• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Müslümanlığı Üstad'ın bakışıyla yeniden okumak

Şimdilerde "Müslümanlığı bir kere daha okuyalım" deniliyor. Kanaatimce, Müslümanlık mutlaka yeniden okunmalı ve anlaşılmaya, yaşanmaya çalışılmalıdır; fakat, onu okurken kullanılacak üslup çok önemlidir. Bu okuma mutlaka Üstad'ın ortaya koyduğu şekilde yapılmalıdır. Onun okuma tarzında şu husus çok önemlidir: Kur'anı Kerim'in, muhtevâsı, mânâsı ve derinlikleriyle anlaşılması nasıl zarurî ise; tekvinî emirler diyeceğimiz kainat kitabının, veya kainat meşherinin (sergisinin), en azından onun yeryüzü salonunun okunup anlaşılması da zarurîdir. O kainat ki, Kur'anı Kerim onların tercümesi, sözlü açıklayıcısı ve açık bir delili olmuştur. İşte Kur'an ve kainat iki kitaptır ve ikisi beraber okunmalıdır.

Evet, bu iki kitabın okunması da birer vecîbedir. Kur'ânı Kerim'in yanında, kainatın ve tekvinî emirlerin de çok iyi tahlil edilmesi, hayatın bütün kanunları ve kurallarıyla bu Kur'anî ve tekvinî emirlere göre şekillendirilmesi şarttır. Bununla beraber, teşriî emirlerin karşılığı büyük ölçüde ahirette verilir. Yani, Kur'ânı Kerim'le gelen emirlere uymanın ücreti öteye bırakılır, riayet etmemenin cezası da yine ahirette verilir. Tekvinî emirlerin cezası ise büyük ölçüde dünyada tatbik edilir, kısmen de ahirete bırakılır.

Tekvinî emirlere uymanın ahirette de cezası olduğunu sürekli söylüyorum. Çünkü onları iyi okuma, değerlendirme ve uygulama terakkiyatı hâzıranın, dünyadaki zenginliğin önemli yanlarından, esaslarından ve argümanlarından biridir. Size başkalarının bakışı, hakkınızdaki takdirleri ve sizi kabul etmeleri de çok önemlidir. Çünkü o bakış, takdir ve kabule göre sizi değerlendirir, saygı duyar ya da duymaz, sizi dinler ya da dinlemezler. İşte, eğer sizinbizim ihmalimizle yeryüzünde Müslümanlar sefaletin temsilcisi gibi görünürlerse ve bundan dolayı da kimse onları dinlemez, onlara değer vermezse, inananlar inandırıcı olamazlar. Bu sefalet İslâm'a ve Kur'an'a fatura edilir. Dine sıcak bakan, yakın duran birkaç insan varsa onlar da bizim halimize takılır. Bu açıdan da, tekvinî emirlerin çok iyi okunup değerlendirilmesi, onun yanında teşriî kurallara da hassasiyetle riayet edilmesi çok önemlidir.

Ayrıca biz, "Takva" mülahazamızı da, bu iki emrin ikisine birden riayet etmeye bağlıyoruz. Bize göre, Kur'ânı Kerim'den tam istifade etmek, hem tekvinî emirleri çok iyi okumaya, hem de teşriî emirler karşısında çok hassas yaşamaya bağlıdır ki, zaten insan ancak bu hususa dikkat ederse hakiki muttakî olur.

Çok defa üzerinde durduğumuz gibi, takvâ kelimesi, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer'î ıstılahta takvâ, Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O'nun azabından korunma cehdidir. Ayrıca, bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir.

Bir de az önce ifade ettiğimiz üzere, takvânın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki; o, dinî prensipleri tam bir hassasiyetle görüp gözetmeden şerîatı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki çağrıştıran şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına benzemekten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder. İşte bu mânâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: "Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır." (Hucurât, 49/13) âyeti kerimesi de buna işaret etmektedir.

İşte, klasik tarifiyle takva, haramlardan kaçınma, farzları yerine getirme ve şüpheli şeylerden tevakkîde bulunma; hatta daha ilerisinde bazı mübahları "şüphelidir" diye terk etme şeklinde yorumlanır; ahlak ve tasavvuf kitaplarında bu şekilde anlatılır. Fakat, eğer tekvinî emirlerin okunması, yorumlanması, değerlendirilmesi o kadar önemli ise, takvanın mutlaka onunla da irtibatlı olması lazımdır. Tekvinî emirlerin de, takva adına riayet edilmesi gereken kurallar olarak kabul edilmesi gereklidir.

Tekvinî emirlere dair kurallar vardır ve insan, o kurallara riayet etmezse cezalandırılır. Mesela, akrobasi yapan birisi, yerçekimini hesaba katmazsa tabiatın bağrına konan o kural affetmez o akrobatı. Allah'a (cc) karşı yaptığınız bir kusur ve kabahatı, ihtimal Tevvâb u Gaffâr affeder; cezalandırmaz sizi. Fakat, harikulâdeden bir şey olmazsa, sebepler planında o akrobat yerçekimine saygı göstermemesinin, ona hürmet etmemesinin cezasını görür. Öyleyse, kurallara riayet ederek Allah'a (cc) sığınma, O'nun vikayesine girme de takva demektir.

Kâmil mümin de, bu iki kitabı beraberce mütalaa edip emirlerine uyan mümindir. Bu hususta eksikleri olan insanın, müminliğinde de o derece eksikliği ve kusuru vardır. Bu kusur ötede sorulur mu, sorulmaz mı? Müslümanlığa getirdiği olumsuz yanları itibariyle sorulabilir. Tekvinî emirler bile sorulabilir. Mesela, hicri üçüncüdördüncü asır, bir yönüyle belki bizim rönesansımız sayılır; o tedvin dönemi çok gözalıcıdır. O dönemde, müthiş beyin fırtınaları yaşanmıştır. Allah (cc) müminlere, "Neden bu meseleyi daha dördüncü asırda öldürdünüz, ileriye getiremediniz?" diye sorabilir. "Neden verici iken dilenci haline geldiniz? Neden sizin bir yere kadar getirdiğiniz şeyleri Batı aldı değerlendirdi de, siz onlara karşı gâfilâne yaşadınız?" diye sorabilir. Çünkü, bu mevzudaki eksiğimiz ve gediğimizin hepsi İslâm'a fatura edilmiştir/edilmektedir.

Evet, biz tekvinî emirleri de tahlil etmeli ve sebeplerin hakkını da vermeliyiz. Bu mevzudaki ölçümüz de şu olmalı: Sebeplere öyle riayet edeceksin ki, dıştan bakanlar seni bir determinist sanacaklar. Fakat, her işin sebeplerini yerine getirip neticeyi öylesine Allah'tan (cc) bekleyeceksin ki, öyle bir tevekkül, öyle bir teslim sergileyeceksin ki, hatta öyle bir tefviz ve öyle bir sikaya tutunacaksın ki, bu halini görenler "Bu adamın sebeplere saygısı hiç yok." diyecekler. Yani; bu iki hususun bir yönüyle kesiştiği nokta müminin duracağı noktadır; sebeplere riayette hiç kusur etmemek ve her işin neticesini Allah'tan beklemek, O'na vermek.

Üstad Hazretleri, "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimizle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur." diyor.

Bu sözü, meşrutiyet yıllarında, daha Cumhuriyete de gelinmemişken İstanbul'da söylüyor. Üç düşman: cehalet, fakirlik ve bir de iftirak (ayrılmak, bölünmek) diyor. Hiç değişmiş midir bunlar? Senelerdir düşman cephesi aynı cephedir.. ve bu koskoca bir İslâm aleminin derdidir. Zamanında Batılılar, bizi parça parça etmiş, Osmanlı'nın bir kasabası olan Ürdün'ü devlet yapmışlar. Bir eyalet olan, başında sadece vali bulunan Suriye'yi, bir valiyle idare edilen Irak'ı devlet yapmışlar. Böyle parçalanınca, istenildiği gibi idare etmenin de kolay olacağını düşünmüşler.. "Onları zaman zaman birbirleriyle vuruştururuz; birini diğerinin aleyhine destekler, onu öbürünün üzerine süreriz..." demişler.

Bizi hem iftirakın pençesinde paramparça etmiş, birbirimizle boğuşturmuş ve hem de fakr u zaruret içinde aleme dilenci yapmışlar. Devleti Aliye bir taraftan iç ve dış hasımların baskılarıyla, balyozlarıyla parçalanmış; diğer bir yandan da duyûnu umûmiye altında ezilmiş. Bazı yerleri harp tazminatı olarak verip oralardan çekilmiş. Edirne bu şekilde feda edilen yerlerden biriydi. Sonra istirdat yaşadı o güzelim şehir. Oranın yaşlılarından defaatle dinlemiştim; "Üç yüz küsür cami vardı." derlerdi. Ben oradayken yirmi tane ibadete açık cami vardı. Hattâ, bir zamanlar fakülte vazifesi görmüş, İkinci Murad tarafından yaptırılmış ve belki Fatih'in de orada eğitim gördüğü yerler maalesef harabe olmuştu.

Fakr ü zaruret, ihtilaf ve cehalet marazlarımız bugün de değişmedi. Bugün de cehalet baş belamız. Fakirlik ve aleme karşı el açıp dilencilik yapma kaderimiz. O gün duyûnu umumiye ile yıkılmışız, bugün de maalesef belimizi çatırdatan borçtur. Belki bir gün, belki şu anda da öyledir borçlarımızın faizlerini ödemeye bile gücümüz yetmeyecek. Faiz terâkümüyle o borç daha da kabaracak ve şişecek. Bu açıdan da, her Müslümanın dünyayı iyi bilmesi lazımdır. Elden geldiğince hırsa girmemeli; ama milleti ve dini için zengin olmaya çalışmalı; "Ben çok zengin olmalıyım, Allah'ın izni ve inayetiyle bu sayede dinime hizmet etmeliyim, başkalarına da örnek olmalıyım." demelidir.

İhtilafa gelince, maalesef o da hala bize düşman. Yakın ve uzak komşularımız hala eski anlaşmazlık ve kavgaları sürdürüyor ve onları günümüze taşıyorlar. Mesela, Ürdün ve Suriye televizyonları, Cemal Paşa'nın zatında Türkleri karalayan filmi ısıtıp ısıtıp sürekli gösteriyor. Siz, "Devleti Aliye'nin yıkılması, bölgede muvazenenin bozulması açısından tarihte işlenmiş en büyük bir cinayettir." diyorsunuz; bundan sorumlu olanlar ve onların torunları hatalarını anlasın, "Geçmişte hata ettik; ama şimdi ettiklerimize nadim olduk, ağlıyoruz." desin diye bekliyor ve gelecek adına ümit besliyorsunuz; fakat, onlar geçmişte kin ve nefrete sebebiyet vermiş o hadiseleri dipdiri günümüze taşıyorlar, yeniden o duyguları tahrik ediyorlar. Arkadan gelen nesillere "aman, sakın birbirinizle dost olmayın, birleşmeyin; bakın, bunlar size neler yapmışlar.." diyorlar.

Geçen akşam haberlere bakmak istemiştik; bir Ürdün televizyon kanalında aynı filmin değişik bir versiyonuna tevafuk ettik. Maalesef, filmde Osmanlı erleri gavur gibi ve tavırları da hile, hud'a, insanları istihkar etme ve ahlaksızlık şeklinde gösteriliyordu. Kendi atalarını da sürekli "Allah" diyen, dillerinde hep "lâ ilâhe illallah" bulunan insanlar olarak gösteriyorlardı. Ve maalesef, gelecekte de o birliği bozmak için lazım gelen her şeyi yapıyorlardı.

İhtilaf da hala saldırma zemin ve zamanı arıyor bizim dünyamızda.. boğuşmak, yaka paça olmak ve birbirini vurup kırmak için zemin yine hazır. Düşmanlık adına gereğinin çok üstünde bir gerilim yaşanıyor dört bucakda. Belki halklar olarak birbirimize sempati duyuyoruz; ama idare edenler.. ve onları idare edenler, birbirimizi kabullenmeyi, konumlarımıza saygılı olmayı istemiyorlar. Ve binlerce teessürle ifade etmeliyim ki, yeni senelere de yine o iftirak ve ihtilaf düşünceleriyle ve birbirimizi yemekle gireceğiz; yine fakr u zaruret içinde, borç altında ezileceğiz. Ve yine cehalet ağa elinde asası başımızın üzerinde dönüp duracak.

İşte, Bediüzzaman Hazretleri, bu tehlikeye karşı bir çare söylüyor; san'at, marifet ve ittifak silahlarıyla düşmana karşı koymayı teklif ediyor. Müslümanların, bir taraftan kendi aralarında vahdeti tesis ederken, diğer taraftan sebepleri yerine getirmek suretiyle zengin olmayı düşünmeleri gerektiğini ve bir başka taraftan da eğitim seferberliği yaparak, seviyeli bir eğitim ortaya koyarak cehaleti yenmenin lüzumunu belirtiyor.

Kendisi yapamazdı bunu. Çünkü, o gün Üstad, ne bu derdi dinleyecek insanlar, ne fedakar öğretmenler, ne okul yapma, açma imkanları ve ne de kitap basmak için para bulabilirdi. Ama günümüzde onun işaret ve iş'arları altında bütün bunlar yapılabilir. Bugün ülkemizde bir sıkışıklık ve maddi zorluk vardır; ama sıkışmadan da olmuyor ve hiçbir devirde sıkışmadan da olmamış. Efendimiz (sav) irtihâli dârı bekâ buyurduğunda kalkanı bir yahudide rehindi. Kalkanını rehin vermiş, üçbeş kuruş para almıştı ve onu ödeyemeden gitmişti. Sonra kendi hakkına düşen şeylerden onu ödediler ve Efendimiz'in (sav) kalkanını istirdad ettiler. Fakat, söylemek istediğim odur ki, Kainatın İftihar Tablosu bile çok zor günler geçirmiş, bazen pek çok meşakkate katlanması gerekmiştir. Bugün ise, ekonomik krize ve maddi sıkıntıya rağmen, ülkemiz finansman ve eğitilmiş insan açısından zannediyorum yeterli kadroya ve imkanlara sahiptir.

Öyleyse, bizim insanımız, ellerindeki bu imkanları iyi kullanmalı, her taraftaki eğitim seferberliğine destek olmalı; okullar açmalı, burslar vermeli ve istidatlı her talebenin okuyabilmesi için şartlar hazırlamalı; bunu yaparken bir birlik tesis etmeli ve bu birliği insanlık paydalarında buluşma şeklinde evrensel hale getirmeli ve tekvinî kanunları gözeterek fakr u zaruretten de kurtulma yolları aramalı ve bulmalıdır.

Müspet Hareket

Soru: Ehl-i imanı menfi hareketlere sevk edebilecek zulümlerin ve şeytanî oyunların çokça görüldüğü günümüzde müspet hareket nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap: Soruda da bahsedildiği üzere günümüzde hem ülkemizde hem de dünyanın farklı yerlerinde çeşit çeşit zulümler işleniyor, şenaat ve denaetler irtikâp ediliyor, farklı farklı şeytan oyunlarına müracaat ediliyor. Tarihî tekerrürler devr-i daimi içerisinde şimdiye kadar insanlık kaç defa zulüm ve haksızlıklara maruz kalmıştır. Tarihçilerin ifadesiyle toplumların bütün bütün şirazeden çıktığı dönemler de olmuştur. Belki Napolyon, Hitler ve Stalin gibi bazı diktatörler de insanlardaki çılgınlık duygusunu harekete geçirmek suretiyle bu cinnete sebebiyet vermişlerdir. Onların dünya hâkimiyeti sevdasına düşmeleri, milyonlarca insanı canından etmiştir. Bünye bir kere zaafa uğradıktan sonra, insanlığın başına musallat olacak ve ona kan kusturacak en zalim sistemler ortaya çıkıvermiştir.

Kanaat-i acizanemce günümüz dünyası da insanlığın yine bütün bütün çılgınlaştığı dönemlerden birine şahit oluyor. O ona saldırıyor, o da diğerine. Kim kuvvetliyse o haklı görülüyor. Kuvvetli, kuvvetin hakkını vermesi gerektiği mülâhazasıyla hemen insanları hizaya getirmeye, toplum üzerinde vesayet kurmaya yöneliyor. Bu, toplumsal çapta öyle bir hastalık hâline gelmiş ki, devleti idare edebilecek yüksek bir firaset ve kiyaseti olmayan zayıf karakterli insanlar bile “yönetme” sevdasına tutuluyor ve “Acaba biz de gücü ele geçirip toplumu istediğimiz şekilde dizayn edebilir miyiz? Parmakla gösterilen, alkışlanan, el üstünde tutulan insan hâline gelebilir miyiz?” demeye başlıyorlar. Dinleri, millî mefkûreleri, ülke menfaati adına değil; kendi çıkarları ve istikballeri adına başa geçmeyi, muktedir olmayı ve toplumu yönetmeyi arzuluyorlar. Bu hedeflerine ulaşma adına da yalan, aldatma, ikiyüzlülük gibi her yolu mubah görüyorlar. Ne var ki bu gibiler muvakkaten yalancı zaferler elde etseler bile, Cenâb-ı Hak onlara bunun kat katı hezimetler yaşatacaktır.

Hedefin meşru olması gerektiği gibi, hedefe ulaşma adına kullanılacak bütün yolların da meşru, insanî, ahlâkî ve ilâhî kanunlara uygun olması gerekir. Bir hedefe ulaşma adına her vesilenin caiz görülmesi, mü’mince bir düşünce tarzı değildir. Böyle bir yaklaşım enbiya-i izamdan fersah fersah uzak olduğu gibi, onların vârislerinden de fersah fersah uzak olmalıdır.

Evet, topluma Makyavelist mülâhazaların hâkim olduğu, şeytanî oyunlara çokça müracaat edildiği ve insanlığın bütün bütün şirazeden çıkmaya başladığı günümüz dünyasında müspet hareket ayrı bir önem kazanmıştır. Olumsuz tavır ve davranışlara aynıyla mukabelede bulunmama, negatif söz ve eylemlerle meşgul olmama, güft u gûya girmeme, fikir gevezeliğiyle vakti israf etmeme; bunların yerine sürekli kendi mefkûresini gerçekleştirme istikametinde hizmet etme, hep tamir ve ıslahla meşgul olma, her zaman vifak ve ittifak peşinde koşma manasına müspet hareket.

Hâdiselerin Tesirinde Kalmama

Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinde sık sık müspet hareketin üzerinde durmuş ve her daim talebelerine onu tavsiye etmiştir. Belirli bir gaye-i hayalleri olan ve bunu gerçekleştirme istikametinde hareket eden günümüzün hizmet erlerine düşen vazife de, karşılaştıkları olumsuzluklara takılmadan hep olumlu şeyler peşinde koşmaktır. Hâdiselere takılan kimseler, hâdiseleri idare edemez, çözülmesi gereken problemleri çözemezler.

Aleyhinizde söylenen sözlere, size yapılan hakaretlere, hakkınızda iddia edilenlere mukabele etmekle meşgul olursanız ve hareket tarzınızı bu belirlerse, gerek milletiniz, gerekse insanlık adına yapılması gerekenleri yapamaz, insanlığın problemlerini çözme istikametinde projeler oluşturamaz, hâlihazırdaki projelere gerekli desteği veremezsiniz.

Bugüne kadar Allah yolunda hizmet etmeye çalışan samimi mü’minlerin, muhalifleri, düşmanları hiç eksik olmamış, her türlü yalan ve iftiraya başvurmaktan, hakaret etmekten, onları karalamaktan geri durmamışlardır. Eğer siz, bu tür insanların olumsuz söz ve davranışlarına takılır ve sürekli onlara cevap yetiştirmeye çalışırsanız, yapmanız gerekli olan işleri yapamazsınız. Bugün birisinin hakaretine cevap verirsiniz fakat öbür gün bir başkası, daha ağırını söyler. Bu defa oturup kalkıp onu düşünmeye, ona uygun bir karşılık bulmaya çalışırsınız. Dolayısıyla da bir türlü yaşadığınız hâdiselerin çemberinden kurtulamazsınız. Sürekli hâdiselerin tesiri altında yaşayan, onların güdümünde hareket eden bir insanın hayata yön verebilmesi ise mümkün değildir. Böyle biri, tesir kabiliyetini kaybedecektir.

Öte yandan, eğer televizyon ekranlarına veya gazete sayfalarına yansıyan olumsuzluklarla meşgul olur ve bunlara dalarsak, zihnimizi, duygu ve düşüncelerimizi kirletmiş oluruz. Sürekli bunların hâsıl edeceği infiallerle, tepkilerle, reaksiyonlarla yaşar, salim düşünceyi kaybederiz. Güzel sözler söyleyemez, güzel fikirler üretemeyiz. Çözüm bekleyen yığınla probleme çare bulamayız. Aleyhimizde ileri sürülen iddia, iftira, yalan ve karalamaların, tavzih, tashih ve tekzip edilmesi hususuna gelince, herkesin bununla meşgul olmasındansa onu, işin ehli belli bazı kimselerin uhdesine bırakmalıyız

Sürekli başkalarının saldırı ve tecavüzleriyle uğraşan, kendisini harap eder. Kendisini harap eden bir insanın ise imarda bulunması, bir ümran meydana getirmesi mümkün değildir. Kendini bir çağlayanın akıntısına kaptırmış bir insanın, orada boğulmak üzere olan birini kurtarmaya gücü yeter mi? Böyle birinin başkasını kurtarmaya çalışması, olsa olsa kendi boğulmasını hızlandıracaktır. Bu itibarla, üç asırdan beri harap olmuş, çok ciddi deformasyona maruz kalmış bir medeniyetin restorasyonuyla meşgul olan adanmışlar, kendilerini bu türlü olumsuzlukların içine salmamalıdırlar. Zira bu ölçüde büyük bir restorasyon hamlesi, günlük hâdiselerle boğuşmaktan dolayı yorgun hâle gelmiş insanların yapacağı bir iş değildir. Böyle bir yükün altından ancak, fikir gevezeliğinden kurtulmuş, hâdiselerin tesirinden sıyrılmış ve ruh selametine ulaşmış babayiğitler kalkabilir.

