• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Miskinliğin doğru anlaşılması

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir duasında şöyle buyuruyor:

اَللّٰهمَّ أَحْيِنِي مِسْكِينًا وَأَمِتْنِي مِسْكِينًا وَاحْشُرْنِي فِي زُمْرَةِ الْمَسَاكِينِ

“Allah’ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve miskinler zümresi içinde haşreyle!” (İbn Mâce, zühd 7) Efendimiz’in bu isteği nasıl anlaşılmalı ve bundan ne tür dersler çıkarılmalıdır?

Cevap: Arapça bir kelime olan “miskin”, “se-ke-ne” kökünden gelir ve lügavî mânâsı itibarıyla kendisini durgunluğa salmış, aktivitesini yitirmiş, çalışmayan, üretmeyen insan anlamına gelir. Şer’î ıstılahta ise “miskin” denildiğinde, hiçbir malı olmayan, bir yönüyle yatağı kum, yorganı da gök kubbe olan kimse demektir. Bu açıdan miskinin maddî durumu, fakirin daha altındadır. Zira fakir nisap miktarına (80 gram altın değeri) ulaşacak ölçüde malı olmayan kimse demektir. Yani fakirin az da olsa bir miktar malı vardır. “Miskin” ise buna dahi sahip değildir. Dolayısıyla miskin, zekât kabul eden, sadaka alan, ancak başkalarının yardımıyla geçinebilen insan demektir.

Kınanan ve sakınılması gereken miskinlik

Öncelikle ifade etmek gerekir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), durağanlığı, pasif bir hayat yaşamayı, amelmanda olmayı ve elin-âlemin eline bakmayı asla istemez, böyle bir duruma rıza göstermez. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem), dilenciliğe savaş açmış, pek çok hadis-i şerifte onu zemmetmiş, ümmetini de dilencilik yapmaktan sakındırmıştır. Mesela bir gün fakir bir adam Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek bir şeyler istediğinde, o adama evindeki bazı eşyaları sattırmış, sonra bu parayla bir balta satın aldırarak onu ormana göndermiş, kesip topladığı odunları satmasını istemiştir. Adam, bir süre sonra alma durumundan verme durumuna yükselip kazandığı paralarla Efendimiz’in huzuruna geldiğinde, ona şöyle demiştir: “Bu, senin için kıyamet gününde yüzünde bir dilencilik lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvûd, zekât 26; İbn Mâce, ticârât 25)

Aynı şekilde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);

اَلْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى
“Yüksek el, aşağı elden daha hayırlıdır.” (Buhârî, zekât 18; Müslim, zekât 94-97)

buyurmak suretiyle kinayeli bir tabir kullanmış, bununla veren elin alan elden daha hayırlı olduğuna işaret etmiş, “Başkalarına temennada bulunmak suretiyle insanî şeref ve haysiyetinizi aşağı düşürmeyin. Eliniz, ayağınız tuttuğu sürece çalışarak kendi maişetinizi kendiniz temin etmeye çalışın ve kimsenin eline bakmayın.” imasında bulunmuş, mü’minleri üst el olmaya teşvik etmiştir. Bununla birlikte insan hayatını tehlikeye atacak ölçüde açlık, susuzluk gibi bir zaruret durumunda ise dilenmeye cevaz verilmiştir. Zira Kur’ân-ı Kerim, hayatî tehlikeye maruz kalan kimsenin, hayatını devam ettirecek kadar domuz eti yemesine bile müsaade etmiştir. (Bakara Sûresi, 2/173)

Hadis-i şerifte anlatılan bu espriyi iyi kavrayan seleflerimiz, başkalarına zekât veya sadaka verirken ellerini aşağıda tutmak suretiyle, fakirin onurunu zedelememeye dikkat etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan sadaka taşları da fakirlerin izzet ve onurunu koruması açısından çok önemlidir. Zenginler, vereceği sadakayı bu taşlara koymuşlar, fakirler de sadece ihtiyacı olan miktarı buradan almışlardır. Bu uygulama aynı zamanda toplumun nasıl bir gönül saffetine sahip olduğunu, insanlar arasında ne ölçüde yardımlaşma ve dayanışma duygusunun hâkim bulunduğunu göstermektedir. Denilebilir ki, o dönemde âdeta gökteki meleklere eş bir toplum vücuda gelmiştir. Günümüzde onca polis, jandarma ve zabıta güçlerine rağmen bir yerde bile bu ölçüde bir asayiş temin edilemediğini acı acı müşahede ediyoruz. Çünkü kalblerde olması gereken yasakçı yok, ahiret nazarlardan silinmiş, hesap verme duygusu insanların içinde öldürülmüştür. Tabii bu arada asıl ölen de insanın kalbi ve vicdanı olmuştur.

İradî miskinlik veya “Kul Peygamber” isteği

Bütün bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkalarına el açıp dilenme mânâsında bir miskinliği istememiştir. O hâlde burada miskinlikten kastedilen, mütevazi bir hayat yaşamak veya acz u fakr şuuruna sahip olmaktır. Hazreti Bediüzzaman’ın da mesleğinin esası olarak zikrettiği fakr, hakikatte hiçbir şeye malik olmadığının farkına varma, Allah’a karşı ihtiyacını hissetme demektir. Bu duyguya sahip olan insan,

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
“Yâ Hayyu, yâ Kayyûm! (Ey gerçek hayat sahibi ve kâinatı ayakta tutan Yüceler Yücesi Zat), rahmetin hürmetine Sen’den yardım diliyorum; her hâlimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (Ebû Dâvûd, edeb 101; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/42)

diyerek sürekli Allah’ın himaye ve görüp gözetmesine sığınır.

İşte Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duygularla yaşamayı, bu duygularla ruhunun ufkuna yürümeyi ve ötede de acz ve fakr kanatlarıyla kanatlanan, sürekli Allah’a iltica eden insanların içinde haşrolmayı diliyor. Bir başka ifadeyle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ahirette de bu duyguya sahip olan insanların rehber ve öncüsü olacaktır; olacaktır çünkü O (aleyhissalâtü vesselâm), hayatı boyunca hep insanlardan bir insan olarak yaşamış, hiçbir zaman mahviyet ve tevazudan ayrılmamıştır. Hazreti Âişe Validemiz’in (radıyallahu anhâ) ifadesiyle, bazen o kutlu hanenin üzerinden iki ay geçmiş üçüncü ay girmiştir de hâlâ orada ocak yanmamış, bir çorba bile pişmemiştir. (Buhârî, hibe 1, rikâk 17; Müslim, zühd 26, 28) Kim bilir belki de bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) içinden biraz da sorumlu olduğu kişilerin hukukunu koruma endişesiyle, bu konuda bazı mülahazalar geçmiş olabilir. İhtimal ki işte böyle bir zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Cebrail’in yanında bulunurken bir ses duyulmuş, yanlarına farklı bir melek inmiş ve şöyle demiştir: “Allah sormaktadır: Melik bir peygamber mi yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?” Böyle bir sual karşısında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zaten tercihini doğru yapacaktır. Fakat Hazreti Cebrail, meselenin yanılmaya hiç tahammülü olmadığından, “Ey Allah’ın Resûlü! Rabbine karşı mütevazi ol!” demiştir. Bunun üzerine Efendimiz de, “Kul bir peygamber olmayı isterim!” buyurmuştur. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/231; Abdürrezzak, el-Musannef 3/183-184)

Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), fakir olarak yaşamış ve ruhunun ufkuna yürüdüğü esnada da arkasında hesabını veremeyeceği bir mal bırakmamıştır. O, elde ettiği bütün nimetlerin hakkını vermiş, Allah’ın kendisine ihsan buyurduğu malları yine O’nun yolunda harcamış, böylece de alnı açık yüzü ak olarak Huzur-u Kibriya’ya yürümüştür.

İffet âbidesi ve iffet kahramanları

Bununla birlikte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatı boyunca kendini hiç atalete salmamış, yaşadığı sıkıntılarla ilgili kimseye dert yanmamış, kimsenin eline bakmamış, dilenmemiş, kimseden sadaka ve zekât kabul etmemiştir. Zaten O’nun sadaka ve zekât alması haram kılınmıştı. (Buhârî, zekât 60, cihâd 188; Müslim, zekât 161) O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine gelen hediyeleri de hep başkalarına dağıtmıştır. (Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-vahy 5-6, zekât 50, rikak 20, savm 7; Müslim, zekât 124, fezâil 50) Efendimiz, aile fertlerinin iaşesini karşılayabilmek için bir Yahudi’den veresiye yiyecek satın almış, karşılığında da ona mübarek kalkanını rehin bırakmıştı. O, kalkanı rehin olduğu hâlde ruhunun ufkuna yürümüştür. (Buhârî, cihâd 89; Tirmizî, büyû’ 7; İbn Mâce, rühûn 1) Muhtemelen böyle bir hâdiseden sahabe-i kiramın haberi bile olmamıştır; olsaydı onlar bu konuda ne yapacaklarını çok iyi bilirlerdi. İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli infakta bulunarak elinde avucunda ne varsa Allah yolunda harcamış, iradî olarak ümmetinin en fakiri gibi hayatını yaşamış ama asla kimseye el açmamış, bu konuda en küçük imada dahi bulunmamıştır. İşte O’nun talep ettiği miskinliği, bir taraftan cömertlik ve civanmertlik sergileyerek en basit ve sade bir hayatı tercih etmek, diğer taraftan da bir iffet âbidesi olarak başkalarından en küçük bir beklentiye girmemek şeklinde anlamak gerekir.

O (aleyhissalâtü vesselâm) eşsiz bir iffet âbidesi olduğu gibi, adım adım O’nu takip eden ashab-ı kiram efendilerimiz de iffet kahramanları olarak hayatlarını geçirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, fakirlik ve zaruret içinde kıvranıp durdukları hâlde tekeffüf ve tese’ülde bulunmayan, elin âlemin eline bakmayan ve kendini dilenmeye salmayan İslâm’ın o ilk kahramanlarını,

يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا
“Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hâllerini bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Ey Resûlüm, Sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler.” (Bakara sûresi, 2/273)

buyurmak suretiyle takdir ve tebcil etmiştir.

Evet, sahabe-i kiramın hayatlarına baktığımızda onların, ciddî bir hassasiyet içinde başkalarından bir şey istemekten kaçındıklarını ve geçimlerini kendi el emekleriyle çalışarak karşıladıklarını görürüz. Mesela Aşer-i Mübeşşere’den Abdurrahman İbn Avf (radıyallahu anh) bütün servetini Mekke’de bırakmak zorunda kalarak Medine’ye hicret etmiştir. Fakat Medine’ye geldiğinde, eline bir ip alıp pazarın yolunu tutmuş, işe hamallıkla başlamış (Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 3) ama Allah’ın izni ve inayetiyle bir süre sonra yedi yüz deveyi infak edebilecek bir zenginliğe ulaşmıştır. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/115; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/129) Evet, dilenmenin çok ayıp bir davranış olduğunu bilen sahabe-i kiram efendilerimiz, ciddî fakr u zarurete rağmen hep kendi el emekleriyle geçinme ve helâlinden kazanma yollarını aramışlardır. Bu açıdan vaktini Allah yolunda harcayan, Allah yolunda hizmet eden insanların bile kanaatimce, başkalarından burs ve yardım beklemesi ayıptır. Keşke imkân olsa taş kırsak, apartmanlarda temizlik yapsak ama her zaman alnımızın teriyle kazandığımız parayı yesek. Fakat bazı konumlar, meşgul olunan bazı hizmetler vardır ki, insanın başka bir iş yapmasına müsaade etmez. İşte ancak bu durumlarda, o konumda bulunan insanın zaruret ölçüsündeki ihtiyaçlarının karşılanabileceği ruhsatı verilebilir.

Şahsen, kendi hayatımı da bu konuda sürekli sorgulama lüzumu duyuyorum. Mesela askerlikten önce üç sene imamlık yaptım ve maaş aldım. Gerçi aldığım maaşla -çoğunu kitaplara ve hizmetlere harcadığımdan- günde bir öğün karnımı ancak doyurabiliyordum. Daha sonra vaizlik görevi söz konusu olduğunda, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesini para karşılığında yapmanın caiz olup olmadığını birine sorma ihtiyacı duydum. Hazreti Pîr’in en yakın talebelerinden birine bu meseleyi sordum. O büyük zat, aynı sorunun Hazreti Pîr’e sorulduğunu, onun da, “Eğer seni vaiz tayin etmediklerinde sana vaaz ettirmeyeceklerse, bu vazifeyi kabul et. Eğer bu paraya ihtiyacın yoksa onu birisine verirsin. Fakat ihtiyacın varsa, ihtiyaç ölçüsünde onu kendin kullanırsın.” şeklinde cevap verdiğini nakletti. Ben de bunun üzerine vaizliğe intisap ettim. Vaizlik dolayısıyla takdir edilen maaştan ise sadece zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacak ölçüdeki kısmını aldım, geri kalanını Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine verdim. Kitaplardan gelen telif ücreti söz konusu olunca da, maaşa elimi sürmeden bir ihtiyaç sahibine verilmesini istedim.

Günümüzün hizmet erleri de, başkalarına el açmaktan kaçınmalıdırlar. Öyle ki, zarurî ihtiyaçlarının karşılanması için başkaları onların arkasından koşturmalı ve “Sizin başka alanlarda inkişaf etmeniz ve toplum için yararlı birer unsur hâline gelebilmeniz için buna ihtiyaç var.” demeliler. İşte böyle bir durumda siz de, onların takdir ettiği burs ölçüsündeki meblağı kerhen kabul edebilirsiniz. Bunun dışında bir kişinin, insanlardan gelen şeye bağlı olarak hayatını sürdürmesi kanaatimce, Kur’ân ve Sünnet’te ayıplanan miskinlik kategorisine girer.

İnsan parayla alınıp satılacak hakir bir varlık değildir

Çağımızın inanan gönülleri bu konuda daha bir hassas olmalı ve hayatları boyunca onurlu ve izzetli yaşamaya çok dikkat etmelidirler. Onlar, hiç kimseden tek bir kuruş dahi olsa beklenti içine girmemeli ve hiç kimseye karşı diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdırlar. Evet, onlar, iffet kahramanları olarak her zaman dimdik durmasını bilmelidirler. Aksi takdirde değişik menfaat şebekeleri, din yolunda koşturan bu insanları kendilerine kul köle hâline getirirler, gün gelir onları dininden taviz vermek zorunda bırakırlar.

Maalesef günümüzde bunun çok acı misallerini müşahede ediyoruz. Evet, acı acı görüyoruz ki niceleri satın alınıyor, sonra da onlar değişik şekilde kullanılıyor. Hâlbuki insan, asla parayla alınıp satılacak bir varlık değildir, olmamalıdır. Onun fiatı, Cennet’tir, cemalullahtır, Allah’ın rızasıdır. Bunların dışında kalan hiçbir şey insana bedel olamaz. Evet, bedel olarak İstanbul’un fethi bile takdir edilse, insanın kendisini satması konusunda bu bir bedel olamaz. Yani birisi satıldığında İstanbul fethedilecek olsa, insan yine de buna razı olmamalıdır. Çünkü insanın izzet, haysiyet ve şerefi onların hepsinden daha yüksektir.

Bu kudsî daire içinde bazı kimselerin bu ölçüde bir ruh saffetine ulaştıklarını söylemezsek, nankörlük olur. Fakat biz, herkesi böyle bir ruh haletine ulaştırmaya çalışmalıyız. İnsanlara, el emeğiyle geçinmenin, itibarı korumanın, izzetli yaşamanın değerini anlatmalıyız. Çünkü Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), kul bir peygamber olmayı seçmesi, peygamberlik mesleğinin temsili olan bir hizmet yolunun her zaman aynı ruh haletiyle temsil edilebileceğini gösterir.

Dar-ı bekaya irtihalinden sonraki dönemde, Hazreti Pîr’in öndeki talebelerinin çoğunu gördüm. O günlerde Türkiye genelinde sadece birkaç ev vardı. Bu evlerde, sadelik hâkimdi. Oralarda çoğu zaman çorba pişerdi, onun da yağı olmazdı. Çayın yanında bir ekmek ve peynirle iktifa edilirdi. Fakat onlar, hakka hizmet adına ciddî bir şevk u tarab içindeydiler. Onların her biri hizmet aşkıyla bir küheylan gibi şahlanmıştı. Bu açıdan denilebilir ki, asıl hizmeti onlar yaptı, bugünkü zemini size onlar hazırladı. Toprağı sürdüler, tohumu saçtılar, sonra da onu tımar ettiler. Ardından hasat mevsiminde iş size düştü.

