• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

İnsanın kapasite ve sınırı

Soru: Bir insan “Benim kapasitem ve sınırım bu kadar” diyebilir mi?

Cevap: Eğer mevzu, Cenâb-ı Hakk’ın teklif dairesi içinde bir husus ise, böyle bir söz doğru değildir. Allah Teâlâ, insana tâkatını aşan hiçbir şey teklif etmemiştir. Beş vakit namaz, hac ve zekât gibi ibadetler nefse ağır gelebilir. Fakat usûlcülerin dediği gibi bunlar, beşere yüklenebilecek, onların da taşıyabileceği türden vazifelerdir. Tıpkı bir merkûbun (bineğin) belli kilogram yük taşıma kapasitesi olduğu ve üzerine o ölçüde yük vurulduğu gibi, insanın ne kadar yük taşıyacağını bilen Hâlık-ı Kerim, onu fıtratına uygun bir kısım sorumluluklarla mükellef kılmıştır.

Teklif dairesinde insanların hevâ ve hevesleri ölçü değildir; beşeri yaratan “Yüce Kudret” onu en iyi bilendir ve onun yapısına, tabiatına ve tâkatine münasip şeyleri ondan ister. Mesela, namaz kılmak, hususiyle de sabah namazına kalkmak, bazılarına çok zor geliyor olabilir. Oysa, ne sabah namazı ne de diğer namazları kılmak bir yük, bir zorluk ve kulun sırtında bir sıklettir. Bilakis, insan onu fıtrat haline getirdi mi, namaz bir haz kaynağı, bir ferahlık vesilesi, bir güç ve kuvvet menbaı olur. Fakat bazen insana yerinden kalkmak bile ağır gelebilir. Sabahtan akşama kadar sırtüstü yatan, salondan kalkıp mutfağa gitmeyi bile çok yorucu bir iş bildiğinden televizyonun karşısına meşrubat dolapları koyan, borular döşeten günümüzün zavallı insanı ıtrahâtı dahi bir angarya ve çok ağır bir iş görüyorsa, namazı da ruhunu ezen bir yük ve altından kalkılmaz bir teklif olarak görebilir. Ama onun çarpık anlayışı ve tembelliği ölçü değildir.

Eğer sorumluluklarımızı Allah (celle celâluhû) yüklemişse, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ ve tahmil etmişse, onlar hakkında “Bizim takatimizi aşan şeyler” diyemeyiz. Bu söz yalan olur. Bize takatimizin üstünde hiçbir sorumluluk teklif edilmemiştir. Nereye kadar? Ölmeye kadar, çoluk çocuğumuzu kaybetmeye kadar, -Allah uzak etsin- evimizin yanmasına, hicret için yurdumuzu yuvamızı terk etmek zorunda kalmamıza kadar... Bunların hiçbirisi “teklîfi mâ lâ yutâk” değildir. Ama tembelliğe, rahata ve dertsizliğe alışmış olanlar; bunları, altından kalkılması çok zor olan ağır yüklerin insanın sırtına yüklenmesi gibi görebilirler.

Felâket günlerimize destan yazan Merhum Akif der ki;

Viranelerin yascısı baykuşlara döndüm.
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbülü olurdum.
Ya Rabb beni evvel getireydin ne olurdu!

Zannediyorum, hepimiz Fatih’le beraber İstanbul surlarına çıkmayı arzu ederiz. Hepimiz Yavuz Selim’in yanında “Kutlu Nebî”nin kılavuzluk ettiği seferde bulunmak isteriz. Fakat ben “Merhum Şair”in bu sözlerini her hatırladığımda diyorum ki, “Ya Rab! İyi ki bizi evvel getirmemişsin, kim bilir ne olurduk!” Çünkü, o günlerde her on haneden ikisine iki tane şehit düşerdi; her gün vatanın dört bucağından feryad-u figan yükselirdi. Şimdilerde -Allah tek bir acıyı da göstermesin- bir askerimiz şehit düşüyor, yüreğimiz yanıyor, ağlıyoruz. O günlerde ise binlerce insan ölüyordu. Biz sadece Çanakkale’yi biliyoruz; ama o savaşların hiçbirinde binden az insan ölmemiştir ve her savaşta binlerce aileden feryad kopmuştur. İşte, o zor günler, mesela, bir İstiklâl Harbi de “teklifi mâ lâ yutak” değildir. Fakat günümüz şartlarında düşünürsek, o günler bizim için katlanılması imkânsız zaman dilimleridir.

Bazı şeyler de vardır ki, bunlar dinin emretmediği, şahsın kendi kanaat ve kararının bir sonucu olan hususlardır. Mesela, nefsini dizginleme yolları arayan bir insan, “Ben günde bir öğün yemek yiyeceğim” diyebilir ya da “Bir yabancı memlekette, vatanıma hasret yaşasam da, dört beş sene Rabb’imi anlatacağım” diye kendi kendine söz verebilir. Cenâb-ı Allah’ın, o insanın söylediği şekilde bir teklifi yoktur; öyle bir vazife tahmil etmemiştir kuluna. İnsan, bunları, o şekilde yapmazsa sorumlu olmaz; fakat yaparsa, fedakârlığının karşılığını görür. Bu fedakârca bir davranıştır.

Kezâ, insanın manevî hayatı adına bir derinleşme mevzuu ve ilme’l-yakîni ayne’l-yakîn seviyesine yükseltme, kabilse onu hakka’l-yakin sınırına götürme hususu da insana teklif edilen şeylerden değildir. Fakat bir insan bunların arkasında olursa; Allah (celle celâluhû) indinde, derinleşmesinin mükâfatını görür.

Bir toplum da, “teklifi mâ lâ yutâk” olmamak üzere bazı hususlarda aralarında mütabakat sağlarsa; mesela, “Ülkemizin dört bir yanında eğitim faaliyetlerine katkıda bulunalım. Her birimiz millî kalkınmanın gönüllü erleri olarak çalışalım. Yarının ümidi nesillerimizi seviyeli yetiştirelim” der ve bunun gereklerini yerine getirirse; bu duygu, karar ve sâlih amel her türlü takdirin üstündedir. Fakat bu da güç yetirilmez bir işin omuza yüklenmesi demek değildir.

Dinimizde, “Bu ağır yükü götüremiyorum” denebilecek hiçbir mesuliyet yoktur ve böyle bir sözü söylemek sadece bir mazeret ve bahaneden ibarettir, yanlıştır.

İnsanın kendini keşfi ve kullukta derinlik

Fethullah Gülen: İnsanın kendini keşfi ve kullukta derinlik

Soru: İnsanın Allah’la irtibat ve kullukta derinleşmesinin kendini bilmesi ve keşfetmesiyle mümkün olacağı ifade ediliyor. İzah eder misiniz?

Cevap: Arapça’da اَلْعَادَاتُ لَا تُتْرَكُ “Âdetler terkedilmez.” şeklinde bir söz vardır. Bundan تَرْكُ اَلْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكَاتِ “Âdetlerin terki helâkete götüren sebeplerdendir.” disiplini çıkarılmıştır. Bu açıdan eğer bir mü’min illâ bir şeyi âdet hâline getirecekse, Allah’la (celle celâluhu) münasebeti adına ortaya koyması gereken ibâdet ü taatleri asla terk edemeyeceği âdetler hâline getirmelidir. Şayet insan, ibadet ü taati ve Allah’la sıkı münasebetiyle böyle bir keyfiyeti elde eder de onu vicdanının iç derinliği hâline getirebilirse, bir kısım Hak dostlarının “Bir ân huzur gaybûbeti yaşarsam ölürüm.” mülâhazasına ulaşabilir. Bunun için de onun, her an Allah’ı (celle celâluhu) görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla hareket etmesi; his, şuur ve iradesiyle sürekli O’nun hoşnutluğunun peşinde olması, gazabına götürebilecek davranışlardan olabildiğince uzak durması; mahiyetindeki sevme ve saygı duyma hislerini O’na tevcih etmesi çok önemlidir.

Böyle bir kıvam, inanan herkes için bir hedeftir, daha doğrusu bir hedef olmalıdır ama o hedefe ulaşmak için insan konum ve duruşunu sürekli gözden geçirmeli ve samimiyetle kendine şu soruları sormalıdır: “Acaba böyle bir ufku yakalama adına gerekli olan kıvamı sergileyebiliyor muyum? Bulunduğum konumu yeterli görmeyip, ‘Bir fasıl daha, bir fasıl daha!’ deyip terakki semalarında sürekli ötelere kanat çırpabiliyor muyum?”

Hakikat mesleği ve tevazu

Hakikat yolcusunun kalb ve ruh ufkunda seyahat ederken ulaştığı mertebeyi hiçbir zaman yeterli görmeyip sürekli daha yukarıları hedeflemesi çok önemlidir. Fakat bu sözümüzle onun, bir kısım harikulâde şeyler sergileyerek kendini ifade etmesini değil, Yüce Allah’ı (celle celâluhu) bilip tanıması ve O’nun huzurunda kendisini bir hiç olarak görmesi adına derinleşmesini kastediyoruz. Sözün gelişi insan, kendi gücüyle sadece küre-i arzın değil bütün dünyaların hareket yönünü değiştirse bile, onun Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü ve icraatı karşısında bunun bir “hiç” olduğunu görmesi ve her şeyi O’ndan bilmesi gerekir. Bu açıdan hakikat mesleğini benimseyenler, suda batmadan yürüme, havada kanatsız uçma, tayy-i mekân yaparak bulunduğu yerde otururken bir anda Kâbe’yi tavaf etme gibi harikulâdeliklere kat’iyen talip olmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, bazı veli kullarına verdiği bu türlü mazhariyetlere talip olma, hakikat mesleğinin ruhuna zıttır. Hakikat mesleğinde esas olan tevazudur, mahviyettir, nefsini yerden yere vurup kendini hep sıfır görmektir. Bu arada şunu ifade edeyim ki, bu tür mânevî makam ve payelere talip olmayan hakikat kahramanları, elbette ki kaymakamlık, valilik, vekillik, bakanlık ve benzeri dünyevî makam ve payelere de hiç talip olmazlar.

Bu ifadelerle idareye ait o makamların hafife alındığı, küçük görüldüğü anlaşılmamalıdır. Fakat talip olunan yüksek değerlerin büyüklüğü karşısında bu türlü şeylere meyletmek, talip olunan o hakikatlere bir saygısızlık olur. Yürünen bu yolda eğer “Allah rızası” denmişse, ondan daha büyüğünün olmadığı; “O’nun cemâli” hedeflenmişse, ondan daha müstesnasının bulunmadığı; Firdevs’e talip olunmuşsa, ondan daha önemli bir yerin söz konusu bile olamayacağı bilinmelidir. İnsan bir kere bu yüce gayeleri hedeflemişse, artık onlardan dönüp başka şeylere teveccühte bulunmak, onlara karşı saygısızlık olur. Evet bir hakikat eri, Resûl-i Kibriyâ’nın (aleyhi ekmeletüttehâyâ) bir kapı kulu ve âzât kabul etmez boynu tasmalı bir bendesi olmaya talip olmuşsa, Hazreti Mevlânâ’nın ifadeleriyle:

Kul oldum, kul oldum, kul oldum!
Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.
Kullar âzât olunca şâd olur;
Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.

diyerek âdeta avazı çıktığı kadar İslâm’a teslimiyetini ifade mânâsında Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) bende olduğunu haykırmışsa, bunu başka hiçbir şeyle değiştirmez, değiştirmemelidir.

“Ben” diyene kapılar sürmelidir

Ama insan, kendini işin içinden çıkartamamışsa benliğine takılır kalır. Benliğine takıldığı ölçüde de o, şeytana yakın, Allah’a (celle celâluhu) uzaktır. “Ben” diyene, hiçbir zaman Allah’a giden yolda kapılar açılmaz. Her açmak istediğinde o, kapıları sürekli kapalı ve sürgülü bulur, o kapının önünde beyhude bir şekilde bekler durur. Çünkü bir yerde iki tane “ben” olmaz. Esasen “ben” demekte kibir emaresi vardır. Efendimiz  (sallallâhu aleyhi ve sellem), kapısının tokmağına dokunan sahabîye, “Kim o?” diye sorar, “Ben!” deyince, kapıyı açar.. açar ancak “Ben, ben!” diyerek de o söze karşı rahatsızlığını ortaya koyar. (Buhârî, isti’zân 17; Müslim, âdâb 38, 39) Çünkü ihtimal bu “ben” deyişte bir nevi kibir vardır; âdeta o “benim kendimi tanıtmaya ihtiyacım yok” demiş olmaktadır.

Evet sürekli “ben” deme, âdeta bir davul sesi çıkarma demektir. Malûm olduğu üzere davul, içi bomboş olduğu için ses çıkarır. Sürekli “ben” diyen kişi de kendisini bomboş, hakir bir varlık seviyesine indirmektedir. Zira içi dolu olanlar, dışarıya bir davul gibi ses vermezler. Mevlânâ Hazretleri, bu mânâda boş kimseleri, içinde bir-iki tane oyuncak türünden inci-mercan bulunan, sağa-sola döndürüldüğünde tıkır tıkır ses çıkaran kutulara; dolu insanları da içleri cevherlerle dolu olduğu için dışarıya ses ve sır vermeyen cevher kutularına benzetir.

Tevâzu, mahviyet ve hacâletin alâmeti sessizliktir. Bu duygularla hareket ederek ülkesi, milleti ve topyekûn insanlık adına sürekli plan ve proje üretmeye çalışanlar, aksiyon öncelikli insanlardır ve onların icraatları, tıpkı yıldırımların gök gürültüsünden önce hedeflerine ulaştığı gibi, seslerinin önünde yürür. Diğer yandan gösteriş ve âlâyiş, içi boş ama gürültülüdür. Dolayısıyla hayatlarını gösteriş ve âlâyiş üzerine tesis edenler, sadece boş gürültü çıkarmış olurlar. Hâlbuki esas olan, sözlerin aksiyon öncelikli olmasıdır. Nitekim Hazreti İbrahim (aleyhisselâm), وَاجْعَل لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِرِينَ “Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasip eyle bana!” (Şuarâ sûresi, 26/84) şeklinde dua ederek gelecek nesillere uzanan kalıcı hizmetler yapmayı Cenâb-ı Hak’tan istemiştir. Bu, aksiyon öncelikli bir sözdür. Onun için insan, bildiği ve yapabildiği kadar tarlaya tohumu atıp gerisini Allah’a bırakmalıdır. Ancak böyle engin bir mülahazayla hizmet etme de Allah’ı (celle celâluhu) biliyor ve tanıyor olmakla mümkündür ki O’nu (celle celâluhu) bilip tanıma ise insanın kendini, kendi konumunda bilmesine bağlıdır.

Kendini bilmeyen Rabb’ini de bilemez

Hadis diye rivayet edilen مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabb’ini de bilir.” (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343) sözünde ifade edildiği gibi, fizyolojik yapısıyla, vicdanıyla ve onun dört rüknü olan irade, latîfe-i rabbâniye/kalb, zihin ve hissiyle birlikte kendini tahlil ve analiz eden insan, Rabb’ini daha iyi bilir. Bu sözün mefhum-u muhalifi alınacak olursa, “Kendini bilmeyen, Rabb’ini de bilemez.” demektir. O hâlde insanın, Rabb’ini bilmesi için kendisinin ne olduğunu bilmesi lâzımdır. Hazreti Pîr’in ifadesiyle insan, öyle mükemmel bir “fabrika”dır ki (Bkz.: Sözler s.165 (On Üçüncü Söz, İkinci Makam)) onun her parçası bir diğeriyle ciddî tenasüp içindedir. Aynı zamanda bu varlık, kâinatla da çok ciddî bir tenasüp içindedir. Mesela, insanın ağzı ve onunla yiyeceği şeyler arasında bir münasebet olduğu kadar, gözleri ve onlarla göreceği şeyler arasında da bir münasebet vardır. Hem öyle bir münasebet ki, onunla değişik tecellî dalga boyundaki varlıkları görüp seçebilir.

İnsanın âzâları arasındaki bu tenasüp, onun içinde bulunduğu kâinattaki diğer varlıklar arasında da söz konusudur. Fizikçi ve astrofizikçilerin ifadelerine göre, en uzak sistemlerin bile, yeryüzünde çok küçük görülen insanla bir alâkası ve münasebeti vardır. Ancak bu münasebeti sezip anlayabilmek için işe öncelikle yakın daireden başlamak gerekir. Mesela insan, yiyeceği maddelerle ağzının, göreceği nesnelerle gözünün münasebetleri açısından kendini tahlil ettiği zaman mutlaka Yüce Yaratan’ın varlık ve birliğini gösteren delillere ulaşacaktır. Onun için kudsî hadis diye rivayet edilen ve tasavvuf kitaplarında da yer alan bir mübarek sözde Cenâb-ı Hak, “Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin. Ey insanoğlu, Ben Rabb’im; nefsini bilen Beni de bilir.. nefsini terk eden Beni bulur… Beni bilmek için nefsini terk et; Benim mârifetimle mamur olmayan bir kalb kördür!” buyurmuştur.

Anatomik yapıdan ruhun derinliklerine

Alexis Carrel, daha 1935 yılında yazmış olduğu “İnsan Bu Meçhul” adlı eserinde, insan vücudundaki mükemmelliğe ve mutlaka onun bir Yaratıcısı olduğuna dikkat çekmiş, böylece önemli bir çalışmaya imza atmıştı. Her ne kadar kitabın yazarı, Türkiye’de bazılarının karalamasına maruz kalsa da söz konusu eser, insanımız tarafından okunmuş ve ondan istifade edilmiştir. İnsanlar, -hususiyle doktorlarımız- o kitabı okurken ondaki insan anatomisi üzerine yapılan tahlillere baktığında, o tahlillerin her faslında “Lâ ilâhe illâllah-Allah’tan başka ilâh yoktur.” diyeceklerdir. Zira O’nun (celle celâluhu) kudret eli olmadan insan vücudundaki o harikulâde tenasübü izah etmek mümkün değildir.

İnsan, bu şekilde kendi anatomisi ve fizyolojisi başta olmak üzere onların eşya ile irtibatlarını yani dış âlemini tanıdıktan sonra, iç âlemi de diyebileceğimiz nefsini, vicdan mekanizmasını ve içine doğanları bilmeye yönelmelidir. Zaman zaman “içe doğma” şeklinde de ifade edilen “hiss-i kable’l-vukû”ların yaşanması; mesela, insanın sabah vakti aklına gelen birisiyle ikindi vakti karşılaşması; rüyada âlem-i misal ve âlem-i berzaha ait levhaların insanın müşâhedesine sunulması ve sabah olduğunda rüyada gördüğü bazı şeylerin aynıyla, bazılarının da “tevil-i ehâdis”e vâkıf olanların tevil ettiği şekliyle zuhur etmesi gibi olaylar, onun iç âleminde yaşadığı olaylardır. Bunları sebepler çerçevesinde izah etmek de mümkün değildir. İnsan, bütün bunlardan hareketle kendi iç âleminde yolculuğunu sürdürdüğünde hem kendini icmâlî olarak bilecek, hem de Yüce Yaratıcı’nın varlığına ulaşacak ve Rabb’ini daha iyi tanıyacaktır.

Gerçek hürriyet

Kudsî hadis diye rivayet edilen yukarıdaki sözde, “Beni bilen, Beni arar.” buyruluyor. Bu da bir önceki fasla bağlanabilir. İnsan, Yüce Yaratıcı’yı tanıdıkça, “Acaba O, benden ne istiyor? O’nun yakınlığına nasıl erebilirim, sinemi O’nun iştiyakıyla nasıl doldurabilirim? Zira sinemi O’nun iştiyakıyla doldurmak benim vazifem, O’nun da hakkıdır. Bu sinede sadece O tecelli etmeli, O’ndan gayrı her şeyi (mâsiva) çıkarıp atmalı!” diyecek ve arayışını derinleştirecektir. Fuzûlî, bu hakikati şöyle seslendirir:

Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil;
Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?

Evet insanın, bu şiirde işaret edildiği gibi, dünya ve içindekileri sinesinden söküp atması, sadece O’nun mülahazasıyla dolup taşması ve zihnini sürekli O’nunla meşgul etmesi lâzımdır. İnsan, bunları yerine getirdiği takdirde Cenâb-ı Hakk’ı bulmuş olacak; O da kulunun bu samimi gayretlerini karşılıksız bırakmayacak ve kudsî hadis diye rivayet edilen sözün devamında buyurulduğu gibi, onun bütün arzularını, hatta daha da fazlasını lütfedecektir. Alvarlı Efe Hazretleri bu hakikati ne güzel ifade eder:

Sen Mevlâ’yı seven de
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?

“Ben, ganimet için Müslüman olmadım Yâ Resûlallah!”

İşte bu mertebeye eren mü’min, değişik arzu ve isteklerin vesayetine girmekten kurtularak hakikî hürriyete kavuşur. Zira merhum Seyyid Kutub’un ifadesiyle “Hakikî hürriyet, Allah’a kul olmaktan geçer.” Evet Allah’a (celle celâluhu) kul olanlar, başkalarına kulluktan kurtulurlar. O’na hakkıyla kul olmayanlar ise başları secdeye gitse bile makama, mansıba, korkuya, yuvaya, rahata, zevk u sefaya, bohemliğe, alkışa, takdire, çoluğu çocuğu adına da yalıya, villaya kulluk gibi onlarca kulluk çeşidi sergileyeceklerdir ki, herhalde cahiliye dönemi müşriklerinin bile bu kadar çok putu olmamıştır!

Evet başka şeylere kul-köle olmaktan sıyrılmanın yolu, Allah’a hakikî mânâsıyla kul olmaktan geçer. Bu konuda sahabe efendilerimizin hayatları ne güzel, ne çarpıcı misallerle doludur. Mesela askerî ve siyasî bir dâhi olan Hazreti Amr İbnü’l-Âs (radıyallâhu anh) çok geç Müslüman olmasına rağmen, bu mevzuda dinin ruhunu öylesine güzel kavramıştır ki, o anlayışa hayran olmamak mümkün değildir.

