• Anasayfa
  • Herkül Nağme - Fethullah Gülen Web Sitesi

31. Nağme: Kur’an hangi hastalıklara şifadır?

Yûnus Sûresi’nin 57. ayetinde meâlen, “Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa, müminlere doğru yolu gösteren bir hidâyet ve rahmet geldi.” buyuruluyor.

Bu 7:29 dakikalık ses kaydında, zikredilen ayetle alâkalı bazı nükteleri ve şu soruların cevaplarını bulacaksınız:

  •  Kur’an-ı Kerim’de şifa olduğu vurgulanan iki nimet hangileridir?
  •  Maddî-bedenî hastalıkların şifası için de Kur’an okunmalı mıdır?
  •  Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hangi sûreye “Şâfiye” buyurmuştur?
  •  Talebe kimdir; talebe kalmanın şartı nedir? Talebenin ruhu nasıl kabzedilir?
  •  Kendini deniz sanan bir insanın “bendeniz” sözü burada nasıl bir hal alır ve öteye nasıl yansır?

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

310. Nağme: Doğruluk, itmi’nan; yalan, şüphe doğurur!..

  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

    دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ، فَإِنَّ الصِّدْقَ طُمَأْنِينَةٌ، وَإِنَّ الْكَذِبَ رِيبَةٌ
    Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak; içinde kuşku uyaran şeyleri terket ve kuşkusuz bir iklimde yaşa. Zira gönül, doğruluktan huzur bulur, yalandan kuşku duyar; doğruluk insanın içinde itminan ve oturaklaşma hâsıl eder; yalan ise, şüphe, tereddüt, burkuntu ve bulantıdır.

  • Takva, farzları yapıp günahları terk etmekle beraber haramlardan fevkalâde sakınma duygusu içinde bulunmak, günaha girme korkusundan dolayı bazı mübahlara el uzatırken bile titremek ve hatta şüpheli şeylerden kaçınarak, şöyle-böyle kuşku hasıl eden her şeyi bırakıp, tamamen tereddütten uzak bir hayat yaşamak manalarına gelmektedir. Bir mü’minin, hidayetten ve hidayet rehberi sayılan Kur’ân’dan tam istifadesi de işte bu ölçüde bir takvaya vâbestedir. Hidayet ile takva âdeta ikiz kardeş gibidir. Kur’ân’ı anlama, duyma, onun ulviyet ve azametine ulaşabilme takvaya bağlıdır ve takvanın derecesine göre de istifade nispeti artmaktadır.. evet takvada derinleşen mü’minin, Kur’ân’ı anlayışı, sezişi ve duyuşu da derinleşir.
  • Bediüzzaman hazretleri, içinde yaşadığı dönemin ağır şartları altında, hakiki takvâyı elde etmenin çok zor olduğunu görmüş; takvâ mülahazasını ortaya koyarken, insanların ümidini bütün bütün kırmamak ve takvâ dairesinin kapısını tamamen kapalı göstermemek için farzları yerine getiren ve büyük günahlardan uzak duran kimselerin müttakilerden sayılacağını ifade etmiştir: “Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrât kazanmaktır. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.” buyurmuştur.
  • Geçenlerde namaza yetişmek için koşan Doktor Bey’i görünce hiss-i şefkatimle -biraz da babamdan kalma espri tavrımla- “Bu Doktor Bey yaşının farkında değil galiba!..” dedim. Belki bu söz ve tavrımda bir gıybet söz konusu değildi; fakat, ötede bunun da sorulabileceği ihtimaline binaen ilk fırsatta ondan helallik istedim. Zira, Peygamber Efendimiz bize şüpheli alanda da dolaşmamak gerektiğini tavsiye buyuruyor.
  • Sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen şümullü bir tabirdir.
  • Harama düşmeme hususunda azamî dikkat göstermek gerektiğini ifade eden Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Helal de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası mevcuttur; o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. İşte o, kalbdir!”
  • Yalanın en küçüğünden bile kaçmak lazım; zira, bir insanın söz, tavır ve davranışlarında sıdk azaldıkça onun gönlünde nifak kuvvet bulur. Münafığın belirleyici sıfatlarından birisi yalancı olmasıdır. Bediüzzaman hazretleri, “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir” diyerek bu hakikati bir başka şekilde ifade etmiş; onun küfrün esası ve nifâkın birinci alâmeti olduğunu söylemiş ve küfrün arkadaşı olan kizbden (kezibden) çekinmeleri için mü’minleri uyarmıştır.
  • Sıdk bir peygamber sıfatıdır. Güzel ahlakın kapısı doğrulukla açılır; en makbul ve seçkin kullar mertebesine, Cennet’in zirvesine sadâkatle ulaşılır. Ashâb-ı Kirâm’ın hepsi birer sıddîktır; ne var ki, onların en önünde yer alan ve sadâkat sancağını taşıyan zat Hazreti Ebu Bekir efendimizdir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

314. Nağme: Hadiselerin dili ve konuma göre sorumluluk

  • İster fert, ister aile, isterse de toplum planında meydana gelen hadiseleri sadece görünüşleri itibarıyla değil, aynı zamanda arka planlarıyla da düşünmek ve onların verdiği mesajları anlamaya çalışmak lazımdır. Hiçbir hadisenin tesadüf eseri olmadığına inanmalı; “Niye bana/bize?” dememeli ve “Acaba hangi davranışla buna sebebiyet verdim/verdik?” mülahazası üzerinde durmalıdır.
  • Ehl-i dünya, kaderden bir tokat yiyince “Niye hep bana?” diyor; hatta enbiya-yı izamı bile kendi anlayışlarına göre konuşturuyor. Oysa, günümüzde çok yaygınca telaffuz edilen “Ne ettim ki, bunlar benim başıma geldi? Neden bu belalar hep gelip beni buluyor? Niye bu sıkıntılar?” gibi kaderi ve ilâhî kazayı tenkit manasına gelen ifadeler, gafilce sözlerdir. Birer denge insanı olan peygamberler katiyen öyle düşünmeyecekleri gibi, mü’minler de asla öyle gafilce sözleri seslendirmemelidirler.
  • Her türlü musibet ya bir günaha kefaret veya mü’minin derecesini artıran bir vesile ya da teyakkuza davet eden bir sinyaldir. Bir hadis-i şerifte, “Müslümanın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın.” buyurulmaktadır. Evet, aslında çok küçük musibetler bile birer ikazdır ve her hadisenin bir sinyal yanı vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah'a teveccüh eder ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah'ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def edilmesine vesile olur.
  • Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İmam (idareci) çobandır ve güttüğünden mesuldür. Erkek ailesinin çobanıdır, elinin altındakilerden mesuldür. Kadın, evinin çobanıdır, yeddiklerinden mesuldür. Hizmetçi de, efendisinin malından mülkünden sorumludur.” buyurmaktadır. Bu açıdan bakılınca, muhtar köyünden mesul olduğu gibi devletin başındaki insan da bütün halkın mesuliyetini uhdesine almıştır; herhangi bir kurumun ya da birimin idarecisi ise, bilhassa kendi dairesinden sorumludur. Herkes şahsî kusurlarının, özellikle kendi vazife ve sorumluluk dairesinde bir kısım menfi hadiselere sebebiyet verebileceğine inanmalı, bundan korkmalı ve temkinli yaşamalıdır.
  • Hazreti Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık olmuştu; Mü’minlerin Emiri, sürekli gizli-açık, sesli-sessiz münacaatta bulunur ve ağlardı. Bazen bütün bütün hıçkırığa boğulur; “Allahım! Öyle zannediyorum ki, yağmursuzluk ve kıtlık benim günahlarım sebebiyledir. Ne olur, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed’i mahvetme.” diyerek adeta inler ve hüzünle tir tir titrerdi. İşte bu hal, bir basiret ifadesidir; Allah’tan kopmamış olmanın emaresidir.
  • Kopuklardır ki, onlar olup biten olumsuz hadiselerde hep atf-ı cürme sarılır, suçu başka sebeplerde arar ve başkalarını suçlarlar. Hiçbir zaman, “Bu problem benim kusurumdan kaynaklandı!..” demez ve hâdiselere bu perspektiften bakmazlar. Dolayısıyla da, istiğfar etme ihtiyacı duymaz, hatalarını telafi etme heyecanı yaşamaz ve Allah’a tazarruda bulunmazlar. Meseleyi kendilerine bağlamadıkları için asıl suçluyu asla bulamaz, başkalarında günah arama vebalinden de hiç kurtulamazlar.
  • İsyan deryasında boğulduğuna inanan ama Rahman’ın rahmetine ümit bağlayan bir Hak dostu ne hoş söylüyor: “Bu günahlarla tartarsa beni Rahman (Deyyân) / Kırılır arsa-yı mahşerde arş-ı mizan!”
  • İnsanın kendi haddini, konumunu, sorumluluklarını ve hangi dairelerin kendisiyle doğrudan alâkalı olduğunu belirlemesi, o dairelerdeki terslikleri şahsî hatalarına bağlayarak içinde Cenâb-ı Hakk’a sığınma duygusunu tetiklemesi ve kusurlarını giderme maksadıyla uykuda olan heyecanlarını tahrik etmesi zımnî bir istiğfar ve bir tevbedir.
  • “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan, hidayeti tabiatınız haline getirdikten sonra dalâlete düşmüş kimseler size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) ayeti, derin manalarının yanı sıra, her olumsuz hadisede önce kendimizi sorgulamamız gerektiği dersini de veriyor.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

315. Nağme: Ölmeyecekmiş gibi yaşama gafleti ve gündemin en önemli maddesi

Ölmeyecekmiş gibi yaşama gafleti ve gündemin en önemli maddesi

Soru: Tevehhüm-ü ebediyet, ne demektir; sebepleri ve tezahürleri nelerdir? Tevehhüm-ü ebediyet düşüncesini izâle edebilmek hangi vesilelerle mümkün olabilir?

  • Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

    وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا
    “Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas sûresi, 28/77)

    Bu âyet-i kerimede Kur’ân, “Ahiret yurdunu ara” derken “ibtiğâ” fiilini kullanıyor ki bu, “Bütün benliğinle ahirete yönel ve ahirete, ahiret kadar değer ver” demektir. Bundan da anlaşıldığı üzere, ahiret için bütün imkânlar seferber edilmeli, dünya için de “nasibi unutmama” esasına bağlı kalınmalıdır.
  • Tevehhüm-ü ebediyet; insanın kendisini ebedî ve lâyemût (ölmeyecek) zannetmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanması, yaşamak için yaşaması, peşin zevk-safa ve ücretlerle avunarak sadece hâlihazırı yaşaması, geçmiş ve geleceği umursamaması demektir.
  • Kur’an-ı Kerim tevehhüm-ü ebediyete mübtela, gafil insanların bir özelliği olarak şu hususu nazara verir:

    اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ
    “Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler...” (İbrahim Sûresi, 14/3)

    Hazreti Üstad, mezkur ayetin bu çağa baktığını da ifade ederek şöyle diyor: “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.”
  • Tevehhüm-ü ebediyet, başta iman zaafından, dünya ve ahiretin konumlarını belirleyememeden ve hakiki mürşit eksikliğinden kaynaklanır.
  • Alvar İmamı Efe Hazretleri şu sözleriyle adeta hakikat yetimi olan çağımızın neslini anlatır:

    Bâd-i hazan esti bağlar bozuldu
    Gülistanda katmer güller kalmadı,
    Şecerler kırıldı, barlar büzüldü,
    El atacak dahi dallar kalmadı.
    Er olan eridi yağ gibi gitti,
    Şirin erler zir-i turaba yattı;
    Sümbüller yerinde mugeylan bitti,
    Petekler söndü ballar kalmadı.
    Bozuldu dünyanın bağı bostanı,
    Zağ-ı siyah yaktı bu gülistanı;
    Bülbüller okusun dertli destanı,
    Elvan nakış keşmir şallar kalmadı.

  • Bahtı yüksek, değer ifade eden nesiller, çok defa günümüzdeki gibi çöküşlerden sonra olmuştur. Bu açıdan, bir yönüyle bir risk nesli gibi görünebilirsiniz; fakat bunu ganimete de çevirebilirsiniz. Bu hâristana dönmüş bomboş zemini bir bağistan haline getirebilirsiniz. “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.”
  • Tevehhüm-ü ebediyet duygusunu hayra yönlendirebilmek için imanı güçlendirmek, manen derinleşmeye vesile eserleri müzakere etmek ve her fırsatı sohbet-i Canan’la değerlendirmek lazımdır. “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle heman kıssâ-i cânân olsa..!” (Taşlıcalı Yahya)
  • Hangi meseleye, nerede, ne ölçüde yer vereceğimizi ta başta çok iyi belirlememiz gerekiyor. Bu sebeple oturup kalktığımız her yerde Hazreti Mevlâna’nın ifadesiyle hep “sohbet-i Cânan” demeli, evvela Allah’a imanımızı bir kere daha yenilemeli, ilâhî mârifet ve muhabbetle bir kez daha dolma yollarını araştırmalıyız. Evet, bir araya geldiğimizde asıl maksat ve hedefimiz, iman ve imanda derinleşme mevzuları olmalı; bu istikamette gerekli cehd ve gayreti ortaya koyduktan sonra, “Hazır bir araya gelmişken şurada şöyle bir mevzu daha vardı, bu arada onu da görüşüp karara bağlayalım.” demeliyiz; neyi, nereye koymamız gerekiyorsa ona göre davranmalı ve programlarımızı bu eksen etrafında örgülemeliyiz.
  • Bazıları “hizmet ediyoruz” diye Allah’la münasebet mevzuunda ciddi tekâsül (tembellik) yaşamakta ve kalbî hayatlarını ihmal etmektedirler. Gece hayatı yoktur bunların. Gece hayatı olmayanın gündüz hayatında canlı olması düşünülemez. Teheccüdü olmayan, kalkıp başını yere koyup inlemeyen bir insanın gündüz hayatında canlılık adına bir şey ifade etmesi düşünülemez. İnsan, Allah’la münasebetindeki derinliği ölçüsünde insanlığa derinlikler vadeder. İnsanlığa derinlik vadedecek kadar da derinleşmemişseniz, dünyanın değişik yerlerindeki “derinler”le başa çıkamazsanız. Onca derine karşı derinlerden derin olmanız lazımdır ki sizin derinliğiniz Allah’ta, Peygamber’de, imanda olacaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

316. Nağme: Göz değmesi, takdir nazarı ve Türkçe Olimpiyatları

Göz değmesi, takdir nazarı ve Türkçe Olimpiyatları

Fethullah Gülen Hocaefendi son sohbetinde özellikle şu soruları cevapladı:

  • Göz değmesinin bir aslı var mıdır?
  • Hasetçinin yanı sıra takdir eden kimsenin nazarı da değer mi?
  • Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) nazara karşı okuduğu bir dua var mıdır?
  • Ashab-ı Kehf ve Kıtmîr’in isimlerini de ihtiva eden dua, göz değmesine karşı okunabilir mi?
  • Haset, gıpta ve tenafüs arasındaki farklar nelerdir; tenâfüsü nasıl anlamalıyız?
  • İnsanların şerlerinden emin olacağı Kur’an’da vadedilen Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e büyü yapılmış olmasının hikmeti nedir?
  • Türkçe Olimpiyatları’yla alakalı tenkitlerin sebepleri nelerdir?
  • Türkçe Olimpiyatları’na zemin hazırlayan fedâkar insanların kendi kendilerine nazar değdirmeleri de söz konusu mudur?
  • Ortaya konan faaliyetlere ve elde edilen başarılara sahip çıkmaktan kaynaklanan bir başka göz değmesinden daha bahsediyorsunuz. “Nazarın en tehlikelisi” buyurduğunuz bu hususu biraz daha açar mısınız?
  • Hem şahsınız hem de arkadaşlarınız hakkında çok endişe duyduğunuz husus nedir?

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

317. Nağme: Peygamberler yolu ve diriliş neslinin iki özelliği

Peygamberler yolu ve diriliş neslinin iki özelliği

  • İ’la-yı kelimetullah, peygamberler yoludur. Günümüzün adanmış ruhlarının da takip ettiği bu yolun iki önemli buudu vardır: Bir taraftan, cinnet ölçüsünde istiğna, beklentisiz yaşama ve fevkalade îsâr ruhu; diğer yandan, bin türlü meşakkat, bela ve musibet sağanak sağanak yağsa, şikayet etmeden sabır ve tahammül gösterme.
  • Fuzulî’nin sözünü biraz değiştirip şöyle diyorum:

    Dertliyim dersen belâ-yı dertten âh eyleme
    Âh edip ağyârı âhından âgâh eyleme!

    Ketencizâde hazretleri de

    Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar
    Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!

    diyor. Onun sözlerini de az değiştirerek şöyle yapıyorum:

    Yansam da ocak gibi gam eylemem izhar
    Yakma beni nâr-ı ağyara ey Gaffâr u Settâr!

  • Cenâb-ı Hak, Mâide sûresinin 54. ayetinde şöyle buyuruyor:

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
    “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı yüzleri yerde, kâfirlere (küfür sıfatlarına) karşı ise onurludurlar. Allah yolunda mücahede ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olan Vâsi’ ve her şeyi en iyi şekilde bilen Alîm’dir.”

  • İnsanoğlu kendi sıfat ve tavırlarının çocuğudur. Onun iyi veya kötü vasıflarından hangisi galebe çalarsa o da, o türden vasıf ve davranışlar göstermeye başlar. Bazen canavar duygulu bir insan hâline gelir; öz kardeşini bile dişler.. bazen ay yüzlü bir Yusuf'a dönüşür, zindanları aydınlatır ve cennet koridorlarına çevirir. Bazen öyle melekleşir ki. ruhanileri bile gıptaya sevk eder. Bazen de şeytanları utandıracak şirretlikler sergiler. Mevlânâ, "Bazen melekler bizim nezaket ve inceliğimize imrenirler; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperirler" derken, zannediyorum, insanoğlunda birbirinden çok uzak bu iki yakanın, aynı zamanda ne kadar iç içe olduğunu vurgulamak istemişti.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

318. Nağme: Peygamberâne kararlılık ve dikleşmeden dik duruş

Peygamberâne kararlılık ve dikleşmeden dik duruş

Birbirinden güzel hasbihalleri yayınlarken her birinin kıymet ve ehemmiyetini anlatmaktan aciz kaldığımızı ve onları gereğince nazara veremediğimizi her gün bir kere daha derinden hissettiğimiz gibi bugün paylaşacağımız yeni sohbeti neşre hazırlarken de gönlümüzde aynı acziyeti duyduk.

Bir ara “Bunu seyredip dostlarıyla paylaşanlar kendileriyle beraber sevdiklerine de iyilik yapmış olacaklar” notunu büyükçe yazalım diye düşündük ama yarın paylaşmayı planladığımız öyle önemli bir dosya var ki, aynı cümleyi mecburen onun için de kullanacak olmamız bizi tereddüde sevketti. Ne diyelim, sahiden elimizde öyle kayıtlar var ki hepsi birbirinden güzel ve hiçbiri kaçırılacak gibi değil. Şayet gün içinde yeni bir sohbet olursa onu yayınlamaya öncelik vererek sırayla hepsini size ulaştıracağız inşaAllah.

