• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Işığın göründüğü ufuk

Fethullah Gülen: Işığın göründüğü ufuk

Işık, karanlıklarla savaşarak gerçek derinliğine ulaşır.. güzellik, çirkinlikler içinde daha bir belirginleşir.. iyiler, fâikiyetlerini tam olarak ancak kötüler arasında ortaya koyabilir; hiç olmazsa bazıları için bu böyledir.. toplum, huzura ihtiyaç hissettiğinde onu daha iyi duyar; duyar ve onun için ölür ölür dirilir. Rahatı, gerçek derinlikleriyle ancak meşakkat görmüşler anlayabilir; Cenneti de sırat yaşamış, sırattan geçmiş olanlar.. karanlığın en azgın ânı ışığın şafağını soluklar.. gündüzler, döl yatağı dönemini gecenin bağrında geçirirler; baharlar da karın-buzun sinesinde. Sebepler bütün bütün tesirsizleşince, ruhları Kudreti Sonsuz mülâhazası sarar, “meşakkat teysîri celbeder” fehvâsınca, sıkışma da her zaman ferahfeza iklimlere açılmanın önemli bir rıhtımıdır.

İç içe bunalımlarla sarsılıp çeşitli kaoslar fasit dairesi içinde kıvrandığımız şu günlerde, rahatı, huzuru daha iyi anlayabiliyor.. ışığın kadrini daha içten takdir edebiliyor.. imanı ve Hakk’a kulluğu, o derin güzellikleriyle daha net görebiliyor.. kaynağı iman, vicdanlarımızdaki hakikî güveni daha engin duyabiliyor.. iyiliklere karşı arzularımızın köpürdüğünü, kötülüklere karşı da tiksinti duyduğumuzu daha açık hissediyor ve tam bir iyilik banyosu yapmak için kendimizi, şu aydınlık günlerin çağlayanlarına salarak son bir kez daha Ramazan diyoruz.

Kim bilir, şimdiye kadar kaç defa Ramazan görmüş, Ramazan duymuş, Ramazan yaşamışızdır ama, değişik olumsuzlukların milleti çepeçevre kuşattığı, iradelerimizin çatırdayıp azimlerimizin sarsıldığı ve gurbet içinde gurbetler yaşadığımız böyle kasvetli bir zaman diliminde, hırpalana hırpalana tam mazlumlaşmanın, her gün ayrı bir saldırı karşısında buruklaşmanın hâsıl ettiği farklı bir hisle –bu biraz da kulluk insiyaklarımızdan kaynaklanıyor– sinelerimizi Rabbimize açıp en içten duygularla sızlanıyor ve “Ey Müsebbibü’l-esbâb, sebepler bütün bütün uçup gitti! Düşmanların cefâsı, dostların da hâl bilmezliği acz ve zaafımıza inzimam edince yol mülâhazalarımızı yoldakilerin hayreti sardı; bahtına düştük, bizi takılıp yollarda kalan yalnızların tâli’sizliğine uğratma!” diyoruz; diyor içimizi çekiyor; maruz kaldığımız ızdırapları duyma ölçüsünde, ihtiyaç ve ıztırar hâliyle O’nun kapısının tokmağına dokunuyor; böyle bir tevhid mülâhazasına iltifatlarının ifadesi sayılan teveccühlerini, yine O’na olan itimat ve güvenlerimizle bekliyoruz ki, bu seviyede tabiatlarımızın derinliklerinde duyarak bir başka Ramazan yaşadığımızı hatırlamıyorum ve yaşayacağımıza da fazla ihtimal veremiyorum.

Evet, şimdiye kadar bu mübarek ayı, değişik iltifat esintileriyle defaatle idrak ettik ve defaatle Ramazanlaşmaya çalıştık; millet olarak şanlı günlerin içli ve derin Ramazanları.. harb u darblerin yaşandığı o tozlu-dumanlı günlerin sisli atmosferinde, ziyası ve bereketiyle maytaplar gibi yanıp-sönen buruk Ramazanları.. maddî-mânevî iç içe yoklukların ortalığı kasıp kavurduğu hazanlı Ramazanları.. azimlerimizi ümitlerimize bağlayıp “Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder / Halk eder esbâbını bir lahzada ihsan eder” duygularını mırıldanarak, iftar-sahur arası gelip-gidip fevkalâdeden bir kapı aralanacağı ümidiyle hep aktif bekleyişte bulunduğumuz canlı fakat yetim Ramazanları… Evet, hem birbirine benzeyen hem de benzemeyen bütün bu Ramazanlar, birer inkisar ve burkuntu faslı da ihtiva etmesiyle hep aynı tulû ile tüllendi ve gidip aynı gurûblara kapandı; kapandı ve bize o hicranlı günler adına bir seher yıldızı şarkısı sunup geçti.

Şüphesiz, bugüne kadar gelip geçen hemen her Ramazan, sezilebilen veya sezilemeyen ziyası, nuru ve kendine has tadıyla âdeta başlarımızın üzerinde melek kanatlarının rikkatli sesiyle gelip geçti. Vicdanlarının derinlikleriyle bu yumuşak sesleri duyan hüşyar gönüller, hemen her zaman bir eşref saate koşuyor gibi, beraberinde bir ebedî doğuşun müjdesini de getiren Ramazana yöneldi ve onu duymaya çalıştılar.

Bazen konjonktüre göre, o günlerin ve gecelerin ilham ettiği mânâlar ile, tıpkı havada yumuşakça yüzen kuşlar gibi rahat, âhenkli, mevzun, hallerinden memnun, aynı düzen üzerinde, belli bir ufka yürüyüş neşvesiyle, hep güzelliklere konup-kalkarak; çevrenin isinden-pasından, içlere bulantı levsiyatından alabildiğine uzak ve yaşadıkları hayatın daha muntazam, daha anlamlı, daha derin bir geleceğe aktığı hissiyle dopdolu ve gergin.. bazen de, ümidin, neşenin sonbaharını yaşıyormuş gibi tam bir inhizam içinde; iradeleri sarsılmış, azimleri kırılmış, beklenti ufukları daralmış, ruh atlasları renk atmış, korkunç bir çözülme ve bir ayrışma ile sürekli bir irtifa kaybederek, ruh ve mânâ dinamikleri itibarıyla kendi semalarının üveyki iken, ayaklarının altındaki arzın sürüm sürüm tâli’sizleri hâline gelmişlerdir.

Şimdilerde, türlü türlü baskı ve dayatmalar, tagallüpler, tahakkümler, istibdatlar bize varlığımızı yeniden keşfetme im­kânını verdi. Evet, her uzvunda ayrı bir ağrı, ayrı bir sızı bulunan bir muzdaribin her an bütün mevcudiyetini duyması gibi, biz de yıllardan beri yaşadığımız mağduriyet, mahkûmiyet ve mazlumiyetler yüzünden, sessiz ama derinden, âheste âheste fakat kararlı, sımsıkı hak mülâhazasına bağlı, ancak hakkın da hiçbir zaman birileri tarafından bağışlanacak bir sadaka olmadığı şuuruyla ve tam bir metafizik gerilim içinde geleceğimiz adına yepyeni günlere kapı aralayan bir Ramazanla el eleyiz.. el eleyiz ve meltemler gibi yumuşak, hareketsiz akan yüksek debili suların görünüşlerindeki sessizlik ve tabiî mehabetine denk bir kararlılıkla gözleri gönülleri doldura doldura kendi özümüze doğru yürüyoruz. Evet, bizimle aynı duyguyu paylaşanlar bazen, havada kanat çırpmadan duran kuşlar gibi mevzun, kendilerinden emin, daha yüksek irtifalara açık ve geniş intihab yelpazeleriyle; bazen, her şeye rağmen bir kısım seçenekleri –li hikmetin– kullanmadan aktif bekleyişleriyle; bazen de, kendilerinden beklenenin kat kat üstünde bir temkin ve ciddiyetle hep dilbeste oldukları mefkûrelerine yürüyorlar.

Yürüyorlar oruçla, teravihle, mabetle meleklerin Hakk’a yürüdükleri gibi.. fevkalâde yumuşak, olabildiğine rikkatli, gözlerinde yaş, sinelerinde ürperti bütün samimiyetleriyle yürüyorlar durmadan. Sabahlara kadar kendilerine rağmen par par yanıp eriyen mumlar gibi, çevrelerine ışık saçıp hep karanlık yudumlayan, yaşamaya boş verip ömürlerini yaşatmaya adayan bu kahramanlar, ellerinde milletin mânâ ve ruhunu seslendiren enstrümanları, dillerinde geçmişimizin özünden, usâresinden süzülüp gelmiş argümanları bize muhteşem günlerimizi iade etme gayreti içinde çırpınıp duruyorlar. Biz de onların bu ulü’l-azmâne gayretlerini, bu gayretlerle yükselen zamanı, gelip geçici bir âna sıkıştırılmış vakitçik olarak değil de; özüyle, vâridâtıyla, vaad ettikleriyle hiçbir zaman tam geçmeyen, bir ucu en kadîmlerden daha kadîm ve mazinin şanlı bir döneminde, diğer ucu da sonsuza namzet ve hâle yaslanmış birbirinden muhteşem bütün devirleri, zaman ve mekan üstü, ruhun rasat noktasından, derin bir temâşâ zevki içinde seyrediyor ve iman sayesinde ne olmazların olur hâle geldiğini hayretle müşâhede ediyoruz.

Gerçeğe açık bu rüyalarda, onları çağrıştıracak sâikleri bulabilenler için, her yeni gün kim bilir ne bilinmezlere kapılar aralar, bize ‘‘Buyurun!’’ eder, mağmûm gönüllerimize inşirah üfler ve bizi kendimize ve hâle takılı olmadan kurtararak imanın, ümidin en ferahfeza iklimlerinde gezdirir.

Ramazan, hem en münasip bir dua, münâcât ve Hakk’a yönelme mevsimi, hem de çok canlı bir tedai kaynağıdır. Onun gökkuşağı gibi rengârenk atmosferinde, gönüller her zaman buhurdanlar gibi tüter; her seher bir şehrayin gibi tüllenir; her koyda yüzlerce bülbül öter. Ramazanın ışıktan ikliminde her hâl, her tavır, her duygu, her ibadet, bize sadece şanlı geçmişimizden bazı sesleri, bazı sözleri, bazı düşünceleri, bazı mülâhazaları taşımakla kalmaz; onun sihirli atmosferinde bazen ta öteler ötesinden dahi neler duyar ve neler dinleriz.! Hele bu Ramazan, bir uzun imsak döneminden sonra, asırlar boyu süregelmiş bir sessizliği yırtan Ramazan ise… Ramazanın böyle bir aydınlık kaynağı olduğuna inanan bizler, küçüklüğümüz ölçüsünde değil, Ramazanın büyüklüğü ve Hak rahmetinin enginliği nispetinde onda öyle bir âhenge erer, öyle yerli yerine oturur ve öyle ufkî bir derinliğe ereriz ki, gönlümüz Hakk’a en yakın olmanın huzurunu duyar ve bütün benliğimiz yer yer O’nun rahmet tecellileri karşısında ra’şelerle ürperir, zaman zaman da üns esintileriyle sarıldığımızı hisseder gibi olur;

Ey Rab Seni bilmemek hasret, yakınlık ateş,
Sinelerde yanan kor ocaklardakine eş..
Hele aşkın hele aşkın, aşkın tam bir Cennet.!
Ne olur aşkınla dirilmeme inayet et!

diye mırıldanır, ufkumuzla bütünlüğümüzü gözden geçirir ve içinde bulunduğumuz havaya öyle uyarız ki, hem en saf neşelerle coşan bir çocuk, hem de bin âhı birden duyabilen bir hassas ruh gibi, iki kutuplu bir dünyanın merkez noktasında, elemi zevklerine eş, endişeleri sevinçleriyle at başı, ümitleri her zaman temkine dayalı, korkuları recâ payandalı, ikilemler içinde ama mutlaka tevhid hedefli en engin duygularla ufuktan ufuğa koşarız; koşar ve âdeta ruhlarımızın kubbesi çatlayıp da açıkta kalacakmışız gibi bir hisle ürpeririz.

Bazen, bu mübarek günler içinde yaşadığımız kutlu saat ve dakikalar, iç dünyamızı öyle ifşa eder ve sırlarımızı öyle açığa vurur ki, ifade etmeye muktedir olamadığımız düşüncelerimizin böyle net seslendirilmesi karşısında, sevindiğimiz aynı anda, gözün, kulağın kalbin önüne geçmiş olmasını düşünerek, haddimizi aşmış olma mülâhazasıyla da iki büklüm oluruz.

Ramazan esintileri bazen o kadar hâle uygun, yumuşak, mûnis ve beklenenin üstünde cereyan eder ki, gönüllerimiz çok defa tartamadığımız hislerle dolar-taşar ve biz sırlı bir akıntıyla kendimizi Cennetlere taşıyan bir köprüde veya bir mecrada sanırız; sanırız da, bu akıntı kesilecek, bu seyahat sona erecek; erecek de farkına varmadan rıhtımına kadar ulaştığımız bu Cennet koridorundan dökülecekmişiz mülâhazasıyla ürpeririz. Ne var ki arkadan hiç beklenmedik şekilde daha derin bir tedai ve kabaran yeni bir dalgayla, tekrar hudutlarımızı aşarak kendimizi onun cebrî-lütfî çağlayanları içinde bulur; hiçbir şey olmamış gibi bu enfüsî seyahat ve müşâhedeye devam ederiz. Ramazanda hemen her gece, uzun bir yolculuğa hazırlanıyor olma çağrışımlarıyla yataklarımızdan fırlar, bedenin arzularına bir noktada kerte vurur, dünyaya kapalı, Dost’a açık duygularla O’na mahrem olacakmışız gibi bir hisle koşar ve sevinçle köpüren bir hâl alırız; alırız da dört bir yandan gelip benliğimizi saran bir kısım sihirli esintilerle gündelik düşüncelerden bütün bütün sıyrılır ve âdeta uhrevîleşiriz. Bu türlü ahvalde çok defa eşref saatler ruhlarımıza kendi büyülerini üfler ve gönüllerimizde Sonsuzun ateşini tutuştururlar. Böyle anlar bize, o kadar içli, o kadar tatlı, o kadar munis ve o kadar yumuşak gelir ki, böyle bir süreçte zamanın saniyeleri, saliseleri o kendilerine has nefasetleriyle ruhlarımızın derinliklerine sindikçe, bir vuslat çağına girdiğimiz hülyalarına kapılarak varlığımızın kubbesi çatlayacakmış da öteye geçecekmişiz gibi olur. Aslında, “Cânı Cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil / Ne nizâ eyleyelim o ne senindir ne benim” mülâhazasını paylaşanlar için bu tabiî bir vetiredir.

Bu ledünnî hisler içinde ömrün dakika ve saatleri o kadar halâvetli geçer ki, onların üzerimizden böyle sür’atle gelip geçmelerinden âdeta rahatsızlık duyar ve “keşke bu şirin zaman parçacıkları hiç geçmese, zaman çağlayanı bu kadar hızla akmasa; akmasa da, iftar vaktinde yudumladığımız soğuk bir şerbeti, akıp geçtiği her noktada duyup zevk ettiğimiz gibi bu kutlu dakikaların saniye, salise ve âşirelerini de öyle hissetsek” temennisinde bulunuruz.

Güneş her sabah bizim bu duygularımız üzerine doğar; her öğlen minarelerden yükselen ezanlarıyla bizde bu hisleri çağrıştırır geçer; her gurûp ruhlarımıza hem sevinç hem de hüzün kâselerini birden sunar; her gece, bir halvet büyüsüyle gelir ve bizi bürür; bürür ve dilimizin bağını çözer, bize içimizi dökmemizi fısıldar. Biz de bu sese, seccadelere koşarak, hasret ve hicranlarımızı söyleyerek, sevinçlerimizi mırıldanarak, bazen inleyerek, bazen de çığlık çığlık seslerimizi yükselterek cevap veririz.

Böylece düşünce ufkumuzda hep aynı ruh, aynı mânâ ve sürekli O’nunla irtibat yollarını araştıra araştıra bir koca ay, “gitme” deyip yalvarmamıza rağmen çeker-gider; çeker-gider ama, onun hilâlinin gurûba kapanmasını müteakip de, güneşler gibi ufkumuzu aydınlatan bayramla yüz yüze geliriz.

Bu makale muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Sızıntı Dergisi Ocak-1999 sayısı için kaleme aldığı başyazıdır.

Işık Karanlığı Boğarken

Kitaptaki makaleler, Hocaefendi’nin farklı zamanlarda yaptığı sohbetlerden oluşsa da bütün makaleler aynı amaca yöneliktir. Onun amacı ne edebi ve hamasi yazılarla okuyucu etkilemektir ne felsefi teoriler geliştirmektir ne ütopyalar yazmaktır ne de realitelerden kopuk akademik eserler vücuda getirmektir. Bilakis müellif, ömrünün ilk yıllarından itibaren kendisi için, kendi zevkleri için yaşamayı âdeta kendisine haram kılmış ve çağın sorunlarıyla baş etmekten yorulan ve bunalan insanlığa hep nefes aldırmaya çalışmıştır. Denizin derinliklerine dalıp inci ve mercan çıkaran bir dalgıç misali, Kur’an ve Sünnet’in derinliklerine dalmış ve oradan çıkardığı hakikatlerle insanlığın bugünkü problemlerine çözümler sunmuştur. Elinizde tuttuğunuz Kırık Testi serisinin on dokuzuncu kitabı olan Işık Karanlığı Boğarken bunun örnekleriyle doludur.

Kitapta yer alan ve her biri ayrı bir yaraya çeşitli tedaviler öneren 42 makalenin hepsini burada tek tek tanıtarak okuyucuyu daha fazla meşgul etmek istemiyor ve onu oldukça zengin, renkli ve derin bir içeriğe sahip olan eserle baş başa bırakıyoruz. Kitabın müellifine de Cenab-ı Hak’tan sağlık, sıhhat ve afiyet içerisinde uzun ömürler diliyor ve en zor dönemlerde eşsiz fikirleriyle yolumuzu aydınlattığı için kendisine gönül dolusu şükranlarımızı arz ediyoruz.

Islah Kahramanları ve Boşlukta Neş’et Etmiş Nesiller

Maalesef birkaç asırdır Allah’a iman insanlara unutturulmuş, Peygamber sevgisi zihinlerden sökülüp atılmış, kulluk şuuru silinip gitmiş, hudû ve huşû hissi kalmamış. Hakiki Müslümanlık, yerini şeklî ve formel Müslümanlığa bırakmış. Ne kalblerde heyecan var ne de duygularda Cenab-ı Hakk’a karşı bir duyarlılık. Ruhlar çekilip gitmiş, kalb hayatı sönmüş, mantık ve muhakeme çağın levsiyâtıyla kirlenmiş, insanlar da hevâ ve heveslerine yenik düşmüş. Hz. Pir, bu mülahazaya işaret etme adına “asırlardan beri rahnedâr olan bir kale” diyor. Mehmet Akif ise yaşadığı dönemi şu mısralarıyla tasvir ediyor:

Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık -bilmem ama- galiba göklerdedir.