Mahruti Bakış ve Diplomasi

Kendilerine müspet hareketi ilke edinenler, menfiliklere menfilikle mukabelede bulunmamalı, olumsuzlukları olumsuzluklarla gidermemeli, kin ve nefretlerin toplumda kök salmasına meydan vermemelidirler. Bunun yerine, problemlerin üzerine diplomasiyle gitmelidirler. Kaba güç ve şiddete başvurmak yerine akıl, mantık ve muhakemenin muhassalasıyla problemleri çözmeye çalışmalıdırlar. Hâdiselere mahruti bakarak, hangi sebeplerin hangi neticeleri doğuracağını çok iyi hesap ederek adım atmalıdırlar.

Kaba güç kullanarak, ezerek, sindirerek çözüldüğü sanılan problemler hiçbir zaman kalıcı olarak çözülememiştir. Mesela yıllardır Güney Doğu illerimizde yaşanan problemi nazar-ı itibara alabilirsiniz. Sürekli kan akıtılmış, savaş ve şiddete müracaat edilmiş fakat bir türlü problemin üstesinden gelinememiştir. Onlar “kaçtık” dedikleri zaman bile daha da güçlenerek geriye dönmüş ve oluşturdukları yeni yeni stratejilerle mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Sürekli ezilmeye çalışılmışlar fakat her seferinde yeniden ayağa kalkmışlardır. Meselenin üzerine güç ve kuvvet uygulanarak gidildikçe, onlar da mazlumiyet ve mağduriyet psikolojisini değerlendirerek kendilerine dışarıdan yardımcılar bulmaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuşlardır.

Hâlbuki problemin üzerine bütüncül bir nazarla bakarak gidilseydi, sebepleri çok iyi teşhis edilip sonra da uygun çareler bulunabilseydi, şimdiye kadar bu problem çoktan ortadan kalkmış olurdu. Güç ve baskı yerine diplomatik yollar kullanılabilseydi, kanlar akmaz, düşmanlıklar oluşmaz, kin ve nefretler arkadan gelen nesiller tarafından tevarüs edilmezdi. İşte şiddetten uzak durmak, kaba davranışları bırakmak, insanları ezmemek, onlara baskı uygulamamak; bilakis problemleri yumuşaklıkla, akılla, diplomasiyle çözmek de müspet hareketin gereklerinden birisidir.

Birlik Ruhu

Bu konuda üzerinde durulabilecek önemli esaslardan bir diğeri de toplum fertleri arasında birlik ruhunu temin etme adına çaba sarf etmektir. Eğer oturmak suretiyle insanlar arasında vifak ve ittifakı sağlayabiliyorsanız, oturmanız, onu bozacak şekilde ayakta durmanızdan daha hayırlıdır. Birlik ruhunu temin edecekse yatmanız, bu birliği bozacak şekilde oturmaktan daha hayırlıdır. İnsanlar arasındaki birliği sağlama adına ortaya konulan bu kadarlık bir gayret dahi küçük görülmemelidir Nezd-i Ulûhiyette onun büyük bir kıymet-i harbiyesi vardır. Hangi amelin insanın kurtuluşuna vesile olacağını kestiremeyiz. Bazen böyle bir maksada matuf oturma, yatma bile insanı kurtarabilir.

İnsanlara, hâl-i leyyin, kavl-i leyyin ve tavr-ı leyyinle (yumuşak hâl, söz ve tavır) yaklaşma, onların hata ve kusurlarını affetme gibi bir araya getirici tavır ve davranışlar Allah katında ayrı bir değeri haizdir. Cenâb-ı Hak, ahirette, insanın bu tür davranışlarını alır, nemalandırır ve onu, elde edilemeyecek çok önemli uhrevî nimetleri elde etmeye muvaffak kılar.

Bu açıdan bize düşen, başkaları hakkında sürekli olumlu düşünmek, insanların bir araya gelip bir saf teşkil edebilmesi adına elimizden geldiğince gayret etmektir. Herkesin bize benzemesini, bizim gibi düşünmesini, yürüdüğümüz yolda yürümesini beklemek bencilcedir. Herkesin sesi, sözü, fikri, bakışı farklıdır. Önemli olan, bir kısım fasl-ı müşterekler etrafında bir araya gelebilmek; farklı ses ve müziklerden ahenkli bir koro oluşturabilmektir.

Çeşit çeşit seslerin, farklı farklı enstrümanların bir araya gelmesiyle büyük senfoni orkestraları oluşuyor. Ayrı ayrı sesler, nağmeler bir birlik meydana getiriyor ve dinleyenlere bir mânâ ifade ediyor. İşte önemli olan, toplumdaki farklılıkları, çeşitlilikleri böyle bir birlik ruhu etrafında toplayabilmektir. Herkesin bizim gibi olmasını beklemek hem fıtrata terstir hem de bir enaniyet ifadesidir. Böyle bir beklenti insanları birlik ve beraberliğe değil parçalanmaya götürür.

 Bilindiği üzere İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine-i Münevvere’yi şereflendirdiğinde orada 4 bin kadar Yahudi ve bir o kadar da müşrik vardı. Bütün Müslümanların sayısı ise 1500 civarındaydı. Fakat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), toplamı Müslümanlardan beş-altı kat fazla olan Yahudi ve müşriklerle Medine Vesikası etrafında bir birlik oluşturmanın yolunu bulmuştu. Bu birlik, hicretin beşinci yılına kadar devam etmiş ve nihayetinde Yahudiler tarafından bozulmuştu.

Bize düşen, -çokça kullandığımız bir tabirle ifade edecek olursak- herkesi kendi konumunda kabul etmek ve herkesin duygu ve düşüncesine saygılı olmaktır. Eğer insanların inanç ve düşüncelerini hedef alarak bombardımana başlarsanız, onları etrafınızdan kaçırır ve kendinizden uzaklaştırırsınız. Bundan hiçbir kazancınız olmadığı gibi bilakis yürüdüğünüz yolda güzergâh emniyetini de tehlikeye atmış olursunuz. Çünkü kaçırdığınız ve belki de kendinize düşman hâline getirdiğiniz bu insanlar, size yürüdüğünüz yolda emniyetle yürüme fırsatı vermezler. Kendi kendinize sun’î düşmanlar oluşturmuş olursunuz. Her köşe başında bir gulyabani gibi karşınıza çıkarak zihninizi, himmetinizi, enerjinizi dağıtırlar. Bu yüzden odaklanmanız gerekli olan işlerinize odaklanamazsınız. Kendi işlerinizle uğraşacağınıza, onların karşınıza çıkardığı yüz tane problemle uğraşmak zorunda kalırsınız.

İşte bütün bunlara sebebiyet vermek istemiyorsanız, farklı dünya görüşlerine sahip insanlarla barış ve huzur içerisinde bir arada yaşamanın yollarını araştırmalısınız. Bunun için de herkesin insanlığına saygı duymalısınız. Kimsenin kanaatlerine karışmamalısınız. Elinizle, dilinizle insanları rencide etmemelisiniz.

Mesleğin Muhabbetiyle Yaşama

Bediüzaman Hazretleri, müspet hareketin ölçüsü olarak herkesin mesleğinin muhabbetiyle yaşaması fakat başkalarının mesleğine karışmaması ve onlara düşmanlık yapmaması gerektiğini ifade eder. Yani bir insanın yürüdüğü yolu hak ve güzel görmesi, başkalarının yolunu bâtıl ve çirkin görmesini gerektirmemelidir.

Evet, samimi bir mü’mine düşen, kendi inanç ve düşünce sisteminin muhabbetiyle yaşaması, delice bunlara bağlı olması ve yürekten sahip çıkmasıdır. Öyle ki onun duygu ve düşüncesi şu olmalıdır: “Allah’ım, her gün on defe ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Yeter ki din-i mübin-i İslâm dünyanın dört bir yanında şehbal açsın.” Yolun, mesleğin muhabbeti budur. Sahabe-i kiramın hususiyeti bu idi. Kendi mesleklerine delice bağlı, seve seve o yolda ölmeye hazır idiler.

Bu duygu düşünceleri taşımayan, inandığı değerleri âleme duyurabilme adına ciddi fedakârlık ortaya koymayan, bilakis sağda solda vaktini heder eden bir insanın başkalarına lanet yağdırması, ona buna hakaret etmesi, düşmanlıkları tetiklemekten ve şeytanı sevindirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Eğer insanları bir araya getirmek ve onların arasını telif etmek istiyorsanız, başkalarının hissiyatlarını, beklentilerini, konumlarını, kendi değerlerine bağlılıklarını hesaba katmak ve buna göre hareket etmek zorundasınız. Âyet-i kerimenin ifadesiyle kalbleri telif edecek olan Allah’tır. (Enfâl sûresi, 8/63) Bize düşen ise sebeplere riayette kusur etmemek, hep birleştirici ve yakınlaştırıcı olmaktır. Kendi mesleğimize olan bağlılığımızı başkalarına karşı düşmanlığa çevirmemeliyiz. Farklılıkları kavga ve çatışma vesilesi yapmamalıyız. Bilakis her yere sevgi tohumları saçmalı, bütün insanlığı kucaklamalı, herkese tebessümler yağdırmalıyız.

Müspetin peşinde olma

Müminler alabildiğine derin olmalı, yoksa hayatı içtimâiyenin içinde zedelenebilir, yara alabilirler; düşüncelerinde, duygularında çatlamalar ve kırılmalar yaşayabilirler. Dinî duygular açısından çok sağlam olmalıyız. Yaptığımız küçükbüyük günahlardan dolayı odamıza çekilip gözyaşı dökmüyorsak, kalb hayatımız adına çok şey kaybetmişiz; hatalarımızın ezikliğini günler, aylar ve hatta yıllarca yaşamıyorsak ruhumuz mukavemetini yitirmiş demektir.

Vücudun sıhhat emarelerinden bir tanesi, değişik virüsler, mikroplar karşısında hararetinin yükselmesidir. Vücudun böyle bir mukavemet göstergesi yoksa onun durumu çok vahimdir. Bu, artık onda ne bir çırpınma, ne de bir helecan kuvvetinin dahi kalmadığını gösterir. Aynen öyle de, şayet yapılan ma'siyetlere karşı bir iç tepki yoksa, eğer vicdan günaha karşı "hayır" demiyorsa ruh ölmüş demektir. Onun için bir taraftan ruhumuzu öldürmeden, olumsuzluklara karşı tepki gösterecek kadar kararlılık sergilemeli, diğer taraftan da gözlerimizi daha ötelere çevirerek devamlı terakkî peşinde olmalıyız.

Müthiş bir gün var insanoğlunun önünde...

Fethullah Gülen: Müthiş bir gün var insanoğlunun önünde...

Göklerin yarılıp parçalanacağı, cehennemin köpürüp alevleneceği ve kıyametten sonra bir kere daha üfürülen sûrla beraber bütün ölülerin diriltilip hesaba çekilmek üzere toplanacağı bir gün...

Mutlu bir yuvanın düşmanları

Fethullah Gülen: Mutlu bir yuvanın düşmanları

Bir hadis-i şerifte, eşlerin arasını açmak ve yuva yıkmak şeytanın en sevdiği işler arasında zikrediliyor. Eşlerin, böyle bir tuzağa düşmemeleri ve evliliklerini, Hak katında helallerin en çirkini olarak ifade edilen talakla noktalamamaları adına neler tavsiye edersiniz?

Bütün şerli işlerin müsebbibi ve güzel işlerin tahripçisi şeytandır. Kur’ân-ı Kerim’de de,

فَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ
“Şeytan onların batıl işlerini kendilerine süslü gösterdi.” (Nahl Sûresi, 16/63),
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَان
“Şeytan onlara vesvese verdi.” (Â’raf Sûresi, 7/20)

vb. âyet-i kerimelerde olumsuz şeylerin şeytana izafe edildiğini görüyoruz.

Azılı ve Sinsi Düşman

Öte yandan Kur’an-ı Kerim’de, şeytanın “garûr” vasfıyla zikredildiğini görmekteyiz. Mesela Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:

وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللَّهِ الْغَرُورُ
“Çok hilekâr şeytan sizi Allah hakkında (yanlış bilgi, yanlış inanç ve yanlış yaklaşımlarla) aldatmasın.” (Lokmân Sûresi, 31/33)

Garûr kelimesi mübalağa kipinde olduğu için ‘çok aldatan’ demektir. Demek ki, şeytanın çok müthiş ve baş döndüren bir aldatması vardır. O, ademoğlunun niyet ve düşünceleri içine, sürekli, kendi çarpık düşünce, entrika ve hilelerini karıştırmak suretiyle onu yoldan çıkarmaya çalışır.

Başka bir âyet-i kerimede ise şeytan “hannâs” olarak nitelendiriliyor. Çünkü şeytan kerr ü fer yapan, yani geriye çekilip fırsatını bulduğunda saldırıya geçen, sûret-i haktan görünüp insana sağdan yaklaşan, yapılan kötü ve çirkin işleri güzel gösteren ve her fırsatta insanın ayağını kaydırmak isteyen sinsi bir varlıktır. Hz. Pir’in ifadesiyle şeytanın en önemli desiselerinden bir tanesi de, insana kendi mevcudiyetini inkâr ettirmesidir. Öyle ki insan kimi zaman tamamen şeytanın güdümüne girip onun dürtüleriyle hareket ettiği halde, sanki bütün bunları kendi başına yapıyormuş gibi, “ben düşündüm, ben karar verdim, ben planladım, ben yaptım” türü ifadelerle yaptığı her işin mimar ve banisi olarak kendini görür.

İnsan mahiyetine yerleştirilen nefis de şeytana santrallik vazifesi yapar. Kur’ân’ın beyanına göre insanın yakasını bırakmayan nefs-i emmâre, sürekli ona fenalığı emretmektedir. Bir misalle anlatacak olursak, şeytan sanki mors alfabesiyle kodlanmış kodlar gibi sürekli insan nefsine farklı kodlar gönderir. Nefis de bu kodları çözerek insana onları dikte eder. Bu durum karşısında insanoğlu da, ister şeytandan ister nefs-i emmâreden aldığı bu dürtülerle hareket ederek onlara ram olur ve pek çok münkerat irtikâp eder. İşte yuvanın yıkılması, çocukların aileden kopması ve neticede onların maddî-manevî perişan bir hale düşmesi de işlenen bu büyük günahlardan biridir.

Tahribatın Çapı

Soruda da dikkat çekildiği üzere, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); şeytanın, eşlerin arasının açılması ve bir yuvanın yıkılmasına sevindiği kadar başka hiçbir şeye sevinmediğini ifade buyuruyor. Söz konusu hadis-i şerif şu şekildedir: “İblis tahtını su üzerine kurar.(Bu ifadeden şeytanların daha çok nerelerde kuyruklarını dikip cirit attıkları ve hangi mekânlarda daha fazla insanların ayaklarını kaydırdıklarını da öğrenmiş oluyoruz. Diğer bir ifadeyle şeytanın postunu serdiği yerler, sefahat adına kullanılan ve her türlü fenalığa açık sahiller vb. mekânlardır.) Sonra yapacakları kötülükleri yapmak üzere avenesini sağa sola gönderir. (Bu avenelerden kimisi insana faiz yedirtir, kimisi göze hükmederek harama baktırır, böylece bohemlik duygularını tetikleyerek onu şehevanî hisleri arkasında koşturur; kimisi de ağza hükmederek yalan söyletir, gıybet ettirir veya iftiraya sevk eder. Belki de onlardan her birisi kabiliyet ve o mevzudaki mümaresesine göre günah adına yapacağını yapar.) Makam ve mevkice ona en yakın olan, fitnenin en büyüğünü yapandır. Hepsi yaptıklarını anlatmak üzere İblis’in yanına gelir ve içlerinden birisi: ‘Ben şunu, şunu yaptım.’ der. Ancak İblis, ona: ‘Senin yaptığın da bir şey mi?’ der. (Aslında şeytan işlenilen günahların her birinden memnun olur. Çünkü her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır. Her bir günah kalbde siyah bir nokta oluşturur. Aynı zamanda günah işleyen bir insan Allah’tan bir adım uzaklaşmış olur. Ancak şeytan avenesinden daha fazlasını beklemektedir.) Sonra bir başkası gelir ve ‘Falan adamı, karısından boşayıncaya kadar onun yakasını bırakmadım.’ der. İblis bundan o kadar memnun olur ki, hemen onu yanına çağırır ve ‘Sen ne kadar şirinsin!’ diyerek ona iltifat eder.” (Müslim, münafıkûn 67; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/314) (İşte burada günümüzde çok yaygın olan içtimaî bir hâdiseye, bir musibete işaret vardır.)

Demek ki şeytan açısından bir yuvanın dağılması o denli önemli bir mesele ki, o, insanları, diğer kötülüklere sürükleyen avenesine iltifat etmezken, karı-kocayı birbirinden ayıran yardımcısına iltifat etmekte, kim bilir belki de onu ödüllendirmektedir. Peki ama şeytan için, bu mesele niçin, bu kadar önemlidir? Çünkü o, esasında, bir yuvanın canına okumakla sadece iki insanın canına okumuş olmuyor. Bir yuvayı yıkmakla o, aynı zamanda çoluk çocuğun, ayrılan eşlerin anne babalarının, yakınlarının, sevenlerinin, hatta diyebiliriz ki, bir mânâda, bütün bir toplumun canına okumuş oluyor. Zira toplumun molekülü konumunda bulunan aile dağılınca, toplumda da çatlaklar meydana gelmekte ve toplum çok ciddi deformasyonlara maruz kalmaktadır. Ayrıca birbirinden ayrılan eşler, başkaları için de kötü örnek oluşturmakta, bu durum bulaşıcı bir virüs gibi diğer yuvalara da sirayet etmektedir. Görüldüğü gibi şeytan zahiren belki küçük gibi görünen bir iş çevirmekte, fakat esasında o, yaptığı bu kötülükle çok şeyin altını üstüne getirmektedir.

Bu itibarla asla unutulmamalı ki, şeytan, cennet köşesi olmaya namzet bir yuvayı bir cehennem çukuru haline getirebilmek için, hiçbir zaman boş durmayacak, eşleri birbirine düşürmek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Ayrıca bu hedef istikametinde, avucunun içine alıp istediği gibi yönlendirdiği şeytanlaşmış insanlar vasıtasıyla da aile müessesesine sürekli zarar vermek isteyecektir. Hiç şüphesiz tearuz ve tesakutlar ağına giren böyle bir yuvada en çok zarar gören de çocuklar olacaktır. Zira kavga, cidal, niza, nifak ve şikakın yaşandığı bir ailede çocukların sağlam bir ruhî yapıyla yetişmeleri mümkün değildir. Evet, anne babanın sürekli birbiriyle sürtüşüp durduğu bir yuvada çocuk, sürekli ikilem yaşayacak, anne babanın birbirine karşı sarf ettiği her kötü söz o çocuğun korteksine yerleşecek, “Meğer benim anne ve babam neymiş.” deyip inkisar üstüne inkisar yaşayacak ve zamanla ebeveyn çocuk nazarında bütün bütün itibar ve kredi kaybedecektir. Şimdi düşünün, böyle bir tablo karşısında insanın ezelî düşmanı şeytan niçin zil takıp oynamasın ki?

Boşanma En Son Tercih

Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm),

أَبْغَضُ الْحَلاَلِ إِلَى اللَّهِ تَعَالَى الطَّلاَقُ
“Allah katında helâllerin en menfuru boşanmadır.” (Ebû Dâvud, Talâk 3)

buyurmak suretiyle, karı-kocanın birbirinden ayrılmasının Allah nezdinde mahz-ı buğz bir davranış olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla böyle bir yola girmemek için daha başta tarafların evlilik hakkında gerekli bilgileri edinmeleri çok faydalı olacaktır. Şahsen bana kalsa, evlenmeyi düşünen insanlara, evlilik hakkında birkaç seminer vermeden, birkaç kitap okutmadan onların evlenmelerine müsaade etmezdim. En azından evlenecek insanları bir iki aylık bir eğitime tabi tutar ve bu eğitimde, “evlilik hayatının önemi, eşlerin karşılıklı hak ve vazifeleri, birbiriyle münasebetleri, çocuk yetiştirme” gibi konularda onların bilgilendirilmelerini sağlardım. Çünkü bir evin erkeği olmanın getirdiği mesuliyetlerden habersiz olan, o evin hanımefendisi olmanın ne demek olduğunu bilmeyen kimselerin kurdukları bir yuvanın sağlıklı olması çok zordur.

Öte yandan boşanmaya doğru giden bir sürece girmemek için daha baştan evliliğin akıl ve mantık blokajı üzerine oturtulması gerekir. Zira evliliğin hissîliğe tahammülü yoktur. Hissî temayüllerin yanında mutlaka mantığın da son kertesine kadar çalıştırılması icap eder. Evet, sadece eda, endam ve melahat-i vechiyeye bağlı tahakkuk ettirilen evliliklerin huzurlu bir şekilde uzun soluklu devam edebilmesi çok zordur. Çünkü bunların kaybolduğu bir dönemde evlilik hayatı da yıkılıp gidecektir. Dolayısıyla hisler nazar-ı itibara alınıp saygıyla karşılansa da, akıl, mantık ve muhakeme katiyen ihmale uğratılmamalı, evlilik öncesinde ciddî düşünülüp taşınılmalıdır. Hatta evlenmeyi düşünen bir insan sadece kendi düşünceleriyle iktifa etmemeli, mutlaka çevresindeki ehil insanların mülahaza ve görüşlerine de müracaat etmelidir. Bu arada şunu da ifade edeyim ki, milletimizin geleneklerine yerleşmiş nişanlılık dönemi de ihmal edilmemeli, bu süreçte tarafların arasında imtizaç ve uyum olup olmadığı meşru dairede anlaşılmaya çalışılmalıdır.

