine aktığı için, onların işledikleri hasenatın bir misli de O'nun defter-i hasenatına yazılmaktadır. Dolayısıyla bütün bunlar O'nun terakkisine vesile olmakta, mübarek ayaklarının altında O'nu sürekli yükselten birer basamak hâline gelmektedir. Düşünün ki, bugün itibarıyla yeryüzünde bir buçuk milyara yakın Müslüman var. Eğer bunların bir milyarı şöyle böyle namaz kılıyorsa, bu demektir ki, bir milyar insan Fahr-ı Kâinat Efendimiz'e günde beş defa salât u selâm getirmektedir. Ayrıca namaz dışında da, mü'minler, her gün değişik vesilelerle O'na salât u selâmda bulunup dua etmektedir.

Aslında bütün peygamberler (Allah'ın salât ve selâmı Efendimiz'e ve onların üzerine olsun) iyi birer rehber olmaları itibarıyla hep doğruyu temsil etmiş ve insanları hep hakikate yönlendirmişlerdir. Fakat öyle peygamber gelmiştir ki, ümmetinin sayısı iki-üç insanla sınırlı kalmıştır. Buhârî ve Müslim'de geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: "Geçmiş ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Onları kendi ümmetim sandım. Bana 'Bu topluluk Musa ve ümmetidir, sen ufka bak!' dediler. Baktım; büyük bir insan topluluğu. Sonra bana diğer tarafa da bakmamı söylediler. Baktım; orada da büyük bir insan topluluğu. 'İşte bütün bunlar senin ümmetindir. İçlerinden hesapsız-azapsız Cennet'e girecek yetmiş bin kişi vardır.' dediler." (Buhari, Rikak 50; Müslim, İman 374)

Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, Allah Resûlü'nün (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) ümmeti bütün peygamberlerin ümmetinden çok daha fazladır. Belki zahiren ümmet içerisinde görünen ancak ümmetliğini koruyamamış insanlar da vardır. Ama ümmet unvanıyla ele alınacak, Hazreti Muhammed Mustafa'nın (aleyhissalâtü vesselâm) milleti diyebileceğimiz insanların sayısı, başka hiçbir ümmette olmayacak ölçüde çoktur.

İşte Cenâb-ı Hakk'ın O'na büyük birer lütfu olan bütün bu nimetlerin hepsine ima ve işaret nevinden Duhâ sûresinin sonunda Allah (celle celâluhu) buyuruyor ki; Seni istihdam eden ve sana bu lütuflarda bulunan Allah'ın üzerindeki nimetlerini yâd et.

Hepimiz Birer Damladan İbaretiz

Tabiî, O'nun izini takip eden, ihlâs ve samimiyet içinde iman ve Kur'ân hizmetinde koşturup duran, kendini o yola vakfetmiş bulunan adanmış ruhlara da yol boyu Cenâb-ı Hakk'ın hususi lütuf ve ihsanları söz konusu olabilir. Hizmet yolcusu, bu özel teveccüh ve iltifatları gördüğünde şükran hisleriyle dolup iki büklüm olmalıdır. Yapılan hizmetlerde kendisine bir hisse çıkarmayan, o istikamette bir niyet ve beklentisi olmayan insanlar da bu lütuf ve nimetleri seslendirebilir, hatta minarenin şerefesinden bir hakikati haykırıyor gibi, bunu avaz avaz ilan edebilir. Fakat bu noktada, o lütuf ve nimetleri, bir fahir malzemesi olarak kullanmamak çok önemli bir esastır. Zira insan bazen kendisine bahşedilen ihsan ve ikramları seslendirirken, kendisi işin içinde bulunduğundan dolayı, kendini ifade etme, kendini seslendirme gibi bir arzuya da kapılabilir. Bu mevzuyla alâkalı hiç unutamadığım bir hâdiseyi daha önce size anlatmıştım. Şöyle ki, bir müessesenin açılışında konuşma yapan bir zat, yapılan faaliyetleri anlatırken şu mealde bir şey demişti: "Bugüne kadar çalışıp gayret ederek bizdeniz bu okulu yaptık." Ben, bu garip, tuhaf ve yanlış ifadeyi hiç unutamadım. Keşke unutabilseydim. Çünkü o sözü hatırlayınca sözün sahibini de hatırlıyorum. Rabbim taksiratımı affetsin!

Hâlbuki inanan bir insanın düşüncesinde, ne "bendeniz", ne "sizdeniz" ne de "bizdeniz" olamaz. Biz hepimiz, bırakın denizi birer damladan ibaretiz, birer "bende"yiz. Dolayısıyla bir mü'min konuşurken, "Bakın, bu işin içinde biz de varız!" mânâsını ihsas edecek bir konuşmaya girmemelidir. Hatta konuşmaktan da öte, asıl insanın içinde, kalbinin derinliklerinde kendini anlatma ve kendini ifade etme gibi bir derdinin olmaması gerekir. Yoksa söz ve lafız çok güzel olsa da, içteki arzu ve temayül bazen mimiklere akseder. Çehreyi iyi okuyan, fizyonomiden mânâ çıkaran erbab-ı firaset de meselenin esrar-ı derununu keşfeder. Evet, ehl-i firaset, kendini anlatma derdine düşmüş kişinin yüzünün mimiklerinden, ağzının hareketinden, gözünün irisinden, sesinin dalga dalga yükselişinden onun iç dünyasını okuyabilir. Elbette ki, melekler de dışa yansıyan onun bu hâlini anlarlar. Allah zaten muhit ilmiyle her şeyi bilir. Dolayısıyla böyle bir tavır ve düşünce önce Allah'a, sonra meleklere, sonra da erbab-ı firasete karşı işlenmiş bir ayıp olur. Hâlbuki biz biliyoruz ki, başarı ve muvaffakiyetleri ihsan eden Allah'tır. Melekler de, O'nun inayetinin bir vesilesi olarak, kuvve-i mâneviye adına çok defa bizleri teyit ve takviye etmiştir. Onlar çepeçevre etrafımızı sarmış ve üzerimize sekine ve itminan boşaltmıştır. Rahmet kanatlarıyla kuşatılan mü'minler de Allah'ın izni, inayet ve kilaetiyle durduğu yerde durmuş ve hiç sarsılmamıştır.

İşte tahdis-i nimetin tehlikeli olup olmaması bu tür iç mülâhaza ve niyetlere göre değişir. Meselâ bir insan Hz. Üstad gibi: "Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum." diyerek takdir, teveccüh ve iltifatlara karşı açıktan açığa tavrını ortaya koyabilir. Fakat burada önemli olan, insanın söylediği her sözü, her kelimeyi kalbin kadirşinas kıstaslarıyla ölçüp biçip vizeye tâbi tutması ve her kelimeye hesap sormasıdır. Sen, gerçekten kendini beğeniyor musun, beğenmiyor musun, bunu test edeceksin. Meselâ birisi sana iliştiği zaman bir tepki göstermiyorsan bu sözünde sadıksın demektir. Diyelim ki birisi sana: "Haydi be solucan!" şeklinde tahkir ifade eden bir tepkide bulundu. Bu durum karşısında sen: "Hakikaten tam bana göre bir kelime buldun!" diyebilecek ölçüde hazm-ı nefs etmişsen kendini beğenmiyorsun demektir. Veya birisi kalkıp sana: "Senden ne hayır olur ki?" dediğinde, sen olumsuz bir tepki göstermeksizin: "Şimdiye kadar neden bir başkası bana bu doğru sözü söylemedi?" diyebilecek kadar rahatsan kendini beğenmediğin gibi bir sonuca ulaşabilirsin.

Ayrıca, yukarıdaki sözün bir gereği olarak seni beğenenleri de beğenmeyeceksin. Meselâ birisi yaptığın güzel hizmetler dolayısıyla takdirkâr ifadelerle seni methetti. Böyle bir durum karşısında, mahcubiyet ve hacaletle iki büklüm olmuyor, söylenen o sözlerden rahatsızlık duymuyorsan hilaf-ı vaki bir beyanda bulunduğuna hükmedebilirsin. Hatta bu noktada insan iç âlemini kontrol edemiyorsa daha öldürücü bir riya ve süm'a tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Meselâ bir insan kendini beğenmediğini açıkça ifade eder veya tavırlarıyla kendini beğenmiyormuş gibi bir intiba uyarmaya çalışır. Ancak burada içten içe şöyle bir sinsi mülâhaza söz konusudur: Mahviyet ve tevazu ambalajı içinde estağfirullah yatırımı yapmak. Hatta bu hâlinin dalgalanarak başkalarına da ulaşmasını ve onların da: "Bak, bu insan kendini beğenmiyormuş. Kendini beğenenleri de beğenmiyormuş!" demelerini temin etmek. İşte insan, nefis ve şeytanın bu hile ve tuzaklarını göz önünde bulundurmalı; bulundurup en masumane tavır, davranış ve konuşmalarda dahi bir bit yeniği olabilir endişesiyle sürekli kendini kontrol etmelidir. İç mülâhaza ve niyetlerinde bulanıklık hissettiği zaman da, üzerindeki nimetlerin tahdisini, kelam-ı lafzî ile değil de, kelam-ı nefsî ile dillendirme gibi daha selametli bir yolu tercih etmelidir.

Melekler Dahi Muttali Olmasın

Bu düşüncenin, zihin ve kalbimize yerleşmesi için, bütün lütuf ve güzelliklerin Cenâb-ı Hak'tan olduğuna aksine ihtimal vermeyecek şekilde yürekten inanmamız gerekir. Zaten Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan açık ve net bir üslûpla bu hususu ifade etmiştir. O buyuruyor ki:

مَۤا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَۤا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ

"Sana gelen her iyilik Allah'tan; başına gelen her türlü kötülük ise nefsindendir." (Nisâ sûresi, 4/79) Buna göre ayağınıza bir iğne batması, işlerinizde bir fiyasko ile karşılaşıp bir başarısızlığa uğramanız.. vs. hepsi sizdendir. Sağanak sağanak üzerinize yağan lütuf, ihsan, başarı ve muvaffakiyetlere gelince onların hepsi de Allah'tandır. İşte bu hakikate gönülden inanmak ve Kur'ân'ın verdiği bu ölçüye sımsıkı sarılmak gerekir.

Hâsılı, insan, bir taraftan kendisiyle yüzleşecek ve kendisini yerden yere vuracaktır. Âdeta kendisini iğneli bir fıçı içine koyacak ve yağını çıkaracağı ana kadar onu yayacaktır. Diğer yandan da derin bir muhasebe içinde, başkalarına açmadan kendi içinden yani kelam-ı nefsî ile: "Rabbim, mazhar olduğumuz bütün bu güzelliklerden dolayı Sana hamdolsun." diyerek, oturup kalkıp tahdis-i nimette bulunacaktır. Dile dökmeden kalbinin sesi ile Allah'a yönelecek, içten içe şükür duygularıyla dolup dolup boşalacak, Rabb-i Kerim'inin lütuf ve ihsanlarını iç mülâhazalarla seslendirecektir. Hatta böyle bir iç mütalaada bulunurken bunu meleklerin ıttılaına açık noktalarda dahi yapmama gayreti içinde olacaktır. Diyecek ki: "Ya Rabbi! Meleklerin bile buna muttali olmasını istemiyorum. Ben sadece Senin bilmeni arzu ediyorum. Sana binlerce hamd ü senâ olsun ki, Sen, Habibine,

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ

buyurmakla bize de bu mevzuda bir işarette bulundun. Ben de o işarete uyarak tahdis-i nimette bulunuyorum. Ama bunu, benim Hafeze ve Kiramen Katibin meleklerinin dahi bilmesini istemiyorum. Madem bu mesele Seninle benim aramdadır. Sadece Senin bilmen bana yeter."

Niyet ibresi ve muhasebe şuuru

Fethullah Gülen: Niyet ibresi ve muhasebe şuuru

Niyet ibresinin sürekli ihlâs ufkunu göstermesi adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cenâb-ı Hakk’ın rızasına ulaşabilmek için, insanın söylediklerini halisane söylemesi, yaptıklarını halisane yapması çok önemlidir. Zira amel bir cesetse ihlâs onda can, amel bir kanatsa ihlâs da diğer kanattır. Ne ceset cansız olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir. Halisane söylenilen bir söz, yapılan bir amel Hak katında o kadar kıymetlidir ki, melekler onu ağızlarına alır, vird-i zeban ederler; ruhaniler de onu bir tesbih gibi çeker dururlar. Evet, ağızdan çıkan ifadeler, heyecan mızrabı yemiş gibi, kalbin bamtelinin sesi ve soluğuysa onlar dilden dile dolaşır ve hatta gider ta Hazîretü’l-Kuds’e ulaşır. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, samimane ifade edilen bu türlü sözler, hafızalarda kaldığı sürece, o sözü söyleyen insanın amel defterine sürekli hasenat akar durur, böylece ağızdan çıkan her bir kelime kopyalarıyla namütenahi hâle gelir.

Duyurma mülahazasıyla canına okunan ameller

Ne var ki insan, sesiyle, soluğuyla, ses tonuyla, burun çekmesiyle, mimikleriyle vs. işin içine kendi mülahazalarını karıştırır, kendini ifade etmeye çalışır ve kendini ispat gayreti içinde olursa kazanma kuşağında kaybeder ve neticede böyle bereketli bir mükâfattan mahrum kalır.

Mesela insanı, sonsuzluğun semalarında dolaştıran ve onu götürüp ta melekler âlemine ulaştıran namaz gibi ulvi bir ibadette, “Sübhane Rabbiye’l-azîm”, “Sübhane Rabbiye’l-a’lâ”, “Rabbenâ leke’l-hamd” denmesi ne kadar enfestir ve ne kadar şâyân-ı takdir bir ameldir. Fakat bunları söyleyen kişinin, aklının köşesinden azıcık, “Ben bunları söylüyorum, başkaları da duysun.” düşüncesi geçerse, bu tesbihlerin kolu, kanadı kırılmış, geride bir kısım ölü kelimeler bırakılmış ve o güzel namaz ibadeti de ruhsuz bir kalıp ve müsemmasız bir isim hâline getirilmiş demektir. Evet, insan bu tesbihleri yüzde bir bile olsa iradî olarak başkalarına duyurma mülahazasına girerse, o kelimelerin ruhunu o ölçüde kaçırmış ve uçurmuş olur.

Tesbihat gibi, ezan okuma, kamet getirme ve namazda kıraatte bulunma vb. diğer bütün uhrevî amelleri bu çerçevede değerlendirebilirsiniz. Mesela bir insanın namaz esnasında kıraatin iç musikisine tâbi olarak kendini o çağlayanın içine salması başka bir şeydir, gırtlak ağalığı yaparak namazda kendini ifadeye kalkışması ise tamamen başkadır. Bilinmelidir ki, işin içine kendini katan bir insan yaptığı ibadetlerden kendisine ne kadar hisse ayırıyorsa, Allah’a ait hisseden o ölçüde eksiltmiş ve tıpkı kanatları kırpılan bir kuş haline getirdiği o amelin uçup ötelere yükselmesini engellemiş olur.

O hâlde insan, yaptığı bütün amellerde ihlâs mülahazasına kilitlenmeli; kilitlenip kötü örnek olmamak kaydıyla, dıştan bakıldığında hep mukassi görünmelidir. Yani dışarıdan ona bakan bir insan onu sıradan ve basit bir kulübecik gibi görmeli; fakat o, Dolmabahçe Sarayı’ndan daha göz kamaştırıcı, Topkapı Sarayı’ndan daha asaletli bir iç dünyaya sahip olmalıdır.