Şimdi sunacağımız sohbette Fethullah Gülen Hocaefendi, kararlı ve dik durmanın, çağımızda çok zor bir hadise olduğunu; zira pek çok ölçünün göz ardı edildiği günümüzde dik durayım derken dikleşenlerin ve kararlılık sergilediğini zannederken şiddete başvuranların bulunduğunu, neticede şiddetin şiddet, hiddetin de hiddet doğurduğunu anlattı.

Her meselede bizim için nümune-i imtisal olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem), kararlı ve dik durma mevzuunda da örnek alınması lazım geldiğini belirten Hocaefendi , Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in mübarek hayatından misaller vererek konuyu şerhetti. Hocaefendi özellikle şu hususların üzerinde durdu.

  • Hadise ve problemlerin üzerine nefret sözcükleriyle yürürseniz, bir sürü nefret sözcüğüyle karşı karşıya kalırsınız.
  • Sabrın sabırdan daha ötesine sabredeceğimi bileceği ana kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.
  • Kur’an-ı Kerim, Hazreti İbrahim’i (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalatü vesselam) Mümtahine Sûresi’nde “güzel bir örnek” olarak anlattığı gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu da “üsve-i hasene” olarak nazara vermiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

    لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً
    “Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21)

  • İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz hicret esnasında Sevr sultanlığından ayrılıp yola revân olacağı an yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve “Ey Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.” buyurmuşlardı.
  • Bütün tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek başında dönüp durmuştur. Kur’an-ı Kerim, müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz’e tahsis etmiş ve şöyle demiştir:

    وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَكَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُاللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ
    “Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30)

  • Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef’ul Efendimiz’dir; bütün planlar O’nun üzerine yapılmıştır. İncitmişlerdir ama Allah Rasûlü kimseyi incitmeyi düşünmemiştir. Kırmışlardır, fakat O kimseyi kırmaya teşebbüs etmemiştir. Gılzet kusmuşlardır ama O kimsenin üzerine tükürük bile atmamıştır.
  • İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashâb-ı Kirâm’ın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat, Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınmıştır. Fakat insanlara karşı hep şefkat tavrı ortaya koymuş, Uhud’da başı yarıldığı, dişi kırıldığı zaman “Allahım kavmimi affet, çünkü onlar beni bilmiyorlar!” dediği gibi, Tâif dönüşü hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail’in gelip “Ya Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesi karşısında adeta tir tir titremiş; “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inlemiştir.
  • Bir davaya gönül vermişseniz, başkaları problem çıkarsalar bile siz asla problemle karşılık vermemeli ve katiyen “müsbet hareket”ten ayrılmamalısınız.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

319. Nağme: Gayretullah’a dokunacak yumruğu kulak çekerek savmak da şefkattir

Gayretullah’a dokunacak yumruğu kulak çekerek savmak da şefkattir

“Zulme zulümle karşılık vermemek önemli bir kaide olduğu gibi, mesleğimizin bir esası da şefkattir. Bununla beraber, haksız yere yumruk vuran mü'minin hiç olmazsa kulağını çekmek de şefkatin ayrı bir derinliğidir. Zira, mü'min zâlime tırnak ucuyla olsun dokunulmazsa, onun başına mutlaka “gayretullah”ın tokadı iner; bunu da şefkatliler hiç istemezler.”

  • Hazreti Sâdık u Masduk (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz kıyametin alametlerinden bahsederken “Âhir zamanda bir duman zuhûr edecek; kâfirleri öldürecek ve mü’minleri de zükâm (zükkâm da denir ki nezle, soğuk algınlığı manasına gelir) yapacaktır.” buyurur. Demek ki, âhir zaman fitneleri, ilhad ve küfür dünyasının insanını manâ plânında bütün bütün öldürürken, Müslümanların da manevî nezle olmalarına ve inançsızların yaşadıkları gibi yaşamalarına sebebiyet verecektir.
  • Âşık Ruhsati şöyle der:

    Bir vakte erdi ki bizim günümüz,
    Yiğit belli değil mert belli değil;
    Herkes yarasına derman arıyor,
    Deva belli değil dert belli değil.

    İşte her şeyin böylesine belirsizleştiği bir dönemde belli disiplinlere bağlı yaşamak gerçekten çok zordur.
  • Bir dönemde dosdoğru hizmet edenlere, Hak ve hakikat yolunda gidenlere sadece ehl-i dalalet, ehl-i küfür ve ehl-i ilhad saldırıyordu. Öyle bir dönem geldi ki adeta saldırganlık virüsü sardı ortalığı ve inananlara da bulaştı; artık mü’minler de mü’minlere saldırıyorlar.
  • Böyle bir dönemde bile dengeli yürümek, insanî tavrı koruyabilmek; bir manada derviş ruhu taşıyarak, el kaldıranlara el kaldırmamak, ağzını kirli şeylerle kirletenlere karşı ağzını temiz tutmak, diş gösterene diş göstermemek ve hep şefkatle muamele edebilmek çok önemlidir.
  • “Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya din cevaz vermiştir. Fakat, öyle zaman olur ki, bir kötülüğe karşı siz aynıyla mukabele ettiğinizde çok daha olumsuz hadiselere sebebiyet verebilirsiniz. Bu açıdan, o ruhsatı günümüzün insanları kullanmamalı. Ondan dolayı, Hazreti Pir, “mukabele-i bilmisil” için “kaide-i zalimâne” tabirini kullanıyor. Hadis-i şerifin ifadesiyle, “Zarar verme yoktur; zarara zararla mukabele de yoktur.” Hatta, Doktor İkbal der ki, “Dua dua yalvardım; tel’ine bedduaya amin demedim!” Günümüzde bu düstur ve disiplinlerle hareket etmek lazımdır; günümüzün bu ölçüde bir şefkat, denge ve ahenge çok ihtiyacı vardır.
  • Bu anlatılanlar mahfuz olmakla beraber, “cevaz” çerçevesinde bir hususu arz etme lüzumunu duyuyorum: Size kötülük yapan insanları, bütün bütün serazat ve “her şeyi yapabilirsiniz” şeklinde de bırakmamalı. Onları bu halleriyle, en küçük bir mukabeleyle dahi mukabelede bulunmadan, o problemleriyle baş başa bırakırsanız, mukabelede bulunan bulunur onlara. İşte, önce anlatılanlar nasıl bir şefkatse, bu da yine sizin şefkat telakkînize aykırıdır.
  • Bir zat, çeşmenin başında kovasını doldururken, sonradan gelip atını/katırını sulamak isteyen bir başkası ona haksız yere bir tokat aşk etmiş. Mazlum insan, belki gözyaşları içinde kovasını yarım doldurmuş ve hüzünle Pirinin yanına gelmiş. Onun halini görüp hadiseyi öğrenen Hazret, heyecanla “Aman” demiş, “Derhal oraya git ve o zata bir mukabelede bulun!” Mazlum, koştura koştura çeşmenin başına varmış. Fakat, bir de ne görsün; bineği bir tekmeyle sahibini yere sermiş, adam kıvranıp duruyor.
  • Şefkatin bir müsbet yanı vardır; o, mesleğimizin de bir esası olduğu üzere doğrudan doğruya herkese ve her varlığa merhamettir. İnsanın mü’minlikten nasibi mahlukâta şefkatiyle mebsûten mütenasiptir (doğru orantılıdır); içindeki şefkat ne kadar enginse, imanı da o kadar derindir. Zannediyorum, ekosistemin en önemli koruyucuları, falan filan tabiatçı değil, mü’minlerdir.Hazreti Üstad’ınsineklerden karıncalara, hatta farelere kadar hayvanata ve topyekün mahlûkata bakışı/tavrı bu konuda çok önemli misaldir.
  • Şefkatin izâfi ya da negatif diyebileceğimiz bir yanı/çeşidi daha vardır: Birisi size bir yumruk vurdu. İmkanı varsa, parmağınızın ucuyla hafif dokunun ona.. ta mesele “gayretullah”a dayanıp da bulacağını Allah’tan bulmasın.
  • Bir deve kervanı yola koyulmuş giderken fakir bir derviş önlerine çıkar ve kervancıbaşına kendisini de aralarına almaları ricasında bulunur. Kervancıbaşı adamcağızın isteğini kabul eder ve beraberce yola revan olurlar. Bir zaman sonra haramiler kervana saldırır ve gariplerin bütün eşyalarını alırlar. Bir aralık, eşkıyânın reisi, dervişe de malı olup olmadığını sorar. Hak dostu, “Benim hiç param yok, ama kervancıbaşının bürümcek bir gömleği vardı, onu almayı unutmuşsunuz.” der. Haramîler hemen koşar, kervancıbaşının heybesini yeniden arar ve pek değerli gömleğine de el koyarlar. Uzun süre hiçbir şey söylemese de dervişe karşı kervancıbaşının gönlü çok kırılır. Öyle ya; onca iyiliğine mukabil maruz kaldığı tavır kolay kolay kabul edilebilecek cinsten değildir. Bütün sermayelerini kaybeden mazlumlar, çaresiz bir halde bekleşirlerken devletin askerleri çıkagelir ve haramilerin hepsi derdest edilir. Nihayet, gasbedilen mallar sahiplerine geri verilir. İşte o zaman kervancıbaşı dervişe yaklaşır ve der ki, “Baba aşkolsun! Ben sana o kadar iyilik yaptım, sen de tuttun, benim biricik gömleğimi de şakîlere haber verdin.” Hak dostunun cevabı düşündürücüdür: “Oğul, niyetim sana kötülük yapmak değildi; bu haramiler halka o kadar gadretmişlerdi ki, baktım zulümlerinin gayretullaha dokunmasına dört parmak kalmış.. senin gömleğinin işte o dört parmak yerine geçmesiydi muradım.”
  • İşte ehl-i imanın anlatılan menkıbedeki akıbete maruz kalmaması için haksız yere yumruk vuran mü'minin hiç olmazsa kulağını çekmek de şefkatin ayrı bir derinliğidir. Zira, zulmeden mü’mine tırnak ucuyla olsun dokunulmazsa, onun başına mutlaka “gayretullah”ın tokadı iner; bunu da şefkatliler hiç istemezler.
  • Hazreti Pir’in hayata veda edip ruhunun ufkuna yürümesi ile onu hiç dinlemeyen, bir yönüyle mahkeme mahkeme sürgüne gönderenlerin idari hayattan mahrum edilip çok farklı bir şeye yürümeleri arasında iki ay gibi bir süre var. O kadar tembihte bulunuyor.. hem de çok taltif, tekrim ve tebcille.. “İslam kahramanı” sözleriyle.. “Aman şöyle yapın, böyle yapın!..” Hiç dinlemiyorlar. O Hazret her şeye rağmen onlara dua ediyor. Bir Hak dostundan dinlemiştim. Diyor ki “Bu sistem çok kötüye gidiyor. Biz hep aleyhinde beddua ediyoruz. Fakat Hazreti Pir-i Muğan lehlerinde ‘Allahım, bunlar ayakta kalsın’ diye dua ediyor. O tutuyor bunları.” Onun için o Hazret’in gitmesiyle dua edenleri de kesiliyor; iki ay sonra onlar da gümbür gümbür yıkılıyorlar. Dinlemiyorlar, haksızlık yapıyorlar ve gidiyorlar.
  • İnsanların kendi kazdıkları kuyuya düşmemeleri ve onların işlerinin de bütün bütün gayretullaha kalmaması için, yaptıkları zulümlere karşılık sadece parmak ucuyla dokunmak suretiyle bir mukabelede bulunarak, “Evet, biz de bu kadar mukabelede bulunuyoruz!” diyerek.. bazı dediklerinin aksine bir kısım şeyler ortaya koymak suretiyle.. Hizmet’in umumuna zarar vermeden, fakat şefkatin bir gereği olarak.. böyle bir izafi şefkate ihtiyaç var.
  • Öyle mesâvîler irtikap ediliyor ki bilemezsiniz. Ehl-i iman bile olsa.. ehl-i imana karşı Firavunların, Nemrutların yaptıkları şeyler yapılıyor ve bunları da bazıları din hesabına yapıyor. İşte bunlara zarar gelmemesi için azıcık bir şey diyeceksiniz.. “Sen de mi?” deyip belki kulaklarını çekeceksiniz. Azıcık gözlerine karşı parmak sallayacaksınız.. belki “Yazık size!..” diyeceksiniz. Bu kadarcık mukabelede bulunacaksınız, Kâf Dağı cesametinde bir belanın gelip başlarına çökmemesi için