Ümitsizliğe itici yanını atacak olursanız, işin doğrusu bu, halimizi resmetme mevzuunda çok şahane iki beyittir.

Televizyon, bilgisayar ve telefon ekranları sürekli zihinlerimize levsiyât akıtıyor. Göz, insanın kalbinde olumsuz duyguları tetikliyor; ayak günaha doğru kayıyor, kulak işitmemesi gereken şeyleri işitiyor, el haramlara uzanıyor. Böylece ne cinayetler ne cinayetler işleniyor. Kalb, her gün birkaç defa yaralanıyor. Bu yaralı kalble insanı ahirette kabul etmezler ki! Hele bir de maruz kaldığı bunca olumsuzluğun endişesini içinde yaşamıyor ve bu korkuyla Rabbinin rahmetinin enginliğine teveccüh etmiyorsa! Bu takdirde o, ahirete hem sermayesiz olarak hem de Allah’a karşı müstağniyane bir tavırla gidiyor demektir.

Bu kadar kirlenmiş dimağlarla Cenâb-ı Hak nasıl doğru duyulur, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm ne ölçüde tanınır! Günde bilmem kaç defa zihnimizi temizlememiz lazım ki temiz şeylere temizce yaklaşabilelim. Günaha karşı umursamazlık, affedilmeyen bir günahtır. “Ne günahımız var ki?!.” demek, kendini masum saymak en büyük günahtır. Ne var ki günümüz insanı hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam ediyor. Karanlıkta doğmuş insanların ışığı bilemedikleri; karda-kışta neş’et etmişlerin baharı tanımadıkları gibi, son üç asırdır kapkaranlık bir devirde neş’et eden günümüz insanı da bahar ve yaz görmediği için kirliliği ve etrafındaki pis kokuları normal karşılıyor.

Bir boşlukta neş’et ettiğimiz için kendimize ait değerleri kendi kâmet-i kıymetiyle bilemedik, sindiremedik ve tabiatımızın bir yanı haline getiremedik. Eğer bunu yapabilseydik, otururken, kalkarken, yatarken, konuşurken, düşünürken hep istikamet içinde olacaktık; istikamet düşünecek, istikamet soluklayacak, istikamet tavırları sergileyecek ve başkalarına da istikamet içinde muamelede bulunacaktık. Camide, Kur’ân kursunda, imam hatip okullarında, medreselerde vs. vazife yapan ve elimizden tutan insanlar âbâd olsun. Onlar da olmasaydı şu anki sahip olduğumuz iptidai bilgiye bile sahip olamayacaktık.

Ne var ki duyduklarımız ve öğrendiklerimiz nazarîde kaldı. Onları vicdanlarımıza mâl edemedik. Bir dinamo gibi bizi harekete geçirecek, sürekli iyilik ve istikamete sevk edecek şekilde içimizde bir manalar yumağı oluşturamadık. Rabbimizi andığımızda burnumuzun kemikleri sızlayacak ölçüde O’nunla alâka ufkunu yakalayamadık. Marifetullah ve muhabbetullah konusunda yaya kaldık. Çünkü İslâm’ı bize öğretenler de hep nazarînin etrafında dolaşıp durdukları için bunlardan habersizdiler.

Şekil Müslümanlığı

Bu itibarla günümüz insanlarının yaşadığı İslâm, taklide emanet. Dinlerini, atalarından gördükleri gibi yaşıyorlar. Yapılan ibadetler formalitelerden öte geçmiyor. Maalesef bizi bu hale getirdiler. Yaşadığımız dinin arka plânını okumamıza, duymamıza, müşahede etmemize imkân vermediler. Bu yüzden de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun seviye ve yörüngesinden Müslümanlığı görüp tanıyamadık. Raşit Halifelerin ve sahabenin yaşadığı İslâm’dan uzak kaldık. Ebû Hanifelerin, İmam Şâfiilerin, İmam Maliklerin ve Ahmed İbn Hanbellerin ufkunu yakalayamadık. Hazreti Şah-ı Geylanî’nin, İmam Nakşibend’in, Ahmed Rifaî’nin, Hasan Şâzilî’nin, İmam Gazzâlî’nin, Mevlâna Halid’in, İmam Rabbanî’nin çizgisini tutturamadık; kulluğumuzu onların seviyesine yükseltemedik. Sabahlara kadar kemerbeste-i ubudiyet içinde Allah’a karşı el pençe divan durup iç döken o büyük zatların duyuş ve sezişlerine yabancı kaldık.

Acaba İnsanlığın İftihar Tablosu neden ayakları şişinceye kadar ibadet ediyordu? Sahabeyi münafık olarak ölmekten korkutan neydi? Allah dostlarını gözyaşlarına boğan hangi mülâhazalarıydı? Onların pek çoğunun sergüzeşt-i hayatları inceden inceye tetkik edilecek olsa, sinek kanadı kadar günah bulamazsınız. Onlar, tasavvur ve tahayyüllerine ilişen, kendilerine göre yakışıksız buldukları bir kısım duygu ve düşüncelerden ötürü dahi ızdırapla kıvranıyorlardı. Hatta birçoğu imansız olarak ölmekten korkuyordu. Bunlardan birisi olan Esved İbn Yezîd en-Nehâî, ruhunu Allah’a teslim vakti yaklaştığında hıçkıra hıçkıra ağlar. Akrabası Alkame, “Ne o, günahlarından mı korkuyorsun?” der. Acı acı tebessüm eden Hz. Esved şu mukabelede bulunur: “Ne günahı, ben kâfir olarak gitmekten korkuyorum!” Vefatından sonra onu rüyada görür ve Allah’ın kendisine nasıl muamele yaptığını sorarlar. “Vallahi, peygamberlerle aramda dört parmak mesafe kaldı.” der.

Akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir. Ahirete nasıl gideceğinin korkusunu vicdanında taşımayan bir insanın akıbetinden korkulur. O büyük zatlar, korkuyu burada yaşadıkları için öbür tarafın teminatını almışlardır. Zira bir kudsî hadiste, Allah’ın iki korku ve iki güveni bir arada yaşatmayacağı ifade buyurulmuştur. (İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/483) Dolayısıyla burada kendisini salmış, laubali bir hayat yaşayan bir insan, emniyet ve güveni burada yaşamış, ahirete bir şey bırakmamış olacaktır. Hâlbuki insanın içinde hep bir akıbet endişesi olmalıdır. O, “Ben ebediyete, Rabbimin cemalini görmeye, ‘Ben, senden razıyım.’ diyeceği bir makama namzedim. Bu büyük şeylerin ucuza peylenmesi mümkün değildir.” demeli, bu pahalı şeyleri elde etme adına oldukça hassas bir hayat yaşamalı, elde ettikten sonra da kaybetme endişesiyle oturup kalkmalıdır.

Fırtınalı bir devirde bu mülâhazaların hepsini unuttuk. Müslümanlık şekle bağlı kaldı. İşin doğrusu şekil Müslümanlarının da geleceğimizi tamir etme adına yapabilecekleri fazla bir şey yoktur. Böyle bir İslâm anlayışı bize hiçbir ümit ve enerji vermiyor. Atalarımızdan öğrendiğimiz ilmihal çizgisindeki Müslümanlığı elli defa tekrar etsek, yine de Raşit Halifeler ölçüsünde bir şey yapamaz, dünyaya bir şey anlatamayız. Oysaki o insanlar çeyrek asırlık bir zaman diliminde dünyanın çehresini değiştirmişlerdi. Bunlar, sadece güçle, kuvvetle veya formaliteden öteye geçmeyen Müslümanlıkla elde edilecek başarılar değildir; kalb ve ruhun diliyle halledilecek meselelerdir.

İkbal dönemimizde Sultan Ahmed şunları söylüyordu:

İftirakınla efendim bende takat kalmadı,
Pâre pâre oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı,
O kadar ağlattı ben biçareyi hükm-ü kaza,
Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.

Böyle sultanlardan, saltanat delisi insanlara kalmak ne kadar acı! Toplumlar da tıpkı fertler gibi bir inip bir çıkıyor. Bazen oluyor meleklerle at başı gidiyor, bazen de korkunç bir kabz yaşıyor. Mahiyetindeki enginlikleri nefsaniyet hesabına daraltıyor, büzüyor, boğuyor. Ruhunun enginliklerine açılacağına kendisini cismâniyetin darlığına hapsediyor.

Geçmişin gül devirlerine nazaran günümüz insanları ciddi bir hazan yaşamaktadır. Bundan daha ağır olanı, bazılarının bu mukayeseyi dahi yapamaması! Ne kadar sukût etmişiz ki bu derinlikleri duyamıyor, bu mukayeseleri yapamıyoruz. Âlem-i İslâm cayır cayır yanıyor, onur ve izzetimiz ayaklar altında pâyimâl ediliyor fakat bunun karşısında üzülmüyor, teessür duymuyoruz; bunun için iki damla gözyaşı dökme mevzuunda cimrilik ediyoruz. Dirilişe ait emareler mahfuz olsa da zannediyorum tarihin hiçbir devrinde günümüzde olduğu ölçüde bir kuraklık yaşanmamıştır. Bunları demek doğru mu, değil mi onda da hep tereddüt yaşıyorum.

Bütün bunlara rağmen keşke samimi ve yürekten bir bekleyişimiz olsaydı. “Acaba Allah’ın başka bir günü, başka bir zamanı var mıdır?” diyebilseydik. nam-ı celil-i ilâhinin şehbal açtığı, insanların Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın arkasında itmi’nan içinde hayatlarını sürdürdükleri günler. En azından böyle bir merak insanları iyi ve aydın günleri aramaya sevk eder. Aramayınca bulamazsınız. Bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi içinde bir endişe ve korku olan kimse gece yolculuğuna çıkar; seccadesini teheccütle ve gözyaşlarıyla taçlandırır; böyle yapan da menziline ulaşır. Fakat insan, yaşadığı her şeyi normal kabul edince, içinde hiçbir merak ve istek olmayınca, yani “Yok mu acaba bunun ötesi?” demeyince, yerinde saymaya mahkûm olacaktır.

Asırlardır Rahnedâr Olan Kalenin Tamiri

Asırlardır rahnedâr olan bir kalenin tamir edilmesi, ruh ve mana dünyası itibarıyla felce uğramış insanın yeniden asli hüviyetine döndürülmesi, bir kere daha kalb ve ruh hayatına yönlendirilmesi hiç de kolay değildir. Bozulan küçük bir aletin tamiri bile ciddi bir bilgi ve mümarese gerektiriyor. Şayet tamir edilmesi gereken varlık, manevi değerleri itibarıyla alt üst olmuş bir insan ise hiç şüphesiz çok daha fazla gayret ve himmete ihtiyaç vardır. Evet, tahrip edilen kalb-i umuminin yeniden ıslah edilmesi, sönen heyecanların yeniden canlandırılması, kaybolan İslâmî şuurun bir kere daha kazanılması çok ciddi bir cehd ü gayret ister.

Allah karşısında el pençe divan dururken nerede durduğunun farkında olmayan bizim gibi şekil Müslümanları bu koskocaman tahribatın üstesinden gelemez. Eğer biz, Müslümanlığımızı sıradan insanların din telakkisine bağlı götürüyorsak, değil büyük bir kaleyi tamir edebilmek, kendi iç tamirimize bile muvaffak olamayız. Zira şekil Müslümanlarının çözebilecekleri problem yoktur. Esasında çok defa Müslümanlık adına kavga verenler de şeklî Müslümanlıklarının kavgasını veriyorlar. Ne yazık ki bir tarafta canlı bombalarla, masum insanların canına kıymakla, çoluk çocuk öldürmekle din adına bir yere varacaklarını zanneden cahiller var; diğer yanda da kendilerini çok ciddi bir durgunluğa salmış vurdumduymazlar. Şiddetle, terörle ve canavarlıkla bir yere varılamayacağı gibi; durgunlukla, his ve heyecan yokluğuyla da bir yere varılamaz. Bunların, değil asırlardır rahnedâr olan bir kaleyi tamir edip yıkılmış değerleri yeniden ayağa kaldırabilmeleri, zannediyorum kendi ruhlarında oluşan yaraları tedaviye muvaffak olmaları bile mümkün değildir.

Bu yüzden, kendilerini ıslaha adamışların, kulluklarını ve Allah’la münasebetlerini bir kere daha gözden geçirmeleri gerekmektedir. Onlar kulluklarını, Hakk’ı görüyor veya en azından O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasına bağlamalıdırlar. Bunun için de aradaki bütün vasıtaları silerek doğrudan Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) koordinasyon sağlamaya, O’nun dünyasına girmeye ve O’nun dünyasında Müslümanlığı okumaya çalışmalıdırlar. Başına sarık, sırtına da bir cübbe alıp öne geçen insanlardan ziyade Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi örnek almalı, onların arkasından gitmelidirler. Tiyatro oynuyor, sahnede rol yapıyor veya filmde bir karakteri canlandırıyor gibi dinî mükellefiyetleri şekle irca eden insanlara takılıp kalmamalı, doğrudan doğruya devr-i Risâletpenâhi’ye gitmeli ve hayatlarını bu çizgide sürdürmeye çalışmalıdırlar.

Islah ve tamire kilitlenmiş adanmışlar, bir taraftan bitmez tükenmez bir enerjiye diğer yandan da derin bir heyecana sahip olmalıdırlar ki yorulup yollarda kalmasınlar. Aynı şekilde her daim gönül dünyalarını pak tutmalıdırlar ki Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne hazır hale gelsinler. Anlatacaklarını, sözlerden ziyade hâle emanet etmelidirler. Çünkü gönle mâl edilmeyen ve hâl ile temsil edilmeyen bir meselenin sinelerde mâkes bulması mümkün değildir. Ölü ruhlara ve kirli kalblere vâridat akmayacağı gibi; sönmüş gönüllerin ve durmuş dimağların da insanlara verebileceği bir şey yoktur.

Eğer iki üç asırdan beri içinde yaşadığımız zulmetten kurtulmak istiyorsak bir kere daha Allah’a yönelmeliyiz ki, O da kudret-i kahiresi ve meşiet-i sübhaniyesiyle teveccüh buyursun ve dünyamızı da ukbamızı da aydınlatsın. Siz vicdanlarınızı ne kadar Hakk’a açabilirseniz, insanlığın sadır ve sinesi de size o kadar açılacaktır. Siz ne kadar Hakk’a müteveccih olursanız, halk da size o kadar müteveccih olacaktır. Bugün olmasa da yarın mutlaka…

Şekil, Hakikate Yürüme Adına Bir Köprüdür

O halde şekil ve formalitelerden kurtulamayan Müslümanların yaptıkları bütün ibadetler boşa mı gidiyor? Bunu söyleyemeyiz. Bilakis şekil, hakikate yürüme adına bir köprüdür. Ama sonrasında, ilk mektepte veya Kur’ân kursunda öğrenilen Müslümanlıkla yetinmeyip işin hakikatine ulaşmaya çalışmak çok önemlidir. Taklit köprüsünün üzerinde bulunan insanlar, bu köprüyü geçerek tahkiki elde etmeye çalışmalıdırlar. Ehl-i Sünnet uleması taklidî imanı muteber kabul etmişlerdir. Nedir taklidî iman? İnsanın, bizzat keşfetmeden, duymadan, içine sindirmeden ve tabiatının bir derinliği haline getirmeden atalarında gördüğü veya kendisine söylendiği şekilde inanması ve yaşamasıdır. Usûlüddin uleması bunu da makbul saymışlardır. Niçin? Çünkü o, yolun ilk merhalesinde bulunanları, bir sonraki merhaleye taşıyacak bir köprüdür. İnsanın bu köprüyü geçerek hakikate ulaşması gerekir. Şayet tahkike ulaşamıyor, hep yerinizde sayıyorsanız Ehl-i Sünnet’in engin ve müsamahalı görüşüne göre kurtulabilirsiniz ama her zaman kayma ihtimalinizin olduğunu da unutmamalısınız. Taklit köprüsü üzerinde duranların yıkılan köprüyle birlikte yıkılıp gitmeleri çok defa mukadderdir. Allah hiç kimseyi yıkılıp gitmeye mahkûm etmesin!

Evet, şekil Müslümanlığı ile iktifa etmemek ve sürekli hakiki kulluk arayışında olmak lazım. Zira Hz. Pir’in ifadesiyle insanın olduğu yerde kalması ve bunu yeterli görmesi, dûnhimmetliktir. Ona yaraşan, sürekli “Daha yok mu?” diyerek ufkunu açacak ve her şeyi kendisine ayan beyan gösterecek yeni projektörler arayışında olmaktır. Bunun için de falana filana takılmadan, kavuğa sarığa aldanmadan asıl yörüngeye yönelmek gerekir. Bakılması gerekli olan yer, şekil veya kılık kıyafet değildir; kalblerdir, çehrelerdeki heyecanlardır, gözlerdeki yaşlardır; içteki samimiyettir. İşte arkasından gidilecek insanlar da bütün bu vasıflara sahip olanlardır. Zira onların yürüdükleri yol sizi Allah’a ulaştırır. O yoldan ayrılırsanız şekil ve surette kalır, kültür Müslümanlığına aldanırsınız.

Gelecek, Allah’ın veli kullarına emanettir. Onlar, Allah’la ne ölçüde münasebet içinde bulunduklarını hisseden ve ona göre hareketlerini ayarlayan kimselerdir. İmanlarını amel ve aksiyonla besler, onu da ihsanla taçlandırırlar. Sürekli “maiyyet” arkasında koşar, Allah’a ve Resûlü’ne yakınlık yolları ararlar. Kalblerinin her atışında Allah’ı duyarlar. Onların duygu ve düşünce dünyalarına taht kuran yegâne mülâhaza, Efendimiz’e emanet edilen İslâm’ı kendi tamamiyet ve kemaliyeti içinde yaşayıp yaşatabilmedir. Bu yüzden de otururken, kalkarken sürekli Allah’ı ifade eder, “sohbet-i canan” derler. Tavır ve davranışlarındaki ciddiyet itibarıyla onların çehrelerine bakan, Allah’ı hatırlar. Evvelkilerin başlattığı ve sizin de şöyle böyle götürmeye çalıştığınız bu meseleyi Allah’ın rızasıyla taçlandıracak olanlar işte bu veli kullardır. Gelecek, onların eliyle mamur hale gelecektir. Allah sizi de onlardan eylesin!