Bu ölçüde bir istiğna ve iffet içinde yaşamak bazıları için ağır gelebilir. Fakat ulvî bir düşünceye gönül vermiş mefkûre muhacirleri hep bu ufku yakalama gayreti içinde olmalıdır.

Asla unutulmamalı ki, bu yüce mefkûre devam ederse, ancak bu ahlâkla devam eder. Çünkü -Allah korusun- şatafatlı bir hayat içine girerseniz insanların size olan güvenleri sarsılır; sarsılır da sizi himaye eden ellerini üzerinizden çekerler. O zaman da, geniş bir coğrafyaya yayılmış çok güzel faaliyetler -Allah korusun- durur. Evet, bütün insanlığa öyle hizmetler sunuluyor ki, sayısız gönüllünün sayısız fedakârlıkları olmasa bu faaliyetlerin devam etmesi söz konusu olmaz. Günümüzde kimisi cehaletten, kimisi de çok iyi bildiği hâlde sırf kıskançlık ve hasedinden dolayı “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye itham edici sorular ortaya atabilir. Şurası muhakkak ki, bu değirmenin çarkları suyla veya rüzgârla değil; İstiklâl mücadelesinde baş döndürücü bir fedakârlık ortaya koyan civanmert Anadolu insanının bir kez daha fedakârlıkla şahlanmasıyla dönüyor. O hâlde bu civanmert insanların zihnini bulandıracak, onları suizanna sevk edecek en küçük bir yanlışlık içine girilmemelidir. Bu, altından kalkılamayacak bir vebaldir ve Allah bunun hesabını sorar.

Elbette ki bir iş adamı, bir tüccar ticarî hayata atılacak, çalışıp kazanacaktır. Rabbim onların ticaretlerine bin bereket versin. Onlar da çalışıp kazanmaya devam etsinler. Ancak konumu itibarıyla sade bir hayat yaşama mecburiyetinde olan hakka adanmış ruhlar, mefkûre muhacirleri son nefeslerini verinceye dek zâhidâne hayatı tercih etmeli, dünyaya karşı müstağni davranmalı ve duyguları, düşünceleri, akılları ve kalbleriyle kendilerini tamamen iman ve Kur’ân hizmetine adamalıdırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Mü'mince görüntü ve hâl dili

Mü’minler, çok samimî ve yürekten inanmalı; Cenâb-ı Hakk’ı her an görüyor gibi bir tavır ortaya koymalı ve onun tarafından görülüyor olmanın mehâbetini üzerlerinde taşımalı. Hakikî bir mü’minin, birilerine uzun boylu akıl hileleri yapmaya, mantık oyunları oynamaya ihtiyacı olmamalı; hal ve tavrı yetmeli bir şeyler anlatmaya, muhatabını ikna etmeye. Yatıp kalkması, konuşması, bakışı, duruşu yetmeli... Onu görenler “Bu ciddî adamda ciddiyetsizlik olamaz, bu temiz yüzde yalan bulunamaz” demeli. İşte bizim en büyük problemlerimizden bir tanesi, hem toplum, hem de fert planında bu tavrı sergileyememe ve içteki olgunluğun dışa yansıması olan bu görüntüyü yakalayamamadır.

Mü'minlerin Helâki İftiraktadır!..

Bir hadis-i şerifte, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun, ümmetinin tefrikaya düşmemesi için dua ettiği ama bu duasının kabul görmediği anlatılmaktadır. Habîb-i Ekrem'in bu duasının makbul sayılmayışında nasıl bir mesaj ve ne türlü hikmetler söz konusu olabilir?

Mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı: Dua

Soru: Aramızda birbirimizden dua talebi çok yaygınlaştı. Fakat kimi zaman bu isteğin sıradan bir talep hâlinde dile getirildiği görülüyor. Dua isteyen ve böyle bir talebe muhatap olan insanların ruh hâli ve yapması gerekenler hakkında mütalaalarınızı lütfeder misiniz?

Dua, hem kulun Allah’la arasındaki alâka ve münasebet adına, hem de Allah’ın (celle celâluhu) kula muamelesi açısından çok önemlidir. Dua eden bir insan, her şeyden önce, Allah ile münasebet ve alâkasının şuurunda demektir. Evet, dua mülâhazasıyla ellerini kaldıran insan, yüceler yücesi bir dergâhla münasebet içinde olduğunun şuuruna erer. İnsanın Cenâb-ı Hak’la kuracağı böyle bir münasebet ve alâka, Allah’ın da ona olan muamelesinin farklı bir şekilde cereyan etmesine vesile olur. Bazı yerlerde “Bahane Tanrısı” dedikleri gibi, Cenâb-ı Hak, insanın bu kadarcık olsun kendisine yönelmesini bir vesile kabul buyurur; buyurur da o insana, Kendi azamet ve ululuğuna yakışır şekilde muamelede bulunur.

Sırlı ve safî bir ubudiyet

Diğer yandan dua, sebepler üstü Cenâb-ı Hakk’a yalvarmanın bir unvanıdır. Bu yönüyle o, sırlı ve safî bir ubudiyettir. Diğer ibadet ü taatlerin mânevî de olsa sebepler kategorisi içerisinde bir izahı vardır. Meselâ abdest almanın veya namaz kılmanın kendine göre bir külfeti vardır. Aynı şekilde oruç tutma veya hacca gitme gibi ibadetlerin içinde de bir kısım mekarih mündemiçtir. Dolayısıyla bu ibadetleri yerine getirirken çekilen meşakkat, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir sebep olarak sunularak, bunun karşısında O’ndan bir şeyler talep etme düşüncesi içine girilebilir. Fakat insanın acz u fakr şuuru içinde ihtiyaç tezkeresiyle ellerini açıp bütün samimiyetiyle O’na yönelmesi, O’ndan bir şeyler beklemesi öyle sırlı bir kulluk ameliyesidir ki, bu, halis bir ubudiyete tekabül eder. Bu yönüyle duanın ibadetler içinde apayrı bir hususiyeti vardır.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine baktığımızda da, O’nun bütün hayatını duayla geçirdiğini, duayla oturup duayla kalktığını, gece-gündüz hep Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardığını görürüz. O (aleyhissalâtü vesselâm), yatarken, kalkarken, bir bineğe binerken, cihada giderken, insanları karşılarken, bir sıkıntıya maruz kaldığında… hep dua etmiş ve hayatının her anını âdeta bir dantelâ gibi duayla örgülemiştir. O’nun duaya dair nurlu beyanlarına bakıldığında da, onların tam yerli yerinde ve Cenâb-ı Hak’la münasebet açısından çok yakışıklı düşen sözler olduğu görülür. Temkin ve tedbir abidesi olan Nebiler Sultanı, Allah’ı en iyi bilen zat olduğundan, Cenâb-ı Hak’tan neyin nasıl isteneceğini de en güzel ve en mükemmel şekilde bilen ve ifade eden O’dur. Evet, O, dualarında nüanslarına dikkat ederek öyle enteresan kelimeler seçmiştir ki, O’nun ifade ettiği sözlerin hiçbirisini sorgulamak mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına yaraşır yerli yerinde sözlerle O’na teveccühte bulunma çok önemli bir husus olduğuna göre, biz de Efendiler Efendisi’nin nurlu beyanlarıyla Rabbimize teveccüh edebiliriz. Bu açıdan bir insan dualarında bin defa:

اَللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَنَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allahım, nebin Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Senden istediği her hayrı Senden istiyor, yine nebin Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şerrinden Sana sığındığı şeylerden de yine Sana sığınıyoruz.” dese, yine de şahsı adına bunu az görüp “daha çok olabilir” demelidir. Çünkü Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) Allah’ın sevmediği, O’nun razı olmadığı bir şeyi O’ndan istememiştir.

Efendiler Efendisi’nin sahabîden dua talebi

Soruda ifade edilen “dua talebi” mevzuu da bizim için çok önemlidir. Bakın, İki Cihan Serveri’nin kendisi kim bilir kaç sahabîden dua talebinde bulunmuştur. Meselâ rahatsızlandığı zaman Hazreti Âişe Validemiz’den dua talep etmiştir. Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), ruhunun ufkuna yürümeden önce, derecesinin yükselmesi, Makam-ı Mahmud’un inkişafı, şefaat alanının genişlemesi, bütün ümmetini kucaklayabilecek imkân ve salahiyetin kendisine bahşedilmesi için ümmetine çektirilecek sıkıntılar, âdeta O’na da çektiriliyordu. Zaten, bir hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu üzere, belaya en çok maruz kalanlar enbiya-i izamdır. Bu açıdan hastalık, bütün nebilerin sultanı olan Efendimiz’i hususiyle son zamanlarında, demir pençesine almıştı. Öyle ki, mübarek başının ağrısının dinmesi için, başına sımsıkı sargı sarıyordu. İşte Hazreti Âişe Vâlidemiz, bu durumdan kurtulması için Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) elinden tutuyor ve O’na dua ediyordu. Ancak son zamanlarda Hazreti Âişe Validemiz, yine O’na dua etmek üzere elinden tutmak istediğinde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini çekmiş ve

اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلٰى

“Allah’ım yüce dostluğunu istiyorum.” demiştir. Yani Allah Resûlü, artık murad-ı ilâhînin öteye müteveccih bir istikamette olduğunu anlamış ve kendi ruh ufkuna seyahatin söz konusu olduğu bir yerde elini çekmiş ve dua talebinde bulunmamıştır.

Başka bir zaman Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) umreye gitmek üzere Allah Resûlü’nden izin istediğinde ona izin verdikten sonra şöyle buyurmuştur:

لَا تَنْسَنَا يَا أُخَيَّ مِنْ دُعَائِكَ

“Ey kardeşçeğizim, duanda bizi de unutma.” (Ebû Dâvud, Vitr 23) Allah’ın himayesinde istiğna-i mukayyet içinde bir hayat geçirmesine ve Cenâb-ı Hakk’ın, kendisinin bütün dualarına icabet buyurmasına rağmen Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) Hazreti Ömer’den veya diğer sahabîlerden dua talep etmesi, bu meselenin hafife alınmayacak derecede önemli bir mesele olduğunu gösterir.

En hızlı kabul olunan dua

Konuyla ilgili bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)  şöyle buyurmuştur:

إِنَّ أَسْرَعَ الدُّعَاءِ إِجَابَةً دَعْوَةُ غَائِبٍ لِغَائِبٍ

“En süratle kabule karin olan dua, gâibin gâibe duasıdır.” (Ebû Dâvud, Vitr 29) Hazreti Pîr de 23. Mektup’ta duanın kabulünün hangi şartlara müstenit olduğunu anlatırken, diğer şartların yanında bu hususu da zikrederek bizahri'l-gayb (gıyaben) yapılan duanın kabule karin olacağının rahmet-i ilâhîyeden kaviyyen ümit edileceğine dikkat çeker. Ayrıca Üstad hazretleri, eserlerinin birçok yerinde, “Sabah ve akşam duamda dâhilsiniz. Siz dahi beni duanızda dâhil ediniz. Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir.”, “Âhiret kardeşiniz olan Said ise, her sabah akşam dergâh-ı ilâhîde dua vasıtasıyla sizinle beraberdir.”, “…Senden ve âhiret hemşirem yani ikinci validem ve kardeşimin muhterem validesinden duanızı istiyorum. Madem duada sizi şerik ediyorum; siz de benim duama âmin hükmünde olarak dua ediniz.”, “Ben onları duama dâhil ediyorum; onlar da bana dua etsinler.” gibi ifadelerle bu meselenin hafife alınmaması gerektiğini göstermiştir.

Bu noktada soruda dikkat çekilen husus üzerinde durmak istiyorum: Bu meselenin aramızda yaygınlaşması ölçüsünde işin ruhu ve mânâsı göz ardı edildiğinde, bazen dua talebi beylik bir söz hâlinde dile getirilebilir. Dolayısıyla bu talep, ruhsuz, şuursuz, tabir caizse tadı tuzu kaçmış bir hâlde ifade edilebilir. Meselâ “Kardeşim bize dua et.” ifadesi, ayağa düşürülen sözler kabilinden bir söz hâline gelebilir. Bu açıdan evvela dua talep eden insan bu mevzuda çok samimi olmalı ve hakikaten yürekten dua talebinde bulunmalıdır. Yani, şuurun taalluk etmediği, sırf ağızdan çıkan beylik bir laf hâlinde değil; hüsnüzannımızın bir neticesi olarak, ciddi bir arzu ve iştiyakla dua talep edilmelidir. Dua isterken de, her zaman; “İnşallah bana dua eder ve inşallah onun duası kabul buyrulur.” diye düşünmeli ve halisane bizahri’l-gayb yapılan duayı Allah’ın kabul buyuracağına inanmalıyız. Bu açıdan dua talebinde bulunurken iç dünyamıza hâkim olan mülâhazalar şöyle olmalıdır: “Allah’ın inayeti ve bir yönüyle o inayetin tecellîsine vesile olacak salih mü’minlerin duası olmasa, kendimi hatar-ı azimle karşı karşıya görüyorum. Hafizanallah dalâlet içine devrilip gideceğimden çok korkuyorum.” İşte bu duygu ve düşüncelerle “Kardeşim, şayet size külfet olmayacaksa rica ediyorum, ne olur, Allah aşkına mü’min kardeşlerin hepsine dua ederken, hatırlayabilirseniz dualarınızda beni de anın.” diyerek dua talebinde bulunmalıdır. Evet, başkasından dua isteyen bir insan acz, fakr ve zaafının farkında olmalı, Allah’ın inayeti olmazsa ayakta durmasının mümkün olmayacağına inanmalı ve kendisi için yapılacak duayı Allah’ın inayeti adına en büyük bir vesile bilmelidir.

Dua ve vefa

Dua isteyen bu düşüncelerle isterken, kendisine dua emanet edilen insan da, vefanın gereği olarak dua etmeyi ihmal etmemelidir. O, böyle bir talep karşısında, gerektiğinde geceleyin kalkmalı, teheccüt mü, vitr-i vacip mi, yoksa hacet namazı mı, hangi namazı kılacaksa kılmalı sonra da ellerini açıp başka dua edilecek isimlere dua ettikten sonra hiç olmazsa birkaç dakikasını da dua isteyen arkadaşına ayırmalıdır. Böylece kardeşine karşı vefa ve civanmertliğini ortaya koymuş olur. Çünkü o, bu dakikalarını kendisine ayırabilirdi. Sadece bir kere “Allah’ım beni Cennet-i Firdevsinle sevindir.” diyeceğine, bunu beş kere söyleyebilirdi. Fakat o, kendisi hakkında sadece bir defa bunu istedikten sonra Ali, Veli, Bekir, Osman, falan sınıf, filan zümre için de istemektedir. Böylece kardeşlerine karşı vefa borcunu, onları duasında yâd etmek suretiyle yerine getirmiş oluyor. Aslında bunun mânâsı: “Allah’ım ben, Sana inanan, benimle aynı safta duran bir mü’min kardeşim için içimi döküp Senin vefana sığınıyorum.” demektir. Zira unutmamak lazım ki, hiç kimse Allah kadar vefalı olamaz.

Aynı şekilde diyelim ki size yüz kişilik bir liste getirip dediler ki: “Bunlar, dünyanın dört bir yanına seyahat eden, gittikleri yerlerde bursla çalışan, örneği kendinden bir hareketin bizi utandırmayan temsilcilerinden. Bu arkadaşlarımızın, gittikleri yerde dimdik durabilmesi, hizmetlerinin müessir olması ve orada herhangi bir gaileyle karşı karşıya kalmamaları için dua talep ediyoruz.” Hakkınızda bu kadar hüsnüzan eden insanlara karşı siz de vefanın gereği olarak, Cenâb-ı Hakk’ın, rahmet ve lütfuyla dünya semasına nüzûl buyurduğu, buyurup “Dua eden yok mu, duasını kabul edeyim?” dediği eşref saatlerini değerlendirerek ellerinizi açmalı ve ister tanıyın ister tanımayın gelen listedeki isimleri okuyup onlara dua etmelisiniz.

Şuur vizeli dualar

Tabiî bütün bu dualar yapılırken, dua eden kimsenin, söylediği her bir kelimeyi şuuruyla vizelendirerek söylemesi çok önemlidir. Evet, insanın ağzından çıkan her bir kelimenin üzerinde şuurunun mührü bulunmalıdır. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);

إِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لَاهٍ

(Hâkim, el-Müstedrek, 1/670 (1817) buyurmak suretiyle, Cenâb-ı Hakk’ın ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan kimselerin duasını kabul etmeyeceğini ifade buyurmuştur. Bu açıdan insan, duada her bir kelimeyi vicdanında derinlemesine duyarak söylemeli ve ne istediğinin farkında olmalıdır.

