• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Kazanma Kuşağında Hüsran Yaşamamak İçin

Hak ve hakikatten istifade edilmesi veya mahrum kalınması noktasında Peygamber Efendimiz'in amcaları Hz. Abbas, Hz. Hamza, Ebû Leheb ve Ebû Talib'in tavır ve davranışları günümüz insanı için neler ifade etmektedir, izah eder misiniz?

Kendi Değerlerimiz ve Bizim Yuvamız

Soru: Geçmişten süzülüp gelen millî, mânevî değerler üzerine bina ettiğimiz geleneksel aile müessesemizin Tanzimat’la birlikte sarsılmaya başladığını görüyoruz. Toplum için hayatî önemi haiz olan aile kurumunun bugün yeniden ihyası adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Kendi kaynaklarımızdan azamî derecede istifade

Soru: Hakiki Kur’an talebesinin iç kaynaklardan doğrudan doğruya, dış kaynaklardan ise süzerek istifade etmesi gerektiği belirtiliyor. İç kaynaklardan azamî derecede istifade adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

İnsanları temel kaynaklara yönlendirmeden önce, onlarda merak duygusu ve öğrenme aşkı uyarılması gerekir. Bir başka ifadeyle, toplum vicdanında evvela hakikat aşkı ve o hakikate ulaşmak için de ilim ve araştırma iştiyakı tetiklenmelidir. Öyle ki insanlar, dur-durak demeden, yorgunluk nedir bilmeden eşya ve hadiseleri didik didik etmeye ve hakikat-i eşyayı öğrenmeye teşne bulunmalıdır. Böyle bir aşk u heyecan uyarıldığı takdirde, bizi biz yapan temel kaynakları öğrenme arzusu da gönüllerde oluşmaya başlayacaktır. Evet, sineler delice bir öğrenme heyecanına tutulduğunda, işte o zaman insanımız da ciddi bir arzu ve iştiyakla kendi kaynaklarımıza yönelecek; yönelip onlardan kana kana içmek isteyecektir.

Durgun suyu hiçbir yere yönlendiremezsiniz

Başka bir mevzuyla alakalı ortaya konan bir yaklaşımı, misal olması açısından burada da ifade etmek istiyorum: Kendi düşüncesini ihya veya kendi düşünce çizgisinde bir dirilişi temin etme adına insanlarda öncelikle cinnet derecesinde bir heyecan olmalıdır. İnsanı yerinde durdurmayan, onu deli-divane gibi sağa-sola salacak bir heyecan! Eğer böyle bir heyecan yok ise insanları ülfetten, ünsiyetten, yol yorgunluğundan kurtarıp bir yere tevcih etmek oldukça zordur. Heyecanla dopdolu bir insanın durumuna gelince, bazı aşırılıkları olsa bile bu insanı, saygı duyduğu dininin disiplinleriyle tadil etmek daha kolaydır. Mesela ona “Sen pür heyecansın. Ancak böyle bir heyecan inşadan daha çok yıkmayı netice verir. Bu ise, gönülden bağlı bulunduğun değerlere, dininin esaslarına göre doğru değildir. İyisi mi gel, böyle bir heyecanı biz müspet yolda kullanalım. Gerekirse onu, birkaç yüz sene beklemenin tohumu ve bu yolda sabitkadem olmanın temel sâiki yapalım. Asırlar sürse de öz beynimizi burnumuzdan kusarcasına düşünüp taşınalım, güzel projeler ortaya koyalım.” denilerek onun bu heyecanını doğru yerde kullanması sağlanabilir.

İşte aynı husus ilim öğrenme ve kitap okuma için de geçerlidir. Yani ilim, hakikat ve araştırma aşkı uyarılmadan insanları belli kaynaklara yönlendirmek oldukça zor bir meseledir. Siz, böyle bir heyecandan mahrum insanlara belli kaynakların ne kadar tahşidâtını yaparsanız yapın, onlar belki yine de bir ilmihalle iktifa etmeyi yeterli görecektir. Bu açıdan insanımıza öncelikli olarak böyle bir heyecan kazandırılmalı, sonra da bu heyecana bir yol ve yön belirlenmelidir. Zira durgun ve durağan bir suyu herhangi bir yöne sevketmek mümkün değildir.