Bildiğiniz gibi Amr İbnü’l-Âs Hazretleri, Hudeybiye Sulhü sonrasında Müslüman olmak için Medine’ye gidip Efendimiz’in yüce huzuruna çıkar. Mahcubiyetinden dolayı âdeta tir tir titremektedir. Çünkü o güne kadar İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi ekmelüttehâyâ) çok kötülük yapmıştır. Fakat Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapılan hiçbir kötülüğü deftere yazmamış, onları çoktan unutmuştu. Musafaha yaparken Amr İbnü’l-Âs kendisinden geçmiş, âdeta bir cezbe hâliyle Allah Resûlü’nün mübarek elini sıktıkça sıkmış, bunun üzerine de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ne demek istiyorsun yâ Amr?”diye sormuştu. Hazreti Amr, “Kusurumu bağışla yâ Resûlallah!”diye mukabelede bulununca, Allah Resûlü ona, “Bilmiyor musun yâ Amr, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ geçmiş bütün günahları siler, süpürür ve temizler…”fermanında bulunmuştu. (Bkz.: Müslim, îmân 192; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/204) Amr İbnü’l-Âs Müslüman olduktan kısa bir süre sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu çağırmış, kendisini bir seriyye ile harbe göndereceğini ve neticesinde de ganimet elde edeceğini bildirmişti de o, “Yâ Resûlallah! Ben, ganimet için Müslüman olmadım…”demişti. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/197, 202; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 4/467)

Aynı şekilde Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), kaynaklarda ismi zikredilmeyen bir sahabî efendimize ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat: “Yâ Resûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben -boğazını göstererek- şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.”demiş, ganimeti elinin tersiyle itmişti. Neticede o, arzu ettiği gibi boğazına isabet eden bir okla şehit olup ötelere yürümüştü. (Nesâî, cenâiz 61; Abdurrezzak, el-Musannef 5/276; Hâkim, el-Müstedrek 3/688)

Yine Mekke’nin fethine kadar Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem]) karşısında yer almış olan Ebû Süfyan’ın (radıyallâhu anh) gözüne Yermûk Savaşı’nda bir ok isabet etmişti. Ebû Süfyan, çıkan gözünü avucuna aldıktan sonra diğer gözüyle ona anlamlı anlamlı bakmış, “Neye yararsın ki, yetmiş sene kendi sahibini görmedin!” diyerek yere atmıştı. (Bkz.: İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 6/158)

Bütün bu misaller,

“Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş.” (Niyazî-i Mısrî)

sözleriyle ifade edildiği üzere, insanı yetiştiren muallimin tesirini ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda bir hamlede amudî (dikey) yükselme adına da misal teşkil etmektedir.

İşte günümüzün inanan gönülleri de, kendilerine ashâb-ı kiramı örnek alıp hiçbir dünyeviliğe tâlip olmamalı; hele hele devletin herhangi bir kademesinde görev yapıyorsa, makamının kredisini kullanarak kendisine, çoluk çocuğuna, yakınlarına çıkar sağlamamalı; araba, uçak, yat, gemi.. vb. şeyler peylememelidir. Meşhur bir atasözünde denildiği gibi o sadece “Allah bes, bâki heves!” deyip Hak rızası istikametinde yürümeli, sadece O’nun rızasına tâlip olmalı; hedeflediği rızâ-i ilâhîyi, cemâlullâhı, iştiyak-ı likâullâhı ve maiyyet-i nebeviyeyi hiçbir şeye değişmemelidir. Hatta bunlardan vazgeçmesi karşılığında ona cennetler teklif edilse bile, “Allah Allah! Bunlar bende nasıl bir eğrilik gördüler ki bana rızâ-i ilâhînin, iştiyak-ı ilâhînin, ru’yet-i ilâhiyenin berisinde bir şeyler teklif ediyorlar.” diyebilme yiğitliğini göstermelidir. Yüreğini öylesine bu duygularla “lebrîz” etmeli, doldurup taşırmalı ki başka şeyleri içine almasın. Zira bunların yanında gökte uçma, suda batmadan yürüme, insanların içini okuma, çehrelerine bakarak başlarına gelecek şeyleri onlara söyleme gibi şeyler, çer-çöp denecek kadar basit kalır.

Hâsılı, kendini iman ve Kur’ân hakikatlerini i’lâya ve ruhunun âbidesini ikâme etmeye adamış insanlar, izah edilen hususlara çok dikkat etmek mecburiyetindedirler. Evet onlar, dünya ve mâfîhâ adına her şeyi ellerinin tersiyle itmeli ve فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ “Sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et.” (Hûd sûresi, 11/112) âyeti hükmünce, kendi tarz-ı telâkkilerine göre doğru bildikleri şeylere göre değil, doğruluk denilince nezd-i ulûhiyette neye karşılık geliyorsa işte o şekilde doğru olmaya çalışmalıdırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İnsanın kendini övmesi ve nazar

Soru: İnsanın kendisini övmesi, kabiliyet ve başarılarını herkese anlatması da nazar değmesine sebep olabilir mi?

Malûmunuz olduğu üzere, “nazar” Arapça asıllı bir kelimedir; “bakma, bakış, göz, fikir, düşünme, mülâhaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh” gibi mânâlara gelmektedir. Araplar, göz değmesini “isabetü’l-ayn” olarak isimlendirmişlerdir. Nazar kelimesi Türkçede “kem göz” mânâsına kullanılmakta ve “nazara gelme”, “nazara uğrama” ve “nazar değme” gibi ifadelerle göz değmesi kastedilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim nazardan söz ederken açık ve kesin bir hüküm bildirmemekte, buna karşı hadisler, açık bir ifadeyle nazarın gerçek olduğunu haber vermektedir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Nazardan Allah’a sığınınız. Göz değmesi gerçektir” buyurmuşlardır. Esma Bint-i Umeys’den (radiyallahu anh) rivayet edildiğine göre, kendisi “Ya Resûlallah! Cafer’in oğullarına cidden nazar değiyor, ben onlar için şifa dileğiyle okutturayım mı?” demiş. Resûl-ü Ekrem de “Evet, lâkin kader ile yarışan bir şey olsaydı, nazar onu geçerdi” diye cevap vermişlerdi.

Tefsircilerin çoğu, “Rabb’i onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu inkâr edenler, zikri (Kur’ân’ı) işittikleri vakit neredeyse gözleri ile seni yıkıp devireceklerdi. Bir de durmuşlar, ‘O herhalde bir delidir.’ diyorlardı” (Kalem, 68/50-51) meâlindeki âyette geçen “Gözleriyle seni yıkıp devireceklerdi” sözünü “nazar” ile tefsir etmişlerdir.

Nazar ile kıskançlık arasında yakın bir münasebet vardır. Elmalılı Hamdi Yazır, bu münasebetle alâkalı şöyle der: “Kıskançlıklarından az daha Hz. Peygamber’i nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse onu helâk edeceklerdi. Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü bulunduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder. Kimi de aldığı teessürle, hasedinden bir gayza düşer, türlü türlü sû-i kasde ve hilelere kalkışır ki, maddî veya manevî hangisi olursa olsun hedefine vardığı zaman, isabet-i ayn veya nazar tabir olunur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler, ispat edenler olmuştur. Keyfiyeti ne olursa olsun isabet-i ayn vardır.”

“Nazarın hak olduğunu kabul ettiğimize göre ondan nasıl korunabiliriz?” denirse “Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) yaptığı duaları yapmak suretiyle…” diye cevap verebiliriz. Ebû Said el-Hudrî’den (radiyallahu anh) rivayet olunduğuna göre; Resûlullah, “Cinlerin ve insanların nazarından Allah’a sığınırım” gibi dualarla cinlerin ve insanların nazarından Allah’a (celle celâluhû) sığınırdı. Sonra Muavvezatân nazil olunca bu sûreleri okumaya başladı. Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Evinden çıkarken şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir; o adam muhafaza altına alınır, şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir: ‘Bismillâhi tevekkeltü alellâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (Allah’ın adıyla evimden çıkıyorum. Ben Allah’a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet sadece Allah’ın lütuf ve ihsânıyladır.)” Ümmü Seleme’nin rivayetine göre ise Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) evinden çıkarken şöyle derdi: “Allah’ın ismini zikrederek çıkıyorum. Ben Allah’a tevekkül ettim. Allah’ım hata yapmaktan, yolumu şaşırmaktan, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillikle başkasına bela olmaktan ve başkasının cahilce davranışıyla karşılaşmaktan sana sığınırım.” Osman b. Affan (radiyallahu anh) da Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Bir kul her günün sabahında, her gecenin akşamında üç defa şu şekilde duâ ederse, o kişiye hiçbir şey zarar veremez: ‘Bismillâhillezi lâ yedurru me’asmihi şey’un fıl’ardı ve lâ fı’ssemâi ve huve’s-semiu’l-alîm. [Onun adıyla hareket edip ona sığındıktan sonra yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın ismiyle (sabahladım, akşamladım). O her şeyi işiten ve bilendir.]” Ayrıca, Hz. Âişe validemiz de Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yatağına girdiğinde İhlâs, Felâk ve Nâs Sûrelerini okuduğunu, iki eline üfleyip vücudunu sıvazladığını rivayet etmiştir.

Bu genel malûmâttan sonra sizin sorunuzdaki hususa gelecek olursak; eğer Rabb’imizle irtibatımız sağlam değilse, tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde bulunmuyorsak, bu durum bizim için bir boşluk ve zırh aralığı demektir. Öyle anlarda, manevî kalkanımızda delikler açılmıştır ve bir hain okun isabet etmesine karşı korunmasız kalmışızdır.

İnsanın kendini övmesi, yapılan işleri kendi nefsine mâletmesi ve bunu orada burada, kötü ruhlu insanların yanında anlatması, sır bilmemesi, konuştuğu şeylerin neler olması gerektiğini düşünmemesi onu çepeçevre saran manevî kalkanda delikler açar. Böyle bir sû-i istimal karşısında Cenâb-ı Hak, onu ya cezalandırır ve hizaya getirir ya da kadrini bilmediği ve abarttığı o nimetleri elinden alır. Böyle bir akıbete düşmemenin çare-i yegânesi, Allah’a sığınmak, yeniden dönüp tecdid-i biat etmek, tevbede, inabede bulunmaktır.

Allah’ın âdât-ı Sübhâniyesi, vaz’ettiği kanunları kimseye iltimas geçmez. Cenâb-ı Hak, Peygamberine büyü yapılmasına bile müsaade etmiştir. Allah Teâlâ dileseydi, Peygamberimize (sallallahu aleyhi ve sellem) büyü yapan adam daha tarağın dişlerini işleyeceği an eli kururdu da Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) sihir yapamazdı. Parmağının işaretiyle kameri parçalayan zâta sihir yapılıyor ve bize şu mesaj veriliyor: Bu hususta kendinize güvenmeyin. Gücünüz size kat’iyen yetmez. Devrilmemek için sürekli Allah’a (celle celâluhû) dayanın, ona sığının. Çocukların annelerine sımsıkı sarıldığı gibi, ona sarılma keyfiyeti nasılsa işte o şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sımsıkı sarılın. “Aman beni kendinden uzaklaştırma! Sensiz edemem ben, ayakta duramam sensiz” deyin.

İnsanın mahiyeti meleklerden ulvîdir

İnsanın zikredilen özellikleri ile meleklerden daha üstün olduğunu söylemiştik. Evet, melaike-i kiram, konumları veya içinde bulundukları buud itibarıyla, bizim bildiğimiz fizikî âlemin dışındadırlar. Fizikî dünyaya müdahaleleri olabilir, oraya bir akisleri olabilir, bir ayna gibi yansıyabilirler; fakat onlar bu âlemin dışındadırlar. Siz fizik kurallarınızla onları tesbit edemez, değerlendiremez, mânâlandıramaz, çözemez ve tahlil edemezsiniz. Melekler gibi, ruhanîler de böyledir. İşte böyle melekler ve ruhanîler gibi bilemediğimiz şekilde, Allah’ın nâmütenâhi cünûdu (askerleri) vardır kâinatta ve kâinatın zerratı adedincedir onlar. İnsana gelince, o, fizik âlem içinde yaşamaktadır. Dolayısıyla fizik âlemine müdahalede bulunabilir. Ayrıca o, çok yönlü olması itibarıyla, bu fizik âlemini de aşarak daha başka âlemler ile temas içinde de olabilir.

Mesela bir Esmâ (Cenâb-ı Hakk’ın isimleri) âlemi var; o âlemin, bu kâinatla, yani fizikî âlemle irtibatı var ve şuurlu varlıklar arasında bu fizikî âlemle temas içinde olan sadece insan. Cenâb-ı Hakkın sıfât-ı sübhaniyesi, esmâ-i ilâhiyesi var ve bunlardan bizim bilebildiklerimiz bilemediklerimize nazaran çok çok az. Bunlar arasında hiç kimseye bildirilmeyen ve hadisin ifadesiyle nezd-i ulûhiyette isti’sar edilen (Cenâb-ı Hakk’ın kendisine has kıldığı) isim ve sıfatlar da var. İşte bazı insanlar, “esmâ” ve “sıfât” âlemine irtibatla, Cenâb-ı Hakk’ın herkese malum olmayan isim ve sıfatlarına ulaşabilirler. Böylece insan bu fizik âlemini de aşmış, onun ötesine geçmiş olur.

Bu durum esmâ ve sıfât haricinde de söz konusudur. Mesela insan fuâd (kalb) ufkundan varlığa ve varlık ötesine baktığı zaman ceberût âlemini temaşa eder. Bütün sıfatların hakikatlarını görür, görür ve sır ufkuna vasıl olur. Bu defa Cenâb-ı Hakk’ı müşahede imkânına ulaşır ve Cenâb-ı Hak’la arasında bir tür muamele cereyan eder. Bu, Allah’ın bir çeşit taltifidir, ihsanıdır. Mesela, Cenâb-ı Hak sübühat-ı vechiyle onun çehresini aydınlatabilir. Öte yandan Allah, varlığa sübühât-ı vechi ile temasta bulununca salikin hissinde her şey yanıp kül olur, müzmahil olur, çözülür gider. Geride sadece “O” kalır. İşte bu seviyedeki birisi, Muhyiddin İbn Arabî gibi “Lâ mevcude illâ Hu” (Ondan başka mevcut yok) diyebilir ki, bu sübjektif bir mülâhazadır.

İnşirah Sağanağı Karşısında Şükür Çağlayanı

Soru: Resûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için göz aydınlığı ve gönül süruruna vesile olan İnşirah Sûresi’nin ve bilhassa bu sûre-i celilede beyan buyrulan “şerh-i sadr” meselesinin günümüz mü’minleri için ifade ettiği mânâlar nelerdir?

İntihar

Günümüzde sosyal bir afet halini alan intihara karşı İslâm’ın bakış açısı nasıldır? İnsanı, dünyevî-uhrevî felakete sürükleyen intiharın ardındaki sebep ve sâikler nelerdir?

Kur’an-ı Kerim’de intihar hakkında sarih bir beyan bulunmasa da, bir başkasının canına kıymayla ilgili âyetlerin hükmünün, insanın kendisini öldürmesi için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü başkasının canına kıymak nasıl bir cinayetse, bir insanın kendi canına kıyması da öyle bir cinayettir. Yüce Allah (celle celaluhu),

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الْأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا

“Kim bir kimseyi, kısas veya yeryüzünde bir fesada mukabil olmanın dışında öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 5/32) buyurarak bir cana kıymayı, bütün insanlığı öldürmeye denk bir cinayet saymıştır.

Öte yandan bir insanın korumakla mükellef olduğu beş esastan biri de nefsin korunmasıdır. Hatta denebilir ki, -Şatıbî’nin de Muvafakat’ında belli bir sistem içinde ele aldığı gibi- bütün hukuk sistemi, usûl-i hamse dediğimiz nefis, din, mal, akıl ve neslin korunması esası üzerine müessestir. Dahası nefsin korunması, bu esasların en başında yer alan bir meseledir. Bu zaviyeden insan, dinini, ülkesinin sınırlarını, ırz ve namusunu, istiklalini, malını koruduğu gibi canını da korumakla mükelleftir. Nefis korunmaya o kadar liyakatli ve onun korunması o kadar önemlidir ki, ona karşı bir tecavüz vuku bulduğu zaman, belli şartlarda nefis müdafaası adına karşı tarafın nefsine müdahaleye bile cevaz verilmiştir.

Emanete İhanet

Ayrıca nefis, Allah’ın insana önemli bir emanetidir. Yani nasıl ki iman, diyanet, dine hizmet etme insana verilmiş birer emanettir; bütün bunların matiyyesi (bineği) sayılan nefis de insan için öyle bir emanettir. Çünkü hayat olmayınca bunların hiçbirisini hayata tatbik mümkün olmayacaktır. Bu açıdan bir insanın kendi iradesiyle hayatına son vermesi, Cenab-ı Hakk’ın nefse ait bir kısım emanetleri taşımakla vazifeli kıldığı matiyyeye kıyma demektir.

Hem insan, tıpkı bir asker gibi dünyaya gelir, silâh altına alınır ve bir vazifeyle tavzif edilir. Bu açıdan insana düşen, kendisine “gel” çağrısında bulunulacağı ana kadar sabretmesini bilmektir. Nasıl ki bir asker, terhis belgesi henüz komutanı tarafından imzalanmadan bölüğünden ayrılıp giderse askerlikten firar etmiş sayılır, aynı şekilde sahibi tarafından terhisi imzalanmadan hayat vazifesini terk eden bir insan da firarî sayılır ve böyle birinin ömür boyu yaptığı bütün ameller yanar. Hatta intiharın daha berisinde, bir insanın yaşadığı bazı sıkıntılardan dolayı Cenab-ı Hakk’ın canını almasını arzu etmesi bile günahtır. Çünkü böyle bir istekte bulunmak, Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderine bir başkaldırma ve isyandır. Bu sebepledir ki, ağzından ezkaza böyle bir isyan sözü çıkan kimsenin, odasına çekilerek başını yere koyup büyük bir günah işlemiş gibi “Allah’ım beni affet. Çünkü Sana karşı bir cinayet işledim” demesi gerekir. Hayata kıymanın çok daha berisindeki böyle bir mülahaza bile mahzurluysa, Allah’ın bu dünya askerliğinden terhis etmesini beklemeden, terhise müdahale etmeye kalkma Allah’a karşı çok daha büyük bir saygısızlık demektir. Çünkü bu mevzuda söz, O’na aittir. Dünyaya gönderen O olduğuna göre, buradan ahirete gönderecek olan da yine O’dur. Bu mevzuda hiçbir beşere müdahale hakkı verilmemiştir.

Vakıa insan, nefsini, dinini ve malını koruma gibi, müdafaa etmesi gereken değerleri müdafaa ederken vefat edebilir. Böyle bir neticede insan müdahalesi var gibi görünse de esasında bu, Cenab-ı Hakk’ın emirleri çerçevesinde ötelere yürümenin ad ve unvanıdır. Zira bir hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دِينِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دَمِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ وَمَنْ قُتِلَ دُونَ أَهْلِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ

“Kim malı uğrunda öldürülürse o şehittir, kim dini uğrunda öldürülürse o şehittir, kim nefsi uğrunda öldürülürse o şehittir ve kim ailesi uğrunda öldürülürse o da şehittir.”(Tirmizî, Diyât 22; Nesâî, Tahrimu’d-dem 23) Dolayısıyla bu gibi durumlarda ölme, bir yönüyle yine terhis ve tezkerenin O’nun tarafından doldurulması demektir.

Fukahadan bazıları, intihar eden bir insanı, mürted gibi farz ederek, onun namazının kılınmayacağına hükmetmiştir. Fakat muvakkat cinnet geçiren bir insanın bu cinnet esnasında intihara kalkışmış olabileceği mülahazası da vardır. Bu durumda bulunan insan ise, aklî dengesini yitirdiğinden dolayı ne yaptığının şuurunda olmaz. Bu sebeple, intihar eden bir kimsenin hangi saikle canına kıydığını ve yaşadığı hadisenin arka planının ne olduğunu tam olarak bilemediğimizden, bizim bu gibi insanlar hakkında hüsnüzan ederek dinimizin emrettiği şekilde onların techiz ü tekfinini yapmamızda, cenaze namazlarını kılıp haklarında hüsn-ü şehadette bulunmamızda mahzur görülmemiştir.

Bazen de tahammülfersa hale gelen bir kısım acı ve ızdıraplar insanı intihara sürükleyebilir. Nitekim devr-irisalet-penahideböyle bir hadise yaşanmıştır. Kuzman isminde bir şahıs Uhud savaşında aldığı ağır yaraların ızdırabına dayanamayarak ölümünü hızlandırmak için kılıcının keskin tarafını göğsüne dayamış ve üzerine yüklenerek intihar etmiştir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm)onun hakkında, “O, ateş ehlindendir!” buyurmuştur. Düşünün ki, Peygamber önünde savaşmış, savaşırken şehit olacak derecede yaralanmıştır. Ama ağrı ve sızısına dayanamayarak kendisini öldürdüğünden dolayı bu tali’siz insan kazanma kuşağında kaybetmiştir. Evet, o, Allah’ın kararından evvel kendisi hakkında kendi karar vermiş, terhis tezkeresini vaktinden evvel alarak kendisi doldurmuş ve neticede “O, cehennemliktir.” beyanına müstahak olmuştur.

Hâlbuki inanmış bir insana düşen, karşı karşıya kaldığı bu gibi durumlarda dişini sıkıp sabretmektir. İnsan, her ne olursa olsun Allah’ın “gel” diyeceği ana kadar katlanmasını bilmeli ve Cenab-ı Hakk’ın muradına göre ölmelidir. Diğer bir ifadeyle insan ölürken bile murad-ı ilahîyi takip etmelidir. Kur’an-ı Kerim’de geçen:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği şekilde korkun, Allah’ın istediği ölçüler içinde takva dairesi içinde yaşayın ve zinhar Müslüman olmanın dışında ölmemeye çalışın.”(Âl-i İmrân, 3/102) mealindeki âyet-i kerime, işarî manada insanın kendi hayatına kıymaması gerektiğini de ifade etmektedir. Zira intihar, Allah’a teslim olamamanın bir neticesidir. Oysaki âyet, ‘Allah’a teslim olma hali dışında bir hal üzere ölmeyin’ buyuruyor. Ayrıca bir insanın kendi hayatına kıyması, bütün geçmişini heder etme demek olduğundan, o, çok tehlikeli bir iş üzerinde hayatını sonlandırma demektir.