Gariplere Müjdeler Olsun!

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: بَدَأَ الْإِسْلَامُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ “İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi), günü gelince yine o gurbete avdet edecektir. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!” (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/177, 222; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/83)

İslâm garip olarak başlamıştı. Zira putlara, heykellere serfürû eden Cahiliye insanının işin başında tevhîd dinini bilmesi, Efendimiz’in mesajını anlaması, Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmesi, bu teveccühteki lezzet ve neşveyi duyması mümkün değildi. Efendimiz, böyle bir çöl gurbeti içinde neş’et eden İslâm’ın yeniden bir gurbet yaşayacağını ifade buyurmuş ve arkasından da bu gurbet zamanında insanların bozup dağıttıkları değerleri yeniden ıslah eden, “Acaba ruhumuzun abidesini bir kere daha ikame edebilir miyiz?” düşüncesiyle çırpınıp duran garipleri müjdelemiştir. Demek ki böyle bir müjdeye nail olmanın yolu, miskince yatma değil; bu konuda cehd ve gayret sarf edip baharı zorlamadır.

Kendilerini rehavete salan insanlar mahvolup gidecekleri gibi, arkadan gelen nesillere de birçok dert ve problem bırakacaklardır. Fakat burada dişlerini sıkıp iyi bir kıvam sergileyen ve böylece sahabenin arkasında yerini alan insanlar kendilerinden sonra gelecek nesillere de iyi bir dünya bırakacaklardır. Bu konuda günümüzde yalancı şafak emareleri görünmeye başladı. Bu yüzden her şeyi bütün bütün karanlık görmüyorum. Müslümanlar ruh ve mana köklerinden süzülüp gelen değerleri hecelemeye başladılar. Herhalde bir gün o şiirin mısralarını tamamlar ve şahane bir kafiye de koyarlar. Dilerim o şiirin kafiyesi Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) olsun.

İslâm dünyasında hal boşluğu

Lâfla hiçbir mesele halledilmez. Eğer halledilseydi, münafıkların baş döndürücü lâflarıyla şimdiye kadar çözülmemiş bir problem kalmazdı. İslâm dünyasında hal boşluğu var. İnananlar, inanmış insan tavrını aksettirmiyor. Zelzeleye maruz kalmış zemin gibi, çok büyük çöküntüler var bu sahada. “Ben Müslümanım; ama keyfimce yaşarım” anlayışı ile dindar olunamaz. Müslümanlık böyle lâubalîce bir hayat tarzını kaldırmaz. Din, insanı şekillendirsin, bir kalıba soksun, onun hayatına çeki düzen versin diye gelmiştir; yoksa, insan dini keyfince şekillendirsin diye değil.

İslâm’ı taşıyabilecek organizasyon

Fethullah Gülen: İslâm’ı taşıyabilecek organizasyon

Soru: İslâm’ı; akıl, vicdan, ruh, ceset ve letâiften meydana gelen, bütün varlığın fihrist-i mânevîsi bir organizasyonun taşıyabileceği ifade ediliyor.[1] Burada anlatılmak istenen hususlar nelerdir?

Cevap: Soruda sayılan ve insanın farklı derinliklerini teşkil eden hususların her biri, İslâm’ın anlaşılması ve anlatılması adına ana atkılar mahiyetindedir.

Akıl

İlk olarak akla bakacak olursak, akıl; kalb ve ruhun rehberliği altında yerinde kullanıldığı takdirde iyiyi-kötüyü, yararlıyı-zararlıyı birbirinden ayırt edebilecek bir fonksiyon eda eder. Ne var ki, rasyonalistler, aklı her şey saymış, günümüzün neorasyonalistleri de onu Kitab ve Sünnet’in bile önüne çıkaracak ölçüde bir rükün yerine koymuşlardır. Bunlara karşı çıkan bazı kimseler ise aklı bütün bütün inkâr etmişlerdir. Yani ifrat, tefriti doğurmuştur. Bugün İslâm dünyasının genel durumuna bakılacak olursa, aklın bütün fonksiyonlarıyla nasıl ihmal edildiği ve bu konuda tefrite doğru nasıl yol alındığı görülecektir.

Oysaki aklın yaratılmasının önemli bir hikmeti vardır. Her şeyden önce o, mükellefiyetin ve kulluğun esasıdır. Öyle ki insanoğlu, akıl nimetinden mahrum kalsaydı, Allah’a muhatap olma gibi bir şereften mahrum kalacaktı. Allah, akıl sahibi olması yönüyle insanla konuşuyor. Bir yönüyle akıl sahibi insanla mukaveleler kesip biçiyor. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ
“Siz Beni anın ki Ben de sizi anayım.” (Bakara sûresi, 2/152)

وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ
“Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.”(Bakara sûresi, 2/40)

buyuruyor. Bunların anlaşılıp yaşanması ise akla bağlıdır. Allah’ın, aklı olmayan birisini öbür tarafta Cennet’ine koyup koymayacağı ayrı bir meseledir. Fakat insanın aklı sayesinde Allah’a muhatap olma şerefine nail olması ve aklı sayesinde şer’î hitapları anlayıp yaşayabilmesi, aklın dindeki yeri ve kıymetini anlama adına çok önemlidir.

Bunların yanı sıra görülüp duyulan şeyleri anlamanın esas unsuru da akıldır. Fakat aklın da kendisine göre belli bir dairesi vardır. O, elde ettiği bilgileri şer’-i şerifle test etmediği sürece her zaman yanılabilir. O yüzden ona kendi kıymet-i harbiyesine göre bir değer vermek gerekir. Diğer yandan da aklı, bütün fonksiyonlarını eda etmeden azlettiğiniz zaman, sahip olduğunuz mekanizmanın veya sistemin bir tarafını felç etmiş olursunuz. Dolayısıyla böyle bir sistemin kendisinden beklenen fonksiyonu eda etmesi mümkün olmaz. Nasıl ki, bütün parçaları yerinde olmasına rağmen gaz pedalı bulunmayan bir araba hareket etmezse, insanın sahip olduğu sistemin önemli ayaklarından birisini oluşturan akıl, kendisinden beklenen fonksiyonu eda etmediği takdirde umumî sistem de felç olacaktır.

Vicdan

Bu sistemin diğer bir ayağını da vicdan oluşturmaktadır. Hazreti Pîr’in ifadesiyle vicdanın his, irade, şuur ve latîfe-i rabbâniye diye dört rüknü vardır. (Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye Üzerine s.131) Latîfe-i rabbâniyenin de, ayrı bir derinliği olan “sır”, -Allahu a’lem- sıfât-ı sübhaniyeye nâzır olan “hafi” ve Zât-ı Baht’ı arama ufku diyebileceğimiz “ahfa” derinlikleri bulunmaktadır. Bizim gibi ümmilerin bu meselelerden habersiz olmaları, bunların olmamasına delâlet etmez. Zira bu ufukları ihraz eden insanlar, ruhî tecrübeleriyle bunları bize haber vermişlerdir.

İşte vicdan mekanizmasını oluşturan bütün bu unsurların bir araya gelmesiyle Hazreti Pîr’in dikkat çektiği “hads” hâsıl olacaktır. (Bkz.: Sözler s.188 (On Beşinci Söz, İkinci Basamak)) Buna iç sezgi, iç değerlendirme veya iç tahlil de diyebilirsiniz. İnsan, dış âlemde olup biten şeyleri bununla süzgeçten geçirir ve doğru bir şekilde kavrar. Fakat vicdana ait bu unsurlardan bir tanesi bile ihmal edilecek olursa, vicdan tam olarak işletilemeyecektir. İnsan organizasyonunun çok önemli bir rüknü olan vicdan mekanizmasını devreden çıkardığınız zaman insan denen varlığı da felç etmiş olursunuz. Bu durumda onun iskeletinin, maddî yapısının, yüz çizgilerinin, göz, kulak, dil, dudak, burun yapısının vs. çok güzel olmasının da bir önemi kalmayacaktır.

Ruh

Ruh da bu sırlı organizmanın önemli rükünlerinden biridir. O, latîfe-i rabbâniyenin üstünde bir sistemdir. Veliler, seyr u sülûk-i ruhanî güzergâhını belirlerken, latîfe-i rabbâniyeden ruha hareket edileceğini söylemişlerdir. Ruhun, bir ilâhîliği vardır. Ruh, Cenâb-ı Hakk’ın nefha-i ilâhisi olması itibarıyla, âlem-i ulûhiyetten bize gelmiş, şebnemi üzerinde ter ü taze bir armağandır. Biz, onunla duyulur, onunla bilinir, onunla görülür ve onunla gözetiliriz. O, Allah’a ait bir emanettir. Dolayısıyla latîfe-i rabbâniyeden ruh ufkuna sıçrama, en başta Allah’tan bize emanet edilen bu nefha-i ilâhiyeye karşı saygının ifadesidir. Aynı zamanda bu, bir ufuktur. Onun ilâhîliğini, ancak ruh ufkuna çıkanlar tam duyabilirler. Latîfe-i rabbâniyeye mazhar olma önemli bir paye olsa da orada emekleyen ve ruh ufkuna çıkamayan insanlar o ilâhîlik adına çok fazla bir şey duyamazlar.

Ceset

Bunlara bir de insanın maddî varlığı olan cesedi ilâve ediyoruz. İnsanın mânevî yanını oluşturan, akıl, vicdan, kalb ve ruh gibi sistemler çok önemli olduğu gibi, onun maddî yanını oluşturan cesedin de kendisine göre ayrı bir önemi vardır. Her şeyden önce Allah’a kullukta bulunabilme, namaz, oruç ve hac gibi ibadetleri yerine getirebilme, bu sistemin doğru çalıştırılmasına bağlıdır. Biz, namaz kılmakla, Allah’ın huzurunda el pençe divan durmakla, kıraatte bulunmakla vs. neyin hâsıl olduğunun farkında olmadığımız gibi, bunların nasıl geriye dönüşü olacağını da bilemiyoruz. Hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre, hakkı verilmeden kılınan bir namaz öbür tarafta insanın yüzüne çarpılacak; aynı namaz şart ve rükünlerine uygun eda edildiğinde ise insan için enîs ü celis olacak ve berzah yolculuğunda onu yalnız bırakmayacaktır. (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/352; Abdurrezzak, el-Musannef 3/56)

Öte yandan namazın yanı sıra cesetle yerine getirdiğiniz diğer bütün ibadetlerinizle siz cesedinizi terbiye etmiş oluyorsunuz. İbadetlerin fizikî ve anatomik yapısı itibarıyla insana bir kısım faydaları olabilir. Fakat ibadetler, bu tür hikmet ve maslahatlara bina edilmemiştir. Bilâkis onlar, insanın, Cennet’e ehil hâle gelmesi, Cennet’te ebediyete ermesi, Rüyetullah’a mazhar olması ve Allah’ın razı olacağı bir kıvama ulaşması için vaz’ edilmiştir. Yani namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerin dünyaya bakan bir kısım faydaları ve nefis terbiyesi adına bazı yararları olsa da onların asıl geriye dönüşleri ötede olacaktır.

İşte insanın ahirette bütün bu güzelliklere mazhar olmasına vesile olması yönüyle ceset, Allah’ın insana bahşettiği çok önemli nimetlerden birisidir. Onun bir nimet olduğunun vurgulanması da ilk defa Hazreti Âdem’le (aleyhisselâm) başlamıştır. Allah, meleklere Hazreti Âdem’e secde etmelerini emretmiş, İblis dışında kalan bütün melekler ona secde etmişlerdir. (Bkz.: Bakara sûresi, 2/34) İblis ise gurur, kibir ve bencilliğe kapılarak secde etmemiştir. Ruhânîler ve melekler ondaki enginliği görmüş, emre itaatteki inceliği anlamış ve secdeye kapanmışlardır. İşte bu da Hazreti Âdem’in cesedi karşısında Allah’ın ruhlarda bir saygı uyarma ameliyesidir. Değişik vesilelerle ifade ettiğim gibi, eğer Allah’tan başkasına secde edilmesi tecviz edilseydi, insana secde edilirdi. Zira o, iç ve dış yapısı itibarıyla âbide bir varlıktır.

Melekler yapıları itibarıyla emre itaatteki inceliği anlar, esrar-ı ulûhiyeti bilir, melekût âlemine açık yaşar ve bir anda bin yerde bulunabilirler. Fakat onlar maddî âleme ait hususiyetleri tam duyamazlar. İşte bu sebeple de insan gibi garip bir varlık karşısında şaşırmış ve

أَتَجْعَلُ فيهَا مَنْ يُفْسِدُ فيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ
“Orada bozgunculuk yapacak, yeryüzünü fesada verecek, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” (Bakara sûresi, 2/30)

demişlerdir. Zira insan, fokur fokur şehvet, bencillik, fahir, gazap ve rasyonellik kaynayan ve bu yönüyle de mesâvîye açık yaratılan bir varlıktır. Fakat o, bütün bunları terbiye altına aldığı takdirde bir anda Allah’ın makbul, mahbup ve mahmud bir kulu derecesine yükselebiliyor. Allah, bütün bu izafî şerlerle hayırlar yaratıyor. Demek ki melekler onun bu yönünü bilemiyorlar. İnsan, gerek ruhî gerekse bedenî yapısı itibarıyla ve bu ikisi arasındaki münasebetle öyle mânâlar ifade ediyor ki bu, kitaplarla anlatılamaz.

İşte İslâm’ın aslî hüviyetiyle, gerçek derinlik ve enginliğiyle anlaşılması, yaşanması ve anlatılması, bu organizasyonun hiçbir parçasını ihmal etmeden hepsini yerli yerinde kullanmakla mümkündür. Evet akıl, vicdan, ruh ve ceset ne için var edilmişse, bunların hepsi, eskilerin ifadesiyle “mâ hulika leh”inde yani yaratılış gayesi istikametinde kullanılmalıdır. Çünkü insan, bunlardan bir tanesini bile ihmal ettiği takdirde üstlenmiş olduğu vazife ve misyonu hakkıyla eda edebilmesi mümkün değildir.

[1] Gülen, M. Fethullah, Ruhumuzun Heykelini Dikerken 1/27

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İslam’ın Esası İstikamettir

Soru: Resûl-i Ekrem’in (s.a.s) “Beni, Hûd ve benzerleri ihtiyarlattı.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 17/286) sözünü nasıl anlamalıyız?

Cevap: Beyhakî’nin rivayetinde Peygamber Efendimiz’e “Hûd sûresinde sizi ihtiyarlatan şey nedir? Peygamber kıssaları mı, yoksa ümmetlerin helâk edilmesi mi?” şeklinde bir soru yöneltildiğinde Efendimiz, “Bunların hiçbirisi değil,sûrede belimi büken şey, Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Emredildiğin gibi dosdoğru ol!’(Hûd sûresi, 11/112) sözüdür.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, 4/82) buyurmuştur. Esasında Efendimiz’in belini büken çok daha fazla sûre ve âyet vardı. Fakat O, bu âyeti özellikle zikretmiştir. Zira istikamet emrinin ucu açıktır. Burada beş vakit namaz kılma veya bir ay oruç tutma gibi belirli bir sınır konulmamıştır. Semavî vahyi kendi enginliği içinde anlamaya müsait bir vicdana sahip olan Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu âyetten çok engin manalar çıkarıyordu. Dolayısıyla O’nun açısından bu emrin yerine getirilmesi çok zordu.

Elbette herkes bu tür âyetleri kendi kamet-i kıymetine göre anlayacaktır. Bu âyetle kastedilen mükellefiyetin ne olduğunu sıradan bir insana soracak olsanız o, “Eğer beş vakit namazını şart ve rükünlerine uygun olarak kılar, orucunu hakkıyla tutar, varsa mallarının zekâtını verir, imkânların elveriyorsa hacca gider ve büyük günahlardan da uzak durursan istikamet içinde olursun.” der. Bir başkası buna şöyle cevap verebilir: “Eğer farz ve vacipleri hassasiyetle eda eder, haramlardan sakınır, mekruhlara karşı dikkatli davranır, mekruhtur korkusuyla bir kısım mubahları terk eder, yani takva dairesi içinde bir hayat yaşarsan istikamet içinde olursun.”

Efendimiz istikameti nasıl anlamıştı?

Fakat Efendimiz’in kendi adına bu âyetten anladığı mana, bunlardan çok daha farklıdır. Belki de bu yüzden O (sallallâhu aleyhi ve sellem), ayakları şişinceye kadar geceleri ibadet ediyordu. Hususiyle yaşının ilerlediği dönemlerde ayakta duramayacak duruma geldiğinde nafile namazlarını oturarak devam ettiriyordu. Sahabeden öğrendiğimize göre bazen tek bir rekâtta Bakara, Âl-i İmran ve Nisa sûrelerini bitirdiği oluyordu. Secdeye kapanıyor, mü’minleri kâinat kitabı üzerinde tefekkür etmeye davet eden âyetleri tekrarlıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir gün O’nun bu durumu karşısında, “Ya Resûlallah! Cenâb-ı Hak, geçmiş ve gelecek günahlarını affettiği hâlde, neden bu kadar kendine eziyet ediyorsun?” diye soran Hz. Âişe’ye, “Şükreden bir kul olmayayım mı ya Âişe?” cevabını vermişti. (Buhârî, teheccüd 16; Müslim, salâtü’l-münâfikîn 81) Demek Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) istikameti böyle bir enginlikte anlamıştı.

Bu sebepledir ki sahabeden öğrendiğimize göre bu âyet indikten sonra onun saçlarında beyazlar görülmeye başlamıştı. Kendisine bu durum hatırlatıldığında da, “BeniHûd sûresi yaşlandırdı.”mukabelesinde bulunmuştu. İsterseniz siz buna, “Hûd suresi belimi büktü ve beni iki büklüm hâle getirdi.” diyebilirsiniz. Zira söz konusu âyet öyle mutlak bir hüküm ortaya koymuştu ki onun belirli amelleri ifa etmek suretiyle kayıtlanması mümkün değildi. İstikametin sınırı belli olmadığı için ne kadar amel yapılırsa yapılsın yine de âyetin gereğinin yerine getirildiği iddia edilemezdi. Bu açıdan Allah’tan gelen bütün emirler karşısında tam bir sabır, tevekkül, teslimiyet, tefviz ve sika kahramanı olan Nebiyy-i Ekrem’e bu âyet çok ağır gelmişti. Zira Onun duyuşu, anlayışı çok derindi.