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

320. Nağme: “Allahım, istidatlarımıza yeni yeni inkişaflar lütfeyle!”

320. Nağme: Allahım, istidatlarımıza yeni yeni inkişaflar lütfeyle!

Şair, “Herkesin istidadına vabestedir âsâr-ı feyzi / Ebr-i nisandan ef’i sem, sadef dürdane kapar.” (Mîrî) der. Evet, ahz ü atâ (alma ve verme), kabiliyetlere göre cereyan eder; nisan yağmurundan yılan zehirini, sadef de incisini alır.

Marifet açısından da kimileri nazarî bilgide ve taklidî imanda takılıp kalırlar, zira istidatları ondan ötesine yürümeye müsait görünmez. Kimileri de seyr u sülûk-i ruhânîlerinde öyle bir mertebeye ulaşırlar ki artık her yerde yalnız Bir’i görür, Bir’i bilir, Bir’i söyler, Bir’i çağırır, Bir’e yönelir ve O’ndan başkasına iltifat etmezler. Ahmedî, bu mertebeyi kendi idrak ve zevki açısından şöyle seslendirir:

Vârımı ol dosta verdim hânumânım kalmadı,
Cümlesinden el yudum, pes dû cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, artık humârım kalmadı.
Aynı tevhid açılıp hakka’l-yakîn gördüm ânı,
Şirki sürdüm aradan, şekk ü gümânım kalmadı.

Çokları bu “istidat ölçüsünde inkişaf” meselesini değişmez bir kural gibi yorumlar; insanın kabiliyet çeperini aşamayacağını düşünür ve meseleyi sadece yetenekten ibaret görür. Cenâb-ı Hakk’ın âdiyat üstü tasarrufları hesaba katılmazsa bu düşünce doğru gibidir; ne var ki her varlığın kendi istidadıyla kayıtlı bulunmasının yanı sıra, Mevlâ-yı Müteâl’in bir ihsan-ı ilahî olarak bahşedebileceği lütuflar da her zaman söz konusudur.

Bu düşünceyle, Fethullah Gülen Hocaefendi, değişik zamanlarda “Allah’ım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver” diye dua ettiğini dile getirmiş ve dostlarına da bu duayı tavsiye buyurmuştu. Allah’ın izin ve inâyetiyle istidatların aşılabileceğine, yetenek ve kabiliyetlerin geliştirilebileceğine inandığını ifade etmiş; konuyla ilgili olması açısından kader, kaza ve atâ hakikatlerine dikkat çekmişti.

Fethullah Gülen Hocaefendi, geçtiğimiz gün bir kere daha bu konuya vurguda bulundu; “Cenâb-ı Hak, her birimize bir istidat takdir buyurmuş. Biz iradelerimizin hakkını verirsek, kulluğumuzu bir aşkınlık içinde götürürsek, onun rahmetinden ümit ediyorum, bizim istidatlarımızı da değiştirir, genişletir ve geliştirir; sonra da mahiyetlerimizi yeniden onların üzerine örgüler.” buyurdu.

Hazreti Üstad’ın,

Eğer mizan istersen: İslâmdan evvel Ömer, İslâmdan sonra Ömer.
Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer.
Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber.
Cezîretü’l-Arabda, fahm (kömür) olmuş fıtratları kalb etti elmaslara, birden bire serâser,
Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.

sözlerine imada bulunarak Hazreti Ömer (radıiyallahu anh) efendimizin istidadındaki inkişafları hatırlatan Hocaefendi, insanın peygamberâne bir azim ve ceht içinde olması gerektiğini, her zaman himmetini âli tutması lazım geldiğini ve istidat konusunda da şu mülahazalarla dua edebileceğini belirtti:

“Allah’ım, Sen istidatları daha da inkişaf ettirebilirsin. Senin ‘kader’inin yanında ‘kaza’n ‘kaza’nın yanında da ‘atâ’n vardır. Kaza buyuracağın şeyleri atânla değiştirebilirsin. Bize nâmütenâhî istidatlar bahşeyle! İstidatlarımıza yeni yeni inkişaflar lütfeyle! Bizi her şeyi daha doğru okumaya, daha doğru değerlendirmeye muvaffak eyle!”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

322. Nağme: Miraç, hüzün anahtarı ve mübarek gecede dua

322. Nağme: Miraç, hüzün anahtarı ve mübarek gecede dua

Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu soruyu yönelttik: “Hazreti Üstad, Miraç Gecesi’nin ikinci bir Kadir Gecesi hükmünde olabileceğini ve şirket-i mâneviye ile dua edenlerin kırk bin dille tesbih yapan melekler gibi sayılabileceğini ifade ediyor. Hatta Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz için bir teselli olan Mirac’ın mü’minler için de bir ferec vesilesi olabileceği imasında bulunuyor. Bu ifadeler, bir hüsn-ü zan ve teşvik ifadeleri midir; yoksa bir keşfe müstenid olabilir mi?”

Fethullah Gülen Hocaefendi, böyle bir hükmün dinin temel kaynakları değerlendirilmek suretiyle ortaya konulabileceği gibi bir keşif neticesi de olabileceğini; keşifler objektif olmasa bile dinin temel disiplinleriyle ters düşmüyorsa onların da kabul edilebileceğini, Hazreti Üstad’ın bütün bu hususları gözeten müdekkik bir insan olduğunu; onun sözlerinin, hem dini esaslardaki derin ilmi, hem Allah’ın rahmeti hakkındaki engin hüsn-ü zannı, hem insanları hayra teşvik etme niyeti ve hem de görmüş olabileceği bazı manevi işaretler açısından değerlendirilmesi gerektiğini anlattı.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun o eşsiz seyahatine, göklerde istikbal edilişine, Miraç hakikatine ve o gecenin hediyelerine de değinen Hocaefendi, bu kutlu zaman diliminin nasıl değerlendirilmesi lazım geldiği üzerinde durdu.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in bir yönüyle Miraç kapısını hüzün anahtarıyla açtığını ifade eden Hocaefendi bu mübarek gecede mahzun bir gönülle ümmet-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) için dua dua yalvarmak icap ettiğini vurguladı.

Şahsî küçük ihtiyaçlarda bile hemen hâcet namazına yönelen mü’minlerin, İslam âleminin başındaki bunca musibet karşısında, ızdırapla inim inim inlemesi ve Miraç Kandili’ni kendisinden ziyade bütün inananların ve topyekün insanların ihtiyaçlarını Cenab-ı Hak’tan dileyerek değerlendirmesi gerektiğini belirtti.

Bildiğiniz üzere, vitir ve sabah namazlarında ayakta yapılan duaya genel olarak “kunut” adı verilmektedir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in değişik zamanlarda ve namazlarda farklı farklı kunut duaları okuduğuna dair hadisler vardır. İmam Şafiî ve İmam Mâlik’e göre, kunut duası, sabah namazının farzında rükû ile secde arasında kıyam halinde okunur. Fakat, Ebu Hanîfe hazretleri, kunut duasının farz namazlarda geçici bir süre için okunduğu ve daha sonra nesholunduğu kanaatindedir. Hazret, vitirden başka namazlarda kunut okunmayacağına kâildir. Ancak bir fitne, belâ ve musîbet vuku bulduğu zamanlarda sabah namazının farzında da kunut okunabileceğini belirtmektedir. İşte, Hocaefendi, hâzır zamanı tam bir felaket asrı olarak kabul etmekte ve hâcet namazını ısrarla nazara verdiği gibi bazen sabahları da kunut okumaktadır.