Katmerli Cinayet: İntihar Saldırıları

Günümüzde, önce Batı’da başlayıp daha sonra maalesef İslam coğrafyasındaki bazı ülkelerde de görülen ve adına intihar saldırısı dedikleri bir intihar şekli daha vardır. Hadisenin failleri, bu tür saldırıları “anlamlı intihar” olarak nitelendirip kendilerince ona bir misyon yüklüyorlar. Başka bir ifadeyle ideolojileri uğruna gerçekleştirdikleri bu intiharlarla, sözde ona bir anlam ve bir değer kazandırmaya çalışıyor ve bununla kendi din ve diyanetlerini korumayı düşünüyorlar. Oysaki hakikati itibarıyla meseleye bakıldığında, bu tür canlı bombaların biraz evvel ele aldığımız intihardan bir farkı olmadığı görülür. Hatta bu tür intiharların muzaaf bir cinayet olduğu dahi söylenebilir. Çünkü insanlıkla alakaları bulunmayan ve dinin ruhundan habersiz olan bu gafil caniler, kendilerini öldürmek suretiyle tepetaklak Cehennem’e yuvarlanmanın yanı başında, bir de bir sürü masum insanın canına kıyıyorlar. Dolayısıyla onlar, kendi hesaplarını Allah’a vermenin yanında çoluk çocuk, kadın erkek, Müslim gayrimüslim demeden kanına girdikleri insanların da teker teker hepsinin hesabını Allah’a verme durumunda kalacaklardır. Çünkü İslam’da gerek sulh gerekse savaş halinde yapılması gerekenler belli kanun ve disiplinlere bağlanmıştır. Sulh halinde kimse kendi kendine harp ilan edip bir insanı öldürme kararı alamayacağı gibi, sıcak savaş esnasında da karşı cephede bulunan çocuk, kadın ve yaşlıları öldürme hakkına sahip değildir.

Bu itibarla, hangi açıdan ele alınırsa alınsın, intihar saldırıları ve benzeri terör hadiselerini Müslümanlıkla telif etmek asla mümkün değildir. Bu hususa ışık tutacak bir hadis-i şeriflerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

لَا يَزْنِي الْعَبْدُ حِينَ يَزْنِي وَهُوَ مُؤْمِنٌ وَلَا يَشْرَبُ الْخَمْرَ حِينَ يَشْرَبُهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ وَلَا يَسْرِقُ وَهُوَ مُؤْمِنٌ وَلَا يَقْتُلُ وَهُوَ مُؤْمِنٌ

“Kul, Mü’min olduğu halde zina etmez, Mü’min olduğu halde içki içmez, Mü’min olduğu halde hırsızlık yapmaz, Mü’min olduğu halde insan öldürmez.”(Nesâî, Kasâme 48, 49) Buradan anlıyoruz ki, bir kâtil, kıtal esnasında mümin değildir. Diğer bir ifadeyle bu günahları irtikâp eden bir insana, o anki hali, kurguları, plan ve projeleri itibarıyla “Müslüman” denemez. Evet, o esnada onun üzerine bir mercek koyup baktığınızda, karşınıza bir Müslüman portresinin çıkmadığını ve böyle bir karakterin İslamî çerçeveye uymadığını görürsünüz. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, canlı bomba olmak suretiyle masum insanların canına kıyan kişi hangi ülke ve hangi hizipten olursa olsun, onun işlediği bu cinayet kesinlikle Müslümanlıkla telif edilemez. Onca insanın canına kıyan bir insan, öbür tarafta iflah olmaz. Elbette ki, büyük günahlardan sayılan bu cürümleri işleyen bir insanın tevbe ve istiğfarla Allah’a yönelmesi ve Cenab-ı Hakk’ın da onun günahlarını affetmesi her zaman için mümkündür. Bu takdirde ona ahirette nasıl bir muamelede bulunacağını ise ancak Cenab-ı Hak bilir.

Diğer yandan bu tür cinayetlerin İslam’ın dırahşan çehresini kararttığı, İslam’ın pırıl pırıl çehresine bir zift atma manasına geldiği de bir gerçektir. Çünkü Müslüman görüntüsüyle ve din adına hareket ediliyor izlenimiyle işlenen cinayetler, İslam’ın aslından ve usulünden habersizler nazarında İslam’a mal edilmektedir. Dolayısıyla inanan insanlar böyle bir yanlış algıyı temizlemek istediğinde bir hayli zorlanacaktır. Evet, İslam adına zihinlerdeki bu kötü algıyı temizlemek için yıllarca çalışmak icap edecektir. Bu açıdan da söz konusu intiharları kim gerçekleştirirse gerçekleştirsin bunların muzaaf hatta mük’ab bir cinayet olduğu söylenebilir. İslam’ın gerçek veçhesini bilmeyen bir iki insan burada bana, “Müslümanları intihar komandosu olmaya sevk eden Cennet’e gitme sevdası mıdır?” diye bir soru sormuşlardı. Onlara şöyle cevap vermiştim: “Şayet bu insanlar böyle bir mülahazayla hareket ediyorlarsa yanlış bir mülahaza içindeler demektir. Çünkü böyle bir cinayete teşebbüs eden kimse Cennet’e değil, ‘cup’ diye Cehennem’e düşer.”

Hâsılı, intihar saldırıları adı altında işlenen bu korkunç cinayetlerin din temelli gibi gösterilmesi meseleyi daha tehlikeli boyutlara taşımaktadır. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, böyle bir vahşet hangi maksatla ve hangi şekliyle işlenirse işlensin, o, Allah’ın sevmediği ve razı olmadığı münker bir fiildir ve İslam’la telif edilmesi de asla mümkün değildir.

İnziva Arzusu ve Başkaları İçin Yaşama

Günümüzdeki hayat tarzı, maddî imkânlar ve dünyevî meşguliyetlerin çokluğu, sürekli bir şekilde insanı dünyaya çağırıyor. Bu sebeple insanın içinde kimi zaman kendini toplumdan tecrit etme, inzivaya kapanma gibi istek ve arzular söz konusu olabiliyor. Bu durumdaki bir fert için neler tavsiye edersiniz?

İrade

Mu'cize ve kerâmet haktır ve Allah (cc) dilerse âdiyâtı (alışılmış sebepleri) paramparça eder; fevkalade şeyler ortaya koyar. Fakat, hiçbir nebî planlarını bu fevkaladeliklere göre yapmaz. İşlerini sebeplere göre planlar. Uhud'da Peygamber Efendimiz'e (sav) üzerindeki zırhının üstüne bir zırh daha giymesi, gereken tedbiri alması söyleniyor. Zira, yapılması gerekenleri yapmadan her şeyi Cenâb-ı Hakk'a havale etmek cebrîlik (cüz'i iradeyi kabul etmemek, insanın hareketlerinin kendi elinde olmadığına inanmak) olur.

Üstad Hazretleri, Kur’an-ı Kerim'de insana verildiği söylenen emaneti "ene" (benlik) olarak yorumluyor. Ene'nin en önemli rüknü iradedir ve insanın davranışları ona bağlanmıştır. Bir mânâda insan, iradesiyle insandır. Bize düşen de; hayatımızı fevkalâde, harikulâde türünden beklentilere bağlamak değil, iradelerimizin hakkını vererek yapılması gerekenleri yapıp neticeyi Yüce Rabb'imizin muradına bırakmaktır.

Yaptığı şeylerde insanın niyetlerini belirleyen faktörlerin Kur'anî ölçülerle iyi tesbit edilmesi lazım; zira, insan ulvi gayelerle iyi şeyler yaptığını düşünürken aslında başka saiklerle hareket ediyor olabilir. Bu sebeple, insanın kendisinden endişe duyması kötü değildir. Kendisinden endişe duymayanın akibetinden endişe ederim.

İrfan ufku

Fethullah Gülen: İrfan ufku

Niyazî-i Mısrî, “Savm u salât u hac ile / Sanma biter zâhid işin / İnsan-ı kâmil olmaya / Lâzım olan irfan imiş.” diyerek irfanı nazara vermiştir. İrfan sahibi olmak için şer’î mükellefiyetleri yerine getirmenin yanında başka hangi vesilelerden söz edilebilir?

İrşad mesleği ve iffet surları

Soru: Peygamber yolunun temsilcilerinde bulunması gereken iffet anlayışı nasıl olmalıdır?

Cevap: Bütün peygamberler, hayatlarını, gökler ötesinin mesajlarını insanlığa sunma istikametinde kullanmış, bunun karşılığında kimseden bir beklentiye girmemiş, tevazu ve mahviyetle hayatlarını sürdürmüş, israftan uzak durmuş, kanaatten ayrılmamış, züht içerisinde basit ve sade yaşamışlardır. Vâkıa, Hazreti Davud (aleyhisselâm) ve Hazreti Süleyman (aleyhisselâm) gibi bazı peygamberlere saltanat da verilmiştir. Fakat onlar asla mütevazı hayatı terk etmemiş, sahip oldukları bütün imkân ve gücü, o gün için hak olan dini bayraklaştırma istikametinde kullanmışlardır. Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği saltanat, onların ne başlarını döndürmüş ne de bakışlarını bulandırmıştır. Evet, onlar, hiçbir zaman iffet ve ismetlerine toz kondurmamış, çevrelerine hep güven telkin etmiş, hayatları boyunca peygamberlik sıfatlarına sadık kalmışlardır. Bu açıdan peygamber yolunda yürüyen insanların o yolun hakkını vermelerinin şartı da, peygamberlerin ayrılmaz vasfı olan bu sıfatlarla donanmaktır. Bu yolda yürümeyenlerin ise, irşad ve tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri bir yana, Müslüman olsalar dahi yer yer şeytan güzergâhına girme ihtimali vardır.

Kirlenen sadece senin adın olmaz

İrşad yolunda koşturanlar, bilhassa âli bir heyet içinde yer alıyorlarsa, işledikleri günahlar, hatta iffet ve sadakatlerine dokunacak küçük hatalar bile içinde bulundukları heyetin bütününü mahcup duruma düşürebilir. Çünkü böyle bir heyet, tıpkı bir vücut gibidir. Onun herhangi bir uzvuna çamur sıçradığında, netice itibarıyla bütün bünye bundan rahatsızlık duyar. Dolayısıyla paçasına çamur sıçrayan bir insan, “Yüzüme, elime, gözüme sıçramadığı için bir mahzuru yok.” diyemez. Aynı şekilde herhangi bir camiaya mensup olup gözünü, kulağını, elini, ayağını, dilini kontrol edemeyen, meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa etmeyerek kenarından köşesinden bile olsa gayr-ı meşru daire etrafında gezen bir kişinin, “Ben, topuktum, ayaktım, dizdim.. Bana sıçrayan levsiyattan başkalarına bir zarar gelmez sandım.” demesi doğru değildir.

Bu açıdan hakka hizmet yolunda koşturanlara düşen vazife, üzerlerine çamur sıçratmama konusunda fevkalâde hassas yaşamak, hep tertemiz kalmaya dikkat etmek; yerken içerken, otururken kalkarken, el, ayak, dil ve göz gibi uzuvlarını kullanırken hep iffet dairesi içinde kalmaktır. Hak ve hakikate tercüman olmaya çalışan hakikî bir mürşid, iffet mevzuunda ellerini kaldırıp çok rahat, “Allah’ım! Eğer Senin sevmediğin bir şeye göz dikecek, kulak kabartacaksam, canımı al!” diyecek kadar mefkûresine sadık kalmalı, kararlı durmalı, yiğitçe davranmalı ve asla İslâm’ın çehresini kirletmemeli, üzerine bir şey bulaştırmamalıdır. Zira irşad yolunun gerçek temsilcileri olan peygamberler ismet ve iffetlerini muhafaza konusunda o kadar hassas hareket etmişlerdir ki, belva-i amm nevinden dahi olsa eteklerine zerre kadar çamur sıçratmamış, namuslarına zerre kadar toz kondurmamışlardır.

“Allah’ım benimle arkadaşlarımı, arkadaşlarımla da beni mahcup etme!”

Bu konuda gerekli hassasiyeti göstermeyen bir insan umumun hukukuna tecavüz ediyor ve onlara, tıpkı bir şeytan gibi zarar veriyor demektir. Dolayısıyla da, camianın bütün fertleri, “Hakkımı helâl ettim.” demedikten sonra böyle bir kişinin Cennet’e girmesi şüphelidir. Bu sebeple biz dualarımızda sürekli, “Allah’ım benimle arkadaşlarımı, arkadaşlarımla da beni ve arkadaşlarımı mahcup etme!” diye yalvarıp yakarmalıyız.

Maalesef günümüz dünyasında Müslüman geçinen öyle insanlar öyle mesâviler irtikâp ettiler ki, bunlar karşısında bir asa gibi iki büklüm oluyor ve “Keşke nefislerine uyup bunu yapmasalardı! Keşke iffet ve sadakat mevzuunda ölüp ölüp dirilselerdi ama bu levsiyatın içine girmeselerdi!” diye kıvrım kıvrım kıvranıyorsunuz.

Konuşmada iffet

Öte yandan bizim gibi sıradan insanlar için geçerli olmasa da, belirli konumda bulunan insanların, konuşacağı şeyleri gözlerinin içine bakan insanların hatırına on defa düşündükten sonra konuşmaları gerekir. Onlar, konumlarının gereği, ağızlarından çıkmadan önce her bir sözü on defa düşünmeli, hecelemeli ve daha sonrasında bir şiir mısraı gibi halka sunmalıdır. Çünkü muhataplar tarafından nasıl algılanacağı, ne türlü tepkilere sebebiyet vereceği hesaba katılmadan söylenen sözler, bazen sinelerde bir mızrak gibi yara açar ve çoğu zaman bu yaraların tedavisi çok zor olur. Hatta bazen düşünülmeden söylenilen sözler ihtilâf ve iftiraklara da sebebiyet verebilir. Zira kimi zaman tek bir söz iki topluluğu karşı karşıya getirir ve vuruşturur; kimi zaman bir cümle bir milleti batırabilir.

Cennet’in temel unsurları olan yitik değerlerimiz

İffet, ismet, sadakat ve vefa maalesef bizim yitirdiğimiz değerlerimizdir. Bunlar yitirdiğimiz cennetin temel unsurlarıdır. Şayet siz yeniden bir cennet kurmayı düşünüyorsanız, kuracağınız bu cennetin temel malzemesini bunlar oluşturmalıdır. Zaten bu medeniyet binasının mimarisi çok önceden peygamberler tarafından çizilmiştir. Daha sonraki zamanlarda, çağın ihtiyacına göre tecdit gerektiğinde, müçtehit, müceddit, evliya ve asfiya tarafından farklı resim kareleriyle bir kere daha bu mimarî nazarlara arz edilmiş ve âdeta muhataplara şu mesaj verilmiştir: “Eda ve endamınızı bir kere daha bu çizgilere göre ayarlayın. Çünkü gerçek kulluk anlayışı bu mimariye uymaktan geçer.”

Merhum Seyyid Kutup, “Nerede biz, nerede hakikî Müslümanlık!” demişti. M. Akif’in konuyla ilgili sözleri ise daha ağırdır:

Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile,
Kaç hakikî Müslüman gördümse, hep makberdedir,
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!

Bunları söyleyerek kimseyi ümitsizliğe düşürmek istemem. İnsan daha baştan yeis kapılarını arkasına kadar sürgülemeli ve asla ümitsizliğe düşmemelidir. Fakat bunun yanında insan, sık sık kendini murakabeye tâbi tutmaktan da geri durmamalıdır. Çünkü burada hesaplı yaşarsanız, öbür tarafta altından kalkamayacağınız hesaplarla karşı karşıya kalmazsınız. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Benden sonra peygamber gelseydi bu, Ömer olurdu.” (Tirmizî, menâkıb 17) buyurduğu o büyük insan, “Hesaba çekilmeden evvel, kendinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, kıyâmet 25) mülahazasıyla hayatını hep muhasebe şuuru içinde geçirmiştir.

Bu itibarla insan, ciddî bir matematik mantığına göre hayatını tanzim etmelidir. Çünkü bir tarafta, birleri on, onları yüz, yüzleri de bin yapma imkânı varken, diğer yandan yapılan küçük bir hata ile bütün bunların heba edilmesi ihtimal dâhilindedir. Başka bir ifadeyle insan, hayatını ciddî bir hesaba bağlı yaşadığı takdirde birleri bin yapabilecekken, hesapsız yaşadığı takdirde, çok küçük hatalarla yıkılabilir. Bundan dolayıdır ki ruhlarımıza ışık saçan Hazreti Pîr-i Muğan, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma! Dünyayı yutan büyük letâifini onda batırma!” (Lem’alar s.169-170 (On Yedinci Lem’a)) diye ikazda bulunmuştur.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, harama bakmanın, şeytanın zehirli oklarından bir ok olduğunu ifade buyurmuştur. (Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/173) Çünkü bazen göz bakar, ayak ona doğru adım atar, el uzanır ve neticede bohemliğin en utandırıcısı yaşanabilir. Şayet o kişi bir camiaya mensup ise, onun işlediği münkerat, bütün camiaya mâl edilebilir. Günümüzde bu tür düşmeler gerçekleşsin ve bununla koskocaman bir heyeti suçlama imkânı doğsun diye fırsat kollayan insanların varlığını da hesaba katacak olursak, bu konuda çok daha dikkatli olunması gerektiği anlaşılacaktır.

Emaneti muhafaza

O hâlde gelin Allah aşkına, bütün bir heyeti mahcup edecek bu türlü densizliklere girmemek için sur üstüne surlar, kale üstüne kaleler oluşturalım. Bununla yetinmeyip üst üste kapılar koyalım. Şeytanın aveneleri geldiği zaman da, “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir.” diyelim. Böylece bulunduğumuz konumda Allah’ın izniyle emn ü eman içinde irşad ve tebliğ vazifesini yerine getirelim.

Allah’ın bize lütfetmiş olduğu dünyayı ve onun içindeki bir kısım güzellikleri nefsimize uyarak yıkmayalım. Hakikaten Cenâb-ı Hak, bugün birbirini bile tanımayan inanan gönüllere, süper güçlerin bile elde edemediği, Devlet-i Âliye-i Osmaniye’ye bile müyesser olmayan nice inkişaflar lütfetti. Mazhar olduğumuz bu kadar nimet için başka hiçbir şey söylemeden oturup kalkıp “Elhamdülillâh” desek, yine de bunların karşılığını vermiş olmayız. Kaldı ki Sadî, her nefeste iki şükrün vacip olduğunu söylüyor. Bahsettiğimiz lütuf ise, bir nefesin çok ötesinde bir mazhariyettir.

Hâsılı yük ağır, emanet çok muhterem. Bu emaneti elli koruma ekibiyle götürseniz, yine de yeterli olmaz. Zira bu emanet, Allah’ın emaneti, Resûlullah’ın emaneti, mücedditlerin ve selef-i salihînin emaneti. O hâlde gelin Allah aşkına, insanımızı mahcup etmeyelim bu mevzuda! İffetimizle yaşayalım, arzularımızı gömelim, gömmekle de yetinmeyelim, üzerine kayalar koyalım. Böylece imanımızı muhafaza altına alalım, ahiretimizi mahvetmeyelim. Fırsat doğunca keselerini, cüzdanlarını, çantalarını doldurmak suretiyle ahiretlerini mahvedenler gibi olmayalım. Dünyayı her şey sananların aldandığı gibi biz de aldanmayalım. Karunlaşanlar gibi karunlaşmayalım; firavunlaşanlar gibi firavunlaşmayalım. Bilâkis Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi hareket edelim!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İrşad mesleği ve mülâyemet

Fethullah Gülen: İrşad mesleği ve mülâyemet

Soru: “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159) beyanı zaviyesinden irşad mesleği ve mülâyemet arasındaki irtibatı değerlendirir misiniz?

Cevap: Söz konusu âyet, Uhud Muharebesi münasebetiyle nâzil olmuştur. Bildiğiniz gibi Uhud’da geçici bir mağlûbiyet yaşanmış fakat başlangıçta yaşanan nisbî ve kısmî hezimet daha sonra zaferle noktalanmış ve taçlanmıştır.

Öncelikle âyet-i kerimenin kısa bir meâl-i münifini verelim. İlk olarak Cenâb-ı Hak, فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّهِ لِنْتَ لَهُمْbuyuruyor. فَبِمَاlafzındaki “bâ” harf-i cerinin “müsâhabet” (yakınlık, dostluk) ifade ettiği göz önünde bulundurulacak olursa şöyle denebilir: “Sen, Allah’ın rahmeti, inâyeti, riayeti ve kilâeti sayesinde onlara karşı yumuşak davrandın.” Burada ilk olarak Yüce Allah, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hususî bir ilâhî inâyet ve riayet altında olduğunu bildirmiş, O’nun herhangi bir kusur yapmış olabileceği ihtimalini daha başta zihinlerde bertaraf etmiştir.

Bu konuda Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) seçkin konum ve hususiyetini anlayabilmek için Cenâb-ı Hakk’ın, irşad hususunda Hazreti Musa (aleyhisselâm) ve Hazreti Harun’a (aleyhisselâm) hitabını hatırlamak faydalı olabilir. Bildiğiniz gibi Allah (celle celâluhu), irşad için Hazreti Musa ve Harun’u, Firavun’a gönderirken فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا“Ona yumuşak söz söyleyin.” (Tâhâ Sûresi, 20/44) beyanıyla onlara mülâyemeti emretmesine mukabil, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, لِنْتَ لَهُمْ buyurmak suretiyle O’nun daha baştan böyle bir yüce ahlâk üzere olduğunu hatırlatmıştır.

Allah (celle celâluhu), Nebiler Sultanı’nın (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Kur’ânî ahlâkını ortaya koyduktan sonra, وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ“Eğer Sen, -hâşâ ve kellâ- haşin, hırçın ve katı kalbli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi.” buyurarak O’nun yüce ve yüksek vasfının vesile olduğu güzelliklere dikkatleri çekmiştir. Daha sonra فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ“Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlara danış.” beyanıyla da affetme, onlar adına istiğfarda bulunma ve istişareden ayrılmama adına üst üste emirler indirmiştir.