Bu arada, kendisinden dua talep edilen için şöyle bir tehlike ihtimalinin bulunduğunu da ifade etmemiz gerekir: Bir insan, kırk-elli sene Allah yolunda çalışıp çabalayan bir daire içinde bulunduğundan, bazıları ciddi hüsnüzan beslediği bu zattan dua talebinde bulunabilirler. Haddizatında kırk-elli sene müstakim bir çizgide yaşayan böyle sâdık bir insana karşı hüsnüzanda bulunulması tabiîdir ve bunun asla hafife alınmaması gerekir. Böyle bir vefa ve sadakati hafife alma, bir mânâda Allah’ın hoşnutluğunu hafife alma ve Allah’a karşı bir saygısızlık demektir. Hatta ben, böyle bir zatın mefkûreyi ne denli derin bir düşünceyle ele aldığına, temel çerçevesiyle ne kadar onu kavrayıp ihata ettiğine ve yapması gerekli olan şeyleri ne ölçüde yapmış olduğuna bile bakmam. Meseleyi bütün bunlardan tecrit ederek onun sadece durması gerekli olan bir kapının önünde durması ve o eşiğe bir ömür boyu başını koyması açısından bakar ve bunu çok önemli görürüm. Meselâ Hazreti Pîr’in mebde-i hayatından, münteha-yı hayatına kadar geçen sürede hiç tavır değiştirmeksizin o sağlam ve dimdik duruşu, sizin kitaplar dolusu dua döktürmenizden çok daha önemli olabilir. Bu açıdan bazıları gözüne kestirdiği böyle bir kimseye gelerek ondan dua talep edebilirler. Fakat böyle bir durumda o şahsın da kulluk konumunun farkında bulunması ve haddini bilmesi gerekir. Evet, diğer insanlar kendilerine düşeni yaparak böyle bir zata gelip ondan dua talebinde bulunabilirler. Bu durum karşısında ise o insanın, fevkalade mahviyet ve tevazu içinde, haddini bilerek; “Allah’ım bunlar hüsnüzan edip benden dua talebinde bulunuyorlar. Onları bu zanlarında yalancı çıkarma. Bu insanlara karşı alâkasız kalmaktan utanıyor ve onları geri çevirmekten hicap duyuyorum.” deyip isteyeceğini Cenâb-ı Hak’tan istemesi gerekir. Duasına icabet buyrulduğu takdirde de böyle bir neticenin Allah’tan olduğunu hiçbir zaman unutmamalı; bunu, bir ölçüde dua isteyenlerin hüsnüzannına ve onların Cenâb-ı Hakk’a samimi teveccühlerine bağlamalıdır. Bu mülâhazalarla meseleye yaklaşılırsa, hem şirke girilmemiş hem de dua istenilen insanın enaniyeti beslenmemiş olur.

Bu mevzuda herkesin temkinli hareket etmesi gerekir. Eğer Allah (celle celâluhu) birinin eliyle bir başkasına şifa verdiyse, bu, her zaman ve her hâlükârda Allah’tan bilinmelidir. Meselâ, dua edecek kimse elini hastanın üzerine koyarken; “Ya Rabbi! Ne olur Efendiler Efendisi’nin mübarek eli de elimin üzerinde olsun ve bu insan bu rahatsızlığından sıyrılsın. Ben biliyorum ki, böyle bir netice benim elimle hâsıl olacak bir şey değildir. Fakat madem bu insanı, hüsnüzannı buraya kadar getirmiş, Sen onu geriye boş çevirme. Riayetinle, kilaetinle, inayetinle ona şifa ihsan eyle!” diyerek meseleyi gerçek Sahibine vermeli; verip kendisi o işin içinden sıyrılmalıdır.

Ayrıca günümüzde bazılarının yaptıkları gibi, hususi ocaklar, dua ve kehanet evleri açma, oralarda gelene gidene muska yazma, bu işi bir meslek ve sanat hâline getirme gibi uygulamaların din-i mübîn-i İslâm’da yerinin olmadığını ifade etmemiz gerekir. Duanın yapılacağı yerler ve yapılma mülâhazası vardır. Ancak bu işin bir sanat hâline getirilerek şifanın ille de bu yolla oluyormuş gibi gösterilmesi dua edenin kendisine bir şeyler izafe etmesi mânâsına geleceğinden dolayı çok tehlikeli ve çok hatarlıdır. İnanan mü’minler olarak biz, her zaman temkinli olmalı, kendimizi düz insan olarak görmeli, düz insan nazarıyla dua etmeli ve bütün hayatımızı böyle bir şuur ve hassasiyet içinde geçirmeliyiz.

Müfterî Ne Derse Desin, Bizim Tek Sevdâmız Var!

Soru: 1999 Haziran'ında aleyhinizde estirilmeye çalışılan kaset fırtınası ve bir bardak suda boğma kampanyası günümüzde de tekrarlanmak mı isteniyor acaba? Kendi edep ve üslubunuz gereği sükutu tercih etmenize, maruz kaldığınız insafsızca hücumlara mantıkî mahmiller bulmaya çalışmanıza ve herkesle bir çeşit diyalog köprüleri kurma gayretlerinize rağmen hâlâ değişik iftira, isnat ve hatta komplolarla size saldırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap: Şimdiye kadar, maruz kaldığım asılsız isnat ve ithamları bir husumetin neticesiymiş gibi değil, hep bir içtihat hatası olarak kabul ettim. Bana sağdan-soldan taş atanların kötü bir kasıtlarının olacağına ihtimal vermedim. Onların, bir içtihat mülahazasıyla konuştuklarına ve dini başka bir zaviyeden yorumladıkları için bazen bilmeyerek yakışıksız beyanlarda bulunduklarına inandım. Eğer, çok küçük ve sayıları az bir kesim, millete malolmuş bir kısım hizmetleri benim şahsımda görerek kıskançlık ve hazımsızlıkla bazı çirkin şeylere tevessül ediyorlarsa, onları da beşerî zaaflarına verdim; verdim ve en amansız şekilde hücum edenlere bile şahsım adına mukabelede bulunmayı hiç düşünmedim.

Doğrusu, benim şuna-buna mukabelede bulunmama da hiçbir zaman ihtiyaç kalmadı; zira Haziran hadisesinde de sonrasında da, toplumun yüzde seksenbeşi, aleyhimizde yapılanları bir çığırtkanlık olarak gördü; itham ve iddialara hiç inanmadı. Ben de üslûbuma aykırı hareket etme mecbûriyetinde kalmadım. Zaten verilmiş bir sözüm vardı; şu fânî dünya için kem söz söylemeyeceğime ve gönül kırmayacağıma söz vermiştim. "Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara da hakkımı helâl ettim." diyen dava erinin bu duygularını paylaşacağıma söz vermiştim. Kimseye küsüp darılmayacağıma, Allah'ın rızasına yürüdüğümüz sevgi ve hoşgörü yolunda ölümü dahi bir bayram hediyesi gibi karşılayacağıma ve Allah'a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz vermiştim. Bundan dolayı da, kendilerini "hasım" bizi de "öteki" ilan eden ve en tecavüzkar hücumlarla üzerimize gelen insanlar hakkında bile sadece hidayet duasında bulundum, "Allah hidayet etsin, sırat-ı müstakîmi göstersin" dedim. Mazhariyetlerimiz ufkundan bakınca acıdım o mahrumların hâline ve "Ya Rabbi, şu mahrumîni de merhumînden eyle" diye yalvardım. Çok üzüldüğüm anlarda bile beddua etmedim, kimseyi lanetlemedim.

Şu kadar var ki, şahsım hakkındaki iddia ve ithamları gülerek karşılasam ve mukabelede bulunmayı, hak aramayı kat'iyen düşünmesem de, en olumlu gayretler etrafında şüpheler uyararak, en yararlı sözleri sağa-sola çekerek, bölüp parçalayarak, montajlarla farklı kalıplara ifrağ ederek diyalog çalışmalarını kundaklayanları da –hidayet dileği alternatifi olarak– Azîz u Kahhâr'a şikayet etmekten kendimi alamadım; onlar hakkında da "Allah'ım, Sana havale ediyorum" demekle müteselli oldum.

Tabiatları düşmanlığa, tecavüze, anarşiye, iftiraya kilitlenmiş tahrip yanlısı bu insanları Allah'a havale ettim ve ediyorum; zira, onların yaptığı, sadece bir ferdin hakkına tecavüz değil, bir milletin bugünü ve yarınlarıyla oynamaktı, Türkiye'nin aydınlık geleceğini karartmaktı. Maalesef, bu marjinal kesim, kendi aklıyla hareket etmeyen bir kısım mütehayyir ve müteredditleri de yanlarına alarak herkesin "hoşgörü" deyip uzlaşma aradığı bir mübarek süreci dinamitlediler. Onunla da yetinmeyip, bu bir fırsattır diyerek dine hücum etti ve bütün dindarları karaladılar. Hemen herkesi bir ideolojinin insanı gibi göstererek, kimini dinci, kimini de bir tarikat mensubu diye fişleyerek irtica çığırtkanlığıyla her yerde fitne ateşleri yaktılar ve bir zaman kızıl bayraklar altında toplanıp millete, devlete yağdırdıkları aynı küfürleri bu defa da dindarlara karşı savurdular. Günümüzde de küfürler savurmaya ve fitne ateşlerini körüklemeye devam ediyorlar.

Onları bir ölçüde anlamak ve "Kendi kötü tabiatlarını ortaya koyuyorlar, vazifelerini yapıyorlar." demek mümkün. Fakat, milletimizin gelişip büyümesini istemeyen bir kısım dış güçlerin piyonluğunu yapanları, bazı vaadlere aldanarak onların ardına takılanları, dün vatan ve millet düşmanı bildikleri kimselerle bugün kolkola çalışanları nereye koyarsınız? Evet, dünün dostlarının bugünün düşmanlarıyla yanyana ve elele olmasına hayret ediyorum.. hayret ediyor, gönül koyuyor ve "değer miydi?" demeden edemiyorum: Değer miydi, bir kaç senelik dünya uğruna ahireti tehlikeye atmaya? Değer miydi makam-mansıp adına din düşmanlarına el uzatmaya? Değer miydi para-pul hatırına onca dosta ihanet etmeye? Değer miydi?..

Evet, şahsım adına maruz kaldığım yalan, tezvir, itham ve iftiralara tahammül edebiliyor ve her şeyi sineme çekebiliyorum. Fakat, dinine ve milletine hizmetten başka bir sevdası olmayan, "Bu bir gönüllüler hareketi dir" deyip kendi üzerine düşen yükü omuzlarken herhangi bir dünyalık beklentiye de girmeyen bahtiyarlara atılan iftiralar ve onlar hakkındaki komplolar karşısında çok üzülüyorum. Hele bana isnad edilerek o mübeccel hizmetlerin aleyhinde olunmasına ve muasır medeniyetlerin de önüne geçmesi muhtemel Türkiye'nin yolunun tıkanmasına dayanamıyorum. Aslında, bana ve benim şahsımda gönüllüler hareketine yapılan hakaretleri hiç çekinmeden bütün dünyanın duyacağı şekilde, yapanların yüzlerine vurabilirim. Ne var ki, ülkemizin her zamankinden daha çok sulhe, sükûna, iç huzura ve devlet-millet kaynaşmasına muhtaç olduğu bir dönemde, bize yapılanlar ne olursa olsun, katlanmak mecburiyetinde olduğumuz kanaatindeyim.

İşte bu duyguyla, seneler var ki, zulmü lânetlemek, zalimin yüzüne tükürmek, müfterîye ağzının payını vermek, komplocuya "yeter artık" demek tâ dilimin ucuna kadar geliyor ama milletimin sulh, sükun ve iç huzurunu düşünerek kimseye bir şey demiyor; Allah'ın görüp bildiğini düşünüyor; karakter, düşünce ve üslûbumun hatırına herkesin yalan-doğru sesini yükselttiği durumlarda bile ben bir "Lâ Havle" çekip "Buna da eyvallah" demekle yetiniyorum. Müsaadenizle, bir münasebetle söylediğim sözü tekrar edeyim: "Ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki...! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler, karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık sayıyoruz ve böyle bir saygısızlığı irtikâp etmemek için, gürül gürül konuşacağımız bir yerde sadece yutkunmakla iktifa ediyoruz."

Gerçi böyle davranmak çok defa zalimi cesaretlendiriyor, müfterîyi daha da azgınlaştırıyor, mütecâvizleri küstahlığa sevk ediyor; ama, ben kendi kendime: "Ne de olsa bunlar da insan, bir gün insan olduklarını düşünür ve bu tür münasebetsizliklerden vazgeçerler." diyor ve herkesin insafa geleceği bir eşref saat beklemeye koyuluyorum.

Onlar insafa gelir mi gelmez mi bilemeyeceğim. Fakat, bildiğim bir şey var ki, isnad, itham ve iftiralarla atılmaya çalışılan çamur asla tutmayacak ve kamu vicdanı doğru ile yalanı mutlaka ayırt edecektir. Çünkü ehl-i insaf da takrir etmektedir ki, bizim, Allah'ın rızasından ve milletimizi dünya muvazanesinde hak ettiği yere taşımaktan başka bir isteğimiz olmamıştır ve olmayacaktır. Bu konuda, dinine ve milletine hizmet eden samimi insanlara güvendiğim gibi, kendi adıma da, maddî-manevî makam sahibi olmaktan, iyi bir insan olarak bilinip tanınmaya kadar her türlü dünyevî isteği Rabbime, Efendime ve dinime karşı vefasızlık kabul ediyorum. Dinime ve milletime hizmet duygusu benim biricik sevdamdır; o bütün bütün ufkumu kaplıyor ve bana başka arayışların ardına düşme ihtiyacı bırakmıyor. Zaten bu sebeple, dünya namına bir şeye sahip değilim ve kendime ait bir evim bile olmadan ötelere yürüme muradındayım. Bir başka münasebetle dediğim gibi, "Kendime ait bir zeytin dalım bile yoktur. Eğer olsaydı, onu da barışın remzi olarak hasmâne tavır takınanlara uzatırdım."

Muhammedî Ruh

Nübüvvet mesleği açısından, "Muhammedî ruh" ne demektir? Bu ruhun, tebliğ ve temsil vazifesinde bulunan mü'minlerin hal ve hareketlerine yansıması nasıl olmalıdır?

Muhasebe ve hüsnüzan

Ben kendi hakkımda düşünürken demeliyim ki, "Her namazdan sonra uzun uzun tesbihat yapmam, her gün Mecmûatü'l Ahzâb'tan bir bölüm okumam, biriki saatımı zikre, fikre vermem katiyen benim durumumda olan bir insanın şükür mukabelesi sayılamaz. Bu kadarcık bir evrâd u ezkârla bana dense dense "tembel" denir, "miskin, uyuşuk" denir. Ama bu hizmeti imaniye ve Kur'aniye'deki arkadaşlarımı düşünürken, onlar namazlarının sonunda ister herkesin bildiği "Sübhânallah, Elhamdulillah, Allahuekber" şeklindeki malum tesbihatı yapsınlar, isterse de "Yâ Cemîl Yâ Allah…" diyerek Esmâi İlâhiye'yi uzun uzun saysınlar, "inşaallah vazifei ubudiyetlerini, genel durumun ve şartların müsaadesi ölçüsünde yerine getiriyorlardır" demeliyim. Onlar hakkında kat'iyen hüsnü zan etmeliyim. Kendim hakkında da hüsnü zanna zerre kadar yer vermemeliyim.

Yoksa biraz evvel bahsettiğim şekilde, insanlar hakkında "Hiç kimse sorumluluğu ölçüsünde Allah'ı anmıyor" diye bir mülahazaya girersem sûi zan etmiş olurum. "Bunlar ne zikir, ne fikir, ne de şükür vazifelerini hakkıyla eda edemiyorlar." dersem sûi zanna saplanmış olurum. O da tehlikelidir ve kaybettirir. Her zaman tekrar ettiğim bir mülâhazayla bağlayayım bunu; Kendimiz hakkında sürekli suç arayan, suç derleyen, tevsîi tahkîkatta bulunan bir savcı gibi davranmalıyız. Ama başkaları hakkında da, onların fahrî avukatı gibi olmalı, hep onları müdafaa etmeliyiz. Başkaları hakkında hüsnü zan, kendi hakkımızda da sürekli muhasebe esasına bağlanmalıyız.