Büyük zatlardan birisi Allah’a şükürle ilgili şu mülâhazalarını dile getirir: “Ya Rabbi, Sana şükrümü nasıl eda edebilirim ki! Senin beni şükretmeye muvaffak kılman bile ayrıca bir nimet olması dolayısıyla bir şükür ister. Benim yaptığım her bir şükre de şükretmem gerekir. Ömür boyu hiç durmadan Sana şükretsem yine de Senin ihsan ettiğin nimet ve lütufların şükrünü eda edemem.” Meseleyi Sadi’nin Gülistan’ındaki ifadesiyle de ele alabiliriz: O, “Her bir nefes için iki şükür gerekir.” diyor. Zira insan nefes alamasa öleceği gibi, aldığı nefesi veremediği takdirde de ölür. Allah, bir nefes alıp vermede bile insana iki defa hayat bahşediyor. İnsanoğlu kendisine küçücük bir iyilikte bulunan kimselere bile teşekkür etmeyi borç bildiğine göre, onu baştan aşağı nimetler içinde yüzdüren Rabbine karşı acaba nasıl şükretmelidir! Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu meselenin şuurunda olduğu için “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!” âyeti karşısında iki büklüm oluyordu.

İstikametin Ölçüsü

Allah Resûlü’ne ittiba eden ve O’nun arkasında saf bağlayan mü’minlere düşen vazife de bu anlayışı yakalamaya çalışmak olmalıdır. Onlar birer “hel min mezid (daha yok mu?)” ferdi olarak yaptıkları kulluğu hiçbir zaman yeterli görmemeli ve sürekli çıtayı yükseltmeye çalışmalıdırlar ki istikameti yakalayabilsinler. Zira Allah Teâlâ istikamet üzere olan kullarına şu müjdeyi vermiştir: وَأَنْ لَوْ اِسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرِيقَةِ لَأَسْقَيْنَاهُمْ مَاءً غَدَقًا “Eğer onlar, Allah’ın yolunda dosdoğru yürüselerdi, onlara bol yağmur verir, rızıklarını bollaştırırdık.” (Cin sûresi, 72/16) Âyetin mealini biraz daha açarak şöyle diyebiliriz: “Eğer siz istikametin peşinde olur, istikameti takip eder ve istikamet içinde olursanız, ben de sizi nimetlere gark ederim.”

Bu açıdan mü’minlerin istikamet üzerinde derin derin düşünmesi gerekir. Acaba doğruluğun ölçüsü nedir? “Doğru ol” emriyle Allah bizden ne istemekte, nasıl bir kulluk performansı ortaya koymamızı talep etmektedir? Hiç şüphesiz bunu anlamanın ve yaşamanın yolu, peygamberlerin kutlu yoluna tâbi olmaktan geçer. Geçmiş kavimler hayatlarını istikamet içinde geçirebilmek için kendilerine gönderilen peygamberlerine uymalıydılar. Ümmet-i Muhammed’in, istikameti yakalayabilmesinin tek çaresi de bütün peygamberlerin hakikatlerini kendinde toplayan ve makam-ı cem’in sahibi olan Efendimiz’e uymaktır. Bu açıdan şayet biz de Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi müstakim bir hayat yaşamak istiyorsak, O’nun sünnetine ittiba etmeli ve O’nun yolunu takip etmeliyiz. Eğer bunu başarabilir ve istikametimizi kaybetmezsek, Allah da bize yerden ve gökten bereketler ihsan edecektir.

Şayet bir kavim doğruluktan ayrılmış ve istikametini kaybetmişse, Allah’ın ihsan ettiği nimetler bile onları baştan çıkarmaya matuf olabilir. Allah’ın, başlarından aşağıya yağdırdığı nimetler onların küstahlaşmasına sebep olabilir. Sahip oldukları servetler, makamlar, imkânlar onları baştan çıkarabilir de her geçen gün daha da şımarıklaşırlar ve öyle bir gün gelir ki, فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun ki böylece zulmedip duran o güruhun kökü kurutuldu.” (En’âm sûresi, 6/45) âyetinde de ifade edildiği üzere Allah bu zalim kavmi hak ile yeksan eder. Yani bu kişilerin nail oldukları nimetler kendileri için birer mekr-i ilâhî, birer istidraç olur.

Evet, insan için yakalanması gerekli en önemli hedef, istikamettir. Yani peygamber yolunda olup olmama meselesidir. Hiç kimsenin peygamberlerin seviyesine ulaşması mümkün değildir. Fakat önemli olan, ulaşma gayreti içinde olmak ve onların sahip oldukları özelliklere sahip olmaya çalışmaktır.

Denebilir ki İslâm’ın esası istikamettir. Bu sebepledir ki biz her gün namazlarımızda, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allah’ım bizi sırat-ı müstakime (ifrat ve tefritlerden uzak, dosdoğru yola, Senin yoluna) hidayet eyle!” (Fâtiha sûresi, 1/6) duasıyla Allah’tan istikamet talep ediyoruz. Yani Allah’tan günde kırk defa ifrat ve tefrite düşmeden, hiçbir şeyde aşırıya kaçmadan ve atalete saplanmadan istikamet içerisinde bir hayat yaşamayı istiyoruz. Peygamber Efendimiz’in, kendisinden nasihat isteyen bir sahabeye, قُلْ رَبِّيَ اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقِمْ “Rabbim Allah de, sonra da istikametten ayrılma!” (Tirmizi, zühd 61; İbn Mâce, fiten 12) buyurması da istikametin ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Bu sebeple bize düşen, günde kırk defa lisanımızla istikamet talebinde bulunmakla yetinmeyerek onun arkasına düşme, onu elde edebilecek yollara tevessül etme ve bir ömür boyu müstakim bir hayat yaşama azm u cehdine sahip olmadır.

Her Uzvu Yaratılış İstikametinde Kullanma

İstikamet içinde olmanın önemli bir gereği, her uzvun yaratılış istikametinde kullanılmasıdır. Allah insana elini, ayağını, gözünü, kulağını, dilini, dudağını büyük bir nimet olarak ihsan etmiştir. İnsan çoğu zaman, bunların gerçek kıymetini ve kendisi için ne büyük birer nimet olduklarını ancak onlardan mahrum kaldığında anlayabilir. Beled sûresinde yer alan, أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ * وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ * وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ “Biz ona görmesi için gözler, gönlüne tercüman olacak dil ve dudaklar vermedik mi? Ona hayır ve şer yollarını göstermedik mi?” (Beled sûresi, 8-10) âyetleri de insana bu nimetlerin kadr ü kıymetini hatırlatarak onu tefekkür ve şükre sevk eder.

Bu durumda insana düşen vazife, günahlara nazarla gözünü, nâseza nâbeca sözleri dinleyerek kulağını, gıybet, yalan ve iftira gibi haramları konuşarak dilini kirletmemesi; haramlara el uzatarak veya günaha doğru adım atarak el ve ayaklarını sakatlamamasıdır. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha günah, haram, münker veya fuhşiyat olarak isimlendirilen olumsuz fiillerin neler olduğunu açıkça beyan etmiştir. İnanmış bir mü’mine düşen vazife, sahip olduğu duyu ve uzuvların her birerlerini helâl dairede ve yaratılış istikametinde kullanmaktır. Aksi takdirde, حَتَّى إِذَا مَا جَاءُوهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَأَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُم بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Nihayet ateşin yanına geldiklerinde kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları işleri söyleyip kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.” (Fussilet sûresi, 41/20) âyetinin de işaret ettiği üzere ahirette onun bu uzuvları, aleyhinde şahitlik edecektir.

Evet, asıl olan, her uzvun yaratılışı istikametinde kullanılmasıdır. Mesela gözün vazifesi kâinat kitabını doğru okumak, ondaki hâdiseleri hallaç etmek ve böylece kendisini Zat-ı Ulûhiyet’e götürecek yollar bulmaktır. Eğer insan bunun yerine gözünü günahlara bakmakta kullanırsa ahirette bu göz Allah’a karşı, “Allah’ım senin bu kulun, ‘Mü’min erkeklere, gözlerini haramdan sakınmalarını ve ırzlarını muhafaza etmelerini (iffetli ve namuslu yaşamalarını) söyle.’ (Nûr sûresi, 24/30) âyetinin emrine muhalif davrandı. Benim yaratılış hikmetime muhalif harekette bulundu.” diyecek ve sahibinden şikayetçi olacaktır. Zira bu dünyada günahlarla kirlenen ve manen körelen bir gözün ahirete ait görme ufku daraltılmış ve ahiretteki nasibi elinden alınmış olur. Artık böyle bir göz öbür âleme ait güzellikleri sahip olduğu potansiyele uygun olarak göremez.

Aynı husus diğer uzuvlar için de geçerlidir. Kulağın yaratılış hikmeti, Allah’ın kelamına, Peygamberin beyanına ve ilhamını bu kutsi kaynaklardan alan büyük zatların sözlerine kulak vermektir. Eğer bunun yerine kulak lağviyat ve lehviyat kirleriyle kirletilirse o, sahip olduğu potansiyel kabiliyetlerden mahrum kalacağı için ahirette duyulacak güzellikleri duyamaz. Kim bilir ahirette bir nebi sözünü veya sahabi kelamını duymak ne kadar güzeldir! Hele Cenâb-ı Hak’tan tek bir kelime bile duymak, insanı orada zevkten bayıltır. Fakat burada günahlarla kirlenen bir kulağın bu güzellikleri duyması mümkün değildir.

Aynı şekilde burada yalan, gıybet ve iftira gibi günahlarla kirletilen bir dilin, bu mübarek sözlere mukabelede bulunması mümkün değildir. Keza burada haramlar arkasında koşan, gitmemesi gereken yerlere giden bir ayağın ahirete ait yürüme istidadı elinden alınmış olacaktır. İnsan burada sahip olduğu âlât u edevatı kirletmiş, onların kolunu kanadını kırmışsa, öbür âlemde bu kırık dökük şeyler onun bir işine yaramayacaktır. Dolayısıyla ahirette her şeyi konuşturan Allah, bu uzuvları da konuşturacak, onlar da -hafizanallah- sahibi aleyhine şahitlikte bulunacaktır.

Bu kişilere ahirette kendi uzuvlarının yapmış olduğu şahitliğe itiraz etme hakkı da verilmeyecektir. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا اَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “O gün ağızlarına mühür vururuz da elleri bize konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” (Yâsin sûresi, 36/65)  Kur’ân’ın ifadesiyle, dünyada bazılarının yaptığı gibi orada da ağızlar mazeret beyanına kalkıp şöyle diyecek: “Başımızda bulunanlar bizi yoldan çıkardı. Onlar bize musallat olmasalardı biz bu hallere düşmezdik.” (A’râf sûresi, 7/38; Ahzâb sûresi, 3/67) İhtimal ahirette ağızlar bu tür diyalektiklere kalkışacaklarından, Allah onları mühürleyecek ve konuşmalarına müsaade etmeyecektir. Ağızlar sustuktan sonra da diğer uzuvlar işlenen hataları anlatmaya başlayacaktır.

Evet, bu dünyadaki bir kısım hata ve günahlar, öbür dünyada mahiyetini bilemeyeceğimiz çok farklı bir şekilde sahibine dönecektir. Bu açıdan insan burada öyle işler yapmalı, sahip olduğu her bir uzvu öyle isabetli yerlerde kullanmalıdır ki onların ahiretteki geriye dönüşleri insanı memnun ve mesrur etsin; âdeta onu kanatlandırarak Cennet yamaçlarında dolaştırsın. Sahip olduğu uzuvları günahlarla köreltmek ve kabiliyetlerini öldürmek yerine, yaratılış istikametlerinde kullanmak suretiyle onları daha da inkişaf ettirsin. Bunun yolu da bir ömür boyu doğruluktan, istikametten ayrılmamak, sırat-ı müstakimi bırakarak patikalara sapmamaktan geçer.

Adanmışların Yolu

Ne var ki istikameti korumak öyle kolay değildir. Çoğu insanın hayatı zikzaklarla doludur. Bazı insanların bir yere kadar melek gibi olduğunu müşahede eder, âdeta soluklarında Cibril’in soluklarını duyar gibi olursunuz. Fakat o, doğruluğu bir fıtrat hâline getirememişse, yapmacık tavırlarla insanlara farklı görünmeye çalışıyorsa, bir gün damarına bastığınızda gerçek karakteri hortlayıverir. Kendisini boğulmaktan kurtaran ve sudan geçmesine yardımcı olan adamı sokan akrebin “Ne yapayım, huyum bu!” demesi gibidir bu kişilerin durumu. Bu açıdan önemli olan, insanın iyilik ve güzelliklerde sabitkadem olabilmesidir.

İstikameti yakalayamamış kişilerin başkaları nazarında inandırıcı olmaları da mümkün değildir. Bir gün öyle, bir gün böyle hareket eden insanlar başkalarına güven vaat etmezler. Siz, olabildiğine hasbî davranan, ruhunun abidesini ikame etme uğruna her türlü fedakârlığı göze alan ve hiç kimseden hiçbir şey beklemeyen müstağni ruhlu birisi olsanız bile, bu durumunuzu sürekli hâle getirmedikçe, zikzak çizmeyi bırakmadıkça inandırıcı olamazsınız. Mü’minin nabzını tutan insanlar onda hiçbir aritmiye şahit olmamalıdır. Eğer muhataplarınız bir, iki, üç… sene nabız yoklaması yaptıktan sonra kalbinizin çok ritmik attığını görürlerse size inanırlar. Bu açıdan tebliğ ve irşat faaliyetinde bulunan adanmışlar açısından da istikametin hayatî bir önemi vardır.

Nebiler, sıddîkler, şehitler ve salihler bugüne kadar defalarca test edilmiş ama hiç zikzak çizmemişlerdir. Onların Allah tarafından tebcil ve takdir edilmelerinin sebebi de budur. Onlar, hem bela ve musibetlere maruz kaldıkları acı günlerinde hem de nimet ve bolluğa eriştikleri tatlı günlerinde hep istikametlerini korumuşlardır. Ne nimetlerin sağanak sağanak başlarından aşağı boşalması onları küstahlaştırmış ne de yaşadıkları bir kısım mahrumiyetler onları şikâyete sevk etmiştir. Onlar her zaman elif gibi dimdik ayakta durmasını başarmışlardır. Bu sebeple de arkalarından gelenler için hep bir üsve-i hasene (güzel örnek) olabilmişlerdir.

Evet, elif gibi dosdoğru olmayan, sürekli kavisler çizen, bir oraya bir buraya savrulan insanların hedefe ulaşması mümkün değildir. İki nokta arasındaki mesafeyi en hızlı ve en kısa yoldan kat etmenin yolu, sağa sola sapmadan dümdüz ilerleyebilmektir. Eğer Allah’a karşı samimi bir kul, insanlar nazarında da güvenilir birer rehber olmak istiyorsanız, istikametten ayrılmamalı, hep doğru düşünmeli, doğru konuşmalı ve doğrunun arkasından koşmalısınız. Ne hevesatımızı tetikleyen dünyanın cazibedar güzellikleri ne makam ve mevkiler ne de maruz kalınan zulüm ve baskılar bize zikzak çizdirmemelidir. İnsanın bu konuda ortaya koyacağı ceht ve gayret onun için çok önemli bir ibadettir.

Kur’ân-ı Kerim, bize öğrettiği, رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا “Allah’ım bizi hidayete erdirdikten, hakikati gösterdikten sonra kalbimizi kaydırma!” (Âl-i İmrân sûresi, 3/8) duasıyla bize sabitkadem olmanın önemini göstermektedir. Zira menkıbelerde anlatıldığına göre ilmiyle ve ibadetiyle temayüz etmiş bulunan Bel’am İbn Baura veya Bersisa gibi niceleri, devvar-ı gaddarın saldığı oltaya veya attığı ağa takılmış ve şeytana av olmuşlardır. Varsın dünya bize küssün, varsın arkasını dönüp bizden kaçsın. Ahirete talip olan insanların dünya gibi bir derdi olmamalıdır. Ruhunun abidesini ikame etmeye kendini adamış olanlar, Allah rızasının dışında hiçbir şeyin arkasından koşmamalıdır.

İslâm’ın insan tabiatı ile bütünleşmesi

Soru: İslâm’ın, insan tabiatının bir yanı ve derinliği hâline gelmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: İslâm’a ait nazarî bilgilerin, insan vicdanında mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun şekilde duyulup hissedilebilmesi ve onların zamanla insan tabiatının bir derinliği hâline gelmesi öncelikle nazarî bilginin amele dökülmesinin olmazsa olmaz bir şart olduğunun bilinmesine bağlıdır. Bazı felsefeciler “amelî akıl” ve benzeri mefhumlarla esasında bu meseleye dikkat çekmiş, sofiler de “seyr u sülûk-i ruhânî” gibi yol ve sistemlerle bu konu üzerinde durmuşlardır.

Mesela felsefecilerden Bergson, hakikatin ancak vicdanî duyuş ve sezişle bulunabileceğini ifade ederken; Kant da, Allah’ın amelî akılla bilinebileceği üzerinde durmuştur. Batı kültürü içinde yetişmiş bu filozofların hakikate ne kadar aşina olduğunun ve bizi ne ölçüde hakikate aşina kılacağının münakaşası her zaman yapılabilir. Bu, ayrı bir meseledir. Fakat şurası bir gerçek ki, Allah’ın bilinmesi mevzuunda çoğu zaman sizin ortaya döktüğünüz deliller sadece nazarî bilgi olarak kaldığında iman ve İslâm’a ait esasların koruma altına alınmasında bu durum yeterli olmayabilir. Evet, nazariyatta kalmış her türlü bilgiyi ve delili bir muhalif rüzgâr alıp götürebilir. Bu açıdan nazarî bilgilerin mutlaka amel blokajı üzerine oturtulması gerekir.

Kurtuluş yolu: İman ve salih amel

Aslında Kur’ân-ı Kerim,

لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ إِلَّا الَّذِينَ أٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
“Andolsun biz insanı ahsen-i takvîme mazhar olarak yarattık. Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna…” (Tîn sûresi, 95/4-6)

ifadeleriyle insanın hüsrandan ve esfel-i safiline gitmekten kurtuluşunu, iman ve salih amele bağlamıştır.

Âyette hem iman, hem de amel için fiil kalıbının kullanılması, kurtuluş için iman ve ameldeki sürekliliğe işaret etmektedir. Bu açıdan insan, hiçbir zaman dünkü imanını yeterli görmemeli ve tıpkı sahabe efendilerimiz gibi yanındakilere, “Hele bir gelin de Allah’a yeniden iman edelim.” (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/265) diyerek imanını sürekli yenileme gayreti içinde olmalıdır. Siz, daha önce imansızlığa ait bütün problemleri halletmiş ve onları idama mahkûm etmiş olabilirsiniz. Fakat iman adına elde ettiğiniz bu kazanımları kaybetmemek için hiçbir zaman ulaştığınız noktayı yeterli görmemeli ve imanınızı her gün bir kere daha yenilemenin yollarını aramalısınız.