Hezimeti zafere dönüştüren iksir

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud’a çıkmadan önce ashabıyla istişare yapmış, meşveret disiplininin sübut bulması adına onların görüşleri istikametinde hareket etmişti. (Bkz.: Dârimî, rüya 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/351) Ama neticede muvakkat bir hezimetle karşı karşıya kalınmış, bu geçici hezimet sonucunda ciddî kayıplar yaşanmıştır. (Bkz.: Buhârî, meğâzî 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/30) İşte böyle bir tablo karşısında Allah Resûlü’nün içinde bir burukluk olabileceği ihtimaline karşılık Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in afv u safh ile hareket etmesini, onlar adına istiğfar talebinde bulunmasını, üçüncü olarak da ne yapılması gerektiğiyle ilgili onlarla bir kere daha meşveret yapmasını istemiştir.

Nitekim müşrikler, zaferyap bir havayla caka yapa yapa Mekke’ye doğru ilerlerken Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), ashabını toplayarak onlara müşrikleri takip etme meselesini arz etmiş, onlar da Resûl-i Ekrem’in bu görüşüne ittiba etmişlerdir. Uhud’a katılan sahabe arasından bir tane bile geriye kalan olmamıştır. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/52, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye 4/49.) Bu tabloya bakınca meşveretin nasıl bereketli bir netice hâsıl ettiği anlaşılabilir. Zira ashab-ı kiram efendilerimiz, Allah Resûlü’nün Uhud öncesinde yapmış olduğu meşverette, küçük çapta bile olsa diretmelerinin başlarına nasıl bir felâket getirdiğini görmüşlerdi. Onlardan yürümeye mecali olmayanlar bile arkadaşlarının omuzları üstünde müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Neticede onlar -hezimet yaşamış bir birlik mahiyetindeyken-, Mekkelileri Hamrâu’l-Esed’e kadar kovalamış ve birden bire zaferyap olan bir birlik hâline gelmişlerdi.

Demek ki muhataplar nazarında bir cazibe merkezi hâline gelmek istiyorsak, tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin ve kavl-i leyyinden (tavır, hâl ve söz yumuşaklığından) ayrılmamalıyız. Çünkü -âyet-i kerimede de işaret edildiği üzere- hoyratça tavırlar, haşince davranışlar, insanları etrafımızdan kaçıracaktır.

Katılığın, gılzetin birçok çeşidi bulunabilir. Bir hatibin nâseza, nâbeca sözler söylemesi, sesini akort etmeden insanlara hitap etmesi, endazesizce sesini yükseltmesi galiz olmanın bir ifadesi olduğu gibi; insanları yerden yere vuruyormuşçasına eleştiride bulunmak veya birisine sırtını dönüp gitmek de hep birer katılık misalidir. Bunların hepsi de insanları kaçırıcı ve dağıtıcı tavırlardır.

Bu konuda asıl olan ilâhî ahlâktır, enbiya-i izamın temsilidir. Şayet Cenâb-ı Hak, ilâhlık iddiasında bulunan Firavun’a karşı bile, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a yumuşak bir üslûp kullanmalarını emrediyorsa; Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yumuşak tavır ve yumuşak beyanından dolayı tebcil ve takdir ediyorsa, demek ki her dönemde geçerli olması gereken temel ilâhî disiplin budur. O hâlde mü’minler, her ne olursa olsun, çevrelerindeki insanlara karşı mülâyemetle muamelede bulunma mecburiyetindedirler.

Mülâyemetin sınırı hakkın hatırı

Bununla birlikte hicap duymaksızın sürekli aynı hata ve kusurlarında ısrar eden, nasihatten anlamayan mütemerritlere karşı tavır almak da hakkın hatırını âli tutmanın bir ifadesidir. Biraz daha açacak olursak, helâl-haram demeden her şeye ellerini uzatan, bohemce bir hayat yaşayan, bu hâlleriyle de başkalarına zarar veren insanlar öncelikle yumuşak bir üslûpla ikaz edilmelidir. Eğer bundan anlamıyorlarsa kendilerine karşı belli bir tavır alınmalıdır. Bilindiği üzere, “Ve (Allah o tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.” (Tevbe Sûresi, 9/118) âyet-i kerimesi Tebûk Seferi’ne iştirak etmeyen üç kişi hakkında nâzil olmuştu. (Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (9) 17-18; Müslim, tevbe 53) Çünkü orada yaşanan bir imtihan vardı. Gerçi Tebük Seferi’nde Allah’ın rahmetinin bir eseri olarak bir savaş olmamıştı. Bir de savaş olsaydı onlar harpten firar etmek suretiyle büyük günah işlemiş olacaklardı. Bu yüzden Allah, elli gün sonra merhametinin tecellisiyle onları affettiğini ifade buyurmuştu. Fakat bu elli gün içerisinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlarla görüşmemiş, sahabe-i kiramı da onlarla görüşmekten men etmişti. Zira onlar, Allah yolunda gerçekleştirilen bir sefere iştirak etmemişlerdi. O gün itibarıyla sefere münafıklar iştirak etmiyordu. Dolayısıyla da Tebûk Seferi’ne katılmayan mü’minler de muvakkaten bu kategoride mütalâa edilmişlerdi. Onlar, yörüngelerini kirlettikleri için kendilerine karşı tavır alınmıştı. Artık kimse onlara selâm vermemiş ve onlarla konuşmamıştı. İşte bu da hakkın hatırını âli tutmanın bir ifadesidir.

Yoksa temelde mü’minin ahlâkı, mülâyemet ve yumuşaklıktır. Söz, tavır ve davranışlarında yumuşaklığı temsil kimseler, insanları kendilerine celb ederler. Herhangi bir insanın bulunduğu çerçeve itibarıyla ne kadar iltifata liyakati varsa, o kadar iltifatı ondan esirgememek gerekir. Elbette genel durumu itibarıyla herkesle kurulacak münasebet farklı olacaktır. Fakat herkesin bulunduğu çizginin hususiyetine göre sizin iltifatınızdan nasibini alması gerekir. Himmeti milleti olan bir gönül eriyle de, sıradan bir mü’minle de, daha farklı çizgide hareket eden bir insanla da münasebet yolları bulunmalıdır.

Gönül köprüleri kurabilmenin biricik yolu

Evet, farklı farklı damarlar kullanmak suretiyle toplumdaki bütün insanlara ulaşılmalı, sineler herkese açık tutulmalıdır. Aslında diyaloğun temel esprisi de buna dayanmaktadır. İnsanlarla münasebete geçmenin yolu, onlara karşı yumuşak davranmaktan, hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin ve kavl-i leyyinle muamelede bulunmaktan geçmektedir. Siz, bunu gerçekleştirmeden, düşüncelerinizi ekmeliyet ve etemmiyet içinde anlatamazsınız. İnsanların, anlattıklarınızdan tamamen veya kısmen nasiptar olmasını; size karşı sempati duymasını ya da en azından aleyhinizde olmamasını ve aleyhinizde hareket eden insanlara engel olmasını istiyorsanız, rıfk ve mülâyemetle hareket ederek onlarla aranızda köprüler oluşturmal ve sizi doğru tanımalarını sağlamalısınız.

Eğer ilâ-yı kelimetullah (Allah kelimesini yüceltmek), nâm-ı celil-i Muhammedî’yi herkese duyurmak, -birilerinin kirletmesine mukabil- İslâm’ın dırahşan çehresini ortaya çıkarmak, ruh ve mânâ köklerinizden süzülüp gelmiş olan usareyi başkalarının sinelerine boşaltmak istiyorsanız hiç kimseyi ayırt etmeden herkese bağrınızı açmalı, herkesi kucaklamalısınız. Duygu ve düşüncelerinizi insanların ruhuna boşaltma adına, gerektiğinde başınızı başkalarının ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koysanız yine de fazla bir şey yapmış sayılmazsınız. Çünkü burada Allah’ın hatırı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hatırı ve din-i mübin-i İslâm’ı yaşayan, yaşatan ve dünyanın dört bir yanına taşıyan insanların hatırları söz konusudur.

Tekrar başa dönecek olursak, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca ortaya koyduğu söz, tavır ve davranışlarıyla mücessem bir rahmet olduğunu göstermiştir. وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ“Biz Seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107) âyet-i kerimesi de buna işaret etmektedir. O’nun hayatının pek çok karesinde bunun tezahürlerini görmek mümkündür. Meselâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’ye girdiğinde, o güne kadar kendisine her türlü kötülüğü yapan hatta Mekke’ye girişte bile mukavemet etmek isteyen insanlara Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) kardeşlerine dediği gibi لَا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ“Bugün sizi kınayıp serzenişte bulunacak değilim (değiliz). Allah ettiklerinizi bağışlasın; O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf Sûresi, 12/92) demiş, bize mülâyemet, bağışlama, merhamet ve hoşgörünün zirve noktasını göstermiştir. (Bkz.: en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/382; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118)

Mücessem rahmet

Nebiler Serveri Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sergilediği bu mülâyemet ve yumuşaklığın geriye dönüşü mükemmel olmuştur. Nasr Sûresi’nde de ifade edildiği üzere insanlar fevç fevç İslâmiyet’e dehalet etmişlerdir. Meseleye tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde bakacak olursak şunu söyleyebiliriz: İnsanların İslâmiyet’e girmesi adına dün müessir olan faktörler nelerse, bugün de yarın da aynı faktörler müessir olmaya devam edecektir. Hazreti Pîr’in ifade ettiği üzere, eğer biz, İslâm’ın yüce ahlâkını ve imanın yüksek hakikatlerini fiillerimizle izhar edebilsek, sair dinlerin tâbileri cemaatler hâlinde İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edeceklerdir. (Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.80 (İlk Hayatı))

Evet, hakikat planında mücessem rahmet, Peygamber Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Zata ait hususiyetler açısından hiç kimsenin bu makamı ihraz etmeye gücü yetmez. Fakat gözler, sürekli bu ufukta olmalıdır. O’nun sahip olduğu bu sıfatlar zılliyet planında elde edilmeye çalışılmalıdır. Bizi şefkatli ve merhametli kılması adına Allah’a dua edilmelidir. Çünkü bu, aynı zamanda Allah’ın da bize merhamet etmesi adına önemli bir vesiledir. Zira bir hadis-i şerifinde Allah Resûlü, مَنْ لَا يَرْحَمُ النَّاسَ لَا يَرْحَمُهُ اللهُ“İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez!” (Müslim, fezâil 66; Tirmizî, birr 16) buyururken, başka bir bir hadis-i şerifinde اِرْحَمُوا مَنْ فِي الْأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ“Siz yerde olanlara merhametli olun ki sema ehli de size merhamet etsin!”(Tirmizî, birr 16; Ebû Dâvûd, edeb 58) buyurmaktadır.

Bu açıdan günümüzün adanmışları gözlerini mücessem rahmet olma ufkuna dikmeli ve hep bu yolda yürümelidirler. İstidatları onları nereye kadar götürürse götürsün, onlar böyle bir hedefin peşinde oldukları ölçüde, ötede, yürüdükleri yolun Ufuk İnsanı’yla (sallallâhu aleyhi ve sellem) birlikte olacak ve O’nun maiyyetine ereceklerdir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İrşad ruhu ve hakperestçe duruş

Soru: Üstad Hazretleri “Hakikat Çekirdekleri” ve “Sünuhat’ isimli eserlerinde, “Cumhur-u avamı burhandan ziyade me’hazdaki kutsiyet imtisâle sevk eder.” diyor. Bu sözün izahını lütfeder misiniz?

Cevap: “Avam halk” mânâsına gelen “cumhur-u avam” ifadesiyle burada kastedilen; İslâmî ilimlere vâkıf olmayan, dinî hayatını taklide bağlı olarak yaşayan ve dinin ruhuna nüfuz edemeyen kişilerdir. Bu tür insanlar genel itibarıyla aklî, mantıkî ve felsefî delilleri pek bilmezler/bilemezler; ilmî istidlâller de onlara çok ağır gelir. Aynı şekilde pozitif bilimlerin verilerini de anlamakta zorlanırlar. Bu açıdan aklî, felsefî istidlalleri kullanarak onlara hitap etmenin pek bir faydası olmayabilir. Bunun yerine farzdan harama, mübahtan adaba kadar herhangi bir şer’î meseleyi onlara anlatırken, “Kur’ân, bu konuda kat’î olarak şöyle ferman ediyor.” veya “Sünnet-i Sahiha’da konuyla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır.” dediğinizde bu, onlar için daha bağlayıcı ve etkili bir beyan olacaktır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet, -hakikatte öyle olduğu gibi- onlar nazarında da itimat ve ittiba edilmesi gereken çok sağlam iki kutsî kaynaktır.

Bu açıdan bazı hakikatleri avam halka anlatırken fıkhî tahliller, küllî kaideler yerine öncelikli olarak âyet-i kerimelerle Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söz ve uygulamaları öne çıkarılmalıdır. Farklı bir ifadeyle, anlatılmak istenilen meseleler, “Efendiler Efendisi (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), şöyle davranıyordu; şöyle oturuyor böyle kalkıyordu; şöyle yiyor böyle içiyordu.” vb. ifadelerle bizzat Efendimiz’in hayatına bağlanarak anlatıldığında bunun muhataplarda çok daha inandırıcı ve yönlendirici bir etkisi olacaktır.

Buraya kadarki izahlardan anlaşılacağı üzere “aslî kaynak” diye ifade edebileceğimiz “me’haz” dediğimizde ilk anlaşılması gereken Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte bazı büyük şahsiyetler hayatlarını milimi milimine Kur’ân ve Sünnet yörüngeli yaşadıklarından ötürü halkın sevgi ve güvenini kazanmışlar ve bir mânâda izafî bir me’haz hâline gelmişlerdir.

Hakperest âlimlerin dimdik duruşu

Mesela İmam Ebû Hanife’nin (rahmetullahi aleyh rahmeten vasiaten) binlerce talebesi olduğu ifade ediliyor. Bunların bir kısmı İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi ulemadan olsa da, halk arasından da o halkaya dâhil olan ve gelip onu -belki tam olarak anlayamasa da- kenarından, köşesinden dinleyen çok sayıda insan olmuştur. Avamdan olan insanların bu halkada konuşulan derin ilmî meseleleri, onların menatlarını, konuyla ilgili usûl-i fıkıh disiplinlerini, içtihat sistematiğini anlamaları çok zordur. Fakat Hazret’in öyle bir Allah’a teveccühü, Peygamberimiz’e bağlılığı ve din yolunda dimdik duruşu vardır ki işte bu duruş, o insanların gönlünde bin tane delilden daha güçlü tesir meydana getirmiştir.

İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed İbn Hanbel gibi fakihler hak yolunda dik duruşlarından hiç taviz vermemiş ve ömürlerinin sonuna kadar sahip oldukları kıvamları korumuşlardır. İmam Şâfiî, Müslüman idareciler tarafından zincirlere bağlanarak Bağdat’a celp edilmiş ve orada istintaka tâbi tutulmuştur. Fakat çevresindekiler onun enginliğini gördüklerinde eziyeti bırakmış ve ona hürmet etmeye başlamışlardır. Aynı şekilde İmam Ahmed İbn Hanbel, zindanlara atılmış, kırbaçlanmış, işkence görmüş fakat duruşunu hiç değiştirmemiştir. Daha sonraki dönemlerde yaşamış olan İmam Gazzâlî Hazretleri’nin duruşuna bakacak olursanız, onun da istikametini hiç kaybetmediğini, hep dimdik durduğunu ve muhataplarına tecdid mülâhazasıyla hak dini yeniden ifade ettiğini görürsünüz. İşte avam halk onların bu dik duruşlarına bakmış ve onları, arkasından gidilecek birer rehber olarak kabul etmiştir.

Hakka çağrıda dosdoğru bir duruş

Aynı şekilde Hazreti Pîr de çağımızın sesi soluğu olmaya, fen ve felsefeden gelen dalâletlere karşı aklî, mantıkî ve ilmî bir kısım delillerle imanı yeniden inşa etmeye, İslâmiyet’i akılların, ruhların ve hislerin kabul edeceği şekilde yeniden insanlara sunmaya çalışmıştır. Onun ortaya koyduğu düşüncelere açılabilirseniz, onların derinliklerinde çok cevherlere ulaşabilirsiniz. Ayrıca yazmış olduğu Lahikalara baktığınız zaman, iman ve Kur’ân’a hizmet etmek isteyen insanlar için nasıl hizmet etmeleri lazım geldiği hususunda yanıltmayacak ve şaşırtmayacak çok önemli düsturlar ortaya koyduğunu görürsünüz. Fakat denilebilir ki onun yazdığı bu baş döndürücü eserlerin hiçbiri olmasaydı, o zatın seksen küsur senelik hayatındaki dimdik duruşu yeterdi. Evet, sizin mücelletlerle ifade etmek istediğiniz hakikatleri o zat elif gibi dimdik duruşuyla ifade etmiştir.

İşte bir realite olarak diyebiliriz ki avam-ı mü’minîn öteden beri aklî istidlâllerden, mantıkî kıyaslardan daha ziyade, Hakk’a müteveccih olan bu ufuktaki insanların söz ve tavırlarına itimat etmiş ve onların arkasından gitmişlerdir. Bu tür insanların durduğu yeri, durulması gerekli olan yer; yöneldikleri ciheti de yönelinmesi gerekli olan cihet olarak görmüşlerdir.

Kalb ve ruh ufkunda diriliş

Farklı zamanlarda ortaya çıkan diriliş hareketlerinde de, kalb ve ruh ufkunu ihmal ederek sadece aklını ve mantığını kullanan, amel buudu noksan bir ilimle başkalarına bir şey anlatmak isteyen insanlardan daha ziyade, iç dünyasına yönelmiş, ciddî bir murakabeye dalmış, kendi ruhunun ufkuna göre yaşayan, ömrünü kalbî ve ruhî hayat yörüngesinde sürdüren insanlar toplumdaki yenilenmeyi sağlamışlardır. Yaşanan ba’sü ba’de’l-mevtlerin, diriliş hareketlerinin arkasında bu tür ruh ve kalb kahramanları vardır. Bu diriltici solukları Hazreti Pîr’den Mevlâna Halid-i Bağdadî’ye, Alvar İmamı’ndan kardeşi Vehbi Efendi’ye, İhramcızade Hazretleri’nden halifesi Hulusî Efendi’ye muhtelif meşreplerden sayısız gönül erleriyle misallendirebilirsiniz. Herhangi bir beklenti içine girmeden, işin sonundaki semereyi hiç mi hiç düşünmeden, kendilerini delice hak yoluna adamış bu büyük zatlar, çevrelerinde oluşturdukları atmosfer içinde, sizin bin tane mektebinizde yetiştirdiğiniz insandan daha büyük ruh ve kalb insanları yetiştirmişlerdir.

Bu ifadelerimizden bütün bütün ilme ve ilmî hakikatlere kapanılması gerektiği, onların bir işe yaramadığı anlaşılmamalıdır. Elbette ki ilim, ilmi elde etme yolları ve ilmî hakikatler dirilişimiz adına çok önemli dinamiklerdir. Bizim burada üzerinde durduğumuz mevzu ise, me’hazın kudsiyetinin çok önemli bir tesirinin olduğudur. Çünkü onda, samimiyet, Allah’a yakınlık, Allah’la irtibat ve Allah’a nisbet vardır ki, muhataplar üzerinde derinden derine tesir hasıl eden faktörler de işte bunlardır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İrşadda üslûp ve sözün tesiri

Fethullah Gülen: İrşadda üslûp ve sözün tesiri

Soru: “İyiliği teşvik etme ve kötülükten sakındırma” vazifesi eda edilirken yapma yolunda yıkımlara sebebiyet vermemek için dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Kur’ân-ı Hakîm’in beyanları içinde “iyiliği teşvik, kötülükten sakındırma” vazifesi, en hayırlı ümmet olmanın ayırt edici bir vasfıdır. Âl-i İmrân Sûresi’nin “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, marufu emreden, münkerden alıkoyan en hayırlı ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/110) âyet-i kerimesi bu konuda bize hem bir müjde vermekte, hem de o ulvi ve kutsî sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır. Kur’ân-ı Mu’ciz’ul-Beyan, inanan gönülleri muhatap alarak onlara diyor ki, sizler, sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlar için çıkarılmış bir ümmetsiniz. Sizler, insanlığa insanî değerleri öğretmekle mükellefsiniz. Esasında bu duyguya, sırf kendi iradenizle uyanmış da değilsiniz. Allah (celle celâluhu), sizin kalblerinizi insanlık için açmış, sizi sahneye sürmüş ve takdir ettiği senaryoyu oynamaya muhatap hâle getirmiştir.

İşte Ümmet-i Muhammed, Allah’ın kendilerine yüklediği bu emanete sahip çıkmak ve bu mükellefiyeti taçlandırabilmek için, ma’rufu (iyiliği) emretmeli ve münkerden (kötülükten) de sakındırmalıdır. Esasen onların, diğer ümmetler karşısındaki farklılığı da bu hususa bağlıdır.

Ma’ruf ve münker

Ma’ruf, dinin emrettiği, akl-ı selimin severek kabul ettiği, hiss-i selimin hoş gördüğü ve vicdanın da kapılarını açıp “buyur” ettiği şeydir. Âyet-i kerimede öncelikle “ma’rufu emretme”nin nazara verilmesi önemlidir. Buna göre, en başta inanan bir insan, söylediği sözün ma’ruf olmasına dikkat etmeli; kötülük ve çirkinlikleri dillendirmekten daha ziyade iyilik ve güzellikleri öne çıkarmalı; bu işi yaparken de üslûbunu çok iyi ayarlamalı, ma’rufu kime, ne şekilde ve hangi üslûpla sunacağını önceden çok iyi belirlemelidir.