Buraya bir küçük haşiye daha koymak istiyorum: Ben ölçü olmasam da bazen canımı sıkan şeyler oluyor. Meselâ, namazda imam arkasında ses çıkarmalar oluyor. Birisi durup dururken boğazı sıkılıyor gibi sesli sesli "Allaaahuekber" diyor; "ettehiyyaaaaatü lillaaaahi vessalavaaaatü" diyor. Dinde böyle bir sorumluluk yoktur. İnsan kendi kendisi duyacak, anlayacak kadar söylemelidir. Şimdi bu harekete bir zaviyeden bakınca "Bu bir riyadır" dersiniz. Vâkıa, duyurmaya matuf olan şeylere riya değil "süm'a" denir. Göstermeye yönelik hareketlere, kendini ihsas etmelere de "riya" denir.

İşte birinin böyle bir hareketi karşısında aklımıza o şahsın süm'a yaptığı gelebilir. Meselâ, gece erkenden kalkıyor, kapıları sertçe açıp kapatıyor, su sesini duyuruyor bize. İçimize "Acaba daha sessiz yapamaz mı bunu? Allah'a doğru yaptığı bu yolculuğu sessizlik içinde götüremez mi? Çok inceyse şayet, inceliğini ortaya kalınlık şeklinde koymak suretiyle hakkında sui zan ettirmemeli değil mi?" gibi duygular gelebilir. Bu meselenin bir yanı. Fakat bu türlü meselelerde biz, neden o adam hakkında böyle düşünürüz? Çünkü, bir insan, ibadet ü tâata, o ibadet ü tâat teşri kılınırken söz konusu olmayan meseleleri iradî olarak katarsa Allah'a ibadete başka şeyleri karıştırmış olur. Dinde, imamın arkasında boğaz sıkılıyor gibi ses çıkarmak diye bir şey yoktur. İbadet ü tâat yaparken ses çıkarılacak diye bir şey yoktur. Bunların hepsi süm'adır dinimize göre. Ve dolayısıyla bu tür hareketlere riya ve süm'a nazarıyla bakılır.

İnsanın kalbinde öyle kendini harap edecek kadar bir incelik yoksa, içinde bulunduğu manevî hava itibarıyle gerçekten boğazı sıkılır gibi olmamışsa, "Allah" dendiği zaman halinde bir değişiklik olmuyor, aynı kararında devam ediyorsa çok iyi bir kul hali sergilemek onun hakkı değildir. O, o seviyenin insanı değildir ki halkın içinde "Allah" diye seslensin. Onu iradesiyle ve düşünerek söylediyse, mani olabileceği halde olmayıp söylediyse riya ve süm'a yaptı demektir.

Bu, temelde ibadetin içinde olmayan bir şeyi ibadete karıştırma demektir. Onun için Allah Rasûlü (sas) riya hakkında "debîbü'n neml" buyuruyor. Yani, karanlık bir zeminde bir karıncanın yürürken bıraktığı izler gibi bir şeydir riya.. farkına varamazsınız, ibadetinizin içine girer de farkedemezsiniz.

Muhasebe ve istiğfar

Fethullah Gülen: Muhasebe ve istiğfar

Değişik bela ve musibetlere maruz kalındığında, imtihan sürecinin mümine yakışır bir şekilde atlatılabilmesi adına hangi ölçülere dikkat edilmelidir?

Mukaddes değerler ve uyku bilmeyen gözler

Bir hadis-i şerifte, Cehennem ateşinin dokunmayacağı iki gözden bahsedilirken, bunlardan birinin hudut boylarında göz kırpmadan nöbet bekleyen göz olduğu ifade edilir. Günümüz şartları açısından hadis-i şerifte nazara verilen uyûn-u sâhireyi nasıl anlamalıyız?

Uyûn-u sâhire lügat mânâsı itibarıyla uyku bilmeyen ve her zaman uyanık duran gözler demektir. Bu tabir, sınır boylarında, sızmalara karşı titiz bir şekilde ve uyanık bir vaziyette pürdikkat nöbet bekleyen er oğlu erler için kullanılır. Onlar “aman ülkeme, dinime, neslime, nefsime, geleceğime, toprağıma, bayrağıma… bir zarar gelmesin” diye gözlerini kırpmaksızın sabaha kadar nöbet tutarlar. Sizin de soruda belirttiğiniz gibi Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu uyûn-u sâhireyi şöyle müjdelemiştir:

عَيْنَانِ لَا تَمَسُّهُمَا النَّارُ: عَيْنٌ بَكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِ ، وَعَيْنٌ بَاتَتْ تَحْرُسُ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ

“İki göz vardır ki onlara ateş dokunmaz: Allah haşyetinden gözyaşı döken göz ile Allah yolunda nöbet tutarak gecelerini uyanık geçiren göz.” (Tirmizi, Fedâilu’l-cihâd 7)

İçteki tehlike ve erken teşhis

Efendimiz’in bu ifadeleri o günün şartlarında sınırları bekleyen bir insan için hakikaten önemli bir avans ve mükâfattır. Böyle bir iltifat karşısında o insanlar ülkelerini ve dinlerini koruma adına gözlerini kırpmadan beklerler/beklemişlerdir. Fakat günümüzde dinimize, gençliğimize, ülkemize, ülkümüze yönelik tehlikeler daha farklı bir boyut kazanmıştır. Asrımızda, bir çaşıt (casus) gibi içimize girmiş öyle tehdit ve tehlikeler vardır ki, âdeta onlarla iç içe yaşıyoruz. Evet, dinimize, diyanetimize, maziden tevârüs ettiğimiz değerlerimize yönelik öyle projeler, alternatif planlar nifak perdesi altında içimize girmiştir ki, her an çok ciddi tahribatla karşı karşıya bulunuyoruz. Bütün bunlara karşı sürekli ızdırap hâlinde olma, “amanın, ülkemiz, ülkümüz, milletimiz, dinimiz, diyanetimiz bir kere daha payimal olmasın!” deyip inleme, “ruhumuzun âbidesi bir kere daha yerle bir edilmesin” mülâhazasıyla gözünü kırpmadan hep teyakkuz hâlinde bulunma, sınır boylarında nöbet bekleyen uyanık gözler gibi, uyûn-u sâhire kategorisi içine girer.

Bu gözler, sürekli dikkat ve temkin hâlinde bulunduklarından nereden bir tehlike gelecekse onu çok erkenden görüp önlemeye çalışır, muhtemel tehlikeleri engellemek için o eski kaleler gibi bir sur değil, alternatif pek çok surlar oluştururlar. Evet, onlar tehlikelere karşı öyle surlar inşa ederler ki, hücum edenler birini yıktıklarında diğer bir sur karşılarına çıkar, onu da yıkacak olurlarsa bir başka aşılmaz surla karşılaşırlar.

Kapalı gözler ve güdülen toplum

Atalarımızı ta’n u teşni etmekten Allah’a sığınırım. Çünkü Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ölüp gitmiş insanları kötü yönleriyle değil, güzel yanlarıyla anmamızı tavsiye buyurmuştur. Biz de elden geldiğince onları hep iyi yanlarıyla anmaya çalışırız. Bununla birlikte bir hakikati ifade etmeden de geçemeyeceğim. Ne acıdır ki, bir dönemde dünyaya karşı kapandığımızdan dolayı bir yönüyle güdülür hâle gelmişiz. Uyanık olmayıp kendimizi gaflet ve rehavete saldığımızdan başkaları tarafından sevk ve idare edilme durumuna düşmüşüz. Dünyaya açılma gibi plan ve projelerimiz olmamış. Bu konuda iddialı olan ve milletimiz için hamasî destanlar kesenlerin bile ciddi, kalıcı, uzun soluklu tek bir projelerinden bahsedilemez. Bir kapalılık dönemine girmişiz ki, bu dönemde yiyip içip, yan gelip kulaklarımız üzerine yatmışız. Bu durum aynı zamanda bizi heyecanlarımız, hislerimiz ve gerçek hamaset duygularımız açısından da felç etmiştir. Eğer erken bir dönemde bu tehlikeleri görüp fark edecek uyanık gözlere sahip olsaydık, her şeyi yeniden tecdide tâbi tutabilir, gerekli tedbirleri alarak içimize giren tehlikelerin önüne setler çekebilirdik. Bu yapılabilseydi, neticede bu ölçüde kötü bir akıbete maruz kalmazdık. Evet, çevremizi ve içinde bulunduğumuz dünyayı çok iyi görüp doğru okuyabilsek, zuhur eden tehlikeleri erken dönemde teşhis edebilsek ve en önemlisi bunlara karşı engelleyici alternatif bariyerler oluşturabilseydik durum şimdikinden çok daha farklı olabilirdi.

Günümüzde ruh ve mânâ köklerimizden süzülüp gelen değerleri bütün insanlığa duyurma adına bir kısım gayretler mevcut olsa da diğer yandan kötülük düşünen, kötülük tasarlayan şahıs ve şebekelerin boş durmadığı da bir vakıadır. Âdeta koca bir dünya kaynıyor. Bu arada bazı yerlerde insanlar başlarındaki tiranları devirmeye çalışıyor. Fakat unutulmamalıdır ki, eğer bir toplumda bir kısım dejenerasyon ve deformasyonlar yaşanmışsa, bunları yeniden formuna sokmak için hangi yol ve usûllerin takip edilmesi gerektiği çok iyi hesaplanmalıdır. Siz insanları birdenbire düzeltemezsiniz. Uzun zaman dinden uzak kalmış ve seküler bir hayat tarzına âdeta inhimak etmiş insanları yeniden kendilerini doğru okuyabilecekleri bir konuma ulaştırmak belli bir zamana vâbestedir. Bu açıdan ıslah adına ortaya konacak bütün plan ve projelerin baştan sona çok iyi hesaplanması gerekir. Hele mesele bir iman meselesiyse, sağlam bir düşünce ve ahlâk blokajına oturmuş insan yetiştirme mevzuu ise ve siz bu problemleri çözemediyseniz, Mefisto bir kez daha oyununu oynayacak ve insanlık bir kez daha ona yenik düşecektir.

Kaos ve kargaşadan nizama yürünmez

Evet, yapılması gerekenler yapılmadıktan sonra bir toplum içindeki başkaldırmalar çok defa karambole olur. Belki işin içinde hüsn-ü niyetle hareket eden pek çok insan vardır. Ancak karambol hâdiselerden nasıl bir sonuç çıkacağını kestirmeniz mümkün değildir. Bu sebeple karambolün hâkim olduğu hamle ve hareketler hakkında benim hep endişelerim olmuştur. Asıl konumuza dönecek olursak, bütün bunlar uyurgezerliğin, hâdiseleri doğru okuyamamanın, onları gözü kapalı bir şekilde değerlendirmenin sonucudur. İşte bir toplum içindeki uyûn-u sâhire sahipleri, bütün bunları önceden görüp ona göre tedbir almasını bilen gözlerdir. Mesela, Seyyid Kutup hayatı boyunca çok samimane mücadele etmiştir. Zaten o, mücadele duygu ve düşüncesinin var olduğu bir hanede neşet etmiştir. Babası, annesi, kardeşi hep aynı düşüncenin insanlarıdır. “Fî zılâli’l-Kur’ân” veya “el-Adâletü’l-içtimâiyye” gibi eserlerine bakacak olursanız kendisinin de pürheyecan, hiç tereddüt etmeden ölümü göğüsleyebilecek bir insan olduğunu görürsünüz. Nitekim vefatından önce Nasır’ın adamları kendisine gelerek Nasır’dan özür dilemesi halinde affedileceğini ve asılmaktan kurtulacağını söylemişler ancak o, bir müminin asla bir kafirden özür dilemeyeceğini söyleyerek bu teklifi kabul etmemiş ve ölürken bile kendisine yakışır şekilde vefat etmiş, şehitlik unvanıyla ötelere yürümüştür. Fakat bu zat onca mücadelesine rağmen hapishanede yazdığı son hatıralarında “Biz iman meselesinde zühul etmişiz. Toplumun dertlerine esas derman iman reçetesiymiş. İşte biz bunu görememişiz.” şeklindeki ifadelerle bir hakikate dikkat çekmiştir. Öyleyse bir toplumun ıslahı için, ferdi kendi ruhuyla yeniden ikame etme ve onu yeniden inşa etme öncelikle halledilmesi gereken en önemli meseledir. Başka bir ifadeyle, eğer bir değişim gerçekleşecekse meselenin bütün yönleriyle ele alınması gerekir. Nasıl ki, bir vücudun, bütün fonksiyonlarını tastamam eda edebilmesi için o vücudun uzuvlarının bütününün canlı olması gerekir. Aynen öyle de, içtimaî hayatın ıslahı da onun bütün birimleriyle ele alınmasını gerektirir. Bir yerde boşluk bırakacak olursanız hiç farkına varmaksızın felçli bir uzuv gibi orada küt diye devrilirsiniz. Evet, eğer siz sağlam bir mantık ve muhakemeyle, hüşyar bir gönül ve basiretle hâdiseleri değerlendirmiyor, hamle ve hareketlerinizi ona göre planlamıyorsanız, ortaya koyduğunuz hamle ve aksiyonlar gider keşmekeş ve kargaşaya teslim olur. Bu sebeple, “ne”, “nasıl” yapılacak? Dinimize, diyanetimize, neslimize ve geleceğimize yönelen tehlikeler nelerdir? Güzergâh emniyeti sağlanmış mıdır? Yoksa yürüdüğümüz yolda bir kısım trafik problemleriyle karşılaşma ihtimali var mıdır? deyip bütün bunlar üzerinde derinlemesine düşünmek gerekir. İşte “uyûn-u sâhire”yi bütün bunların hepsine tamim ederek daha kapsamlı ele alabiliriz. Dolayısıyla denilebilir ki, gece gündüz hiç durmadan Allah için ağlayan gözler Cehennem’i görmeyeceği gibi, topluma, onun dinine, diyanetine, geleneklerinden süzülüp gelen değerlerine yönelik bir kısım hücumlar karşısında, yapılması gerekli olan şeyleri yapma adına muzdarip ve müteyakkız bir halde bulunan uyanık gözlere de Cehennem ateşi dokunmayacaktır.

Uyûn-u sâhire ile ızdırap arasında nasıl bir alâka vardır?

Bir insanın şahsî dertleriyle veya ailevî problemleriyle ya da daha geniş dairede mahallesiyle, kasabasıyla hatta ülkesiyle ilgili ızdırapları olabilir. İnsanın, bu ızdırapları vicdanında duyup hissetmesi onun insanlığının bir gereğidir. Fakat esas ızdırap, bütün insanlığın problemleriyle meşgul olma, onlara çareler arama, bütün insanlığa karşı bağrını, kucağını ve kalbini açma mânâsını ihtiva eden daha yüksek bir duygudur. Eğer siz bütün insanlığın maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî huzur ve saadete ermesini gerekli görüyor, hep bu mülâhazalarla oturup kalkıyor ve bunun ızdırabını çekiyorsanız, zannediyorum uykularınız kaçacak ve geceleyin yatakta yatarken bile rahat edemeyeceksiniz. Hele bir de yaşanan problemlere çareler bulamıyor, onların çözümü adına alternatif yollar ortaya koyamıyorsanız ihtimal işte o zaman yorganınızı bir kenara atıp deli divane gibi koridorlarda dolaşmaya başlayacaksınız. Evet, böyle bir ızdırap sizi uyutmayacak ve sizi uyun-u sâhire olmaya sevk eden bir sebep olacaktır.

Fakat ızdırabın asıl kaynağının Allah’a iman olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Yani bir insanın böyle bir ızdırabı vicdanında duyabilmesi için hakiki mânâda Cennet ve Cehennem’in ne ifade ettiğini vicdanında duyup hissetmesi, Peygamber yolunu bilmesi gerekir.

“Keşke bütün insanlığı kucaklayabilsem! Keşke onlara hangi seviyede olursa olsun sahip olduğum değerleri üfleyebilsem! Keşke ruhumun ilhamlarını onların sinelerine boşaltabilsem!” diyen ve sinesi ızdırapla dolu olan bir insanın gözüne uyku girmeyecek ve böyle birisi oturup kalkıp plan üstüne plan yapacak ve stratejiler üretecektir. O, –bağışlayın– istibra yaparken bile kafasındaki problemlerin çözümüyle meşgul olacaktır. Aklına güzel bir düşünce gelse hemen onu not edecek veya derhal konuyla ilgilenen insanlara telefon açarak bulmuş olduğu çözümü onlarla paylaşacaktır. Hatta bazen aklına gelen bir fikir ona abdestini veya nafile namazını yarıda kestirecektir. Çünkü o, toplumun değişik yaralarına karşı, bir hekim-i hâzık gibi hareket etmekte ve oturup kalkarken zihni sürekli isabetli bir mülâhaza yakalama peşinde koşmaktadır. Karşısındaki yaralı, bereli insanları iyileştirmek için kullandığı elli türlü reçetenin fayda etmediğini gören ve “acaba daha başka ne yapabilirim?” diye düşünen muzdarip bir insan, aklına bir çözüm geldiğinde, “acaba bu, onların derdine derman olur mu?” diyerek hemen onu tatbike koyulacaktır. İşte böyle bir ızdırap, insanı uyutmaz ve onu deli gibi dolaştırır.