Ayrıca evlendikten sonraki dönemde dinin, ailenin muhafazası adına ortaya koyduğu hükümlere sımsıkı sarılmalı, aile mahremiyeti ve aile sırlarını korumada azamî hassasiyet gösterilmelidir. Bu yapılabildiği takdirde şeytanın avenesi ve şeytanlaşmış insanlar, yuvanın içine nüfuz edip onu içten içe tahrip etme fırsatı bulamayacaktır. Bu şekilde koruyucu ve önleyici maddi manevi tedbirler almanın yanı başında, dualarla manevi bir kalkan edinerek sürekli ilahi himayeye sığınma da mutlu bir yuvanın devamı adına çok önemlidir.

Fakat bazen gerekli bütün tedbirlerin alınmasına, evlilikle ilgili akla, mantığa ve muhakemeye ait herhangi bir boşluk bırakılmamasına rağmen, yine de eşler arasında geçim sağlanamayabilir ya da zaman içerisinde çok ciddi geçimsizlikler ortaya çıkabilir. Şeytan insî-cinnî yardımcılarıyla bu durumu değerlendirip belli dürtülerle karı ve kocayı birbirine karşı sürekli fitler. Bütün bunların neticesinde, zahirî şartlar açısından o evliliğin artık sürdürülemeyeceği kanaati oluşabilir. İşte eşlerin birbirini idare edebilme adına ümidin kalmadığı, huzur atmosferinin bir türlü oluşturulamadığı böyle bir evlilikte son çare olarak boşanma düşünülebilir. Kur’an-ı Kerim böyle hassas bir sürece giren eşlerin nasıl hareket etmeleri gerektiğini anlatma sadedinde bu konuya sayfalar ayırmıştır. Hatta bir sûre, Talak Sûresi olarak isimlendirilmiştir. İnsanlığın İftihar Tablosu da (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) sünnet-i seniyyeleriyle Kur’an’ın bu mevzudaki hükümlerini tafsil ve tebyin etmiştir. Sahabe-i kiram ve daha sonraki fukaha-i izam da konuyla ilgili kafa yormuş, farklı içtihat ve istinbatlarda bulunmuşlardır. Eğer talak üzerinde bu kadar hassasiyetle duruluyorsa demek ki o basit bir mesele değildir ve çaresiz kalındığında bir tercih unsuru olarak onun da, göz önünde bulundurulması gereken yerler vardır. Bu itibarla evliliği sürdürme adına yapılabilecek her şey yapıldıktan, her türlü çareye başvurulduktan sonra, o yuvada hâlâ evliliği sürdürme adına bir ümit ışığı görülmüyorsa, hak ve hukuk çerçevesi içinde, hissîlik ve nefsanîlikten uzak bir halde, akıl, mantık, muhakeme ve vicdanın rehberliği altında boşanmanın düşünülmesi de söz konusu olabilir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Muvakkat fırtınalar ve daimî meltemler

Fethullah Gülen: Muvakkat fırtınalar ve daimî meltemler

(…) Gerçi hâlâ şerlere açık o “eyyâm-ı nahisât”a [1] dâyelik yapan uğursuz günlerin gölgesi üzerlerimizde ve yer yer fırtınalar şiddetli esmeye devam ediyor; tahribe kilitlenmiş bir kısım çılgın ruhlar hız kesmeden yıkmalarını sürdürüyor ve her yanda fitne ocakları tutuşturarak inanan insanların seslerini kesmeye çalışıyorlar; ama, büyük çoğunluk itibarıyla bizler –inşâallah öyleyizdir– sürekli güzellikleri kolluyor, güzellikler arkasında koşuyor, hülyalarımızı güzelliklerle süslüyor ve neşelerimizi gıcıklayan en derin hazlarla ötedeki saadet saraylarına ait kapıların aralandığını hissediyor ve gıcırtılarını duyar gibi oluyoruz.. duyar gibi oluyor ve bulunduğumuz yerden Cennetlere atlıyormuşçasına masmavi ve aydınlık bir dünyayı temâşâ etme noktasında bulunuyor olma ruh hâletiyle dıştaki tipi-borana rağmen –zaman zaman da olsa– kendimizi bir haz zemzemesi içinde sanıyoruz. İmanın ve Hakk’a itimadın içimize saldığı nurlar sayesinde ne çevremizde oluşturulmak istenen gürültü ve velveleyle sarsılıyor ne her yanı saran toz duman karşısında panikliyor ne de üst üste üzerimize gelen zulme, zalime ve zulümâta “eyvallah” ediyoruz. Allah’a güveniyor, hikmetle donanıyor ve her yörede soluklamaya çalışıyoruz dini-diyaneti, Hak rızasını ve kendi kültür değerlerimizi.

Şimdilerde her yeni gün ve onun içindeki nevzuhur inayetler –O inayetler arkasındaki yed-i Kudret’e ruhlarımız feda olsun!– bizleri bütün dünyayı kuşatan bilmem o kaç asırlık sisten-dumandan arındırıp güzellikleri, nefaseti ve imrendiriciliğiyle hepimizi ve inanan herkesi âdeta Cennet kasırlarını hâvî bir âleme yükseltiyor gibi.. umurumuzda değil sağımızda-solumuzda kuduran kinler, nefretler ve gayzla köpürmeler. Öyle ki, herkesi korkutan, zayıf yüreklere ümitsizlik salan en korkunç fırtınaları, tayfunları, tipileri-boranları ayaklarımızın altından geçip giden ve kılımıza bile dokunmayan “ahvâl-i âdiye”den hâdiseler gibi görüyor ve yürüyoruz hız kesmeden yüce mefkûremizin tüllendiği zirvelere, her zaman ruhumuzda canlandırdığımız aydınlık günler istikametinde ve atalarımızın kalb ve ruh dünyaları iklimine doğru.

Biz inanç ve ümitlerimiz sayesinde, bir gün mutlaka kendimiz olarak dirilip kendi ayaklarımız üzerinde duracağımız imanıyla yaşadık ve her zaman yeni bir varoluşa pencerelerimizi hep açık tuttuk. En amansız dönemlerde, en imansız hâdiseler karşısında bile tâli’imizi hep tevekkül, teslim ve belki de tefvîze bağlayarak inandık vaad edilen ilâhî eyyâmın doğacağına, inayet elinin hem bu dünyayı hem de öteleri hakkımızda mamurelere çevireceğine ve burada yapılanların ötelerdeki bağ ve bahçelere döküldüğüne/döküleceğine. Biz, ilâhî lütuflar olarak inananlara bahşedilen bu ekstra ihsanların çehresinde hep zuhur edecek ilâhî ihsanlardan mesajlar aldık ve ilâhî teveccühlerin gölgeleriyle sevindik; sevindik ve o kaskatı kederleri âdeta hiç mi hiç duymadık. Dahası, hemen hepimiz kendi gönlümüzün derinliklerinde olduğu kadar yürüdüğümüz yol ve istihdam edildiğimiz işlerin çehresinde de uhrevî bir şiiri dinlediğimizi söylesek mübalağada bulunmuş sayılmayız. Gerçi böyle bir duyuş ve seziş biraz da insanların his dünyalarının enginliğinden kaynaklanmaktadır; ama, yine de her inanmış gönül o çok ulvî mefkûre ve derin hatıralarının enfes bir şiir hâline geldiğini duyar gibi olur…

Hele zamana emanet bazı hislerle köpüren tatlı gün, saat ve dakikaların insana vaad ettiği öyle mutlu anlar vardır ki, kadirşinas gönüllerce bu zaman dilimlerinin her bir parçası insan ruhuna Cennet yamaçlarının zevkini duyuracak kadar rengin ve zengin geçer. Varlık ve hâdiseleri böyle bir zevk zemzemesi içinde temâşâ eden bir aydınlık gönül, çevresindeki muhtemel kızıl kıyametleri ve en hoyratça davranışları bile ipek gibi yumuşatır, iç aydınlığında nuranî bir farklılığa ulaştırır; olumsuz hiçbir şeyle karşılaşmamış gibi geçtiği yerlere gülücüklerle boşalır ve sürekli kinle, nefretle, gayzla homurdananlara insan olma ufkunu gösteren imalarda bulunur.

Vâkıa, bazı ahvâlde bu seviye yakalanamayabilir, bazen de kendi hamlığımıza bağlı çevreyi sisli-dumanlı görebiliriz.. bazı hâl ve hâdiselerin bir kısım bulantılara sebebiyet verdiği de olur.. ne var ki, bunların hiçbiri kalıcı değildir; gönüllerde iman, teslim, tevekkül tamsa, bütün bunlar geldikleri gibi gider ve bize yeni bir mukavemet ruhu armağan ederler. Aslında bu tür seviye insanları için hayat her gün bir kere daha taptaze duyulmakta, tabiî ahvâle karşı olduğu gibi sürprizlere de açık bulunmakta ve ağlamalar içinde gülmeler, elemler arasında lezzetler ve ızdıraplar arkasında daimî hazlar var etmektedir. Böyle olunca da hemen her zaman mü’minin ufkunda yazlar tıpkı baharlar gibi diriliş naraları atmakta, sonbahar ve kışlar da yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt” muştusuyla gurublara tulû boyası çalmakta, mevsimler farklı birer saadet vaadiyle birbirini takip etmekte ve bu atmosferde âdeta her zaman bir sevinç ve ferah heyecanı çağlamaktadır.

Öyle ki bu iklimde sabahlar, sürekli bir haşr ü neşr neşvesi içinde gelir; gündüzler, her yanda farklı bir lezzetle kendini hissettirir; akşamlar, ufuk ötesine panjurlar aralar; geceler, ruh ve kalbin dilini çözen birer büyü ile her yanı sarar; sarar da saat, dakika ve saniyelere en katı gönülleri bile yumuşatıp rikkate getirecek bir nuraniyet ve bir semavîlik ifâza eder. Herkes istidadına göre bu mânevî atmosferde kim bilir ne dâhiyâne mülâhazalara girer ne söylenemeyecek şeyleri mırıldanmaya durur ne derin hülyalara dalar ve ne mâverâî ufuklara yönelir; geçmişin semavîliklerine kanatlandığı aynı anda geleceğin en tatlı rüyalarında dolaşır ve ötelerin el değmemiş mülâhaza bağ ve bahçelerinden neler ve neler derer.

Evet, bizler, o derin inanç ve ümitlerimiz, o engin nazar ve teveccühlerimiz sayesinde O’nunla münasebetlerimizi sürekli derinleştirir, çok defa tasavvurlarımızı aşkın şeyler duymaya başlar, bulunduğumuz atmosferin âdeta uhrevîliklerle tüllenmeye durduğunu ve dört bir yandan şefkatle kuşatıldığımızı hisseder gibi olur ve bulunduğumuz yeri ahiretin bir koridoru sanırız; iç âlemimize göre şekillenen bu hususî dünya olabildiğine büyülü bir diyara dönüşür ve bize ötelerin nuranîliğini duyurur.

Bu itibarladır ki bizim ufkumuz hiçbir zaman bütün bütün kararmaz; üst üste zulmetler her yanı sarsa da, kalb gözlerimiz çok defa ötelerin ziyasıyla par par parıldar; bulunduğumuz yerin hakkını verip o ezelî ufkumuza müteveccih olduğumuz sürece asla gurbet yaşamayız. O’nun ekstra inayetleri sayesinde her zaman bir “rükn-ü şedîd”e [2] yaslanır ve en dev dalgalara bile meydan okuyabiliriz. Bazen ters gibi görünen bir kısım insafsız hâdiselerle zamanın önümüzü kestiği hatta bazılarımızın ruhî rabıtalarını sarstığı da olur ama gelip sinelerimize çarpan hortumlar, tayfunlar bizim mukavemet sistemimizi güçlendirir, geldikleri gibi gider ve bize biz olmanın hususiyetleriyle alâkalı ne armağanlar ne armağanlar bırakırlar. Böylece, gam gider, kederler lezzetlere inkılâp eder; “hayhuy”ların yerini “Elhamdülillah”lar alır ve çevremizdeki hâdiseler âdeta bir saadet vaadiyle tüllenmeye başlar.

Şimdiye kadar iman, ümit ve Hakk’a teveccühümüz sayesinde her şeyi böyle görüp böyle değerlendirdik. Bundan sonra da durduğumuz yerde böyle durup, her şeyi böyle yorumlayacağımız ümidini taşıyoruz.

Öyle ise, ey o her zaman kinle, nefretle esen muhalif rüzgâr! Artık ne taraftan esersen es!.. Yakında sana da diyecektir o Kudret-i Kâhire: Yetişir ey küstâh, gayri hırıltını kes..!

[1] “Eyyâm-ı nahisât”, fırtınalara, kasırgalara gebe uğursuz günler demektir; bu ifadeyle, (Fussilet sûresi, 41/16) âyetine atıfta bulunulmaktadır.
[2] “Rükn-ü şedîd”, yıkılmaz bir dayanak, sağlam bir kale ve güvenilir bir yer mânâlarına gelmektedir; bu tabirle, (Hûd sûresi, 11/80) âyeti ima edilmektedir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Namaz

Kalıplar mânâları taşıyıcı olmalı

İnsanın, Rabb’iyle münasebetinde asıl olan mânâdır, özdür, ruhtur. Fakat onları taşıyan da lâfızlardır, şekillerdir, kalıplardır. Bundan dolayı, mutlaka o lâfızlara, kalıplara da dikkat edilmelidir. Esas alınan mânâyı, mazmunu o kalıpların taşıması lâzım. Dolayısıyla, kalıp ve şekillerin hiçbir mânâsı yok denilemez. Zâhirî ahkâm onlara bina edilir. Ne var ki, namaz vardır namazdan içeri, oruç vardır oruçtan içeri. Onun için buyurulur ki, “Kad eflehal mü’minûn. Ellezîne...” (Mü’minler kurtuldu. O mü’minler ki...)” (Mü’minun, 23/1) Bu âyetteki ism-i mevsûlün sılası “hüm fi salâtihim hâşiûn” (Mü’minun, 23/2) şeklinde geliyor. Yani, “Onlar, her zaman namazlarında huşû içindedirler.” “Hüm yusallûn” (Onlar namaz kılarlar) denmiyor. Sebata ve devama işaret eden bir kalıp kullanılıyor. Yani, buyuruluyor ki; ne zaman olursa olsun namazda haşyet yaşayanlardır, huşû arayanlardır kurtulanlar.

Biz bir insanın sadece namazına bakarak onun namazda huşû arayan biri olup olmadığını belirleyemeyiz. Bu, insanın vicdanı ile Allah arasındadır. Dolayısıyla biz kendimizi hüsn-ü zan etmeye zorlarız. Ama bazı kimseler namazlarında, oruçlarında öyle dikkatsizdirler ve iffetleri mevzuunda çarşıda pazarda öyle sulu hareket ederler ki; insan ne kadar hüsn-ü zan ederse etsin, şahit olduğu hareket hakkında olumlu düşünceyi İslâmî çerçevede bir yere koyamaz. Mesela, birisi hemen tekbir alır ve sen daha Fâtiha’nın yarısına gelmeden rükûa varır. Burada kendini ne kadar zorlarsan zorla ona namaz kıldı diyemezsin. Mesela, rükûda hakkını vere vere, kelimeleri güzelce telaffuz ederek -bazı fukahaya göre- bir kere “Sübhâne rabbiyel azîm” demek şarttır. Çok hızlı söyleniyorsa mânâsı yoktur onun. Bazı fukahaya göre ise, onu en az üç defa söylemek gerekir. Onun için, rükûda ve secdede en az üç defa, yavaş yavaş, kelimeleri tam telaffuz ederek bu tesbihi söylemeliyiz. Daha az söylüyorsak, başkalarını hakkımızda müsbet düşünme hususunda zorlamış oluruz. Böylece bazı kalıplar, bizim onunla edâ etmeye çalıştığımız mânâ, muhteva ve mazmunu taşıyıcı olmaz. Dolayısıyla, hakkımızda hüsn-ü zan edenler, vehme ve kuruntuya hüsn-ü zan etmiş olur.

Çok kimselerin hızlı hızlı okuduğu Fâtiha, Kur’ân değildir. Çünkü, Kur’ân öyle inmemiştir. Böyle alelacele okunan Fâtiha ile kılınan namaz, namaz değildir. Bir nefeste, o nefes bitmeden sûreyi sona erdirme telaşıyla, soluğun tıkandığı yerde hızlıca ve can havliyle alınan ara nefeslerle okunan Kur’ân’la kıraat farzı yerine gelmiş olmaz. Lâfızlar mânâların kalıbıdır; ama kalıbın mânâya uygun olması lâzımdır. Bast-ı zaman olabilir, o ayrı. Birisi bana demişti ki; “Hakkını vere vere okuyarak, beş dakikada kırk veya doksan rek’at kıldım.” Âdet-i ilâhî açısından bu her zaman olmaz. Bir kere müyesser olan da caka yapıyorum diye onu söylerse bir daha ona da müyesser olmaz.

Namazda huşû ve hudû

Namazda “iç tâdil-i erkân” sözü çok kullanılmamıştır. Bu, huşû ve hudû ile alâkalı bir tabir olarak söylenebilir. Huşû ve hudû, meseleyi namazın mazmununa bağlı götürmektir. Rica ederim, namazda huşû ile alâkalı bu kadar tahşidâtı çok bulmayın. İman ve namaz ikiz kardeştir; şu kadar var ki, iman az önce doğdu. Üstad namazın beş vakte tahsisini anlattığı yerde, onun mânâsının ne olduğunu da açıklıyor. Muhyiddin İbn Arabî, Fütühat-ı Mekkiye’de namazın mânâsıyla alâkalı şeyler ortaya koyuyor. Şah Veliyyullah Dehlevî namazla alâkalı bir kısım hususlar söyleyip, onun ehemmiyetine dikkat çekiyor. Ben onun için bazı arkadaşlara rica ettim; ne olur arkadaşlardan birkaçı doğru dürüst namaz kılsalar da, örnek olsalar. Yoksa bu işin içinde olan kimseler arasında dahi hakikî mânâsıyla namaz kılınmıyor. Beş vakit yatılıyor, kalkılıyor; ama namaz kılınmıyor.

Ayrıca, “feveylün lilmusallîn” (Maun, 107/4) de anlatılan sadece sehiv meselesi değildir. Namazla alâkalı o kadar çok eksiğimiz var ki... Mesela “Namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar… ” (Nisa, 4/142) âyetinin anlattığı husus, bunlardan birisi. Hadislerde insanın o türlü namazı insanî davranışın dışında addediliyor. Namaz bir insanî davranıştır. Fakat o çizgi içinde kalınmadığı zaman yapılan hareketler hayvanî hareketlere benzetiliyor. Mesela, imamdan önce rükûa giden kimse için “İster misiniz, Allah rükûdan kalkarken suretlerinizi eşek suretine çevirsin!” deniliyor. Demek ki, imamdan evvel harekete geçme meselesi kulluk çizgisinden çıkma mânâsına geliyor. “Herhangi biriniz secdeye gittiği zaman horozun daneyi gagaladığı gibi yapmasın” deniliyor. Bakın, o bir hayvan davranışı; alnını yere vurup kaldırma bir hayvan davranışı. “Köpek gibi ellerini yere sermesin” deniliyor. Oturmadan secdeye, secdeden rükûya, rükûdan kıyama kadar davranışların hayvan davranışlarından farklı olması gerektiğine dikkat çekiliyor.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mübarek sözleriyle bizi bir insanî davranış mecmuasına çağırıyor. Evet, huşû ve hudû ancak o kalıplarla ifade edilir. “Ben huşû ve hudû içindeyim” dediğin zaman hayvanî kalıpları aşman gerekir. Allah’ın huşû ve hudû atiyyesini, ancak o atiyyeyi taşıyabilecek matiyyesi götürebilir.

Namazın inkişafı

Bir de namazın ruhu, mânâsı hemen inkişaf etmeyebilir. Kendisinde namazın ruhu inkişaf eden bir insan, en tatlı bir işle meşgulken fırlayıp namaza durmak ister ve namazdan zevk alır. Her zaman olmasa bile, çok defa der ki: “Keşke ömür hiç bitmese ve ben hep ayakta dursam böyle.” Ama bunun inkişaf etmesi için insana bazen yirmi, bazen otuz, bazen kırk sene lâzımdır. Kırk sene kemerbeste-i ubûdiyet içinde o kapıda durursun ve namaz ancak o zaman inkişaf eder. Namazın mahiyeti inkişaf ederse ne olur: Sen o zamana kadar hep bir altın namaz damarını aramak için madende toz toprak içinde dolaşmıştın, fakat ısrar ettin. “Bu damardan oraya gidiliyor” dedin. “Bu damar, o damar; bu damar, o damar…” dedin ve bir gün kendini o hazine içinde buldun. O âna kadarki çalışmalarının hepsi altın olur mu, olmaz mı?