Muhasebe serası

Diğer taraftan insan, aynanın karşısına geçip kendisine baktığında, “Allah Allah! Ben iç dünyamı temaşa ettiğimde kendimi insanlık seviyesinden hayvanlık mertebesine sukût etmiş gibi görüyorum. Fakat Allah’ın lütfuna bak ki, benim hâlâ insan suretinde yaşamama müsaade ediyor.” diyecek ölçüde kendini küçük ve hakir görmelidir. Hak yolunda vesile olduğu hizmetler karşısında da, “Esasında Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği bu imkânları sonuna kadar kullanarak çatlayasıya, ölesiye hak ve hakikati anlatabilirdim. Ama ben bu imkânları hak yolunda kâmil mânâda kullanamadım, heba ettim. Bu yüzden de İslâm’a ve Kur’ân’a karşı vefasız bir namerdin tekiyim. Nasıl oldu da bugüne kadar Odetta gibi taş kesilmedim diye hayret ediyorum.” mülahazalarıyla dolmalı, nefsiyle cedelleşmeli ve onunla yaka paça olmalıdır.

İnsanın kendisini böyle bir konumda görmesi aynı zamanda onda yükselme arzusunu tetikleyecektir. Zira mükemmeliyete talip olan bir insan, durduğu yerden daha yükseklere ulaşmak istiyorsa, önce olması gereken yerin aşağısında bulunduğuna inanmalıdır.

Hem namütenahiye yolculuk namütenahidir. Cenâb-ı Hak,

اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي
İşte bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. (Mâide Sûresi, 5/3)

kavl-i kerimiyle bize, ekmeliyet ve etemmiyet ufkunu gösteriyor. O hâlde sonsuzluk yolunda biz, doyma bilmeyen öyle bir yolcu olmalıyız ki, bir gün doğrudan doğruya bî kem u keyf Zât-ı Ulûhiyet’in elinden aşk u muhabbet kâsesi içsek, yine de, “Daha yok mu?” mülahazasıyla bir kâse daha, bir kâse daha.. istemeliyiz. İşte böyle bir ekmeliyet ve etemmiyete ulaşmanın yolu insanın sürekli kendisiyle hesaplaşmasından geçer. Yoksa durduğu yeri mükemmeliyetin bir remzi gibi gören, “Dahası yok ki!” mülahazasıyla hareket eden ve buna bağlı olarak da kendisiyle hesaplaşmayan, kusurlarıyla yüzleşmeyen insan ömür boyu hep olduğu yerde kalmaya mahkûmdur ve böyle birinin mükemmeliyeti tatması da kat’iyen mümkün değildir.

Muhasebenin başka bir buudu

Ayrıca insanın kendisiyle yüzleşmemesinin negatif şöyle bir yanı daha vardır: Kendisiyle hesaplaşmayan, kendini yerden yere vurmayan bir insan hiç farkına varmaksızın beyhude başkalarıyla meşgul olur durur. Hele şahsî enaniyete bir de aidiyet mülahazası eklenirse, kişinin kaybetme ihtimali daha fazla büyür. Çünkü Hz. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, cemaat enaniyeti ferdî enaniyeti takviye eder. Dolayısıyla denilebilir ki, cemaat enaniyeti öldüren, kahreden çok tehlikeli bir Allah belâsıdır. İşte bütün bu tehlikelerden korunmanın yolu, insanın kendisiyle sürekli yüzleşmesi, sürekli kendisiyle yaka paça olmasıdır.

Mesela, bir kimseye Cenâb-ı Hak, dünyanın değişik yerlerinde çok önemli hizmetler yapma imkânı bahşedebilir. Öyle ki, bu insan, tek başına bir beldedeki insanların bütününün gönlünü fethetmiş, ilim ve irfan hayatı adına orada âdeta bir çığır açmış olabilir. Fakat bu tür başarılar karşısında mülahaza hep şu olmalıdır: “İhtimal ki, bu işin temsilcisi konumunda ben olduğumdan dolayı yapılması gereken daha nice iş burada eksik kaldı. Şayet benim yerimde hakikaten ehl-i kalb ve ehl-i fikir bir başka arkadaş olsaydı, kim bilir burada yapılan hizmetler kat be kat artarak nasıl büyüyecekti. Keşke bu iş bana takılmış olmasaydı!” İşte Allah yolunun yolcularında bulunması gereken gerçek muhasebe ruhu bu olmalıdır.

Başkalarının şişirmesi, pohpohlaması karşısında kündeye gelmemenin yolu da esasında böyle bir muhasebe duygusundan geçer. Yani insan, günde birkaç defa kendisini kritiğe tâbi tutar, gözden geçirir ve Rabbisiyle münasebetini buna göre ayarlarsa, başkaları onun hakkında ne derlerse desinler, isterse onu göklerde uçursunlar yine de o “Ben, beni biliyorum. Burada şeytanın bir parmağı olabilir.” diyerek, kendini gurur ve kibre kaptırmaktan korumuş olur.

Rabbim, hepimizin gönlünü, böyle bir muhasebe şuuruyla doldursun. Bir lütuf olarak omuzlarımıza yüklediği vazifeleri bihakkın edaya muvaffak eylesin! Âmin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Nübüvvet ve mevhibe-i ilâhiye

Peygamberlerin mânâ buuduna açık olmaları bir mevhibe-i ilâhiyedir. Bu mevzuda benim vicdanımda ağır basan görüş şudur: Mevhibe-i ilâhiye, Cenâb-ı Hakk’ın onların iradelerinin hakkını vererek ortaya koyacakları yüksek performansa önceden bahşettiği bir avanstır. Zira, Cenâb-ı Hakk onların ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ilm-i ezelîsi ile biliyor.

Nuranî kardeşlik bağları

Fethullah Gülen: Nuranî kardeşlik bağları

Hak ve hakikatle tanışmamıza vesile olan ve bundan dolayı kendilerine karşı derin bir sevgi ve saygı duyduğumuz büyük zatlar hakkında konuşurken dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir, izah eder misiniz?

Nurlu Bir Ân ve İhsan Üstüne İhsan

Soru: Cenâb-ı Hakk'ın bir sermaye olarak bize lütuf buyurduğu ilk mevhîbeler nelerdir? Bunları güzel değerlendirmek ve daha sonraki nimetlerin davetçileri haline getirebilmek için hangi hususlara dikkat etmek gerekmektedir?

Mevhîbe; ihsan, hediye ve bağış demektir; Hak vergisi nimetler ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına da gelmektedir. Her insana bahşedilen ilk mevhibeler çok gerilere kadar gitmekte ve tâ vücud, hayat, varlık gibi ilahî ihsanlara varıp dayanmaktadır.

Hakk'ın İlk Hediyeleri

Evet, Hâlık-ı Kerim, bizi vücud, hayat, şuur, idrak, irade ve gönül gibi latîfelerle donatıp bu dünyaya göndermiştir. Nur müellifinin yaklaşımıyla, bize vücud elbisesini giydiren Yüce Yaratıcı, iştihâlı bir mide verdiği gibi, Rezzak ismiyle bütün yiyecekleri ve içecekleri de önümüze sermiştir. Göz, kulak gibi duyguları vermekle beraber onlara hitap eden rızıkları da lutfetmiştir. Dahası mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insâniyeti nasip etmenin yanısıra, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir nimet sofrasını da hazırlamıştır.

Cenâb-ı Hak bizi insan olarak yarattığına göre, evvela kendi adımıza potansiyel insanlığı pratiğe taşıyıp hakikî insanlık ufkuna ulaşmak için gayret göstermemiz gerekmektedir. Evet, değerlendirmemiz için bize verilen bir tohumu ipekten ve kadifeden bohçalara sarsak, hatta altından, zebercetten kutular içine koysak da yapılması lazım gelen işi yapmış ve onu kıymetine uygun şekilde değerlendirmiş olmayız. Zira, bir tohum için yapılması gerekli olan iş, onu verimli bir toprağın bağrına gömmek ve nemalandırmaya çalışmaktır. Onun havayla ve güneşle temasını sağlamak ve zaman zaman sulayarak gelişip büyümesini temin etmektir. İşte, insanın mahiyetine yerleştirilen beşerî hususiyetler de, aynı o çekirdek misalinde olduğu gibi, kendi özündeki esaslara göre ele alınıp nemalandırılmalıdır. Dolayısıyla, ilk mevhibelere mazhar kılınmış kullar olarak bize düşen vazife de, bu mevhibeleri bilkuvveden bilfiile dönüştürmek, geliştirip büyütmek ve onlar sayesinde insan-ı kâmil ufkuna doğru yürümektir.

Allah Teâlâ, "Vemâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ liya'büdûn - ‎ Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56) buyurmaktadır. Hazreti İbn Abbas, ayet-i kerimedeki "liya'budûn" ifadesini "liya'rifûn", yani, "tanısınlar, mârifete ulaşsınlar" şeklinde tefsir etmiştir. Demek ki, kendisine şuur, idrak ve irade gibi bazı ilk mevhibeler verilen insan, bunları Hâlık-ı kâinatı bilme yolunda kullanmalıdır. İbtidaî bir Allah bilgisi ile de yetinmemeli; onu iyi değerlendirerek sonunda Cenâb-ı Hakk'a vasıl olabileceği bir kulluk yoluna girmeli ve marifet ufkuna yürümelidir. Evet, insan önce icmâlen bilmeli; sonra da o bilgisini derinleştirmeli ve amel sayesinde onu marifete dönüştürmelidir. Zaten ibadet, Allah yolunda duyulan, hissedilen, yaşanan ve yapılan ‎ şeylerin insan hayatı ve insan tabiatıyla bütünleşmesinden ibarettir.

İşte, o ilk mevhibeleri kıymetlerine uygun şekilde değerlendiren bir insana, Cenâb-ı Allah bambaşka bir nimet daha verir; ona imanı ve İslâmiyeti lutfeder. Böyle bir insan, hilkatin gayesi olan iman-ı billah ve marifetullahtan sonra muhabbetullah ve zevk-i ruhânî gibi ilahî lütuflara da ulaşabilir. Haddizatında, insan, istidatlarını inkişaf ettirme ve bilkuvve kabiliyetlerini bilfiile çevirme istikametinde her zaman yaratılışına gaye teşkil eden "iman-ı billah", "mârifetullah", "muhabbetullah", "aşk u şevk", "cezb u incizâb", "zevk-i ruhânî".. gibi dairelerde kendisi için mukadder olan ihsanları yakalamaya ve avlamaya çalışmalıdır. İç enginliğiyle, teveccüh derinliğiyle, marifet ufkuyla ve ibadet ü taatıyla bütün gönlünü ortaya koymalı ve o noktada varılabilecek son noktaya varmaya gayret göstermelidir.

...Ve Bir de Ziyade

Bütün bu cehd ü gayretler o ilk mevhibelere karşı birinci fasılda yapılması gerekli olan şükür ve hamd ü senâdır. İnsan bu vazifeyi yerine getirince, bir âdet-i ilâhiye olarak, şükrü eda edilen nimetleri ziyade hediye ve bağışlar takip eder. Cenâb-ı Hak, yüce kelâmında bu hususa dikkat çekmiş, "Eğer şükrederseniz ben de nime­timi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir." (İbrahim, 14/7) buyurarak, şükredenlere mükâfat vaadin­de bulunmuştur.

Evet, Mün'im-i Hakikî, o ilk mevhibelerini mukabelesiz bırakmayanlara ihsanlarını daha da artırır, onların üzerinden daha başka nimetler yağdırır. O'nun hoşnutluğuna muvafık ve rızasına uygun güzel ameller yapanlara, insanlığının ve iradesinin hakkını verenlere, bir hadis-i şerifin ifadesiyle "her zaman Allah'ı görüyormuş gibi davranan ya da en azından O'nun tarafından görülüyor olma şuuruyla hareket edenlere" Allah Teâlâ ekstra lütuflarda bulunur. Nitekim, bu ihsanlarını müjde sadedinde, "İhsan ruhu ile yatıp-kalkanlara, ihsan üstü ihsan ve bir de ziyade vardır." (Yûnus, 10/26) buyurmuştur.

"İhsanın mükâfatı da başka değil yine ih­sandır." (Rahman, 55/60) ilâhî beyânı da yine bu hakikati hatırlatmaktadır. Nitekim bir gün, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu âyeti okumuş ve asha­bına sormuştur: "Cenâb-ı Allah'ın bununla ne anlat­mak istediğiniz biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram efendilerimiz, o her zamanki saygı ve edep tavırlarıyla, "Allah ve Rasûlü bilir!" cevabını verince, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: Yüce Rabbimiz bu ayetle ‘Benim kendisine iman ve tevhidi ihsan eylediğim kimsenin mükâfatı başka değil cennettir..!' demektedir."

İşte, kendilerine sermaye olarak verilen ilk ilâhî hediyeleri, kabiliyetleri ve istidatları güzel işlerde, ibadet ü tâatte, hayır ve hasenât yolunda nemalandıran muhsinler için nimetlerin daha fazlası söz konusudur. Onlar, yaptıkları iyiliklerin sevaplarını almakla beraber Allah'ın daha başka lütuflarına ve O'nun sonsuz kereminden gelecek sürpriz hediyelere de davetiye çıkarmış olacaklardır. Hele bir de, amel ve davranışların ötesinde, kalblerdeki hâlis niyetlere terettüp eden ilâhî hediyeler vardır ki, onlar bütün bütün tasavvurlar üstüdür. Ayet-i kerimede zikredilen "ve ziyade" kaydı da Cenâb-ı Hakk'ın o ekstra lütfuna işaret etmektedir. Vakıa, o ayetteki "bir de ziyade vardır" ifadesi Cenâb-ı Allah'ın cemâl-i bâkemâlini müşahede şeklinde anlaşılabilir. "Ve rıdvanun minallahi ekber - Hepsinden âlâsı ise Hakk'ın kendilerinden razı olmasıdır." (Tevbe, 9/72 gibi bir ziyadeden de söz edilebilir. Bununla beraber, mağfiret, Allah'a mülâkî olma, Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini müşahede ve rıdvan gibi bütün nimetleriyle umum Cennet hayatı da o ziyade kategorisi içinde mütalaa edilebilir. Bu itibarla, ilk mevhibeler karşısında eda edilen kalbî, kavlî ve fiilî şükür, meselenin kasdî ve irâdî yanını ortaya koyma olarak kabul edilmektedir ve onu da Cenâb-ı Hakk'ın diğer lütufları takip etmektedir.

Yolda Kalanlar ya da Dönekler

Diğer taraftan, Allah Teâlâ'nın hususi mevhibeleri de söz konusudur. Mesela; günümüzde bizden daha zeki, çok donanımlı, oldukça mükemmel ve hemen her meseleye aklı eren insanlar var. Fakat, onların çoğu, sıradan bir mü'min kadar bile iman hakikatlerini kavrayamıyorlar. O kadar akıllı insanlar, âlemde her mevcut mücessem bir kelime olup Hâlık-ı kainatı gösterdiği halde, bu kelimelerden hiçbirini okuyamıyor, anlayamıyor ve kendisini binlerce dille ifade eden Zat-ı Uluhiyet mevzuunda hiçbir hakikî bilgi elde edemiyorlar. Dahası, bazıları ilim kapısından girip marifete doğru yürüyor gibi görünüyorlar ama irfan ufkuna asla ulaşamıyor, muhabbet şerbetini hiç yudumlayamıyor ve ruhânî zevkler adına da hiçbir şey tadamıyorlar. Öyle ki, onların hallerini düşününce, Seyyidinâ Hazreti Musa'nın taaccübü gibi bir hayretle doluyor ve "nasıl olur?" demekten kendimi alamıyorum.