Mukaddes vazife

Bugün Allah rızası için yapılacak dünyalar kıymetinde bir iş var. Öyle bir iş ki, dünyevî cihetle bin defa İstanbul'un fethine takaddüm eder; gavsiyetten, kutbiyetten çok önce gelir. Bu iş, O'nun âleme tanıtılması, Hz. Muhammed aleyhisselamın muhtaç ruhlara duyurulmasıdır. Öyleyse, bırakalım büyük iddiaları, boş lafları da bu vazifeyi yapmaya çalışalım. Dinimizi doğru bir şekilde başkalarına duyurma yolları arayıp bulalım. Allah'ın bize nasip ettiği bu eşsiz hakikatleri çocuğuyla genciyle, kadınıyla erkeğiyle bütün dünyaya birden nasıl duyurabiliriz, bunun derdiyle dertlenelim.

Onun için, "En önemli mesele Müslümanlarda yeniden bir kere daha İslâmî heyecan uyarmaktır." dedim.. kendilerini unutacak ve sadece beşerin ebedî saadetini düşünecek kadar, bir kere daha dinî heyecan uyarmak. Zaten sadece nefsimiz için yaşıyor ve kendimizi hatırlıyorsak, hatırlanması gerekli olanı hatırlayamayız. Bizi mahveden de yalnızca kendi nefsini düşünen insanların kabalıkları değil midir?..

Ayrıca, yapmamız gereken işin keyfiyeti çok önemlidir. Biz Allah'ın rızasını kazanmak için î'la-yı kelimetullah vazifesinde bulunmaya çalışıyoruz. Yeryüzünde bundan daha yüce ve daha mukaddes bir vazife de bilmiyoruz. Bu vazife cennetlere tercih edilir. Birinin hidayetine vesile olacağımız zaman cennet kapılarının yedisi, sekizi birden açılsa, bize "içeriye buyurun" dense, teşrifatçılar bizi istikbâl etse.. arkada hidayeti söz konusu olan o şahsı düşünüp, "Biraz durun, ben şununla bir müddet meşgul olayım, sonra gelirim oraya.." diyebileceğimiz kadar mukaddestir bu vazife.

Bu sözü daha ileriye de götürebilirim... Yani; herkesin O'na doğru koştuğu, uçtuğu Cemâlullah'ı müşâhede meselesinde bile "Ya Rab! Tek gelmemek için şunu da yanımda getirmek istiyorum, bana bir dakika müsaade buyur." desek sezâdır. Gerçi, vuslata karşı dayanma aşığın ölümüdür. "Bir dakika müsaade et." demek bu mesleğin yolcuları için bir ölüm olsa da, onlar "Hele biraz daha yanayım." der ve bir insanın daha imanının kurtulmasını her şeye tercih ederler.

"Bir-iki kişi tanıyıp kabul etse ne olacak." diyemeyiz. Bu vazifeyi yaparken anlattıklarımızı insanların kabul edip etmemesi ya da "evet" diyenlerin sayısı da bizi çok alakadar etmez. Ardına düştüğümüz şey sadece hayalimize yerleştirdiğimiz yüksek idealimiz ve gayemizdir, Allah'ın rızasıdır. İnsanların gönüllerine girip kabul ettirmek bizim elimizde değildir. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın izin ve inayetiyle damlalar bir araya gelir, zamanla bir çaya, bir çağlayana dönüşür. Şimdiye kadar da hep öyle olmuştur.

Vazife çok büyük.. İsterseniz "Biz o işin eri değiliz." deyin. O da meselenin ayrı bir derinliği.. Hiçlikten varlığa yürümek.. O kutlu Zat da, "Hiç ender hiç olan bu kardeşiniz" diyor. Evet, kendini "hiç" olarak görmek çok önemlidir; aynı zamanda bu, meselenin en derin yanıdır. Ben'in (enaniyetin) burnunu kıran bir balyozdur o. Ve hepimizin böyle bir balyoza ihtiyacı var. Ene'nin burnunu kırdığımız zaman "hüveO" görünür.

Allah (cc) sizi çağın Ebû Bekirleri yapsın, başka ne diyeyim. Cenâb-ı Hak her birinizi tutup bir yere koymuş. Başkasını değil sizi tutmuş, başka yere değil bulunduğunuz mekana koymuş. Öyleyse düşünmek lazım, "Bizi hangi hikmete binâen buraya koydu. Abes iş yapmayacağına ve her işinde hikmetler bulunduğuna göre, acaba ne istiyor bizden?" Sekizinci Söz'de dendiği gibi: "Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm, Sana dehalet ediyorum ve Sana hizmetkârım. Senin rızanı istiyor ve Seni arıyorum. Ey bizi bu gurbete atan Allah'ım! Bundan muradın ne ise onu benim vicdanıma duyur. Ve sadece duyurmakla kalma, beni o duyguyla doyur. Bu işin hakkını vermeye, bu vazifenin gereğini yapmaya muvaffak eyle." demeli. Hiçbir şey öyle tesadüf ve raslantı gibi görünmüyor. Belli ki her hadiseyle kendini anlatan biri var. O bizi çölün ortasına da atsa bizimle bir şey yapmak istiyordur; bizden bir muradı vardır. Öyleyse şaşkınlığa düşmemek, O'na sığınmak ve bizden istediğini yerine getirmek lazımdır.

Bu duygularla hareket eder, yaptıklarımızı bir sorumluluk olarak yerine getirir ve bütün başarılarımızı O'ndan bilirsek, işin kaynağını bulur ve berekete ereriz. Yoksa, kaynağa karşı gaflet, onun etrafında dönüp durduğumuz halde bizi susuzluktan öldürür. Önemli olan O'nu bulmak, kendimizi nazara vereceğimize "O" demektir. Niye öyle küçük şeylere dayanacağız ki?.. Kevn ü mekanları evirip çeviren, kabza-yı tasarrufunda tutan, tesbih taneleri gibi döndüren Sonsuz Kudret varken, kıskançlık ve öldüren bir hırs derecesinde O'nu nazara vermek varken, niye sinek kanadı mahiyetindeki nefislerimizden bahsedeceğiz ki? O sinek kanadı yok değil, var; ama o kanadı da yine Cenâb-ı Allah yaratmış. Öyleyse hep O'nu söylemeli, O'ndan bahisler açmalıyız.

Mecnun'a deseniz ki, "Gel seninle sohbet edelim.." Başlasanız söze; güllerden, çiçeklerden dem vursanız; o hayret içinde kalacak, "Bunlara ne oluyor ki, Leyla varken başka şeyden bahsediyorlar." diyecektir. O halde, niçin biz bütün gönüllerin Leylasına karşı gafil yaşayalım. O her şeyle gürül gürül kendini ifade ediyor. Bize de, kendisini duyacak kulak, sezecek gönül ve kitabını okuyacak göz vermiş. Niye gaflet edelim, neden bakışı, duyuşu ve sezişi değerler üstü seviyeye yükseltmeyelim ki! O'nu nâmütenâhî değerlendirme mümkünken ve nâmütenâhîye bağlı olan her şey sonsuzluk kazanıyorken biz niçin meseleyi kendi değersizliğimize bağlayalım?

Bu düşüncede olunmazsa dünya hayatı yaşanmaya ve ebedî bir hayat varken burada kalmaya da değmez. İnsan kıymetli şeyler yapmalı. Her gün bir kere daha cenneti kazanmalı. Her gün bir kere daha Rabb'ini tanımalı. Her gün bir kere daha değişik buudda mehâfet ve mehâbet atmosferi içinde bulunmalı ki, yaşamaya değsin. Hayat O'nunla irtibatlı götürülürse hayattır. Yoksa cismen ölü olmayanlara da Kur'an ölü nazarıyla bakıyor. "İnneke lâ tüsmiu'l mevtâ - Ölülere duyuramazsın." (Neml, 27/80) diyor.. O'nu duymayan gönüller ölüdür. O'nunla beraberlik arkasına düşmeyenler, her gün bir adım daha kendini O'na yakın hissetmeyenler ölüdür. Hayatını O'nun rızasına bağlı götürmeyenler, O'nun huzurunda duruyor gibi davranmayanlar -derecelerine göre- ölüdür.

Ayrıca, dünya hayatı itibarıyla bazı şeylerden mahrum yaşamak da çok önemli değildir. Bazen insanın aklına yurtyuva, köşkkasr gelebilir; bence bu konuda da Yunus gibi davranmalı ve "Bana Sen'i gerek." demeli. Hatta, "Nasıl olsa ötede verirler." gibi bir beklenti ve telakkî bile, bir makama göre, O'na karşı saygısızlık olur. O ister verir, ister vermez. Velâyet talebinde bulunmak bile O'nunla olan münasebetimize olumsuz tesir eder. Bizim duygu ve niyazımız "Senin sürekli teveccüh buyurduğun ümmî, aciz, zavallı, fakir, muhtaç ve fakat Sana müştak bir abd eyle." şeklinde olmalıdır. Cenâb-ı Allah, tebcil makamında "Sübhanellezî esrâ bi abdihî" (İsra, 17/1) diyerek İnsanlığın İftihar Tablosu'nu bir abd, kul olarak tavsif etmiştir. Hz. Muhammed (sav) kul peygamberdir, melik değil.

Mükemmel dinin mensupları mükemmelliğe talip olmalı

Cenâb-ı Hak,

اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا
“İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu din olarak İslâm’a bağladım.” (Mâide sûresi, 5/3)

buyurmak suretiyle, rızasını ekmeliyet ve etemmiyete bağladığını ifade buyuruyor. Bizim için bir hedef olan ekmeliyet ve etemmiyetin gerçekleştirilmesi hangi hususlara vabestedir?

Cevap: İslâm, kıyamete kadar gelecek bütün toplumların her türlü ihtiyacına cevap verecek şekilde eksiksiz, kusursuz, mükemmel ve tastamam bir değerler mecmuasının ad ve unvanıdır. Dolayısıyla bu dinin müntesipleri ekmeliyet ve etemmiyete yani en mükemmel ve tastamam olana talip olmalıdır. Daha basit bir ifadeyle söyleyecek olursak, kemale ve tamama erdirilmiş son dinin müntesipleri, onun vaat ettiği güzellik ve hayırlı neticeleri kâmil mânâda elde edebilmek için vazife ve sorumluluklarını en mükemmel ve tastamam bir şekilde eda etme peşinde koşmalıdır. Âyetin sarih mânâsından anlaşıldığına göre, rıza ufkuna yürüyebilmenin yolu da işte budur.

Mükemmellik düşüncesi ve tevazu

Soru: Bir yandan çeşit çeşit beklentilerimize cevap verebilecek kahramanlarımızın halktan birer insan olmaları ifade edilirken, diğer yandan da sürekli seviyeli ve donanımlı insan olma nazara veriliyor. Zahiren birbirine zıt gibi görünen bu iki husus nasıl cem edilebilir?

Peygamberlik mesleği olan irşat ve tebliğ vazifesi açısından meselenin değerlendirmesini yapacak olursak; insanda, hem mükemmeliyet ufkunu yakalama, hem de kendini sıfırlama anlayışının bir arada bulunması, öncelikle, her iki vasfın da irşat ve tebliğ adına olmazsa olmaz birer esas olduklarına inanmaya bağlıdır. Evet, anlatılması gerekli olan hususları başkalarına anlatabilmek ve Allah’ın izniyle, vicdanlarda tesir uyarabilmek için hem mükemmel bir donanıma sahip olma gayreti, hem de mahviyet ve tevazuyla kendini insanlardan bir insan olarak görme hasleti şarttır. Zira ilme ve irfana dayanmayan irşat ve tebliğ muhatapta güven bunalımına sebebiyet vereceği gibi, kibir ve gururla kirlenmiş ağızlardan çıkan sözler de kesinlikle kalblere nüfûz etmeyecek, etse bile orada kalıcı olmayacaktır. Hazreti Pîr de eserlerinde bir taraftan cehaletin bizim için çok ciddi bir bela olduğu üzerinde durmuş, diğer taraftan da çağımızda benliğin çok ileriye gittiğine vurguda bulunarak onun da ayrı bir afet olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Mârifet ve mahviyetle çift kanatlı irşat ruhu

Şimdi isterseniz irşat ve tebliğ insanı için bir çift kanat konumunda bulunan bu iki hususiyeti bir nebze açmaya çalışalım:

Çağımızda mü’minin, temsil etmesi gereken hakikatleri hakkıyla temsil edebilmesi için, bir taraftan yaşadığı çağı, sosyal yapıyı, dünyadaki hâdiseleri ve tekvînî emirleri çok iyi okuması, okuyup anlaması ve doğru değerlendirmesi; diğer yandan da özellikle günümüze bakan yönüyle teşriî emirleri bilmesi ve böylece ibnü’z-zaman veya ibnü’l-vakt olması gerekir. Yoksa çok hakikatler onun seviyesizliğine takılır kalır; kalır da sahip olunan değerler muhataplar nazarında değersizliğe mahkûm olur. Evet, her şey netice itibarıyla ilme bağlı olduğu gibi bizim de kendi değerlerimizi ifade edebilmemiz için ilim, çok önemli bir faktördür. Buradaki ilimden kastımız günümüzde anlaşılan şekliyle bilim değil, eşya ve hâdiseleri ön ve arka planlarıyla beraber değerlendirmek suretiyle bizi bir sonuca götürecek ve gidip mârifetle neticelenecek bilgidir.

Aslında bir insanın böyle bir ilme sahip olmadan bırakın başkalarına anlatmayı, kendisine bile bir şey anlatması mümkün değildir. O, ilim ve mârifetle donanacağı ana kadar nefsinin bir kısım itirazlarının önüne geçemeyecek, fikrî kargaşa ve gelgitlerden kurtulamayacaktır. Kendi içinde, kendi kafasında ve kendi kalbinde problemlerini çözememiş böyle biri, başkasına bir şey anlatmaya çalıştığında ciddi zorlanacak ve belki de farkına varmaksızın demagojiye girecek, diyalektiğe başvuracaktır. O, kendi içindeki tereddüt ve şüpheleri aşacağı ana kadar da bu türlü ifade falsolarından kurtulamayacaktır.

Bu açıdan bizim öncelikle arka planları ve dayanaklarıyla, ruh ve özüne de vâkıf olarak kendi meselelerimizi bilmemiz, sonra da ilimle varılacak mârifeti, mârifetle ulaşılacak muhabbeti, bunlarla Allah’a karşı duyulacak aşk u iştiyakı vicdanımızda duyup hissetmemiz gerekir. Eğer bunları kendimize mâl edebilir ve ağzımıza dökülen kelimelerin fotoğraflarını kalb ve kafamızda görebilirsek, kendi içimizde çelişki yaşamaz ve tenakuzlara düşmekten kurtulmuş oluruz.

Bundan dolayı mürşit ve mübelliğ, ne yapıp edip mutlaka Allah’ı hoşnut edecek, derince ve çok buutlu ilme sahip olmaya çalışmalıdır. Fakat irşat ve tebliğ için sadece ilim ve mârifet yeterli değildir. Aynı zamanda insanoğlunun, bu çok önemli varidat ve mevhibelerin tamamen Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı olduğunun şuurunda bulunması gerekir. Üstad’ın Mektubat’ta dikkat çektiği üzere aslında bütün bu nimetler Sultan tarafından insana giydirilen bir kürk gibidir. Dolayısıyla bu nimetler görmezden gelinemez. Fakat onların bize ait olmadıkları mülâhazasını da hiçbir zaman unutmamalıyız. Yani bizim yapmamız gereken, güzelliği inkâr etmeyerek onu asıl sahibine vermektir. İşte bu bakış açısını yakalayabildiğimiz takdirde, tevazu, mahviyet ve hacâletin kapılarını aralamış ve Hazreti Ali’nin

كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ

“İnsanlar nezdinde onlardan bir fert ol.” sözünün mâsadakı hâline gelmiş oluruz. Bu da mutlak küçüklükle mükemmeliyet ufkunu cem etme demektir.