Âyet-i kerimede “Ve tebettel ileyhi tebtîlâ” (Müzemmil, 73/8) buyuruluyor. Fiil “tefa’ul” babında olduğu için bir zorlama ifade ediyor. Ve başlangıçta Hz. Peygamberimize (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle hitap ediliyor. Ama Efendimiz zamanla o hale geliyor ki, “Sizin yeme içme ve cinsî münasebete karşı duyduğunuz arzuyu ben namaza karşı duyuyorum” diyor. Aynen öyle de, bu hususta gereğince ısrarlı olsan ve sabretsen, namazın mânâ peçesinin senin için de açılmasını beklesen, sonunda sana deseler ki “Cennette sofralar hazırlanmış”; sen, “Namazımı kılayım ondan sonra. Namazımı feda edemem ben” diyecek hale gelirsin. Azrail aleyhisselâm gelse “Müsaade edersen vakti giren namazımı kılayım, kaçmasın. Ondan sonra ne yaparsan yap” dersin. Öyle bir ruh haleti hâsıl olur ki, ölecek bile olsan namazını edâ etmeye çalışırsın. Namazlaşırsın artık. Hz. Hubeyb’in şehid edilmeden önce bütün teklifleri geri çevirip sadece namaz kılmak istemesini de bu şekilde anlayabiliriz, artık namaz onun ruhuna mal olmuştur.

Namaz koridoru

Namazı vaktinde kılmak çok önemlidir, ilk vaktinde kılmak evlâdır. Bütün fakihler, muhaddisler, müfessirler bu noktaya dikkat çekerler. Bununla beraber, siz hayatınızı öyle standart hale getirmişsinizdir ki; kerahet vaktine girmeden namazlara belli vakitler tahsis edersiniz. Namazı ve ona bağlı ibadetleri huzur-u kalb ile edâ etmek için o vakti kollarsınız. Ezanın ezan, kametin kamet olması lâzımdır. Onların duaları var. Bunların hepsi, adım adım konsantrasyon adına çok şey ifade eder. Sofranın bile bir adabı vardır. Önce ne konacak, sonra ne getirilecek bir usulü, bir adabı vardır. Yemekten tam lezzet almak için bunlara uyulur. Namaz mâide-i semâviyesinin tadını çıkarmak için de onlara uymak lâzım.

Namaz, Allah (celle celâluhû) ile senin arandaki bir alış veriştir. Namazdan başka, seni Allah’a o kadar hızlı ve o kadar yakın hale getirecek bir şey yoktur. Bir kere, başta nazarî planda, senin zihninde o asıl kıymetine ulaşmalıdır. Yani henüz tatmamışsın, duymamışsın, hissetmemişsindir; ama nazarî planda “Bu, budur.” demen lâzım. Çünkü sendeki arayış duygusunu bu kabullenme meydana getirecektir. Arayış duygusunu tetikleyecek, ona start verecek şey budur. Böyle bir duygun yoksa, namazın içinde buna ulaşma düşüncen yoksa, neyi hedefleyeceksin ki sen onda? “Rabb’im bana burada ona kul olma fırsatı veriyor. Ben şimdi kemâl-i edeble, kemerbeste-i ubûdiyet içinde bu taabbüdî işi ona bir arz edeyim. O ne kadar büyük, ben ne kadar küçüğüm; o ne kadar sonsuz, ben ne kadar sıfırım... İşte ona göre ben bunu edâ edeyim. Kulluğumu ifade etme fırsatıdır bu, küçüklüğümü haykırma fırsatı, onun azametini ilan etme fırsatı…” Evet, önce bu duyguyla dopdolu olmak lâzım.

Huzurun iki mânâsı var: Birincisi, zevk-i ruhânîye erme. İnsan “Keşke olsa…” diye düşünebilir; ama bana göre ona da talip olmamak lâzım. İkinci huzur, senin küçüklüğün, sıfırlığın ve hiçliğinle beraber kabul buyurulman... Huzur anını ve huzurda kendini ifade etme imkânını elde etmen. İşte bu huzura bağlı olarak onun huzuruna talip oluyoruz.

Cemaatle namaz

Namazı cemaatle kılmak çok önemlidir. Hiç ihmal etmeye gelmez. Biz Hanbelî mezhebinden değiliz; ama İmam Ahmed b. Hanbel’in cemaat hakkındaki anlayışı dikkate değer. O, cemaati namazın şartı sayar. Tabiîn efendilerimiz cemaat hususunda ne kadar titizdirler. Mesela, A’meş (Süleyman b. Mihran) yetmiş sene boyunca ilk tekbiri hiç kaçırmamıştır. Yetmiş sene, tek bir rek’atı bile kazaya bırakmamıştır. Bir başkası, ömrü boyunca namazlarda başkasının ensesini görmemiştir; çünkü hep en ön saftadır.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) cemaatin önemini anlatırken şöyle buyuruyor: “Çok defa içime geliyor ki, birisi namaz için kamet okusun, cemaat namaza dursun, ben de gideyim cemaata gelmeyenlerin evini yakayım.” Evet, cemaat çok önemli. Ben size sorsam: “Hayatınızda cemaatsiz, münferit kaç namaz kıldınız?” Ondan fazla ise cemaatsız namazınız, söylemeyin onu, Allah’a (celle celâluhû) karşı ayıptır. O on vakit de, ya yolda, ya havaalanında, ya da uçakta, yani cemaate imkân bulamadığınız yerlerde olmalı.

Hayat namaza göre tanzim edilmeli. Namaz bir takvim gibi hayatın her noktasını kuşatmalı. Hayatın gerçek takviminin blokajı namaz üzerine oturtulmalı. Namaz vakitleri köşe taşları olmalı ve sair işler bu köşe taşlarına göre programlanmalı. Eskiler bir iş için sözleştiklerinde “Sabah namazından önce... Öğle namazından sonra” derlerdi. Kur’ân’da da bu espri muhafaza edilir ve pek çok yerde “Namaz kılındıktan sonra... Namaza kalktığınızda... Namaza durduğunuzda” (Bkz.: Maide, 5/6) gibi ifadelerle ferman buyrulur.

Namazda farklılık ortaya koyma

Namazda “ah... vah” etme, inleme ve ses çıkarma eğer gayr-i irâdî ise sakıncası yoktur. Bu, bir derecenin gereği ise ve cezbeden kaynaklanıyorsa buna bir şey demem. Yani, bir kimse öyle bir hal yaşayacak, kendini kaybedecek ve farkında olmadan ses çıkaracak, inleyecek... Sonra ona “Böyle yaptın” denilince “Öyle mi!... Ben hiç hatırlamıyorum” diyecek, hiç farkında olmayacak yaptığının. Öyle değilse ses çıkarmamalı, farklılık izhar etmemeli. Ağlamak da böyle. Mümkün olduğunca mâni olmaya çalışacaksın. Ama engel olamıyorsan, gayr-i irâdî içinden geliyorsa bir mahzuru olmaz.

Üstad’ın namaza başlarken ve namaz içindeki hallerini anlatırlar; gözleri bir garip olur, sesi garip çıkardı, derler. O bir seviye işidir. Seviyesi o olmayanın bunu taklit edip bu çeşit hareketler sergilemesi hiç doğru değildir.

İnsanlarla beraber edâ edilen ibadetlerde şirk ve riya tehlikesi vardır. Yalnız başına namazını verip veriştiren adam, başkalarının yanında uzatıyorsa, süslüyorsa bu, Allah muhafaza, şirktir. Yalnızken uzun uzadıya kılan birisi, başkalarının yanında kısa kılıyorsa bu da riyadır; çünkü, o davranışta da insanların mevcudiyetini kâle alma ve ona bir değer atfetme vardır. Öyleyse, insan yalnızken nasıl namaz kılıyorsa cemaat içinde de öyle kılmalı. Ne uzun ne kısa... Hiçbir farklılık ortaya koymamalı. Âdeta bir çobanın koyunları yanında kıldığı namaz gibi. Teşbihte hata olmasın, çoban kıldığı namazı koyunlarının görmesini dikkate alır mı? Bu arada insan, namazını kâmil namaz seviyesine çıkarmak için hep gayret içinde olmalı.

Namaz bizi kurtaracak bir ibadettir. Ondaki su-i istimalimizle öbür tarafta başımıza iş açmasın sonra!...

Bir hatıra ve namaza dikkat

Hiç unutamayacağım insanlardan birisi de Muhterem Mehmet Kırkıncı Hocanın rahmetli babası, Celal Efendidir. Celal Efendi, Medine’de mücâvir (mübarek bir yerde inzivaya çekilip ibadet eden, kendini o yerin hizmetine adayan), kıymetli bir insandı. Orada vefat etti ve oraya defnedildi. Yanına gittiğimde çok yaşlanmıştı. İlerleyen yaşına ve rahatsızlıklarına rağmen namazlarını aksatmıyor, sünnetleri de ayakta kılıyordu. Ama oturup kalkmakta zorlandığı için namazlarını yatağının yanında kılıyor, ayağa kalkabilmesi için yatağa tutunması gerekiyordu. Bu şekilde tamamladığı bir namazdan sonra bana demişti ki, “Hocam, ben böyle namaz kılarken yatağa tutunarak kalkıyorum, oluyor mu namazım?” O tabloyu hiç unutamayacağım. O ne güzel şuur... Her şeye rağmen kulluğunu gereğince edâ etmeye çalışmak; ama yine de yaptığıyla yetinmemek ve daha iyisini aramak...

Evet, namaz bizi ahirette kurtaracak bir sermayedir. Onun için namaz hususunda çok hassas davranmak gerekir. Allah (celle celâluhû) onun kıymetini ruhlarımıza duyursun ve eksiğiyle gediğiyle namazlarımızı kabul buyursun.

Secdeyi, kıyamı duyarak yapma

Secdede bir şey söylemeden, derin bir mülâhaza ile istediğin kadar durabilirsin. Önemli olan, kendini namaza ısrarla salıvermektir. Bir tek şey söylersin; ama senin ufkun alır seni en derinliklere götürür. Bu, hissetme, duyma meselesidir; vicdanî bir mülâhazadır. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) secdesinin uzunluğu, rükûdaki zaman kadardı. Rukûdaki duruşu kavmedeki kadardı. Kavmedeki duruşu da tahiyyâttaki oturuşuna eşti. Bazen onun nafile olarak kıldığı bir rek’at namaz, bizim teravihte kıldığımız kadardı. Hâlbuki biz senede bir ay kıldığımız teravih namazı ile çok namaz kıldığımızı düşünürüz.

Kalb inceliği ve namaz

Soru: Kalb inceliğimizin ve namaz hususundaki hassasiyetimizin buradaki vazifelerimize ve ahiret hayatımıza bakan yönleri nelerdir?

Cevap: Kalb inceliği bir iman emaresidir. Kalb inceliğinin dili olan gözyaşı da, bağrı yanık, ciğeri dağlı sevgi kahramanlarının bir boşalma ameliyesidir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail aleyhisselâm elinde bir bardak suyla görünür. Ona, ‘Bu ne?’ diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: ‘Bu, mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.” Evet, gözyaşları ötede cehennem alevlerini, burada da hasret ve hicran yangınlarını söndürebilecek tek iksirdir.

Kur’ân-ı Kerim de, yer yer kalb inceliğini tebcil ve takdir ederek “Onlar, Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar” (İsrâ, 17/107) buyurur. Bir başka yerde ise “Az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe, 9/82) ihtarında bulunur. Ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ürpermeyen kalbden, yaşarmayan gözden sana sığınırım Allah’ım!” diye yalvarır.

İnce bir kalb, ürperen bir gönül, muhasebe ve murakabeye açık olur. Kendisini sık sık sorgular. Elde ettiği başarıları kendinden bilmediği gibi yaptıklarını da sürekli az görür. Hayır ve hasenat adına doyma bilmeyen bir “Hel min meziddaha?…” (Yok mu?...) kahramanı olur.

Kalbi ince bir insan için ibadetler konusunda da doyma ve yeterli bulma diye bir husus söz konusu değildir. Farzları yerine getirdikten sonra, daha ne kadar ibadet edeceği şahsın kanaatine kalmış bir meseledir. Bir insan, kıldığı namazlar hakkında “Ben şunları huzur-u kalble kılamadım, gereğince edâ edemedim, bâri yerlerine nafile kılayım veya dikkatsiz kıldığım bu namazları kaza edeyim.” diyebilir. Belli miktarlar tayin eder. Ölümün ne zaman geleceği belli olmadığı için kısa zamana sıkıştırır ve mesela her gün birkaç günlük de kaza namazı kılarak eksiğini gediğini kapatır.

Nafile ibadetler için “cebren li’n-noksan”, yani, “kırıkçıkık için sargı” ifadesini kullanıyor; onlarla farz ibadetlerimizdeki eksiği gediği kapama, kırığı çıkığı yerinde sarmayı hedefliyoruz. İşte, bu husus şahsın vicdanına kalmış bir şeydir. Mesela, bir şahıs belli bir müddet, kalbini Cenâb-ı Hakk’a tam tevcih edemeden farza durmuştur. Bir gün niyetin hakikatini anlar, niyete kalbin kastı ve teveccühü şeklinde bir tarifle yaklaşır. Teveccühü de, mâsivâyı tamamen kalbden silme, o anda her şeyi unutup sadece Allah (celle celâluhû) mülâhazasına girme olarak anlar. Niyeti böyle anlayan birisi, bu şekilde bir niyetle namaza durmamışsa namaza hiç durmamış, namaz kılmamış sayılır. Bu meselede herkesin kendi seviyesine göre davranması gerekir. Bazı Hanefî kitaplarında, nereden çıktığı belli olmasa da, “Niyeti ağızla söylemek daha evlâdır” diye kaydedilmiş. Konuşurken kalbin tevcihi nasıl olacak onu da bilemiyorum; ama bu âdet haline gelmiş, insanlar namaza dururken “Neveytü en usalliye lillahi” diyerek sesli niyet ediyorlar. Eğer bu şekilde kalbin Cenâb-ı Hakk’a teveccühü sağlanabiliyorsa ne âlâ… Ama lâfızda kalınıyor ve ne dendiğinin bile farkına varılmadan bazı kelimeler söylenip namaza duruluyorsa ve kalb, yönelmesi gereken tarafa yönelmemişse namazın olmama ihtimali vardır. İşte, niyeti bu şekilde öğrenen ve böyle bir irtibat içinde yaşamaya başlayan bir insan “Namaz vakitlerini boş geçirmemişim, fakat ibadetin hakkını verebildim mi bilemiyorum. ‘Cebren li’n-noksan’ yapmalıyım, nafile kılmalıyım” diyebilir. Allah (celle celâluhû) bir otuz sene daha ömür verirse, her gün bir günlük kaza kılar ve eksiğini gediğini kapamış olur.

Ayrıca, Hanefîlerde beş vakit farz namaz çok dikkatle kılındığı gibi, beş vakit namazın sünnetleri de kılınmalıdır. Bunların on iki rek’atı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından te’kitle emredilmiş, müekked sünnettir. İkindinin sünneti için böyle bir te’kit yoktur. Ama o da fedâildendir. Yatsının ilk dört rek’at sünneti de fedâildendir. O da Kütüb-ü Sitte’de yoktur; fakat Ali el-Kâri’nin Fethu Babi’l-İnâye adlı kitabında, Said b. Mansur’un Sünen’indeki bir hadise dayanarak kaydettiği üzere, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yatsıdan önce de dört rek’at sünnet namaz kılmıştır.

Teheccüd namazı da çok önemlidir. Gecelerini teheccüd feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanların berzah hayatları da ışıl ışıl olacaktır. Teheccüd, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meş’ale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır. Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir; teheccüd ise, berzahın zâdı, zahiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır.

Kur’ân’da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir. Mesela: “Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüd namazı kıl. Böylece Rabb’inin seni ‘Makam-ı Mahmûd’a eriştireceğini umabilirsin” (İsrâ, 17/79); “Teheccüd namazı kılmak için yataklarından kalkar; cezalandırmasından endişe ederek, rahmetinden ümid içinde olarak Rabb’lerine dua edip yalvarırlar ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar” (Secde, 32/16); “Sabah akşam Rabb’inin adını zikret! Gecenin bir kısmında da ona secde et, geceleyin uzun bir süre ona tesbih ve ibadet et” (İnsan, 76/25-26).

Teheccüd namazı iki rek’at kılınabileceği gibi, sekiz rek’at olarak da kılınabilir. Buharî ve Müslim’in rivayetine göre, Abdullah İbn Ömer, rüyasında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da “Korkma, senin için endişe yok” dediklerini Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) anlatır. Allah Resûlü, “İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüd namazını da kılsa!” şeklinde tabir ve tevcihde bulunurlar. Allah, rüyasında İbni Ömer’e cehenneme ait bir berzah levhasını göstermiş ve ona hazırlık yapmasını iş’ar buyurmuştur.

Bunlara ilaveten, “duhâ” ve “evvâbîn” namazları gibi diğer nafile namazlar da farz namazlardan kalan eksik ve gediklerimize sargı vazifesi görecek, onları tamamlayacaktır. Allah (celle celâluhû) farzlardaki boşluklarımızı nafilelerle dolduracaktır.

Bunu teyit eden bir hadis-i şerifte anlatıldığı üzere, ahirette ilk defa soru sorulacak konuların başında namaz gelir. Cenâb-ı Hak “Kulumun namazı tamam mı?” diye sorar. “Tamam” derler, “O zaman o geçsin” buyurur. Eğer “Namazları eksik” denilirse, “Nafileleri var mı?” diye sorar. “Var” denilince “Nafileleri farzlar yerine koyun” buyurur. Rahmet-i ilâhî olarak, nafileler farzlardan noksanların yerine konur. Bunu da isterseniz, “Cebren li’n-noksan, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın iradesi ve meşîetiyle oluyor; yani, sargıyı ahirette Allah (celle celâluhû) sarıyor” diye yorumlayabilirsiniz.

Hâsılı, kalb inceliğimiz ve farzıyla nafilesiyle namazlara dikkat etmemiz, bu dünyada kulluk vazifesini yerine getirmemiz için bir aşk, şevk, güç ve moral kaynağı; ötede de ölümle başlayan ve cennete uzanan hatarlı yolda sadık bir yol arkadaşı ve şefaatçi olur. Namaz, bizi Yüce Yaratıcı’ya yaklaştıran bir vesile ve yerimizde durmamız için tutunacağımız kopmaz bir ip, çok sağlam bir tutamak ve bir kulptur. Namazın bizler için nezih hayat kaynağı ve fuhşiyâttan alıkoyan bir sur olduğunu da hatırlatıp, bunu ifade eden ayet-i kerimenin meâliyle bu bahsi kapatalım: “Sana vahyedilen ‘Kitab’ı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla ifâ et. Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir” (Ankebût, 29/45).

Şeytanın namaz hırsızlığı

Namazda sağa sola bakmaya, şeytanın namazdan hırsızlaması denilir. Yani; o, namazı tamamen çalamıyor da ondan bir kısmı hırsızlıyor. Erkânı çalamıyor. Son kozunu nazarları çalma ile kullanıyor. “Sağa baktırabilir miyim, sola baktırabilir miyim?” diye çabalıyor.

Var mısınız, namazdan başlayalım işe! Üstad’ımız ne kadar edepli insan. Ne diyor bakın: “İnşaallah tam ihlâsa mazhar olursunuz. Beni de tam ihlâsa sokarsınız.”[1] Ben de onun gibi diyorum: “İnşaallah tam namaz kılarsınız. Bana da tam namaz kılmanın âdâb ve erkânını öğretirsiniz.” O zaman kim kimin arkasına takılırsa kurtulur. Gelin hep beraber kurtulmaya karar verelim.

Namazdan hiçbir şey çaldırmamak lâzım. O bir emanettir. Şeytan ne bakmadan çalsın, ne yatmadan kalkmadan çalsın, ne şundan ne de bundan. Tam tekmil namaz emanetinin emini insanlar olarak, hakikat-ı namaz misâlî mahiyetiyle neden ibaretse ona uygun şekilde namazı edâ etmeli. Mesela, ben namazı ebedî yolculukta refik olacak; gökçek yüzlü; boyu posu, edası endâmıyla hiçbir tarafı tenkit edilemeyecek uhrevî bir misâlî vücuda sahip görüyorum. Şimdi, bir yerde şeytanın hırsızlığına mâni olamazsanız, o onun bir kulağına vurur, bir burnuna vurur, bir dudağına vurur. Bir yandan kolunu götürür, bir yandan ayağını... O hale getirir ki, onun misâlî vücudu ahirette size ne der bilemiyorum. Mutlaka diyeceği şeyler vardır. “Allah hayrınızı versin, beni zayi ettiniz!” mi der, “Beni berbat ettiniz” mi der, bir şey der mutlaka. Fakat orada rahatsızlık yaşamamak için sizin burada namaza rahatsızlık vermemeniz ve hırsız elinin ona uzanmasına mâni olmanız gerekir. Bütün kalbiniz, hissiyatınız ve letâifinizle Allah’a (celle celâluhû) müteveccih olmalı; hiçbir yerinden hiçbir şey çaldırmamalısınız. Mebdedekilerin o meseleyi duyarak yapması zor. Yalan olur “Duydum” derse. Fakat Allah bir gün o kapıyı aralar. Hele siz dişinizi sıkın; en önemli, en müsait vaktinizi ona verin ve zorlayın kendinizi. İnşaallah, bir gün gelir, onu güzel eda etme imkânı doğar.

İhtimal, hakikat-i salâta ulaşmak için bazıları her gece bin rek’at namaz kılıyordu. Üstad’ın ilk talebeleri özene özene namaz kılıyordu. Ben gerçekten namaz kılan insanlar gördüm. Birkaç yüz rek’at kılan çoktu, sayılamayacak kadar. Bu millet namaz kılmayı unuttu. Camiler şekillere bağlı kaldı. O halılar gözyaşına hasrettir şimdi. Seccadeler temiz alınlara hasrettir...