İmanın ardından, arızasız, kusursuz, riyasız, süm’asız, süreklilik arz eden salih amel üzerinde durulmuştur. Salih amelin kapsamı çok geniştir. Allah’a imandan ibadet ü taate, ondan anne baba hukukuna riayete, ondan da mü’minlerin haklarının korunmasına kadar yapılması gereken bütün ameller, salihât kategorisi içinde mütalaa edilir. Salih amel için de fiil kipinin kullanılması, insanın bir kere salih amel yapmakla yetinmemesi, âdeta kendisini salih amel çağlayanına salması ve hayatını hep bu akıntı içinde sürdürmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Aynı mazmunu Asr Sûresi’nde de görebilirsiniz. Bu sûrede de, insanın hüsranda olduğu ifade edildikten hemen sonra, bundan kurtuluşu, iman ve salih amele bağlanmıştır. İnsan mahiyetinde “kuvve-i şeheviye”, “kuvve-i gadabiye” ve “kuvve-i akliye” gibi menfiliğe de açık bir kısım güç ve duygular bulunmaktadır ki, bunlar her zaman insanı hüsrana sürükleyip batırabilir. İşte zikredilen bu iki sûrede Cenâb-ı Hak, insanı zehirleyecek bu tehlikelere karşı panzehir olabilecek reçeteyi bizlere göstermiştir. Bu hakikati anlatma sadedinde İmam Şafiî, “İnsanlar, Asr sûresini, önünü, arkasını düşünüp değerlendirerek “tedebbür” etseler bu, onlara yeterdi.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/3) demiştir.

Acz u fakr şevk u şükür

Sofîler de, Müslüman şahsiyetinin oluşması ve insanın yeni bir fıtrat kazanması adına seyr u sülûk-i ruhânîyi tavsiye etmişlerdir. Fakat bunun da kendine göre değişik yol ve yöntemleri vardır. Büyük zatlar, biraz da kendi yaşadıkları dönemde Müslümanları baskı altına alan faktörleri göz önünde bulundurmuş ve bunlara karşı mücadele etmeye müsait sistemler kurmuşlardır. Kimisi sistemini yedi nefis mertebesine bağlarken kimisi de sistemini letâif-i aşere (on latîfe) üzerine tesis etmiştir.

Hazreti Pîr ise, vaz’ ettiği sistemi, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak olmak üzere dört esasa bağlamış ve bir de bunların mütemmimi olabilecek iki esastan bahsetmiştir ki, bunlar da şefkat ve tefekkürdür. (Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.17 (Dördüncü Mektup); Sözler s.518 (Yirmi Altıncı Söz, Zeyl)). Bu sistem, potansiyel insanın hakikî insan olabilmesi ve kemale erebilmesi için takip edilmesi gereken bir yoldur. Fakat bir insanın bu esasları kabullenmesi ve içine sindirmesi ciddî bir cehd u gayrete vabestedir.

Bu esasların birincisi olan acz-i mutlak, insanın arzu ettiği her şeyi yapamamasının şuurunda olması demektir. Hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’ın belirlemiş olduğu plan ve programa göre meydana geliyor ve biz çoğu zaman bunlara müdahale edemiyoruz. Bu konuda iradenin fonksiyonunu inkâr etmesek de, neticeleri yaratanın Allah olduğu da muhakkak. Öyleyse insan, Sonsuz Kudret ve Sonsuz İrade karşısında kendisini deryada damla gibi görmeli ve O’nun karşısındaki yerini ve konumunu kabul etmelidir.

Fakr-ı mutlak ise insanın, her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Allah olduğu gerçeğini kavraması demektir. Sahip olduğumuz her şey O’ndan. Bizi varlığa erdiren, belli imkânlara mazhar kılan, Müslüman yapan, Nebiler Sultanı’nı (sallallahu aleyhi ve sellem) tanıtan, hiçbir liyakatimiz olmadığı hâlde bize yüksek ufukları gösteren, bizi yüksek ideallere bağlayan ve bunları realize etmeye bizi sevk eden O’dur. Biz, Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini bir kenara bırakarak kendimiz adına bir tekmil vermeye kalksak, elimizde hiçbir şey kalmayacaktır. O hâlde bedenimiz, aklımız, hissimiz, fikrimiz ve sahip olduğumuz daha başka şeylerin hepsi O’ndansa, biz neyiz? Biz, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, O’nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesinin gölgesi, zıllî birer varlığız. O’nun karşısında bize, deryada damla bile denemez. (Bediüzzaman, Mektubat s.61-62 (On Beşinci Mektup, Altıncı Sual))

Tefekkür ve şefkat

Zikredilen bu esaslar çok önemli olsa da, onlar sadece birkaç kez okuma ve üzerinde düşünmekle tam mânâsıyla insan tabiatıyla bütünleşemez. Bunların insanın tabiatının bir derinliği haline gelmesi, ciddî bir teemmül, tedebbür ve tezekküre bağlıdır. İnsan, Kur’ân ve kâinat üzerinde derinlemesine düşünmeli ve her sohbeti evirip çevirip bu mülahazaların açılımına bağlamalıdır. O, neye malik olduğunu, ne kadar sermayesinin bulunduğunu ve ne kadar gücünün var olduğunu sürekli düşünmelidir. Esasında insanın şevk ü şükür mülâhazalarına ulaşması böyle bir aktif düşünce sistemine bağlıdır.

Mesleğimizin esaslarından bir diğeri olan şefkat ise, insanlığa karşı merhametli olmak ve ölesiye başkalarını kurtarma gayreti içinde bulunmak demektir. Hatta insan, sahip olduğu şefkat duygusunu sadece insanlıkla da sınırlı tutmayarak onu bütün bir varlığa yaymalı ve hemen her fırsatta bu duyguyu derince sergilemelidir. Öyle ki o, yerde çırpınan bir arının karşısında ağlayacak ölçüde engince bir şefkate sahip olmalıdır.

Hiç şüphesiz böyle bir şefkat duygusunun kazanılması da, tefekkür ve tedebbürün yanında, güçlü bir ahiret inancına sahip olmaya bağlıdır. Zannediyorum enbiya-i izamdaki o fevkalâde heyecan ve helecan da, su-i akıbet endişesiyle, hüsn-ü akıbet iştiyakından kaynaklanmaktadır. Çünkü onlar, başıboş bırakılan insanların Cehennem’e yuvarlanacağını bilmekte ve öbür tarafta bütün debdebe ve ihtişamıyla salınıp duran bir Cennet’in varlığına da kesin olarak inanmaktadırlar. İşte bu sebepledir ki onlar, insanları böyle bir Cennet’e sevk edebilme adına bütün ceht ve gayretlerini ortaya koymuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de iki âyet-i kerimede az farkla, “İnanmıyorlar diye, neredeyse kendini öldüreceksin.”(Şuarâ sûresi, 26/3; Kehf sûresi, 18/6) hitabına muhatap olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hâli de, ondaki bu engin mülâhazalardan kaynaklanmaktadır.

Evet insan, gerek Hazreti Pîr’in ortaya koyduğu bu yolla gerekse daha başka yol ve yöntemlerle âdeta bir helezonda yükseliyor gibi yukarılara çıkmaya çalışmalıdır. O, bir taraftan bulunduğu makamın hakkını verirken diğer yandan da sürekli nazarlarını daha yüksek makamlara dikmeli ve doyma bilmeyen bir mârifetullah yolcusu gibi her zaman, “Daha yok mu?” demelidir. Eğer, bulunduğu makamda mazhar olduğu varid ve mevhibeleri iyi değerlendirebilirse bu, onun içinde yeni şeylere karşı iştiyak uyaracak ve böyle bir yolcu sürekli değişik kapılar çalacaktır.

İstikamet ve kesintisiz gayret

İçinde uyanan iştiyaklar istikametinde hareket eden böyle bir hak yolcusu sürekli çıtayı yükseltmeye çalışacak ve yükselttikçe de buna göre hareket etme imkânı doğacaktır. Böylece o, salih bir dairenin içine gireceğinden, sürekli içinde yeni iştiyaklar oluşacak ve bu iştiyaklarla da yeni mertebelere talip olacaktır. Yani insan şart-ı adi planında gayretini ortaya koyduğu zaman, asıl şart olarak ilâhî meşiet taalluk edecek ve onu arzu ettiği mertebelere ulaştıracaktır.

Elbette bütün bunların birdenbire içselleştirilmesi ve insanın tabiatı hâline gelmesi mümkün olmayacaktır. Bu, ciddî bir gayrete vabestedir. Gerçi bazı hususî durumlarda harikulâdelikler gerçekleşebilir ve insanlar birdenbire insanî kemalâtın zirvesine ulaşabilirler. Mesela Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda kısa bir süre kalan insanlar sahabî olma ufkuna ulaşmıştır. Çünkü O’nun huzuru, muhataplarını derinden derine etkileyen bir insibağ atmosferidir. O’nun hâli, tavrı, oturuşu kalkışı, sükûtu, konuşması, yüzündeki yer yer ürperti, zaman zaman da sevinç ifade eden çizgileriyle hep Allah’ı hatırlatır. O, yanındakilere her hâliyle Allah’ın huzurunda olduğunu hissettirir.

Aynı şekilde Nebiler Serveri’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra gelen bazı Allah dostları da, atmosferlerine giren insanları bazen bir nefhada insan-ı kâmil olma ufkuna ulaştırabilirler. Mesela Hazreti Pir-i Mugan’ın etrafında yer alan Tahiri Mutlu, Hasan Feyzi, Hafız Ali ve Hulusi Efendi gibi yüksek istidatlarda bu dikey yükselişi görebilirsiniz.

Fakat bütün bunlar ender-i nadirattandır, süreklilik arz etmez. Çünkü o, bir ikram-ı ilâhîdir. Bu ikram-ı ilâhî, enbiya-i izamda bir mu’cize şeklinde tezahür ederken, evliya-i kiramda ise bir keramet şeklinde ortaya çıkar. Bu meselenin objektif olanı yani herkes için her zaman başvurulabilecek şekli ise, bu konuda iradenin hakkını vermekten geçmektedir.

Biz, kendi değerlerimizi tabiatımızın bir derinliği hâline getirmek istiyorsak, beslenme kaynaklarımızla aralıksız bir iştigal içinde bulunmaya çalışmalı, oturup kalktığımız her yerde sohbet-i cânan demeli ve bütün konuşma ve sohbetlerimizi bunlar üzerinde örgülemeliyiz.

Bir de unutulmamalıdır ki, insan Allah’a kulluk konusunda ciddî cehd ü gayret sarf ederse, Allah da ona yardımcı olacaktır.

Sen Mevlâ’yı seven de, Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de, Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında, canlar feda eylesen,
Emrince hizmet etsen, Allah ecrin vermez mi?

Siz Allah’a teveccüh ederseniz, O da size teveccüh muamelesinde bulunur; siz, nazarlarınızı O’na yöneltirseniz, O da size bakar; siz kalbinizi O’na açarsanız, O da bu kalbi boş bırakmaz.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, insan, İslâm’ı yaşamayı tabiatı hâline getirebilirse, bir kısım ibadet ve mükellefiyetleri yerine getirme hususunda çok fazla zorlanmayacaktır. Mesela uykuyu bölerek gecenin bir vaktinde kalkma ve teheccüt namazını kılma, nefse ağır gelen bir ameldir. Fakat insan, bunu âdet hâline getirmiş, tabiatına mal etmiş ve âdeta Allah’la gizli bir vicdanî mukavele yapmışsa, yataktan kalkma konusunda çok rahatsızlık duymayacaktır. Belki ilk anda uykunun verdiği mahmurluğun etkisiyle bir sarsıntı yaşayacaktır ama kendisini namaza salıp da namazını duayla taçlandırdığı ve içini Allah’a dökmeye başladığı zaman kendi içinden, “Ne iyi ettim de uyandım ve gecenin bu tenha saatlerini Rabbimle münasebetim adına değerlendirdim!” diyecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İslamî denge ve mürşid ihtiyacı

İslâm bir denge dinidir. Maddî ve mânevî âlem adına koymuş olduğu ölçüler bunun şahididir; fakat bunları gösterecek dimağlara, özellikle günümüzde çok ihtiyaç var. Bu ufku yakalayamayan birçok insanın yönlendirilmeye, sürekli nezaret edilmeye ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Aksi halde böylelerinin dine ve topluma zararlı olduğu muhakkak. Şöyle ki, bahsini ettiğimiz özellikteki kişiler, ilim adamları, master ve doktora talebeleri sistemin gerektirdiği ölçüler içinde çalışıyor. Başkalarının görüş ve düşüncelerini aktarmayı ilmî çalışma olarak kabulleniyorlar. Bunu yaparken de, belki farkında değiller, ama kendi gönüllerinin ilhamlarını öldürüyor, kendi ruhlarının dilinden kilidi çözmüyor/çözemiyorlar. Dolayısıyla bugün bir çeşit, yarın bir başka çeşit konuşuyor; en son okudukları kitabın havasına giriyorlar. Dimağlarda donukluk, söylenen şeylerde zıtlıklar oluyor böylece.

Bazılarında da tam tersi geçerli. Onlar da alabildiğine serbest ve hür düşünceli, sürekli beyin firtınaları ve sancıları içinde; ama bunlar da dinin getirdiği temelleri tam anlamıyla bilemediklerinden ölçüsüz, bazen de İslâm’a zıt şeyler söyleyebiliyorlar. Bu açıdan, ilk sınıfta yer alanlara İslâm’ın hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmayan dengelerini hatırlatacak, gösterecek; diğerlerine de basit seviyede dahi olsa İslâm’ın usulüne ait değerlerini gösterecek, öğretecek denge insanlarına ihtiyaç olduğu kesin.

İstidat seviyesi ve inkişaf

Soru: Efendim, herkesin kendi istidadı seviyesinde inkişaf edebileceğini zannediyorduk. Zat-ı âlîniz, bir yazınızda, “Allah’ım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver” diyorsunuz. Bunu nasıl anlamalıyız?

Cevap: Evet, ben Allah’ın izin ve inâyetiyle istidatların aşılabileceğine, yetenek ve kabiliyetlerin geliştirilebileceğine inanıyorum. Hani bir dervişe sormuşlar, “Cenâb-ı Hak iğnenin deliğini büyültmeden, deveyi de küçültmeden deveyi oradan geçirebilir mi?” Derviş “Vallahi, benim öyle ince işlere aklım ermez; fakat ben kendimi bildim bileli hep onun dediği oluyor” demiş. İşte, ben de onun güç ve kuvvetine, şefkat ve merhametine itimat ediyorum. Dilerse bize istidadlarımızın üstünde inkişaflar nasip edeceğine inanıyorum.

Cenâb-ı Hak, her birimize bir istidat takdir buyurmuş. Biz iradelerimizin hakkını verirsek, kulluğumuzu bir aşkınlık içinde götürürsek, onun rahmetinden ümit ediyorum, bizim istidatlarımızı da değiştirir, genişletir ve geliştirir; sonra da mahiyetlerimizi yeniden onların üzerine örgüler.

Diğer taraftan, aslında ilm-i kıyâfetin (insanın şekil ve şemâiline bakarak onun karakteriyle ilgili bazı ipuçları elde etme ilmi) de bir yeri vardır: Allah (celle celâluhû) insanlara ruhlarına göre elbise giydirmiştir. Yani, sizin cismâniyet numaranız ve drobunuz ruhunuza göredir. Eliniz, yüzünüz, ayağınız, diliniz, dudağınız birer mânâ ifade eder bakmasını bilen için. Allah (celle celâluhû) olmuş ve olacağa birden baktığından ve onun için zaman söz konusu olmadığından, siz nasıl bir irade ortaya koyuyorsanız onu ilm-i ezelisiyle bilmiş ve ruhunuzu o şekilde bir kalıplaşmaya tâbi tutmuştur; ruhunuza göre bir elbise giydirmiştir size. Fakat eğer siz iradenizin hakkını verirseniz, ruhunuzda ciddî bir değişikliğe girerseniz, öyle inanıyorum ki, ilm-i kıyafet sahasıyla alâkalı konularda da ciddî değişiklikler olur. Allah Teâlâ şeklinizi-şemâilinizi, mahiyetinizi de ruhunuza uygun olarak değiştirir.

İstiğfar-1

Fethullah Gülen: İstiğfar

Soru: Günahların bulaşıcı bir hastalık gibi dört bir yanı sardığı günümüzde istiğfarın inanan gönüllere vaad ettikleri nelerdir? İstiğfar için özellikle tercih edilmesi gereken belirli vakitler var mıdır?

Cevap: Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarına göre her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar. (Bkz.: Buhâri, cenâiz 80, 93) Esasen insanın yükümlü kılındığı mükellefiyetlerdeki temel espri de doğuştan insana verilen bu aslî fıtratı korumaktır. Yani insan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği fıtrat-ı asliyeyi vefat edinceye kadar korumakla mükelleftir. Zaten münciyât (insanı sahil-i selâmete ulaştıracak ameller) kategorisinde ele alınabilecek bütün emirler fıtrat-ı asliyeyi korumaya matuf olduğu gibi, mühlikât (helâk eden, felâkete sürükleyen hususlar) olarak isimlendirilen bütün haramlar da fıtrat-ı asliyeyi bozmaya sebeptir. O hâlde insan bir taraftan helâk edici günahlara karşı sağlam seralar oluştururken diğer taraftan da sürekli, sâlih amellerin peşinden koşmalı; fıtrat-ı asliyesini, kirletmeden ve deformasyona maruz bırakmadan, muhafaza etmenin yollarını aramalıdır.

İşlenen her bir günah insan tabiatı açısından bir deformasyondur. Böyle bir deformasyon yaşayan insanın yeniden formuna girebilmesi yani tabiat-ı asliyesine dönebilmesi ise ancak istiğfarla mümkündür. Diğer bir ifadeyle, günahlar insan mahiyetinde olumsuz bir kısım değişiklikler meydana getirir. Öyle ki, günah ile kirlenen bir kalb zamanla kendi fonksiyonunu dahi eda edemez hâle gelebilir. Ayrıca her bir günah, insanı Allah’tan uzaklaştırır ve onu küfre yaklaştırır. İşte insanı küfre yaklaştıracak günahlardan kurtulma ve kalbde oluşan lekeleri silme ancak istiğfarla mümkün olur. (Bkz.: Tirmizî, tefsiru sûre (83) 1)

Koruyucu hekimlik

Esasında insan daha baştan günahın en küçüğüne bile adım atmama mevzuunda kararlı bir duruş sergilemelidir. Bu istikamette o, günaha düşmeyeceği temiz ve nezih ortam oluşturma gayreti içinde olmalı ve kendisini günaha sürükleyebilecek zeminlerden yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmalıdır. Bu ise ancak her günahta Cehennem’e yuvarlanıyor olma hissini vicdanında derinden derine duyan mü’min bir gönle müyesser olacaktır. Zaten günaha karşı kalbde bir tiksinti hâsıl olmuyorsa, o kalbin ölmüş olduğuna hükmedilebilir. Evet, hata ve mâsiyetlere karşı tepki vermeyen, günahtan rahatsızlık duymayan, yaptığı yanlışlıklardan dolayı uykuları kaçmayan bir gönül, ölmüş bir bünye gibidir. Bütün bu sebeplerden dolayı, inanan bir gönül, günaha karşı mutlaka bir tepki gösterir. Gösterilmesi gerekentepkilerin en başta geleni ise istiğfardır.