Münker ise, dinin yasakladığı, akl-ı selim’in zararlı kabul ettiği, hiss-i selimin nahoş gördüğü ve vicdanın da kapılarını kapatıp reddettiği şeydir. İşte mü’min, iyiliği teşvik etmekle beraber “münkeri de nehyetmek” suretiyle, insanların bir yanlışlığın mahkûmu olmalarına, bir akıntıya kapılıp bir meçhule sürüklenmelerine ve derin bir suda boğulmalarına mâni olmaya çalışmalıdır. Zulmün çirkin yüzünü göstererek zâlimi zulmünden, fısk u fücurun iğrenç yüzünü göstererek fâsıkı fıskından ve küfrün korkunç yüzünü göstermek suretiyle de kâfiri küfründen alıkoymaya çalışmalıdır. Tabii sadece sözleriyle değil, en başta hâl ve tavırlarının diliyle, bohemlik, kötülük ve çirkinliğe karşı muhataplarının gönlünde tiksinti uyarmalı ve onları bu gibi hata ve günahlardan uzak tutmaya çalışmalıdır.

Bâtılı tasvirden kaçınmalı

Ancak münkerin çirkin yüzünü göstermeye çalışırken onun güçlü, kuvvetli veya süslü gösterilmemesi gerekir. Yoksa hiç farkına varılmaksızın muhatapların zihninde münkere karşı bir temayül ve alâka uyandırılmış olabilir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu konudaki uyarısını, “Bâtılı tasvir, sâfi zihinleri idlâl eder.” (Bediüzzaman, Mektubat s.530 (Hakikat Çekirdekleri)) sözüyle dile getirir. Evet, bazen insan, hak ve hakikati anlatacağım diye olumsuz şeyleri öyle resmeder ki, muhataplarda ona karşı bir merak veya imrenme duygusu uyarabilir. Bu yanlışlık, sadece söz ve konuşmayla da yapılmaz. Bir yerde vaaz ve nasihatte bulunan veya konferans veren bir insan söylediği sözlerle sâfi zihinleri bulandırabileceği gibi, film veya dizi çeken birisi de ekrana taşıdığı görüntülerle aynı hataya düşebilir. Onlar, her ne kadar bâtılın, kamu vicdanında çirkin görünmesini hedeflemiş olsalar da, hiç farkına varmadan iradesi zayıf kimselerde günahlara karşı imrenme duygusunu tetiklemiş olabilirler. Böylece, doğruyu ifade etmek ve doğru etrafında surlar oluşturmak maksadıyla yola çıkan insanlar, başkalarını yanlış bir yola sürükleyebilirler.

Ümit kırıcı olmamalı

Aynı şekilde olumsuz şeyleri, kötülük ve çirkinlikleri, moral bozacak, kuvve-i mâneviyeyi kıracak şekilde tasvir etmeye kalktığınızda da, münkerden nehiy emrine aykırı hareket etmiş olursunuz.

Meselâ yeri gelir, muzdarip bir ruh hâliyle, “Günümüzde insanlık gözyaşına mahrum gidiyor. Hiçbir devirde günümüzde olduğu kadar kuraklık yaşanmamıştır. Âlem-i İslâm cayır cayır yanıyor. Onun izzeti, onuru, gururu ayaklar altında payimal olmuş. Onun saçıyla sakalıyla oynuyorlar. Fakat böyle acı bir tablo karşısında bile insanlar üzülmüyor, teessür duymuyorlar. Birkaç dakikalarını ayırıp iki damla gözyaşı dökme mevzuunda bile cimri mi cimri hareket ediyorlar.” dersiniz. Fakat bu tür mülâhazaları dillendirirken bir taraftan da, “Acaba bunları söylemekle hata mı ediyorum!” endişesini taşırsınız/taşımalısınız. Zira negatif bir durumu resmederken insan, hiç farkına varmadan muhataplarının kaldıramayacağı, onların kuvve-i mâneviyelerini sarsacak kasvetli bir atmosfer ortamı meydana getirmiş olabilir.

İnsan, içinde bulunduğu zaman diliminin olumsuz havasını geçmişle kıyas ederken de benzer bir endişeyle gel-git yaşayabilir. Mesela siz, Sultan Ahmed Han Hazretleri’nin, “İftirakınla Efendim bende tâkat kalmadı. / Pâre pâre oldu bu dîl, aşkta muhabbet kalmadı. / Şol kadar ağlattı ben bîçareyi hükm-ü kaza, / Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.” şiirini hatırlar, Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) âşığı ve mecnunu o koca sultanlardan sonra saltanat delisi insanlara kalmanın ne kadar acı verici olduğunu düşünür, bu mülâhazalarınızı seslendirirsiniz. Hakikaten geçmişte yaşanan gül devrini bilen insanlar için, şu an yaşanan hazan mevsimi ne kadar acı, ne kadar ızdırap vericidir! Böyle bir ızdırabı duymama, geçmişle günümüz arasında böyle bir mukayese yapamama ise belki bundan daha ağır, daha iç acıtıcı bir hâldir! Fakat ne kadar sukut etmişiz ki, içine düştüğümüz derin çukurun, yaşadığımız bunalımın farkına bile varamıyoruz!

Bütün bunlar bir hakikatin ifadesidir. Fakat Hazreti Pîr’in ifadesiyle bir insanın söylediği her söz doğru olmalıdır. Fakat her doğruyu her zaman söylemek doğru değildir. (Bediüzzaman, Mektubat s.532 (Hakikat Çekirdekleri)) Bazen doğru olduğuna inandığınız bir hakikati dile getirirsiniz. Fakat muhatapların idrak seviyesi, kalb ufku bu hakikati kaldırabilecek kıvamda değilse söz ve beyanlarınızla onları ümitsizliğe sevk etmiş, bir daha o güzellikler yaşanamayacakmış gibi yanlış bir kanaate itmiş olursunuz. İşte filmleriyle, dizileriyle, piyesleriyle, köşe yazılarıyla, vaaz u nasihatleriyle insanları negatif şeylerden sakındırmaya çalışan kimseler, bazen öyle kırılmalara sebebiyet verirler ki, insanlar inkisar yaşamaya dururlar. Bu inkisarla da iradelerinin kolu-kanadı kırılır, ümitsizliğe düşerler.

Bu açıdan bir yerde konuşma yapacak insan, muhataplarının hissiyatını doğru okumalı, ele aldığı meseleyi uygun bir üslûpla takdim etmeli ve karşı tarafta oluşabilecek muhtemel tepkileri de hesaba katmalıdır. Zira muhatapların neye karşı bağırlarını açacaklarını ve neye karşı reaksiyon göstereceklerini hesaba katmadan söylenen sözlerin, maksadın aksiyle netice vermesi muhtemeldir.

Hâsılı, iyiliği teşvik etme ve kötülükten sakındırmada temkinli hareket edilmelidir. Ne bâtılın tasvir edilmesinde mübalâğaya girilmeli, ne de hakkın ortaya konulmasında cimri davranılmalıdır.

Konuşurken hakperest olmalı

Olumlu ve güzel şeyleri anlatayım derken de bazen ma’rufu emir çerçevesinin dışına çıkabilirsiniz. Mesela ortaya konan güzel faaliyetleri mübalâğaya girerek anlatırsınız. Hâlbuki mübalâğa zımnî (üstü kapalı) yalandır. Yalanın ise zerresiyle dahi dine hizmet edilemez. Hem mübalâğa, güzel faaliyetlerdeki feyiz ve bereketin kesilmesinin de önemli bir sebebidir.

Olumlu şeylerden bahsederken, bazen de meydana gelen güzelliklerin kaynağı kendinizmiş gibi onlardan nefsinize pay çıkarırsınız. Hâlbuki bahsettiğiniz meselenin % 99,9’u Allah’a (celle celâluhu) aittir. Burada iradeye düşen hisse ise binde birdir. Bunu nefyetmiyoruz. Aksi takdirde Cebriye’nin düşmüş olduğu hataya düşer ve hiç farkına varmadan mutlak bir determinizme kaymış oluruz. Fakat güzel şeyleri resmeden ve başkalarına sunan bir insan, o işin bir kahramanı gibi davranır ve hayalen bile olsa kendine bir pay ayırırsa hayalini şirk esintileriyle kirletmiş olur. Bu kirli hayal, bir gün gelir onun tasavvurlarına toslar ve orada bir kırılmaya sebebiyet verir. Arkasından onun taakkulâtına dokunur ve aklında bir kısım çatlamalar oluşmasına yol açar. Neticede böyle bir insan, önce şirkin en masum şekli olan “biz, biz” demeye başlar, arkasından da şirkin en galizi olan “ben, ben” demeye durur.

Nasihate kendi nefsinden başlamalı

Başka bir husus da yapılan nasihatin muhataplarda olumlu bir tesir bırakabilmesi bizzat söyleyen tarafından onun yaşanmasına bağlıdır. Zira Cenâb-ı Hak, Hazreti İsâ’ya hitaben, “Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et. O, bu nasihati tuttuktan sonra da insanlara nasihatta bulun. Yoksa Ben’den utan.” buyurmaktadır. (Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd 1/54; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 2/382) Yüce Allah, burada insanın kendi nefsine kabul ettiremediği bir şeyi başkalarına söylemesinin Kendisine karşı bir saygısızlık olduğunu ifade buyurmuştur. Söylediklerinin on katını yaşayan Hazreti Mesih (aleyhisselâm) gibi ülu’l-azm bir peygambere karşı Allah (celle celâluhu) tarafından böyle bir uyarı yapıldığı düşünülürse, diğer insanların bu konuda ne kadar dikkatli olmaları gerektiği daha iyi anlaşılacaktır.

Şekilden kurtulamamamız, formalitelerden sıyrılamamamız ve sureti bırakıp mânâya geçemememiz de söylediğimiz sözlerin muhataplarda tesirsiz kalmasına sebebiyet veren başka bir husustur. Eğer bir buçuk milyara yakın İslâm dünyası içinde on milyon insan, İslâm’ı Asr-ı Saadet Müslümanları gibi yaşasaydı, insanlık âleminin çehresi şimdi çok farklı olurdu. Ama Cenâb-ı Hakk’ın, “Eğer şükrederseniz nimetimi arttırırım.” (İbrahim sûresi, 14/7) beyanıyla vaat ettiği nimetlerden mahrum kalmamak için de her şeye rağmen olana da hamd olsun!

Yâ Rab! Verdiğin nimetleri görmezlikten gelerek, bizi onlardan mahrum bırakma! Kalblerimize inşirah ver ve bizi hakikî insan eyle! Bizlere her zaman şükürle gürleyen, haşyetle ürperen, acz u fakr şuuruyla yalvarıp yakaran gönüller ihsan eyle!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İrşat ve Nifak

“Asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil; aksine kardeşlik bağlarını daha bir güçlendirip onun ıslahına çalışmaktır.” mülâhazası, nifak gibi bütün bir topluma zarar verebilecek günahlar için de söz konusu mudur? Umumun hukukunu ilgilendiren bu gibi meselelerde dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Bir mü’min; fenalıklar içine düşmüş bir kardeşini, düştüğü o çukurdan kurtarmak için, elinden gelen her türlü ceht ve gayretini ortaya koymalı ve onu kurtarmaya çalışmalıdır. Hani değişik yerlerde, maddî bir boğulma tehlikesi karşısında, Gönüllüler Hareketi içinde, kardeşini kurtarmak için kendini suya atıp şehit olan insanlar oldu. Belki onlar, o andaki ruh hâleti ve yaşadıkları hâdisenin şokuyla, boğulmak üzere olan kişiyi kurtarıp kurtaramayacaklarını, o şartlarda yüzüp yüzemeyeceklerini düşünmedi/düşünemedi ve neticede bir insanı kurtarma adına kendilerini tehlikeye atıp şehit oldular.

İşte bunun gibi, fenalık ve günahlar da birer levsiyat bataklığıdır. Kardeşlik ve vefa ise levsiyat bataklığına düşmüş bir şahsa el uzatmayı, kurtarma adına ne yapılması gerekiyorsa onu yapmayı gerektirir. Zira temiz ve nezih bir daire içinde bulunsa da, –hafizanallah– insan günah deryasına yelken açabilir, eli-ayağı, dili-dudağı günah işleyebilir. Meselâ birisi gözlerini haramdan sakınmaz, Allah’ın yasak ettiği manzaralara çok rahat bakabilir. O, Cenâb-ı Hakk’ın:

قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ

“Mü’min erkeklere gözlerini haramdan sakınmalarını, ırzlarını da korumalarını söyle.” (Nûr sûresi, 24/30) beyan-ı şerifini hiç kâle almaz. Hatta şahıs, meseleyi harama bakma, haram dinleme, haram konuşmadan daha ileriye götürüp bohemliklere açılabilir. Başka birisi ise diliyle günah işlemeye alışmıştır. İnsanları ayıplar, hafife alır, gıybet eder. Böyle bir insan levsiyat bataklığına düşmüş demektir. Meseleyi bu kadarla bırakmayan, ehl-i imana kötülük yapmayı planlayan, onların ayaklarını kaydırmak isteyen, kıskançlık ve hasetle iftirada bulunan insanlar da çıkabilir. İşte bütün bu durumlarda evvela, usûlüne göre, o şahsın elinden tutulmalı ve ona nasihat yolları aranmalıdır.

Bir İffet Âbidesi: Hazreti Cüleybib

Konuyla ilgili, Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ile Hazreti Cüleybib (radıyallâhu anh) arasında geçen hâdise çoğumuzun malumudur. Hazreti Cüleybib, o esnada, garize-i beşeriyenin feveranda olduğu bir dönem olan 16-17 yaşlarında bulunuyordu. Eğitimciler, genelde bu çağdaki talebelerin zapturapt altına alınamadıklarından, onların kontrolsüz ve disiplinsiz hareket içinde bulunduklarından şikâyet ederler. Bazı uysal fıtratlar, anne-babalarını takip edip doğru bir çizgide yürüseler de bozuk bir ortamda neş’et etmiş kimi gençler, ahlakî değerlere zıt tavır ve davranışlar içine girebilir. Hicap ederek söylüyorum, bu riskli dönemde sigara, alkol, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklara yakalananlar, daha değişik günahları irtikâp edenler olabilir. Bu durumda evvela ellerinden tutulup aklen, kalben ve hissen istikballeri adına onların ikna edilmesi gerekir. İşte Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm) da Cüleybib’i çekip yanına alıyor, mübarek dizlerini dizlerine vererek tam karşısına oturtuyor ve ona şöyle diyor: “Cüleybib! Duydum ki kadınlara uygunsuz davranışlarda bulunuyormuşsun. Şimdi bana söyle, aynı şeyin senin annene yapılmasını ister misin?”Cüleybib: “Hayır, yâ Resûlallah istemem!” diyor. Bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu; “Unutma, senin sarkıntılık yaptığın da birisinin annesidir!” buyuruyor. Daha sonra Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), aynı soruyu kız kardeşi, halası ve teyzesi için de soruyor ve aynı cevabı alıyor. Neticede Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) Cüleybib’in akıl ve mantığına hitap edip onu ikna ediyor. Hele bu sözlerin bir Peygamber sözü olduğu düşünülürse, zannederim Hazreti Cüleybib için ne kadar müessir olduğu daha iyi anlaşılır. Nihayet Hazreti Cüleybib’in içinde hiçbir tereddüt kalmıyor. Daha sonra Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek elini onun göğsüne koyuyor ve onun için dua ediyor. Sahabe-i kiram efendilerimiz diyor ki: “Cüleybib o andan itibaren Medine’nin en iffetli gençlerinden biri olmuştu.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/420)

Hazreti Cüleybib, daha sonra katıldığı bir savaşta şehit oluyor. Herkes kendi şehidini arıyor. Allah Resûlu (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanındakilere: “Hiç kaybınız var mı?” diye soruyor. “Hayır” cevabını alınca: “Ama ben Cüleybib’i kaybettim!” buyuruyor. Ashab-ı kiram onu bulduklarında öldürmüş olduğu yedi kişinin yanında şehit edilmiş olduğunu görüyorlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz gidip onun başucunda duruyor, Cüleybib’i kolları arasına alıyor ve: “Bu bendendir, Ben de ondanım.” buyuruyor. (Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 131)

Siyerden naklettiğimiz bu tablo, bir mürşidin bu türlü durumlarda nasıl davranması gerektiğine dair çarpıcı bir örnektir. Görüldüğü üzere o zat yanlış bir adım atma durumundayken akla-mantığa hitap eden bir nasihatle hemen ondan vazgeçmiş, gerisin geriye dönmüş ve hakka teslim olmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bir hamlede onu evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkarmış ve o hâliyle huzuruna almıştır. Dolayısıyla tökezleme, düşme, sürçme vetiresinde bulunan bir insana yapılması gereken öncelikle budur.

Fakat bir insan, dinin açıkça haram dediği bir meseleyi hafife alıyor, önemsiz görüyor ve o mevzuda ikaz edildiği hâlde aynı şeyleri yapmayı sürdürüyorsa, o zaman durum farklılık arz eder. Meselenin ciddiyetini ortaya koyma adına, gerektiğinde bu tür insanlara karşı belli bir mesafe koymak gerekebilir. Bu da münkerattan nehiy mevzuuna giren hususlardan biridir.

Konuyla ilgili bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَراً فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فبِلِسَانِهِ ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلبِهِ وَذَلَكَ أَضْعَفُ الإِيمَانِ

“Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse irşat ve ikazda bulunsun. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona tavır alsın. Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir.” (Müslim, İman 78) Bir münkere karşı alınacak ilk tavır onu elle men etmektir. Bir insan çoluk çocuğunu, kendi yakınlarını kötülüklerden koruma adına hukukun kendine verdiği hak ve müsaade ölçüsünde bazı müeyyideler uygulayabilir. Fakat böyle bir imkânı yoksa, gördüğü münkeri eliyle düzeltemeyecekse, o zaman emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker yapıp irşat ve ikazda bulunabilir. Şayet buna da imkân yoksa, konjonktür buna bile müsaade etmiyorsa, o zaman yapılacak şey, yapılan o kötülüklere karşı kalbî bir tavır içinde bulunmaktır. Bir mânâda, temerrüt edip yanlış yolda yürümeye devam eden o kişiyle arasına mesafe koyabilir, ona karşı tavır alabilir. Esasında ısrarla günah irtikâp eden şahsa karşı alınan bu tavır, yine onu kurtarmaya, ona yardımcı olmaya matuftur, öyle olması gerekir.

İşte bu noktada mürşit konumunda bulunan şahsın basiret ve firaseti çok önem arz eder. Bir şahıs vardır; pişmanlık içinde tevbeler tevbesi deyip yaptığı yanlıştan çıkış yolları aramaktadır. Bir de yanlış davranışlarına şeytanî bahaneler bulup, sürekli kendini aldatarak, günah ve masiyette ısrar eden insanlar vardır. İşte tavır alınacak insanlar bunlardır. Bu hassasiyet isteyen bir konu olduğundan, eğer mesele insafa emanet edilmezse, vicdanın kadirşinas ölçüleri içinde meseleye bakılmazsa, birine karşı yapacağınız muameleyi diğerine, ötekine yapacağınız muameleyi de berikine karşı yapabilirsiniz. Bu şekilde davranınca da hak yerini bulmayacağından, nezd-i ulûhiyette mesul olursunuz. Bu sebeple, muhatabın durumuna göre her şey yerli yerince yapılmalı ve hangi davranışa karşı nasıl bir tavır alınacağı daha baştan iyi hesaplanmalıdır.

Küfre Denk Günahlar

Bir de sorunuzda ifade ettiğiniz nifak gibi; karanlık odaklara elemanlık yapma, muhbirlik kılıfı altında iftira ve tezvirde bulunma gibi, bir hareketin heyet-i umumiyesine zarar verecek tavır ve davranışlar vardır ki, bunlar küfre denk günahlardır. Bu tür günahların affolması için fertlerin haklarını helal etmeleri yetmez. Zira bunlar hukuk-u ammeden sayıldığı için, bunlara hakkullah taalluk eder. Diyelim ki bir tâli’siz, milletimiz ve devletimize ait bir vazifeyi kendi hesabına değerlendirerek maddî bir ücret karşılığında yurt dışında birilerine haber ulaştırmakta, casusluk yapmaktadır. İşte bu, öyle bir dalalettir ki, bunun adı –hafizanallah- nifak ötesi bir fenalıktır. Rabbim hiç kimseyi böyle bir duruma düşürmesin.

Neylersin ki, bu tür hâdiseler geçmişte yaşandığı gibi günümüzde de yaşanabilir. Düşünün ki, insanlığın altın çağı devr-i risaletpenahide bile münafıklar vardı. Dolayısıyla günümüz Müslümanları içinde de bir kısım münafıklar olabilir. Provokasyonlarda gördüğünüz gibi, İran’dan, Turan’dan gelip kaos ve kargaşa çıkarma adına değişik içtimaî hâdiselere sebebiyet veren insanlar var. Bunlar değişik vesilelerle toplulukların içine girip ortalığı karıştırıyor, camiye hiçbir zaman uğramadıkları hâlde caminin önünde toplumu tahrik ederek provokasyonlara sebebiyet verebiliyorlar. Evet, bu tür hâdiseler her zaman olabilir. İşte bütün bunları görmek için fikir çilesi ve ızdırapla nurlandırılmış keskin bir basiret ve firasete ihtiyaç vardır.

Bu vesileyle bir kez daha ifade edeyim ki, özünde insan sevgisi bulunan bir dinin mensupları olarak bizlerin endişe verici bir hâlimizin olmadığı her platformda dile getirilmelidir. Evet, biz insanlık çapında bir diyalog anlayışının taraftarıyız. Herkesin birbirini sevip uzlaşması için uğraşıyor, bu yolda ceht ve gayrette bulunmayı ibadet sayıyoruz. İnsanların birbirlerini öldürmek için icat ettikleri atom ve hidrojen bombalarının, bilmem daha ne kahrolası silahların kullanılmasına engel olma gayreti içindeyiz. Bütün bu bombaların, bir bela, bir afet olarak değil; muhabbet atmosferinde birer maytaba çevrilip insanlığın başına bir rahmet ve ışık yağmuru hâlinde yağması arzusundayız. İşte bizim bütün davamız bundan ibarettir.