Fethullah Gülen Hocaefendi içinde bulunduğumuz halle ilgili olması açısından, “kunut duası” ile alâkalı bir hatırasını şöyle anlattı:

“Bir gün merhum Osman Demirci Hoca’nın da aralarında bulunduğu bazı dostlarımızı misafir etmiştik. Fakir, o dönemde hiç aksatmadığım için sabah namazında yine kunut okumuştum. İçlerinden birisi, “Siz Hanefîsiniz, niçin öyle yaptınız ki?” diye sorunca, “Malumunuz, Hanefi mezhebince belâ ve musîbet zamanında kunut okunur.” cevabını verdim. Misafirimiz biraz durakladı, şaşkın şaşkın etrafına bakındı, hal ve hareketleriyle “Hangi felaket?!.” der gibi yaptı. O sırada rahmetlik Osman Hoca hüzünlü bir sadayla gürledi, “Din-i mübînin günümüzdeki gibi ayaklar altında payimal olmasından ve müslümanların mevcut zulümlere maruz kalmalarından daha büyük bir felaket mi olur? Vallahi, bugün ümmet-i Muhammed koca koca musibetlere maruzdur!..” dedi.

Evet, günümüzde yeryüzünün çoğu bölgelerinde İslam ve inananlar pek ciddi belalarla karşı karşıyadır; böyle bir dönemde gecenin koylarında kalkıp ihtiyaç lisanıyla tazarruda bulunmak her mü’minin boynunun borcudur. Hele de bu gece Miraç Kandili ise

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

323. Nağme: Taksim Gezi Parkı hadiseleri ve problemlerin temeli

323. Nağme: Taksim Gezi Parkı hadiseleri ve problemlerin temeli

Yol peygamberlerin yoludur. Peygamberlerin varislerinin evliyanın, asfiyanın yoludur. Seleflerimizin yoludur. Dünyada devletler muvazenesinde muvazene unsuru, devletler te'sis etmiş, ruh ve mana kökleriyle beslenen ecdadımızın yoludur.

(O yolu takip edemediğimiz için) başa çıkamıyoruz problemlerle gördüğünüz gibi. Bir yerde bir haksızlığı bastırmak için elli türlü haksızlık yapıyoruz, elli türlü zulme giriyoruz. Elli türlü i'tisafa (zulüm ve haksızlığa) sebebiyet veriyoruz. Kinleri, nefretleri körüklüyoruz. Üstesinden gelinmez bir şeye sebebiyet veriyoruz.

Günümüzde de gördüğünüz gibi... Belki daha büyüğü de vardır bunun. Kitabu'l-fiten ve'l-melâhim'de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in haber verdiği zaviyeden bakılacak olursa, daha büyüğü var. Bunlar bir yönüyle numune gibi bir şey. "İnsanlar birbirini öldürecek, kâtil niye öldürüyor bilemeyecek; maktul neden öldü, o da bilemeyecek." İnsanlara mal açısından, can açısından zarar verilecek, üst üste zayiatlar yaşanacak, fakat bunların hiçbirinin mantığı olmayacak, hiç birinin kıymet-i ilmiyesi, kıymet-i akliyesi diyelim, olmayacak. Böyle karambole gidecek işler. Kitabu'l-fiten ve'l-melâhim.. detayları ile hadis-i şerif anlatıyor. Onlara göre bunlar, herhalde mikro planda cereyan eden şeyler.

Hafife almak, akıllı Mehmet'in işine benzer: Kırkı bir uçurumdan aşağı inmek için el ele tutunmuşlar, el ele tutunarak oradan inmek istemişler. Sonra hepsi çözülmüş, yere düşmüşler; otuz dokuzu ölmüş, birinin de kolu-kanadı kırılmış. Demişler, "Akıllı Mehmet ne oldu?" "Sormayın, demiş, az daha bir sakatlık çıkaracaktık." Umursamaz ruhlar, anlamaz düşünceler meseleye böyle bakacak.

Beri tarafta da birileri Niye vuruyorlar? Niye öldürüyorlar? Niye zayiata sebebiyet veriyorlar? Ne günahı var o masum insanların ki camlarını kırıyorlar; molotof kokteyli atıyorlar yurtlara, pansiyonlara, evlere, okullara, üniversitelere, hatta banka şubelerine!.. Öyle bir mantıksızlık, gayr-i insanîlik alıp gidiyor.

Şimdi "Bütün bütün böyle.. bir hak arama meselesi hiç yoktur!" derseniz, oradaki bazı masum insanları, masum istekleri de görmezlikten gelirsiniz. Bir kere başta, biz onları ihmal etmişiz. Onlar bizim ihmalimizin meydana getirdiği nesillerdir. Saniyen; bazı makul istekleri vardır onların. Hakikaten "Bir park.. ağaçları sökülmemeli; insanların gezisine müsait hal, o durum, o tablo korunmalı!" diyebilirler, öyle değerlendirebilirler. "Ekosistem" diyebilirler, "Yeşili öldürüyorsunuz!" diyebilirler. Fakat sonra bunu yaparken, orada denge korunamayabilir. Bu defa kendileri yeşili öldürürler. Kendileri genel ahengi bozarlar, ekosistem diye bir şey ortada bırakmazlar. Böyle bir başka mevzudaki duyarsızlık, az meseleyi anlayamama, başka tarafta farklı bir tefrite sebebiyet verir veya farklı bir ifrata sebebiyet verir, hafizanallah.

Fakat, bir yönüyle bizim bir zayıf yanımızı, bazı masum insanların belki zayıf yanları sanılan masum isteklerini istismar etmek isteyen dışta ve içte bir sürü, böyle kulaklarıyla genel havayı almaya çalışanlar da var. Hani bazı mahluklar, kulaklarıyla havayı almaya çalışırlar, kıpırdatırlar kulaklarını, sesleri duymaya çalışırlar. Onlar, böyle bir şeyi duyunca (istismar ederler.) Şimdi dünyada bütün medya Türkiye'nin aleyhinde; burada da öyle, başka yerde de öyle, Avrupa'da da öyle. Sanki kıyamet kopmuş gibi bir halleri var. Suriye'de kıyamet kopuyor umurlarında değil. Irak'ta kıyamet kopuyor umurlarında değil. Daha dünyanın değişik yerlerinde canlı bombalar umurlarında değil. Fakat Türkiye bölgede muvazene unsuru olma durumunda bir devlet.. belli kazanımları olan bir devlet.. belli yere gelmiş bir devlet. İşte bir taraftan o masum istekler.. o masum isteklerin içte bazı kimseler tarafından istismar edilmesi, belli ideolojilere kurban edilmesi o masum isteklerin.. başkalarının da bu meseleyi kendi hesaplarına derinlemesine değerlendirmeleri.. bizim gafletimiz, bizim cehaletimiz, bizim görmezliğimiz; başkalarının uyûn-u sâhire şeklinde, hiç uyumayan gözler şeklinde bizi bir kere daha kündeye getirme adına zemin oluşturma gayretleri. Olan, o oldu.

Bu tablo.. bunu Sahib-i Şeriat haber vermiş. İnsanlar kendi ruh ve mana köklerinden koparılınca böyle olacak, haber vermiş onu.

Meseleye bu zaviyeden yaklaşınca zannediyorum, biz de bakış zaviyemizi bir kere daha gözden geçirmemiz lazım. Acaba kabahat bu meselelere karşı umursamazlık içinde bakan, her şeyi hafife alan, "şuydu, buydu" deyip geçiştirende mi? Yoksa sokakları bir yönüyle harp meydanlarına çeviren insanlarda mı? Ya da bütün bunların kabahati, sistemde mi? Bizim iyi nesiller yetiştiremeyişimizde mi? Onlara yürekten sahip çıkamayışımızda mı? O zaman sistemin gözden geçirilmesi lazım. Bizim, düşüncelerimizi bir daha gözden geçirmemiz lazım. Biz ettiysek bunları, bence, kendimize dönerek, kendimizle yüzleşerek, burada kendimizle hesaplaşarak, daha büyük hesaplarla karşı karşıya kalmamızdan sıyrılmamız lazım. Şimdi kendimizle yüzleşmezsek şayet, kendimizle hesaplaşmazsak, altından kalkamayacağımız hesaplarla karşı karşıya kalırız, hafizanallah. Terbiye sistemlerimizi gözden geçirmemiz lazım. Kimler o çocuklar? Kimin çocukları o sokaklarda mantıksızca hareket edenler? Hak davası değil o! Hak davası olsa, bir yerde toplanırlar, duygularını dile getirirler, ifade ederler orada, efendice, insanca, eğitim görmüş insanca, ayrılır giderler. Anlayan anlar, anlamayanlar için bir daha çıkar, derler o meseleleri. Organize olurlar bir yönüyle. Madem seçim sandıkları var; onu millete havale ederek, sandığa havale ederek, orada o mevzuda ciddi gayret sarfederler, çalışırlar. Ayakları altlarına gelmeden, gece-gündüz koşturur dururlar; insanları ikna ederler, "Şunu beğenmiyoruz, bunu beğenmiyoruz" derler. Beğendikleri bir şey varsa, onu intihab ederler. Onu da beğenmezlerse, beklerler sabırla; bir başka fasılda onu da bir yönüyle bertaraf eder, başkasını intihab ederler.. başkasını intihab ederler...