Namaz ibadetin kalbidir. Namazın her rüknünün kendine göre bir kıymeti vardır. Ama onun en kıymetli parçası, alnın yere konması halidir; secdedir. “Kulun Allah’a en yakın olduğu yer secdedir”[2] buyurulur. Evet, namaz secde ile taçlanır.

[1] Bediüzzaman, Lem'alar s.203 (Yirmi Birinci Lem'a, Üçüncü Düstur).
[2] Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 148; Nesâî, tatbîk 78.

Namaz ve Niyet

Namaza başlarken nasıl niyet etmeliyiz? İslâm âlimlerinin bu konudaki görüşleri nelerdir? İzah eder misiniz?

Cibril hadisinde ifade edildiği üzere namaz, İslâm’ın beş temel esasından biridir. Evet, o, dinin direği, ibadetlerin özü ve esası, bir ucu miraca dayanan ve insanı Allah’a yaklaştıran en önemli bir vesiledir. Bu denli önemli bir ibadet, elbette mü’min için dünyevî meşgaleler arasında geçiştiriliverecek bir iş değildir/olmamalıdır. Değil başka bir iş yüzünden onun ihmale uğratılması veya aceleye getirilmesi, gerektiğinde her şey ona feda edilmelidir.

Doyulmaz Bir Neşve

Namazın muhtevası, insanın Rabbiyle münasebetine, kalb ve ruh ufkuna göre farklı derece ve keyfiyetlerde kendini hissettirir. Hüşyar bir gönülle ve aşk u şevk içinde Allah’ın huzurunda bulunuyor olmaktan kendini meleklerin safları arasında görmeye kadar, ondan, Efendiler Efendisi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) arkasında saf tutmuş bir fert olarak kendini hissetmekten doğrudan doğruya bir hamlede ulvî âlemlere yükselmişçesine Arş’ın örtüsüne alnını koyuyormuş gibi eda keyfiyetine kadar namazı değişik şekillerde duyup hissetme mertebeleri vardır. İnsanın böyle bir mazhariyete muvaffak olmasının ilk şartı; namazı tıpkı bir miraç veya miracın gölgesi bilmektir. Haddizatında her namaz mü’min için bir miraç vesilesidir. Dolayısıyla bu hususta mü’mine düşen vazife, her namazında, farklı farklı buudlarda da olsa, miracını tamamlamak olmalıdır. Bu sebeple namazda gönlün her teli, tıpkı bam teli gibi ses vermelidir. Öyle ki, secde, doyulmaz bir neşveye; dualar, insana bıkkınlık vermeyen gıdaya; rükû ayrı bir edaya; kıraat da dâne dâne canlı kelimeler armonisine dönüşmelidir. “O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında kıvrım kıvrım kıvrandığını da.” (Şuarâ sûresi, 26/218-219) âyetleri, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) namazını tasvirle beraber, bize, nasıl namaz kılmamız gerektiğini de öğretmektedir.

Bir dönemde ben, namazda kalbi ifrağ adına birinden bir hakikat öğrenmiştim. Daha sonra o güne kadar kıldığım bütün namazlarımı ahirette yüzüme vurulur endişesiyle kaza ettim. Çünkü bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), namazın kabir hayatında tecessüm edeceğini ve şayet kişi namazlarını arızalı kılmışsa bu namazların kusurlu ve mefluç bir refik şeklinde onun karşısına çıkacağını ve bu kişinin berzah hayatını bu mefluç refikle birlikte geçireceğini ifade etmiştir. Dolayısıyla eksik ve noksan kılınan namazların kazasını eda, bir mânâda meziyet değildir. Ona isterseniz cebren li’n-noksan diyebilirsiniz. Yani o, bir mânâda kırığı, çatlağı sargıya alma demektir.

Bir Kasıtta İki Maksut Olmaz

Biraz önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, herkesin niyeti Cenâb-ı Hak’la münasebeti ölçüsünde farklı farklıdır. Niyet temelde fukahânın icmaına göre kalbin kastıdır. Yani niyet, “neveytü.. neveytü.. neveytü…” şeklinde sadece lafızdan ibaret bir şey değildir. Vâkıa fukahâ, bu mevzu üzerinde farklı mütalaalar beyan etmişlerdir. Bazıları niyetin lisanla söylenmesini daha evla görmüşler, bazıları ise söylememenin daha evla olduğunu ifade etmişlerdir. İkincilere göre, lisanla söyleme meselesi kalbin konsantrasyonuna mani olmaktadır. Hanefi fıkhında fakih olmamakla beraber ikinci bin yılın müceddidi ve bir kutup olarak kabul edilen İmam Rabbanî Hazretleri’nin lisanla niyet etmeyi mahzurlu görmesi de zannediyorum bu mevzuda bize önemli bir fikir verir. Fakat kanaatimce bazı mü’minler niyetlerini dil ile yapıyorlarsa “fukahâdan bazılarının kavline binaen yapıyorlar” deyip ihtilafa yol açacak şekilde meselenin üzerinde durulmaması gerekir.

Farklı derecelerdeki niyetin ilk basamağı, bizim gibi avam, babadan tevarüs eden taklidî iman ve İslâm telakkisiyle yaşayan müptediler için kastü’l-kalbdir. Yani kişinin, namaz kılacağını, zihin ve kalbinden geçirmesidir. Havassa göre niyet ise insanın yapacağı işe kilitlenmesi, münhasıran o mülâhazaya bağlı kalması ve bütün duygu ve düşünceyle ona konsantre olması demektir. Bunun üstünde hasların hassı diyebileceğimiz insanların niyetine gelince; onların niyeti, namazın içinde de devamını sağlamak üzere kalbi bütün mâsivâdan ifrağ etme demektir. Çünkü maksut O ise, bir kasıtta iki maksut olamaz. Yani kişi, O’nu kastetmiş, maksut olarak sadece ve sadece O’nu hedeflemişse, O’nun dışındaki izafi ve hakiki ne kadar maksut varsa hepsini kalb ve kafasından söküp atması gerekir. Bu esnada akla başka bir mülâhaza gelirse, o seviyenin insanları döner yeniden tekbir alırlar ve kalblerini ifrağ edecekleri ana kadar kendilerini zorlarlar. Bediüzzaman Hazretleri ve onun ilk saftaki talebelerinde böylesi bir gayret görülür. Fakat unutulmamalı ki, bu gayret şeklî ve surî olmamalıdır. Eğer taklitle, şekil ve suret itibarıyla böyle bir tavır içine girilirse, bunun o şahsa kazandıracağı hiçbir şey yoktur.

Niyet mertebeleri içinde, daha üst bir seviye olan fenafillah ve bekabillah mertebesinde kendini dahi unutma hâli vardır. Evet, esmâ ve sıfât dairesini aşıp Sübühât-ı vech karşısında erimiş insanların niyetleri belki de böyle bir ufukta kendini bile görmeme, duymama, hissetmeme şeklindedir. Bu ufku paylaşanlara göre namazda iken kendini hissediyorsan hâlâ bir alâik ve avâikle meşgulsün demektir. Ben “şirktir” dememeye çok dikkat etsem de, onlar kendi seviyelerine göre bunu şirk endişesiyle karşılarlar. Hâsılı niyet enginliği, derece derece ve mertebe mertebedir. Kim Allah’ı ne ölçüde biliyor, ne ölçüde bir mârifetullah ufkuna sahipse, namaza başlarken de kalbî alâkasını, ona göre temin ve tesis edecek, ona göre namaza duracaktır.

Niyet Amelin Ruhu

Üstad Hazretleri, Yirmi İkinci Mektub’un Hatimesi’nde أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ“Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz!”(Hucurât Suresi, 49/12) âyeti ışığında kelime kelime, gıybetin ne kadar çirkin bir fiil olduğunu izah ederken, âyetin başındaki soru mânâsı veren “hemze”nin âyetin bütün kelimelerine bir su gibi sirayet ettiğinden bahseder. Belki de bir nur ve ruh gibi. İşte niyet de aynen böyledir. Mü’min, niyetiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccühünü, O’nun hüvel maksud, hüvel mahbub, hüvel mâbud olduğunu âdeta namazın her rüknüne yayar/yaymalıdır. O, namazdaki her kıraatte bu niyetine sadık kalmalıdır. Bilhassa ferdî olarak eda edilen nafile namazlarda tekellüf denebilecek ölçüde bu hususa dikkat edilebilir. Cemaatle kılınan farz namazlarda böyle bir tavır içine girmek doğru olmaz. Zira bu, dinde külfet mânâsına gelir ve teklif-i mâlâyutak olur. Ama kendi kendimize kıldığımız nafile namazlarda başından sonuna kadar meseleyi elden geldiğince huzur-u ilahi mülâhazasına bağlı götürmek için böyle bir niyet gayreti ve arayışı içinde bulunmakta mahzur olmasa gerek.

Namaz, mü’minin miracıdır. Cenâb-ı Hak miracı anlattığı yerde إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ“Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”(İsrâ Suresi, 17/1) buyurur. Buradaki “ ــه” zamirinin ircaında iki tevcih vardır. Bu tevcihlerden birine göre zamir Cenâb-ı Hakk’a irca edilir. Fakat diğer tevcihe göre semi’ ve basîr sıfatları Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hâlini ifade eder. Şimdi semi’ ve basîr gibi Esma-i Hüsna’dan olan iki isimle Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm) tavsif buyrulmuşsa burada önemli bir hakikate dikkat çekiliyor demektir. Demek ki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), miraç esnasında gözüne, kulağına arz edilen her şeyi o sapasağlam ihsas ve ihtisas kabiliyetiyle emip massetmiştir. Başka bir ifadeyle miracı çok iyi sağıp çok iyi doymuştur. Miracın saniyesini, sâlisesini, âşiresini fevt etmemiştir. Mebdeinden müntehasına kadar, her şey âdeta O’nun şuur süzgecinden, filtresinden gelip geçmiştir.

Süleyman Çelebi, “Ümmetin miracını kıldım namaz.” der. Alvar İmamı ise, “Sefine-i dini namaz yürütür, namaz cümle ibadetin pîridir.” buyurur. Namaz, mü’minin miracı olduğuna göre mü’min, orada kulağına ve gözüne hâkim olmak durumundadır. O kulak ve göz sadece duyulması gerekli olanı duymalı, görülmesi gerekli olanı görmelidir. Üstad Hazretleri bunu On Yedinci Söz’de Mevlânâ Câmî’nin şu ifadeleriyle anlatır: “Yekî hâh, yekî hân, yekî cûy, yekî bîn, yekî dân, yekî kûy - Sadece Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil, Bir’i söyle.” Buna göre mü’min sadece Bir’i görmeli, Bir’i bilmeli, Bir’i duymalı, Bir’i aramalı, Bir’i çağırmalı, Bir’i hissetmeli, Bir’in dışında her şeye karşı kapalı kalmalı ve namazın bütün erkânında bunu yakalamaya çalışmalıdır. Yakaladığı zaman da, “Bu böyle yakalanmazdı. Kendimi unutacak şekilde yakalamalı ve kendimi duymamalıydım. Ben var mıyım yok muyum unutmalıydım.” demeli ve bu ölçüde âdeta kendinden geçmelidir.

Temrin, Tekellüf ve Teklif

Bir kez daha ifade edeyim ki, bütün bunlar, birer seviye meselesidir. Temrin olmadan bu seviyelerin yakalanması ise mümkün değildir. Yani başta tekellüf olmazsa daha sonra teklif olmaz. İşin başında zorlama olmazsa daha sonra nefse öyle bir şey teklif edemezsiniz. Bu açıdan gözünü bu seviyelere dikmiş bir insanın kendisini ölesiye bir gayretle zorlaması gerekir. Cüneydi Bağdadî Hazretleri bir yerde, “Ben altmış sene kendimi zorladım. Altmış sene sonra Allah lütfetti, namaz kılmaya başladım.” mânâsına gelecek bir ifadede bulunuyor. O halde bizim gibi hayatında hakiki namazı tatmayanlar, hiç olmazsa beş on sene kendilerini namaz kılmaya zorlamalıdırlar.

Bu arada istidradi bir hususu da arz edeyim. İfade edilen bu hususlardan dolayı, bizim yarım yamalak da olsa kıldığımız namazların Allah (celle celâluhu) tarafından kabul edilmediği/edilmeyeceği zannedilmesin. Öyle ümit ediyoruz ki, sonsuz lütuf ve merhamet sahibi Rabbimiz, bu seviyede kılınan namazları da kabul buyurur. Öyle ki bu namazlarımızla dahi bizi Cennet’ine kor, onları berzahta bizim için bir refik, sıratta bir Burak hâline getirir, belki de bir berk yapıp ufkumuzu aydınlatır. Bu açıdan hiçbir zaman namazdan geri durmamalı, namaz asla hafife alınmamalıdır. Fakat diğer taraftan himmetler de her zaman âlî tutulmalıdır. Celal ve azamet sahibi Rabb-i Kerimimize karşı eda edeceğimiz ibadet O’nun büyüklüğü ile mepsuten mütenasip olmalıdır. Yapacağımız ibadet O’nun bize sayamayacağımız ölçüde çok ve bol olan lütuf ve ihsanlarına karşı bir şükür gaye ve mânâsı taşımalıdır. Dolayısıyla bir ömür boyu mü’min hep hakikat-ı namazı bulmaya çalışmalıdır.

Niyette önemli bir husus da, ibadetin bütün erkân ve eczasında onun canlı ve hüşyar bir hâlde varlığını hissettirmesidir. Mü’min, tam bir konsantrasyonla başladığı niyetini, yani o mutlak kast, mutlak teveccüh ve mutlak nazarını namazın her rüknünde vicdanında duymalı ve bunların dışında kalan şeylere karşı da isyan etmelidir. Evet, mü’min namazında, O’ndan başka her türlü mülâhazaya ve düşünceye karşı rahatsızlık duymalı ve bu rahatsızlığını iç dünyasında bir tepki şeklinde göstermelidir. Meselâ bir insan, “اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ” derken O’nun sonsuz rahmetinin değişik tecellî dalga boyunun kendisine kadar gelip her şeyi kuşatmasını vicdanında duyamıyorsa içten içe kendi kendine “Tuh sana namert!” diyebilmelidir.

Bunların hiçbiri gerçekleşmesi imkânsız şeyler değildir. Zira bütün bunları, binler ve milyonlar yaşamışlardır. Binler ve milyonlar da aynı şekilde yaşamaya namzettir. مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ “Bir kimse bir şeyin arkasına düşer, o mevzuda ciddiyet gösterirse mutlaka aradığını bulur.” Bu sözün mefhum-u muhalifi ise; “Şayet bulmamışsa arkasına düşmemiş, düşmüşse ciddiyet göstermemiş, dolayısıyla bulamamıştır.” demektir.

Nazarî ve amelî milliyetperverlik

Nazarî ve amelî milliyetperverlikten bahsediyorsunuz. Bu ifadelere yüklediğiniz mânâları lütfeder misiniz?

Dünden bugüne milliyetçilik kelimesine çok farklı anlamlar yükleyenler olmuştur. Bununla birlikte ben milliyetperverlikten, kaderde, tasada, sevinçte, kıvançta ortak olmuş, tarih boyu aynı değerler manzumesini paylaşmış, aynı ruh ve mana köklerinden beslenmiş, düşünce dünyaları bu değerlerden süzülüp gelen usarelerden oluşmuş ve temeli iki, üç, belki de dört bin yıla dayanan aynı kaderin çocukları olma şuurunu anlıyorum. Şu kadar var ki, üç-dört bin yıla uzanan bu vetirede milletimiz esasen aradığını İslamiyet’te bulmuş, onda ruhunun, kalbinin sesini duyar hale gelmiş, ebediyet mülahazasını keşfetmiş, dünya ve ukba muvazenesini kurmuş ve değişik buutlara açılma imkânına kavuşmuştur. Diğer bir ifadeyle tarih boyu birçok devlet kuran milletimiz, aradığını İslamiyet’te bularak arayışına son noktayı koymuş ve gerçek kıvamına ermiştir. Zaten Allah Teâlâ da, “Ben bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak da İslâm’dan hoşnut oldum.” (Mâide Sûresi, 5/3) beyan-ı sübhanisiyle hakiki kemalin İslam’la ortaya konduğunu ifade buyurmuyor mu? Yani din; Kur’an ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) temsil ve mesajlarıyla gerçek kemaline kavuştuğu gibi, milletimiz de, İslam’la şerefyâb olduğunda gerçek kıvamını bulmuştur.

Din eleğinden geçen değerler manzumesi

Ayrıca çok eski tarihlerden günümüze kadar ulaşan gelenek, âdet ve töreler de ilahî muhkemat ve ilahî kıstaslarla filtre edile edile, süzüle süzüle bize kadar gelmiş ve milletimize mal olmuştur. Bütün bunlar din eleğinden geçtiği için, onlara dinin müsaade ettiği değerler olarak bakılması gerekir. Bilindiği üzere İslam’da bir edille-i şer’iyye-i asliye diye isimlendirilen, Kitap, Sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha vardır; bir de yine bunlara bağlı olan istishab, istihsan, maslahat, sedd-i zerâi gibi edille-i şer’iyye-i fer’iyye denilen deliller vardır. İşte bazıları örfü de ikinci derecede yer alan fer’î delillerden birisi olarak mütalaa etmişlerdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’e göre örf, Cenâb-ı Hakk’ın ma’ruf saydığı şeyler olup, Allah Teâlâ onlara da riayet edilmesini emretmiştir. Bu açıdan bakıldığında örf, temel kaynaklarla çelişmeyen değerler manzumesi demektir. İşte milletimizin mayesini teşkil eden ve onu yönlendiren temel unsurlar, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen bütün bu usarelerdir.

Irkçılık ve nifak

Aynı kültür, aynı inanç, aynı sevinç, aynı tasa, aynı mağduriyet ve aynı mazlumiyetin çocukları olan bu millet, asırlardan beri bir arada yaşamıştır. Fakat ne acıdır ki, son birkaç asırdan beri, İslam dünyasında, daha doğrusu Müslümanların yaşadığı ülkeler diyebileceğimiz bahtsız bir coğrafyada bir kısım münafıkça düşünce ve davranışlar toplumların kaderine hükmetmeye başlamıştır. Ağızlarından çıkan sözle, yaptıkları iş tamamen tenakuz arz eden bir kısım insanlar, menşei dışarıda bazı farklı mülahazalarla millet fertlerini bölüp parçalamaya çalışarak, bu millete en büyük kötülüğü yapmış ve bir yönüyle Müslümanlar için küfr-ü mutlaktan daha tehlikeli olmuşlardır. Çünkü küfr-ü mutlakı temsil eden ve hâşâ “Allah yoktur.” dedikten sonra her şeyi götürüp tabiat ve natüralizme ya da materyalizme irca edenler, yalancı ışıklarıyla parladıktan bir müddet sonra milletin nazarında sönüp gitmişlerdir. Fakat değişik kılıflar altında varlığını sürdüren nifak düşüncesinin sönüp gitmesi çok daha zordur. Bu açıdan denilebilir ki, birkaç asırdan beri İslam dünyasına musallat olan asıl felç edici güve, nifak güvesidir. Kurt, gövdenin içine girdiği için toplumun kanını emmekte ve damarlarını kesmektedir. İşte milliyetçilik mefhumu da bu tür şebekelerin istismar ettiği kavramlardan biri olmuştur. İnsanların sadece hissiyat ve heyecanlarına hitap edilerek, şatafatlı ve debdebeli sözler altında bu kavram, toplumu parçalama ve millet fertlerini karşı karşıya getirme adına kullanılmıştır. Öyle ki, hemen herkes tavır ve davranışlarıyla içinde bulunduğu toplumun geleceği adına mücadele veriyor gibi görünse de, bir anda ortalık kanlı bıçaklı insanlarla doluvermiştir. Bir misal olması açısından ifade edeyim: Yetmişli ve seksenli yıllarda farklı cephelerde birbiriyle mücadele eden insanlarla bir nezaret veya hapishane hücresinde kader birliğimiz olduğunda, her iki cephenin içinde de samimi ve tepeden tırnağa Anadolu insanı olduğuna şahit olduğum gençlerle tanışmıştım. Kendilerince farklı cephelerin mücadelesini veren bu gençler, bir şekilde iğfal edilmiş, ellerine silah verilmiş ve sokağa dökülmüş insanlardı. Maalesef bu gençlerin her birine kan gösterilmiş, kan düşündürülmüş ve neticede hepsi kanlı katiller haline getirilmişti. Hâlbuki psikanaliz yaparcasına bu gençlerin biraz iç dünyalarına girip ruhlarını şerh ettiğinizde sinelerinin tepeden tırnağa bu millet için çarptığına şahit olurdunuz. Ne var ki, menşei farklı ideoloji ve akımlara dayanan nifak şebekeleri bu samimi insanları birbirine düşman haline getirmişti.