Rivayetlere göre: Hazreti Musa (aleyhisselam) Tur dağında Hak ile mülâkî olmaya yürüdüğü sırada bazı insanların Allah yolundan döndüklerini görür ve şöyle der: "Rabbim, bu insanlara ne oluyor ki, Sana vardıktan sonra yüz çevirip gerisin geriye dönebiliyorlar? Nasıl oluyor da bunca güzellikleri gördükten sonra, onları terk edip tekrar karanlıklara yönelebiliyorlar!" Hazreti Musa'nın bu istifsarı üzerine, Cenâb-ı Allah ona hikmet lisanıyla cevap veriyor: "Ey Musa, onlar Bana vâsıl olamamışlardı; henüz yoldaydılar. Hem onlar, Benim yolumun yolcuları da değillerdi, Bana gelmiyorlardı. Başka gayeler için bu yola düşmüşlerdi. Şimdi geri dönüşleri de bu yüzdendir. Yoksa, Benim yolumda bulunup Bana ulaşmaya karar verselerdi ya da Bana vâsıl olsalardı asla geriye dönmezlerdi."

Evet, bazıları yolun yarısından dönüyor; kimileri de daha yolu bile bulamıyorlar. Demek ki, O'nun yolunda olmak ve O'na ulaşma peşinde bulunmak da Cenâb-ı Hakk'ın hususi bir mevhibesi. Demek ki, O'na karşı kulluk şuuruyla dolmak ve i'lâ-yı kelimetullah uğrunda çeşit çeşit hayırlı faaliyetlere koyulmak da O'nun ekstra bir lütfu. Demek ki, bu konuda, insan iradesi şart-ı âdî planında bir şey ifade ediyor ama, her şeyi ifade etmiyor.. akıl, kalb ve şuur gibi latifelerin kısmen tesirleri olsa da, hükmü onlar vermiyor. İlk planda anlayamayacağımız, belki sonra da tam kavrayamayacağımız çok ince bir vesileden dolayı mıdır, nedir; "Zâlike fadlullahi yü'tîhi men yeşâ - İşte bu, Allah'ın öyle bir lütfudur ki, onu dilediğine verir." (Mâide, 5/54) hakikatinin Sahibi, sanki insanın iradesini, cehdini, gayretini hiç nazar-ı itibara almıyormuş gibi ekstra lütuflarda bulunuyor.

Küçük Bir Vesile

Einstein, -Hâşâ- "Allah zar atmıyor, buna ikna oldum!" der. Evet, kur'a çekmiyor Cenâb-ı Hak. Fakat, bakıyorsunuz ki, insanlar sokaklarda sel gibi akıyor; siz de o selin içinde bir damla gibi akıntıya kapılmış sürüklenirken, bir yerde sürpriz bir kapının açıldığını görüyorsunuz. Kapının açılması anı tam da sizin geçtiğiniz zamana rastlıyor; o esnada size "buyurabilirsiniz" deniyor. Siz buyuruyorsunuz içeriye.. binlerce, milyonlarca kapı arayan insan, gözleri kapalı o kapının önünden geçip gidiyorlar ve o saraydan içeriye asla giremiyorlar ama siz sürpriz bir şekilde ve bir gaybî inayet eliyle içeri alınıyorsunuz. İşte, bu bir lütuftur, bir ihsandır ve özel bir mevhibedir.

Düşünün; şimdiye kadar okuduğunuz değişik seviyedeki okullarda pek çok arkadaşlarınız vardı.. onların hiçbiri –afedersiniz– aptal değildi. Üniversite imtihanını kazanıp değişik fakültelerde eğitim görebilecek kadar bilgi sahibi idiler ve hepsi belli ölçüde muhakemeleri gelişmiş kimselerdi. Belki bazıları da size akıl öğretiyorlardı; kendilerince sizi doğru yola çağırıyorlardı. Fakat, görüyorsunuz çokları hak ve hakikatlere ne kadar ırak yaşıyor ve ne kadar uzaklarda dolaşıyorlar. Bugüne kadar hayır ve hasenat adına, i'lâ-yı kelimetullah hesabına, din-i mübin-i İslam'ı neşir uğrunda da şayan-ı takdir bir iş yaptıkları söylenemez. Demek ki, Cenâb-ı Hak, dine ve millete hizmet vazifesini herkesin omuzuna yüklemiyor; onu bir mevhibe-i ilahiye olarak bazı kullarına lutfediyor.

İsterseniz, Maturîdî akîdesi zaviyesinden meseleyi şöyle de değerlendirebilirsiniz: Böyle bir mevhibe-i ilahiye, Cenâb-ı Hakk'ın, onların iradelerinin hakkını vererek ortaya koyacakları yüksek bir performansa önceden bahşettiği bir avans oluyor. Zira Allah Teâlâ onların ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ilm-i ezelisi ile biliyor. Bu türlü bir tecellî bazen kulun teveccühünün önüne geçiyor; bazen de kulun ciddi bir im'an-ı nazarını ve kararlı bir konsantrasyonunu takip ediyor; ne var ki, her iki durumda da, zihin, his ve şuur üstü bir ekstra teveccüh söz konusu oluyor.

Bununla beraber, bir kudsî hadiste de, "Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım." buyurulduğu gibi, genelde şart-ı âdi plânında kulun cehdi önde gösterilerek, Hak nezdinde insanın irade ve tercihlerinin ne kadar önemli olduğu hatırlatılıyor. Diğer bir ifadeyle, Cenâb-ı Hak kullarına bir akıl ve irade gücü vermiş; onların da bir hikmet-i vücudu var. Dolayısıyla, Allah Teâlâ, kulun teveccühünde, nazarında, niyetinde ya da iradesinin hakkını vermesinde kayda değer bir çizgi veya küçük bir nokta görüyor; onu ilk mevhibeyi değerlendirme ve bir şart-ı âdi kabul ederek sonraki nimetlerini bahşediyor.

Zindandan Ka'be'ye Açılan Pencere

Mevzuyla alakalı, bildiğiniz bir menkıbeyi hatırlatmak istiyorum: İbrahim Havas hazretleri gâipten gelen ve kendisini ismiyle çağıran bir ses üzerine Bizans'a gider. Şehre ulaşınca, Rum Kayseri'nin kızının delirmiş olduğunu ve bir türlü derdine derman bulunamadığını işitir. Aslında, prenses bir vesileyle Barnaba İncili'ni okumuş, onda Peygamber Efendimiz'e dair güzel sıfatları ve harika haberleri görünce gözü açılmış ve hidayete ermiştir. Onun, Peygamber Efendimiz'e inanmasını ve müslüman olmasını kabullenemeyen kimseler, "Bunun ruhuna şeytan girdi!" yâveleriyle prensesin yakılması gerektiğini söylemişlerdir. İbrahim Havas hazretleri durumdan haberdar olunca, prensesi tedavi edebileceğini söyleyerek onun yanına girer. Bir aralık, Hak dostu, mağdure kadıncağıza "Keşke bizim diyarları bir görseydin!" der. Prenses, eliyle karşı tarafı işaret edip, "Şuraları mı kastediyorsun?" cevabını verir. İbrahim Havas hazretleri, bir de bakar ki, Mescid-i Haram ve Ka'be karşılarında.

Evet, karanlık bir yerde ve kapkara insanlar arasında bulunmasına, Kur'an'dan ve Sünnet'ten uzak olmasına rağmen Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'i tanıma ve O'nun ümmetine dahil olma bahtiyarlığına eren bu azize kadın kelime-i şehadet getirerek ruhunu Rahman'a teslim edince, İbrahim Havas hazretleri prensesin nedimelerine sorar; "Nasıl bir insandı, neler yapardı? Ona bu pâyeyi kazandıran hangi ameliydi?" der. Hazret, bir kalb insanı olmanın yanı başında, hikmet-i ilâhiyedeki sırları da kavramış bir insandır; şart-ı âdi planında da olsa bu bahtiyarlığın bir vesilesinin bulunduğunu düşünür. Nedimeler derler ki, "Hanımımızın iki tane çok güzel hasleti vardı: Her şeyden önce çok mütevazı idi; alayiş ve gösterişten hoşlanmaz, kimseyi hakir görmez, hiçbir kulu hafife almazdı; fakir halkla oturup kalkar, herkesin hal ve hatrını sorardı. Bir de, ne zaman bir fakir kızcağızın gelin olacağını duysa hemen ona yardıma koşar, çeyizler hazırlar ve hediyeler verirdi; çok cömertti."

İşte, belki onun içindeki tevazu ve cömertlik duyguları Hak katında çok kıymetli bir nokta olmuştu. Öyle ki, o nokta semanın ve semalar ötesinin dikkatine, nazarına ve teveccühüne esas teşkil edebilecek bir mahiyete ulaşmıştı. Ulaşmış ve adetâ çok büyük enginlikleri istiâb edebilecek bir hal almıştı.

Bir Ân-ı Seyyâle Vücud-u Münevver

Böyle bir hakikate de ışık tutacak şekilde, İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: "Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır." Mesela, Allah'a iman ederek bir an yaşamak, O'nu tanımaksızın milyon sene yaşamaktan daha iyidir. Evet, bir ân-ı seyyâle öyle bir ruh hâleti yakalarsınız ki, bütün gönlünüzle "Allah'ım, bir saniyecik Sen'in maiyyetine erme uğrunda bin defa ölürüm!.." dersiniz. Bu öyle bir haldir ki, Allah o küçücük çekirdekten kocaman bir şecere-i Tûbâ yaratır. Öbür tarafa gittiğinizde, o minnacık düşüncenin sizin Cennetinizin çekirdeği olduğunu görürsünüz. İman nuruyla aydınlattığınız o bir anlık zaman diliminde zihninizi dolduran o nurlu düşüncenin, ötede sizin için Cemal'in de, rıdvânın da esası haline geldiğini müşahede edersiniz.

Aslında, insanların Hakk'a teveccühlerinde herhangi bir beklentiye girmemeleri, O'na karşı saygılarının gereği ve amelde ihlaslı olmalarının da iktizasıdır. Ancak, Cenâb-ı Hak, iltifat ve teveccühlerini şöyle veya böyle kullarının kendisine yönelmesine bağlamışsa, o zaman bütün mevhibelerin sihirli anahtarı da işte böyle bir teveccüh olsa gerektir.. aynı zamanda, ilk mevhibeleri iyi değerlendirme de sonraki mevhibeler için bir çağrı manasına gelmektedir. Meseleye Maturîdîce yaklaşma ve iradenin hikmet-i vücudunu da nazar-ı itibara alma böyle düşünmeyi iktiza etmektedir.

Evet, madem Cenab-ı Hak size hususi mevhibeler ihsan etti; sizi hak ve hakikate irşat buyurdu ve ruhunuza ulvî hakikatları duyurdu, öyleyse, size düşen de bu yeni mevhibelere yine kalbî, kavlî ve fiilî şükürle mukabelede bulunmak ve duyduklarınızı başkalarına da duyurmak, tattıklarınızı diğer insanlara da tattırmaktır.

Hak ve hakikati bütün enginliğiyle duyup tattığımızı söyleyemeyiz; doyduğumuzu ise hiç iddia edemeyiz. Fakat, hiçbir şey duyup tatmadığımızı söylememiz de nankörlük olur. Çok şükür, her fırsatta O'nun karşısında secdeye kapanıyor, O'ndan başkasına asla boyun eğmiyoruz. Sonsuz şükürler olsun ki, aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ Rasûl-ü Ekrem'le beraber bulunduğumuzu hissediyor, "Efendim" deyip Ona sesleniyor, içimizi Ona döküyor ve bütün bütün sahipsiz, kimsesiz olmadığımıza inanıyoruz. Kâinatın zerratı adedince hamd ü senâ olsun ki, onca tökezlememize ve yolda kalacakmış gibi sendelememize rağmen, Rabbimiz bizi kudsî bir dairede tutuyor.. –bizi yalnızlık ve kimsesizlik vadilerine terketmeyen Rahman ü Rahim'e canlarımız kurban olsun– kayıp gitmemize fırsat vermiyor.. en olumsuz şartlar altında bile önümüze bir vesile çıkarıyor ve bizi nefsimizle, şeytanla başbala bırakmıyor, felakete atmıyor. Belli ölçüde de olsa, varlığını ruhlarımıza her an duyuruyor; bize Kendini tanıtıyor. Kabiliyetimiz ne kadarına müsaitse, işte o ölçüde de olsa ruhlarımızı marifet ve muhabbet şualarıyla besliyor. Evet, güvercin yumurtasından güvercin çıkar, tâvus çıkmaz. Deve kuşunun yumurtası da, o büyüklüğüne rağmen, tâvusa dönüşmez. Bizim de istidadımız ne kadarsa, bizden de öyle bir netice çıkar. Fakat, bir gerçek var ki, Cenâb-ı Hak kendisine yönelen hiç kimseyi hüsran ve hizlan içinde bırakmıyor; teveccüh edene Zatına yaraşır teveccühlerle mukabelede bulunuyor; bize de kendi istidamıza göre mutlaka bazı şeyler tattırıyor.

İşte, bunca lütuf ve ihsanlar karşısında biz de Cenâb-ı Hakk'ın ahlakıyla ahlaklanmalı; madem bir ölçüde de olsa ballar balını bulup tattık, biz de onu ne yapıp edip başkalarına tattırmalıyız. Bulduğumuzu buldurma, duyduğumuzu duyurma ve erdiğimiz kadar başkalarını da erdirme istikametinde çalışmalıyız.

Hususî Mahiyetteki İlahî Mevhîbeler

Mevzuyla alakalı son bir husus da şudur: Vücud, hayat, şuur, idrak ve irade nimetleri Hakk'ın ilk ihsanları olduğu gibi, iman, marifet ve muhabbet de kendi sahalarında birer ilk mevhibedir. Bunların herbiri kadr ü kıymeti bilinmesi ve şükrü eda edilmesi nisbetinde –yine şart-ı adi planında– sonraki lütuf ve ihsanlara vesiledir. Bununla beraber, her insana özel olarak lutfedilen istidat ve kabiliyetler, makam ve mevkiler, yer ve konumlar da birer ilk mevhibe sayılır. İnsan, bunları Cenâb-ı Hakk'ın rızası istikametinde değerlendirebildiği sürece nimetlerin şükrünü eda ediyor ve konumunun hakkını veriyor demektir.

Mesela, bir insan, bir yerde konuşma imkanı bulduğunda, kalemi eline aldığında ya da fikrine müracaat edildiğinde makâsıd-ı İlahîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor, hak ve hakikatlere tercüman olabiliyor ve sesle, sözle, yazıyla gönüllere girebiliyorsa, bunlar Allah'ın ihsanıdır ve birer ilk mevhibedir. Bu ilk mevhibeler kendi nevinden şükür ister; bu şükür de konuşma, anlatma, yazma, ifade etme, seslendirme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır.

Şu kadar var ki, hakikî bir mü'min kendini sadece insanları Allah'a yönlendiren bir enstrüman gibi kabul etmeli; canını-malını, sesini-soluğunu, dilini-dudağını, kalemini-mızrabını gönlünün emrine vermeli ve gününü gün etme sevdasından, mâlâyânî uğraşlardan, maneviyattan nasipsiz kuru bilgilerden ve faydasız söz ebeliklerinden her zaman uzak kalmayı yeğlemelidir. Bir ihsan eri edasıyla, O'nu görüyor gibi yaşamanın mehâfet ve mehâbetiyle oturup kalkmalı, sürekli marifet ve muhabbetle soluklanmalıdır. Gerektiğinde bir aşk u şevk çağlayanı gibi gürlemeli ama ilk fırsatta mihrabına yürüyüp Yaratan'ı karşısında yine iki büklüm olmalıdır. Zira, insan bunları hissedecek, görecek, duyacak ve seslendirecek kıvamda yaratılmıştır.