Önce muhkemât bilinmeli

İkinci olarak dikkat edilecek husus, kendi düşünce dünyamız itibarıyla önceliklerimizi belirlemektir. Yani biz öncelikli olarak neleri bellemeli, hangi ölçüleri esas almalı, hangi kıstaslara sâdık kalmalıyız? Başka bir ifadeyle, öğrendiğimiz malumatı kendisiyle test edeceğimiz muhkemâtımız nelerdir ve bunlar hangi kaynaklarda yer alır? Bu soruların cevabı, yani bizim duygu ve düşüncemizi içinde okuyabileceğimiz kültürümüzün temel kaynakları başta Kur’an, Sünnet, icma ve kıyastan oluşan edille-i şer’iyye-i asliyye; sonra da örf, âdet, maslahat, istihsan gibi delillerden oluşan edille-i şer’iyye-i fer’iyyedir. İşte bu kaynakları öğrenmeden, onlardaki muhkemâtı tespit etmeden başka kaynaklara açılmak, çok defa kafa karışıklıklarını da beraberinde getirir. İsterseniz siz, Tanzimat’tan evvel başlayan, meşrutiyet yıllarında devam eden ve daha sonra da sürüp giden kafa karışıklıklarını, metodolojiye sâdık kalamayışımızı, elimize geçen yalan-yanlış her şeyi hemencecik doğru kabul edip peşlerinden sürüklenip gidişimizi ve böylece değişik fantezi ve lükslere takılmamızı bu hususa bağlayabilirsiniz.

Mesela günümüzde insan kaynakları ve kişisel gelişimle ilgili bir hayli malumatın konuşulup durduğu bir gerçektir. Ne var ki, biz insan yetiştirme gibi önemli bir mevzuda, Resul-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) lal u güher beyanlarına müracaat etmiyor ve sadece metafizikten mahrum kişisel gelişim teorilerini okumakla iktifa ediyorsak çok şeyi eksik bırakıyoruz demektir. Zira biz talim ve terbiye gibi temel bir meselede, Rehber-i Ekmel’imizin vaz ettiği esaslar çerçevesinde insanları insan-ı kâmil olmaya sevk edemiyorsak, o zaman sanki -hâşâ ve kellâ- “O’nun getirdiği sistemde bir eksiklik ve noksanlık var, Kur’ân çok şeyi eksik bırakmış ve bin dört yüz yıl boyunca selef-i salihîn de bazı mevzuları hiç anlayamamış” gibi bir anlayışı kabulleniyoruz demektir ki, bu da apaçık bir dalâlettir. O halde, biz, körü körüne niye başkalarının arkasından sürüklenip gidelim ki! Onların yazıp söylediklerinin, kendi terminolojileri ve kendi sistemleri içinde belli bir mantığı olabilir. Fakat biz aynı meseleleri öncelikle kendi değerlerimiz ve kendi temel kaynaklarımız açısından ele almalıyız; almalıyız ki, kendi kendimizle çelişmeyelim, pedagojiye, psikolojiye dair bir şey söylerken iman esaslarımızla tenakuz arz edecek bir çarpıklık ve inhirafın içine düşmeyelim. Evet, eğer başta kıbleyi tayin etmeden yola çıkmışsak, şurada burada şaşkın şaşkın dolaşır durur da bir türlü yolumuzu/yönümüzü bulamayız.