Mü’min “estağfirullah” derken, esasında muzari kipinin genişlik ve enginliği içinde “Allah’ım, ben Sen’den yarlığanma talep ediyorum/ederim/edeceğim!” demektedir. Evet, burada geçmiş zaman kipinin yerine şimdiki zaman, geniş zaman ve gelecek zaman ifade eden muzari kipinin kullanılması mânidardır. Zira bununla insan geçmişte işlediği bir günahın affedilmesi talebini bütün bir geleceğe yaymış olmaktadır. Aslında Cenâb-ı Hak, kulun bir kere yaptığı tevbe ve istiğfarı da kabul ederek onun günahlarını bağışlayabilir. Fakat insana düşen vazife, elinin, ayağının, gözünün veya kulağının kayması karşısında bir kere mağfiret talebini yeterli bulmayıp "Allah'ım, Sen'den yarlığanma diliyorum; ömrüm vefa ettiği sürece de bu talebime devam edeceğim. Bir kere af dilemeyi yeterli bulmuyorum; şu anda beni bağışlamanı istediğim gibi, bu hatamdan dolayı bir ömür boyu pişmanlık duyacak ve affedilip bağışlanma dileneceğim. Yarlığa beni Rabbim!.." diyerek, işlediği tek bir günahın dahi bir ömür boyu nedametini içinde duymasıdır. Evet, mü’min işlediği günah karşısında, kendisine sevap yolu gösterildiği hâlde günah yoluna girmesinin ne kadar ayıp olduğunu düşünmeli, Cennet gibi bir nimet vaadi karşısında günahlara dalarak onu görmezlikten gelmenin bir küstahlık olduğunu bilmeli, içten içe hep o günahın hacaletini duymalı ve böylece sürekli istiğfara yönelmelidir. Öyle ki, bazen tek bir günah için bile on bin defa istiğfar çekmelidir. Hatta kimi zaman bunu bile yeterli görmemeli, “Elfü elfi estağfirullah!” demeli ve bir milyon istiğfarı içinde birden duymaya çalışmalıdır.

Şer eğilimlerinin kökünü kesen iksir

İstiğfar, tahrip edilen mahiyeti yeniden restore ettiği gibi, aynı zamanda şerre karşı eğilim gücünün de kökünü keser. Zira sürekli istiğfar eden ve sürekli arınan bir insan, yeni bir günaha davetiye çıkaracak günah zeminini de ortadan kaldırıyor demektir. Yani böyle bir kimsenin kalbinde başka mikroplara çağrıda bulunacak bir virüs yoktur. Ayrıca bilemediğimiz şekilde Cenâb-ı Hak sürekli istiğfarda bulunan bir insanın, kötülüklere karşı eğilim hissini köreltebilir.

Diğer yandan Allah Teâlâ Furkan Sûre-i Celilesi’nde,

فَأُولَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ
“Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir.” (Furkân Sûresi, 25/70)

buyurmak suretiyle iman, salih amel, istiğfar ve tevbeyle kendisine yönelenlerin kötülüklerini iyiliklere çevireceği müjdesini vermiştir. Evet, Cenâb-ı Hak, işlenen günahlarla kirlenen sayfa ve satırları Kendisine teveccüh edilmesi vesilesiyle silebilir; boş kalan o sayfa ve satırları da, boş kalmasın diye, engin rahmetiyle güzelliklerle doldurabilir. Bu da Allah’ın rahmetinin gazabının önünde olmasının ayrı bir tecellisidir. (Bkz.: Buhâri, tevhid 22)

Üstad Hazretleri bu âyet-i kerimeyi, daha farklı bir yaklaşımla, tevbe ve istiğfar neticesinde insanın şer kabiliyetlerinin hayır kabiliyetine değiştirileceği şeklinde yorumlar. Buna göre kul, günahtan sonra sadakat izhar ederek tevbeyle yeniden Allah’a teveccüh ettiğinde Cenâb-ı Hak da, “Mademki sen Bana döndün. Öyleyse Ben de sendeki şer kabiliyetlerini hayır kabiliyetine çeviriyorum.” şeklinde mukabelede bulunabilir.

İstiğfar için önemli zaman dilimleri

Farz namazların arkasından üç kere af talebinde bulunmak sünnettir. (Müslim, mesâcid 135) İnsanın, Allah’a en yakın bir konuma ulaştıktan ve O’nun en sevdiği bir ibadeti icra ettikten sonra istiğfar etmesi şu iki hususla açıklanabilir: Birincisi, insanın kendisini namaza verememesi, ilâhî huzurun atmosferine giremeyerek hâlâ kendi dünyasında dolaşması, kendi hesaplarının arkasından koşması ki, miraç sayılan bir ibadette ortaya konulan bu tür tavırlar Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Dolayısıyla Allah’ın huzurunda, Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraçta duyduğu mânâları duyma peşinde koşması gereken bir insanın, kendisine takılması, laubali tavırlar takınması istiğfar etmeyi gerektirir.

İkinci olarak, namaz, Cenâb-ı Hakk’a yapılan tazarru ve niyazların hora geçtiği bir mevki olduğundan, onun ardından yapılan duaların ayrı bir kıymet ve makbuliyeti vardır. Dolayısıyla böyle bir makamda Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edilip günahlardan arınma ihtiyacının O’na arz edilmesi adına üç defa “Estağfirullah” denilmesi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tavsiye edilmiştir. Bu yönüyle beş vakit namaz, istiğfar için önemli bir zemin ve fırsattır.

Kur’ân-ı Kerim’de beyan buyrulan,

كَانُوا قَلِيلًا مِنَ اللَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
“Onlar geceleri az uyurlar ve seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (Zâriyât Sûresi, 51/17-18)

âyet-i kerimesi, istiğfar için çok önemli ayrı bir zaman dilimine dikkat çekmektedir. Bu âyet-i kerimede, bir taraftan, seherlerde kalkıp istiğfar eden, yana yakıla Allah’a içini döken, seccadeye başını koyduktan sonra bir daha başını kaldırmayı âdeta unutan mü’minler takdir ediliyor ve bu takdir de gök ehline, ruhânîlere ve bütün mü’minlere duyuruluyor. Diğer taraftan da bu beyanla, mü’minlere bir hedef gösteriliyor. Zira Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da mü’minlerin bazı vasıfları vakayı rapor şeklinde anlatılırken, hem bu vasıflara sahip olanlar takdir edilmiş, hem de henüz bu niteliklere sahip olmayanlar için ulaşılması gereken bir hedef gösterilmiş olur. Öyleyse insanların uykuda olduğu seher vakitlerinde hiç olmazsa iki rekât teheccüt namazıyla Rabb-i Kerime karşı kulluğunu arz etme, hiç kimsenin haberdar olmadığı o dakikalarda kalkıp istiğfar etme çok önemlidir.

Öte yandan insanın kalbinin yumuşadığı, günahlarının ağırlığını içinde hissettiği ve heyecanlarının köpürdüğü zamanlar da istiğfar adına çok iyi değerlendirilmelidir. Çünkü bu anlarda kurbet esintileri var demektir.

Hata ve günahların arkasından hiç zaman kaybetmeksizin hemen Cenâb-ı Hakk’a yönelmek de istiğfar için önemli vakitlerden biri olan “hata ve günaha adım atıldığının fark edildiği ilk an”ı değerlendirmek olacaktır. Zira günah bir girdap gibidir ve aynı zamanda o, insanda bağımlılık meydana getirir. Dolayısıyla günaha dalan bir insanın ondan kurtulması kolay olmaz. Hatta gırtlağına kadar değişik kötülüklere batan bir kişi, eğer ciddî bir azim ortaya koyarak oradan çıkma hususunda iradesinin hakkını vermezse, zamanla o günahın yasaklanmamış olmasını temenni etmeye başlayabilir ki, bu da o insanı itikadî noktada felâkete sürükleyebilir. Batanlar genellikle bu tür düşüncelerle batmıştır. İşte bu sebepledir ki, daha başta “Bu yol bataklığa gidiyor. Birkaç adım sonra ben de geriye dönülemeyecek bir noktaya savrulabilirim.” deyip hiç vakit kaybetmeksizin içine düşülen hata ve günahtan geriye dönmek çok önemlidir.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, mağfiret talebi adına yukarıda belirtilen zaman dilimleri önemli bir fırsat aralığı oluştursa da, istiğfar için ille de hususî bir zaman tahsis etmek şart değildir. İstiğfarı bu vakitlerle sınırlandırmak ise kesinlikle doğru değildir. Zira insan sabah akşam, gece gündüz her zaman af talebinde bulunabilir, ömrünün her anını istiğfar adına bir fırsat olarak değerlendirebilir. Evet insan, fırsatını bulduğunda hemen bir kenara çekilip, ister diz çökerek isterse başını yere koyarak istiğfar ve tevbeyle Cenâb-ı Hakk’a yönelebilir. Hatta bir yerden bir yere giderken, araba kullanırken, birisini beklerken insan boş duracağına, farklı farklı istiğfarlarla Allah’a içini dökebilir. Aslında insanın her anını bu istikamette değerlendirmesi gerekir. Zira ölüm, ansızın karşımıza çıkabilir. İstiğfarla mırıldanan dudaklarla ölümü karşılamak ise, tertemiz bir hâlde ötelere yürümek adına çok önemli bir vesiledir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İstiğfar-2

Fethullah Gülen: İstiğfar

Soru: İnanan gönüller için bir arınma kurnası olan istiğfarın usûl ve âdabına dair neler tavsiye edersiniz?

Cevap: İnsan istiğfara başlarken, öncelikle, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve ululuğunu hatırlamalı, tazim, tekbir ve tesbihte bulunmalıdır. Bu hususla alâkalı, Resûl-i Ekrem Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şeref-sudûr olmuş pek çok beyan bulunmaktadır. Bu rivayetlerden ilham alarak istiğfara şu ifadelerle başlanabilir:

اَللهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا وَالْحَمْدُ لِلهِ كَثِيرًا فَسُبْحَانَ اللهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا لَا إِلٰـهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ نَصَرَ عَبْدَهُ وَهَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ
“Büyük Allah'tır, her türlü hamd ü senâ O Yüceler Yücesi'nin hakkıdır ve sabah-akşam tesbîh ile anılmaya lâyık yalnız O'dur. Allah’tan başka ilâh yoktur. O tektir. O kuluna yardım etmiş, tek başına bütün düşman ordularını hezimete uğratmıştır. O’nun eşi ve ortağı yoktur.”

Allah’ın yüceliğini ve büyüklüğünü ifadeden sonra Efendiler Efendisi’ne (aleyhissalâtü vesselâm) salât u selâm getirme de yapılacak istiğfarın kabulü adına çok önemlidir. Çünkü salât u selâm Allah’ın kabul buyurduğu bir duadır. Bilindiği gibi salât u selâmla insan, Kâinatın İftihar Tablosu’yla irtibat kurabilme adına çok önemli bir vesile elde etmiş olmaktadır. Dolayısıyla insanın daha istiğfara başlarken Hz. Seyyidü’l-Evvâbîn’i şefaatçi yaparak Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmesi ayrı bir kurbet vesilesi olacaktır.

Bir de hacet namazlarında olduğu gibi istiğfardan önce, ümmet-i Muhammed adına mağfiret talebinde bulunulabilir. Ebdalin sabah ve akşam virdleri arasında yer aldığı üzere,

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِأُمَّةِ مُحَمَّدٍ اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ
“Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’i mağfiret eyle! Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle!”

diyebilirsiniz. Böylece ümmet-i Muhammed hakkında hem de hayırlı bir dilekte bulunmuş olursunuz ki, yapacağınız istiğfarın makbul olması adına bunların hepsini birer mukaddime sayabilirsiniz. Hatta isterseniz kendinizi ümmet-i Muhammed’in en mücrim fertlerinden biri olarak görüp

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِي وَاغْفِرْ لِأُمَّةِ مُحَمَّدٍ اَللّٰهُمَّ ارْحَمْنِي وَارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ
“Allah’ım! Beni ve ümmet-i Muhammed’i mağfiret eyle! Allah’ım! Bana ve ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle!”

diyerek bu mevzuda kendinizi öne çıkarabilirsiniz.

Sözlerin en güzeliyle mağfiret talebi

Kişi böyle bir dîbâceden sonra hata ve günahlarının affedilmesi adına Kur’ân-ı Kerim’de dua şeklinde şeref-nüzul olan şu âyetlerle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edebilir:

لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin; doğrusu ben zalimlerden oldum,” affını bekliyorum. (Enbiyâ Sûresi, 21/87)

أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
“Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ Sûresi, 21/83)

رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ
“Yarlığa Rabbim ve merhamet buyur; buyur ki, Sen merhameti en hayırlı olansın.” (Mü’minûn Sûresi, 23/118)

رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي
“Ya Rabbî, ben kendime yazık ettim, affeyle beni!” (Kasas Sûresi, 28/16)

رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ
“Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü’minleri bağışla!” (İbrâhim Sûresi, 14/41)

رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
“Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve bilmeyerek içine düştüğümüz aşırılıklarımızı affeyle; doğru yolda ayaklarımızı sabit kıl ve küfr ü küfran içindekilere karşı bize yardımcı ol.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/147)

Kur’ân-ı Kerim’deki duaların yanında, Sünnet-i Sahiha’da da istiğfar makamında okunabilecek çok güzel dualar yer almaktadır. Mesela Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, namazlarda okumak üzere Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir dua talebinde bulunmuş, Fahr-i Kainat Efendimiz de ona şu duayı talim etmiştir:

اَللّٰهُمَّ إِنّـِي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
“Allahım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse katından hususî ve sürpriz bir mağfiretle beni mağfiret eyle ve bana merhamette bulun! Zira yegâne Gafur (günahları yarlıgayan) ve yegâne Rahim (merhamet eden) Sensin.” (Buhari, daavât 17; Müslim, zikir 48)

Namazların secdesinde ve tahiyyattan sonra okunabilecek olan bu duanın istiğfar gibi önemli bir makamda okunması çok yerindedir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’den şeref-sudûr olmuş, seyyidü’l-istiğfar ismindeki şu dua da istiğfar adına çok önemli bir duadır ve sabah akşam okunabilir:

اَللّهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ
“Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. İbadete lâyık Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lütfettiğin nimetleri yüce huzurunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim. Beni affet; şüphe yok ki günahları Sen’den başka affedecek yoktur.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duayla ilgili şöyle buyurmuştur: “Bu duayı her kim sevap ve fazîletine gönülden inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse, o kimse Cennet ehlinden olur. Her kim de sevap ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmazdan önce ölürse, o kimse de Cennet ehlinden olur.” (Buhârî, daavât 2)

Arındığını hissedinceye dek yalvar!

Ayrıca kişi başını yere koyarak yoruluncaya, içinde bir itmi’nan hâsıl oluncaya ve arındığını hissedinceye kadar,

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
“Yâ Hayyu, yâ Kayyûm (gerçek hayat sahibi ve kâinatı ayakta tutan), rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her halimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!”

diyebilir. Bazıları bu duaya şu ilaveyi de yapmışlardır: وَلَا أَقَلَّ مِنْ ذٰلِكَBunun mânâsı da, “Göz açıp kapamadan daha az bir süre bile beni benimle baş başa bırakma!” demektir.

Peygamber Efendimiz’in uykudan uyanınca okudukları şu dua da bu makamda kalbin sesi olarak dile dökülebilir:

سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ أَسْتَغْفِرُكَ لِذَنْبِي وَأَسْأَلُكَ رَحْمَتَكَ، اَللّٰهُمَّ زِدْنِي عِلْمًا وَلَا تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنِي وَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ
“Sübhansın yâ Rab; Senin şanın ne yücedir. Allahım, Sen’den bütün günahlarımı bağışlamanı istiyor, Sen’den rahmetini diliyor ve dileniyorum. Allahım, ilmimi artır, bana ihsan ettiğin hidayetten sonra kalbimi haktan saptırma, bana yüce katından meccanen aşkın mı aşkın rahmet ihsan eyle. Doğrusu lütfen, keremen, karşılıksız bol bol ihsanda bulunan sadece Sen’sin.” (Buharî, daavât 7-8; Müslim, zikir 59)

Diğer taraftan herkes kendi konumu itibarıyla hata, kusur ve günahlarını mülahazaya alarak her gün binlerce kere estağfirullah/sübhanallah çekmelidir. Mesela Ebû Hureyre Hazretleri’nin her gün on iki bin defa sübhanallah dediği rivayet edilmiştir. Ona, “Bu çok değil mi?” diye sorduklarında; “Günahlarım sayısınca söylüyorum.” şeklinde cevap vermiştir. (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/345) Devs’ten gelip ashâb-ı suffe arasına giren, uzun süre İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzurunda bulunan, O’ndan en fazla hadis rivayet eden ve Allah Resûlü’nden sonra herkesin kendisine başvurduğu bir menhelü’l-azbi’l-mevrud haline gelen o Devs’in aslanının bir günahı olacağını zannetmiyorum. Ama o kendi ufku itibarıyla bunu gerekli görüyordu. O halde günahlarla delik deşik olmuş bizim bugünkü hayatımızı göz önünde bulundurunca, her gün otuz bin defa istiğfar etsek yine de az sayılır.

Bütün bunların yanında el-Kulûbu’d-dâria’ya da giren, büyük zatların istiğfarları da okunabilir. Mesela Hasan Basrî Hazretleri, baş döndürücü bir iç derinliğine sahip olan ve ciddî şekilde kendisiyle yüzleşen bir insandır. İmkânınız varsa, onun günlere dağıtarak okuduğu istiğfarı siz de günlere tahsis ederek okuyabilirsiniz. O, istiğfarlarına salât u selâmla başladıktan sonra kendince günahlarını sayıp döküyor ve sonra yine salât u selâmla duasını bitiriyor. Aslında ne onun yaşadığı dönem ne de onun tabiatı, zikredilen o türlü mesavii işlemeye müsait değildir. Evet, sabah-akşam Hakk’a kullukta bulunan ve hayatını hak yolunda mücadeleye adayan bir insanın bu türlü günahlara düşmesi mümkün değildir. Fakat bununla birlikte o, belki de aklından geçen, hayaline uğrayan şeylerden dahi yana yakıla Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunuyordu. Biz dinî yaşantımızda Hasan Basrî’den ileri olmadığımız gibi, hatalarımızda da ondan geri değiliz. Dolayısıyla onun her gece okuduğu bu duaları biz her gece iki defa tekrar etsek yine de az sayılır.