O bir beyan sultanıydı

Fethullah Gülen: O bir beyan sultanıydı

Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) herkesi ve her şeyi alâkadar eden bir mesajla gelmişti ve vazifesi itibarıyla gönülleri, gözleri dolduracak bir derinlik ve cazibeye sahipti. Yaratılışında olabildiğine bir mükemmeliyet, davranışlarında fevkalâde inandırıcılık ve tavırlarında da her zaman cismaniyetini aşan bir lâhûtîlik nümâyandı.

Bu göz kamaştıran zâhirî çizgilerin arkasında O, bugüne kadar hiç kimseye müyesser olmamış, Kur’ân’ın “huluk-u azîm” dediği öyle yüce bir ahlâka sahipti ki önyargısız, bir kerecik olsun O’nun atmosferine giren, bir daha da tesirinden kurtulamazdı.

Bu güzellik ve fâikiyetlerinin yanında bir büyülü beyanı vardı ki, en mahir söz sarrafları dahi O konuşunca dillerini yutar, sessizlik murakabesine dalar ve O’nun ifadelerinin sihrine kapılıverirlerdi.

Evet, O bir beyan sultanıydı; söz cevheri gerçek değerini O’nda bulmuştu. Eline ne hokka ne de kalem almamış, hiçbir kitapla tanışmamış, kimsenin tedris rahlesi önünde oturmamış, kimseye üstad deme mecburiyetinde kalmamış ve üstad-ı küll olduğuna asla toz kondurmamıştı. Bu, ilâhî emirlerin yorumunda zihnî müktesebat ve yabancı malumatın konuyu bulandırmaması, ayrı bir renk ve kalıba ifrağ etmemesi adına, Allah’ın evvelen ve bizzat kendi emirlerini, saniyen ve bilaraz O’nun fıtrî melekelerini haricî tesirat ve mülâhazalardan sıyaneti demekti.. ve işte O bu mânâda ümmîydi –O ümmîye canlarımız feda olsun– ama dünya ve ukbâ işleriyle alâkalı hemen her alanda üstad-ı küll olarak öyle sözler söylemiş, öyle hükümler vaz’etmiş ve yerinde öyle kararlar almıştı ki, en mütebahhir âlimlerden en seçkin dâhilere, en mütefelsif dimağlardan en münevver ruhlara kadar hemen herkes o sözler, o hükümler, o kararlar karşısında hayret ve dehşet yaşıyordu. Tarih şahit, hiç kimse, O’nun beyan gücüne karşı bir şey söyleyememiş, hiçbir hükmünü sorgulayamamış, hiçbir icraatını da tenkide cesaret edememiştir.

O, bütün muhtevası pırıl pırıl öyle bir bilgi havzı ve hazinesiydi ki, ne geçmiş zamanın küllenmiş hâdiselerinden verdiği haberlerinde ne de tarih öncesi farklı milletlerin din, mezhep, kültür, an’ane ve örfleriyle alâkalı ihbarlarında hiçbir itirazla karşılaşmamıştı; karşılaşmazdı da; zira O, Allah’ın elçisiydi ve O’nun bilgi havzına akan o yanıltmayan malumat da hep O’ndan geliyordu.

O, ifadelerinde söz kesen bir beyan sultanı, mantığında bir muhakeme abidesi ve düşüncelerinde de misyonunun enginliğine denk bir okyanustu. İfadeleri o kadar kıvrak, beyanı o denli vâzıh, üslûbu öylesine zengin ve rengin idi ki, bazen bir-iki cümle ile muhataplarına dünya kadar hakikatleri birden arz eder, bazen mücelletlere sığmayacak kadar geniş konuları bir solukluk söze sıkıştırır, bazen de tevil ve tefsir üstadlarına yorumlamak üzere ne söz cevherleri ne söz cevherleri emanet ederdi. “Bana cevâmiü’l-kelim verilmiştir.” sözleri O’nun işte bu enginliğini işaretlemektedir.

Her zaman O’na yüz cepheden yüz türlü soru yöneltilirdi. Sorulan soruların bütününe, hem de herhangi bir tereddüde düşmeden, hemen cevap verir.. konuşmalarında büyük çoğunluğun anlayabileceği bir üslûp kullanır.. her türlü teşevvüşten uzak olduğu gibi teşvişe de sebebiyet vermeden, gayet vecîz ve fakat arı-duru bir ifade ile maksadını ortaya kor; âlim-cahil, zeki-gabî, az bilen-mütefennin, genç-ihtiyar, kadın-erkek herkesin istifade edeceği bir seviyede konuşur ve muhataplarının gönlünde mutlaka itminan hâsıl ederdi.

O, çok konuşmuş, çok hutbe irad etmiş, ifadelerinde değişik meselelere girmiş, farklı konuları tahlil etmiş, ama hep vakıa mutabık düşünmüş ve konuşmuştur. Onun beyan ve hitabelerinin üzerine hilâf-ı vaki’in gölgesi bile düşmemiştir. Öyle ki, O’nu yakın takibe alıp vurmak için sürekli fırsat kollayan o pek azılı hasımları bile hiçbir zaman O’na yalan isnadında bulunmamış ve bulunamamışlardır.

Aslında, çocukluğundan gençliğine, ondan da peygamberlikle şereflendirildiği kırk yaşına kadar fevkalâde bir hassasiyetle, hemen her davranışı gibi lisanını da hilâf-ı vaki beyandan sıyanet eden birinin, yaşının üçte ikisi gittikten sonra, kalkıp nübüvvet iddiasında bulunacağına ihtimal vermek günahtan öte apaçık bir küfür yobazlığı, akla ve mantığa karşı da bir saygısızlıktır. Kaldı ki, O’nun söylediği sözler, vaz’ettiği hükümler dünü-bugünü-yarını içine alacak şekilde fevkalâde geniş açılıydı.. ve muhtevaları da bir beşer dimağını aşacak kadar mütenevvi idi: O itikatla alâkalı konuşuyor, ibadete dair ahkâm vaz’ediyor, içtimaî, iktisadî, askerî ve idarî konularla alâkalı sözler söylüyor; söylediklerini uyguluyor; uyguladıklarından semere alıyor ve getirdiği esasların doğruluğunu tarihe tescil ettirerek insaflı ve önyargısız vicdanlara emanet ediyordu; ediyordu ve arkadan binlerce yorumcu, binlerce mütefekkir, yüzlerce filozof ve her biri pek çok fende uzman on binlerce mütefennin O’nun söylediği sözlere ve ortaya koyduğu içtimaî, iktisadî esaslara, askerî ve idarî disiplinlere, terbiyevî kurallara “evet” deyip imza basıyor; ayrıca bunların yanında milyonlarca evliyâ ve asfiyâ da her hüküm ve her beyanda O’nu tasdik edip, O’nun rehberliğinde bu payelere erdiklerini haykırıyorlardı.

Bu itibarla da, O’na “hayır!” diyen herhalde ya ne dediğinin farkında olmayan bir densiz ya da beyni yıkanmış bir tâli’siz olmalıdır; zira, ne dün ne de bugün birbirinden çok farklı bunca mesele hakkında hiç kimse bu ölçüde her zaman ter ü taze kalabilecek tek bir söz söyleyememiş ve değişmez hükümler verememiştir; hele uzmanlık isteyen konularda asla.!

Her şeyden evvel, Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, bir insan ne kadar yüksek istidatlı ve kabiliyetli de olsa, ancak birkaç fen ve birkaç alanda tutarlı söz söyleyebilir. Oysaki bu Zât, bütün varlık ve hâdiselerle alâkalı, bütün zaman ve mekânlarda geçerli öyle ince işlerden söz ediyor, söylediklerini öyle mâhirâne, hâkimane bir üslûpla ortaya koyuyor ve o denli kendinden emin ve tereddütsüz konuşuyordu ki, görüp tanıyan ve kulak verip ön yargısız O’nu dinleyen herkese “âmennâ” dedirtiyordu.

Mesajı Kur’ân O, ufku irfan O, beyanı burhan O ve iki ci­hanın vesile-i saadeti de O’dur. Hakk’ın, harika bin nişanla taltif ettiği zât O, nâmı, Kur’ân’ın referansına bağlı kıyamete kadar yâd-ı cemîl olarak anılacak da O’dur. O’dur insanlığın medâr-ı şerefi, nübüvvet hakikatinin merkez noktası. Pey­gamberler ordusunun seraskeri ve ins ü cinnin yanıltmayan rehberi. O’nun beyanı, Fuzûlîce ifadesiyle: “Enbiyâ leşkerine mîr-i livâdır.” O’nun kitabı Hak’tan bize en büyük armağandır. “Ruh-u A’zam”ın mahall-i tecellisi O ise –ki öyle olduğu muhakkaktır– O’nun mesajı da ruhlarımızın âb-ı hayatıdır. O’nunla insanlık gerçek insanî değerlere uyanmış ve O’nunla Allah’ın istediği renge boyanmıştır. O’nsuzluk tam hasret ve hicran, O’ndan kopma da apaçık bir dalâlet ve hizlandır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

O Size Küsmedi, Darılmadı!..

Soru: Peygamber Efendimiz’in (sas) ya da Bediüzzaman gibi büyüklerin, fert planında, bize darılıp küsmeleri söz konusu mudur? "Mâ veddeake Rabbüke ve mâ kalâ - Rabbin seni kat’iyen terk etmedi ve sana darılmadı" ilahî beyanı gibi, "Mâ veddeake Nebiyyuke...", "Mâ veddeake Üstazuke..." yi vicdanımızda duymamız mümkün müdür?

Cevap: Rivâyetlere göre; Peygamber Efendimize gelen vahiy bir müddet kesilmiş, Cibrîl (as) bu süre zarfında görünmemiş, bunun üzerine müşriklerden bazıları, "Rabbi Muhammed’e küstü, O’nu terk etti" iddiasında bulunmuşlardır. Allah Rasûlü’nü üzmek, güya O’nu ye’se düşürmek ve davasından vazgeçirmek için müşriklerin "Rabbi O’nu terk etti" demelerine mukabil Cenâb-ı Allah; "Ey Rasûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da" (Duha, 93/3) mealindeki ayeti indirmiştir.

Allah Teâlâ’nın, Peygamber Efendimiz’e (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) darılması ve O’nu terk etmesi vâki değildir ve bir süre vahiy gelmeyişi de asla öyle bir darılmadan kaynaklanmamıştır. Allahu a’lem, Efendimizin gönlünde, vahye karşı daha derin heyecanlar uyarmak ve öteleri gözlemesi, semanın dilinin çözülmesini beklemesi mevzuundaki iştiyakını tetiklemek için bir inkıtâ olmuştur. Bir haylûlet (araya girip perde olma) şeklindeki bu inkıtâda, O’nu geleceğe hazırlama gibi bizim bilemediğimiz başka hikmetler de vardır. Dolayısıyla, bu meseleyi, kendi düşünce tarzımız, kendi anlayışımız ve kendi ufkumuz itibariyle yorumlamaya kalkarsak, o Zât-ı âlişânı kendi seviyemize indirmiş oluruz; öyleyse, onu, Allah Rasûlü’nün şahsî mülahazası ve engin ufku itibariyle ele almak lazım. Evet, değişik rivayetlerde üç, beş, dokuz hatta kırk günlük bir süre zarfında vahyin kesintiye uğradığından bahsedilmektedir. Fakat, bu mevzuyu, bir dargınlığın neticesiymiş gibi göstermek kat’iyen doğru değildir. Ayrıca, Vâkıdî ve Kelbî gibi kimseler, Efendimiz’in (sas) vahyin kesilmesi karşısında duyduğu teessürden dolayı dağda, bayırda gezdiğini ifade etseler, onun bazı davranışlarını kendilerince farklı değerlendirseler ve bazı modern yorumcular da onların düşüncelerini aynen günümüze taşıyarak yeniden seslendirseler bile, ben bunların hiçbirine ihtimal vermiyorum. Onlara iştirak etmediğim gibi o türlü iddiaları Efendimizi hiç tanıyamamış olmalarına delil sayıyorum. Kendisine vahiy gelmeden evvel hayatında zerre kadar dengesizlik müşahade edilmeyen bir insanın, semalarla irtibata geçtikten ve uluhiyet hakikatına o kadar aşina olduktan sonra, öyle bir ruh haleti içine girmesi kat’iyen mümkün değildir. Evet, mutlaka O da bir beşerdi, muktezâ-yı beşeriyet olarak bizde bulunan bazı şeyler O’na da ârız olurdu, fakat, O’nda asıl olarak meydana gelen şeylerin bizde yalnızca gölgeleri hasıl olduğu gibi, bizde asıl olarak bulunan şeylerin de O’nda sadece gölgesi bulunurdu.

Allah Rasûlü’nün bakışları hep ulvî alemlerdeydi; O’nun ötelere karşı tarifi imkansız bir iştiyakı vardı. Bazı insanların dünyaya bağlılığının ve dünyevîliklere tiryakiliğinin çok ötesinde O öteki alemlere bağlıydı ve bir ibadet ü taat tiryakisiydi. Cenab-ı Hakk’ın rızasına vesile olacak hususları öğrenmek ve Cebrail’le (as) bir kere daha sohbet-i Canan’da bulunmak için adeta can atıyordu. Nitekim, bir gün "Ey Cibrîl! Bizi (şimdiki mutad) ziyaretinden daha çok ziyaret etmene engel nedir?" demiş ve onunla daha sık bir araya gelme isteğini ifade buyurmuştu; Cibrîl-i Emin de, "Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz" (Meryem, 19/64) mealindeki ayetle ona cevap vermişti. İşte, kısa bir süreliğine de olsa vahyin kesilmesini, ötelere müteveccih ve vahiy tiryakisi bir insanın duygu, düşünce ve iştiyak enginliği açısından değerlendirmek gerekir.

Allah Rasûlü kendi ufku itibariyle, onu önemli bir inkıtâ sayabilir, bir haylûlet vâki olmuş gibi algılayabilir, yani ötelerle kendisi arasına bir perde konulduğunu ve adeta bir husûf (perdelenme, ay tutulması) yaşadığını düşünerek ciddi bir heyecan içine girebilir. Fakat, kısa süreli böyle bir kesinti, belki de O’nun iştiyakını arttırmaya matuftur ve bir rahmettir. Geçici bir kabz tattırmak suretiyle, Allah (cc) her zaman bast halinde yaşayan Habibi’nin teyakkuzunu tetiklemeyi ve tevecühünü güçlendirmeyi murad buyurmuştur. Nitekim, Kur’an-ı Kerim, "Rabbinin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O’na yönel." (Müzzemmil, 73/8) mealindeki ayetlerle böyle bir teyakkuz ve teveccühe davet etmektedir. Evet, bir süreliğine vahyin kesilmesi adeta daha derin bir yöneliş çağrısıdır; fakat, kat’iyen bir küskünlük ve dargınlığın neticesi değildir. Bunun en önemli delili de, Duha Suresinin tamamı ve bilhassa "Ey Rasûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da." (Duha, 93/3) mealindeki ayet-i kerimedir. Bu ayetler, Allah Rasûlü için birer müjdedir; bulunduğu her hâlin önüne nazaran sonunun, mesela nübüvvetinin başlangıcına nazaran sonrasının, dünyaya nazaran ahiretinin daha hayırlı olacağını, Efendimizin daimi bir yükselişte bulunacağını; dünyada, ilahî feyizlerle ve tebliğ vazifesinde muvaffakiyetle, âhirette ise şefaat-ı uzmâ ve makam-ı mahmudla mükafatlandırılacağını haber veren ve O’nun mutlaka razı edileceğini bildiren bir müjdedir. Selef-i salihinden bazıları, "Kur’ân’da en ümit verici ayet budur, zira kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseler kurtulmadıkça Efendimizin razı olması düşünülemez." demişlerdir.