Demek ki, aslında biz bize etmişiz. Tabanda mesele.. toprak kirlendiğinden dolayı, kuvve-yi inbatiyesini kaybettiğinden dolayı, atmosferi, ozonu deldiğimizden dolayı, güneş şuaları ters geldiğinden dolayı, her şey aleyhte cereyan ettiğinden dolayı, böyle nesebi gayr-i sahih bir kısım hadiseler ve onu temsil eden bir kısım nesiller oluşuyor. Bunları düzelteceğimiz ana kadar da, tabir-i diğerle, problemi insanda çözeceğimiz ana kadar da problem çözülmeyecektir. Bizim bize bakmamız lazım. Biz aslında bize ettik yani. Sistemi gözden geçiremedik; "Nasıl yaparsak bu nesiller ciddi nefis muhasebesi içinde, bir nefis muhasebesi yapan nesil olarak yetişir, insan olarak yetişir; tahribatları tahribatla karşılamak değil de, tahribatları tamiratla gidermeye çalışan bir nesil yetişir?" Düşünmedik bunları.

Kur'an diyor ki,

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ عَلَيْكُمْ أَنفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُم مَّن ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ
"Siz kendinize bakın! Siz hidayette, doğru yolda, istikamette olduktan sonra başkaları size zarar veremez." (Mâide, 5/105)

Sizin istikametiniz, hakkaniyetiniz, vifak ve ittifakınız, en olumsuz şeyleri bile nötralize eder, onları tesirsiz hale getirir. Biz bize bakmadık esasen. Hidayette olup olmadığımızı, doğru yolda olup olmadığımızı kontrol etmedik. Başıboş nesiller yetişti; ne doğru ne yanlış onu bilmeyen nesiller yetişti. Biz umursamazlık içinde baktık. Çok defa onları hafife aldık. "Bir avuç" dedik onlara.. ve onlar da azgın, esirmiş insanlar gibi sağa sola saldırdılar.

Onlara acımak lazım, şefkat etmek lazım. Çünkü insani değerleri ayaklarının altına alıyorlar. Kendi değerlerini ayaklarının altına alıyorlar. Belki bugün olmasa bile, yarınlar adına onları ıslaha matuf sistemler oluşturmak lazım. Ne yapmalıyız ki, bunları zabt u rabt altına alalım? Ne yapmalıyız ki ahsen-i takvime mazhar olduklarını hatırlatarak, bunları insani çizgide bir araya getirelim? İnsanlara zarar vermesinler, insani değerlere zarar vermesinler. Ülkeye zarar vermesinler. Başkalarını ülke aleyhinde bizim zaaflarımızdan istifade ederek üstesinden gelinmez bir kısım projelerle karşı karşıya bırakmasınlar.

Siz bir zaaf tavrı sergilediğiniz zaman başkaları onu değerlendirmeyi düşünür. Hazır böyle zayıflamışken, titriyorken -Devlet-i Aliyye'nin başına balyozlar indirip parçaladıkları gibi, bugünkü o çirkin tabloyu meydana getirdikleri gibi- bir avuç, daracık bir ülkede bir avuç insan, onlara da aynı şeyi yapar, parçalarlar onu. Fakat o parçalanmada en önemli faktör bizim zaafımızdır. Kendi içimizde didişmemizdir, birbirimizle yaka-paça olmamızdır.

Bugün böyle gitse de bence aklı başında kanaat önderleri, ilim adamları, psikologlar, pedagoglar bir araya gelerek, müşterek akıl bir araya gelerek, bu mevzuda projeler oluşturması lazım. Ne yapalım ki, insani çizgisini koruyamamış nesilleri bir kere daha insani çizgide birleştirelim? Bir Söğüt ruhuyla onların yeniden bir büyük devlet olmaya yürümelerini sağlayalım, Allah'ın izniyle inayetiyle?!.

Biri olup biten şeyleri hafife alırsa, yangını hafife alıyor gibi, savaşı hafife alıyor gibi Cahiliye şairi zannediyorum, İmrüü'l-Kays diyor ki, "İki şey vardır ki, onları belki siz başlatırsınız, fakat durdurmak istediğiniz yerde artık durduramazsınız: Birisi yangın, birisi de savaştır." Biz bunların ikisini de gördük. Bir kere bir yerde yangın çıkarırsanız.. onu hakiki manasıyla da mecazi manasıyla da düşünebilirsiniz; hal-i hazırda olan şeylerin de birer yangından farkı yoktur. Bir de savaş mevzu. Bir macera uğruna, maceraperest, devlet idaresinden anlamayan insanlar, Karadeniz'de Rus donanmasına, iki tane bomba atmak suretiyle devletler muvazenesinde muhteşem bir devleti tarumar etmişlerdir. Bağışlayın, belki selefi hayırla yad etmek bizim için terbiyenin gereğidir, fakat ben bir türlü affedemiyorum onu. Muvazene unsuru bir devletin yıkılmasını affedemiyorum; ona sebebiyet verenleri de affedemiyorum. Allaha hesap versinler. "Cehenneme girsinler" demiyorum, Allaha hesap versinler. Çünkü o çok önemliydi. İnsanlığın İftihar Tablosu'yla alakalı Voltaire'in bir piyesi oynadığı dönemde -ki Hasta döneminde, Abdülhamid dönemi, "hasta devlet" diyorlardı, "Le Sultan Ruj" diyorlardı, Fransızların uydurması, "Kızıl Sultan" diyorlardı- ültimatom çektiğinde, orada perdeden indiriyorlardı o piyesi. "Bütün Hindistan'ı ayaklandırırım ve yürütürüm üzerinize!" diyordu; o hasta döneminde bile haykırdığı zaman, böyle hasta bir aslanın haykırması gibi, ormanda herkes bir kere daha hizaya geliyordu. İşte onu yıktılar, tarumar ettiler. Bugünkü tarumar olmamızın arkasında o vardır. Savaş başladı ama arzu ettiğiniz yerde onu durduramadınız. Her şeyi seylaplar halinde önüne kattı, sürükledi götürdü.

Yangın ve savaş.. siz başlatsanız bile arzu ettiğiniz yerde onu durduramazsınız. O nerede duracaksa, gider orada durur. O açıdan da mesele küçükken, bir mangal közü halindeyken onu söndürmesini beceriyorsanız, orada söndürmeye bakın. Yoksa bir alanı aldığı zaman, bazen üstesinden gelemezsiniz. İtfaiyeler onunla başa çıkamaz. Onun için çok küçük bir tulumbayla bile söndürülebilecek küçük bir yangında bile, bence bütün itfaiye erlerine seslenmek lazım; "Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!" diye seslenmek lazım. "Dedim: Zahirde mi aşık? Dedi: 'İhfada yangın var!" "Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost / Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!" (Sûzî) Derya da yanınca milletin işi bitmiş demektir. Şayet ilim yuvalarına bombalar atılıyorsa, en masum insanlar öldürülüyorsa, birileri gaz bombalarıyla boğuluyorsa, kör ediliyorsa ve bazı kimseler de arka planıyla bunu görmemek körlüğü sergiliyorsa, göremiyorlarsa, hafizanallah, yangın büyür.

Ben milletin o ölçüde karakterinin bozulduğuna ihtimal vermiyorum, kötüsüyle bile; fakat karşı taraf, sizin bir muvazene unsuru haline gelmenizi istemeyenler, bunu değerlendirebilirler. Kim değerlendirebilir? Doğunuzdaki değerlendirir, güneydoğunuzdaki değerlendirir, güneyinizdeki değerlendirir, batınızdaki değerlendirir. Problemler sarmalı içinde olan bir ülkemiz var bizim. Biri bile bir yönüyle sizdeki her şeyi karıştırabilir. Oysa ki gizli, açık-kapalı bir ittifak var. Sizin bir adım ileri gitmemeniz için bir ittifak var. Siz kendi kendinize teselli olun, "falan yerde bahar, filan yerde bahar.." Buz gibi hazan rüzgarları esiyor. Buz gibi..

Akıllı davranmak lazım, en küçük gaileleri, badireleri çok büyük görmek lazım; akıllıca üzerine yürümek lazım. Bir karınca istilasına maruz kalmışsanız, karınca deyip geçmeyin. Karınca istilasıdır bu; sizin yağ çanaklarınıza, bal çanaklarınıza kadar girerler, zehir taşır ve kirletirler oraları; hafife almayın. Olumsuzluğu hafife almak, zihnin hafifliğinden kaynaklanır, mantık hafifliğinden kaynaklanır, muhakeme hafifliğinden kaynaklanır. Her şeyi olduğu gibi görmek çok önemlidir. O zaman isabetli projeler, planlar ortaya koyma imkanı doğar.

Bu, geleceği imar etmeye, ihya etmeye, bir ba's u ba'de'l-mevt hadisesini gerçekleştirmeye kendini adamış, adanmış ruhlar, bu mevzuda çok temkinli olmalıdırlar, çok temkinli. Çünkü üzerimizde olan şey, bizden evvelki nesillerin bize emanet ettikleri bir emanettir. Şahsımıza ihanet olsa, bir cinayet olsa, umursamazlığa girebiliriz; fakat amme hukuku diyebileceğimiz, dolayısıyla Allah hakkı diyebileceğimiz; zaten islami hukuk sisteminde amme hakkı, aynı zamanda Allah hakkı demektir; işte ona, ihanet etmeye, ihanet ettirmeye, ihanet edilmesine göz yummaya hakkımız yoktur. Allah, hesabını ağırca sorar. Bir millete, koskocaman bir millete ihaneti netice verecek şekilde bir kısım hadiseleri, kollarımızı gererek böyle, "Burası çıkmaz sokak" Şair-i şehirimizin sözü, "Kalabalıklar, burası çıkmaz sokak" demiyorsak şayet, hafizanallah mesele öyle büyür ki, o emanete ihanet etmiş oluruz. Oysa ki bizim vazifemiz; şimdilik ne ölçüde bizim omuzlarımızda olursa olsun, gelecek nesillere, emin nesillere o emaneti teslim edeceğimiz ana kadar, canımız gibi, onurumuz gibi, şerefimiz gibi, namusumuz gibi onu koruma mecburiyetindeyiz. Gerisi Allah'ın bileceği şey. "Zâlimlere bir gün dedirtir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âsereke'llâhü aleynâ." (Ziya Paşa) (Düşün ki, Hz. Yusuf'a ne kadar zulmettiler. Allah'ın kudreti bir gün zalimlere, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin dediği gibi, "Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı." (Yusuf Sûresi, 12/91) dedirtir.)