Bu yapılabildiği takdirde, yani bir insan, kendi kaynaklarını okuyup öğrendikten ve onlardaki muhkemâtı özümseyip bir kriter olarak eline aldıktan sonra, istediği kitabı okuyabilir. Ben size, düşüncelerine değersiz nazarıyla baktığım ve hatta hususiyle gençler için çok tehlikeli bulduğum Sartre ve Marcus’u bile okumayın demem. Çünkü bunlardan bile alacağınız bazı güzel şeyler olabilir. Fakat bunları okurken sizin almanız gerekenleri doğru bir şekilde alabilmeniz için mutlaka elde bir kıstasınızın olması gerekir. Evet, öncelikle bir kanaviçeniz olmalı ki, örgüleyeceğiniz şeyleri ona göre örgüleyebilesiniz. Eğer sizin oturmuş bir değer yapınız yoksa bugün şu akım, yarın başka bir akım derken değişik akımlar arkasından sürüklenir gidersiniz de neticede hiçbir şey elde edemezsiniz. Maalesef bizim aydınlarımızın birkaç asırdan beri hal-i pür melali işte budur.

Üçlü sacayağı

Temel kaynaklarını çok iyi bilen bir insanın diğer kaynaklardan elde ettiği bilgilere gelince, onlar insanı ayrı bir zenginliğe ulaştırır. Mesela hicrî 5. asra, bir yönüyle de 11. ve 12. asra kadar atalarımız dıştan alacakları şeyleri almış, onlardan istifade etmiş ve bu mevzuda ciddi bir problemle de karşılaşmamışlardır. Çünkü onlar aldıkları şeyleri filtreden geçirmiş, revize etmiş ve neyi alıp neyi dışarıda bırakacaklarını çok iyi tespit etmişlerdir. Eğer biz de bugün bunu gerçekleştirebilirsek işte o zaman çok ciddi bir zenginliğe ulaşabiliriz.

Diğer yandan bir hazine değerinde bulunan temel kaynaklarımızdan hakkıyla istifade edebilmek için, hem kalb ve ruh ufkunda seyahat edebilecek, o ufka dair bilmesi gerekli olan şeyleri bilecek vicdan enginliğine; hem de kâinat kitabının mânâlarına açık duran, onlardan istifade eden ve onları yorumlayabilen bir bakış açısına ihtiyacımız vardır. Fakat günümüzde böyle bir ufka sahip kaç insan gösterebiliriz bilemiyorum. Çünkü insan yetiştirirken onun maddî-manevî, kalbî-ruhî, aklî-fikrî… her yönünü ele alıp bütününe hitap eden müesseselerden bir hayli zamandır mahrum bulunuyoruz. Evet, belli bir dönemde, nice büyük zatları yetiştiren ilim ve irfan yuvası medreselerimiz -istifade edilecek bazı yönleri bulunsa da- ne yazık ki, veludiyetini kaybetmişti. Eskinin tekrarını yapıp duruyordu. Çağını yaşamadığı için toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan da uzaklaşmıştı. İslamî bünyede gelişen tekke ve zaviye de aynı şekilde veludiyetini yitirmişti. Usulüddinin ilke ve prensipleriyle fıkıh metodolojisi esas alınmadığı için din, hislere, duyuşlara, sezişlere ve şahsî bir kısım mevahib-i ilahiyeye göre yorumlanıyor, bir kısım sübjektif mülahazalara bina ediliyor ve böylece o, mistisizm çerçevesinde bir kalıp içine sokuluyordu. Durum böyle olunca beri tarafta ona karşı oluşan tepki hareketleri de meseleyi tamamen natüralizmve materyalizme götürüyordu. Dolayısıyla iç içe bulunması ve birbirinin destekçisi olması gereken bu iki kurum arasında çok ciddi bir ayrışma baş göstermişti. Hatta bazıları Batı’yı taklit ederek hiç farkına varmaksızın meseleyi din ve ilim alanını birbirinden tamamen ayırmaya kadar götürmüşlerdi. Neticede olan yine bize oldu. Dünyaya kapandığımız, İslam’ın ruh ve kalb hayatıyla ilim hayatını birbirinden ayırdığımız ve zaman gibi önemli bir müfessirin tevil ve tefsirini arkamıza almadığımız için kendimizi belli bir darlığa hapsettik ve neticede din parçalanıp tanınmaz bir hale geldi. Bu itibarla denilebilir ki, mektep medreseyle, medrese tekke ve zaviye ile bunların bütünü de kışla terbiye ve disipliniyle birleşip bir sacayağı oluşturmadan bizim yeniden kendimiz olmamız, kendimiz gibi düşünmemiz ve meseleleri kendimiz gibi tahlil etmemiz mümkün değildir.