Vazifeni Yap, Allah’ın Vazifesine Karışma!

Diğer taraftan, "Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı" ifadesini mukabele olarak değerlendirmek lazım. Mesela, Arapça’dan Türkçe’ye çevirirken kabaca "Kim Allah’a tevbe ederse Allah da ona tevbe eder" şeklinde dile getirilen hakikat, aslında "Bir insan günahından tevbe eder ve bir kere daha kulluk şuuru içinde Cenab-ı Hakk’a yönelirse, Allah o kulun tevbesini karşılıksız bırakmaz ve ona rahmetinin genişliğiyle, mağfiretinin enginliğiyle muamelede bulunur." demektir. Belâgat ilminde, aralarında tezat ve tekabül bulunan şeyleri bir ibarede bulundurmaya ve aynı kelimeyi birbirine mukabil iki ayrı manada beraberce zikretme ye "mukabele" denmektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin "Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla "Herkes beni dinlesin?" diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma." şeklindeki ifadelerinde geçen "vazife" kelimesi de böyle bir mukabele düşüncesiyle kullanılmıştır. Yoksa, -hâşâ- Allah için vazife ve sorumluluk söz konusu olamaz. "O yaptıklarından sorumlu değildir. O’nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar mutlaka sorgulanacaklardır." (Enbiya, 21/23) mealindeki ayet de bu hakikati ifade etmektedir. Demek ki, Bediüzzaman’ın bu sözlerindeki "vazife" kelimesi de belâgat ilmindeki mukabeleye misaldir.

İşte, "Mâ veddeake Rabbüke ve mâ kalâ" ifadesini de mukabele açısından değerlendirmek icap eder. Yani, sizin birbirinizi terk etmeniz, birbirinize küsüp darılmanız kendi acz, zaaf, fakr ve hiçliğiniz içinde ne ifade ediyorsa, birine küsüp darılınca siz ne yapıyorsanız, Hazreti Zât-ı zülcelal de kendi münezzehiyet, mukaddesiyet ve mübecceliyeti zaviyesinden öyle bir mukabelede bulunur. Küsme ve darılma gibi kelimeler Zat-ı Uluhiyet’e nisbet edilince, o kelimelerin lazımı, Cenabı Allah’ın münezzehiyeti içinde anlaşılmalıdır. Yoksa, bu sözler insanların küsüp darılmaları cinsinden beşerî bir manayı hatırlatmamalıdır. Öyleyse ayet-i kerime, "Allah, seni hiçbir zaman kimsesizliğe terk etmedi ve yalnız bırakmadı." anlamına gelmektedir.

Çoğumuz itibariyle, biz de bu âyeti her okuyuşumuzda, aynı mânâyı kendi adımıza duymaya çalışır ve sanki Rabbimiz bize hitap ediyormuş gibi bir hisse kapılırız. Aslında, bu hitap, evvelen ve bizzat, hakiki ve kamil manasıyla Peygamber Efendimiz’e mahsus olsa bile, saniyen ve izâfî olarak, zıllî keyfiyetiyle ve izdüşümü itibariyle O’nun yolunda olan insanlara da bakmaktadır. Öyle inanıyorum ki, Allah Teala, bir adımla dahi olsa Kendisine yaklaşanı hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır. Çünkü O "Erhamü’r-râhimîn = Yegâne merhametli"dir. "Çok rahim, çok merhametli" denince herkesten önce O akla gelir.

Cenabı Hak, Duha Suresi’nde ayrıca " Elbette Rabbin sana ileride çok ihsanda bulunacak, tâ ki sen de O’ndan ve verdiğinden razı olacaksın." (Duha, 93/3) buyurmaktadır. İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayette, "O’nun rızası, ümmetinin hepsinin Cennete girmesindedir." denilmektedir. Peygamber Efendimiz’in (sas) ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir. İnsanlık târihinde O’nun kadar ümmetine "düşkün" bir başkasını göstermek mümkün değildir. Bu hakikati ifade sadedinde Kur’ân-ı Kerim’de, "Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 9/128) diye anlatılan Rahmet Peygamberi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) ümmetine karşı alâkası fevkalâde ve had safhadadır. Bundan dolayı, Peygamber Efendimizin, ümmetine küsüp darılacağına hiç ihtimal vermiyorum. O’nun genel tabiatının ve yüksek karakterinin küsüp darılmaya müsait olmadığına inanıyorum.

Ashabımı Bana Bırakın!..

O, ümmetine karşı o denli merhamet ve şefkatle doluydu ki, bir gece sabaha kadar, Hazreti İbrahim’in duası olan, "Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin." (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, "Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!" (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp "Allahım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)" diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teala Hazretleri: "Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: "Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz." buyurmuştu.

Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde haşrin dehşetini anlatırken de, "O gün ümmetimden bazıları sol taraflarından yakalanmış olarak getirilir. Ben, "Ya Rabbi, bunlar da benim ashabım! Bunlar da benim ümmetimden!" derim. Cenâb-ı Hakk bana hitaben, "Ya Muhammed! Bilmiyorsun onlar senden sonra neler işlediler." der. Ben de artık salih kul Hazreti İsa gibi derim: "Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm ancak Sen’sin!" (Mâide, 5/117-118) buyurarak ötede de ümmetini düşünüp onları kurtarmak için çırpınacağını söylemişti.

İşte böyle bir zatın ümmetine küsmesi ve darılması söz konusu olamaz. O’nun kendi hakları açısından hiç kimseye küsüp darılmayacağından emin olabilirsiniz. Fakat, Allah Rasûlü’ne karşı yapılan bazı hatalar ve cinayetler vardır ki, doğrudan doğruya O’na karşı yapılmış olsa da, belki umumun hukukuna bir tecavüz ya da hukukullah adına bir saygısızlık sayılır. Dolayısıyla, -Efendimize karşı saygım çerçevesinde herhangi bir şeyin O’nu aştığını söylemek istemesem de, dîk-i elfazdan (lafızların darlığı ve ifade eksikliğinden) dolayı mecbur kalarak demeliyim ki- o türlü meselelerde affetmek ve bağışlamak O’nu da aşar. Siz kalkıp deseniz ki, "Ben şu kötülük yapanı da bağışladım, bu kötülük yapanı da affettim..." Fakat, yapılan o kötülükler içinde, Kur’an’a hakaret yer alıyorsa, Efendimiz’e saygısızlık bulunuyorsa, dine-diyanete karşı bir tecavüz söz konusu ise, bir asırdan beri insanlığın hayrına ortaya konan bir hizmet çizgisine ve o eşiğe baş koyan insanların sa’yine ihanet varsa, bunlar öyle büyük cinayetlerdir ki, bu konuda affetme ve bağışlama hakkı hiç kimseye verilmemiştir. O cinayetleri işleyenler, Kâbe’yi tavaf etmiş ve beş vakit namazlarını aksatmamış olsalar bile, yaptıkları kötülüklerin hesabını ötede mutlaka verecek ve cezalarını çekeceklerdir. Hatta siz onları affedip her gün dualarınızda yâd etseniz de, onlar bu hesaptan ve cezadan kurtulamayacaklardır. Ümmet-i Muhammed’e ihanet, Hazreti Üstad’ın davasına ihanet, bugün dünyanın dörtbir yanına yayılan hizmet-i imaniye ve Kur’aniyeye ihanet affedilir türden değildir. Âdet-i İlahiye açısında Allah affetmez o türlü kötülükleri; âdet-i İlahiyeye inkıyad ve saygı zaviyesinden de Hazreti Muhammed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) sahip çıkmaz o kötülükleri işleyenlere... Bu açıdan, Efendimiz (sas) ümmetine darılmaz; fakat, Allah’a ve âdet-i ilahiyeye saygı ve edebinin gereği, O’nun da ses ve soluklarını tutup temkin içinde bir tavır alması gereken yerler vardır. Öyleyse O’nun, bize küsmemesi, darılmaması, kırılmaması ve bizi terk etmemesini istiyorsak, riayet etmemiz gerekli olan hususlarda, özellikle de âmme hakkı diyeceğimiz ve içinde Allah hakkı da bulunan meselelerde çok hassas olmamız, çok titiz davranmamız gerekmektedir. O’na ümmet olma nisbetimizi koruduğumuz sürece, O bize küsmeyecek ve bizi kimsesizliğe terk etmeyecektir.

Bu hususla alakalı bir hadiseyi hatırlatmakta da fayda mülahaza ediyorum: Yeni müslüman olmuş birisi, Efendimizin yanına gelerek O’ndan yardım talep ediyor. Allah Rasûlü adama bazı şeyler vermesine rağmen adam hoşnutsuzluk izhar edip edep sınırlarını zorlayınca, Sahabe Efendilerimiz o şahsın üzerine yürüyor ve saygısızlığını cezalandırmak istiyorlar. Fakat, Peygamber Efendimiz onlara mani oluyor ve başka şeyler de verip o adamı memnun ediyor. Sonra da ashabına dönüp şöyle buyuruyor: Benimle bu köylünün durumu kaçan bir deve ile sahibinin durumu gibidir. İnsanlar devenin peşinde koşmuş, hep beraber onu yakalamaya çalışmışlardır ama deve kalabalıktan daha çok ürkmüştür. Sonunda deve sahibi, "Devemi benimle başbaşa bırakın." diye seslenmiş; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna zimamı vuruvermiştir. Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın."

Bu hadisede de görüleceği üzere, Rahmet Peygamberi, kendisinden kaçanlara bile fevkalâde bir şefkat, bir mülayemet ve bir merhametle yaklaşıyor ve gönlünü herkese açık tutuyordu. Bugün de siz, O’na olan nisbetinizi korursanız, Allah Rasûlü o nisbeti kendi eliyle koparmayacaktır. Fakat nisbeti siz koparırsanız, bu defa O da kopan o halkayı bağlayamaz. Çünkü, bu ilahî bir kanundur. Allah (cc), "Evfû bi ahdî ûfi bi ahdiküm – Siz, Bana verdiğiniz sözünüzde durun; Ben de ahdimi yerine getireyim." (Bakara, 2/40) buyurmaktadır. "Adımını sen at; Ben onu karşılıksız bırakmam; sen hidayet üzere ol, Ben seni o yolda kimsesizliğe terk etmem." demektedir. Şayet bu, bir yönüyle Jean-Jacques Rousseau’nun içtimai mukavele üslubuyla ifade edeceğimiz, bir anlaşma, ilahi bir kural ve bir disiplin ise, bize o mukavelenin şartlarına riayet etmek düşer. Biz, bize düşen yanıyla o mukaveleyi bozmazsak, Allah Teâlâ onu kat’iyen nakz etmez, Rasûlullah da o anlaşmayı asla bozmaz..

"Haysiyetime Dokundu" Demeyin...

Aynı hususu, bir manada Hazreti Üstad için de düşünebilirsiniz. "Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım." diyen bir insanın değil talebelerine, dostlarına ve arkadaşlarına, en uzak kimselere bile küsüp darılması mümkün değildir. Biraderi Abdülmecid Efendi ve yeğeni Abdurrahman Abinin ayrılığından dolayı dile getirdiği duygularına bakılınca açıkça görülür ki, o çizgide dostlarıyla beraber yürüme arzusu vardır içinde.. hem çok ciddi bir arzu, öldüresiye bir iştiyak, bir tutku ve bir tiryakilikle bağlanmıştır yol arkadaşlarına. "Aman! Tanışıp kader birliği ettiğimiz hiç kimse uzaklaşıp gitmesin!" der büyük bir heyecanla ve o mevzuda çırpınır adeta. Uzaklaşıp giden birkaç insanın hicran ve hasretini çok derinden yaşamıştır. Hatta, talebelerinden bazılarının küçük içtihad farklılıklarından dolayı birbirlerine küsecek gibi olmaları karşısında yalvarırcasına, başını onların ayaklarının altına koyarcasına sızlanmış, inlemiş, tir tir titremiş ve "Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı ve ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan ya da şuursuzluktan dolayı arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözlerle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim." demiştir. Evet, şefkati bu enginlikte olan ve daire-i kudsiyesine giren herkese bu ölçüde sahip çıkan bir insanın talebelerine, dostlarına ve o daire içine girdiğine inandığı kimselere küsmesi, darılması ve onları terk etmesi söz konusu değildir. O yaşadığı asırda mukaddes bir çığlık olmuş, on üçüncü asrın minaresinin başına çıkmış, sureten medeni, sireten çok geri, dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olan kimseleri bile imana, Kur’an’a ve camiye davet etmiştir. O, sesini herkese duyurabilme ve mesajıyla herkesi tanıştırabilme sevdalısı bir müezzindir, müezzin-i kebirdir. Herkesi çağırmış, millet camiyi doldurmuş ama bazıları namaz kılmadan veya namazı yarıda keserek camiyi terk etmiş, kulluk namazını yarıda bırakarak geriye dönüp gitmişler; Üstad ise, onlar için de ağlamış ve tekrar o kudsî daireye dönmeleri adına inlemiştir. Öyle bir insanın, kimseye darılması ve küsmesi mümkün olamaz. Onun işi, vazifesi ve misyonu davettir, çağrıdır, insanları mübarek bir gâye etrafında toplamadır. Cennete girmekle hissedeceği zevkten daha fazla haz duyar kazandığı her insanla.. uzaklaşıp yolunu yitiren insanlardan dolayı da Cehenneme girmiş gibi azab çeker.

Bu meselede şahsî hesap peşine hiç düşmez, kendisine işkence ve eziyet edenlere hesap sormayı asla düşünmez. Şu sözler, küsmeyen, darılmayan, gönül koymayan, misliyle mukabeleyi hiç hatrına getirmeyen, herkesi bağışlayan ve sadece davasını düşünen bir mefkûre kahramanına ne kadar da çok yakışır: "Eğer Risale-i Nur’u tenkid fikriyle tetkik eden adliye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip kurtarırlarsa, sonra beni idamla mahkûm etseler bile, şahit olunuz, ben hakkımı onlara helâl ediyorum. Çünkü biz hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek, hiçbir tarafgirliğe girmeyerek hizmet-i imaniyeyi yapmaya mükellefiz." Evet, Hazreti Bediüzzaman gibi dava adamlarının da, insanlara küsmesi ve darılması söz konusu olamaz. Fakat, şayet bir insan sırtını dönüyor, ona ve davasına ihanet ediyor; dine, diyanete söven kefereyle işbirliği yapıyor ve Kur’an hizmetini yıkmaya çalışıyorsa, bu öyle büyük bir cinayettir ki, o cinayeti işleyene karşı affedici olma ve ona şefaat etme Bediuzzaman’ın da elinden gelmez.