Çok dua okuyun fitnelere karşı. El-Kulûbu'd-Daria taksim edin. Ashab-ı Bedr'i okuyun; o zatlar ruhanî varlıklar, semavî varlıklar gibi.. değişik tecrübatla görülmüştür, tecrübat-ı kesire ile görülmüştür, değişik problemler üzerine Allah onları yürütmüştür. O çözülmez gibi görünen problemler, Allah'ın izn u inayetiyle çözülmüştür.

Bizim elimizden fazla bir şey gelmez, belki benim şu söylediklerim bile beyhude laflardı. Aslında biz kendimiz düzeleceğimiz ana kadar...

Osman Tarı'dan dinlemiştim: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih eder. Bir gün taraftarları ısrarla, "Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor, sen de bir konuşsan da bizim de göğsümüz kabarsa!.." derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Onlara şöyle cevap verir: "Muhterem cemaat, şunu biliniz ki, siz; "müntehib" (seçen)siniz. Ben ise; "müntehab"ım (seçilen). Gideceğimiz yer ise; "müntehabün ileyh" (kendisi için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi)dir. Sizin yaptığınız işe de "intihab" (seçim) denir. İntihab ise "nuhbe" kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur; tabanında ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur."

Ben bunu dinleyince dedim: Tahir Hoca, Senin kerametin bu; Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) "Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!" hadis-i şerifini böylesine veciz bir menkıbeyle ifade, hakikaten hiç olmamıştır şimdiye kadar...

Meselenin dipten ele alınmasına, çerik-çürük hale gelmiş, enkaz halindeki bir neslin yeniden elden geçirilmesine, restorasyona tabi tutulmasına ihtiyaç var. Hazreti Pir'in ifadesiyle, "Asırlardan beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz." Asırlardan beri, gelen bir tarafını yıkmış, giden bir tarafını yıkmış, böyle bir kalenin tamiriyle mükellefiz. Onun sorumluluğuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Sorumluluğumuzu çok iyi kavramamız lazım. Mesele dipten ele alınmazsa, nesillerin ıslahıyla işe başlanmazsa; o nesillere, o masum nesillere, ruh ve mana köklerinden akıp gelen şeyler tanıttırılmaz, duyurulmaz, ruhlarına içirilmezse; beyinleri onların elden geçirilmezse, nöronlarına onların yeni bir adab u erkan talim edilmezse, bu azgınlıklar devam eder. Biz de hep böyle plansız projesiz, azgınlara karşı azgınlıklara karşı tepki göstermek, reaksiyon göstermek suretiyle sadece karbondioksit atmış oluruz. Kabadayılık yapmış oluruz. Meselenin dipten ele alınmasına ihtiyaç var. Problemimiz nedir bizim? Bu nasıl giderilir, nasıl tamir edilir? Meselenin öyle ele alınması, peygamber yolunda yürünmesi lazım.

İnsanlığın İftihar Tablosu, işaret parmağıyla kameri iki şakk eden İnsanlığın İftihar Tablosu, yirmi üç sene ciddi bir cehd ve gayret içinde. Yoksa ellerini kaldırıp "Allahım, bütün kalbleri ıslah eyle" deseydi, anında Allah o kalbleri ıslah ederdi. Fakat O bir Rehber'dir, bir Muallimdir. İnsanlar nasıl terbiye edilir, ne kadar bir cehde ihtiyaç var, o mevzuda ne kadar sancı çekmeye, beyin zonklatmaya ihtiyaç var, kasık tutmaya ihtiyaç var? Allah Rasulü, çekerek onu göstermiş. Bu iş böyledir, bunu değiştirmeye gücünüz yetmez. La tebdile li halkıllah; Bu Allah'ın değişmeyen bir kanunudur. Fakat insanların çoğu kör ve sağır, bunu bilmiyorlar. Bilmiyorlar bunu. Yol bu, yöntem bu. Yine Şair-i şehirin ifadesiyle "Gerisi angarya!" Ey senelerden beri sürüm sürüm olan nesiller, "ayağa kalk artık Sakarya!.." Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

325. Nağme: Nazar değmesin!..

325. Nağme: Nazar değmesin!..

Geçen günkü hasbihalde hem haset hem de takdir nazarının değebileceğini, ayrıca insanın yapılanları kendinden bilmesinin de bir nevi göz değmesine sebebiyet verdiğini anlatmıştınız. Ferdî rahatsızlıklar için tavsiye edilen İhlas ve Muavvizeteyn okuma gibi şifa vesileleri şahs-ı manevî için de söz konusu mudur? Hizmet müesseselerini ve Türkçe Olimpiyatları gibi faaliyetleri nazardan korumanın yolları nelerdir?

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

326. Nağme: Cicada korosunun zikrini dinliyoruz!..

326. Nağme: Cicada korosunun zikrini dinliyoruz!..

“Cicada”lar on yedi sene yer altında bekledikten sonra nihayet toprağın üstüne çıkıp ağaçların en yüksek dalları başta olmak üzere her yana yayıldılar.

Cicada, (“Sikeyda” şeklinde okunuyor) Ağustosböceğigiller’den bir hayvancık.

17 sene boyunca toprağın bağrında sessizce bekleyen anne-baba Cicada’lar en fazla 5-6 haftalık yerüstü misafirliklerinin sonunda yumurtalarını ağaçların genç sürgün yarıklarına bırakıp ölüyorlar. Bunlardan altı hafta sonra “nimfa” adı verilen ve erginlere benzemeyen yavrular çıkıyor.

Danaburnuna benzeyen bu yavrular, azıcık güç bulur bulmaz sevk-i ilahi neticesinde kazıcı ön ayaklarıyla toprağı yararak altına gizleniyorlar. Toprak altında ağaç köklerini buluyor ve öz suyu emerek besleniyorlar. Ve tam 17 yıl öylece kalıp onca sene sonra nihayet topraktan çıkıyor ve ağaç gövdelerine tırmanıyorlar. Onlar da ataları gibi sadece 5-6 hafta toprak üstünde yaşayıp yumurtalarını bırakıyor ve ölüyorlar.

Hazreti Üstad kısa ömürlü canlıların hayatına dikkat çekerken sadece bir an Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım isimlerine mecla olmanın kıymetine işaret eder. Evet, Cicada’lar kim bilir hangi ilahi isimlerin tecellileridir ve ehl-i hikmet onlarda hangi Rabbanî mesajları okuyorlardır!..

Bununla beraber, Cicada’ların en cahil ve duyarsız insanları dahi hayrette bırakan bir yanları var: Sesleri.

Tek bir Cicada bile insanı dehşette bırakan bir ses çıkarıyor; bir de koro halinde şakıdıklarında ki çoğu zaman öyle yapıyorlar müthiş bir uğultu ortalığı kaplıyor. Araştırmacılar, bu hayvancıkların yakınına minik mikrofonlar yerleştirerek 158 desibellik bir ses çıkardıklarını tespit etmişler; bu, bir el bombasının patlamasıyla aynı değerdeymiş. Fakat Cenâb-ı Hak, bu böceğin işitme organını karnının uzağında bir kapsülün içinde korunmuş şekilde yaratmış da böcek bu yüksek sesten dolayı sağır olmuyor.

Cicada’lar, Fethullah Gülen Hocaefendi bulunduğumuz mekana ilk olarak 17 sene önce geldiğinde ortaya çıkmışlar. Bir haftadır yine her yanda onlar var. Mutlaka bize de bir şeyler söylüyorlar. Mutlaka, kendilerince onlar da ilahi sanata aynalık ediyorlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

327. Nağme: Sürpriz lütufların sahibi güzeller güzeli

327. Nağme: Sürpriz lütufların sahibi güzeller güzeli

Fethullah Gülen Hocaefendi mutad sohbetleri haricindeki bir hasbihalde askerliği esnasındaki rahatsızlığını, Erzurum’a dönüşünü, İzmir ve İstanbul’da kaldığı günleri anıp muttasıl olarak en çok ikamet ettiği yerin şu anki mekan olduğunu anlattı.

328. Nağme: Tekellüf ne demektir; “mütekellifîn” kimlerdir?

328. Nağme: Tekellüf ne demektir; “mütekellifîn” kimlerdir?

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin, özellikle şu ayet-i kerimeyle ilgili tefsirlerin hulasasını dinleyebileceksiniz:

قُلْ مَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُتَكَلِّفِينَ
“De ki: Ben irşad ve risalet hizmetinden dolayı sizden bir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden bir iddia içinde bulunan (tekellüfçülerden) biri de değilim!” (Sâd, 38/86)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

330. Nağme: Her söylenene inanma, her duyduğunu yayma!..

330. Nağme: Her söylenene inanma, her duyduğunu yayma!..

Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbete Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in “Kişinin her duyduğunu söylemesi (başkalarına iletmesi), ona günah olarak yeter.” Hadis-i Şerifi'ni hatırlatarak başladı.