Esasında İslam tarihinde nifak şebekesinin menşei Pers kültürüne dayanır. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer düşmanlığı, İslam’ın içinde ilk nifak şebekesinin oluşmasına ve ilk nifak tohumlarının İslam toprağına atılmasına sebep olmuştur. Ondan sonra nifak düşüncesi değişik zamanlarda, farklı boyut, farklı renk, farklı desen ve farklı şivelerle muhtelif eşrar ve füccar tarafından hep temsil edilegelmiştir. Irkçılık düşüncesi de böyle bir nifak anlayışının ürünüdür. Yıkılış dönemimizde -bir şairin dikkat çektiği gibi- işin içine ırkçılık mülahazaları sokularak milliyet dâvâsı fıska bürünmüş, ridâ-yı diyanet yerde sürünmüş ve Türk’ün ruhu hem peygamberine hem de Allah’ına zorla âsi gösterilmeye çalışılmıştır. Sizin de çok iyi bildiğiniz bu filozof şair, işlediği günahları itiraf sadedinde, “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” başlıklı şiirini kaleme almış ve bu şiirinde hem bize nelerin nasıl yanlış gösterildiğini ifade etmiş hem de günahlarına tevbe sadedinde kendi mazeretini serdetmiştir. Bu açıdan bizim, milliyetperverlik düşüncemizden Allah, Peygamber ve Kur’an mülahazasını çıkarıp atmamız mümkün değildir. Hatta bırakın onları bir kenara atmayı, onları hafife alacak tavır ve davranışları bile milliyetperverlik mülahazamızla telif edemeyiz. Bu müteal mazmunları, konuşma ve tartışmalarımızda sıradan objeler gibi kullanamayız. Onlara karşı sadece saygı duyar, tazimde bulunuruz. İşte biz böyle bir çerçevenin millileriyiz.

Millet sevgisinin ete-kemiğe büründürülmesi

Biz inanıyoruz ki, milletimizin beka ve devamı bu değerlere sahip çıkmaya bağlı olduğu gibi, milletimizin bir gün yeniden sıçrayıp devletler muvazenesinde yerini alması, insanî faziletlerin bayraktarlığını yaparak insanlık gemisinin dümenine oturması da sahip olduğumuz bu değerler manzumesine bağlıdır. Evet, biz inanıyoruz ki, bu değerler manzumesi sayesinde, hak ve hukuk gerçek mânâsını bulacak, kan ve gözyaşı dinecek, ama hakiki ama izafî adalet gerçekleşecek ve insanlık ehil insanların elinde yeniden gerçek huzura kavuşacaktır. Şimdi bu düşünceye inanan bir insan, niye bu değerler manzumesini bütün dünyaya duyurmayı düşünmesin ki!

İşte bu noktada nazarî ve amelî milliyetperverlik meselesi ortaya çıkıyor. İnancın, amelle insan tabiatına mal edilmesi yaklaşımımızı biliyorsunuz. Alman filozofu Kant da, saf aklın kritiğini yaparken, Allah’ın nazarî akılla değil amelî akılla bilinebileceğini söyler. Bu düşünceyi Bergson’un entüvisyonuyla da telif edebilirsiniz. Hazreti Pir de vicdanın sezisi üzerinde durmuş ve insanın acz ve fakrını hissederek Allah’a yönelmesi ve işlerini Allah sayesinde çözmesi gerektiğine vurguda bulunmuştur.

İşte aynen bunun gibi, amelden uzak nazarî milliyetçilik, onun sadece lafını etme ve hamasî destanlarla müteselli olma demektir. Hâlbuki önemli olan o istikamette dur-durak bilmeden, herhangi bir beklentiye girmeden koşturup durmak, yapılması gerekeni yapmaktır. Mesela neden ben, dilimi bir dünya dili haline getirmeyeyim? İngilizce dünya dili olsun da, Türkçe niye insanların birbiriyle konuşup anlaştığı, kaynaştığı bir dünya dili olmasın? Ali Şeriati, bugünkü Arapça, Türkçe ve Farsça için, “Bu kadar daraltılmış, fakirleştirilmiş ve sığlaştırılmış bir dille ilim yapılmaz.” demiştir. O halde niye Asya’daki Türk menşeli dillere müracaat edilerek, mahalli kelimeler değerlendirilerek, hikâye ve romanlardan faydalanılarak, lügatlerin sayfaları arasında kalmış kelimeler yeniden hayata mal edilerek dilimiz bir dünya dili haline getirilecek seviyede geliştirilip zenginleştirilmesin? Şayet bizim amelî milliliğimiz varsa, hem dünden bugüne konuşulan bu güzel dilimizi geliştirmeye ve bir dünya dili haline getirmeye gayret eder hem de milli hislerimizi ve tarihten tevarüs ettiğimiz değerlerimizi bütün dünyaya tanıtma peşinde oluruz.

Türkiye’yi dünyaya tanıtma, pek çok insanın ideal ve hedefidir. Peki, neyle tanıtacağız ülkemizi? Acaba şimdiye kadar büyük paralar verilerek kurulan lobilerle bu ülke, dünya insanına ne kadar tanıtılmıştır? Bir programda seyretmiştim. Sunucu, elinde mikrofonuyla, New York’un göbeğinde sokakta yürüyen insanlara, “Türkiye diye bir ülke duydunuz mu?” diye sorduğunda, pek çoğu cevap verememiş hatta bazıları, “Galiba Afrika’da bir ülke” demişlerdi. Bu da gösteriyor ki, maalesef Türkiye’yi tanıtma yolunda gösterilen gayretler yetersiz kalmıştır.

Şimdi ise küreselleşen dünyada, küreselleşmenin hakkını vermeye azmetmiş bazı arkadaşlar, Allah’ın izni ve inayetiyle, dünyanın değişik yerlerine giderek böyle bir gaye-i hayali gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Keşke Türkiye’nin ekonomik durumu daha iyi, imkânları daha elverişli olsaydı da, vefalı Anadolu insanının açtığı okulların sayısı bugün bin değil iki bine ulaşmış bulunsaydı. O zaman bu okullarda milyonlara varan insan Türkçe öğrenecek, milletimizin sevgisiyle oturup kalkacak ve ülkemize saygı duyacaktı. Herhangi bir yerden Türkiye’ye bir fiske gelecek olsa, dünyanın değişik yerlerinde iniltiler duyulacak, sesler yükselecekti. Bu arada hemen şunu ifade edelim ki, her şeye rağmen insanımız, vefa hissini sonuna kadar işleterek eldeki imkânlarla gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında çok güzel işler yaptı. Ortaya konan faaliyetleri görmezden gelirsek, vefasızlık yapmış oluruz. Evet, maşerî vicdanın bu olumlu faaliyetler üzerine tir tir titrediği, ciddi bir heyecan duyup sevinç yaşadığı görülüyor. Cenab-ı Hak bir mani ve keder vermez, bir muhalif rüzgâr esmezse, öyle ümit ediyoruz ki, bugün olmasa da yarın, bu milletin harcını atıp blokajını ortaya koyduğu müesseseler katlanarak artacak ve inşallah bulunduğumuz coğrafya herkes tarafından imrenilen bir rüya ve hülya âlemi haline gelecektir. İşte böyle yüce bir mefkûre istikametinde yüksek bir performans ortaya koyma ve aşkın bir gayret sergilemeye biz amelî milliyetperverlik diyoruz.

Hasılı, eğer siz kendi değerlerinizin ilahî kaynaklı olduğuna inanıyor ve ezelden gelip ebede gitmesi itibarıyla onları çok önemli ve çok hayatî buluyorsanız, bu değerleri bütün insanlığa duyurma arzusuyla oturup kalkarsınız. Muhataplarınız sunduğunuz bu değerlerin hepsini kabul etmeyebilir ama en azından gerçek veçheniz ve iç güzelliklerinizle sizi tanımış olurlar. Böylece çevrenizde dost, taraftar, sempatizan halkaları meydana gelmiş; siz de küçülüp büzüşen dünyada kendi darlığınız içinde kalmamış ve kendinizi dünyada yalnızlığa salmamış olursunuz.

Nazarîden Amelîye İlahî Ahlâk

Hem nazarîyi inkişaf ettirerek amelîye taşıma, hem de amelde sebat ederken sürekli yeni kalma hususlarında inananlara misal olacak ve yol gösterecek bir âdet-i ilâhiyeden söz edilebilir mi? Bu zaviyeden, "Levh-i Mahv u İsbat" hakikati mü'minlere ne ifade etmektedir?

Ne kadar peygamber geldi?

Peygamberlerin gelişi ve bazılarının isimlerinin bilinip bilinmeyişi geçmiş dönemlere ait tarihî bir silsileye göre olabileceği gibi, faziletleri nazara alınarak da zikredilmiş olabilirler. Fakat Cenâb-ı Allah, zikrettiği isimleri, gelip geçmiş bütün peygamberlerin getirdikleri esasları temsil edecek peygamberlerden seçmiştir. Mesela, bir peygamber vardır ki, kendisine has bir misyonu olmamış; Hz. Adem’in vahyinin gölgesinde vazifesini yapmıştır. Hz. Adem misali ortaya konunca onu zikretmeye gerek yoktur. Yani, Cenâb-ı Hakk umum peygamberlerin mesajını, câmi peygamberlerde toplamış; onları Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) bir örnek olarak ortaya koymuştur. İster mesaj almaları, ister çektikleri çileler, isterse de Allah’la münasebetleri ve nezd-i ulûhiyetteki makamları açısından bazı hususiyetlerini nazara vererek örnek göstermiştir.

Yani, sayılarını net olarak söylemek zor olsa da binlerce peygamber arasından yirmi sekiz tanesi (daha doğrusu yirmi beştir; çünkü üçünün peygamber olup olmadığında ihtilaf vardır.) diğer peygamberleri temsil etme, insanlara ders verme ve örnek olma açısından yeterlidir. Yoksa, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan hep peygamber isimleriyle dolardı ve aynı vak’aları durmadan tekrar ederdi.

Ayrıca, peygamberlerin neş’et ettikleri yerlere bakılırsa, Kur’ân’da, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bulunduğu çevrede yaşamış olan peygamberlerin zikredildiği görülür. O bölgedeki kavimler, atalarından duydukları için, o çevrede neş’et eden belli peygamberlerden haberdardılar. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, kendisinin muhatap olduğu kavim açısından, oralara gelen peygamberleri bilmeliydi. Yakın atalarından Mekke civarına peygamber gelmemişti. Uzun zaman onlar Hz. İbrahim’den kalan dinle amel etmişlerdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bi’setten (vahyin başlangıcından) önce Hz. İbrahim’in dininden kalan esaslar ile amel ediyordu. O devirde de namaz biliniyordu, hac biliniyordu; ama işin içine başka şeyler girmişti. Bazı çarpıklıklar vardı yapılan amellerde. İşte, Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) mesajının yadırganmaması için daha önceki misallerin hatırlatılması, bilinmesi gerekiyordu. Hz. Cafer, Necâşî karşısında “Niye garipsiyorsunuz; Hz. Musa, Hz. İsa gelmedi mi?” derken, “Bunlar bilinen şeylerdi, yadırganacak bir şey yok” mülâhazasıyla öyle diyordu.

Ne Korkunç Bir Cinayet!

Soru: Cenâb-ı Hak, bir mazlumu haksız yere öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi kabul edileceğini belirtmiş; bir kişinin hayatını kurtaranın da bütün insanları kurtarmış gibi sayılacağını ifade etmiştir. Bu ilahî hükmün izahını lutfeder misiniz?

Allah Teâlâ, bu soruya esas teşkil eden ayet-i kerimeden hemen önce, Peygamber Efendimiz'e "Onlara Âdem'in iki oğlunun hikayesini hakkıyla (aslına uygun olarak) anlat" (Mâide, 5/27) buyurarak, Hazreti Adem'in iki oğlu arasında cereyan eden hadiseyi nazara vermiş ve yeryüzünde işlenen ilk cinayete dikkat çekmiştir.

İlk Cinayet ve Kâtillerin Pîri

Tefsircilerin çoğu Hazreti Adem'in oğullarının Hâbil ile Kâbil olduğunu söylemiş ve bu iki kardeşin hayat sergüzeştlerine dair oldukça geniş malumat vermişlerdir. Aslında, Kur'an-ı Kerim'de onların isimleri zikredilmemiştir; fakat, bazı eski kitaplarda ve bir kısım üsturelerde Adem aleyhisselamın oğullarının isimleri Hâbil ve Kâbil olarak anılınca, İslam alimleri de o ibretlik hadiseyi aynı isimlere bağlı kalarak resmetmekte bir beis görmemişlerdir. Bununla beraber, "Adem'in iki oğlu" ifadesini İsrailoğulları'ndan herhangi iki şahıs şeklinde anlayanlar da olmuştur. İşin doğrusu, bu kıssadan ibret almak için şahısların adlarını bilmek şart değildir; önemli olan öyle bir vak'anın meydana gelmiş olmasıdır ve ayette yer alan "bilhakkı - hakkıyla, gerçeğe uygun olarak" kaydı da meselenin aslının efsanelere değil, bir hakikate dayandığını göstermektedir.

Kur'an'ı Kerim'de anlatıldığı üzere, bu iki kardeş Cenâb-ı Hakk'a birer kurban takdim etmişlerdi; fakat, onlardan yalnızca birininki kabul edilmişti. Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, diğerine, "Seni öldüreceğim!" demişti. İnsan öldürmek, hele hele öz kardeşinin canına kıymak büyük bir zulüm olsa da, bir kere gözü dönen câni, sırf bir hasetten dolayı hem de kendine karşı elini bile kaldırmayan ve iyi bir kardeş, samimi bir hayırhah olmaktan başka bir şey düşünmeyen bir masumun kanına girmişti.

Evet, "Nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, (o da nefsine uyarak) onu öldürdü ve kaybedenlerden oldu" (Maide, 5/30) mealindeki ilahî beyanla kötü akıbetine dikkat çekilen yeryüzünün ilk kâtili, böylece ebedî ateşe varıp ulaşan korkunç bir yolun öncüsü olmuş ve adeta bir barajı delip büyük bir sele kapı aralamıştı. Bu sebepledir ki, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu acı hadiseyi naklederken şöyle buyurmuştu: "Zulüm ile öldürülen her insanın kanından (onun kanını dökme günahından) bir pay da mutlaka Adem'in ilk oğluna yazılır; çünkü, adam öldürme çığırını ilk açan odur."

İşte, Cenâb-ı Hak, bu elîm hadiseyi anlattıktan ve ilk cinayeti hatırlattıktan sonra söz konusu hükmünü ortaya koymuş; adam öldürmenin ne büyük bir cürüm olduğunu ve insan hayatına verilen ehemmiyeti ifade sadedinde mealen şöyle buyurmuştur: "Bundan dolayıdır ki, İsrailoğullarına kitapta şunu bildirdik: Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur." (Mâide, 5/32)

Haksız Yere Adam Öldürme ve Kısas

Bu ayet-i kerimede, bütün insanları öldürmekle müsavi tutulan cinayet, "hiç kimsenin canına kıymamış ve yeryüzünde fesat çıkarmamış bir insanı öldürme" şeklinde beyan edilerek, o müthiş cürüm bir şarta bağlanmış ve takyid edilmiştir. Demek ki, bu suçları işleyen kimselere kısas yapılabilir; bir insan masumların kanını dökerse, o da aynı cinsten bir cezaya çarptırılabilir. Şayet, yeryüzünde fesat çıkarırsa ve o fesattan dolayı insanlar öldürülürse, günümüzde bazı coğrafyalarda olduğu gibi, öldüren niye öldürdüğünü hiç düşünmeden, ölen de neden öldürüldüğünü bilmeden cinayetler cinayetleri takip edip durursa, böyle bir anarşiye sebebiyet veren bir mücrim ya da mücrimler güruhu idam edilebilir. Allah'a ve Rasûlüne savaş açan, yeryüzünde sürekli bozgunculuk yapan, insanların canlarına, mallarına ve ırzlarına saldırmayı itiyad haline getiren ve böylece halkın asayişini bozan, neslin ifsadına sebep olan kimseler suçlarının derecelerine göre öldürülür, asılır veya sürgüne gönderilirler.

Ancak, bu suçları işlemiş olsalar bile, eğer suçlular tevbe ederlerse, bu cezaların hiçbiri tatbik edilmez. Onlar hakkındaki dava, şahsî hukuk davasına dönüşür. Yani, yakını öldürülen ya da mallarına zarar verilen insanlar, isterlerse onları affedebilir ya da cânilere kısas uygulanması ve zararlarının tazmin edilmesi talebinde bulunabilirler. Günümüzün hukuk tabiriyle, şikayette bulunabilir ya da şikayetlerini geri alabilirler. Diğer bir ifadeyle, kasden adam öldürmenin dünyadaki cezası kısastır. Öldürülenin vârisleri kısastan vazgeçip diyet almakla iktifa edebilirler; dilerlerse bunu da bağışlayabilirler. Fakat, böyle büyük bir cürmün ahiretteki cezası, -şayet kâtil daha sonra tevbe edip ilahî rahmete ve Allah'ın fazlına nâil olamazsa- ebedî cehennemdir.

Böyle bir cinayetten dolayı ebedî azap çekmek zâhiren çok büyük bir ceza gibi görünüyorsa da, aslında işlenen günah da çok büyüktür. Zira, yeryüzünde fesat çıkarmayan, haksız yere kan dökmeyen ve kendi kanını heder edecek bir bozgunculuk yapmayan bir insanı öldüren kimse, bütün insanları öldürmüş gibi kabul edilir. Çünkü böyle bir kâtil, Cenâb-ı Hak tarafından bahşedilen yaşama hakkını gasbetmiş, suçsuz insanların kanlarının haramlığı kaidesini çiğnemiş ve böylece çirkin bir işe ön ayak olmuş, bu konuda başkalarına da yol açmış ve cesaret vermiş olur.

Ayrıca, bir câni, sadece bir insanı bile suçsuz yere öldürse, bu cinayet onun karakterini ortaya koyar; onun kan dökebilir ve adam öldürebilir bir yapıda olduğunu gösterir. Pratikte bir kere cinayet işleyen bir insan, potansiyel olarak bütün insanları öldürebilecek bir karakter taşıyor demektir ve artık o, umumi hüviyeti itibarıyla bir câni ve bir kâtildir. Dolayısıyla, bir kere o öldürücü günaha girdikten sonra, bir başka insanı öldürmek onun için ilkinden zor değildir; hele böyle birkaç cinayetin akabinde adam öldürmek ona sıradan bir iş gibi gelecektir. İşte bu mülahazayla, suçsuz bir adamın canına kıyan mücrime bütün insanları öldüren bir kâtil ve bir câni nazarıyla bakılabilir.

Bir Kişinin Hayatını Kurtarmak...

Her kim de bir insanı ihya ederse, yani cinayetten el çekmek, affetmek ve kısas hakkından vazgeçmek suretiyle onun öldürülmesine engel olursa ya da boğulma ve yanma gibi bir helak sebebinden kurtararak hayatının devam etmesine vesilelik ederse, o da sanki insanların hepsine hayat vermiş ve o iyiliği topyekün insanlığa yapmış gibi olur. Evet, ayetteki ihya, kısastan vazgeçme, öldürmeme, felaketten kurtarma demektir; zira, hayatın asıl ve yegâne sahibi Hayy ü Kayyûm'dür; O'ndan gayrı hiçkimse hakiki manada öldürmeye ve diriltmeye muktedir değildir. İnsanların yaşatması sadece vesile olmaları itibarıyladır. Nitekim, Kur'an-ı Kerim, Nemrud'un "Ben de yaşatır ve öldürürüm" (Bakara, 2/258) deyişini ihya kelimesiyle ifade etmiştir ki, onun ihyası, öldürmeme ve cinayetten vazgeçme manasına gelmektedir.

İşte, bu manada, bir insanın hayatını kurtaran kimse de karakter ve ruh yapısı açısından -elinden gelse- bütün insanlığın hayatını kurtarmaya açık ve istekli demektir. Bu itibarla da, o nerede bir haksızlıkla karşılaşsa, hemen o haksızlığın önüne geçip -Necip Fazıl'ın tabiriyle- kollarını makas gibi açacak, "Burası çıkmaz sokak!" diyecek ve öyle bir zulme asla meydan vermeyecektir.

Belki bahis mevzuu olan ayette ilk planda manevî kurtarma kast edilmemektedir; fakat, Allah'a, Rasûl-ü Ekrem'e ve ahirete inanan bir mü'min, bildiklerini bildirmek, duyduklarını duyurmak ve tattıklarını tattırmak gayesiyle bir insana Allah'ı tanıtıyor, Peygamber Efendimiz'i anlatıyor ve dinimizi öğretiyorsa, onun bu ameli de bir nevi ihya sayılır. Nitekim, Hazret-i Rahman, "Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü sizi ihya edecek, size hayat verecek hakikatlere dâvet ettiğinde ona icabet edin." (Enfal, 8/24) mealindeki ayet gibi ilahî beyanlarında insanın hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bırakmasını, kalbî ve ruhî hayat seviyesine yükselmesini de ihya tabiriyle ifade etmiştir. Dolayısıyla, bir dava adamı, bedeninin esiri bir insanı nefisten rûha, cismânî hayattan kalb ufkuna ve oradan da ebedî hayata yürütür ve yükseltirse onu ihya etmiş sayılır. Bu zaviyeden, bir kişinin kalb hayatı adına dirilişine vesile olmak için sabah akşam gayret eden ve dur durak bilmeden çalışan o mü'min de, karakter itibarıyla herkesin kurtuluşunu arzulayan ve bütün insanlığın ebedî saadetini dileyen, dolayısıyla topyekün beşeri ihyaya amâde bulunan bir insan demektir.

Gıybetin En Kahredicisi

Diğer taraftan, Esmâ-i Hüsnâ arasında İsm-i A'zam, Cuma gününde "vakt-i icâbe", vakit namazları içerisinde "Salât-ı vustâ", insanlar arasında velî kullar, Ramazan'ın son on gününde Kadir Gecesi, bütün tâat ve ibadetler içerisinde Allah'ın hoşnutluğu, kainatın ömründe kıyamet ve ferdin hayatında da ölüm anı gizli olduğu gibi, günahlar ve şerler arasında da öyle cürümler gizlidir ki, onlar bir anda insanı tepetaklak hale getirebilir ve onun felaketine sebebiyet verebilirler. Mü'minlerin sürekli uyanık olmalarına, hep dikkatli davranmalarına ve devamlı Allah'a sığınmalarına vesilelik eden bu gizliliğin bir neticesi olarak, aynı isimle anılan günahların bile öyle bir çeşidi ya da gayret-i ilahiyeye dokunan öyle bir derecesi vardır ki, o adeta zehirli bir yılan gibi avını bir anda sokup öldürür.