İhanetin Mazereti Olmaz

Mevzuyla alakalı son bir hususu daha hatırlatmak istiyorum: Şeytanın önemli hilelerinden biri de, insana hatalarını kabul ettirmemesi, onu hata ve kusurlarına mazeret aramaya itmesi ve yaptığı yanlışları içtihâdî bir kısım görüş farkılılıklarının neticesiymiş gibi göstermek suretiyle, meseleye bir mazeret bulma yoluna sevketmesidir. Eğer bir insan, yaptığı hataların kendi hatası olduğunu kabul etmiyor, onlara dışarıdan sebepler arıyor, "şundan dolayı yaptım, bundan dolayı yaptım" diyerek mazeretler arkasına sığınmaya çalışıyorsa, o hiçbir zaman hatalarını telafi edemez, günahtan uzaklaşma ve u kûbet endişe­siyle Hakk’a sığınma kurnası olan "tevbe" ile temizlenemez, makam ve derecâtı muhafaza arzu­suyla O’nda fâni olma manasına gelen "inabe" kapısına kat’iyen yönelemez ve O’ndan başka her şeye ka­panma da diyebileceğimiz "evbe" serasına asla giremez. İşlediği kabahat küfür çerçevesinde ise, küfür karanlığındaki karalığı devam eder; suçu bir dalâlet çerçevesinde ise, yolunu yitirmişliği sürer gider; büyük bir günah işlemişse, o kebire arkasına başka büyük günahları da katar ve o insanı sonunda küfür bataklığına kadar iter. Dolayısıyla, bir kabahata mazeret aramak, daha büyük bir kabahattır. Hata bir hatadır; o haliyle kalsa ve telafi yolları aransa basit bir hata sayılır. Fakat, o hataya bahaneler ileri sürmek ve başkaları nezdinde onu mazur göstermeye çalışmak mürekkep ve katlanmış bir hatadır. Hatayı hata olarak görmeme, onu bir kabahat kabul etmeme ve onun bir suç olduğuna inanmamaya gelince, o da mük’ab bir hatadır. "Bana şunu ettiler, şöyle yaptılar; beni anlamadılar" türünden sözler şeytanın ve nefsin hırıltılarından başka birşey değildir. Allah Rasûlü’nden kopup giden kim olursa olsun, onun mazeret adına bir şey söylemeye hakkı yoktur. Ne sebeple olursa olsun, iman ve Kur’an yolundan sapan bir kimsenin bahaneleri geçersizdir. Düşmanca tavırlara girenlerin "Bunlar, dünyanın dörtbir yanına Pan-Türkizmi, Pan-İslamizmi götürüyorlar. Ayrıca, bunlar hiç kimsenin kontrolünde de değiller, bağımsız hareket ediyorlar; öyleyse endişe duymak lazım" diyerek; insaflı insanların da, "Bunlar, milli ve manevi değerlerimizin temsilciliğini yapıyorlar, dünyanın her yerinde bizim eşsiz kültür mirasımızı tanıtıyorlar; öyleyse hiç olmazsa kalben destek vermeliyiz" şeklinde duygularını seslendirerek hakkaniyetine şehadet ettikleri bir gönüllüler hareketine karşı yıkıcı ve tahrip edici davranışlarda bulunan kimsenin "Kıymetimi bilemediler, sözlerimi dinlemediler, yüksek fikirlerimden istifade etmediler" türünden sözleri de sadece nefsin mırmırları ve şeytanın hırıltılarıdır ama bunlar kat’iyen işlenen büyük hatayı mazur kılamaz.

Bildiğiniz gibi; Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselam), Mekke’nin fethi esnasında, "Kim Beytullaha girerse korkudan emin olur." (Bakara, 3/97) mealindeki ayeti de hatırlatarak, Mescid-i Haram’da bulunanlara, Ebu Süfyan’ın evine sığınanlara ve evlerinden çıkmayanlara dokunulmamasını emir buyurmuşlardı. Mekke’ye girip başındaki miğferini çıkardığı sırada, bir adam gelerek: "İbn-i Hatal, Ka’be’nin örtüsüne sarılmış vaziyette yakalandı, affedelim mi?" deyince o Şefkat Peygamberi "Onu öldürün!" emri vermişti. Karıncanın canına kıyamayan, akreplerin ve yılanların hayat hakkını dahi gözeten öyle merhametli bir peygamber nasıl olmuştu da İbn-i Hatal’ın ölüm fermanını vermişti? İbn-i Hatal, Peygamberimizin huzunda bulunmuş, onun nurefşân beyanlarını dinlemiş, huzurunun insibağını belli ölçüde tatmış, fakat cahiliye hislerinden geriye kalan bir şeyden dolayı rencide olmuş ve biraz uzaklaşmıştı nur halkasından. Başlangıçtaki o hatasını pek küçük bir inhiraf gibi görmüştü. Oysa, merkezdeki çok küçük bir açı muhit hattında kapanamaz bir boşluğa dönüşmüş ve farkına varamadan o kadar uzaklaşmıştı ki, Allah Rasûlü’nün, kanlarını heder kıldığı birkaç kişiden biri de o olmuştu. Çünkü, duymuş, gelmiş, tatmış, harem odasına kadar girmiş ve sonra da o haremgâh-ı nebevîyi telvis etmiş, adeta oraya bevletmişti. Onun Efendimize ve dine karşı tavrı ihanetti. Böyle bir insan affedilemez; sadece kapının dışına konmak suretiyle cezalandırılmış sayılamazdı. Artık o, salona alınmamalı, koridora girdirilmemeli, hatta o saadet dairesine de yaklaştırılmamalı, yedi sokak öteye itilmeliydi. Evet, Efendimiz gibi bir şefkat abidesi daha gelmemişti dünyaya; O kendi hakkıyla alakalı her hususu affederdi. Fakat, İbn-i Hatal’ın günahı hem küfür, hem şirk, hem ihanet ve hem de bütün müslümanların hakkına tecavüzdü. Zaten, Peygamber Efendimizin o kararı da -hâşâ- kendi nefsi için ve kendi içtihadıyla verdiği bir karar değil, vahiy kaynaklı bir hükümdü. Yanlış anlaşılmaması ve su-i istimale açık kapı bırakılmaması için –istidradî olarak- belirtmeliyim ki, bugün şahıslar, hiç kimsenin ölümüne karar veremez ve günahı ne olursa olsun, kimseyi idama mahkum edemez. O bazı ülkeler itibarıyla, devletin yetkili kurumlarına ait bir iştir. Efendimizin konumu ve O’nun yaşadığı devir bugünle ve başka insanlarla kıyaslanamaz.

Hasılı, "Rabbin seni kat’iyen terk etmedi ve sana darılmadı" (Duha, 93/3) hitabı, hakiki manasıyla Peygamber Efendimiz’e mahsus olsa bile, zıllî keyfiyetiyle onun yolunda olan insanlar için de geçerlidir. Allah Teâlâ, bir adımla dahi olsa Kendisine yaklaşanı hiçbir zaman yalnız bırakmadığı gibi, Peygamber Efendimiz de, kendisine "Efendim" diyenlere daima "ümmetim" cevabı verecek ve sahip çıkacaktır. Üstad hazretleri gibi hak dostları, kendi hizmet dairelerinde olan insanlara hiç darılmayacak ve asla küsmeyeceklerdir. Fakat, unutulmamalıdır ki, Kur’an’a ihanet affedilemez; Rasûlullah’ın davasına hıyânet bağışlanamaz; binlerce insanın sa’y u gayretleriyle ortaya konan bir hareket hakkındaki hainlik, mazeret olarak ne denirse densin, mazur görülemez. Siz ve biz o büyük cinayetleri işleyenler hakkında "Allahım onları affet" diye duada da bulunamayız, onlar hakkında af dileme, Allah’a, Efendimize ve dine karşı saygısızlıktır, günahtır. Onlar için söyleyebileceğimiz tek söz; "Allah hidayet eylesin" cümlesidir.

Bu hususta her insan kendi gönlünden fetva istemeli ve vicdanının hükmüne kulak vermelidir. Nitekim, Rasûlullah (aleyhissalatu vesselam), "Müftüler fetva verse de sen kalbine sor." buyurmuşlardır. Bu konuda, bin tane müftü size rahatlatıcı bazı şeyler söylese de, siz kendi vicdanınıza bakıp onun hükmünü esas saymalısınız. Nerede duruyorsunuz? Durduğunuz yerin hakkını veriyor musunuz? Verdiğiniz söze vefalı ve yaptığınız mukaveleye sâdık mısınız? Vaadlerinizi yerine getirmeye âmâde bulunuyor musunuz? İşte bütün bu soruların cevabı vicdanınızda saklıdır. Terk edilip edilmediğiniz, size küsülüp küsülmediği hususu da onun vereceği cevaplarla netlik kazanacaktır. Öyleyse, kendi vicdanınıza, hâlihâzırdaki tavır, davranış ve faaliyetlerinize bakın; çünkü, Allah’la münasebetinizin seviyesini, İnsanlığın İftihar Tablosu’yla alakanızın derinliğini, Hazreti Bediüzzaman gibi dava adamlarıyla olan bağınızın kuvvetini, iman ve Kur’an hizmetine karşı vefa ve sadakatinizin derecesini belirleyecek olan mercî sizin kendi vicdanınızdır.

O'na muhtacız!..

Günah insan için mukadderdir ve aynı zamanda o, insanın tabiatının bir tezahürüdür. İnsan, günah karşısında Allah'a (cc) çok sığınmalı; tabiatının o meylini yenmeye, fıtratının o buudunu kapalı tutmaya çalışmalıdır. Sevap daha sonraki sevap için bir davetiye olduğu gibi günah da sonraki bir günaha çağrıdır. -Hafizanallah- İnsan tabiatında bir kere delik açılınca, artık onun arkası gelir; hata ve isyanlarla örülü fasit bir daire oluşur...

Günaha hiç düşmemeye çalışmak gerektir. Fakat eğer düşülmüşse hemen tevbe etmelidir.. hem bu tevbe sadece bir kereyle de kalmamalı; samimi bir kul işlediği bir günahtan dolayı, onu her hatırladığında yeni işlemiş gibi bin defa istiğfar etmelidir.. gözü bir kere harama kaymışsa, kendini bütün gün günah işliyormuş gibi bir yanlışlık içinde görmeli, "İşte ben böylesine bir zavallıyım." deyip nefsini kınamalı, pişmanlıkla iki büklüm olmalı ve hemen tevbeye durmalıdır.. durmalı ve Yüce Dergâh'a el açıp yine O'na sığınmalıdır.

İnsan her zaman Allah'a (cc) muhtaçtır. Muhtaç olmayan bir tanedir: O da Allâhu's-Samed'tir. Fakat, O'na muhtaç olmakta da bambaşka bir güzellik vardır. Ben muhtaç olmayan bir insan olmaktansa, O'na muhtaç, boynu tasmalı bir kul olmayı tercih ederim. Her vesileyle O'na el açmak, her şeyi O'ndan dilenmek çok hoşuma gider. Mahiyetime yerleştirdiğinde beni Kendinden müstağni kılacaksa vâridat, mevhîbe, keşf u kerâmet.. hiçbirini istemem; benim O'na muhtaç olduğumu ruhuma duyuracak hisler isterim. Sürekli O'na karşı zaruriyet derecesinde bir ihtiyaç içinde olmayı ve O'nu duymayı arzu ederim.

Bunları inancı olmayanlara anlatmak çok zordur, anlayamazlar bu hakikati. "Bardağı tuttum, ağzıma götürdüm, içtim." deyip bütün bu ifadelerin aslında mecaz olduğunu düşünmeyen nasıl anlayacak ki? 'İçtim' ne demek, O içiriyor işte; bardağı yaratan da O, suyu yaratan da O ve seni yaratan da O. İradenin ötesinde O'nun iradesi var.. Bir mümin tevhid mülahazasına bağlı yaşamak istiyorsa mülahazalarını sık sık gözden geçirmelidir.

Maalesef, bu asırda enaniyet çok ilerde. 'Veli' diyebileceğiniz adamda bile bencillik oluyor. Hatta -hafizanallah- öyle oluyor ki, zaman geliyor, namazındaniyazında birisi olmasına rağmen, çok önemli, makbûl bir insanın Cenâbı Hak tarafından bazı önemli şeylere vesile kılındığı söylenince ona karşı kıskançlık duyuyor. Hatta kendisine saygı duyduğu zâtı bile kıskanabiliyor. Enaniyet o kadar ileri ki, 'Üstad' deyip onu kabulünü ifade ediyor; fakat, kendisini silseniz, nefyetseniz, her şeyi tamamen Üstad'a verseniz ona karşı bile kıskançlık duyuyor, 'Azıcık da benden bahsedin yahu' diyor...

Böyle insanlardan müteşekkil enâniyetli bir cemiyette de bir enâniyeti milliye, enâniyeti cem'iyye oluyor. Benlik kuvvet kazanıyor ve daha tehlikeli hâle geliyor. Âidiyet mülahazası da enâniyete sebep oluyor. İnsan tercihini bir yönde kullanabilir. "Ben Hanefiyim", tercihimi böyle kullandım. Fakat Hanefî olmakla Şafîiliğe, Hanbelîliğe karşı caka yapmanın bir mânâsı yoktur. Herkes elinden geldiğince dinine, milletine hizmet ediyorken, "Ben falan yerin talebesiyim; ben kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyım." şeklinde üstünlük mülahazaları içine girmek çirkindir. Tercihini belli bir yönde kullanmışsın, elbette tercihini kullandığına göre orada bir fâikiyet mülahaza ediyorsun. Bu normaldir ve senin hakkındır. Tıpkı bir müçtehidin yaptığı içtihad gibi bir şeydir bu: Bir müçtehid delilleri inceler, bir hükme varır. Bir hükme vardıktan sonra da artık onunla amel etmesi gerekir; "Ben şu delilden şu hükmü çıkarıyorum; ama onunla amel etmiyorum." diyemez. Doğruluğuna inanıyorsa onunla amel etmelidir.

Aynen onun gibi, bir mülahazaya bağlı olarak bir tercihte bulunmuş olabilirsin. Ama bu, üstünlük duygusuna kapılmaya, başkalarını hafife almaya ve kendini de kurtulmuşluk içinde görmeye kat'iyen vesile yapılmamalıdır.

O'nun İçin Sevmek

Soru: Allah sevgisini anlatırken, "Müşrikler sevdiklerini Allah gibi severler, mü'minler ise Allah'tan ötürü alâka duyar ve sinelerini açarlar. Allah'ı seviyor gibi sevmekle, Allah'tan ötürü sevmek birbirinden çok farklı şeylerdir.." diyorsunuz. Acaba, Allah'tan ötürü sevmenin ölçüsü nedir?

Cevap: Müşriklerin, mahlukâtı Allah'ı sever gibi sevdiklerini Kur'an-ı Kerim açıkça ifade etmekte ve "Öyle insanlar vardır ki Allah'tan başkasını Allah'a denk tutar, tıpkı Allah'ı severcesine onları severler." (Bakara 2/165) buyurmaktadır. Aslında onlar, Allah'ı bilmiyorlar; bilmedikleri ve O'na inanmadıkları için de O'nu sevmiyorlar. Allah'tan başkasını severken de, Allah'a vermeleri gerekli olan aşk u alakanın bütününü mahlukâta yönlendiriyorlar. Kalbî alaka, irtibat ve sevgileri o seviyede oluyor ki, öyle bir sevgi sadece Allah'ın hakkıdır. Fakat onlar, sevgilerini cismâniyet, şehvet ve nefs-i emmâre üzerinde temellendiriyor; gelip geçici, fânî varlıklara verilmemesi gereken ve sadece Allah'ın hakkı olan sevgiyi başkalarına veriyorlar.