Bazen bir paragrafta ifade edilen, bir cümle içinde söylenip yazılan her şey doğru olsa da bir kelimeyi takdim veya tehir etmenin (öne alma veya geriye bırakmanın) ya da aradan çıkartmanın büyük gailelere sebebiyet verebileceğini ve fitne unsuru olabileceğini belirten Hocamız, bundan dolayı “bir meselenin açık seçik olarak ortaya çıkartılması ve inceden inceye değerlendirilip iyi anlaşılması”nın çok önemli olduğunu ve özellikle ahlak kitaplarında yer alan bu hususa “tebyîn” denildiğini vurguladı.

Bilhassa önyargıların ve çarpıtmaların yaygınlaştığı zamanımızda bir sözün mana ve muhtevasını iyi anlamaya çalışmak lazım geldiğine ve aynı zamanda onu kimin naklettiğini de göz önünde bulundurmak gerektiğine dikkat çeken Hocaefendi, şu ayet-i kerime üzerinde durdu:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ
“Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa, gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât Sûresi, 49/6)

Aslında önemli hayırlara vesile yapılabilecek olan televizyon, radyo, gazete ve İnternet gibi unsurların bugün çoğunlukla şerde kullanıldığına, korkunç tahribatlara vasıta yapıldığına ve bu tahribatlar fasit dairesi içinde insanların sürekli bir gerilim yaşadıklarına değinen Hocamız, “Gerilmiş insanlarda denge olamaz; onlar dengeli düşünemezler, dengeli konuşamazlar, dengeli karar veremezler. Çünkü dengeli olmada teemmüle, düşünmeye ihtiyaç vardır.” dedi.

Maalesef günümüzde insanların çok rahatlıkla su-i zanna, gıybete ve hatta iftiraya girdiklerini, işittikleri her sözü gerçek kabul edip hemen hükümler verdiklerini ve vehimlere dayalı çirkin yargılarını değişik yollarla yayarak hem kendilerinin hem de başkalarının ufuklarını kararttıklarını ifade eden muhterem Hocaefendi, şu ayet-i kerimenin verdiği mesajlara dikkat çekti:

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً
“Bilmediğin şeyin peşine düşme (takılma)! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi de işlediklerinden mesuldür.” (İsra Sûresi, 17/36)

Bu ayet-i kerimenin her şeyden önce şüphe, tecessüs ve su-i zandan kaçınmayı ve kesin bilgiye dayanmayan yargılarla insanları suçlamamayı emrettiğini; şahısların gizli hallerini araştırmayı ve su-i zanna dayanarak onlar hakkında hüküm vermeyi yasakladığını belirten Hocaefendi, yeterli araştırma yapılmadan sadece söylentilere göre hiç kimse aleyhinde olunamayacağını; yalnızca tahmin ve varsayıma dayanan bilgi kırıntılarının mutlak doğru olarak kabul edilemeyeceğini dile getirdi.

Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz’in, “Hüsn-ü zan, ibadetin en güzelidir; kişinin kulluğunun güzelliğindendir.” buyurduğunu; hâlis niyetli, müsbet düşünceli ve güzel görüşlü olmayı İslam’ı hazmetmenin, onda derinleşmenin ve Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına bağlı yaşama enginliğinin bir alâmeti saydığını vurgulayan Hocaefendi, bir kere daha Üstad hazretlerinin ortaya koyduğu “hüsn-ü zan, adem-i itimat” prensibinin keyfiyetini açıkladı.

Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbetin sonunda şu sözlerin hatırlattığı hakikatleri dillendirdi:

Bul erbabını danış akıl, dinlemek ferasettir,
Zaman âhir oldu, zuhur eden alamettir,
Heva-yı nefsine uyma; sabrın sonu selamettir,
Ne aldandın be hey gâfil, bu can sana emanettir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

331. Nağme: Emanet ve Feragat

3331. Nağme: Emanet ve Feragat

Fethullah Gülen Hocaefendi, İman ve Kur’an hizmetinin nasıl bir emanet olduğunu, kimlerin omuzunda hangi fedakârlıklarla günümüze kadar getirildiğini ve o mübarek emanetin bugünün insanlarından neler beklediğini anlattı.

Emanete layık bir insan sayılabilmek için bir yandan çok emin olmak, diğer taraftan da gerekli liyakati sergileyemediğine inanmak lazım geldiğini belirten Fethullah Gülen Hocaefendi şu ölçüyü dile getirdi: “Liyakati taçlandıran ve tamamlayan unsur, ‘Biz layık değildik; fakat ya imtihan için ya da bir avans olarak Allah bunu lütfeyledi.’ diyebilmektir.”

Allah’ın, Rasûlullah’ın ve seleflerimizin emaneti olarak omuzlarımızda bulunan değerleri zayi etmemek için çok hassas davranmak icap ettiğine değinen Hocaefendi, iradenin hakkını verme, derin şuur, amel-i salih, ihlas, ihsan, tefekkür, tedebbür, sohbet-i Canan korumalarıyla sürekli kalb ve ruhu muhafaza altında tutmaya; ayrıca temkin, güçlü hazım sistemi, ulu orta konuşmama, her meseleyi başkalarının hissiyatını da hesaba katarak ortaya koyma ve alternatif planlar oluşturma gibi korumalarla da ziyade tedbirler almaya ihtiyaç olduğunu vurguladı.

“Emanette emin, adanmış nesiller kendilerini düşünmemeliler; hatta bazen evlerinin yolunu unutmalılar.” diyen Hocaefendi, mefkûre insanının beşeri ihtiyaçları zaruretler çerçevesinde ele alması ve bütünüyle davasına yoğunlaşması gerektiğini dile getirdi.

Dünyaya farklı bir renk, farklı bir desen kazandırabilmek için birkaç düzine “deli” lazım geldiğini ifade eden Hocaefendi o delilerin özellikleri üzerinde durdu.

Hocaefendi, sözlerini mübarek emanetin “aşkın feragat” gerektirdiğini beyan ederek tamamladı.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

332. Nağme: Hazreti Davud ve üç özelliği

332. Nağme: Hazreti Davud ve Üç Özelliği

Fethullah Gülen Hocaefendi, Sâd Sûresi’nin tefsirinde üzerinde durulan bazı ayet-i kerimeleri hakkında açıklamalarda bulundu.

وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ
“Biz onun hakimiyetini güçlendirdik, ona hikmet, nübüvvet, isabetli karar verme ve meramını güzelce ifade etme kabiliyeti verdik.” (Sâd sûresi, 38/20)

Cenâb-ı Hak, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e,

وَاذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُودَ ذَا اْلأَيْدِ إِنَّهُ أَوَّابٌ إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَاْلإِشْرَاقِ وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ
“Güçlü kuvvetli bir kulumuz olan Davud’u hatırla. O, yürekten Allah’a dönen biriydi. Doğrusu Biz dağları musahhar kıldık da, onlar akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte tesbih eder dururlardı. Kuşlar da toplu hâlde onun tesbihiyle tesbih ediyorlardı.” (Sâd sûresi, 38/17-19)

gibi ifadeleriyle Hazreti Davud’un (alâ seyyidinâ ve aleyhissalatü vesselam) bazı mazhariyetlerini anlattıktan sonra, o yüce peygamberin üç önemli vasıfla daha serfiraz olduğunu hatırlatıyor; onun saltanatla Hakk’a yakınlığı bir arada götürebilmiş olma imtiyazıyla örnek alınması gerektiğini vurguluyor. Bu son üç husus:

1) وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ"Mülkünü destekleyip kuvvetlendirdik." sözleriyle ifade edilen belâ, devâhi ve mesâib adına pek çok şeye maruz kalan Hz. Davud’un, bütün bunlardan sıyrılarak ve âdeta saltanata dönüşen o peygamberane iradesinin tahkimi.

2) وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ"O’na hikmet de verdik.” beyanıyla anlatılmak istenen, her nebideki nübüvvet hakikatinin önemli bir derinliği diyeceğimiz hikmet nimeti.

3) وَفَصْلَ الْخِطَابِ“Ve fasl-ı hitap da (verdik).” kaydıyla seslendirilen, Hazreti Davud’un konuşma kabiliyetinin mükemmelliği, her meselede maksadı eksiksiz, belâgatli ve düzgün bir şekilde anlatabilme kabiliyeti.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

333. Nağme: Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkçe Olimpiyatları'nın kapanış törenini izledi

333. Nağme: Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkçe Olimpiyatları'nın kapanış törenini izledi

Fethullah Gülen Hocaefendi, Uluslararası Türkçe Derneği (TÜRKÇEDER) tarafından, İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadı'nda "Evrensel Barışa Doğru" sloganıyla düzenlenen 11. Türkçe Olimpiyatları'nın kapanış törenini televizyondan seyretti.

  • Fethullah Gülen Hocaefendi hemen her sahnede dua etti, ismi zikredildikçe mahcubiyetle istiğfar çekti ve her öğrenciye defalarca "maşaAllah" diyerek programı izledi.
  • Yaşlı gözler ve dualarla programı seyreden Hocaefendi, "Toplumu siyah beyaz diye çok koparmışlar. Bunu ancak dipten gelen hareketler tamir edebilir." dedi ve ekledi "Elimde olsa o iki bin misafir öğrencinin herbirine beşer bin lira verirdim. Daha fazlasını hak ediyorlar."
  • Hocaefendi, sahne dekorunu, desenleri ve renkleri de çok beğendi.
  • Programı "Allahım burada yüzlerini güldürüp mutluluk yaşattığın gibi şu yeryüzü çiçeklerini ötede de saadetlere nail eyle." diyerek dua etti.
  • Hocaefendi, program esnasında "Bazı şeyler sizin kulluk çizginizin altında olabilir; fakat âleme bağrınızı açmışsanız, herkesi kucaklayacak bir tavır ortaya koymalısınız." muhtevasını ifade eden yorumlarını seslendirdi.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.