Bildiğiniz gibi; bir insanı, onun gıyabında, duyduğu zaman hoşuna gitmeyecek şekilde anmaya "gıybet" denir. Eğer, söylenen söz doğru ise, o gıybettir; fakat, yalan ise, hem gıybet, hem de iftiradır ve kat kat çirkin bir günahtır. Bununla beraber, gıybetin de çeşitleri ve derekeleri (aşağı doğru inen basamakları) vardır. Hak dostları olumsuz duygu ve düşünceleri bile bu kategoride mütalaa etmiş ve onlara "kalbin gıybeti" demişlerdir. Bir insanı, hafife alır şekilde elle göstermek ve kaş-göz işaretleriyle onu tahkir etmek de bir nevi gıybettir. "Falanın boyu kısa" ya da "Filanın ceketi münasebetsiz duruyor" türünden sözlerin gıybet olduğunda da şüphe yoktur. Bütün bu gıybet çeşitleri birer günahtır ve burada hayatın bereketini götürdükleri gibi ötede de insanı rezil rüsvâ ederler.

Fakat, gıybetin öyle bir çeşidi vardır ki, o, diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar tehlikeli ve kahredici bir günahtır. Öyle ki, bir hadis-i şerifte gıybetin bu türünün yirmi küsur zinadan daha büyük bir vebal olduğu ifade edilmiştir. Mesela, bir topluluğu, bir hareketi ya da bir cemaati temsil eden bir zatın gıybetini yapmak bu türden bir cürümdür. Çünkü, o insanın kaderi temsil ettiği cemaatle bütünleşmiştir; dolayısıyla onun hakkında yapılan bir gıybet bütün cemaatin gıybetini yapmak gibi sayılır.

Dahası, şayet böyle bir gıybet, herhangi bir insanla alakalı değil de, diyelim ki, Şâh-ı Geylanî gibi bir Hak dostu hakkında, ya da herhangi bir hareket veya sıradan bir cemaat değil de, mesela, Muhammed Bahauddin Nakşibendî Hazretleri'nin temsil ettiği bir daire etrafında yapılmışsa, bir de küçük bir gıybet gibi başlayan bu kîl u kâller medya yoluyla ve ekran aracılığıyla çok geçmeden koca koca iftiralara dönüşmüş ve her yana yayılmışsa, işte bu öyle korkunç bir cinayettir ki, -Allah korusun- o günahta küfre açılan sadece bir değil pek çok yol vardır ve insanın imansız gitmesine bâdî olabilir. Evet, bu öyle öldürücü bir cürümdür ki, onun içinde Nakşibendî Hazretlerinin hakkı olduğu gibi, onun altın silsilesinde bulunan Ubeydullah Ahrâr, Muhammed Zahid, İmam-ı Rabbânî, Abdullah Dihlevî, Mevlânâ Halid Bağdâdî gibi Hak erlerinin ve onların takipçilerinin de hakları vardır. Çünkü bu zatlar, Üstadlarından aldıkları ışıkla kendi dönemlerinden bugüne kadar yeryüzünü aydınlatmış ve nurlarını sürekli neşretmişlerdir; belki farklı versiyonlarıyla halkalar oluşturmuş ve hep irşada vesile olmuşlardır.

Bir de, bu cürmü işleyen kimse, "cı" ve "cu" ekleriyle o kötü fiilini biraz daha çirkinleştirirse, o zaman, o sözle işaret ettiği dairedeki bütün fertlerden teker teker helallik almadıktan sonra Cennet'e girmesi çok zordur. Zira, Peygamber Efendimiz, "Gıybetten sakının; çünkü gıybet zinadan daha şiddetlidir. Kişi zina edip tevbe eder de (bir daha yapmazsa), Allah Teâlâ onun tevbesini kabul eder. Fakat, gıybet eden, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe, o günahı bağışlanmaz." buyurmuştur. Gerçi, Hazret-i Rahman, ekstradan bir lütufta bulunup mahşerde o mücrimi gıybetini ettiği kimselerle karşılaştırarak, "Benim şu kuluma hakkınızı helal edin" diyebilir. Fakat, böyle bir talihlilik sürpriz bir lütfa, ziyade bir ihsana vabestedir ve unutmamak lazımdır ki, ubudiyete dair meseleler ekstra lütuflar üzerine bina edilmez.

Bundan dolayıdır ki, mü'minler öyle kötü bir akıbete düşmemek için gıybetin her türlüsünden uzak kalmaya bakmalı ve dillerini o çirkin sözlerden arındırdıkları gibi zihinlerini de kötü duygu ve düşüncelerden temiz tutmaya çalışmalıdırlar. Zinadan daha beter bir felaket olan gıybet çeşidinden korunmak için kîl ü kâlin en küçüğünden bile kaçınmalıdırlar; farkına varmadan en büyüğüne maruz kalmamak için en küçüğünden de içtinab etmelidirler. Allah'ın belası olan o Cehennem zakkumunun kendi hisselerine düşmemesi için sürekli Cenâb-ı Hakk'a sığınmalı ve dil afetlerinin hepsine karşı tetikte olmalıdırlar.

Fitnenin Böylesi

Aynı hususu, konumuzla çok alakalı olan fitne hakkında da düşünebilirsiniz. Aslında, fitne; sapıklık, fikir karışıklığı, iftirak, bir şeye gönül kaptırmak, günah, küfür, göz alıcı güzellik, mal ve evlat, imtihan etme, işkence, musibet ve belâ gibi manalara gelmektedir. Kur'an-ı Kerim'in altmış kadar ayetinde bu kelime ya da menşei ona dayanan başka bir ifade bulunmaktadır. İki kişi arasındaki uyuşmazlığa fitne dendiği gibi dinsizliği yaymak, insanları hak yoldan döndürmek ve içtimaî bünyede terör estirmek gibi kötülükler de fitne kategorisinde mütalaa edilmektedir. Evet, iki insanı birbirine düşürmek de bir fitnedir ve çirkin bir günahtır. Fakat, fitnenin de öyle müthiş bir türü ve gazab-ı ilahiyi celbeden öyle bir derekesi vardır ki, onu diğer fitne çeşitleriyle müsavi tutmak mümkün değildir; zira o, insanı bir anda derin bir ateş çukuruna itip dünya-ahiret saadetini bitirebilir. Dolayısıyla, öyle kötü bir akıbete uğramamak için fitnenin en küçüğünden bile uzak durmak ve fitne temayülü gösteren söz ve fiiller daha küçükken onları boğarak büyük bir cürüme dönüşmelerine meydan vermemek gerekmektedir.

Nitekim, Kur'an-ı Kerim, "Fitne, adam öldürmekten daha beter bir günahtır." (Bakara, 2/191) buyurmaktadır. Yani, her fitne adam öldürmek gibi olmasa bile, fitnenin öyle bir nev'i vardır ki, o, katilden daha şiddetlidir. Mesela, kaba kuvvet kullanarak baskı ve zulüm yoluyla dinsizliği yaymak, müslümanları öz değerlerinden uzaklaştırmaya kalkışmak ve nesilleri kendi mana köklerinden kopararak onları hem dünyada hem de ukbâda elim bir azabın içine atmak, öyle ağır bir suçtur ki; o, adam öldürmekten, bir mazlumun kanını dökmekten ve hayatını yok etmekten daha tehlikeli bir cürümdür.

Hele bir de öyle cinayetler vardır ki, onlarda fitne ile katil birbirine karışır. Mesela; biri kalkar büyük bir insanı öldürür ve ortadan kaybolur. Sonra fâili meçhul olan bu cinayet masum bir insana ya da bir zümreye fatura edilir. Dolayısıyla, bir kan davası baş gösterir. Hem maktulün tarafında olanlar hem de kendilerine suç isnad edilenler karşılıklı eza ve cefaya maruz kalırlar. Böylece, o cinayet, mukabil atf-ı cürümlerle büyür, genişler ve kocaman bir fitne halini alır. Hadise, sadece bir adam öldürme veya bir fitne çıkarmadan ibaret kalmaz; önü alınamaz iç içe fitnelere ve binlerce cinayetin işlendiği bir anarşiye dönüşür.

Maalesef, İslam tarihinde bu türden fitneler de meydana gelmiştir ve bunlar bir adam öldürmekten çok daha fecî cinayetlere sebebiyet vermiştir. Mesela; Hazreti Ömer efendimizin (radiyallahu anh) şehid edilişini sıradan bir cinayet gibi görmek mümkün değildir. Değildir; zira, Huzeyfe b. Yemân'ın ifadesine göre, Hazreti Ömer fitnelere karşı kilitli bir kapıdır; onun şehadetiyle o kapı açılmış ve hatta kırılmıştır. Evet, bir gün Hazreti Ömer, Peygamber Efendimiz'in "denizin dalgalanıp kabardığı gibi kabaran ve kuduran fitne" hakkındaki sözlerini sorunca, Hazreti Huzeyfe, "Ey mü'minlerin emiri, bu fitneden sana bir zarar yoktur. Çünkü seninle onun arasında kilitli bir kapı vardır" der. Ömer efendimiz "Kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?" diye sorar. "Kırılacak!" cevabını alınca, "Demek ki, kıyâmete kadar bir daha da kilitlenemeyecek!" der. Bir dostu, Hazreti Huzeyfe'ye "O kapı kimdir?" sualini tevcih edince, onun verdiği cevap "O kapı, Ömer'in kendisidir." şeklinde olmuştur. Bu itibarla, Hazreti Ömer'i öldürme sıradan bir cinayet olarak kabul edilemez; o, fitne kapısını kırma ve bir manada kıyamete kadar cereyan edecek fitnelerin önünü açma manasına gelir. Kur'ân-ı Kerim'in, haksız yere birini öldüren insanın ebedî Cehennemde kalacağını vurgularken işaret ettiği câniler de İkinci Halife'nin kanına giren Ebu Lü'lü Firuz gibi kimseler olsa gerektir.

Ne Kötü Bir Akıbet!..

Evet, "Kim bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği Cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisa, 4/93) mealindeki ayet-i kerimeden hareketle İbn Abbas (radiyallahu anh) ve ondan sonra gelen Tabiîn imamlarından bazıları, adam öldüren bir kâtilin ebedî azaba müstahak olacağını söylemişlerdir. Bazı müfessirler de, bu hükümden yola çıkarak, meseleye şöyle bir yorum getirmişlerdir: Nasıl ki, bir insanı öldüren kâtile dünyevî ceza itibarıyla kısas gerektiği gibi, o bütün insanları öldürse de yine aynı kısas gerekir; aynen öyle de, tek masumu öldürenin cezası ebedî cehennem olduğu gibi bütün insanları öldürenin cezası da sonsuz ateştir. Bu itibarla da, bir kişiyi öldüren sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.

Vakıa, "Şu muhakkak ki, Allah Kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama bunun altındaki diğer günahları dilediği kimse hakkında affeder." (Nisa, 4/48) ilahî beyanı, Allah Teâla'nın, şirk dışındaki günahları dilediği takdirde affedeceğini bildirerek bir önceki âyeti takyid etmiştir. Fakat, küllî bir nazarla meseleye bakıldığında görülecektir ki, her kâtil için ebedi cehennemde kalmak söz konusu olmasa bile, cinayetin de öyle bir çeşidi vardır ki, onu işleyenin dûçar olacağı akıbet sonu gelmeyen bir azaptır.

Demek ki, gıybet ve fitne gibi günahların derekeleri ve çeşitleri olduğu gibi, maktulün kimliğine, konumuna ve cinayetin sebep olabileceği neticelere göre adam öldürmenin de farklı türleri ve suç bakımından değişik dereceleri vardır. Öldürülen kim olursa olsun, cinayet cinayettir ama bir ordu komutanını ya da devlet başkanını katletmekle sıradan bir vatandaşı öldürmek, bunların sebebiyet verecekleri hadiseler zinciri açısından eşit değildir. Yine, herhangi bir mekanda işlenen cinayet ile haşerenin bile canına kıyılmasına müsade edilmeyen, ağaç yapraklarının koparılması dahi yasak kılınan Harem-i Şerif'te adam öldürmek aynı kefeye konulamaz. Hele insan öldürmenin öyle bir çeşidi vardır ki, işleme keyfiyeti, neticeleri ve kapı araladığı hadiseler bakımından o cinayeti işleyen kimse bütün insanları katletmiş gibi olabilir. Onun içindir ki, İbn Abbas hazretleri, ancak bir peygamberin ya da mü'minlerin idarecilerinin kanını dökmeyi bütün insanları öldürmeye denk tutmuştur. Dolayısıyla, kaderi milletinin kaderi olmuş bir insana idam sehpasını gösterenler topyekün bir milletin ölümüne ferman çıkarmış olurlar; kendini insanlığın kurtuluşuna adamış bir dava erini zehirleyenler, bütün milletin aşına, hatta Hazreti Muhammed Mustafa'nın (aleyhi ekmelüttehâyâ) çorbasına ve ashabın yemeğine zehir katmış sayılırlar. Bu da öyle büyük bir cinayettir ki, onu işleyenler mü'min bile olsalar, bütün insanlıktan helallik almayınca asla Cennet'in yolunu bulamazlar.

İşte insan bu denli büyük bir cürme girmemek için katlin en küçük görüneninden bile uzak durmalıdır. Zira, benzer tehlikeler ve aynı hüküm bugünün insanları için de söz konusudur. Nitekim, Hasan Basri hazretlerine "Bu ayet bizim için de geçerli midir?" denince, o şöyle cevap vermiştir: "Kendisinden gayrı ilah olmayan Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, evet geçerlidir; çünkü, İsrail oğullarının kanı bizim kanımızdan daha aziz ve değerli değildir!"

Hasılı, haksız yere adam öldürmenin her türlüsü büyük bir günahtır; fakat, onun içinde zamana, mekana, öldürülenin kimliğine ve konumuna göre farklı derekelerden bahsetmek mümkündür. Kan dökmenin haram oluşuna muhalif davrandığı, cinayet yasağını çiğnediği, öldürme işine ön ayak olduğu, diğer insanları da bu günahı işlemeye karşı cesaretlendirdiği ve böylece toplum düzeninin bozulmasına yol açtığı için bir kişiyi öldüren bir manada bütün insanları öldürmüş sayılır. Yine, Cenâb-ı Hakk'ın gazabını ve lanetini çekmesi, Cehennem ateşine sebebiyet vermesi açısından bir kişiyi öldürmekle herkesi öldürmek birdir. Kısas hakkından vazgeçmek, cinayetten el çekmek ya da bir felakete düşmesine mani olmak suretiyle bir insanın hayatını kurtaran kimse de bütün insanları kurtarmış gibidir.

Nebi vesayeti

Peygamber vesayeti varlığa tedelli usulü ile bakmayı gerektirir. Kâinatta müşahede edilen delillerden yola çıkarak Cenâb-ı Hakk’a ulaşmaya bedel tedelli, baştan Yaradan’ın kabul edilmesi demektir. Bunun aksi olan yaklaşım tarzında ise, mün’amün ileyhten (kendisine nimet verilenden) Mün’im’e (nimeti veren Cenâb-ı Hakk’a) ya da nimetten Mün’im’e gidilir ki, bu tavır insanın yollarda takılmasına sebep olabilir. Natüralist ve materyalist mülâhazalar, söz konusu yollarda kalmanın örnekleridir.

Nefis zamanla kuvvet kazanabilir mi?

Soru: Yıllar geçtikçe insanın nefsi daha da kuvvetleniyor mu?

Cevap: Nefis zamanla kuvvet kazanabilir. Zira, seneler geçtikçe insanda bazı arzular, cismâniyete ait bir kısım istekler belirir; tûl-i emel, bedenî istekler, servet düşüncesi ve mal mülk hırsı baş gösterir. Bütün bunlar bir de ülfetle kuvvetlenir ve desteklenirse insan yenilebilir, kayıp düşebilir.

Bu hisler belirdikçe, insan, bir yönüyle yerinde daha sıkı durmaya çalışmalı; dine ve millete hizmet gayesine daha bir bağlanmalı. Cenâb-ı Hak, insanı hususî mahiyette nerede sıyanet edecekse, kul o noktayı aramalı. Kur’ân-ı Kerim’de “Siz beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara, 2/152), “Allah’a yardım eder, dinine arka çıkarsanız; o da size yardım eder” (Muhammed, 47/7) buyuruluyor ve bir mânâda sıyanet-i ilâhiyeye mazhar olma yolu gösteriliyor.

O zaman insan, duracağı tabyaları çok iyi belirlemelidir. Yani, bu ilâhî ahdi görmeli ve “Demek ki, ben onu anlatma konumunda olmalıyım. O konumun hakkını vermeliyim. Duruşumu sık sık gözden geçirmeli, kendimi sağlama almalıyım” demelidir.

Bir taraftan insan benliğinde bazı hisler gelişirken ve düşmanın taarruz yollarını çoğaltması söz konusu iken, o olduğu yerde kalırsa elbette yenik düşer. İnsanın da o istikamette gelişmesi lâzımdır. İmanı, sırf delillere dayalı zihnî bir mefhum olarak algıladığı dönemlerde insana sadece “İnandım” demesi yetebilir. Fakat daha sonra bu itirafı ve bilgiyi kalbe maletme, tabiatının bir yanı haline getirme, yani yeme içme, yatma ve istirahat etme gibi tabiatının bir buudu haline getirme şarttır. İnsan, yemek yemediğinde rahatsızlandığı gibi ibadet etmediğinde de huzursuzluk duyacak kadar bunları tabiat haline getirmezse, daha sonraki “ülfet dönemi”nde ayakta duramaz, devrilir.

Bu açıdan her fırsatta arz ediyorum, dünkü inancımız Şah-ı Geylânî’nin imanı seviyesinde olsa da, o bugün yetmeyebilir. Bugün yeni baştan, bir kere daha ilim, idrak ve anlayış ufkumuza göre Allah’a olan imanımızı yenilememiz gerekir. Âyât-ı tekvîniye ve teşrîiyeyi her gün bir kere daha, değişik bir yönüyle gözden geçirerek imanımızı yenileme mecburiyetindeyiz. Sürekli araştırmalı, aklımızın ermediği şeyler üzerinde “Burada bir hikmet vardır” mülâhazasıyla ısrarla durmalıyız.

Hz. Bediüzzaman diyor ki; “Rahîm-i Zülcemâlin bağistan-ı kereminden, mucizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Hâlbuki, bazen az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi yapanın, her şeye kâdir olması lâzım gelir.”

Bu düşünceler, ilme’l-yakînin bir mertebesidir ve belli bir yere kadar benzeri duygu ve düşünceler bizi ayakta tutar. Fakat bir noktadan sonra bu bize yetmeyebilir. Daha ileriye götürürüz bu tefekkürü, ilmî tahlillerin yapıldığı ortamda onu tekrar gözden geçiririz; bir de oradan yürürüz; orayı da bir pist yapar, bir de oradan yükseliriz. İlme’l-yakînin âlî mertebesinde yeni bir açılım daha yaparız. Sonra bir fırsatını bulunca bir kere daha... Bir kere daha... Sürekli yeniler dururuz kendimizi. Yoksa içinde bulunduğumuz çevrede yenilenmeler yaşanıyor, düşünceler değişiyor, ilim mantığı ve ilim felsefesi başkalaşıyorsa ve biz buna rağmen olduğumuz yerde kalıyorsak, şeytan o yeni malzemeyi kullanır ve biz yenik düşeriz, Allah muhafaza, devriliriz.

Sürekli kendimizi yenileme, bu yenilemeyi yaparken de kalbimizle beraber yürüme mecburiyetindeyiz. Kalbimizin, aklımızdan bir adım geri kalmaması, hayatiyetini koruması lâzım. Unutmamak icab eder ki; mantığı çok ileriye gitmiş, muğalata ve diyalektik adamı olmuş bir insanın, kalbi o ölçüde inkişaf etmemişse onun kuru mantık ve diyalektiği kalbini yutmuş, demektir; kalbî hayatını öldürmüş ve onu latîfe-i Rabbâniyeden mahrum etmiş, demektir.

Evet, insan düşünce ufku ne seviyede olursa olsun, kalbini nazardan dûr etmemeli... Başını yere koyup sabahlara kadar dua dua yalvarmalı. Çünkü ebedî mutlu olacağı bir âlem için ayağına zincir vursalar ve deseler ki, “Başını yerden kaldırmadan ömür boyu secde edeceksin; ama neticede ebedî mutlu olacağın bir dünyayı kazanacaksın.” Aklı varsa insan secde eder. Eder, zira, önünde bir ebedî saadet vardır. Altmış yetmiş sene, altı yüz yedi yüz sene veya altı milyon yedi milyon sene değil; sonsuz bir hayat... İşte bizim önümüzde de o ebedî hayat var. Onun için ne verilse değer. Bundan dolayı akıllı mü’minler anlatılırken “Mallarını, canlarını, her şeylerini Allah’a satarlar, verirler” (bkz.: Bakara, 2/207; Tevbe, 9/111) denilmektedir.