Mü'minlere gelince onlar, her şeyden önce Allah'ı severler ve başkalarına karşı alâkayı da O'nun sevgisine bağlarlar, sevgileri O'ndan ötürüdür. İnananlar, her şeyden evvel ve her şeyin önünde, mutlak Mahbub olarak Allah'a gönül verir; sonra da O'ndan ötürü, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere bütün nebîleri ve velîleri severler. Nebîleri ve velîleri severler; çünkü onlar, Cenâbı Hakk'ın maksatlarını takip ve temsil ederler ve O'nun yeryüzündeki halifeleri olarak dünyanın imar ve tanzimine nezarette bulunurlar. Mü'minler, nebîleri ve velîleri severken meseleyi Allah sevgisine bağladıkları gibi anne-baba, gençlik, bahar gibi şeylere karşı sevgilerini de onların Allah'la münasebetlerine bağlarlar. Mesela; bu âlemi, Allah'ın güzel isimlerinin bir tecelligâhı ve öteki dünyaların da bir mezraası olması açısından severler.

Evet, kendi mertebe ve seviyelerine göre mü'minlerin Allah sevgileri de, başkalarına karşı aşk u alakaları da izafîdir. Çünkü, sevgi, marifetin bağrında boy atar, gelişir; herkes ilim ve irfanı nisbetinde bir sevgi derinliğine ulaşır. Kim Cenâb-ı Hakk'a ne kadar inanıyorsa O'nu işte o kadar sever. Bu açıdan da sevgi izâfîdir. Dolayısıyla, insanların inanç mertebelerine göre sevgi mertebeleri vardır. Yani, düz bir insan, kendi seviyesinde bir çeşit Allah'la münasebet içindedir; o kendi mertebesine göre bir aşk u alakaya ulaşmıştır. Düz insan, ilme'l-yakîn merdiveninde yükseliyor demektir ama ilme'l-yakînin de belki yüz basamağı vardır. Bir kul, ilme'l-yakînden ayne'l-yakîne, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka'l-yakîne geçerek marifetini derinleştirebilir ve marifetinin derinliği nisbetinde de Cenâbı Hakk'la daha farklı bir münasebet içine girer, daha engin bir Allah sevgisine erişir. Öyleki, bu mertebelerden ‘ayne'l-yakîn' basamağına çıkabilenler, bütün kâinatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek dereceye erer ve her varlığın bir dil olup O'nu anlattığını duyar gibi olur. Tevbe, inâbe ve evbe kapılarından yakîn koridoruna giren bir kul, teyakkuz içinde ve sabırla marifet mertebelerini kat' ederse zamanla aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza ve temkin makamlarına da ulaşabilir. Evet, O'nun adı duyulduğu zaman burun kemikleri sızlayacak kadar sevdalanmaya aşk; O'nun sevgisinden hasıl olan istek, neş'e ve sevinçle devamlı köpürüp durmaya şevk; bunların, insan tabiatının bir derinliği haline gelmesine iştiyak; O'ndan gelen her şeyi gönül hoşnutluğuyla karşılamaya rıza; duyma, hissetme ve O'nun sevgisiyle kendinden geçme hislerine karşı dikkatli davranarak kulluk edebini korumaya da temkin diyoruz ki bunların her biri Allah sevgisinin değişik dalga boyundaki tecellileri ve neticeleridir.

Eğer bir insan, bütün eşyayı O'nu anlatan bir dil olarak görüyor, her şeyi O'ndan kabul ediyorsa; canlı-cansız her varlığı bir yönüyle O'nu gösteren, O'nu aksettiren aynalar şeklinde, O'nun mir'âtı olarak değerlendiriyorsa, üzerlerinde O'nun mührünü gördüğü, O'nun kudretini okuduğu, O'nu müşâhede ettiği ve O'nu duyduğu aynalara karşı alaka duyması da O'ndan ötürüdür. Şu kadar var ki, insan O'na karşı ne kadar alaka duyuyorsa, o aynalara karşı alakası da o kadar derin olur. Bundan dolayı bazı büyükler, belki de bu münasebeti sezemeden doğrudan doğruya eşyaya karşı derin bir alaka duymuşlardır. Yani, bir yaprağa karşı dahi derin bir alaka duymuş, bir çöpe bile kıymet vermiş; onda, O'na dair çok değişik şeyler müşahede etmiş.. etmiş fakat, ilk anda o münasebetin farkına varamamışlardır. O münasebetin farkına vardıkları zaman da gönülden bir "oh" çekmiş, derin bir huzur nefesi almışlardır. Üstad hazretlerini bu mevzuda değerlendirme bize düşmez, onun ufku çok derindir, biz ona yetişemeyiz. Fakat, ister bir tefekkür hazinesi olan Yirmidördüncü Mektup'taki ifadelerine, ister Yirmialtıncı Lema'daki ricâlara, isterseniz de Hastalar Risalesi'ndeki devalara bakın; onun bazı ızdıraplarına, gurbetinden şikayet ettiği bazı hallerine şahit olacak ama bütün o sözleri aslında varlığa karşı derin bir aşk u alakanın ifadeleri olarak okuyacaksınız. Önceki ızdırap ve gurbet gamzeden cümlelerin daha sonra huzur ve kurbet nağmelerine dönüştüğünü fark edeceksiniz. Nazarlarını eşyadan kurtarıp onların sahibine çevirdiği zaman, elem ve ızdıraplarının gittiğini, onların sebep olduğu yaralara adetâ merhem sürüldüğünü, her derde bir deva yaratan Allah'ın onun muvakkat gurbetlerini, elem ve hicranlarını da kendi varlığını duyurmak suretiyle ve ebedi saadet inancıyla izale ettiğini göreceksiniz.

Bu açıdan, insanların Cenâb-ı Hakk'a karşı aşk u alakası farklı farklıdır ve her kulun Allah'a karşı alakası onun irfanı ölçüsündedir. Aynı zamanda bu alaka, Cenâbı Hakk'ın o kula karşı teveccühünün de bir ifadesidir. Allah'ı delice seven bir insan bilmelidir ki; Cenâb-ı Hakk'ın da o insana o ölçüde bir teveccühü vardır. Evet, insan Allah'ı gerçekten seviyor, O'na "Sensiz edemem" diyebiliyorsa, onun da Allah indinde öyle bir yeri vardır. Allah indinde yerinizin nasıl olduğunu öğrenmek istiyorsanız, Allah'ın sizin yanınızdaki yerine bakın. Sizin için O bir aşk, iştiyak ve cezbe kaynağı ise; O'nun arzusu ile oturup kalkıyorsanız; bir yönüyle, her şeyde O'nu görmeye çalışıyor, çehresine baktığınız her varlık hakkında "Bundan O'na dair nasıl bir emare çıkarabilirim" diye düşünüyorsanız, O'nun nezd-i Ulûhiyette sizinle -bikem u keyf- öyle bir münasebeti var demektir. O'nun öyle bir münasebeti olunca, mele-i âlânın da öyle bir münasebeti olur. Dolayısıyla mesele tedellî ile başlar; sizinki öyle bir tedellîye sadece bir cevaptır. Fakat, eğer bir insanın Allah'a karşı o denli bir aşk u alakası yoksa, o bilmelidir ki; onun teveccühten nasibi de ona göredir. Böyle bir insanın da, "Eğer O Şems-i ezelî ve ebedî bana teveccüh buyursaydı, bende de sevgi ve aşk u alaka adına bir parlaklık olması gerekmez miydi?.." diye düşünmesi ve ilahî teveccühleri alabilmek için yapması gerekenler ne ise onları yerine getirmesi lazımdır. Çünkü o, ancak böyle düşünür ve meselenin gereğini yaparsa, içinde bulunduğu karanlık atmosferden sıyrılabilir. Meseleye böyle bakmazsa sıyrılamaz; hep o karanlık atmosferde kalır. Mesele O'nda başlasa ve O'ndan bize gelse de, bizim liyakatimiz ve O'ndan gelecek üns esintilerine, ilahi tecellilere gönlümüzü açık tutmamız da çok önemlidir.

Putların En Şerlisi

Söz gelmişken, önemli bir hususu istidrâdî olarak arz edeyim: Biz, fert fert "ben"den, benlikten sıyrılmalı ve aradan çıkmalıyız ki haylûlet olmasın; yani, kalbimizle Rabbimiz arasına girilmesin ve ilahî tecellilerin önü kapanmasın. Evet, bu haylûlet meselesi çok hassas bir konudur. Diyelim ki, bir insan çocukluğundan beri insanlara va'z eder, Allah Teâla'yla, Peygamberimiz'le alakalı bir şeyler anlatmaya çalışır. Anlattığı mevzular hep Cenâb-ı Hakk'ın zâtıdır, sıfatlarıdır, esmâsıdır. Fakat o, benlikten sıyrılamamış, konuşurken hak ve hakikate tercüman olma yerine kendini ifade etmeye çalışmış, Allah'ı anlattığını zannettiği yerde bile benliğiyle kirlettiği üslup ve edâ ile aslında çok defa kendini anlatmıştır. Bu açıdan onun bu anlatmasına, Alah'ı anlatma da denemez; çünkü o nefsinin dellalığını yapmıştır. Bunu tâmim edebiliriz, başka sahalarda da aynı mevzuyu düşünebiliriz. Mesela, bazıları bir yerde, dine ve millete hizmetin bir faslında işin içine girerler. Cenâb-ı Hakk'ın hazırladığı bir kısım imkanları ve bazı argümanları değerlendirmeye çalışırlar.. Zahiren yapmak istedikleri şey de güzel gibi görünüyordur. Fakat, o işin içinde zerre kadar kendilerini ifade etme mülahazası da varsa şirke girmiş ve o işi de kirletmişler olurlar.

Çünkü, insan da, onun vesile olduğu ve vasıtalık ettiği işler de sırf Allah için olmalıdır. "Sırf" Allah için olması gerekince, başkası için olmanın en küçüğü bile karışırsa bozulur onun mahiyeti ve sırf Allah için olmaz artık o. Mesela, bir gazete çıkarırsınız, bir televizyon kanalı kurarsınız ve bunlarla dininizi, milli kültürünüzü anlatırsınız; çok güzel işlerdir bunlar.. Fakat, yaptığınız bu hayırlı işe, aynı zamanda, gazetecilikte ne kadar profesyonel olduğunuzu gösterme, gazete mizanpajındaki ustalığınızı duyurma, televizyonculukta ne kadar başarılı olduğunuzu anlatma mülahazalarını da katarsanız; "şu programlarda şöyle bir iş evirdim, çevirdim; şöyle yaptım, şunu şöyle planladım" duyguları sararsa içinizi; hatta o mevzuda başkalarının mesaisini de hiç görmez, sadece kendinizi nazara verir ve her türlü başarıyı şahsınıza nisbet ederseniz.. dahası, çok defa kendinizi nefyediyor gibi konuşur ama kendinizi nefyederken bile nefsiniz adına kocaman kocaman, sarsılmayacak âbideler dikme peşinde olursanız.. işte o zaman her şeyi kirlettiniz, şirke girdiniz demektir. Evet, abidelerin en tehlikelisi, en öldürücüsü, putların Hubel, Lât, Menât, Uzzâ, İsaf ve Naile'den de şerlisi tevazu, mahviyet, hacâlet ve kendini nefiy çerçevesinde ortaya konanlarıdır. Mahviyet edâlıdır bunlar, tevazu bohçasına sarılarak ortaya konmaktadır. Bunlarla nefsiniz adına diktiğiniz öyle abideler olur ki, onlar sizi yutar bitirirler, fakat siz hiç farkına varamazsınız. Bir gün size aklınızı başınıza almanız ve kendi ellerinizle dikip büyüttüğünüz bu putların yamacına elinizde baltanızla geçmeniz söylense de geç kalmış olabilirsiniz. Çünkü, sürekli kendi mahiyetinizin heykellerini dikmişseniz, putlarla muhat bir insansınızdır artık ve diktiğiniz bu putların farkında değilsinizdir, görmüyorsunuzdur onları. Bundan dolayı, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur ki; "Sizin hakkınızda en çok korktuğum husus; şirk-i esğardır." Efendimiz, ism-i tafdille ifade ediyor ve ilk bakışta görülmeyecek, ilk anda sezilmeyecek kadar küçükler küçüğü olan bu şirki bir hadis-i şerifte açıklarken, karanlık bir gecede, karıncanın bıraktığı iz misaliyle anlatıyor. Ümmeti hakkında, büyük bilinen günahlardan değil, küçük gördükleri için çekinmedikleri riya gibi, süm'a gibi, "yaptım, ettim, düşündüm, kurdum" gibi şirke sürükleyen söz ve mülahazalardan korkuyor.

Öyleyse, mülahazanızda daima O'nun sevgisi, O'nun rızası olmalı ve demelisiniz ki, "Yâ Rabbi, Senin nâmına ortaya koyacağım bu işlerin, Seni anlatma adına söyleyeceğim şu sözlerin içinde Senin rızanın olmadığı bir an ya da bir kelime varsa, kirleteceksem amellerimi ve sözlerimi, bana bunların onda birini bile yapma ve anlatma fırsatı verme. Dilimi tut, gözlerimi kapa, kulaklarımı sağır et; yeter ki beni Senden gayrısıyla meşgul etme; Sana ait nağmeler duyamıyorsam, Seni gösteren emareler göremiyorsam ve Sana çağıran sözler söyleyemiyorsam, duymamın, görmemin ve söylememin de kıymeti yok. Beni kıymetsiz ve abes şeylerle oyalama!.." İşte, Allah için olabilme mülahazaları...

Allah sevgisi ve Allah'tan dolayı sevme de böyledir; O nazar-ı itibara alınmadan şuna-buna duyulan alâka darmadağınık ve neticesiz bir sevgidir. Mü'min en evvel O'nu sevmeli, diğer bütün sevimli şeylere de O'nun isim ve sıfatlarının değişik birer tecellisi olarak alâka duymalı ve her temâşâ ettiği şeye "Bu da O'ndan" deyip bakmalıdır. Ne var ki, bunları hissedebilmek için;

"Cemâlini nice yüzden görem diyen diller,
Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek." (Anonim)

O'nun Muradı

"Allahümme veffiknâ ilâ mâ tühibbu ve terdâ -Allah'ım bizi kendi istediğimiz değil, Senin hakkımızda razı olacağın, rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere muvaffak eyle." duası çok sevdiğim bir duadır. "İlâ mâ tühibbu ve terdâ" deyip O'nun rıza ve hoşnutluğunu, kendi nefislerimizin değil de O'nun muradını talep etme, kendimize rağmen yapılmış bir duadır.

Öfkene Hâkim Ol!..

Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in, kendisinden nasihat isteyen insana "Gazaplanma!.." demesini o şahsa özel bir ikaz olarak mı, yoksa herkese yönelik umumi bir öğüt şeklinde mi değerlendirmek gerekir?

Okula adımı verin, cenazeme kalabalık gelin!..

Fethullah Gülen: Okula adımı verin, cenazeme kalabalık gelin!..

Soru: Bazı kimseler, yaptırdıkları hayır kurumlarına kendi isimlerinin verilmesini hatta bir okul ya da hastahanenin inşaatında tek odanın masraflarını karşılamışlarsa, onun girişine dahi adlarının nakşedilmesini arzuluyor ve şart koşuyorlar. Böyle bir istek ve uygulama dine ve vatana hizmete adanmış insanlar için ne ölçüde tasvip edilebilir? Yâd-ı cemîl olma ve gelecek nesillerden dua alma beklentisi öyle bir arzuyu mâzur kılabilir mi?

Okuma seferberliği

Soru: Dünyanın dört bir yanında gönüllüler hareketine olan teveccühün günbegün katlanarak arttığı görülüyor. Bu noktada mevcut fırsatların heba edilmemesi ve muhatapların dünyevî-uhrevî mutluluğunu temin adına hangi hususlara öncelik verilmelidir?