Burada son bir hususa daha değinmek istiyorum. Eğer bizde ciddi bir hakikat ve ilim aşkı olur ve bu da temsile aksederse zannediyorum biz gönüllere sunacağımız mesajı hakiki çerçevede sunmuş oluruz. Zira en müessir, en kalıcı ve en tutarlı ders insanın tavır ve davranışlarıdır. Evet, gönüllere bir gerçeği duyurmanın en önemli dinamiği, inanılan ve arkasından koşulan hakikatlerin yaşanan bir örnek halinde canlı olarak ortaya konulmasıdır. Kitapların ve beyanın esas vazifesi, temsilde muğlâk ve kapalı kalan noktaları gidermek olmalıdır. Ne var ki biz, sanki onlar her şeyi ifade edecekmiş gibi sadece kitap ve beyanla yetiniyoruz. Hâlbuki kitapların en mukaddesi olan Kur’ân-ı Kerim, üç asırdan beri kadife kılıflar içinde evlerimizin en mutena köşelerinde bulunmasına rağmen, kendini ifade edememe ve bize bir yol gösterememe ızdırabı içindedir. Eğer Kur’ân-ı Hakîm, ihtiva ettiği mânâ ve muhtevasıyla yaşanmaya başlanır ve hayata hayat yapılırsa işte o zaman o, kitaplar kitabı olur. Evet, işte o zaman, siz onda mavera-i tabiatın ses ve soluğunu dinlemeye başlayabilir, meleklerin ses ve soluğunu duyabilirsiniz. Hatta biraz daha azmetseniz onu Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) fem-i güher-i nebevisinden dökülüyor gibi dinleyebilirsiniz. Ama yaşanmayan ve dili bilinmeyen bir kitap, yüceler yücesi bir kitap da olsa, size çok fazla bir şey anlatmayacaktır. Bu itibarla dil-dudak, söz-beyan, kalem-kelam her zaman kalble irtibatlı ve kalbin emrinde olmalıdır.

Kendini Bil

İnsanın kendisini bilmesi sadece anatomisini, kuvve-i şeheviyesini, gadabiyesini, gayzını, hiddetini, şiddetini bilmesi demek değildir. Veya sadece vicdan mekanizmasını, ruh sistemi içindeki latife-i Rabbaniyesini, şuurunu, hissini, iradesini bilmesi de demek değildir. İnsanın kendini bilmesi bunlarla birlikte her gün kendini farklı bir mülahazaya alarak yeniden okuması, sürekli kendisini yeniden tanıması demektir. Çünki insan bir fotoğraf gibi tek bir karede tesbit edilen/edilebilen bir varlık değildir. O büyüyen bir ağaç gibi her an yeni bir şekil almaktadır. Dolayısıyla insanın kendi ruh, idrak ve şuur ufku itibariyle kendiyle münasebettar olan hadiseleri gözlemlemesi ve yorumlaması gerekmektedir: "Bugün şöyle olumsuz bir hadise geçti başımdan, sebebi herhalde şu hatam idi. Veya şu davranışımdan dolayı böyle bir lutf-u İlahiye mazhar oldum. Liyakatim olmasa bile ihtimal Cenab-ı Hakk’ın marziyatına muvafıktı." gibi düşünceler ile devamlı kendini mercek altında tutması gerekir. Ama burada şunu unutmamak lazım; bu muhasebeyi yaptığınız zaman dilimi de, yukarıda bahsini ettiğimiz bir kareden ibarettir ve bu durum bir saniye önce veya bir saniye sonrakinden farklıdır.

İnsan bu çizgiyi yakalayabilirse mahiyetini koruyabilir. Allah’ın kudretinin, iradesinin, meşietinin, ilminin taallukunu görebilir. Evet, insan daima değişen, daima farklı televvünlerle ortaya çıkan çok karmaşık bir kitaptır. Bundan dolayı onun sürekli mütalaasına ihtiyaç var.