Biz de ebedî saadeti yakalamak için kulluk vazifemizi kusursuz olarak yapmaya çalışmalı ve Allah’ın merhametine sığınmalıyız. Sürekli onun karşısında el açıp bel bükmeli ve çok dua etmeliyiz. Mesela, mümkün olduğu kadar çok “Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeh” (Ey bizim Kerim Rabb’imiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla) (Âl-i İmran, 3/8) demeliyiz. “Allahümme Yâ Mukallibe’l-kulûb! Sebbit kulûbenâ alâ dînik.” (Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi dinin üzere sabit eyle) imanla perçinle ki sökülmesin, kurşunla çivile oraya, diye yakarmalıyız. Hemen ardından “Sarrif kulûbenâ ilâ tâatik.” (Kalbimizi sana itaate çevir, sana kulluğa meylettir) ifadesini eklemeliyiz. Bunları on defa değil, bin defa söylesek, yine de az demiş oluruz.

Kaldı ki, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bunları sabah ve akşam dualarında üçer kere söylüyor ve bizlere de tavsiye buyuruyor. O bir Nebi’dir, hem mâsum hem de masûndur ve teminat altındadır. Bize gelince, bizim ne mâsumiyetimiz, ne masûniyetimiz var. Yani ne günahsızız, ne de Allah (celle celâluhû) tarafından korunma ve sıyanet altına alınmışız; yok öyle bir teminatımız. O bile böyle diyorsa, bizim titrememiz, çırpınmamız lâzım değil mi?

Hiç kimse demesin, “İçime şu geliyor, bu geliyor... Şöyle bir kalbî problemim var.” İçine o geliyor da sen üst üste kırk gece kalkıp o iş için ağladın mı? Başını yere koydun, alnını yaşlar içinde buldun mu? Neden mazeret beyan ediyorsun? Yüreğinle Allah’a teveccüh et, yalvar yakar! “Tut elimden Allah’ım, tut ki edemem sensiz!” de.

Alvar İmamı ne güzel söyler:

Sen Mevlâ’yı sevende
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında
Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen
Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?

Rica ederim, onun uğrunda yüreğinizi parçalamadan yüreği parçalanmış insanlara lütfedilen şeyleri beklemeyin. O bazen ekstradan da lütfedebilir; ama umumiyetle aldığınız risk kadar, gösterdiğiniz gayret ve cehd kadar mükâfat vardır. Hele siz bir gecenize gündüz boyası çalın, o da sizin gecenizi gündüz yapsın. Siz dünya gecelerinizi gündüz yapın, o da ahiret karanlıklarını aydınlığa tebdîl eylesin.

Allah, eşiğine baş koyan yüzleri çiğnetmez ve mahcup etmez; yeter ki siz yürekten ona yönelin ve “...Edemem, sensiz asla edemem!” deyin.

Nefis, Şeytan ve A’raftakiler

Fethullah Gülen: Nefis, Şeytan ve A’raftakiler

Soru: Kur’ân-ı Kerim’de, kendisine hak ve hakikati bulma yolunda âyetler verildiği hâlde, onlara sırtını dönüp şeytana tabi olan ve neticede azgınlardan biri hâline gelen talihsiz bir kişiden bahsedilmektedir. (Bkz.: A’râf Sûresi, 7/175) Hakka giden yolda bulunuyorken insanın hayatını böyle hazin bir akıbetle noktalamasının sebepleri nelerdir?

Cevap: Hak yolunda giderken başka yollara sapma sebeplerinin başında insanın bu hayatın imtihan için var edildiği ve her an her şeyle imtihana tabi tutulduğu gerçeğini unutması; unutup da nefsin ve şeytanın aldatmalarına kanması gelmektedir. Esasen insan, bir taraftan nefis mekanizması, diğer taraftan da nerede, ne zaman ve ne şekilde karşısına çıkıp kendisini aldatacağı belli olmayan şeytan unsuruyla her zaman karşı karşıyadır. Çoğu zaman bu düşmanlar, insana dost suretinde yaklaşarak doğruyu yanlış, çirkini güzel, bâtılı hak gösterir ve insanı idlâl edebilirler. Bu aldatmalara kanmamak için insan, nefsin ve şeytanın vesveselerine karşı daima uyanık olmak zorundadır. Yoksa bir anlık gaflet bile bazen insanı telâfisi zor veya imkânsız aldanmalara sürükleyebilir.

Nefsimize ve cismaniyetimize bakan yanı itibarıyla dünyanın cazibedar güzelliklerini, o çok aldatıcı şeytanın illüzyon için kullandığı birer malzeme olarak düşünebilirsiniz. Evet, şeytan, amansız bir düşman gibi, hiç olmayacak yerde, olmayacak şeyleri insana çok cazip gösterir. Ne var ki

وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
“Nice sevmediğiniz şeyler vardır ki, o sizin için hayırlı olabilir. Ve nice sevdiğiniz şeyler de vardır ki, sizin için şerli olabilir. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara Sûresi, 2/216)

âyet-i kerimesine göre, hoşumuza giden bazı şeyler, neticesi itibarıyla bizim için zehir zemberektir. Farklı bir tabirle ağzımıza aldığımız zehirli bal başlangıçta çok cazip, tatlı gelse de, arkasından bize şiddetli bir karın ağrısı çektirir. Aynı şekilde insanın karşı karşıya kaldığı bazı hâdiseler vardır ki, dış yüzü itibarıyla acı ve sıkıntı verici görünürler, fakat onların bu acılığına ve sıkıntısına katlandığınızda, âdeta onlarla kanatlanır ve revh u reyhana ulaşırsınız. Mesela şeytan evinizin önünde bulunan ve içine girip temizleneceğiniz bir akarsuyu size çok korkunç ve çok derin göstermek ister. Fakat siz, meseleyi akl-ı selim, hiss-i selim ve kalb-i selimle tetkik edip işin iç yüzünü öğrendiğinizde; öğrenip onun içine girdiğinizde, bakarsınız ki, su topuğunuza bile çıkmıyor ve aynı zamanda bu su sizi arındırıp temizliyor. İşte şeytan bir taraftan negatif illüzyonuyla sizi olumsuzlukların içine çekmeye çalışırken, diğer taraftan da pozitif gibi görünen bir illüzyonla sizi hayırlı işlerden alıkoymak ister. Zira o, Kur’ân’ın ifadesiyle “müsevvil” ve “müzeyyin”dir. Yani insanlara günahları süslü göstermektir.

Gaflet anını kollayan fırsatçı

Evet, insanın en amansız düşmanı olan şeytan, sürekli insanın boşluklarını araştırır, onu hangi noktadan vurabileceğinin hesaplarını yapar; şehvet, korku, makam sevgisi, rahat, menfaat düşkünlüğü gibi zaafları değerlendirir ve fırsatını bulduğu anda insanı tepetaklak yere serer.

Kur’ân-ı Kerim, şeytanın insana karşı nasıl bir hınç taşıdığını, nasıl bir kin ve nefretle dolu olduğunu şu ifadelerle dile getirir:

فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ ثُمَّ لَآَتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ
“Sen beni baştan çıkarıp azgınlığa mahkûm ettiğin için ben de Senin kullarının yolunu keserek sürekli onları gözlemeye koyulacağım; onlara pusular kuracak, sonra da kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından gelerek onlara sokulacağım ve Sen çoklarını şükreden kullar olarak bulamayacaksın.” (A’râf Sûresi, 7/16-17)

Aynı şekilde, Sâd Sûresi’nde de

فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ
“İzzetine yemin olsun ki, ben de onların hepsini baştan çıkaracağım.” (Sâd Sûresi, 38/82)

sözüyle şeytanın insana karşı doyma bilmez kin ve hasedi ifade edilir. Bütün bunları ve Kur’ân’ın bu mevzudaki sair beyanlarını göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki, insanın bütün sürçmelerinin, kaymalarının, düşmelerinin, Allah’a karşı laubalice tavır ve davranışlarının, gaflet içinde çakırkeyif oynayıp zıplamalarının arkasında şeytanın dürtü ve vesveseleri vardır.

Mevcutla yetinen aldanır

Hiç şüphesiz böyle amansız bir hasım karşısında bulunan insanoğlunun, a’rafta duruyor gibi durmaması ve inandığı bütün değerleri, aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle, Kur’ân ve Sünnet’in muhkemâtıyla teyit etmesi, yani “Aslında iman edip Rabbilerine güvenen ve dayananlar üzerinde şeytanın bir nüfuzu yoktur.” (Nahl Suresi, 16/99) ayetinin müjdesine nail olmak için iman ve tevekkül binasını muhkem hâle getirip ilâhî sıyanete sığınması gerekmektedir. Farklı bir tabirle, yetiştiği kültür ortamının kazanımlarıyla yetinen, inandığı değerleri benliğine mâl edemeyen ve imanını tahkike taşıyamayan kimselerin şeytanın tuzaklarından korunmaları mümkün değildir. İşte soruda ifade edilen, yerini tam belirleyememiş böyle kararsız birinin durumu Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da şu ifadelerle anlatılır:

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آَتَيْنَاهُ آَيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ
“Onlara, kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri (idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu.” (A’râf Sûresi, 7/175)

Kur’ân, ibret alınması için burada bir insanın hayat macerasını anlatıyor. Öyle ki ona insanın gözünü ve kulağını açacak, dilini doğru konuşturacak, kalbini müstakim düşünceye sevk edecek âyetler yani apaçık mucizeler veya kerametler verildiğini, fakat onun bütün bunlardan sıyrılıverdiğini ifade buyuruyor. Demek ki bu zavallı insan, belli mazhariyetlere sahip olsa da henüz yerini tam olarak belirleyememiş, ayaklarını sağlam yere basamamış, a’râftan kurtulamamıştır. Farklı bir tabirle o, müspet bir ortamda neş’et etmiş olsa da, yetiştiği kültür ortamından elde ettiklerini tabiatına mâl edememiştir. Kültür ortamının mirasyedisi olan bu zavallı insan, sahip olduğu inanç ve malûmatını kendi ceht ve gayretiyle teyit etmediği, bunlar üzerinde ciddî bir fikir sancısı çekmediği ve iradesinin hakkını vermek suretiyle duygu, düşünce ve akide dünyasını yeniden bir kere daha inşa etmediği için takılıp yollarda kalmış ve kaybedenlerden olmuştur. Bazı tefsircilerin ifadelerine göre, ism-i âzamı bilmesi, esrar-ı ulûhiyet ve esrar-ı rubûbiyete vâkıf olması dahi ona bir fayda sağlamamıştı. Çünkü bu bilgiler onun içine oturmadığından kendisine ait değildi. Bu açıdan eğer bir insan, atalarından kendisine intikal eden düşüncelerini, restorasyona tâbi tutmuyor, sahip olduğu malûmatın her parçasının yerli yerinde olup olmadığını bir kere daha gözden geçirmiyorsa, şeytan böyle bir insanın içine her zaman vesvese ve tereddüt tohumları atabilir; atıp onun kalb ve kafasını bulandırabilir.

Kesintisiz Sohbet-i Cânan

Kur’ân-ı Kerim a’râftan kurtulamamış olan bu kişinin durumunu daha sonra şu şekilde beyan ediyor:

وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلكِنَّهُ أَخْلَدَ إِلَى الْأَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوَاهُ
“İsteseydik Biz onu o âyetler sayesinde düştüğü yerden çıkarır ve yükseltirdik. Fakat o, yere saplanıp kaldı ve hevasına tâbi oldu.” (A’râf Sûresi, 7/176)

Yani o, rahatına, cismaniyetine, şöhretine, taklide, alkışa, heva ve heveslerine takılarak, üzerindeki mazhariyetlerin Allah’a ait olduğunu unuttu. O bütün bunları unutunca, kendisi de unutulanlardan oldu.

Daha sonra ise onun hakkında şöyle buyruluyor:

فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ
“Onun hâli tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da yine dilini salar solur!” (A’râf Sûresi, 7/176)

Birkaç ayet sonrasında ise “onlar hayvanlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar.” (A’raf Sûresi, 7/179) buyrulmak suretiyle bu duruma düşenlerin hayvanlardan da aşağı bir konuma yuvarlandıkları ifade ediliyor.

Görüldüğü gibi en şerefli bir varlık olarak yaratılan, yüceliklere aday olan, meleklerden bile daha üstün bir mahiyete sahip bulunan insan, düştüğü zaman düz bir zemine değil, derin bir çukura düşüyor. Yani o, heva ve heveslerinin tutsağı olduğu zaman düz insan seviyesini bile koruyamıyor ve hayvan mertebesine iniyor. İşte böyle bir insanın durumu anlatılırken Allah kelâmında meselenin ciddiyet ve dehşetinden dolayı ifade nezaheti (ifadedeki incelik ve yumuşaklık) bir derece geriye çekiliyor ve böyle birisinin durumu bir hayvan davranışına benzetiliyor.

Hâsılı, şayet insan yürüdüğü yolda kararlı yürümüyor, donanımını bu yolda yürümeye müsait hâle getirmiyor, sürekli kendini yenileme azim ve kararlılığı içinde bulunmuyor ve

جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ
“İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” (Bkz.: el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/204)

hakikatine bağlı yaşamıyorsa her zaman için bu engellerden birisine takılma ihtimali vardır. O hâlde, insan bütün bu engelleri aşıp hedefine ulaşabilmek için ciddî bir azim ve kararlılıkla himmetini imanını korumaya yönlendirmeli, onun etrafında âdeta aşılmaz surlar oluşturmalı, salih amel ve sohbet-i cânanla da sürekli kalb ve ruhunu beslemelidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

 

Nefiste çözülen problemler ve toplumun ıslahı

Fethullah Gülen: Nefiste çözülen problemler ve toplumun ıslahı

“Nefsiyle problemlerini çözememiş bir insanın çevresi ve toplumla alakalı problemleri de çözemeyeceği” ifade ediliyor. Nefsin ıslahıyla toplumun ıslahı arasında nasıl bir münasebet vardır, izah eder misiniz?

Nefs-i levvâme

Soru: Cenâb-ı Hakk’ın, yedi nefis mertebesinden ikinci mertebe olan “levvâme”ye yemin etmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Sizin de soruda ifade ettiğiniz gibi Cenâb-ı Hakk’ın, üzerine yemin ettiği şeylerden biri de nefs-i levvâmedir. Allah Teâlâ, Kıyamet Sûresi’nin ikinci âyetinde “Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!” (Kıyamet, 75/2) buyurmaktadır. Bu âyetten dolayı, biz de bir yazıda nefs-i levvâme için “bu saflardan saf rûh” ifadesini kullanmıştık.

“Hayvanî nefis” de diyebileceğimiz insan benliği, terakkiye her zaman açıktır. O, terbiye ve tezkiye ile nefs-i emmâreden levvâmeye, oradan mulheme, mutmainne, râdıyye, merdıyye ve sâfiye diyegeldiğimiz nefis mertebelerinde seyahat edip zirvelere yürüyebilir. Levvâme, yedi nefis mertebesinden ikincisidir. Daima kötülüğü emreden, çirkinlik ve günah karşısında rahatsız olmayan nefis, nefs-i emmâredir. Onun bir basamak üstü diyebileceğimiz nefs-i levvâme ise yer yer sürçse, günaha girse de, kendini bir muhasebeye tâbi tutar ve günahtan rahatsızlık duyar. Günah, nefs-i levvâme sahibinin gönlünde ıstırap, nedamet ve vazgeçme duygusu hâsıl eder ki bu da seyr u süluk adına bir mertebedir.

İşte, Kur’ân-ı Kerim’de asr, güneş, fecr, gece, gündüz gibi zaman, mekân ve farklı eşyâ üzerine yemin edilmiştir. Edilen bu yeminlerle, o şeylerin bazı yönleri itibarıyla önemli olduğu vurgulanmıştır. Nefs-i levvâme de bir yönüyle çok önemlidir. O, günaha karşı bir ilk tepkinin, isyandan kaçışın, tevbeye meylin ve tekrar rotaya girmenin ifadesidir. Tıpkı freni patlamış bir araba yokuş aşağı giderken ve şarampole yuvarlanması kat’î görülürken şoförün bir anda virajı alması ve arabayı devrilmekten kurtarması gibi, nefsin levvâme mertebesindeki bir mü’min de düşüp baş aşağı yuvarlanmak muhtemelken anî bir hamleyle günaha karşı ilk tavır belirleme ve çırpınma tavrı sergiler. Nefs-i levvâme bu yönüyle bir mertebe ve derece kabul edilmiştir.

Nefsin Sorgulanması

Kur'ân-ı Kerim'de geçen, "Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!" (Kıyamet sûresi, 75/2) âyet-i kerimesi ışığında nefsi sorgulayıp hesaba çekme meselesini nasıl anlamalıyız?

Nerede Fütuhât-ı Medeniyye ve nerede Fütuhât-ı Mekkiyye?!.

Unutulmamalıdır ki; subjektif mükellefiyetler, belli seviyedeki insanlara özel yükümlülüklerdir; bunlar, marifet ehline, Allah’ı iyi bilenlere, hakiki manada O’na inananlara, yakîn mertebelerinden birine otağını kuranlara ve kurbet kahramanlarına has mükellefiyetlerdir. Bu itibarla, umum insanlar Medine’deki mukayyed ve dar alanlı kullukla, yani herkesi bağlayan objektif emirlerle mükelleftirler. Normal bir insanı, subjektif mükellefiyet çizgisine zorlamak ona “teklif-i mâlâ-yutak”ta bulunmak manasına gelir ve “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın...” hakikatına ters bir davranış sayılır. Evet, henüz cismaniyetten sıyrılamamış bir insana o ufku göstermek, onu taşıyamayacağı çok ağır bir yükün altına sürmek ve belini kırmak demektir.

Oysa, dinde asla zorluk yoktur; İslam “yüsr” (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir. Fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran, dinin ruhuna zıt bir iş yapmış olur. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır.” mealindeki hadis-i şerifiyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Öyleyse, insanlara güçlerini aşkın sorumluluklar yükleyerek, dini yaşanmaz hâle getirmemek gerekir. Kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dinde pek çok af alanı bulunduğunu hep hatırda tutmak icap eder.

Nitekim, Nur Müellifi, “Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.” derken dinin özündeki bu kolaylığa işaret etmiş ve objektif olan kaideyi dile getirmiştir. Yani, bütün insanları bağlayan bir hüküm söz konusu olduğunda, en zor şartlar altındaki kimselerin de nazar-ı itibara alınması gerektiği esasına binaen, nâmüsâit şartlara maruz kalan bazı mü’minlerin abdest de dahil bir saate sıkıştırmak suretiyle de olsa namazlarını mutlaka kılmaları gerektiğini ifade etmiştir. Evet, aslında mü’minler, namazlarını Mi’raca çıkıyormuş gibi derin bir şuur ve huşu ile ikâme etmelidirler; fakat, Mi’raç televvünlü namaz ufkunu yakalayamayanlar, onu en azından kendilerini kötülüklerden ve fuhşiyâttan alıkoyacak şekilde eda etmeye çalışmalıdırlar. Buna da muvaffak olamayanlar, bari ülfet alaşımlı namazdan vazgeçmemeli ve hiç olmazsa mükellefiyetlerini yerine getirip ötede hesaptan kurtulmalıdırlar.

Hazreti Bediüzzaman, “Sakın deme, ‘Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede!’ Zira bir hurma çekirdeği, mânen bir hurma ağacı gibidir.” buyurarak, namazı sadece bir mükellefiyet olarak eda eden âmi bir insanın bile amel defterine bir ibadet hissesi kaydolacağını belirtmiş; avamın ümidini bütün bütün kırmamak ve insanları ye’se düşürmemek için objektif olanı öne çıkarmıştır. Yine o, kendisi sabahlara kadar ibadet ü taat ve evrâd ü ezkârla meşgul olduğu halde, teheccüd namazının iki rek’at dahi olsa kılınabileceğini söylemiş ve hiç olmazsa teheccüdün asgarîsinin ihmal edilmemesini istemiştir. Hazreti Üstad’ın “Farzları yapan, kebîreleri işlemeyen kurtulur.” demesi de, ağır şerait altında hakiki takva dairesine girmenin çok zor olduğu bir dönemde, ruhsatlarla amel eden insanların da daire dışında kalmamaları için avama Medenî teşrîi işaret etme ve objektif olanı gösterme kabilinden bir ifadedir.

Hâsılı, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz kendisi ayakları şişene kadar namaz kıldığı halde, ümmetine hep güçlerinin yettiği kadarını teklif etmiş ve onlara ibadet nev’inden bile olsa altından kalkamayacakları işleri üzerlerine almamaları tavsiyesinde bulunmuştur. Bu açıdan, hem namaz gibi ibadetleri tam duyma hem de ibadet ve ubudiyetten öte bir ubudet insanı olma meselesi bir seviye ve gönül işidir. Bütün mü’minler, ibadet konusunda hem keyfiyet hem de kemmiyet itibarıyla her zaman daha ileri mertebelere teşvik edilirler ama bu hususta bir ikrah söz konusu değildir. Ne var ki, her mü’min, ferdî hayatı açısından kendisini zorlamalı, daha derin bir kul olmaya çalışmalı ve gücü yetiyorsa Mekkî teşrîye göre yaşamalıdır. Başkaları mevzubahis olduğunda ve hususiyle de avam hakkında söz söyleyeceği zamanlarda, İmam Rabbani Hazretleri’nin “Fütuhât-ı Medeniyye varken, Fütuhât-ı Mekkiyye kitabına bakmayız.” sözüne kulak vermeli; Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretleri’nin Fütûhât-i Mekkiyye’si gibi subjektif mükellefiyet çizgisini gösteren eserleri değil, Medine döneminde tefsîr, tafsîl, takyîd ve tahsîslerle tamamlanan ve bütün objektifliğiyle ortaya konan disiplinleri esas almalıdır. Vicdanının belirleyeceği marifet ufku zaviyesinden kendisini Fütuhât-ı Mekkiyye’den mesul tutsa bile, halkı “teklif-i mâlâ-yutak” sayılacak yükümlülüklere zorlamamalıdır.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.