Bu duygu ve düşüncenin kalıcı hâle gelmesi ise, insanın, sahip olduğu her şeyi gerçek sahibine vermesi ve kendisinin bir hiç olduğunu vicdanına kabul ettirmesiyle mümkündür. Daha önce bir espriye bağlı olarak ifade ettiğim mülâhazamı müsaadenizle bir kere daha tekrarlamak istiyorum: Eğer bize; “Allah’a ait olan şeyleri bir kenara koyarak, O’na karşı bir tekmil verin.” deseler, herhâlde ortada bize ait bir şey kalmayacaktır. Bu açıdan bize düşen, her zaman mahviyet, tevazu ve hacâletle iki büklüm hâlde Rabbimize teveccüh etmektir.

Esasen günde beş vakit namazın teşriînde bu hakikate ait hikmetlerin olduğu söylenebilir. Çünkü insanın günde beş defa Allah’ın huzuruna koşarak el pençe divan durması bir inkıyat ifadesidir. Onun rükûa gitmesi bir tevazu, yüzünü yerlere koyarak secde etmesi ise mahviyet ifadesidir. İşte siz mahvolduğunuz zaman hadisin ifadesiyle Allah’a en yakın hâle geliyorsunuz. Esasında secde anı, insanın kendisinden sıyrıldığı ve O’na ait tecellîlerin rengine boyandığı anın unvanıdır. Yani siz secde hâlindeyken, sizden içeri öyle bir “ben”e ulaşıyorsunuz ki, o “ben” O’ndan gelen tecellîlerden ibarettir. Demek ki, insanın Allah’a en yakın olma hâli, insanın kendisini nefyetmesine bağlıdır.

En mütevazı insan, insanların en kâmili

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللّٰهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ

“Şânım hakkı için Resûlullah’ta size örneğin en güzeli vardır.” (Ahzâb Sûresi, 33/21) âyet-i kerimesinde ifade edildiği gibi, oturuşuyla, kalkışıyla, konuşmasıyla kısacası her türlü tavır ve davranışıyla bizlere hüsnümisal olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda da bizim için en güzel bir örnek olmuştur. İki Cihan Serveri, “Eğer sen olmasaydın varlığı yaratmayacaktım.” sözünün muhatabıdır. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, “O ki, o yüzden varız.” Varlık âleminde ilk taayyün eden O’nun nuru olduğu gibi, O aynı zamanda varlık ağacının en mükemmel meyvesidir. Başka bir ifade ile nur-i Muhammedî bu kâinat ağacının bir çekirdeği ve kâinat kitabını yazan kalemin de mürekkebidir. Ve yine O, bu kâinat meşherinde bir teşrifatçıdır. Muhakkikînin ifadesiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ulum-i evvelîn ve ahirîni cami bir Zat’tır. Her türlü müşkil, Allah’ın izni ve inayetiyle o Mülkilküşâ’nın elinde hemen çözülüvermiştir. Herkes dünya ve mâfîhâyı hikmet nazarıyla değerlendirmeyi O’ndan öğrenmiştir.

İşte böyle bir Zat-ı Mümtaz olan Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) aynı zamanda bir tevazu ve mahviyet âbidesidir. Huzur-u risalet penahide birisi O’na, “Seyyidimiz” dediğinde –hakikatte O, öyle olsa bile– o sahabiye bu ifadesinden dolayı itapta bulunmuştur:

فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تَكُنْ كَصَاحِبِ الْحُوتِ

“Rabbinin hükmüne sabret ve balığın yoldaşı zât (Hazreti Yunus) gibi olma!” (Kalem Sûresi, 68/48) âyet-i kerimesi nazil olduğunda da, Ashab-ı kiramdan bazılarının aklına farklı bir düşünce gelebilir diye, “Beni, Yunus ibn-i Metta’ya tercih etmeyin!” buyurmuştur. Başka bir zaman kendisinin mehabet ve heybetinden titreyen birine, “Korkma! Ben kurutulmuş et yiyen bir kadının çocuğuyum.” ifadesini kullanmıştır. Mescid-i Nebevî’nin inşası esnasında herkes sırtında bir kerpiç taşırken, O (aleyhissalâtü vesselâm), iki kerpiç taşımıştır. Ashabıyla birlikte çıktığı bir yolculukta yemek pişirmek gerektiğinde ise, herkes işin bir ucundan tutarken, O da odun toplama vazifesini üstlenmiştir. Zira O arkadaşlarının ortaya koyduğu işlerde, hiçbir zaman onlardan ayrı düşmeme gayreti içinde olmuştur.

İşte yıldızların kaldırım taşı gibi ayaklarının altına serildiği Hazreti Ekmel-i Kümmelîn (Kâmillerin En Kâmili) hem bütün yönleriyle kâmil-i mükemmel, hem de tevazu ve mahviyet âbidesi olarak zıtları kendisinde toplamış ve böylece en mükemmel ve en inandırıcı bir temsille ruhlara nüfûz etmiştir. O hâlde bize düşen de hakiki mânâsıyla o Rehber-i Ekmel’i adım adım takip etmek olmalıdır.

Müminlere Karşı Zillet, Kafirlere Karşı İzzet

Soru: Bir ayeti kerime de müminlerin vasfı olarak zikredilen "Müminlere karşı zillet, kafirlere karşı izzet" içinde bulunmayı izah eder misiniz?

Cevap: Genel bir değerlendirme yaparak başlayalım isterseniz; öncelikle bir hususun bilinmesi gerekir; Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha bu türlü ifadeleriyle aslında ideal mü’minin vasıflarını söylüyor ve bizler için hedef gösteriyor, tabir caizse "Böyle olmalısınız" diyor. Ardından bu noktaya ulaşmak için imandan amel-i salihe, ahlak-ı hasene ile mütehallık olmaktan nefis ile mücadeleye kadar değişik yollar ve yöntemler gösteriyor.

Kur’an ve sünnetin genel anlamda gösterdigi bu prensipler tarih içinde değişik İslami ekollerde değişik formlar kazanmış. Mesela tarikatlarda bu mesele bir mürşidin vesayetinde olmalı denilmiş, mürşid her safhada müridine yol göstermiş. Sahabe mesleğini meslek edinen topluluklarda ise bu daha değişik formüllerle hayata konulmuş. Burada insanın tefekkürü, Allah karşısındaki durumu, Allah’ın insan üzerindeki şefkati misali başkalarına aynı şekilde muamele etmesi, acizliğini ciddi olarak mülahazaya alması, ihtiyaçlarının sonsuzluğu ile fakirliğini müşahade etmesi gibi hususlar ön plana çıkmış. Bütün bunlarla aslında insanların arzu ettikleri ortak bir nokta vardır; izafi ve hakiki anlamda kamil insan olma.

Evet, her bir insan için izafi veya hakiki insan-ı kamil olma muhtemel ve mukadderdir. Ama günümüz insanına bu pencereden bakıldığında acınılacak bir haldedir. Ne tasavvuf terbiyesi, ne de sahabe mesleğinin ölçüleri günümüz insanının gündemine bile girmemiştir. Ne tefekkür, ne acziyet ve zaafiyet, ne mürşidin vesayetinde bulunma.. bunlar bizim hayatımızda yok bugün. Bütün bunların olmaması, olmayacak anlamına gelmemeli. İnsan ümidini yitirmemeli, inkisara düşmemeli ve her zaman kamil insan mertebesine ulaşma azim ve gayreti içinde bulunmalıdır.

Yalnız unutulmamalı ki, bu seviyeye sabahtan akşama ulaşılamaz. Uzun ince bir yoldur bu. Sağlam bir niyetten sonra seçilen yolda sürekli temrinat ister. Bir seviyeye ulaştıktan sonra da aynı çizgide fasıla vermeden devam ister. "Şu noktaya ulaştım, benim işim bitti" diyemez insan, dememeli. Zira bu yolda bugün yapılan şey, yarın yapılacak şeyin başlangıcıdır. Öncekiler sonrakilerin derinlik kazanmasının hem nedeni hem de sonucudur.

Şöyle düşünmeli insan; "Elhamdülillah ben şu mevzuda nefsini tezkiye etmemek suretiyle bir tezkiye duygusuna ulaştım. Demek ki devamlı öyle yapmam lazım. Nefsimi sıfırlamak suretiyle sıfırın kıymetsizliğini anladım. Sıfırın kıymetsizliği ise beni sonsuzun kıymetini kavrama ufkuna ulaştırdı. Öyleyse ben bu hali, bu bakış açısını muhafaza etmeliyim."

Evet, insan kendini sıfırlamadan sonsuza açılamaz. Allah’ın üzerindeki mevhibelerinden herhangi birisini nefsine isnad ettiği zaman çok yüksek bir kulenin başından çok derin bir kuyuya düşer. Bu düşünce yapısına sahip bir insanın terakki etmesi de mümkün değildir. Defalarca ifade ettiğimiz gibi insan başını kaldırıp İsrafil’in azametli heykelini bile görse kendisini bir kuyunun dibinde sukut etmiş olarak görmüyorsa başaşağı düşüyor demektir. Bu açından sürekli bir operasyon, sürekli bir muameleye- ki ehlullah kulun Allah ile münasebetine muamele demişler- ihtiyaç var.

Mumin’in aziz ve zelil görünmesi gereken yerler vardır. Ayet bu hususu genel olarak mü’min ve kafir olarak belirtmiş. Mü’minlere karşı zillet ve tevazu, kafirlere karşı izzet ve azamet. Buna göre mü’min cephede, düşmanlarına karşı aziz görünür. Aziz görünmek mecburiyetindedir. Bu tür bir atmosferde aksi bir tutum ve davranış dış çevrelerde yenilmiş hissini uyarır. Bu da mü’minin Allaha olan nisbetine dokunur. Bir diğer ifadeyle "Allah’ın kulu ve kölesiyim" diyen birinin düşmanlara karşı göstereceği zillet Efendimiz aleyhissalatu vesselama raci olur. Halbuki mü’minin O’na olan intisabı onun başını her daim dik tutmasını gerektirir. Dolayısıyla diyalog adına girilen süreçte de müslümanlar tavırlarını izzet-i İslamiye’den taviz vermeyecek şekilde ayarlama zorundadırlar.

Evet, bizlerin her zaman küfür düşüncesine karşı dimdik olmamız lazım. Sırtımızda taşıdığımız müslümanlığımızdan utanmamamız lazım. Ne tarz-ı telebbüsümüzden ne selef-i salihinin yürüdüğü caddede yürümekten utanmamalıyız.Fakat bana öyle geliyor ki bizler daha ziyade mü’minlere karşı aziz, kafirlere karşı zelil davranıyoruz. Özellikle azıcık okumasını-yazmasını-konuşmasını bilen insanlar başkalarına tepeden bakmaya başlıyor. Çok büyük şeyler keşfetmiş gibi alemi hor ve hakir görüyorlar. Kendisini Gazali’ye, Şah-ı Geylani’ye eşit görmeye başlıyor. Büyük insan görmemişliğin getirdiği boşluk bu. İnanıyorum onlardan bir kaçını görseydik, Allah’la münasebetlerinde nasıl tavır takındıklarına şahit olsaydık utancımızdan yerin dibine girerdik.

Diğer taraftan kafir/kafirler karşısında, onların gücü karşısında zillet yaşıyoruz. Birer minare olmamız gereken yerde kuyu oluyor, kuyu olmamız gereken yerde de dimdik minare gibi görünüyoruz. Günümüzde böyle bir terslik var; ümidim o ki bu terslik bazı terbiye yuvalarının eski dönemde bizlere verdiği terbiyeyi elde etmemiz ölçüsünde dengelenecektir.

Üstad’ın Sünûhât’ta verdiği bir ölçü var. Buna göre hayat-ı içtimaiyede herkesin görmek ve görünmek için bir penceresi vardır. Boyu uzun olanlar pencereden görünmek için tekavvüs ederler, boyu kısa olanlar da görünmek için tetâvül ederler. Büyük olmanın Allah indinde gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır. İnsanın şekli dahi olsa en büyük anı secdedeki anıdır. Dolayısıyla Allah’a en yakın olduğu an da o andır. "Akrabu mâ yekûnü-l abdü min Rabbihî fehüve sâcid" buyuruyor Allah Rasûlü; öyleyse "fe eksirû fihâ edduâ’." Ama boşsa bir insan, aşağılık duygusuyla, belli komplekslerle hareket ediyorsa, kimin ne dediğini bilmiyor, sadece nasara-yensuru demesini öğrenmişse o boşluğunu başkalarına çalım çakarak kapatmaya çalışır.

Evet, bu bir ölçüdür: kim açıktan açığa kendinden, yaptıklarından bahsediyorsa, öksürükleriyle kendini duyurmak istiyorsa, çeşitli beklentiler içindeyse, alemin kendi başarıları(!) karşısındaki alakasızlığından rahatsızlık duyuyorsa o boş bir insandır. Hususiyle Allah’la münasebeti açısından kopuğun tekidir.

Soru; Herkes tarafından sevilme Cenab-ı Hakk tarafından sevilmenin de işareti olabilir mi?

Cevap; İnanmış, muhlis müminler tarafından sevilme Allah tarafından sevilmenin emaresi sayılabilir. Bunun bir başka anlamı "vüdd" vaz’ edilmiş demektir onun için. "İnnellezîne âmenû ve amilussâlihâti seyec’alü lehümürrahmânu vüddâ." Ama ehl-i küfür, ehl-i dalalet tarafından beğenilme ve sevilmenin hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Onlar tarafindan sevilme çok defa bizim temelluklarımızdan, zilletlerimizden, kendi onur ve izzetimizi ortaya koyamamadan ötürü olmuştur. Dolayısıyla onların sevmesi de, alaka duyması da, ikramda bulunması da bizim için bir şey ifade etmez.

Onun için muhlis müminlerin sevmesine, Allah’ın mükerrem ibadının duyduğu alakaya bakmak lazım. Fakat burada da çok dikkatli olmalı. Mesela ben kalksam desem ki; "Şunca insan beni seviyor, takdir ediyor" kendi kendimi aldatmış olurum. Halbuki ben şöyle düşünmeliyim; "Bunca halkın şu sevgisi benim için bir istidraçtır. Başkalarının sevmesi, takdir etmesi, kabulü, teveccühü, elde bir gülde bir etmesi Allah’ın bir mekridir" demeliyim. Bunlara "Senestedricuhum min haysü lâ ya’lemûn" ayetinin tecellileridir nazarıyla bakmalıyım. Çünkü ben beni biliyorum. Kendimi tanımak için başkasının tarifine, bakış açısına ihtiyacım yok.

Fakat ulvi bir gaye uğrunda biraraya gelmiş gönüllüler topluluğu için aynı şekilde düşünemem. Onlara Allah Rasulü’nün "Benim ümmetim dalalette ittifak etmez" ölçüsü içinde bakarım. Milyonlarca insan belli bir noktada birleşemez, uzlaşamaz, anlaşamaz, aynı hareket disiplinini paylaşamaz ama bunlar paylaşıyorlar öyleyse ilahi bir inayet var derim.

Münafık

"Mü'minlerle beraber olalım ganimet alırsak ne âlâ; yoksa döner geliriz." diyen iki kişi hakkında nazil olduğu rivayet edilen " وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انْقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُÖyle insanlar vardır ki Allah'a, sırf bir hesaba binaen, kıyıdan-köşeden bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. O dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir." (Hac sûresi, 22/11) ilâhî beyanındaki " عَلَى حَرْفٍ "kaydı ne ifade etmektedir?

Murad-ı İlâhînin Takibi

Murad-ı ilâhîyi takip etme meselesinden bahsediliyor. Bu sözden maksat nedir? İnsan hâl ve hareketlerinde murad-ı ilâhîyi nasıl takip edebilir?

Musibet, Dua ve Kurbet

Soru: Musibet, sıkıntı ve endişe anları kulun kendi uzaklığını aşması ve Cenâb-ı Allah’a yaklaşması adına bir rampa vazifesi görür mü? Tazarru vakitleri diyebileceğimiz musibet zamanlarında Allah’a teveccüh etmeme, O’ndan daha çok uzaklaşmayı netice verir mi?

Musibetler karşısında mü’min ve münafık

Soru: Bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) mü’mini ekine, münafığı ise sedir ağacına benzetmiştir. Bu hadisi nasıl anlamalıyız?