İnsan istiğfar makamında gönlünden diline dökülen tazarru ve niyazlarını bitirirken, başlarken yaptığı gibi yine Efendiler Efendisi’ne (aleyhissalâtü vesselâm) salât u selâm getirmelidir. Zira iki makbul dua arasında yapılan duanın kabul edileceği müjdelendiği için, insan duasının sonunda tekrar Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) salât u selâm getirmelidir ki istiğfarı iki makbul dua ile kanatlanıp makbuliyet ufkuna yükselsin.

Son bir husus olarak da şunu ifade edeyim ki, istiğfar makamında söylenilen her kelime mutlaka şuurluca söylenmelidir. Zira gafilâne, şuursuzca söylenilen sözler hem Cenab-ı Hakk’a karşı saygısızlıktır, hem de yalan olma ihtimali vardır. Bu itibarladır ki söylenen her bir kelime, kalbin derinliklerinden kopup gelmeli ve onların her biri geçtiği yerde mutlaka iz bırakmalıdır. Öyle ki, insan bu şuurla Cenab-ı Hakk’a içini döküp mağfiret talebinde bulunurken günahlarının hacaletinden kıvrım kıvrım kıvranmalı, nedametle ürpermeli ve âdeta kalbi duracak hâle gelmelidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

 

İstikamet Çizgisi

Bir asra yaklaşan çilekeş bir ömrün karihasından çıkan kitap farklı tarihlerde yapılan sohbetlerin derlemesinden oluşsa da aslında birkaç temel konu üzerinde duruyor: Allah’a kulluk, tahkiki iman, İslam’ın doğru anlaşılması ve yaşanması, mü’minin sahip olması gereken nitelikler, mefkûre muhacirlerinin yürüdüğü yolun özellikleri.

İslam’ın temel kavramları olan iman, istikamet ve adalet düşüncesi üzerine örgülenen “İstikamet Çizgisi”, güçlü irade isteyen dört amelin açıklamasıyla sona eriyor: öfke anında affetmek, darlık zamanında cömertlik, günahla baş başa kaldığında iffetli olmak ve zor zamanda hakkı söylemek.

İstikameti muhafaza ve zulme meyletmeme

Fethullah Gülen: İstikameti muhafaza ve zulme meyletmeme

Soru: Hûd Sûresi’nde istikameti emreden âyetten hemen sonra, en küçük meyille dahi olsa zalimlere eğilim göstermemek gerektiğinin vurgulanmasında hangi mesajlar söz konusu olabilir?

İstikbal Endişesi

Bazı adanmış ruhlarda bile, yaşlanınca vazife alamama, boşta kalma ve başkalarına muhtaç duruma düşme gibi endişeler hükmünü icra edebiliyor. Dolayısıyla, geleceği teminat altına almak için mal biriktirme ve belli bir yaştan sonra devlet kurumlarına geçme gibi tedbirler makul görülebiliyor. Böyle bir düşünce adanmışlık duygusuyla telif edilebilir mi, istikbal endişesinin hayra tevcih edilmesi ne suretle olur?

İsyan Ahlâkı Değil İnat Ahlâksızlığı

Soru: "İsyan ahlâkı" ne demektir? İnkılapçı ruhların önemli bir özelliği olarak nazara verilen isyan ahlakını mü’minler nasıl anlamalıdır?

İsyan; bir sisteme veya bir emre boyun eğmeme, itaat etmeme, başkaldırma ve ayaklanma manalarına gelir. Ahlâk ise, bir insanın zamanla tabiatının bir parçası haline getirdiği iyi veya kötü huylardır. İsyan ahlakı, Varoluşçu felsefecilerin söylemi halinde dünyaya yayılmıştır. Varoluşçuluğun en önemli temsilcisi sayılan Sartre, toplumla alakalı fikirlerinden dolayı özgürlükçü bir anarşist olarak anılan Herbert Marcuse ve dünyanın anlamsızlığına başkaldırarak toplumu değiştirecek bir harekete kalkışmak gerektiğini düşünen, "Başkaldırıyorum, o halde varım" diyen, bir kitabına da "Başkaldıran İnsan" adını veren Albert Camus gibi felsefeciler sürekli isyan düşüncesini seslendirmişlerdir. Ne var ki, onların nihilist anlayışına göre isyan, başta devlet olmak üzere, bütün otoritelere başkaldırmak; devleti, kurulu düzeni, her türlü kâideyi ve ahlakî değerleri yok etmek demektir. Zaten, müslümanlar, başkaldırmanın, örgütlenmenin, totaliter diktatörlük adına silahlı mücadelenin ve devrimin ne demek olduğunu önce bu nihilistlerden duymuş ve öğrenmişlerdir.

Varoluş, diriliş ve isyan ahlakı gibi ifadeleri müslüman fikir adamları da kullanmışlardır; fakat, onlar bu meseleyi iradenin davası olarak ele almışlardır. Nurettin Topçu'nun Sorbonne Üniversitesi’nde hazırladığı doktora tezinin ismi de "İsyan Ahlakı"dır. O, daha sonra kitaplaştırılan bu çalışmasında, önce Spinoza ve Bergson'un hürriyet anlayışlarını tenkit etmiş, daha sonra da, tabiata, topluma, devlete, dine ve ahlaka isyan eden Stirner'in anarşizmini, Rousseau ve Schopenhauer'un isyan düşüncelerini incelemiş ve "Biz, hem uysallığa, hem de anarşizme karşıyız. Ferdin, sadece bütün iradeleri aynı şekilde belirleyen bir irade karşısındaki uysallığını kabul ediyoruz." diyerek kendi düşüncesini özetlemiştir.

Nurettin Topçu, isyan ahlakını iradenin davası olarak değerlendirmiştir; bu konuda "İradenin Davası, Devlet ve Demokrasi" adında müstakil bir kitabı da vardır. Ona göre, gerçek ve tam irade, fertten başlayan, aile ve devlet gibi otoriteleri kabul eden, millet ve insanlık basamaklarından da geçerek Allah'a ulaştıran iradedir. Dolayısıyla da, isyan ahlakı, bir insanın kendi inanç, düşünce, his, kanaat ve karakteriyle kendini ifade etmesi; taklit, şablonculuk ve basma kalıpçılığa başkaldırması; her meseleyi öz değerlerinin süzgecinden geçirdikten sonra kendi idrak ufku itibariyle yeniden değerlendirmesi ve kendine mal etmesi demektir.

İsyan Ahlâkı

Aslında, isyan ahlakı, iradenin hakkını verme açısından ele alınırsa, o meselenin temeli çok eskilere gider, dayanır. Çünkü, ehl-i sünnet alimlerinden bazıları "Taklidî iman makbul değildir, tahkike ulaşmak gerektir." demişlerdir. Tahkik; bir şeyin doğru olup olmadığını iyice araştırmak; hakikata ulaşmak için çalışıp didinmek, cehd ve gayret göstermek manalarına gelir. Tahkik, bir meseleyle alakalı temel rükünleri ve şartları masaya yatırma, onları sökme, parçaları birbirinden ayırma; sonra tek tek inceleme, kendi seçimini ve beğenisini de o işin içine katarak parçaları tekrar bir araya getirme, birbirine ekleyip bütünü yeniden elde etme; böylece onu kendi eserine, kendi cehd ve gayretinin neticesine dönüştürme demektir. –İsterseniz siz buna analiz ve sentez de diyebilirsiniz.– Bir işin içinde, insanın kendi akıl, mantık, muhakeme ve değerleri açısından böyle bir inşa gayreti varsa, o işin nihayetinde ortaya çıkan semere o insanın sayılır. Artık insan, o işi ya da içinde kendi duygu ve düşüncesi bulunan o fikri kendisine mal etmiş olur. Yazdığı bir makaleyi ya da bir şiiri kendine mal ettiği gibi, içinde şahsi düşünceleri, hisleri ve müdahalesi bulunan o şeyi de sahiplenmiş olur.

Haddizatında, iman, Cenâb-ı Hakk'ın murâd-ı sübhânîsiyle insanın içinde yaktığı bir ışıktır, bir nurdur. Neticede, insanın gönlünde imanı, iz’anı ve yakîni yaratan; onda yakîn üstü bir hâl hasıl eden ve insanı Zat-ı uluhiyetin sübuhât-ı vechiyle her şeyin yanıp kül olduğu ufka ulaştıran Allah Teâlâ’dır. Fakat bütün bu mertebelere ulaşma yolunda araştırma, tedkik, o mevzuda isteklilik, ısrar ve süreklilik ile beraber ibadette derinleşme gibi hususlar da şart-ı âdi planında birer vesiledir. Bu vesileler de insana verilen irade sayesinde değerlendirilebilmektedir. İrade, bir eğilim veya eğilimde tasarruftur; yani bir insanın, iki şeyden herhangi birini seçme cehd ve gayretini ortaya koymasıdır. Aslında bu, bir şart-ı âdidir ve tabii bu şart-ı âdide, sebeple-müsebbeb arasında tenasüb-ü illiyet prensibine göre bir münasebet de yoktur. Aklın zahiri nazarında mümkün görünmese bile, küçücük bir çekirdekten koca bir çam ağacını meydana getiren ilahî kudret, bir insandaki küçük bir eğilimden de çok büyük neticeler yaratmaktadır. İrade bir katkı maddesine benzetilebilir. Bir kaşık maya ile bir kazan sütün yoğurt haline gelmesi gibi insanın irade adlı bir kaşık mayasına da çok büyük mükafatlar va’d edilmekte ve verilmektedir. Şayet, Cenab-ı Hak, çok büyük icraatını irade dediğimiz o şart-ı âdiye bağlamışsa, O’nun teveccühü açısından o küçük katkı maddesi çok önemlidir.

Bundan dolayıdır ki, imanla alakalı meselelerden ubudiyetle ilgili mevzulara, onlardan da marifet ufkuna ait konulara kadar hemen her husus iradeye bağlanmıştır. Hayvaniyetten çıkma, cismaniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına girme ancak irade ile mümkün olmaktadır. Seyr u sülûk-i ruhânîde o çetin ve çetrefilli yollardan geçmek için iradenin hakkını verme, nefse başkaldırma, ciddi ve azimli olma şarttır. Marifete giden yol, taklite, şablonculuğa, sadece kalıpları yerine getirmeye ve alışılagelen basmakalıp şeylere devam etmeye karşı isyanı gerektirmektedir. Dolayısıyla, nihilistin serseriyâne başkaldırması ile halis bir kulun, cismaniyete, tenperverliğe, nefse düşkünlüğe, haneperestliğe ve dünya sevgisine isyan etmesi bambaşka iki husustur. Bunların birincisi anarşistlik, diğeri ise, Kur'anî disiplinler içinde nefse ve cismaniyete karşı isyan şeklindeki bir kahramanlıktır.

Diğer taraftan, küfrün pek çok sebebi vardır; mesela, kibir bunlardan biridir. Bir kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak, "Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse onu cehenneme atarım." buyurmaktadır. Evet, Allah, Zat’ına has bir sıfatı paylaşma küstahlığına kalkışan birine iman nurunu nasip etmez. Onun kalbinde iman taht kuramaz, çünkü o haneyi kibir işgal etmiştir. Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kainatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, mahlukatın binlerce dille anlattığı hakikatleri idrak edip anlayamaz. Zira, basiret körleşince basar da idrak adına hiçbir işe yaramaz.

Bakış zaviyesindeki inhiraf ve meselelere yanlış açılardan bakma da bir küfür sebebi olagelmiştir. Bazen fizikî kıstaslarla metafiziği ölçme, bazen sadece metafiziğe ait mülahazalarla fiziği tartmaya kalkma insanı yanlış neticelere götürür. Rabb’i tanıma yolunda, bakış açısının çok iyi ayarlanması şarttır. ‎Yoksa, Firavun’un, yüksek kuleler yapıp, o kulelerin başından Allah’ı bulmaya çalışması; Nemrud’un gökyüzüne ok atarak O’nu vuracağını sanması hep yanlış bir bakış açısı ve niyet bozukluğunun sonucudur. ‎20. asırda, ‎firavunca bir düşünceyi de Gagarin seslendirmiş ve dünyanın etrafında tur atıp geriye döndüğü zaman, "Allah’a rastlamadım" diyebilmiştir. O’nun bu hezeyanına karşılık Necip Fazıl’ın şu sözü çok manidardır: "A be ahmak! Allah'ın fezâda dolaşan bir balon olduğunu sana kim söyledi?" ‎

Evet, bakış açısının bozukluğu gibi zulüm, haddini bilmeme, hakka karşı saygısızlık ve gaflet de imana açılan kapıları ‎sürmeleyen ve hidayetin önünü tıkayan birer engeldir. Bunlarla beraber, şablonculuk, körü körüne ataları taklit ve batıl karşısında uysallık da tarih boyunca birer küfür sebebi olmuştur ki bunlara karşı isyan bir yiğitliktir. Kur'an-ı Kerim değişik ayet-i kerimelerde, bazı insanların taklit hastalığından dolayı hak ve hakikatten uzak kaldıklarını vurgulamakta; kendilerine "Gelin, Allah’ın indirdiği buyruklara uyun!" denilince, "Hayır, biz babalarımızdan ne görmüşsek onu uygularız, sadece onlara uyarız" dediklerini nakletmektedir. (Lokman, 31/21) İslam’ı ve Kur’an’ı sadece atalarını şuursuzca taklit etmeleri yüzünden yalanlayan bu insanlar gibi, günümüzde de pek çok kimse, dedelerinden devraldıkları dini inanç ve adetleri cahilce devam ettirmeleri sebebiyle Kitap ve Sünnet’i yalanlamakta ve imanın nurundan mahrum kalmaktadırlar.

İşte, kibir, gurur, zulüm ve gafletle beraber Hubel, Lât, Menât, Uzzâ, İsaf ve Naile putlarına da başkaldırma; Ved, Suva, Yegûs, Yeûk ve Nesr’i de kabul etmeme; ilmî sebeplere, selim akla ve dinî esaslara dayanmayan batıl inanç ve âdetleri onaylamama da isyan ahlakının çok önemli bir yanını teşkil eder.

İradenin Hakkını Veren Yiğitler

Ayrıca, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) "Gençlerinizin hayırlısı ihtiyarlarınıza benzemeye çalışan; ihtiyarlarınızın en kötüsü de gençleriniz gibi yaşayandır." buyurmaktadır. Evet, en hayırlı genç, bir ayağı kabirde olan yaşlı bir insan edasıyla sürekli ölümü ve ölüm ötesini düşünen, âhiretine azık tedarik etmek için çalışan, gençlik heveslerine esir olmayan ve gaflette boğulmayan gençtir. Yaşlıların en kötüsü de, ilerleyen yaşına rağmen hâlâ gafletten ayılmayan, ölümü uzak gören ve bazı gençler gibi heveslerinin ardında koşturan kimsedir. Bir başka hadis-i şerifte de "Allah yedi kimseyi, kendi zıllinden (gölgesinden) başka sığınak olmayan (kıyamet) gününde, zılli altında himaye buyuracaktır." dendikten sonra, ömrünü ibadet neşvesi içinde geçiren genç de o yedi zümre arasında sayılmaktadır. Çünkü o, nefsânîliğin en azgın olduğu dönemlerde, cismanî arzularına rağmen, kendini Hakk’a kulluğa adamış, ibadet ruhuyla gelişmiş, kulluğu tabiatının bir derinliği haline getirmiş ve âdetâ nereden bakılırsa bakılsın simasında kulluk emareleri görülen bir hal almıştır. Kanının galeyanda olduğu ve beşerî garizelerinin onu farklı günahlara sevk ettiği bir dönemde, o bütün cismanî ve şehevî arzulara başkaldırmış, günahlara karşı isyan bayrağı açmıştır. İster kadın ister erkek olsun, bir genç için o dönemi iffetine toz kondurmadan ve günaha boyun eğmeden geçirmek çok zordur. Bir taraftan Allah’ın emirlerine itaat etme ve O’na kul olma; diğer yandan da, Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği şeylere başkaldırma ve mâsivâya kulluğu reddetme iradenin davasını ortaya koymaya bağlıdır ve bu alkışlanacak bir isyan ahlakıdır.

Bazı duygular, bir kısım arzular ve beşerî güçler, Hak dostlarına normal insanların çok çok üstünde verilmiştir. Bazı arzu ve istekler onlarda sıradan insanlarınkinden –belki- yirmi kat daha fazladır. O arzu ve istekler, her zaman onları kamçılamakta, sürekli meşgul etmekte ve gelip gelip iradelerine çarpmaktadır. Fakat onlar, öyle güçlü bir iradeye sahiptirler ve öyle kararlıdırlar ki, heva ve heves karşısında asla dize gelmezler. Sürekli dua ile meyelân-ı hayrı güçlendirir ve istiğfarla da meyelân-ı şerrin kökünü keserler. Günah ve hata mülahazalarının başına devamlı gülle ve bomba yağdırırlar. Hayır meyillerinin dibine de su döker, gübre atar; saf ve temiz duygularını besler, güneşlendirir ve hep salih dairede kalırlar. İradelerini güçlendirmeyi Allah’a karşı çok önemli bir vazife bilirler. Dahası, kendilerini adadıkları dava bütün şahsî dünyalarını doldurur ve başka şeylerle meşgul olmaya fırsat bulamazlar.

Nitekim Asrın Çilekeşi, "Evlenmeyi hiç düşünmediniz mi?" diye soranlara "Âlem-i İslam’ın dertlerini düşünmek onu düşünmeme fırsat vermedi; Ümmet-i Muhammed’in derdi bana onu unutturdu." demiştir. Bu derinlikteki bir fedakarlık ve fütüvvetin temsilcileri bir kaç taneyle sınırlı da değildir. İslam tarihi, Cenâb-ı Hakk’ın ekstra lütuflarıyla serfiraz bu kâmet-i bâlâlarla ve bu dırahşan çehrelerle doludur. O kadar ki, bu iffet âbideleriyle alakalı, ilmi ve davayı evlenmeye tercih eden ve hayatları boyunca hiç evlenmeyen âlimler manasına gelen "el-Ulemaü'l-Uzzab" adı altında cilt cilt kitaplar yazılmıştır.