Fakat güç ve kuvvetten başka bir değer bilmeyenler, âlemi kendileri gibi gördüklerinden, sizi de kendileri gibi zannedip hayalinizden geçmeyen, rüyasını dahi görmediğiniz şeyleri size isnat edebilirler. Bütün bunlar karşısında yapılması gereken, iç dünyanızı şerh edip sizi doğru bir şekilde okumalarını sağlamak olmalıdır. Zaten sizin, bir ibadet neşvesi içinde, dünyayı bir Cennet koridoru hâline getirmekten başka bir gayeniz olmadı. Evet, sizin dininizden kaynaklanan sorumluluk şuuruyla peşinde olduğunuz bir hedef vardı: İnsanlar vuruşmasın, sürtüşmesin, öldürücü bombalar patlamasın, katliam ve kıyımlar olmasın; Hiroşima ve Nagazaki’ler, dünya savaşları gibi fecâi’ ve fezâi’ bir kere daha yaşanmasın. Bunun için de baştan beri hep insanların gönlüne seslendiniz, karınca kararınca her yerde barış adacıkları oluşturmaya çalıştınız. Bu arada şunu ifade edeyim ki, ülkemizde ve dünyanın dört bir tarafında nice temiz ve nezih fıtrat böyle bir çağrıya kulak verdi, teveccüh gösterdi, böyle bir anlayışı alkışladı, destek oldu ve sahip çıktı. O hâlde bize düşen, kim ne derse desin, olumsuzluklara takılıp kalmadan, Rabbimizin rızasına ereceğimizi umduğumuz bu yolda, küheylanlar gibi çatlayıncaya dek, koşturup durmaya devam etmektir.

İrşat yolcuları için en büyük kredi: Beklentisizlik

Fethullah Gülen: İrşat yolcuları için en büyük kredi: Beklentisizlik

Soru: Gönüllerin hak ve hakikatle buluşturulması vazifesinde olmazsa olmaz diyebileceğimiz temel disiplinler nelerdir?

Cevap: İnanmış bir insanın, Mâbud-u Mutlak’a karşı ortaya koyduğu ubûdiyeti, ubûdet-i mutlaka mülâhazasıyla olmalıdır. Yani o, kulluğunun içine başka hiçbir şey karıştırmamalıdır. Çünkü biz, O’nun boynu tasmalı kullarından ibaretiz. Aczimiz, fakrımız, zaaflarımız, tutarsızlıklarımız, tutmak istediğimiz her şeyin elimizden kaçıp gitmesi, yakaladık derken tekrar kaçırmamız, arzuladığımız şeylere bir türlü ulaşamayışımız da bunu göstermektedir. Belli ki biz, biz olarak kendimize sahip ve malik değiliz. Üzerimizde mutlak bir hâkimiyet var.

Vâkıa insan, her zaman bu hakikatleri hissedemeyebilir. O, bazen belirli bir frekansa kalibrasyon yapar ama ayar tam olmayınca işin içine sağdan soldan şerareler girer. Bu da insanın şahsî mülâhazalarını işin içine katması demektir. Dolayısıyla insanın çok ciddî kalibrasyonlarla doğru sesi bulmaya çalışması lazımdır. Evet o, düşüncelerini, mülâhazalarını, sözlerini önce vicdanın kadirşinas terazilerinde tartmalı, sonra ortaya koymalıdır. Bunca cehd u gayretten sonra yine de işin içine bize dair bir şeyler karışırsa işte o zaman Allah’ın (celle celâluhu) bu zaaflarımızı affedeceğini ümit ederiz. Yoksa sanki bütün sorumluluklarımızı mükemmel yapıyormuşuz gibi lâkayt ve lâubalice tavırlar kulluk şuuruyla bağdaşmaz.

Balyoz balyoz üstüne

Mesela namaz kılarken secdeye kapandınız, beş on dakika içinizi Allah’a döktünüz. Fakat o esnada şeytan, nefis mekanizması vasıtasıyla size, “İyi bir kulluk yapıyorsun.” gibi bir şey fısıldayıverdi. Şayet böyle bir düşünce size kelâm-ı nefsî ile geldiyse, yine hemen bir kelâm-ı nefsî ile, “Ey yalnızca kendisine ibadet edilen Allah’ım, Sana hakkıyla kulluk edemedik! Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan Allah’ım, şanına lâyık zikri yapamadık! Ey her dilde kendisine şükredilmesi gerekli olan Rabb’im! Sana gereğince şükredemedik! Ey her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah’ım, Seni hakkıyla tesbih u takdis edemedik!”demeli, O’nun rızasına uymayan her türlü düşünce ve mülâhazanın başına, bir daha belini doğrultamayacak şekilde bir balyoz indirmelidir.

Fakat onun başına en ağır balyozları indirseniz de, yine de bilmelisiniz ki şeytanın vesvesesi ve nefs-i emmârenin de tesvilât ve tezyinatıyla beslenen bu tür duygular hiç umulmadık yerlerde yedi canlı varlık gibi daha sonra yeniden hortlayıverir. Öyle ki, insan Kâbe’yi tavaf ederken de Arafat’ta Allah’a el kaldırıp dua dua yalvarırken de Müzdelife’de geceyi değerlendirirken de hatta Mina’da kendi arzularının başını taşlıyor gibi şeytana taş yağdırırken bile nefis ve şeytan hiçbir zaman boş durmayacak, sürekli onun ayağını kaydırmaya çalışacaktır.

İşte bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd sûresi, 11/112) buyrulmuştur. Aynı şekilde biz, her gün kıldığımız namazlarımızda, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ  “Allah’ım, bizi Sence, yolun doğrusu hangisi ise ona hidâyet eyle!” (Fâtiha sûresi, 1/5) diyoruz. Eğer sünnetleriyle birlikte bütün namazlarımızı kılıyorsak, günde kırk defa bunu tekrar ediyoruz. Evvâbîn, teheccüd, ve duha (işrak) gibi diğer nafileleri de kılıyorsak belki günde altmış kere Allah’tan sırat-ı müstakim talebinde bulunuyoruz. Çünkü O, bizim elimizden tutup da bizi doğru yola ulaştırmazsa, çok defa nefs-i emmârenin patikalarında iflâhımız kesilir. Evet O (celle celâluhu), elimizden tutmazsa, o kadar çok trafik kazasına sebebiyet veririz ki, daha sonrasında meydana gelen bu yıkılma ve kırılmaları kolay kolay tamir edemeyiz.

Hizmetlerini bir bedele bağlayanlar asla başarılı olamazlar

Öte yandan eğer biz, sürekli O’nu heceler ve O’nunla gecelersek, düşünmemiz gerekli olan yerlerde hep “O” der ve “Hüve” ile soluklanırsak, mukteza-i beşeriyetin tesirinde kaldığımız zamanlarda da, O’nunla irtibatımız devam eder. Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldıktan sonra teheccüde kalkma ve geceyi ihya etme düşüncesiyle yatağına giren bir kimsenin, uykusu ağır basıp da kalkamadığı zaman bile uykusunun Rabbisinden ona bir sadaka olduğu müjdelesini vermiştir. (Bkz.: Nesâî, kıyâmu’l-leyl 63; İbn Mâce, ikametü’s-salât 177) Bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğinden bize lütfettiği bir armağandır. Evet Rahmeti Sonsuz, bizi, bütün bütün altından kalkılmaz vazifelerle sorumlu tutmamış, ancak götürebileceğimiz kadar mükellefiyet yüklemiştir. لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا“Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” (Bakara sûresi, 2/286) âyetinin de işaret ettiği üzere dinde teklif-i mâlâyutak yoktur.

O hâlde engin lütuf ve sonsuz rahmetiyle nimetlerini başımızdan aşağı sağanak sağanak yağdıran Rabbimize karşı bizim de O’nun rızasından başka bir arzumuz olmamalıdır. Çünkü bunun ötesinde bir şey yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’ten mübarek cemâlini göstermesinden (rü’yetullah) sonra mü’minlere olan en büyük armağanı, “Ben sizden hoşnudum.” buyurmasıdır. O’ndan gelen böyle bir nefha-i ilâhînin insan ruhunda hâsıl edeceği engin zevki, burada kestirmemiz mümkün değildir. Belki Şâh-ı Geylânî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Muhammed Bahauddin Nakşibendî, Mevlâna Hâlid Bağdâdî, İmam Rabbânî ve Hazreti Pîr-i Muğan gibi hak dostları, bu dünyanın müsaade ettiği ölçüde zılliyet planında böyle bir zevki duymuş olabilirler. Benim böyle bir şeyi ne anlatmaya ne de tasvir etmeye gücüm yetmez. Çünkü bizzat Sahib-i Şeriat, Cennet nimetlerini anlatırken, أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ“Ben, salih kullarıma, ötelerde öyle şeyler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de kimsenin hayaline gelmiştir.” (Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 4, 5) buyurmuştur. Burada çizilen çerçeveden, bunun insan ihatasını ve idrakini çok aşan bir mesele olduğunu anlıyoruz.

Bu açıdan hem dünyada hem de ukbada, O’nu dilemeden ve aynı zamanda başkalarında da O’nu dileme arzusu uyarmadan daha büyük ve daha kıymetli bir şey yoktur. Bunun içindir ki, enbiya-i izâm, hayat-ı seniyyelerini sadece Allah’ı tanıtma, Allah’ı sevdirme ve insanların Allah’la olan irtibatlarını güçlendirme temel disiplinine bağlamışlar ve bunun karşılığında  kimseden ne bir şey istemişler, ne de beklemişlerdir. Çünkü bu, ihlâsa zarar verir ve ameli de zayi eder. Ayrıca yaptığı hizmetleri bir bedele bağlayan insanların başarılı olduğu görülmemiştir. Onlar, muvakkaten başarılı olmuş olsalar bile, esen muhalif bir rüzgâr her şeyi bir harman gibi savurmuştur.

Bütün peygamberlerin dilinde aynı hakikat

Yüce Allah, Şuarâ Sûresi’nde art arda Hazreti Nûh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (aleyhimüsselâm) gibi enbiya-i izâmı zikrettikten sonra bunların hepsinin ortak sözü olarak şöyle buyurur: وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180) Onlar, vazifelerini sadece Allah için yapmış, nazarlarını sürekli Allah’a çevirmiş ve yaptıkları hizmetler karşılığında da başkalarından zerre miktarı bir beklentiye girmemişlerdir.

Devir değişmesine, şartlar başkalaşmasına ve farklı zaman dilimleri farklı yorumlar ortaya koymasına rağmen zikri geçen peygamberlerin hepsi de bu meselede kelimesi kelimesine aynı şeyi söylemiştir. Hazreti Nûh ne demişse, Hazreti Hûd da, Hazreti Salih de, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (aleyhimüsselâm) da onu demiştir. Oysaki onların gönderildikleri her bir toplumun kendisine göre farklı problemleri vardı. Demek ki problemler farklı da olsa onları halletmenin yolu ihlâs ve beklentisizlikten geçmektedir.

Mesela Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) kavmi, büyük insanları ilâh edinmiş ve bu ilâhlara da Ved, Yeğûs, Yeûk ve Nesr gibi isimler vermişlerdi. Onlar, yerin altında gömülü olan insanlara temenna duruyor ve onlardan bir şeyler bekliyorlardı. (Bkz.: Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/105-111; Nûh sûresi, 71/23) Bir yönüyle bu her devirde karşılaşılabilecek bir tehlikeydi.

Âd kavmi ise, büyüklükleriyle övünüyor, taşları oyarak içlerine evler yapıyorlardı. Onlar, kibirlerine öyle yenik düşmüşlerdi ki yerden veya gökten gelecek hiçbir zararın kendilerine dokunamayacağına inanıyorlardı. Onlara göre bütün faylar, altlarında toplansa ve bir anda kırılmaya başlasa, yine de oturdukları sağlam binalarını yıkamazdı. Dolayısıyla onların problemi, Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) kavminin probleminden farklıydı. Hazreti Hûd (aleyhisselâm), onların tehditlerine aldırmadan, başına gelebilecek bütün tehlikeleri de göze alarak, ısrarla onların nasıl bir yanlış içinde olduğunu vurgulamış ve aynı zamanda istiğnasını dile getirmişti. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/122-140; Fussilet sûresi, 41/15-16)

Hazreti Salih’e (aleyhisselâm) geçtiğimizde, o dönemdeki insanların da yine farklı problemleri olduğunu görüyoruz. Onlar da bağlarda bahçelerde, meyvelikler arasında dünyaya dalmışlar, muhkem binalarda ferih ve fahur bir şekilde yaşamaya başlamışlardı. Peygamberleri olan Hazreti Salih, bütün zorlukları göğüsleyerek, karşılığında hiçbir şey beklemeden tebliğ vazifesini yerine getirmiş, onları tevhide çağırmış; müsrif ve müfsit bir toplum olmamaları konusunda uyarmıştı. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/141-159)

Daha sonra gelen Hazreti Lût (aleyhisselâm) döneminde de, insanlar insanlığa yakışmayacak müstehcenliklere dalmış, sapık ve ahlâksız bir toplum olmuşlardı. Diğer peygamberler gibi Hazreti Lût da, kovulma ve tecrit edilme tehditlerine aldırmaksızın onları tevhide ve doğru yola çağırmış ve bunun karşılığında da hiçbir beklentiye girmemişti. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/160-175)

Hazreti Şuayb’a (aleyhisselâm) gelince, o dönemde de, çarşı ve pazarda ölçü ve tartılar altüst olmuştu. Terazinin ne sağ ne de sol kefesi belliydi. Ticarî hayat spekülasyonlarla doluydu. Hortumlar sadece güç ve iktidarı elinde bulunduranların kendi çıkarları istikametinde akıyor ve onların depolarını dolduruyordu. Hazreti Şuayb, “Ölçeği, tam ölçün de eksik ölçüp hak yiyenlerden olmayın! Doğru terazi ile tartın, halkın hakkından bir şey kısmayın! Ülkede bozgunculuk yaparak nizamı bozmayın.”(Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/176-191) sözleriyle onları ikaz ediyor ve bu uyarıları karşılığında onlardan hiçbir şey istemediğini bildiriyordu.

Şuara Sûresi’nde bu beş peygamberin sıralandığı yerde İnsanlığın İftihar Tablosu zikredilmez. Fakat başka bir sûrede geçen O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu beyanının da onların sözünden bir farkı yoktur: لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى“Benim (bu risalet ve irşad hizmetinden ötürü), sizden akrabalık sevgisinden/yakınlığın hatırından başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.” (Şûrâ sûresi, 42/23) Bu sözüyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) on üç sene Mekke’de kendisine çektirmedik sıkıntı bırakmayan, neş’et ettiği yerden O’nu göçe zorlayan, O’na hicran ve hasret yaşatan kavminden hiçbir ücret istemediğini ifade etmişti. Evet O, muhataplarının hem dünya, hem ahiret saadetine vesile olduğu hâlde onlardan hiçbir şey istememiş; hasır üzerinde yatıp kalkmış, aç kaldığı günler olmuş fakat O, bu tavrını hiçbir zaman değiştirmemişti.

Sıfırlanan itibar ve sarpa saran yollar

Esasında güven telkin etmenin ve muhatabı inandırmanın biricik yolu da budur. Çünkü yaptıkları hizmetler karşılığında bir kısım beklentilere giren ve menfaatler gözeten insanlar, kendilerine yönelen teveccühleri kırmış ve muhatapları nazarında itibar kaybına uğramış olurlar. Bu açıdan eğer siz, “Vira bismillâh!” deyip bir hizmet yoluna girmişseniz, peygamber yolundan ayrılmamalısınız. Size bakanlar, çok rahat, “Bunlar işin içine girdikleri zaman yüz liraları vardı. Ayrıldıklarında baktık, doksan liraları kalmış. Demek ki, sahip oldukları parayı bile koruyamamış ve bu yolda harcamışlar.” diyebilmeliler. Müstağni olma ve beklentiye girmeme prensibi, köy muhtarından devlet başkanına kadar bütün idareciler için gerekli bir vasıf olduğu gibi, kendilerini hak ve hakikati anlatmaya bağlamış adanmışlar için de geçerlidir. Zira onların en büyük dinamiği, beklentisizlik ve adanmışlıktır.

Kendini insanlığa hizmete adamış insanların kalıcı eserler bırakmaları da peygamber yolunda yürümelerine bağlıdır. Yoksa Harun olarak yola çıkıp sonra Karunlaşan kimseler bir gün gelir hazineleriyle birlikte yerin dibine batar ve lânet ile yâd edilirler. Eğer dilimin azıcık bir yerinde tel’in ve bedduaya yer olsaydı, millete hizmet etme iddiasıyla ortaya çıktıkları hâlde kendi menfaatlerini düşünen, meselelerini çıkar çarkına bağlayan, ihalelerde kendilerine pay ayıran, kendilerine pay verenleri mâbeyn-i hümayun insanı hâline getirenlere şöyle derdim: “Allah, sizi çoluk çocuğunuzla, beklentilerinizle, ümitlerinizle yerin dibine batırsın, mahvetsin!” Ama dilimde böyle bir bedduaya açık bir yer olmadığından İkbal’in dediği gibi, dua dua yalvardım, tel’in ve bedduaya âmin demedim.

Bu açıdan hiç olmazsa kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adamış olan bir mübarek daire içinde bulunan insanlar, yaptıkları hizmetleri kendi hesaplarına değerlendirmeyi asla düşünmemelidirler. Onlar, hatır ve itibarlarını kullanarak hakları olmayan ne bir ihale almalı ne de başka bir menfaatin peşine düşmelidirler. Onlar, kendileri için en büyük birer dinamik olan adanmışlık ve beklentisizliklerini dünyaya ait böyle bayağı şeyler karşısında feda etmemelidirler. Zaten meşru dairede dünya için uğraşan insanlar var. Cenâb-ı Hak, onlara ticarî hayatlarında büyük kazançlar lütfetmiş, lütfediyor ve onlar da kazançlarını, servetlerini Allah yolunda kullanıyorlar. Rehber konumunda bulunan adanmışlara gelince onların en büyük zenginliği ise hasbîlikleri ve beklentisizlikleridir. Eğer onlar bunu bırakıp başka şeylerin arkasına düşerlerse, çoğu bırakmış aza talip olmuş olurlar.

İnsanlığın İftihar Tablosu, ruhunun ufkuna yürüyüp bu dünyaya gözlerini kapadığı zaman, ailesinin rızkını temin etmeye matuf olarak mübarek zırhı bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. (Buhârî, rikak 17; Müslim, libâs 37) Hazreti Ebû Bekir, O’ndan farklı değildi; kendisine verilen maaşın fazla gelen miktarını bir testinin içine atmış ve bunu kendisinden sonra gelen halifeye emanet etmişti. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186) Hazreti Ömer Efendimiz’in elinde avucunda bir şey yoktu. Çok defa Mescid-i Nebevî’de kum üzerinde yatıyordu.

Yolsuzluğu yol edinenlerin hazin sonu

Örnek alınması gereken büyükler bunlardır. Doğru olan yol ve yöntem de onların yolu ve yöntemidir. Onların yolunun dışındaki bir yola, “yolsuzluk” denir. Doğru yoldan çıkan böyle bir insan da hiç farkına varmadan elli türlü yolsuzluğa kaymış olur. Yapılan bu yolsuzluklar, başta insanı güldürse bile, bir gün öyle bir ağlatır ki insana, “يَالَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا‘Ah ne olurdu, keşke toprak olsaydım’(Nebe sûresi, 78/40) da bunları duymasaydım!” dedirtir.

Bu açıdan en azından bu heyet-i âliye içindeki insanlar, heva ve heveslere bakan yönü itibarıyla sinek kanadı kadar kıymeti olmayan bu dünyaya, fazlası değil itibar edilmesi gerektiği kadar itibar etmelidirler. (Bkz.: Tirmizî, zühd 13; İbn Mâce, zühd 3) Hadis diye rivayet edilen bir sözde, dünya bir cife yığınına benzetilmiş ve bütün işlerini, planlarını, çarklarını onu elde etmek için kullanan insanların da o cifeye koşan kelpler mesabesinde oldukları ifade edilmiştir. (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/492-493)

Keşke şu aldatıcı dünyayı, bakılması gerekli olan yanlarının dışında unutabilseydik. Unutmayanlar ise hem kendilerine hem millete hem de tarihe yazık ettiler. Topkapı Sarayı, sahabenin hemen arkasında yerini alan mübarek bir milleti dünya hâkimiyetine götürdü. Orası bizim ruh dünyamızın dışarıya aksedişiydi. Orada Fatih’in, İkinci Beyazıd’ın, Koca Yavuz’un ve Kanunî Sultan Süleyman’ın mefkûresi vardı. Onlar yollara düşmüş, uzak diyarlara gitmiş, dünya muvâzenesi için yapılması gerekenleri yapmış, zalimleri dize getirmiş, mazlumlara soluk aldırmış ama geriye döndüklerinde sade ve mütevazi Topkapı Sarayı’nda vazifelerine devam etmişlerdi. Aksine Dolmabahçeler, Yıldızlar ise bütün şaşaa ve debdebelerine rağmen bizim yıldızımızı söndürdüler. Bunlar bir yönüyle dünyayı bize Cennet gibi gösterseler de, bize Cennet’i ve Allah’ı unutturdular.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İrşat Yolu ve Önündeki Engeller

Soru: İrşat ve tebliğ yolunda, inayet-i ilâhiye vesilesiyle, pek çok muvaffakiyete mazhar olan bir fert, o yolu bırakıp dünyevî meşgaleler peşine düştüğünde umumiyetle büyük fiyaskolarla karşı karşıya kalıyor. Bu tespit ışığında; insanın irşat ve tebliğ yolunda bulunurken, ekstra istidat ve kabiliyete mazhar kılındığı; ancak başka sahalarda kullanılması hâlinde de o tür mevhibelerin elinden alındığı söylenebilir mi? Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

İrticâ Küfrün Takıyyesidir!..

Soru: Türkiye'nin içte ve dışta çok ciddi problemlerle karşı karşıya kaldığı bir dönemde, bazı kimselerin yine irticâ çığırtkanlığına başlamalarını ve en büyük tehlike olarak irticâyı göstermelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslı ve mesnedi bulunmayan böyle bir iddiayı zaman zaman tekrar gündeme taşıyanlar neyi hedefliyor olabilirler?