Cevap: Söz konusu hadis-i şerif manen rivayet edildiği için, rivayetler arasında bazı lafız farklılıkları bulunmaktadır. Hadisin Müslim’de geçen lafzı şu şekildedir:

مَثَلُ الْمُؤْمِنِ كَمَثَلِ الزَّرْعِ لَا تَزَالُ الرِّيحُ تُمِيلُهُ وَلَا يَزَالُ الْمُؤْمِنُ يُصِيبُهُ الْبَلَاءُ وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ شَجَرَةِ الْأَرْزِ لَا تَهْتَزُّ حَتَّى تَسْتَحْصِدَ
“Mü’minin misâli ekin gibidir. Ekini rüzgâr sallar durur. Mü’min de sürekli bela ve musibetlere maruz kalır. Münafık ise sarsılmaz (gibi duran) ‘erze’ ağacı gibidir. O, bir kere sarsıldığında kökünden sökülür, (bir daha doğrulamaz).” (Müslim, Sıfatü’l-münâfikîn 58)

Burada ilk olarak, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’mini ekine benzetmesinden mü’minin bela ve musibetler karşısındaki halini anlatabilmek için verilebilecek en güzel misalin ekin olabileceğini anlıyoruz. Bildiğiniz gibi rüzgâr, ekini kimi zaman sağdan gelip sola, soldan gelip sağa; kimi zaman önden gelip arkaya, arkadan gelip öne meylettirir, sallar durur. Bu durum karşısında ekin yere yatar ama rüzgâr, fırtına dindiğinde tekrar ayağa kalkar. İşte mü’min de, belâ ve musibetlerle sürekli ırgalanır, hayat boyu çeşit çeşit imtihanlara maruz kalır ama o, bütün bunlar karşısında, sarsılsa bile Allah’ın izni ve inayetiyle asla devrilmez. Evet, mü’min manen yülselmesi, saflaşıp özüne ermesi, kötülüklerle mücadelede metafizik gerilimini sürekli canlı tutması ve daha bildiğimiz/bilemediğimiz nice hikmetlere binaen bu dünyada sürekli imtihanlara maruz kalır. Arapçaya uydurulan bir sözde de “el-Mü’minü beleviyyun.” denilerek bu hakikate dikkat çekilmiştir ki, bunun mânâsı; “Mü’min, sürekli belâya maruz kalan ve her zaman başına bela yağan insandır” demektir. Arapça dil yapısı itibarıyla cümle yanlış olsa da, mânâsı doğrudur. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla yakın olan insanlara gelir.” (Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23)

Bu hadis zaviyesinden meseleye baktığımızda mesela ehl-i beytin maruz kaldıkları belâ ve musibetlerin başkalarına göre çok daha fazla olduğunu görürüz. Onlar türlü türlü işkencelere maruz bırakılmış; değişik iktidar ve güç odakları tarafından âdeta kolları kanatları koparılmış, hatta kimileri asılmış, kesilmiş ve şehadet şerbetini içerek Hakk’a yürümüştür. Fakat bununla beraber onların başına gelenler, sâbikûn-u evvelînin başına gelenlerin yanında çok küçük kalır. Sabikûn-u evvelînin başına gelenler de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) başına gelenlerin yanında çok küçük kalır. Çünkü herkes seviyesine ve kamet-i kıymetine göre belalara maruz kalmıştır.

Kar, bora, fırtına zirvelerde olur!

Yüksek ruhlar hep zirvelerde olduklarından dolayı, kar çarpacaksa ilk defa onlara çarpar, dolu vuracaksa ilk defa onları vurur ve aynı şekilde öncelikle onların tepesi buz bağlar. Bir yönüyle her şey ilk soluğunu onların tepesinde alır. Mesela bir Hazreti Gazzâli’yi düşünecek olursanız o, içinde bulunduğu toplum açısından belli bir dönem anlaşılmadığından, tehcire maruz bırakılmış, o da başını almış gitmiş, ıssız yerlere çekilmiş, mezarlarda tek başına dolaşmak zorunda kalmıştır. Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin münacatlarındaki serzeniş ve şikâyetlerine bakacak olursanız, nelere maruz kaldığını çok daha iyi anlarsınız. Aynı şekilde Ebu’l-Hasan eş-Şazilî Hazretleri’nin maruz kaldıkları da diğerlerinden farklı değildir.

Günümüze gelip çağın fikir mimarının çektiği sıkıntılara baktığınızda da, hayatında adeta ona gülmenin hiç nasip olmadığını görürsünüz. O, çok genç yaşta bugün bile rüyasının görülemediği çok önemli projelerle İstanbul’a gelmiş; fakat mabeyn-i hümayunun bu yüksek projelere aklı ermediği için, onu, delice konuştuğu gerekçesiyle tımarhaneye attırmışlardır. O güzel proje ve teklifler gelip mabeyn-i hümayuna takıldığından dolayı, o günün basiretli insanları bile onun sözlerini anlayamamışlardır. Esasında “Bir mü’mine imanından dolayı ‘deli’ denilmedikçe, o kişi imanda kemale ermiş sayılmaz.” İşte o kamet-i bâlâya da imanda kemale erdiğinden dolayı “deli” denilmiştir. Arkasından harbe iştirak etmiş, çok ağır şartlar altında günlerini geçirmiş, esir düşmüş ve esarette yine cefa görmüştür. Sonra sefa bulacağım diye kendi memleketine dönmüş fakat bu defa da ayrı bir cefayla karşılaşmıştır. Van’da mağaraya çekildiğinde bile rahat bırakılmamış, orada tek başına yaşarken derdest edilerek batıya sürülmüştür. Bundan sonraki otuz beş senelik hayatında da kimi din düşmanlığından, kimi kıskançlığından, hasedinden katiyen onu iflah etmemiştir; etmemiş ve sürgünler, zindanlar, tecritler, zehirlemeler, hapisler, muhakemeler, idam hükümleriyle yargılamalar hep birbirini takip edip durmuştur.

“İnsanlar neler çekmiş. Bizimkine de çekmek mi denir?”

Hâsılı, belâ ve musibetlerin en ağırı peygamberlere ve ardından derecesine göre diğer insanlara isabet etmiştir. Bunun en önemli hikmetlerinden birisi ise şudur: Şayet bir davayı omuzlayan ve önde yürüyen insanlar bu tür büyük musibetlere maruz kalmazlarsa, arkadan gelen ve onları takip edenler başlarına gelen çok küçük sıkıntılardan bile şikâyet ederler. Bir sinek ısırması, bir arı sokması bile onlara ağır gelir. Akrep veya yılan gördüklerinde ise daha ısırılmadan feryat etmeye başlarlar. Fakat böyle durumlarda öndekilere bakar ve onların çok daha büyük sıkıntılara katlandıklarını görürlerse, bununla teselli olur ve “Yahu insanlar neler çekmişler. Bizimkine de çekmek mi denir? Onların çektiklerine bakınca bizimkinin sözünü etmek bile ayıp olur.” derler. Bu itibarladır ki, temsil konumunda bulunan insanların hâlleri, arkadan gelenler için çok şey ifade eder. Onlara bakan insanlar, hayatlarını zehir zemberek hale getirecek hadiseleri farklı görmeye, farklı duymaya, farklı okumaya başlar ve netice itibarıyla yaşadıkları acıların bile tatlılaştığını görürler.

Münafığa gelince o; وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ شَجَرَةِ الْأَرْزِ ifadeleriyle erz ağacına benzetiliyor. Söz konusu ağaç, ister selvi, ister çam, ister sedir, isterse çınar ağacı olsun, önemli değildir. Önemli olan, hadis-i şerifte münafığın لَا تَهْتَزُّ حَتَّى تَسْتَحْصِدَ vasfıyla anlatılmasıdır. Yani sarsılmaz gibi görünen o ağaç bir kere şiddetli bir fırtınaya maruz kalınca kökünden sökülür, devrilir ve bir daha doğrulamaz hale gelir. Evet, münafık çalımlı çalımlı salınıp hiç devrilmez zannedildiği anda şiddetli bir rüzgâra maruz kalınca öyle bir devrilir ki, bir daha ayağa kalkamaz. Ekin ise rüzgâr ne kadar şiddetli eserse essin, yattıktan sonra tekrar doğrulur, ayağa kalkar.

İşarî olarak hadis-i şerifle ilgili şöyle bir mülahaza da akla gelmektedir: Bazen tek bir fert olarak mü’mini sarsan, onun başını döndüren, bakışını bulandıran hadiseler olabilir. Böyle bir fert kendini günaha salmış, muvakkat bir sarsıntıya maruz kalmıştır. Siz, bu şahsın elinden tutar, ona nasihat eder, doğru yolu gösterir ve böylece onu düştüğü yerden kaldırırsınız. Fert için bunu yapmak kolaydır. Fakat bir de umumi bir bela olarak bir toplumun kendini günaha salması, içten içe karbonlaşması ve devrilmesi vardır ki, işte bu, o koca çınarların devrilmesi gibi bir devrilmedir. Dolayısıyla onu tutup kaldırmanız, ona yeniden hayatiyet kazandırmanız ferde nispetle çok daha zordur.

Fakat günümüzde kendilerini din-i mübin-i İslâm’ı ikame etmeye adamış ruhların gayesi işte bu yüce ve yüksek ufuk olmalıdır. Yani onlar toplumun her kesimine kucak açmalı, her yerde bir nabız gibi atmalı ve içinde bulundukları topluma yeniden diriliş yollarını göstermelidir. Zira asıl büyük vazife, adanmışlara düşen asıl sorumluluk, devrilmiş olan böyle bir çınarı yeniden ayağa kaldırma ve bir kere daha ona canlılık kazandırmadır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Musibetler Karşısında Nefis Muhasebesi

Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda, "Benim suçum, hizmet-i Kur'âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma alet yapmakmış." diyerek âdeta kendini levmediyor. Üstad'ın bu söz ve yaklaşımını nasıl anlamalıyız?

Musibetten hakikî tevhide giden yol

Fethullah Gülen: Musibetten hakikî tevhide giden yol

Soru: Maruz kalınan belâ ve musibetlerin hakikî tevhide ulaşmada bir rolü var mıdır?

Cevap: Tevhid-i hakikî, sebepler dünyasında yaşayan ve zahiren onların hazırladığı şatafatla kuşatılan insanın, iradî olarak kendini çevreleyen bütün bu sebeplerden sıyrılması, sıyrılıp “Allah” demesi, O’nun mutlak kudret ve iradesini her bir hâdisede müşahede edebilmesidir. Böyle bir bakış açısını büyük ölçüde kalb ve ruh ufkunun kahramanı büyük zatlar yakalayabilmişlerdir. Onlar, kendi üzerlerine bir çarpı çekip nefyettiklerinden ve kendilerini görmediklerinden ötürü hep O’na yönelmiş, görülmesi gerekli olanı görmeye kilitlenmişlerdir. Onlar, hâdiselerin çehresinde sebepleri değil, sebepleri var eden Müsebbibü’l-Esbâb’ı görmüşlerdir.

Cebr-i lutfî tevhide yöneliş

Biraz daha açacak olursak; hakikî tevhid, insanın, sebepler dairesi içinde yaşadığı ve çoğu defa bu sebeplerin etkisiyle başı dönebileceği, bakışı bulanabileceği bir durumda olduğu hâlde, hiç sarsılmadan, sapması olmayan bir ibre gibi hep Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’ı (celle celâluhu) göstermesi demektir. Ancak hayatın normal akışı içerisinde milim sapmayan bir ibre gibi hep O’nu gösterme ufkunu yakalama oldukça zordur. Fakat “Muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren kimdir?” (Neml sûresi, 27/62) âyet-i kerimesinde de ifade buyrulduğu üzere, insanlar çoğu zaman belâ ve musibetlerle sarsıldığı, sebeplerin bi’l-külliye sukut ettiği, tutunacak bütün dalların ellerinden uçup gittiği zamanlarda zarurî olarak yüzlerini Allah’a (celle celâluhu) çevirirler. İşte kolu kanadı kırılmış ve yapacak hiçbir şeyi kalmamış muztar durumdaki insanlar, her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi bir Zât’ın ancak kendilerine yardım edebileceğini idrak eder ve tam bir konsantrasyonla O’na yönelirler. Evet, sebeplerin tamamen sukut ettiği yerde insanlar, vicdanlarını dinledikleri zaman, O’nun fevkalâdeden rahmet tecellilerinin kendilerini sarıp sarmaladığını ve sıkıntılara karşı kendilerini sıyanet buyurduğunu hissederler. İşte böyle bir anda insan, sebeplerin sadece bir perdeden ibaret olduğunu, perdenin arkasında ise Mutlak Kudret ve İrade’nin bulunduğunu anlar ki, bu da hakikî tevhide açılan bir pencere demektir.

Tevhit nuru içinde ortaya çıkan ehadiyet sırrı

Hazreti Yunus İbn Mettâ’nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) kıssası bu konunun anlaşılması adına güzel bir misaldir. Bildiğiniz üzere balık tarafından yutulan Hazreti Yunus (aleyhisselâm), bütün sebeplerin sukut ettiği bu noktada, “Sen’den başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.” (Enbiyâ sûresi, 21/87) niyazıyla Allah’a yönelmiş, O’nu tesbih u takdiste bulunmuştur. Bu da onun kurtuluşuna vesile olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar’da bu meseleyi enfes bir şekilde tahlil etmiştir. Vâkıa bazıları ülfetten ötürü onun konuyla ilgili açıklamalarını basit görseler de tevhit hakikati ve iman esaslarına bakan yönüyle gerçekte o açıklamalar çok derindir.

Hazreti Yunus (aleyhisselâm),  Cenâb-ı Hakk’a karşı bir arzuhâlde bulunmuş, içine düştüğü durumu arz etmiştir. O, Ninova’dan ayrılmasını, bir emir gelmeksizin kavmini terk etmesini,  gemiye binip uzaklaşmasını vs. mülâhazaya almış; başına gelen felâketlerin kendi kusurlarından kaynaklandığını düşünüp derin bir muhasebe içine girmiş, sonra da O’nun kapısının tokmağına dokunmuştur. Çünkü esbabın bi’l-külliye sukut ettiği bir anda, gecenin karanlığından, denizin ürpertici hâlinden ve balığın karnından onu ancak Allah kurtarabilirdi. Onun bu tazarru ve niyazıyla birlikte nur-u tevhid içinde Hakk’ın hususî teveccühü mânâsına sırr-ı ehadiyet zuhur etmiş, bir anda bütün karanlıklar yırtılmış, sebeplerin tesiri yok olmuş ve Hazreti Yunus (aleyhisselâm) sahil-i selâmete çıkmıştır.

Hazreti Yunus (aleyhisselâm), bir peygamber olması hasebiyle böyle bir musibet anında ne yapması gerektiğiyle ilgili Cenâb-ı Hak’tan hususî bir mesaj da almış olabilir. Zaten yaşanan hâdise bir mucizedir. Çünkü normal şartlarda bir insanın, balığın karnında hayatını sürdürmesi mümkün değildir. İnsan tabiatı, oksijensiz bir ortamda yaşamaya müsait yaratılmamıştır. Fakat o, Allah’tan aldığı bir mesajla asla ümitsizliğe düşmemiş, O’na tam bir teveccühte bulunmuş ve hâlis bir tevhit şuuruyla O’na yönelip kurtuluşa ermiştir.

Belâ enstrümanlarından tevhit nağmeleri

Hazreti Yunus’un (aleyhisselâm) yaşadığı gibi bizler de kimi zaman fert planında, kimi zaman da aile ve oymak çapında belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabiliriz. Hatta bazı durumlarda topyekûn bir millet ıztırar hâli yaşayabilir ve çaresizlikle kıvranabilir. İşte önemli olan, yaşanan bütün bu sıkıntıların ciddî bir tecessüs ve tefahhus hissiyle süzülmesi; süzülüp doğru okunması, doğru değerlendirilmesi ve musibetlerin ışığı altında gerçek tevhide ulaşan yolun aydınlatılmasıdır. Zira abes iş işlemekten münezzeh ve müberra olan Allah (celle celâluhu), böyle bir çaresizliği, önemli bazı kazanımlar elde edilmesi için yaratmış olabilir. Eğer bunun farkına varılır, yaşanan sıkıntılar rıza ile karşılanır ve maruz kalınan çaresizliğin sevkiyle Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh edilebilirse, dünyanın mamur hâle getirilmesi ve ahiretin kazanılması mümkün olacaktır. Burada yaşanan sıkıntıların, ahirette geriye dönüşü çok farklı olacaktır. Orada, damla deryaya, zerre de güneşe dönüşecektir.