Söz buraya gelmişken, istidrâdî olarak bir hususu şerh etmeliyim: Evlilik konusunda tabii ve esas olan Rasûl-u Ekrem Efendimiz’in sünnetine iktida etmek ve evlenmektir. Bir müslüman yuva kurmalı, çocuk sahibi olmalı; Peygamber sevgisiyle dolu bir neslin yetişmesini, devamını ve çoğalmasını temin etmelidir. Hususiyle, kıyamet alametlerinin zuhur etmeye başladığı, ahlaksızlığın gemi azıya alıp her yerde serbest dolaştığı ve zinanın fâş olduğu böyle bir dönemde insanları cismaniyet ve nefisleriyle baş başa bırakmak onları felakete sürüklemek demektir. Dolayısıyla, meselenin tabiisinin bu olduğuna inanıyor, kimsenin buna karşı çıkamayacağını düşünüyor; karşı çıkmak bir yana, evliliğin tavsiye edilmesi gerektiği kanaatini taşıyorum. Öyle ki, imkanım olsa evlilik yaşına girmiş kadın-erkek herkesi evlendirir, yuvalarını kurma hususunda onlara yardım ederim.

Fakat, böyle düşünmem bir fütüvvet ve kahramanlık ruhunu takdir etmeme de mani değildir. Dünyayı ve dünyevîlikleri elinin tersiyle iten, şahsî haz ve lezzetleri adına hiçbir mülahazası olmayan; o türlü şeyleri rüyasında bile görse kalkıp kendini levm eden insanlar alkışa layıktır. Kendi kendine "Allah Rasulü’nün bayrağının kaç karış, kaç kadem, kaç adım aşağıya düştüğü ama başkalarının bayrağının en yukarılarda dalgalandığı bir dönemde, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin anılmadığı bir zaman diliminde, sen hâlâ nelerle meşgulsun, ne ile uğraşıyorsun?" deyip maddî-manevî nimetlerden fedakarlıkta bulunan kahramanlar mutlaka takdir edilmelidir. Onlar, kendini davaya adamış, ondan başka sevdası olmayan, oturup kalkıp mefkûresini düşünen ve davasının mecnunu gibi yaşayan özel donanımlı insanlardır. Evet, onların hususi durumu, objektif kural olarak kabul edilemez ve herkese uygulanamaz ama şu da bir gerçektir ki; onlar makbul olan isyan ahlakının ve fütüvvet ruhunun temsilcileridir. Eğer, isyan ahlakı tabiri başka mülahazaları da çağrıştırıyorsa, onların halini "iradenin davası" ya da "iradenin hakkını vermek" ifadeleriyle seslendirmek daha doğru olabilir.

İsyan Ahlâkı Değil İnat Ahlâksızlığı

Bu mevzuyla alakalı önemli bir husus da şudur: Kamil bir mürşit, mahir bir rehber, faziletli bir muallim ve adil bir idareci gibi önde bulunan, kudve konumunda olan, kendisine itaat edilen kimseler, elleri ve idareleri altındaki insanların her yönden inkişaflarını da hedeflemeli, onların kendilerini rahat ifade etmelerine fırsat vermeli ve düşüncelerini alıp değerlendirmelidirler. Bu onlara düşen bir vazifedir. Onlar, bir konu hakkında çevrelerindeki insanların hemen hepsinin kendi fikirleriyle katkıda bulunmalarını sağlamalı; böylece, bir düşünceyi bin düşünceye ulaştırmalıdırlar. İki aklın bir akıldan daha hayırlı olduğu hakikatine bağlı olarak diğer insanların fikirlerine de kıymet atfedenler, dehaya denk belki dehanın da üstünde isabetli kararlar verirler. Dolayısıyla, defaatle demişimdir ki; bir insan yüksek bir dehaya mâlik olacağına, başkalarıyla istişare etme gibi deha üstü bir ahlaka sahip olsun daha iyidir. Çünkü, istişarenin kıymetini bilen biri, belki yüz insanın düşüncesinden istifade eder. Böylece, hem onlara değer verdiğini ortaya koymuş, hem onların inkişafına yol açmış, hem istifade edilecek insanların dairesini genişletmiş ve hem de kendi yanlışlarının çar-çabuk düzeltilmesini sağlama mevzuunda önemli bir adım atmış sayılır. Ziya Paşa’ya nisbet edilen bir sözde "Bârika-yı hakikat, müsademe-yi efkardan doğar" denmektedir; yani, hakikat kıvılcımı, fikirlerin çarpışmasından çıkar. İslam dünyasında dünden bugüne hocalarla talebeleri arasında münazara ve müzakereler olagelmiş, herkes kendi fikrini rahatlıkla söyleyebilmiş ve kim ifade ederse etsin hakikatin kendisine saygı gösterilmiştir. İmam Ebu Hanife ve İmam Malik hazretleri gibi mürşitlerin kendi talebeleriyle yaptıkları münazaralar malum ve meşhurdur.

Sevk ve idare edenler diğerlerine bu rahatlık ve imkanı verdiklerinde, onlar da şablonculuğun ve basma kalıp şeylerin esiri olarak yaşamayacak, kendi düşüncelerini de ortaya koyacaklardır. Bunu yaparken onlara düşen vazife, kat’iyen bir isyan, bir başkaldırma ve bir inat tavrı içine girmemektir. Gerektiğinde, uygun bir üslupla "Kur’an’ın şu ayetine, Sünnet’in şu emrine, falan mütefekkirin şu mütalaasına ve mantığın şu kuralına göre, o mesele şöyle de olabilir" şeklinde fikir beyanında bulunulabilir. Böyle yapmak ve üslubunca konunun açıklığa kavuşturulmasını istemek dururken, itiraz ediyor gibi bir tavırla sorular sormak muhatapta kabz hali meydana getirir. Hatta, belki onda da isyan duygularını tetikler. Dolayısıyla olan hakikate olur. Belki kurallarına riayet edilen ve nezaket çerçevesinde ortaya konan bir münazara ve müzakere neticesinde bazı hakikatler gün yüzüne çıkacaktır. Fakat, birisindeki soru üslupsuzluğundan ve diğerindeki tavır bozukluğundan dolayı, hakikat zarar görür. Hakikatın gadre uğraması ve zulüm görmesi de bütün insanlık için büyük bir zarardır.

Ayrıca, her meseleye itiraz etme, her teklife başkaldırma, kim ne derse desin, daha o insan sözünü bitirmeden karşı çıkma ve bunu bir ahlak haline getirme ile samimi bir şekilde fikir beyan etme aynı kategoride değerlendirilemez. Bazı insanların, başkalarıyla geçimsizlik içinde olmalarını inkılapçı bir ruha ya da isyan ahlakına sahip bulunuşlarına vermeleri, sadece bir kuruntudan ve kabahatlerine mazeret uydurmaktan ibarettir. Onların durumu isyan ahlakı ile değil, ancak inat ahlakı ile tavsif edilebilir. Karşısındaki insan daha cümlesini tamamlamadan aksi istikamette sözler söyleyenler, sadece dile getiren insanı beğenmedikleri için bazı açık hakikatleri bile kabule yanaşmayanlar, hiçkimsenin bilgisine tahammül edemeyen ve doğruyu yalnızca kendi dağarcıklarında olana hasredenler, hatta bazen kendilerinin de hoşuna giden çok doğru ve güzel sözlere bile itiraz ederek "Güzel söylediniz ama daha güzeli ve daha doğrusu şöyle olmalıydı!..." türünden şeytani hırıltıları seslendirenler olsa olsa inat ahlakının temsilcileri olabilirler.

Hâsılı, başkaldırma ve isyan düşüncesi, ilk olarak Varoluşçu felsefeciler tarafından, hiçbir ahlâkî değeri kabul etmeme, hiçbir kuralı tanımama, her türlü düzene başkaldırma ve her çeşit otoriteyi reddetme şeklinde seslendirilmiştir. İsyan ahlakı ifadesini müslüman mütefekkirler de kullanmışlardır ama onlar meseleyi -Nurettin Topçu gibi- iradenin davası olarak ele almışlardır. Nihilistlere göre isyan mülahazası, bütün nizami değerlere karşı ayaklanma, devlet de dahil hiçbir otoritenin altına girmeme ve bohemce yaşama şeklindeki adeta bir "bulantı" felsefesi iken müslümanlar onu iradenin hakkını verme ve şeytana, nefse, hevaya ve günahlara başkaldırma olarak değerlendirmişlerdir.

İzzet ve zillet

Allah’ın varlık ve birliğini inkar edenlere karşı izzet, mü'minlere karşı tevazu ve mahviyet içinde bulunma Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha'nın beyanları ile ideal müslümanlara gösterilen bir hedeftir. Aslında Kur’an ve Sünnet-i Sahiha pek çok mevzuda ahiret yolundaki yolculara imandan amel-i salihe, ahlak-ı hasene ile mütehallık olmadan nefisle mücadele yollarına kadar değişik tavsiye, emir ve yasaklar sunmakta, bu çizgide nice yol ve yöntemler göstermektedir. Eskiden tekye ve zaviyeler birer müessese olarak bahis konusu ettiğimiz bu şeylerin hayata geçirildiği, talim ve terbiyesinin yapıldığı yerlerdi.

Kabir ziyareti

Kabirleri ziyaret etmek, genel olarak müstehabtır. Sâlih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi ise, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve oralarda değişik bid’atlara girme gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman câizdir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), henüz kader inancının kökleşmediği ve câhiliye alışkanlıklarının devam ettiği bir dönemde kabir ziyaretini muvakkaten yasaklamış; fakat daha sonra serbest bırakmıştır.

Kabz halinde yapılabilecek hususlar

Soru: Manevî hayatımızdaki bir sıkıntı ve kabz halinde ne yapmalıyız; kitap mı okumalıyız, evrâd-u ezkârımızı mı artırmalıyız, nafile namaz mı kılmalıyız?

Cevap: Belki bunların hepsini belli nisbetlerde yapmak icab eder. Her şeyden önce bir değişiklik, psikolojik tavır ve durum değişikliği gerekir. Psikologlar, insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntı halini atabilmesi için bir hal, tavır ve durum değişikliğini tavsiye etmektedirler. Bazen insan ağır ve bunaltıcı bir kabz hali yaşayabilir. Öyle bir durumda Cenâb-ı Hakk’a çok ciddî teveccüh etmesi iktiza eder. Tevbe ve istiğfar ile ona yönelmesi gerekir. Bazen gönlün bir halvete girmesi, bir yere kapanıp yakarışa geçmesi, içini Rabb’ine dökmesi lâzım gelir. Bazen de insanın arkadaşlarıyla oturup kendi durumunu ortaya koymasına, başkalarının düşüncelerini de yanına almasına, kendisi olarak ayakta duramayacağı düşüncesiyle başkalarına dayanmasına ihtiyaç vardır. Bazı şeyleri müzakere etmeli; lahûtîliğe açılmalı; biraz gönlünün sesini dinlemeli; ruhu sıkan o dış sâikler biliniyorsa dıştan gelen seslere, gelip çarpan gürültülere karşı biraz daha kapanmalı; vicdanda bazı şeyleri görmeye, duymaya ve hissetmeye çalışmalıdır.

Eskiden kulaklarımızı iki yandan da kapadığımız zaman duyduğumuz gürültü ve uğultunun Kevser’in sesi olduğunu söylerlerdi. Espriyle karışık söylenen bu sözün bence derin bir mânâsı vardır. Dıştan gelen ses ve gürültülere karşı kapandığınız zaman kalbinizin kan pompalamasını, vücudunuzdaki gürül gürül kan deverânını duyarsınız. Oysaki normal durumda o sesi fark etmezsiniz. Parmaklarınızın ucunu kulaklarınıza ne kadar sıkı tıkarsanız, o sesi o kadar net duyarsınız. İşte imkân varsa insanlar, içlerindeki sesi duyabilmek için bir ortam hazırlamalılar; içlerine kulak vermeli, kendi özlerini dinlemeli ve oradaki Kevser çağıltısına ulaşmalılar.

Ayrıca bir kabz halinde yapılması gereken şey, şahıstan şahısa, durumdan duruma da değişebilir. Önce ruhun sıkılması, kalbdeki heyecanın pörsüyüp solması, ruh dünyasının matlaşması arkasındaki sâikler düşünülmeli ve mücadele o sâiklere uygun bir plan dahilinde verilmelidir. Ruhdaki matlaşmayı açma, onu yeniden yeşertme yolları bulma, o hali hazırlayan sebepler gözetilerek ele alınmalıdır. Her insan, dış yüzü itibarıyla hasta görüntüsü sergileyebilir. Eğer meselenin üzerine sadece bir hastalık şeklinde gidilirse tedavi zorlaşır. Oysa meseleye hastalık değil de “hasta” açısından yaklaşılırsa, daha isabetli teşhis konulup uygun tedavi yolları bulunabilir. Değişik münasebetlerle tekrarladığım “Hastalık yok, hasta var” prensibiyle her şahıs fert fert düşünülmeli, “Bu şunun, bu da şunun hastası” şeklinde o ferdin durumuna uygun bir tedavi yolu takip edilmelidir.

Öyle insan vardır ki, ondaki donuklaşma, duraklama, bıkkınlık, yılgınlık ve yorgunluk hali size ait meselelerden dolayı olmuş olabilir. Küçük bir lâtife ve bir nükte ile o kilitlenmeyi açmak gerekir. Yerinde alıp bir tenezzühe çıkarmak, tenezzüh ufku itibarıyla ona bazı şeyler anlatmak iktiza eder. Bazen açıp bir kitap okumak, bir başka zaman da bazı şeyleri müzakere etmek faydalı olur.

Mesela, insanda ibadet-u tâata karşı bir ülfet hasıl olmuşsa ve bu hal kalbde bir sıkıntı meydana getirmişse, o noktada zorlamamak, muhatabın o durumda kaldıramayacağı şeyleri söylememek gerekir. O durumda daha yumuşak, ümit verici ve reca duygusunu canlandırıcı bir üslup kullanmak uygun olur. Hani ashâb-ı kirâm efendilerimiz, Kur’ân-ı Kerim’in art arda gelen emirlerinin yüklediği mesuliyet karşısında çok etkilenmiş, kendi duyuşları ve hassasiyetleri ölçüsünde âdeta kemikleri birbirine geçmişti de o sırada Yusuf Sûresi nazil olmuştu. Ahsanü’l-Kasas (en güzel beyan) olarak nazil olan bu sûre, çok büyük hikmetler ihtiva ediyor, Hakîm ve Alîm isimlerinin gölgesinde enbiyâ-i izamla alâkalı bir serencâmeyi anlatıyor, ailevî ve içtimâî hayat için önemli dersler veriyordu. Veriyordu, fakat bütün o önemli dersler bir kıssa çerçevesinde anlatıldığından dolayı hem sahabe rahat bir nefes alıyor hem de ilâhî beyanın kendilerine verdiği mesajı kavrıyorlardı.

Evet, kabz halinin sâikleri farklı farklı olabilir. Bir insan bir günah işlemiş ve uzaklaşmıştır; bir başkası çok yakın olma fırsatı bulmuş, yakınlığın hakkını verememiş ve dolayısıyla uzak muamelesi görmüştür. Çok yakınlara celbedildiği halde, yakınların yapması gereken şeyi yapmadığı için uzaklara düşmüştür. Dolayısıyla o da kendini çok uzak görür. Böyle bir insanın içinde bulunduğu o ruh haleti mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.

Bilinmelidir ki; Allah’ın izin ve inâyetiyle her kapalı ve kilitli insanı bir şekilde açmak mümkündür. Fakat bir mürşide ihtiyaç vardır. Tasavvuftaki mürşidlik mânâsında demiyorum, az da olsa insanların genel ufkunu kavrayan bir rehberi kastediyorum. Bazen bir insan, birdenbire bütün duyguları dumura uğramış gibi, olumsuz, nâmüsait bir ortamda yapraklarını salan çiçekler gibi kendini salmış olabilir. Böyle bir durumda onu iyi dinlemeniz gerekir. Gücünüz yetiyorsa, gayet tatlı ve mülâyim bir eda ile onu dinlemek, bir psikanalize tâbi tutmak, içini okumaya çalışmak ve sonra da içinde bulunduğu ruh haletine uygun bir üslupla o sıkıntılı durumunu gidermesine yardımcı olmak iktiza eder. Bu mevzuyu Ziya Paşanın sözüyle şimdilik bitirelim:

Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhemi her yâreye derman mı sanırsın
En ummadığın keşfeder esrar-ı derûnun,
Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın.

Kabz u Bast İle Havf u Reca

Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde ifade edildiği gibi, havf u reca (korku-ümit), iradî birer tavır, hak yolunun salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık; kabz u bast, bir kısım iradî sebeplerin dışında hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihaî sınırda sırlı bir alış-veriştir. Havf u reca, istikbale ait sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endişe hissi ve bir ümitlenme neşvesi ise; kabz u bast, hali hazır itibariyle kalbe gelen değişik boy ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin kasvetle kasılması veya neşeyle atması şeklinde yorumlanabilir. Havf u reca ile kabz u bast birbirine karıştırılmamalıdır. Birisi, insanın beklentileri ve inancı neticesidir. Diğeri, haldir ve hemen her mertebede, her makam ve payede kulun başına gelebilecek bir durum; yolcuyu sürekli alakadar eden bir husustur.

Kabz u Bast ve İnsan Karakteri

İnsan karakteri ile kabz u bast arasında bir alaka olabilir. Bazı ruhlar kabza daha yakındırlar. Bazı hassas insanlar mazhar olduğu bast karşısında bile "Ben ne yaptım ki böyle bir mükafat verildi." derler; bast bile onlar için bayağı bir sıkıntı kaynağı olur. Böyleleri, değişik hadiseler karşısında da derin bir duyarlılığa sahiptirler. Daha önce bencil ruhların mülahazasına bağlayarak arz etmiştim: Benciller derler ki, "Ateş düştüğü yeri yakar." Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. "Ateş çevresini de yakar." ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. "Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar." sözüne gelince bu kamil ruhların vicdanlarının sesidir.

İşte, ihsasları bu derece derin, dünyanın herhangi bir yerinde bir hadise olduğu zaman kendine göre mânâ çıkaracak bir ruh çok defa kabzın demir pençesine düşer, ızdırap çeker. Dışta cereyan eden hadiseler onda fırtınalara sebep olur. Hatta onun fizikî yapısına tesir eder. Bir kısım ruhi problemlerin, bir kısım psikosomatik (ruhî sebeplerle meydana gelen bedenî) rahatsızlıklara sebebiyet verdiği gibi, dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden hadiseler aynen psikosomatik hastalıklar gibi onun bedeninde kendini hissettirir. Bacağı ağrır, boynu ağrır, dişi ağrır vs... o şahsın bu tür rahatsızlıklarına "dünyasomatik" hastalık diyebilirsiniz. Veya cihannüma ruhların "cihansomatik rahatsızlıkları"...

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.