"İrticâ" tabiri Arapça'dan dilimize geçmiştir; menşei, "dönüş, geriye dönme" manalarına gelen rücu' kelimesine dayanmaktadır. Fıkıh ıstılahında, geriye dönülebilen ve vazgeçme ihtimali bulunan boşanmaya "rıc'î talak" adı verildiği gibi, bela zamanında veya acı bir haber duyunca "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn - Biz Allah'a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O'na döneceğiz!" (Bakara, 2/156) ayet-i kerimesini okuyarak Allah'a teveccüh edip O'na sığınmaya da "istircâ" denmiştir. İrticâ ifadesi de, temelde "geri dönmek" manasını çağrıştırdığından dolayı, gericilik, muhafazakarlık, tutuculuk, eskiyi koruma, yeniye karşı tavır alma, medeniyeti kabul etmeme, moderniteye karşı çıkma ve tarihin tekerleğini geriye döndürerek eski olanı canlandırmaya çalışma gibi manaların hepsini birden ihtiva eden bir tabir olarak kullanılır hale gelmiştir.

Hangisi İrticâ?..

Ne var ki, öteden beri belli bir kesim, irticâ sözünü sıradan bir kelime olarak istimal etmekten daha ziyade, onu siyasî ve ideolojik bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanmaktadır. Bu talihsiz kimseler, bazen kolay anlaşılması için "gericilik" ifadesini dillerine dolamakta, çoğu zaman da, meseleyi daha korkunç göstermek maksadıyla manası daha az bilinen "irticâ" tabirini tercih etmekte ve kötü şekilde algıladıkları, kötü bir mazmunun karşılığı olarak kullandıkları, toplum nazarında da bir heyula haline getirdikleri bu laflarla her fırsatta müslümanları karalamaya çalışmaktadırlar.

Yıllar var ki bu ülkede fuhuş, edepsizlik ve soysuzlaşma peşinde koşarak cahiliye devrindekinden daha beter bir cehalete geri dönenler hoşgörüldüğü ve ilerici addedildiği halde, kendi değerlerine, diline, târihine, kültür ve medeniyetine sahip çıkan, özünü yitirmeden ve yabancılaşmadan muâsırlaşmak isteyen ve dinine bağlılığını ifade eden insanlara "mürtecî", "fundamentalist" damgası vurulmaktadır. Esefle müşahede etmekteyiz ki, akla-hayale gelmedik çeşit çeşit ahlâksızlığı irtikap edenler "modern" sayılmakta ve müsamahayla karşılanmakta; fakat, müslümanlar çağ dışı gibi gösterilmekte ve "gerici, yobaz, teokratik düzen yanlısı" türünden yaftalarla kötülenmektedir.

Evet, bazı müfsitler, ağızlarını her açışlarında ıslahtan, imardan, kendini ifadeden, iradenin hakkını eda etmekten ve insan haklarından dem vurmaktadırlar; fakat, böyle konuştukları aynı anda vicdanlara baskı yapmakta, başkalarının haklarını çiğnemekte, zulmün en hunharcasını irtikap etmekte, insanlar arasındaki münasebetleri kırıp dökmekte ve azgınlıktan azgınlığa koşarak herkesi sindirmeye çalışmaktadırlar. Dahası, bunca fezayi ve fecâyii mazur göstermek için sürekli paranoyalar icad etmekte; "yeşil sermaye" deyip birine saldırmakta; "gerici yapılanma" bahanesiyle diğerini ortadan kaldırmakta; "irticâ" çığırtkanlığıyla tiranlar döneminde bile eşine rastlanmayan kanunlar çıkarmaktadırlar. Kanunlara göre hareket edeceklerine, heva ve heves edalı hareketlerine göre kanunlar hazırlamakta ve bütün bunları yaparken irticâ maskesinin ardına saklanmaktadırlar. Bu itibarla, şüphe götürmeyen bir gerçek vardır ki; irticâ küfrün takıyyesidir; gericilik yaygaraları dinsizliğin ve ilhadın maskesidir.

Modern Takıyyeciler

Bildiğiniz gibi; takıyye, kendini gizlemek, olduğundan farklı görünmek, inandığının aksini söylemek ve tehlikelerden korunmak için hileli yola başvurmak demektir. Bazıları, takıyyeyi müslümanlığa mal etmek isteseler de, İslam'da takıyye yoktur. Dinimizde, bir müslümanın savaş anında düşmanın zülmünden kurtulmak ve canını kurtarmak maksadıyla imanını gizleyerek müdarâtta bulunması şeklinde ifade edebileceğimiz, "İllâ en tettekû minhum tükâh - Ancak onlar tarafından gelebilecek bir tehlike olursa başka!" (Âl-i İmran, 3/28) hakikatına bağlı bir disiplin var ise de, Şiilik'te söz konusu olan takıyyenin müslümanlıkta yeri yoktur. Takıyye, Şii anlayışında, özellikle de İran Şiiliğinde bir esastır; dolayısıyla, Anadolu'daki saf Alevî vatandaşlarımız da takıyye bilmezler.

Fakat, Fars Şiiliğinde, "Sizden olmayanları ve sizin çizginizde bulunmayanları aldatmadıktan sonra hakîkî müslüman olamazsınız" manasında bir takıyye mevcuttur ki, onun menşeini de Sünnî bir atmosferde yetişmiş olan İmam Cafer-i Sadık hazretlerine isnat ederler. Doğrusu, İmam Cafer gibi müstakim bir insanın, böyle çarpık bir düşünce ifade edeceğine inanmak mümkün değildir. Kaldı ki, Hazreti İmam böyle bir cümle söylese bile, Allah Resulü "Aldatan bizden değildir" buyurmuştur.

Bu itibarla, İslam'da böyle bir takıyye yoktur; yoktur ama günümüzde takıyyeyinin katmerlisi yapılmaktadır. Camideki müslümana "müslim" yerine "mürtecî" diyen, Cenab-ı Hakk'ın kemale erdirdiği ve insanlar için yegâne din olarak seçtiği İslam'ı ya da onun bazı emirlerini "fundamentalizm" ve "gericilik" şeklinde karalamak isteyen kimseler bu çağın en sinsi takıyyecileridir. Evet, bir kere daha ifade etmeliyim ki, "mürtecî, gerici, yobaz" türünden isnatlar belli bir kesimin takıyyesidir; bu çirkin yakıştırmalar, hileli bir oyunun maskesidir.

İrtica Paranoyası

Peki, bazıları neden şimdilerde bir kere daha böyle bir takıyyeye ve hileli oyuna başvuruyorlar?

Evvela; Türkiye'de istikrar havasının hâkim olmasını istemiyor; emareleri görülen huzur ve güven atmosferini çekemiyor; bu istikametteki olumlu bazı gelişmeleri ve yararlı icraatı hazmedemiyor; gelişme hesabına katedilen mesafelerden rahatsızlık duyuyor ve demokratikleşme adına atılan adımların önünün alınması gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü, millet için çok müsbet sayılan bu türlü ilerlemeleri kendi ikballeri açısından birer tehlike olarak görüyor; makam ve mevkilerinden ayrılma ve çıkarlarından olma telaşı yaşıyor, kaybetttikleri koltukları tekrar elde edememe endişesiyle doluyorlar. Bunların hepsini aynı çizgide mütalaa etmek doğru olmasa bile, çoğu itibarıyla bohemce bir yaşayışa ve serâzat bir hayat tarzına alışmışlar. Yapıp ettiklerini çirkin bulacak kimselerin çoğalmasını rahatça davranmalarına ve keyiflerince yaşamalarına mâni kabul ediyorlar. Daha sonra da bu nefsânî ve şeytânî hislerine fikir libası giydirerek "İrtica tehlikesi var; mürtecîler bizi çağlar ötesine götürecekler. Bunlar, lâik sistemi devirecek, toplumun hayat tarzını değiştirecek, çarşı-pazara müdahale edecek ve ülkeyi bizim için yaşanmaz hale getirecekler!" türünden yâvelerle bağırıp duruyorlar. Bu asılsız iddiaları o kadar çok dile getiriyor ve tekrarlıyorlar ki, kendi hilaf-ı vâkî sözlerine zamanla kendileri de inanmaya başlıyor, sonunda tam bir irticâ paranoyasına tutuluyor ve kendilerinden başka herkesi rejim düşmanı görme ruh hastalığına dûçar oluyorlar.

Diğer taraftan, bu asılsız düşünceler sürekli empoze edildiğinden ve bazı medya organları adeta mürtecî avcılığı yaptığından dolayı, bir kesim "irticâ var" dediği zaman, bu iddia hemen başkalarını da harekete geçiyor. Çünkü, irticâ adlı heyula mesnetsiz isnatlarla zihinlerde her gün biraz daha şişirile şişirile öyle bir hal alıyor ki, bir kesimin okumuşu da, aydını da, batıya açık olanı ve kendi değerlerini korumak şartıyla dünyayla entegrasyona sıcak bakanı da onu büyük bir tehlike görmeye başlıyor. Maalesef, toplumda onca bilgi birikimine ve okumuşluğuna rağmen bu türlü iddiaların perde arkasını anlayamayacak, hatta işin içinde başka hesapların varlığını düşünemeyecek çok kimse var. İşte, pek kurnaz ve gizli hesaplar peşinde olan bazı kimseler, onlardaki bu zaafı kendi çıkarları istikametinde değerlendiriyor; işler aleyhlerine sarpa saracağı anlarda ya da bir kısım planları uygulayacakları her zaman diliminde bir kere daha "İrtica kapıda, sistem tehlike altında; ülke elden gidiyor!" diyerek yaygara koparıyor; bu entrikadan habersiz yığınları aldatıyor, korku sâikini kullanarak onları tetikliyor, bir cephe oluşturuyor ve karşı tarafı sürekli psikolojik baskı altında tutuyorlar.

28 Şubat'ın Mürtecîleri

Hatırlayacağınız üzere; Şubat soğuğuna denk gelen son post-modern darbe (!) evvelindeki hadiseler sırasında da bir kısım şaşkınlar zuhur etti. Giyim-kuşamdan zikir ve ibadet tavırlarına kadar pek çok hal ve hareketleriyle tam bir aykırılık sergileyen bazı kimseler figüre edildi. Onlara bir kısım roller verildi; kimisi tarikat şeyhi kisvesine bürünüp medyada boy gösterdi, kimisi teokratik düzeni hâkim kılma sevdalısı bir gerici numarası yaptı, kimisi mürtecîlerin ağına düşürülüp kandırılmış bir kurban rolü oynadı ve kimisi de karanlık güçler tarafından kiralanan bir tetikçi, silaha sarılıp elini kana bulayan bir kanlı kâtil olmasına rağmen, irticâ piyesinde "Allah'ın ordusu"nun sadık bir eriymiş gibi sahne aldı. Bütün figüranlar rollerini öyle gerçekçi ortaya koydular ki, hemen herkes oynananın bir oyun olduğunu unutup sahiden ülkenin elden gittiği zehabına kapıldı.

Sonrası malum.. masum dindarların üzerindeki baskılar arttırıldı.. batı stilinde çalışma sistemleri oluşturuldu; günahsız vatandaşlar fişlendi, en tabiî haklarından edildi. Müslümanlığını doğru dürüst, samîmâne ve en güzel biçimde yaşamaya gayret gösteren insanlar potansiyel birer terörist gibi gösterildi. Dahası, bu yapılanların bütün faturaları sürekli bazı kimseler adına kesildi ve toplum yapısını ayakta tutan esasları sıyanet vazifesiyle muvazzaf kesim manipüle edildi. Millet, onları Demokles'in kılıcı gibi hep tepesinde hissetti, ürktü, korktu, sindi ve evrensel haklarından bile vazgeçti.

Gerçi, sayıları çok az da olsa, bazen toplum fertleri arasında her şeyi reddeden ve herkese "canı cehenneme" diyen kimseler de bulunabilir. Bunlar, ilim, fen ve teknolojiyi gereksiz, hatta zararlı görmeleri itibarıyla bir manada gerici de sayılabilirler. Bazı varoluşçuların "İlim de teknoloji de yerin dibine batsın!" dedikleri gibi, bunlar da ilim ve teknolojinin, fen ve felsefenin karşısında olabilirler. Fakat, bu türlü insanlar, hem sayıları itibarıyla çok azdır, hem heyet-i umumiyeye karşı çıkacak ve genel âhenge tesir edecek güçte değillerdir; hem de samimi müslümanlar tarafından da dışlanmış ve umumi tablonun haricinde kalmış kimselerdir. Heyhat ki, o karanlık dönemde bu gerçek gözardı edildi; bir kaç aykırı misal ard arda sıralanınca ve toplumun genel halini asla yansıtmayan birkaç kare yan yana getirilince sahiden bir irticâ tehlikesi varmış gibi gösterildi ve bu mevhum tehlike bir psikolojik harp silahı olarak istimal edildi.

Evet, işin bir psikolojik savaş olma yanı var ve irticâ yaygaracıları 28 Şubat'tan önce yaptıkları gibi, hemen her zaman onu büyük ölçüde tehdit, şantaj ve yıldırma malzemesi olarak kullanıyorlar. Millet adına hayırlı faaliyetlerde bulunacak insanları gericilikle suçlayıp sindiriyor ve önlerini kesiyorlar. Mürtecîlikle itham edilen taraf pusunca, onlar bu fırsatı ganimet biliyor; ya ezici bir kanun çıkarıyorlar veya karşı tarafı bütün bütün felç ediyorlar.

Mü'mine "Dinci" Diyenler "Dinsiz" mi?

Saniyen; ben, iyi bir mü'min olduğum iddiasında değilim; fakat, Allah'ın varlığından ve ahiretin mevcudiyetinden hiç şüphe etmedim. Bir gün hesap vereceğim hususunda asla şüpheye düşmedim. İşte şimdi, öyle bir şüphesizlik mülahazasına bağlı olarak, kalbim gibi bilerek ve eğer farklı mülahazalarla bir şey ifade ediyorsam Allah'a hesab vereceğime çok iyi inanarak diyorum ki; vallahi, billahi, tallahi, bunlar irticâ tehlikesinden bahsediyorlar ve irticâya bağladıkları insanlara da mürtecî diyorlar.. ama aslında müslümanlığı kastediyorlar. "Radikal müslüman" derken de, "aşırı dinci" diyerek sadece bir kesimden söz edermiş gibi yaparken de aslında bizzat İslam'ı hedef alıyorlar. Çünkü, İslam'ın aşırılığı olmaz.. müslümanlık bütün aşırılıklara karşı orta yolu tutan ilâhî bir sistemin adıdır.. İslam, sevdirme ve kolaylaştırma esaslarıyla gelmiş, ifrat ve tefritin kökünü kesmiş ve bütün insanlara güçlerinin yeteceği sorumlulukları yüklemiş fıtrata en uygun Allah'la münasebet sisteminin adıdır.

İslam dinini kabul edip onun emirlerini uygulamaya çalışan herkes –kalbleri sadece Allah bilir– Kitap ve Sünnet açısından mü'min, müslüman ve dindardır. Onları, bundan başka herhangi bir isimle ya da unvanla anmak ise, en hafif ifadesiyle saygısızlıktır. Bizim terminolojimizde, "İslam", "müslüman", "dindar" tabirleri vardır; ama, dine hasım kimseler tarafından kasıtlı olarak dilimize sokuşturulan ve cahillerin kullandığı "İslâmcı" ve "dinci" gibi ifadeler yoktur. Dine göre, günah işleyen bir Müslüman günahkâr olsa da yine mü'mindir; İslâm esaslarını inkâr etmemek şartıyla, onlardan bazılarını terk etse de yine müslimdir. Bu itibarla, bazı dinî vecibelerini yerine getirmeyen kimselere "küfürcü", "dalâletçi", "fıskçı"... demek münasebetsiz olduğu gibi, dini bütünüyle yaşamak isteyene "İslâmcı" veya "dinci" demek de en az o kadar saygısızca bir ifadedir.

İrticâ'nın Hedefi İslam ve Müslümanlar

Bu açıdan, irticâ çığırtkanlığı yapan kimseler, şayet cahil, bilgisiz ve manipüle edilmiş insanlar değillerse, demek ki, irticânın gölgesine sığınarak bizzat müslümanlığı hedef alıyorlar. Bunlar, İslam'a açıktan açığa saldırmak ve müslümanlığa karşı düşmanlıklarını izhar etmek istemiyorlar. Çünkü, halkın yüzde doksanı Ramazan-ı şerifte oruç tutuyor; milletin yüzde sekseni en azından Cuma namazı kılıyor; insanımızın yüzde elliden fazlası günde beş vakit namazını eda ediyor. Eline birazcık imkan geçen hemen herkes Hac vazifesini yerine getirmek için yollara düşüyor. Hatta şimdilerde aristokrat sınıftan bazıları ayrı olarak ve aristokrasi mülahazasını koruyarak gidiyorlar, yol boyunca başkalarına karışmıyorlar. Fakat, gidişlerine nazaran çok farklı bir ruh haletiyle dönüyorlar; "Gönlümüz fetholdu, ruhumuz doydu!" diyorlar. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'in viladeti münasebetiyle salonlar şenleniyor, hatta stadyumlar doluyor; mevlitler okutuluyor ve binlerce gül dağıtılıyor. Gayet masum ve gayet yumuşak programlar yapılıyor; oldukça derin ve pek samimi hisler dile getiriliyor ve âdetâ dağıtılan o güllerin kokusuyla beraber müslümanlık da herkesin ruhuna siniyor. İslam kendi güzeliğiyle ve o yenilmez gücüyle gönüllere giriyor.

Dahası, Hristiyanından Yahudisine, Budistinden Brahmanistine kadar yabancı ilim adamlarından ve ilahiyatçı temsilcilerden yüzlercesi "Müslümanlık çok farklı.. hayatın her alanıyla alakalı bütün ihtiyaçlara cevap veriyor. İnsanın arzuları, istekleri ve beklentileri adına hiçbir boşluk bırakmıyor. Bundan dolayı, İslam'ı yok saymak, Hazreti Muhammed'i görmezlikten gelmek ve Kur'an'a karşı lâkayt kalmak bir insan için çok büyük bir nakîsedir." diyorlar.. diyor ve aklı başında bu insanların kimisi İslam'la şerefleniyor, kimisi ona karşı derin alaka duyuyor, kimisi onun fahrî müdafii oluyor ve onunla şöyle-böyle tanışan herkes hiç olmazsa önyargılarından kurtulup dostlar arasına giriyor. Onlardan biri Kur'anla azıcık meşgul olunca, "Allah Allah, biz şimdiye kadar müslümanlığı böyle bilmiyorduk; demek ki, yanlış tanımışız, şartlanmışlıklarımıza takılmışız. Meğer, İbrahim'in başına Halîlullah tacını konduran, Musa'yı Kelîmullah olarak tanıtan, Süleyman'ı asıl peygamberlik tahtına oturtan ve İsa'yı Kelimetullah diye anlatan bizim elimizdeki metinlerden daha çok Kur'anmış!.." diyor ve ondan ayrı geçen yıllarına üzülüyor, âh çekiyor.

İşte, böyle bir atmosferde, bazı kimseler, İslamiyeti ve müslümanları hiç sevmeseler bile, doğrudan "En büyük tehlike İslam ve Müslümanlardır" demeye cesaret edemiyorlar. Öyle açıkça saldırmak suretiyle müslümanlık unvanıyla onca insanı karşılarına almayı kendi menfaatleri açısından zararlı buluyorlar. "İrtica" yerine "İslamiyet" dedikleri zaman, camiden çıkan herkesin "zafer işareti" yaparak "Ben de müslümanım" demesinden korkuyorlar. Dolayısıyla, İslam'ın aydınlık ikliminde boy atan güzellikler karşısında kendi çirkin ruhları zaviyesinden rahatsızlık duyan ve müslümanlar hakkında cibillî olarak kötü duygular besleyen böyle kimseler, İslam'ı ve müslümanları açıktan açığa karalayamayınca takıyye yapıyor, dolambaçlı yollara sapıyor ve akla-hayale gelmez entrikalarla dini-dindarı baskı altında tutmaya çalışıyorlar.

Beyhude Yorulmayın, Kapılar Sürmeli...

Fakat, kanaatimce, onların unuttukları bir husus var: Artık bu millet bundan ikiyüz, üçyüz sene evvelki millet değil. Günümüzün insanları okuyor, anlıyor, tahlil ve terkiplerde bulunuyor, analiz ve sentezler yapıyor ve araştırıp iyice öğrendikten sonra inanıyorlar. Evet, bugünün mü'minlerinin imanı taklidî değil; onlar, bir ideolojinin peşine takılıp körü körüne onun ardı sıra yürümüyorlar. Tekvinî emirleri okumak ve teşriî disiplinlere dikkat etmek suretiyle bilerek dini benimsiyor ve ona bütünüyle teslim oluyorlar. İslam'ın ulvî hakikatlerini öyle kabulleniyorlar ki, baskılar karşısında dinden vazgeçmek bir yana, cenderelerin içine konsalar, canları çıkacak şekilde sıkıştırılsalar, hatta idam sehpalarına çıkarılsalar da, yine Abdullah ibni Hüzafetü's Sehmî, Habbab b. Eret ve Bilal-i Habeşî efendilerimiz gibi "Ehad, ehad" çığlıklarıyla "Allah birdir; hakiki ma'bud, hakiki mahbub, hakiki matlup sadece O'dur" hakikatını seslendirmeye âmâde bulunuyorlar.

Bu açıdan, irticâ dellallarına samimi bir nasihatte bulunmak istiyorum: Beyhude yorulmayın, çeşit çeşit oyunlar oynasanız ve bir sürü entrikalar çevirseniz de bundan sonra umumî efkârı ifsâd edemezsiniz. Artık herkes irticâ ile ne kastettiğinizi biliyor, onunla neyi hedeflendiğinizi fark ediyor ve siz ne yaparsanız yapın millet hangi kıbleye yönelmesi gerektiğinin şuurunda, yoluna devam ediyor. Bundan sonra, despotizmayla, tiranlıkla ve kaba kuvvetle halkı kendi anlayış çizginize çekmeniz mümkün değildir; medenî insanlar karşısında kaba kuvvet hiçbir işe yaramayacağı gibi arkada bir sürü de nefret bırakacaktır. Şayet, siz kendinizi sevdirmek, hatta savunduğunuz sistemin şirin olduğunu göstermek istiyorsanız, herkese karşı yumuşakça, mülâyemetle, hoşgörüyle ve engin bir kucaklayıcılık içinde davranmalısınız. Unutmamalısınız ki, millet kendi değer ölçülerine saygı göstermeyen kimselere hürmet ve muhabbet nazarıyla bakmaz. Eğer, saygı ve sevgi mukabelesi görmeyi diliyorsanız, tarihe yüz karası olarak geçmek ve nefretle anılmak istemiyorsanız, meseleyi gönülleri fethetmeye bağlamalı, halkın değerleriyle asla çatışmamalı, onların duygu ve düşüncelerine kıymet vermeli ve milletin inançlarına saygılı olmalısınız.