Olmak veya Görünmek

Soru: Adanmış ruhlara, azamî takvâ, azamî zühd, azamî ihlas ve azamî velâyet ufku gösteriliyor. Diğer taraftan da, düz bir insan ve sade bir kul olma yolu işaret ediliyor. Gösterilen bu iki hedef arasında bir zıtlık var mıdır?

Bediüzzaman hazretleri, içinde yaşadığı dönemin ağır şartları altında, hakiki takvâyı elde etmenin çok zor olduğunu görmüş; takvâ mülahazasını ortaya koyarken, insanların ümidini bütün bütün kırmamak ve takvâ dairesinin kapısını tamamen kapalı göstermemek için farzları yerine getiren ve büyük günahlardan uzak duran kimselerin müttakilerden sayılacağını ifade etmiştir: "Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrât kazanmaktır. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur." buyurmuştur. Ne var ki, bu seviyedeki bir takvâ ile yetinmek, Bediüzzaman düşüncesine göre, dûnhimmetliktir ve sadece kendi kurtuluşunu düşünenlerin çizgisidir. Dava-yı nübüvvetin temsilcileri, kendi kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağladıklarından dolayı, onlar için ilk eşik sayılabilecek böyle bir takvâ ile iktifa etmek söz konusu olamaz. Çünkü, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin ifadesiyle, "Melikin atiyyelerini ancak onun matiyyeleri taşıyabilir." Ortada bir dönem itibariyle sahabe efendilerimizin omuzladığı ağır bir vazife varsa, o vazifeyi omuzuna alacak insanların da o ilklerin vasıflarıyla muttasıf olmaları ve onların yolundan yürümeleri şarttır. Bundan dolayı, farzları eda etme ve büyük günahlardan kaçınma şeklindeki bir takvâ, bazıları için yeterli olsa da, sahabe mesleğini esas alanların azamî takvâ, azamî zühd, azamî ihlas ve azamî velâyet ufkuna yürümeleri gerekir.

Evet, takvânın pek çok buudu vardır; Allah'tan başka hiçbir şeyi gâye-i hayâl edinmeme, maddî-mânevî her şeyi Allah'tan bilip, hiçbir şeyi nefse mal etmeme, her meselede dînin hükümlerini gözetme, kendini hiç kimseden daha âlî ve daha hayırlı gör­meme, Hak'tan uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli tetikte bu­lunma, haramlara götürebilecek nefsî hazlar karşısında devamlı uyanık olma, Allah Rasûlü'ne bilâ kayd ü şart inkıyâd etme, âyât-ı tekviniyeyi sürekli tetkik ve tefekkür ederek kal­bî ve ruhî hayatı yenileme ve değişik buudlarıyla râbıta-ı mevti hayatın bir düsturu hâline getirme gibi hususlar takvânın buudlarından bazılarıdır.

Azamî takvâya gelince, o, "Sana kuşku vereni bırak, şüphesiz olanı seç." ve "Bir kul, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz." hadis-i şeriflerinin işaret ettiği gibi şüpheli şeylerden kaçınmakla elde edilebilir. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), helâlin de, haramın da belli olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın bu iki hususu herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde beyan ettiğini, ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeylerin bulunduğunu, bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lazım geldiğini; ancak şüpheli şeylerden sakınan kimsenin dinini, ırzını koruyabileceğini, şübühâta düşen kimsenin ise, harama girme ihtimali olduğunu ifade buyurmuşlardır. Dolayısıyla, hakiki takvâ, farzları yapıp günahları terk etmekle beraber şüpheli şeylerden de kaçınarak, şöyle-böyle kuşku hasıl eden her şeyi bırakıp, tamamen kuşkudan uzak bir hayat yaşamak demektir. Azamî takvâya, "vera" da denilebilir. Vera, haram ve yasaklara karşı çok titiz davranmanın yanısıra, memnû şeylere girme endişesiyle, bütün şüpheli hususlara karşı kapanma ve "Kı­va­mında ve kendi iç güzellikleriyle yaşanan Müslümanlık, mâlâ­yâniyâta karşı kapalı olan Müslümanlıktır." ölçüsüyle yaşama demektir.

Herkes için olmasa bile, sahabe mesleğinde yürüyenler için böyle bir azamî takvâ gereklidir. Nitekim, Bişr-i Hâfî'nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel'e gelerek, "Ya İmam! Ben çok defa dam üstünde iplik büküyorum. Bazen devlet memurları ellerinde meş'aleler oradan geçiyorlar ve elimde olmayarak o ışıktan da istifade etmiş oluyorum. Bu ipliğe haram karışıyor mu?" deyince, koca İmam hıçkıra hıçkıra ağlamış ve "Bişr-i Hâfî'nin hanesine şüphenin bu kadarcığı bile bulaşmış bir şey girmemeli." fetvasını vermiştir.

Başkaları İçin Yaşama Ufku

Takvâ'nın değişik mertebeleri olduğu gibi zühd, ihlas ve velâyetin de bazı seviyeleri vardır. Bunların ilk basamağına ulaşmak avam için bir kurtuluş vesilesi olsa da, dava-yı nübüvvetin temsilcileri için azamî mertebelere yürümek bir hedeftir. Şahsî kurtuluşunu düşünen bir insan için, Allah'ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma ve mala-mülke terettüp eden bütün hak­ları yerine getirme şeklindeki bir çeşit zühd yeterli olsa da, sahabe mesleğini tercih edenler için zühd dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşa­­mak ve ebedî olan ukbâ saadeti için, mu­vakkat dünya rahatını terk etmektir. Bize hedef olarak gösterilen azamî zühde gelince; o, sıkıntı anlarında dahi dinin hu­dut­larını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama; dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama, kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama; medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme ve Hakk'a kulluğu her şeye tercih etme demektir.

İhlasın da asgarî ve azamî dereceleri vardır. Her işi Allah rızası için yapmak; r iyâdan uzak olmak ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalmak; ibadet ü tâatta, halkın görüp duymasından kaçınmak ve hatta halk mülâhazasını da bütün bütün unutmak ihlasın farklı derinliklerindendir. Azamî ve tam ihlas ise, bütünüyle Allah'ın rızasına bağlanıp sevap ve mükâfat mülâhazasını bile akıldan çıkararak, riya ve süm'a gibi gizli şirk çukurlarına asla düşmemektir.

Sahabe mesleğinde, velilik de sahabe veliliği türünden olmalıdır. Velâyet-i kübrâ da denen böyle bir azamî velâyette çok harikulâde haller olmayabilir. Nitekim, sahabe efendilerimize ait bildiğimiz harikulâde haller çok azdır ama onların imanları pek kavidir. Azamî velâyetin temsilcileri, Kur'ân'ın rehberliği altında yürür, ilim yörüngeli hareket eder ve mârifet kanatlarıyla vuslat ararlar. Onlar, zevk, vecd ve keşiflere başkaları kadar değer vermezler; his, arzu ve beklentilerini asla öne çıkarmazlar. Onların davranışlarında Allah'a iman nümayandır ve ihsan şuuru hakimdir. Bütün tavır, hal ve hareketlerinde Allah'a olan inanç ve itimatlarını okumak mümkündür.

İşte, avam için asgarî takvâ, asgarî zühd, asgarî ihlas ve asgarî velâyet birer kurtuluş vesilesi olsa da, i'lâ-yı kelimetullah vazifesini omuzlananların bütün bunların azamî derecelerini hedeflemeleri gerekir. Bununla beraber, onlar, olmalıdırlar ama görünmemelidirler. Büyük velilerin arasına girmeye liyakat kazansalar bile insanlardan bir insan olarak, düz bir kul gibi davranmalı; asla farklılık ve fâikiyet mülahazalarına girmemelidirler.

Derin Ol, Sığ Görün!

Bir insan, tavır ve davranışlarıyla, kalbî ve ruhî hayatının önünde bir görüntü ortaya koymamalıdır. İlla kendisini ifade edecekse, kalbi ve ruhi derinliği ne kadarsa işte o kadar bir derinlik sergilemelidir ama katiyen olduğunun üstünde bir hâl ve görüntü içine girmemelidir. Hatta, su-i zanlara sebebiyet vermemek kaydıyla, olduğundan aşağıda görünmek onun için daha hayırlıdır. Farzlarda kusur yapan, vaciplerde gevşek davranan, sünnetleri ihmal eden ve teheccüde kalkmayan insan görünümü lâubali bir insan tipini hatırlatarak su-i zanna sebebiyet verebilir. Dolayısıyla, dinin emrettiği hususları harfiyyen yerine getirmek ve yasakladığı şeylerden de fersah fersah uzak durmak, bu türlü bir kötü düşünceye sebebiyet vermemek yönünden de gereklidir. İmam Gazalî ifadesiyle; münciyâta (insanı ebedi kurtuluşa götüren vesilelere) sımsıkı sarılmak ve mühlikâta (günahkârları ateşe sürükleyen sebeplere) karşı da hep mesafeli durmak icab eder. Fakat, bütün bunları yaparken, kalbin önünde bir hâl sergileme cehd ve gayreti içinde olmama da samimi mü'minin şiarıdır.

Sahabe efendilerimiz ve onların yolunda gidenler, Cenâb-ı Hakk'ın ihsan buyur­duğu nûrlu dakika ve saatleri birer sır gibi saklamış ve başkalarına katiyen açmamış; O'nun lutfettiği ikram ve kera­met­leri sürekli giz­leyip halk nazarında düz ve sıradan bir insan olarak bilinme gay­retinde olmuşlardır.. sürekli ihlâs arayışı içinde bulu­nmuş; günde birkaç defa kendilerini sadâkat kontrolünden geçirmişlerdir. O'ndan gelen her şeyin gizli birer arma­ğan olduğu düşüncesiyle, vecd, keşif ve keramet türünden ikramların Veren'le verilen arasında birer sır gibi kalmasına dikkat etmiş ve bunları kimseye açmamışlardır. Onlar, kendi iç derinliklerini ve muhteva zenginliklerini ağyara hissettirmeme ve sürekli kendilerini sıfırlamada ustaca manevralarda bulunmuşlar; iddialardan ve iddia işmam eden söz ve davranışlardan kaçtıkları gibi, kendilerine lutfedilen nimetlere "mazhariyet" demekten dahi kaçınmışlardır. Günümüzün mefkure kahramanlarına düşen vazife de, selefleri gibi davranarak, derin olmak ama su-i zanlara kapı açmamak kaydıyla sığ görünmektir.

Secde İzi mi, Riya Emaresi mi?

Tavır ve davranışların, kalbin önünde olmaması çok önemlidir. O kadar önemlidir ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Alınlarınızı sertleştirmeyiniz, sertlikle damgalamayınız." buyurmuş; alınların yere sürtülmesi neticesinde meydana gelen secde izinin bile bir gösteriş ve fitne olabileceğine işaret buyurmuştur. Bazı insanlar, "Sîmâhum fi vücûhihim min eseri's-sücûd - Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır." (Fetih, 48/29) ayetini alındaki nasır şeklinde anlamışlarsa da bu çok yanlış bir te'vildir. Bazı müfessirler de bunu, mü'minlerin dünyadaki secdelerinden dolayı kıyamet günü yüzlerinde meydana çıkacak olan nur şeklinde anlamış ve "Birtakım yüzlerin ağardığı gün.." (Al-i İmran, 3/106) mealindeki beyan-ı ilahî gibi bazı ayet-i kerimeleri de bu görüşlerine delil saymışlardır. İbn Abbas hazretleri de, "Bu âyetteki iz, göreceğiniz iz değildir; İslâm çehresi, karakteri, tavrı, vakar ve tevazuudur." demiştir.

Evet, mü'minlerin karakterleri, manevi yapıları ve cibilliyetleri alınlarındaki secde izinden bellidir. O secde izi de alındaki nasır değil, kalbin yüze aksetmesinden, siretin surete yansımasından kaynaklanan canlılık, câzibe, imrendiricilik ve nurâniyettir. Alnı sert yere sürtmek suretiyle orada bir iz hasıl olmasına sebebiyet vermek, bir nevi riyakârlıktır. Bir insan çok namaz kıla kıla alnında böyle bir iz bıraktırabilir. Belki öyle çok namaz kılarken de samimidir. Fakat, o samimiyeti her zaman koruması çok zordur. Allah muhafaza, zaman zaman alnındaki o izi kendi kredisi hesabına kullanma gibi mülahazalar aklından geçebilir. "Alnımdaki secde izini görsünler de, kıymetimi bilsinler." şeklindeki bir duygunun buğu halinde bile gönlü kaplaması o insanın felaketine sebebiyet verebilir. Bundan dolayı, secde ederken alınları yumuşak bir zemine koymak ve o kadarcık bir görünme duygusuna bile fırsat vermemek gerekir. Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn efendilerimiz arasında günde beşyüz rekat namaz kılan insan sayısı hiç de az değildi. Fakat, hiçbirinin alnında maddi manada bir secde izi yoktu. Bu mülahazalara binaen diyorum ki, elinizden geliyorsa, alnınızı sert yere sürtmeyin. Çok secde edin, günde yüz rekat nafile namaz kılın ama ne elinizde ne dizinizde ne de alnınızda o namazların izi belli olsun.

Allah Rasûlü, "Nice saçı başı dağınık, elbisesi eski, kendisine ehemmiyet verilmeyen ve kapı kapı kovulan insanlar vardır ki, bir meselede Allah'a kasem etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz. Berâ b. Malik de bunlardandır." buyurmuştur. İşte, esas olan budur; kalb derinliği, vicdan genişliği ve himmet yüceliği ile beraber sığ görünmek, düz bir mü'min edasıyla hareket etmek ama görünenden daha derin olmaktır.. Allah'a itimad ederek, büyük şeylere talib olmak ve büyük şeylerin arkasına düşmek ama kendini küçük görmek, küçük göstermek ve insanlardan bir insan olmak; hatta onların en küçüğü olduğuna inanmaktır... Belli olma ve bilinme duygusu kalbde barındırılmaması gereken bir duygudur; o, tavır, davranış ve görüntüyü kalbinin önüne geçirme demektir. Oysa ki, inanan bir insan, kalb derinliğinin insanı olma mecburiyetindedir. O, görüntüsünden daha engin olmalı ve olduğunun altında görünmeli ve hatta ümitsizliğe düşmemek kaydıyla çok aşağılarda bulunduğuna inanmalıdır.

Hasılı, azamî takvâ, azamî zühd, azamî ihlas ve azamî velâyet ile düz bir kul olma arasında bir zıtlık olmadığı gibi, bilakis bunlar birbirinin sebep ve neticeleridir. Müttaki, zâhid, muhlis ve velî bir insan, "görünme" değil "olma" insanıdır. O, kalbî hayatı itibarıyla önde, tavır ve davranışları açısından ise, iki adım geridedir. O, görüntüsünün önünü kesmiş ama kalbine yol vermiştir. Günümüzün mefkure kahramanları da kalb balanslarını bu ufka göre ayarlamalı, "görünme"yi terk edip "olma"ya yürümelidirler.

Ömür boyu istiğna

Fethullah Gülen: Ömür boyu istiğna

Soru: İstiğna, adanmışlık ruhunun en önemli dinamiklerinden biri olarak zikrediliyor. İstiğna ahlakını, bir ömür boyu bulunduğumuz her konumda muhafaza edebilmek için hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Önsöz

Kur’ân-ı Kerim öyle bir kitaptır ki, onun her bir cümlesinin, her bir kelimesinin, hatta her bir harf ve harekesinin çok yönleri vardır; o, her bir muhatabına ayrı ayrı kapılardan hissesini verir. Aynı âyeti okuyan sıradan bir insanla bir şairin, bir edibin, bir ilim adamının ya da bir filozofun anlayacağı şeyler farklı farklıdır.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.