Kur’an’da buraya kadar söylediklerimizle zahiren çelişiyor gibi görülen bir ayet var; "Ve lâ tekûnû kellezîne nesullâhe feensâhum enfüsehüm – Allahı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da nefislerini onlara unutturdu." Dikkat edilirse bu ayette Allah’ın unutulması başta zikrediliyor ve bunu yapanlar için de nefsin unutturulması bir ceza olarak arkadan geliyor. Öyleyse şöyle denilebilir; nefsini bilen Allah’ı bilir, fakat Allah’a karşı lakayd kalana da Allah nefsini unutturur. Görüldüğü gibi bir çelişki yok burada.

Öyleyse insan, Allah’ı unutmadığı ve her meseleyi O’na bağladığı zaman nefsi bir kitap haline gelir. 23. Söz’ü hatırlayın, der ki Bediüzzaman Hazretleri: "İman bir nurdur". Evet iman tecelli ettiği zaman kainatta her şeyi okunur hale getirir, kainatı ve enfüsü daha bir farklı okuma imkanı verir. Enfüs, afakın okunması mevzuunda bir büyüteç, bir mercek olur. Bu açıdan Allah’ın varlığının baştan kabülü ve O’na iman çok önemlidir. Bu kabul ile siz enfüste de afakta da çok rahat dolaşırsınız. Her şeyi bir kitap gibi mütalaa, bir meşher gibi temaşa edersiniz. Aksi halde, yani meseleyi Allah’a vermediğiniz takdirde her şey karanlığa gömülür. 23. Söz’de ifade edildiği gibi; "bir köprünün üzerinde, ürperten karanlıklar içinde ve dört bir yan korkunç cenazeler ve vahşi hayvanlarla çevrili bir müthiş halde iken meseleyi Allah’a imana verdiğinde, O’nu duyması bir elektrik düğmesine dokunmak gibi olur ve o korkutucu hal birden değişiverir." Demek ki, baştan Allah’ı bilme, insanın enfüs ve afakı daha derince okumasına çok önemli bir katkıda bulunuyor.

Şimdi eğer ben O’na inanıyorsam şunu kabul ediyorum demektir ki ben ve benim davranışlarım, bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyler ve ömrümün sonunda hatta ahirette başıma gelecek şeyler hep O’nun ilim ihatası içindedir. "Velâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî." Siz O’nun ilminden bir şey kuşatamazsınız. Neden? Çünkü O Muhîttir (Her şeyi kuşatan). Muhît olan, muhât olamaz ki. Siz O’nun ilmini kuşattığınız zaman, muhît muhât olmuş olur ki bu da Zat-ı Bârî için muhaldir. Bu mülahazayla hadiselere bakınca çay içme gibi basit bir ameliyenin dahi O’nun meşiet ve iradesinin dışında olmadığını görürsünüz.

Burada ayrıca bir "devir" var gibi. Yani bir taraftan nefsimizi okuyor, nefis merceğiyle varlığa bakıyor, çok geniş dairede Allah’ın varlığına, birliğine delillerin, şahitlerin mevcudiyetini görüyoruz; bir diğer taraftan da şahitlerin şahid-i sadık olmalarının ve bir şey ifade etmelerinin O’na inanmaya bağlı olduğunu görüyoruz. Kelam ilminde devir denir buna. Yani bir yönüyle o ona sebep, o da ona sebep. Bir başka tabirle "tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan çıkar" gibi bir şey. Aslında kelamcılar devri iptal etmişler. Fakat burada minvechin (bir yönüyle) öyle bir devir cereyan ediyor. O onu destekliyor, o onu destekliyor. Sizin cehd ü gayretiniz, okuma azminiz Allah hakkında marifetinizi artırıyor; Allah hakkında marifetiniz arttıkça siz kendinizi daha net okuyorsunuz. Sonra kaderi daha iyi görüyorsunuz, başınıza gelen musibetlerin manasını daha iyi kavrıyorsunuz, nimetleri daha iyi duyuyorsunuz. Hepsinden önemlisi şükür adına daha iyi şahlanıyorsunuz. Kötü gibi duran, çirkin suratla karşınıza çıkan hadiseler karşısında daha iyi yorumlara gidiyorsunuz. Hazreti Mevlana’nın ifadesiyle; "Musibetler, belalar karşınıza yırtık-pırtık elbiseler içinde çıkan, edası endamı yerinde bir güzel gibidir. Ne diye yırtık-pırtık elbiseye takılıp kalıyorsunuz. Baksanız ya içteki edaya endama." İşte bu zaviyeden olaylara bakabiliyorsunuz.