İrtica Çığırtkanları Sadece Nefret Uyarıyor

Zannediyorum, bazıları kendi insânî telakkîleri açısından bu mülahazalarıma saygı duysalar da, bu sözler bir kısım kimselerin bir kulağından vurup öbür kulağından çıkacak ve ihtimal onları çok rahatsız edecek. Hatta belki beni oyunbozanlık yapmakla levmetmeye de kalkacaklar; "Bu niye bizim takıyyemizi fâş ediyor.. "irticâ" perdesinin gerisinde işlerimizi ne güzel götürüyorduk; kovanımıza neden çomak sokuyor?" deyip homurdanacaklar. Oysaki, "En ummadığın keşfeder esrar-ı derûnun/Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın!" diyen Ziya Paşa adeta bugünün Anadolu insanının bilgeliğine işaret etmiş gibidir. Sözlerime kulak vereceklerini bilseydim, irticâ paranoyasına tutulmuş kimselere bu sözü hatırlatır ve herbirine derdim ki: Gel, bu milleti hafife alma; sen irticâ çığırtkanlığı yaparken halkın sana inandığını sanma. Bu millet artık kimin kim olduğunu ve neyin ne ifade ettiğini çok iyi biliyor; senin o kelimeyi kullanırken ne kasdettiğini de pekâlâ anlıyor. Şu çirkin yakıştırmalarınla halk nezdinde sadece nefret ve tiksinti uyarıyorsun. Oysa ki, senin de sevilecek ve takdir edilecek yanların var. En azıdan insansın; eşi–menendi yaratılmamış abide bir canlısın ve mahiyetin itibarıyla meleklerden de ulvî aziz bir varlıksın. Dolayısıyla, Allah'ın yarattığı o kıymete uygun sözler söylemeli, ona göre bir kısım davranışlarda bulunmalı, kendi değerlerini ayaklar altına almamalı, halk nezdinde maskara olmamalı ve bir nefret heykeli haline gelmemelisin.

Müsadenizle bu konudaki sözlerimi fakirden daha önce de duyduğunuz bir dua ile noktalamak istiyorum: Allahım, önümüzdeki yollar sarp ve yokuş.. her köşe başında bir sürü gulyabâni gayızla gerilmiş hücûm ânı ve hücûm bahanesi bekliyor; dillerinde, irticâ, gericilik, teokrasi ve fundamentalizm, ellerinde gücün her çeşidi ve hayallerinde bin bir entrika.. eğer biz onların dediği gibi dine, dünyaya, ilme ve gelişmeye karşı isek, Sen bizi bu sapıklıktan halâs eyle!.. Liyakatımız yoksa, yolların mütedeyyin, mütemeddin, müterakkî ve ilim aşığı insanlara açılması için bizleri huzuruna al ve yolları aç! Yok karşı taraf yanılıyorsa, içlerinde salâha açık ruhlardan hidayetini esirgeme! Temerrüt ve din düşmanlığını meslek edinenlerin de birliklerini boz! Düzenlerini başlarına yık! Yurtlarına-yuvalarına feryat sal! Ve bütün inananları, kapının sadık kullarını, bu karanlık düşünce, karanlık ruh ve kara seslerin, gayretine dokunduğuna inandığımız tecavüzlerine, tahkirlerine, tezyiflerine ve plânlarına karşı koru!..

Îsâr ruhu

Fethullah Gülen: Îsâr ruhu

Soru: İnsanlığa ait problemlerin çözümünde îsâr hasletinin yeri ve önemi nedir? Îsâr hasleti nasıl kazanılabilir?

Cevap: Başkalarını kendisine tercih etme mânâsına gelen îsâr, yitirdiğimiz en önemli değerlerimizden biridir. Bugün fert ve toplumlar arasında yaşanan herc ü mercin, ihtilâf ve iftirakların, insanların birbirini kabul edememesinin ve sindirememesinin arkasında îsâr ruhunun ölümü vardır. Bu ruhun ölmesinin sebebi ise kalbe ait değerlerin bozulmaya yüz tutmasıdır. Çünkü kalb fesada uğrayınca bütün insanî değerler, insandaki ahsen-i takvime ait yazılar ve tuğralar silinip gider ve şeytan da insanın düşünce dünyası üzerinde daha rahat oyununu oynar. Bu açıdan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ “Helâller bellidir haramlar da bellidir.” şeklinde başlayan hadis-i şerifin sonunda şöyle buyurmuştur: أَلَا وإِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ أَلَا وَهِي الْقَلْبُ “Dikkat edin! Cesette öyle bir et parçası vardır ki, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. Aklınızı başınıza alın! İşte o, kalbdir!” (Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkât 107)

Demek ki insanın, kalbini her türlü toz ve kirden temiz tutması, her gün birkaç defa onu gözden geçirmesi mânevî hayatının korunması adına çok önemli bir faktördür.  Bu konuda insanın çok dikkatli olması ve çok dua etmesi gerekir. Öyle ki, kalbde çirkin bir kısım izler bırakabilecek olumsuz hayal ve düşüncelerden bile insan uzak durmalıdır. Çünkü hadisin de ifadesiyle, Allah (celle celâluhu, insanın kalbine bakar ve onu kalbine göre değerlendirir. (Bkz.: Müslim, birr 32-33; İbn Mâce, zühd 9) Cenâb-ı Hak, bir insanın kilosuna, rengine, boyuna posuna, neş’et ettiği kültür ortamına göre değil, kalbinin safvet ve nezahetine göre muamelede bulunur. Öbür tarafta mizanda da kalbin ağırlığına bakılır; kalb ne kadar O’na teveccüh etmiş ve ne kadar O’nun için çarpmışsa insana o ölçüde değer verilir. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/88-89)

Îsâr ruhunun altın çağı: Asr-ı Saâdet

Kalbi pak ve temiz olan kişiler aynı zamanda insanlığa karşı re’fet ve şefkat hisleriyle dolu olacak ve yaşamadan daha çok yaşatmayı düşüneceklerdir. Esasen îsâr ruhu da buna bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim, îsâr hasletine şu ifadeleriyle dikkat çekmiştir: وَيُؤْثِرُونَ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, muhtaç olsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşir sûresi, 59/9) Asr-ı Saâdet’te bu ruh ve düşünce çok ileri seviyedeydi. Meselâ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), karnı aç olan bir misafirini hane-i saâdetinde doyurmak istemiş, kendi mübarek hanesinde sudan başka bir şey bulunmadığı söylenince onu bir sahabiye göndermişti. Onun da evinde sadece bir kişiye yetecek kadar yemek bulunduğundan, karı-koca çocukları uyutmuş, ışığı söndürmüş, kendileri kaşıklarını tabağa boş getirip götürmüşlerdi. Böylece kendileri aç kalmıştı ama gelen misafir karnını doyurabilmişti. (Buhârî, menakıbu’l-ensar 10, tefsîru sûre (59) 6; Müslim, eşribe 172, 173)

Mehmet Akif, îsâra ait bu yüce ruhu Yermuk Muharebesi vesilesiyle gözümüzün önüne sermiştir. Bu savaşta sahabe efendilerimizden Hâris İbn Hişam, İkrime İbn Ebî Cehil ve Ayyâş İbn Ebî Rebîa (radıyallâhu anhum) ölümcül yara almıştı. Şehadetleri beklenirken onlardan Hazreti Hâris su istemiş, hemen bir sahabî efendimiz matarayı eline alıp onun imdadına koşmuştu. O, son anlarını yaşamaktaydı. Belki de sadece bir kelime söylemeye gücü vardı. Tam matarayı dudağına götüreceği sırada Hazreti İkrime’nin su istediğini duymuş, suyun ona götürülmesini işaret etmişti. Sahabî suyu ona götürmüş, o da tam matarayı dudağına götüreceği esnada bu sefer de Hazreti Ayyâş su istemişti. Hazreti İkrime, suyun ona götürülmesini işaret etmişti. Sahabî, Hazreti Ayyâş’a matarayı götürdüğünde onun şehit olduğunu görmüştü. Diğerlerine suyu yetiştireyim diye yanlarına vardığında onların da çoktan şehit olduklarını anlamıştı. (el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084)

Buca kampındayken hiç unutmadığım buna benzer bir hâdise yaşanmıştı. Yemek yerken tabağıma bir et parçası düşmüştü. Ben de onu hemen yanımda oturan misafir bir hocanın önüne itmiştim. O da yanındakine itti; derken et parçası belki on iki tane insanın önünde dolaştıktan sonra yine onun tabağına gelmişti. Nüktedan bir insan olan hoca da, Yûsuf Sûresi’nde geçen bir âyet-i kerimeyi okuyarak, بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ إِلَيْنَا “Bidâa döndü dolaştı ve bizi buldu.” (Yusuf sûresi, 12/65) demişti. İşte insanlar arasında bu duygu ve düşüncenin yaygınlaşması toplumun huzuru, kardeşlik ruhunun tesisi adına çok önemlidir.

Makam ve mansıpta kardeşini tercih

Bütün bunlar îsâr adına önemli misaller olsa da, îsârı sadece yeme-içme, giyme gibi hususlardan ibaret görmemek gerekir. Belli bir makam, mansıp ve paye elde etme söz konusu olduğunda kardeşini kendine tercih etme de îsâr adına çok önemlidir. Bu konuda Hazreti Ömer’in şu tavrı ne kadar çarpıcı ve güzel bir misaldir: İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, vahdet-i ruhiye bozulmasın ve İslâm toplumu dağılmasın diye sahabe hemen bir imam etrafında ittifak etmek üzere bir araya toplanmışlardı. Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer’in faziletlerini anlatarak ona biat etmek istediğini ve onun halife seçilmesi gerektiğini ifade etmişti. Ama Hazreti Ömer hemen Hazreti Ebû Bekir’in elini tutmuş ve “Allah Resûlü’nden sonra başa geçecek birisi varsa o da Ebû Bekir’dir.” diyerek ona biat etmişti. İşte, âmirlikte, önde bulunmada kendini geriye çekip kardeşini ileriye sürmek îsârın çok önemli bir çeşididir. (Bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 5, cenâiz 3, meğâzî 83; Nesâî, cenâiz 11; İbn Mâce, cenâiz 65)

Bu arada şunu ifade edeyim ki, biz, Hazreti Ebû Bekir’le Hazreti Ömer Efendilerimizin büyüklüklerini kıyas edebilecek durumda değiliz. Çünkü elimizde onların kendi kamet-i kıymetlerine göre ağırlıklarını tartacak bir kantar yok. Zannediyorum ahiretteki mizan bile Ebû Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi (radıyallâhu anhüm) sevaplarıyla tartmaya kalksa, kırılır. Onların hepsi birbirinden kıymetlidir. Hatta onlar, öyle at başı gitmişler ki, bir paye olarak önlerinde sadece peygamberlik kalmış, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra peygamberlik olmadığı için bu payeyi ihraz edememişler. Eğer İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra bir peygamber gelecek olsaydı, onlar olurdu.

Evet, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer’i halifeliğe lâyık görürken, o da diğerini lâyık görmüştü. Katiyen hiçbiri “Ben bu işi daha iyi beceririm. Falan parmaklarıyla beni işaret etti.” dememişti. İşte maddî menfaatlerin yanında belirli makamları elde etme söz konusu olduğunda başkalarını kendine tercih edebilme, belki maddî menfaatlerin ötesinde bir îsâr hasletidir.

Bu haslete sahip bir insan yaşamayı değil, yaşatmayı tercih edecek ve “Gerekirse ben ölüp gideyim, önemli olan âlemin yaşamasıdır. Eğer bir milletin ayakta durması benim kurban edilmeme bağlıysa, Cenâb-ı Hak tez elden bunu bana nasip etsin!” diyecek kadar yürekli davranacaktır. Bunun aksine kendisini arzın altındaki öküz gibi farz eden, kendisi çekildiğinde yerin yıkılacağını, kıyametin kopacağını vehmeden insanlar ise bu ruhtan nasipsiz bedbahtlardır.

Cennet’in kapısının önünde bile

Îsâr hasletinin nereye kadar ulaşabileceğini göstermesi açısından ahirete ait şu tablo ne kadar dikkat çekicidir. Rivayet edildiğine göre Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm zenginler ile âlimlerin Cennet kapısında karşılaşmalarını gayb-bîn gözüyle görerek bize haber vermiştir. Buna göre -biraz açarak ifade etmek gerekirse- âlimler zenginlere hitaben, “Buyurunuz, öncelik sizin hakkınızdır, evvela siz giriniz. Çünkü siz servetinizi Allah yolunda infak etmeseydiniz, ilim yuvaları açmasaydınız ve eğitim imkânları hazırlamasaydınız, biz ilim sahibi olamaz ve doğru istikameti bulamazdık. İlim yolunda bulunmamıza ve ufkumuzun açılmasına siz vesile oldunuz; biz size borçluyuz. Dolayısıyla öncelik hakkı size aittir. Buyurunuz!” diyecek ve onlara hürmeten bir adım geriye çekilecekler. Fakat cömert zenginler, “Aslında biz size borçluyuz; çünkü eğer siz o engin ilminiz sayesinde bizim gözlerimizi açmasaydınız, bize güzel rehberlik yapmasaydınız, tekvinî ve teşriî emirleri beraberce okumasını öğretmeseydiniz ve helâlinden kazanıp Allah için infak etmenin güzelliğini göstermeseydiniz, biz servetimizi böyle hayırlı bir iş uğrunda sarf edemezdik. Siz kılavuzluk yaptınız ve bizi bir verip bin kazanma çizgisine taşıdınız. Bundan dolayı, dünyada olduğu gibi burada da öncülerimizsiniz; buyurunuz, evvela siz giriniz!” mukabelesinde bulunacaklar. Bu tatlı muhavereden sonra âlimler öne geçecek ve cömert zenginlerle ard arda Cennet’e dâhil olacaklar.

Âlimlerle cömert zenginler arasındaki bu konuşmayı sadece ileride vuku bulacak bir hâdisenin nakledilmesi şeklinde anlamamak gerekir. Bilâkis burada aynı zamanda îsârın enginliği de anlatılmaktadır. Düşünün ki, Cennet’in kapısının önüne gelinceye kadar o insanların arkada bıraktıkları ağır hesaplar ve zor geçilen bir köprü vardır. Önlerinde ise gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir hatıra gelemeyen Cennet’in cezbedici ve baş döndüren güzellikleri vardır. İnsan o güzellikleri gördüğünde âdeta zevkten başı dönüp bayılacak hâle gelir. Düşünün ki, böyle bir manzara karşısında bile îsâr ruhu sergilenmektedir. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) çizmiş olduğu bu resimle bize îsâr ruhunun bu noktaya kadar yolu olduğunu göstermektedir.

Çağımızın nadide fıtratı ve peygamber varisi olan zatın, “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum; ömrüm hep, harp meydanlarında, esaret zindanlarında ve çeşitli çilehanelerde geçti. Çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı… Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur…” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller)) sözlerini duyan bir insan, bu ses ve soluğun âdeta on dört asır öteden geldiğini zanneder. Zannediyorum toplumumuzun havadan ve sudan ziyade böyle engin bir îsâr ruhuna ihtiyacı vardır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç yolculuğunda görülmezleri görmesi, erilmezlere ermesi, aşılmazları aşmasından sonra tekrar bu mihnet yurduna dönmesi îsâr ufkunun ulaşabileceği son noktayı anlama adına çok önemlidir. Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yolculuğunda Hazreti Mesih, Hazreti Musa, Hazreti İbrahim ve Hazreti Âdem (aleyhimüsselâm) ile karşılaşmış, bu mübarek zatlar tarafından teşrif, tekrim ve tebcil edilmiş, sonra Cennet’e girerek oranın baş döndüren güzelliklerini görmüştü. (Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 6, enbiyâ 43, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259, 264) Ardından da Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede buyurmuştu. Kim bilir insan ruhu Müşahedetullah’ı nasıl duyuyor ve nasıl hissediyordur! Bed’ü’l-emâlî’de, Rü’yetullah’la müşerref olan mü’minlerin Cennet nimetlerini bile unutacakları söylenmiştir. (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.41) Yani bu esnada Cennet’in bütün köşk ve yalıları, bir tanesinin bile cemâlinin dünyaya aksetmesiyle bütün dünyanın nura gark olacağı huriler, meyveler, yiyecekler vs. hepsi görülmez hâle geliyor. İşte bütün bunlara mazhar olan ve vücûp ve imkân arası bir noktaya ulaşan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördüğü, duyduğu ve hissettiği nimetleri ümmetine de duyurmak için gözü kamaşmadan tekrar insanlığın içine dönmüştür.

Abdülkuddus, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir yolculuktan geriye dönüşünü anlattıktan sonra, “Vallahi, billâhi ben o makamlara erseydim, geriye dönmezdim.” demiştir. Başka birisi de onun bu sözüne şu yorumu yapmıştır: “İşte Peygamberle en büyük veli arasındaki makam farkı budur.” Evet, Peygamberler tamamen yaşatmak için vardır. Veliler ise bir yönüyle yükselmeyi ve mânevî zevklere ulaşmayı isteyebilir.

Ayrıca, daha dünyada iken böyle bir ufka ulaşan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin elinden tutmak için yine onların arasına döndüğü gibi ahirette de ümmetinden Cehennem’e gidenlerin çığlıklarını duyduğu zaman, kim bilir, onun kenarına kadar gidecek, onlara el uzatacak ve onları Cehennem’den çıkarmak isteyecektir. Bunların hepsi peygamber ufkunda îsârın değişik tecelli dalga boyundaki zuhurlarıdır.

Çatışma ve vuruşmaların panzehiri

İmanla, kalbî hayatla, Allah’a yakın olmakla, şefkatle, yaşatma duygusuyla çok yakından irtibatı bulunan îsâr ruhuna bugün çok ihtiyacımız vardır. Evet, günümüzde heva ve hevese bakan yönü itibarıyla dünyayı içindekilerle birlikte elinin tersiyle itebilecek, sadece yaşatmak için yaşayacak ve “Allah’ım! Başkalarını yaşatmaya vesile olacaksam yaşamamın bir kıymet-i harbiyesi olabilir. Yoksa ben başkalarına bir yararı olmayan ve onlarda bir diriliş duygusu hâsıl etmeyen bu anlamsız hayattan tiksinti duyuyor, Sana sığınıyorum. Beni bu ağır vebal altından kurtar.” diyecek babayiğitlere ihtiyacımız var.

Çünkü “ben” diyen ve her şeyi benlik ve egoizmaya bağlayan kişiler, hep insanları birbiriyle vuruşturmuş, hasetleri, kıskançlıkları, çekememezlikleri ve rekâbetleri harekete geçirmiş ve toplumu yaşanmaz hâle getirmişlerdir. Oysaki falanın, filanın yapacağı işleri yapacak binlerce insan vardır. Ne olurdu azıcık Allah’a itimat olsaydı; ne olurdu sahabe ve peygamberden bahsederken azıcık onların yolunda yürümeye karar verilseydi; ne olurdu yeri geldiğinde bir adım geri atılsa ve “Al bu işi biraz da sen götür.” denilseydi! İşte birbirinden kopmuş ve parçalanmış toplumu yeniden bir araya getirecek olan bir iksir varsa, o da gönüllerde yeniden yeşerecek olan bu îsâr ruhudur.

Yoksa günümüzdeki problemlerin tam olarak ne diplomasi, ne siyasî oyunlar, ne ayak oyunları, ne de think tank kuruluşlarının stratejileriyle çözülebilmesi mümkün değildir. Çözülseydi dünden bugüne değişik inkılaplar ve metamorfozlar yaşamış toplum şimdiye kadar çoktan ileri bir ufka adım atmış olurdu. Ama görüldüğü üzere hâlâ canavarlık devam ediyor ve hâlâ insanlar tıpkı yamyamlar gibi birbirlerini yiyor. Allah aşkına, insanların üzerine bomba yağdırmanın, zehirli gaz kullanmanın, başkalarına hayat hakkı tanımamanın, İslâm-fobya ile hareket etmenin, cemaat fobisiyle türlü zulümler yapmanın yamyamlıktan ne farkı var! Bunların hepsi değişik türde canavarlıktan başka bir şey değildir. Bütün bunları bertaraf etmenin yolu ise, yeniden insan olmaya yönelmek ve îsâr ruhuyla ahsen-i takvime mazhariyetin gereklerini yerine getirmeye çalışmaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İşaret ve işaretçilerin mukayyetleşmesi

Soru: Hocam, bir yerde “işaret ve işaretçiler mukayyetleşir” kaydı var. Öbüründe “bir mânâda nazardan matlaşırlar” deniyor ve “bir mânâda” kaydı getiriliyor. Bunlarla kastedilen nedir?

Cevap: O da, bir his, bir ihsas, bir hal ve bir zevk meselesidir. İşaretçilerin tamamen silinip gitmesi, belli bir noktaya hastır; bir bakıma vicdanî bir şuhûda ermeyle alâkalıdır. İmam-ı Rabbânî’nin şuhûd anlayışını değil; kalbî, hissî ve ruhî şuhûda erme gibi bir hali kastediyorum. İnsan öyle bir hali yaşarken kendi gözüyle görüyormuş gibi olur ve artık kendi gözüyle, kalbinin gözüyle gördüğü bir şeyde şahit araması doğru değildir, en azından saygısızlıktır. Orası “şehidallah” (Âl-i İmran, 3/18) makamıdır. “… ve’l-melâiketü ve ulü’l-ilmi” (Âl-i İmran, 3/18) makamının önü olan “şehidallah” makamı. Dolayısıyla orada Hz. Meşhud’a saygısızlık olur.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.