Evet, belirli bir düşünce veya hareket içinde yer alan insanların bir kısım musibetlerle hırpalanması zahiren onlar adına şer gibi görülebilir. Fakat Allah (celle celâluhu), bu tür imtihanlarla onların yüzünü Kendisine çevirmeyi murat buyurmuş olabilir. Iztırar hâlleri, onların hakikî tevhide ulaşmaları adına bir fırsat kapısı aralayabilir. Bundan dolayıdır ki belâ ve musibetler başa geldiğinde onları, Allah’ın bir lütfu olarak görmeli ve “Gelse celâlinden cefâ, / Yahut cemâlinden vefa, / İkisi de cana safâ, / Sen’den hem o hoş, hem bu hoş.” demelidir. Evet, maruz kalınan belâ ve musibetlerin O’ndan geldiğinin farkına varılıp rıza ile mukabele edildikten sonra, gelenler ister meltem, isterse fırtına olsun, neticesi itibarıyla hep hayırdır.

Ferdî, ailevî, içtimaî sıkıntıların, bir uyanışa ve Allah’a yönelişe vesile olabilmesi için, hâdiselere bu şuurla bakılması, en azından bu şuurla bakabilecek bir canlılık ve hayat emaresinin olması gerekir. Hasta yoğun bakıma kaldırılmış olsa bile, eğer onun kalb ve beyin ölümü gerçekleşmemişse, verilecek bir elektrik şokuyla onun tekrar hayata döndürülmesi mümkün olabilir. Günümüzde de Müslümanların yaşadığı coğrafya, yoğun bakımda hâlâ hayat emaresi taşıyan bir hastaya veya büyük bir trafik kazası geçirdiği hâlde henüz kalb ve beyin ölümü gerçekleşmemiş bir kazazedeye benzemektedir. Her ne kadar bu hâliyle o, mâlûl olsa da, kalb ve beyin ölümü gerçekleşmediği için bir gün belini doğrultması mümkün görünmektedir. Bunun için de ciddî bir şok uygulamasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Geçmişten bugüne Cenâb-ı Hak, belâ ve musibetlerin cenderesinde kendisine teveccüh eden insanları nice kere ekstra inayet ve lütuflarıyla yeni bir dirilişe mazhar kılmıştır. Bugün de O (celle celâluhu), bizim neslimizi böyle bir uyanışa namzet hâline getirebilir. Yeter ki biz, belâ ve musibetleri doğru okuyup, ıztırar ruh hâliyle, acz u fakrımızın şuurunda olarak tam bir teveccühle O’na yönelelim!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Müslüman: Sadık ve emin insan

Fethullah Gülen: Müslüman: Sadık ve emin insan

Soru: Bir hadis-i şerifte, Müslüman, “dilinden ve elinden emin olunan insan” vasfıyla tarif edilmektedir. Bu güzel vasfı yeniden tabiatımızın bir derinliği hâline getirebilmek için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Muteber hadis kitaplarında geçtiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),

اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ
“Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir.” (Buhârî, iman 4; Ebû Dâvûd, cihad 2)

beyanlarıyla hakiki bir Müslümanı, dilinden ve elinden kimsenin zarar görmediği insan olarak tarif etmektedir. Sizin soruda dikkat çektiğiniz mânâ ve mazmuna kapı aralayabilmek için, öncelikle bu hadis-i şerifteki “el-müslim” kelimesi üzerinde bir nebze durmak istiyorum.

“El-müslim” kelimesinin hadis-i şerifte “lâm-ı tarifle” ifade edilmesi, burada kastedilenin ideal ve hakikî Müslüman olduğunu göstermektedir. Yani, “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” kaidesince, burada beyan buyrulan Müslüman; öyle görünen, öyle olduğunu iddia eden kimse değil; Hakk’ı gönülden tasdik edip kabullenen, O’na teslim olan ve bu imanın gereklerini yerine getiren, onu hayatına hayat kılan kişi demektir. Biraz daha açacak olursak, lügat itibarıyla “silm” ve “selâmet” kökünden gelen “esleme” fiilinin ism-i faili olan “müslim” kelimesi; “kendini Hakk’a teslim eden kişi” mânâsına geldiği gibi, “selâmete erdiren, esenliğe çıkaran, karşılıklı emniyet ve barış tesis eden insan” mânâsına da gelmektedir. Bu açıdan, “Müslüman” dendiğinde, “Allah’a teslim olan, bundan dolayı O’nun emir ve nehiylerine hassasiyetle riayet eden ve böylece kendisini selamet atmosferi içinde muhafaza eden insan” mânâsı anlaşılması gerektiği gibi, “başkalarının da ondan gelecek şeyler karşısında selamet ve güven içerisinde bulunduğu, barış ve emniyetin temsilcisi, emanette emin insan” mânâsı da anlaşılmalıdır.

Müslüman ve “es-Selâm, el-Mü’min” ism-i şerifleri

Müslümanların çevrelerinde emniyet meltemleri estiren birer insan olmaları ilahî ahlâkla ahlâklanmanın bir yansımasıdır. Zira es-Selâm ve el-Mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri arasındadır. Bildiğiniz gibi Haşir Suresi’nin sonunda,

هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ
“Allah’tır gerçek İlah! O’ndan başka yoktur ilah! O melik’tir, kuddûs’tür, selâm’dır, mü’min’dir, müheymin’dir, aziz’dir, cebbar’dır, mütekebbir’dir.” (Haşir Sûresi, 59/23)

buyrulmak suretiyle bu iki isim art arda zikredilmiştir. Selâm ismi, kusurlardan salim olan ve yarattığı varlıklara selâmet veren demektir. Mü’min ise, insanlarda imanı yaratan ve emniyet vaad eden, vaad ettiği şeyleri yerine getiren mânâlarına gelmektedir. Dolayısıyla Allah (celle celâluhû) kullarına karşı bir vaatte bulunmuşsa, mutlaka buna itimat edilmelidir. Esasında mü’minin taşıdığı reca duygusu da işte bu imana dayanır. O halde Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya çalışan, farklı bir ifade tarzıyla Zât-ı Ulûhiyet’e ait olan ilâhi isim ve sıfatları zılliyet planında üzerinde taşımayı gaye-i hayal edinen insan da çevresindekilere hep selamet vaad etmeli, hiç kimse ondan zarar ve ziyan geleceği endişe ve korkusu içinde olmamalı; gönülden tasdikle Allah’a inanmalı ve hâl diliyle etrafındakilere emniyet telkin etmeli, güven esintileri estirmelidir. Öyle ki insanlar çok rahatlıkla en kıymetli varlıklarını getirip ona teslim etmeli, daha sonra da hiçbir endişeye kapılmaksızın ona sırtlarını dönüp gidebilmelidir.

Sıdk ve emanetin enbiya-i izâmın sıfatları arasında yer alması da meselenin ehemmiyetini göstermesi açısından önem arz etmektedir. Evet, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemalât şahikalarına çıkaran çıkaran doğruluk olduğu gibi, Müseylemetü’l-Kezzâb’ı aşağıların aşağısına atan da yalandır. Esasında küfür, inkârcıların Allah’a karşı söyledikleri büyük bir yalandır. Aynı zamanda o, kâinattaki Allah’a delalet eden bütün şahitleri yalanlamak, varlıktaki mükemmel nizam ve ahengi kavrayamamak, görmezden gelmek; kâinat ve Kur’ân arasındaki makuliyetin örtüşmesini de reddetmektir. Bu yönüyle o, öyle korkunç bir cinayettir ki, böyle büyük bir cinayetin cezası Cehennem olarak takdir edilmiştir. Buna karşılık iman ise insanı zirvelere çıkarmak suretiyle onu Cennet’e ehil hâle getirir. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere bütün sahabe-i kiramı yüce mertebelere çıkaran da imanı kazandıran bu doğruluk sıfatıdır.

Doğrulukla beraber Peygamberlerin serfiraz oldukları diğer bir sıfat da emanettir. Onların her birisi hayatları boyunca birer emniyet insanı olarak hareket etmiş ve başkaları üzerinde hep güven duygusu uyarmışlardır. En Emin İnsan, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâl ve tavırlarıyla öyle bir güven telkin etmişti ki, insanlar bir yere giderken kızlarını ve hanımlarını birisine emanet etmek istediklerinde, akıllarından geçen ilk kişi O olurdu. Zira onlar, Hz. Sadık u Masduk’un başını kaldırıp onların yüzüne bakmayacağından emindiler. Aynı zamanda O, tam bir edep abidesiydi. Hz. Hatice Validemiz kendisine üstü kapalı evlilik teklifinde bulunduğunda, Habib-i Edib Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buram buram ter dökmüştü. Evet, emniyet duygusu adeta onun mahiyetine işlemişti. Tepeden tırnağa böyle bir emniyet duygusuyla dolu olduğundan dolayı da Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), herkesin güvenini kazanmıştı.

Güven kredisi

O’nun ümmeti olarak aynı durum bugün bizim için de geçerli olmalıdır. Özellikle hayatını Allah ve Resûlü’nü sevdirmeye adamış mefkûre kahramanları, çevrelerinde hep emniyet meltemleri estirmeli ve kendilerine karşı herkeste bir güven duygusu oluşturmalıdır. Öyle ki insanlar çok rahat onlara sırtlarını dönebilmeli ve onlar hakkında çok rahat bir şekilde, “O diyorsa doğrudur. Onun sözüne itimat edilir.” diyebilmelidir. Esasında eğer bugün insanlar şöyle böyle size teveccüh ediyor, sizin arkanızdan geliyor ve size destek oluyorlarsa bilinmelidir ki bunun temelinde işte bu güven duygusu vardır.

Evet, insanlar belki tecessüse girmeden, üzerinize mercek koymadan işin tabi seyri içinde sizi o kadar çok test eder ki, en sonunda, “Bu insana güvenilir.” derler. Mesela siz yurt içi veya yurt dışı ihtiyaç duyulan yerlerde kurban kesmek istediğinizi söylediğinizde hiç tereddüt etmeden getirir elli tane, yüz tane kurbanlarını size teslim ederler. İşte kılı kırk yararcasına bir hassasiyet ve doğrulukla bu güveni kazanma ve devam ettirme çok önemlidir.

Eğer günümüzün adanmış ruhları, bugüne kadar estirdikleri güven meltemini devam ettirebilirlerse, Allah’ın izni ve inayetiyle, bugünden sonra da onlarla tanışan, onlara güvenen ve kendileriyle temasa geçen insanlar yanılmadıklarını görür ve geriye dönmezler. Bu itibarla mefkûre muhacirleri, en ağır şartlara rağmen bulundukları konumun hakkını vermeli, durdukları yerde dimdik durmalı ve hep temel disiplinlere bağlı yaşamalıdır. Dünyayı tercih etmek suretiyle -Rabbim muhafaza buyursun-

كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآَخِرَةَ
“Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terkedip durursunuz.” (Kıyâme Sûresi, 75/20-21);

اسْتَحَبُّوا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآَخِرَةِ
“Onlar dünya hayatını bilerek ahiret hayatına tercih ettiler.” (Nahl Sûresi, 16/107)

âyetlerinin tokadına müstahak olmadan korkmalıdırlar. Dünyaya dünyanın faniliği kadar, ahirete de ahiretin sonsuzluğu kadar değer vermelidirler. Esasında ahirete kendi kıymet-i harbiyesi ölçüsünde değer atfettiğiniz zaman, dünyanın da kıymetini arttırmış olursunuz. Zira hayatlarını bu denge üzerinde götüren insanlar, öyle samimi olur, öyle bir vefa sergiler ve öyle emniyet ve güvenle hareket ederler ki, onların elinde her şey rantabl olarak değerlendirilir. Hiçbir şey zayi edilmez. Dolayısıyla dünya da mamur hale gelmiş olur. Evet, kat’iyen şüpheniz olmasın, kendilerini ahirete ve Allah’ın rızasına adamış emanette emin insanlar, bir devirde Endülüs’ü, Devlet-i Âliye döneminde de dört beş asır bulundukları bölgeyi mamur kıldıkları gibi, azmettikleri takdirde günümüzün dünyasını da yeniden mamur hale getirebilirler.

Bu itibarla eğer bir insan kendini hakka hizmete adamış ise, lüksten her zaman uzak durmalı, sade, basit bir hayat yaşamalı, evi buna uygun olmalı, hatta vefat ettiği esnada arkadaşları bir kefen parasını bulabilmek için sağa sola koşuşturmalıdır. Zira hizmete adanmış bir insan, ne servete, ne dünyaya, ne makama, ne de rahata ipotek edilemez. O, gönlünü sadece hizmete verdiğinden ve sadece Allah’ın kulu olduğundan dolayı başka hiçbir şey onun boynuna tasma, ayağına pranga vuramaz. İşi ticaret olan ve meşru dairede kazanıp vermek suretiyle bu yolla hizmet etmek isteyen insanlar elbette vardır ve olmalıdır. Bu, ayrı bir meseledir; işi sadece hizmet etmek olan insanların göstermeleri gereken hassasiyet ise ayrı bir mesele.

İdarecilerdeki temsil gücü

Adanmış insanlar, kendi hizmet arkadaşlarına karşı da hep güven vaad edici olmalıdır. Onlar, arkadaşlarını güvensizlik duygusuna itebilecek tavır ve davranışlardan her zaman uzak durmalıdır. Arkadaşlarında şüphe uyarabilecek ve onları endişeye sürükleyecek kapalı bir kısım işler yapmaktan sakınmalı ve hep şeffaf hareket etmelidir. Bu mevzuda öyle hassas ve temkinli olmalıdırlar ki, onların etrafındaki hiç kimse kendisinin bazı şeylerden mahrum bırakıldığı veya hareket alanının daraltıldığı gibi bir kısım olumsuz mülahazalara kapılmamalıdır.

Bu sebepledir ki, beraber yürüdüğümüz insanlara karşı her zaman açık olmalı, her meseleyi meşveret ederek karara bağlamalı, mütehakkimane tavır ve davranışlardan kaçınmalı ve çevremizdeki insanların duygu ve düşüncelerini mutlaka hesaba katmalıyız. Aynı şekilde yüklediğimiz vazifelerin onların istidat ve kapasitelerine uygun olmasına dikkat etmeli ve mesailerini de buna göre tanzim etmeliyiz. Bu konuda etrafımızdaki insanlarda öyle bir güven duygusu oluşturmalıyız ki, bir yere tavzif edilen insanlar, üstlerindeki insanların hüsn-ü niyetle hareket ettiklerinden ve maslahatın gereğini yaptıklarından her zaman emin olmalıdır. Ayrıca teklif edilen vazifeye ısınmaları, alışmaları ve onu içselleştirmeleri için insanlar ciddî bir rehabiliteden geçirilmelidir. Kısaca işlerin taksiminde, mesai tanziminde ve vazife tevdiinde bulunurken öyle şeffaf ve hassas hareket edilmelidir ki, hiç kimsede “Bana itimat edilmiyor; ben emin bir insan olarak görülmüyorum.” duyguları uyarılmamalı ve güvensizlik duygusu oluşturulmamalıdır.

Hz. Ömer’in Halid b. Velid’i vazifeden aldığında ve yine Hz. Osman’ın Ebu Zerr’i Rebeze’ye gönderdiğinde onların kendi haklarında verilen bu karara hiç itiraz etmeyerek derhal emre itaat etmelerinin altında işte bu güven duygusu vardır. Eğer siz sorumlu olduğunuz insanlara o güne kadar ortaya koyduğunuz hâl ve tavırlarınızla güven telkin edebilmiş, fikrî, hissî, aklî ve mantıkî ismet ve iffetinizi koruyabilmiş iseniz, onlar hakkında vereceğiniz kararlar da hüsn-ü kabul görecektir. İnsanlar yeni bir vazifeyle başka bir yere gönderildiğinde hiç tereddüt etmeden gideceklerdir. Mesela siz onlara, “Şuradan şuraya git.” deseniz, onlar, “Hakkımda bu kararı veren insanlar benim için isabetli olanı düşünmüşlerdir.” diyecek ve gittikleri yerde onca mahrumiyete katlanmayı göze alacaklardır. Hatta onlara, “Sen şimdilik şu hücre gibi yerde otur.” deseniz, onlar böyle bir vazife tevdiinde değişik maslahatların gözetildiğini düşünecek ve gerekeni yapacaklardır. Yani siz ne kadar emin ve güvenilir bir idareci iseniz, istek ve teklifleriniz o ölçüde çevrenizdeki insanlar tarafından kabul görecektir. Zira insanların kalb kapılarını açmanın en önemli yol ve yöntemi, sadık olduğunuzu ortaya koymak, güven telkin etmektir. Bu konuda insanlar size öyle inanmalı ve itimat etmeli ki çok rahatlıkla, “Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’nin içinde nerede olursa olsun bana bir vazife terettüp ederse, mutlaka murad-ı ilahi bu istikamettedir.” diyebilmelidir. Bu da hiç şüphesiz idareci konumunda bulunanların kılı kırk yararcasına ortaya koydukları temsil gücüyle gerçekleşecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.