Evet, işin aslı, hem enfüsün hem de afakın okunması, insanın kendisini bilmesi demektir -ki bu Allah’ı bilmenin bir yoludur- ve Einstein’in kehanetinde dediği gibi çok buudluluğa açılmaktır. Çok buudluluğa açılabilenler, dar çerçevenin bir başka tabirle suretlerinin dışına çıkar ve siretlerine göre mahiyet alırlar. Siret, insanın tavırları, davranışları, inançları, değerlendirmeleri, yorumları, bakışı ve te’villeridir. Bu durumda siretine göre bir resmi olur her insanın. Gözler basiretin emrine verilerek, buradan bakınca altı-yedi buudlu derinlikleri, hatta öbür alemi, Cenneti-Cehennemi, arşın yanı başında İsrafil’in azametli heykelini görmek... Evet insan, bilkuvve (potansiyel) istidadı ile (Allahu a’lem) görebilir bütün bunları.

Kendini ifade etme arzusu

Soru: İnsanın içinde, yapıp ettiklerinden memnuniyet duyma ve bunları nazara verme temayülü var. Bu tür arzu ve heveslere karşı mü’mince duruş nasıl olmalıdır?

İnsan, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfikiyle, kimi zaman, bazı güzel işler ortaya koyabilir. Fakat ortaya konan bu amellerin, o ameller için gerekli olan evsafa uygun yerine getirilip getirilmediğine dair elde bir garanti bulunmamaktadır. Kim bilir belki de mevcut imkânlarla daha sağlam ve daha güzel bir amel gerçekleştirilebilirdi. Bu açıdan insanın, büyük bir başarı gibi görülen muvaffakiyetler karşısında bile, kendi kendine “acaba ben, bana verilen bu imkânları tam olarak kullanabildim mi? Daha iyi bir sonuca ulaşma adına gerekli performansı ortaya koyabildim mi?” sorularıyla kendini ve yapıp ettiklerini kritiğe tabi tutması gerekir. Bu yapılabildiği takdirde zannediyorum insan, en büyük muvaffakiyetler karşısında bile, “Öyle görülüyor ki, ben bu işi tam beceremedim. Onu, murad-ı ilahiye uygun ve beni tatmin eder şekilde yerine getiremedim.” diyecek; diyecek ve kendini beğenmek bir yana, muhasebe duyguları içinde kendini levmetmeye duracaktır.

Namazı kılmak mı, ikâme etmek mi?

Bir misal olması açısından ifade edeyim: Milletimiz namazın eda edilmesini, “namaz kıldım.” tabiriyle dile getirir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da namazın bize bir vazife olarak verilmesinde kullanılan kelime “ikâme”dir. Bunun manası ise bütün mâsivâdan sıyrılarak namazı, iç ve dış şartlarıyla tastamam yerine getirme, Allah’ın bize tahmil ettiği bu emanetin hukukuna kemal-i hassasiyetle riayet etme ve o âbideyi kendine has renk, desen ve çizgileriyle arızasız ve kusursuz bir şekilde ortaya koyma demektir. Bu açıdan, “Namazı ikâme ettim.” diyen bir insana, “Sen hakikaten namazı, erkân-ı zâhiriye ve batıniyesiyle tastamam ortaya koydun mu?” diye sorabilirler. Kılma kelimesine gelince, onda, bir mânâda aradan çıkarma ve geçiştirme gibi bir sunîlik vardır.

İşte ben, milletimizin namaz vazifesinin edası için “kılma” tabirini kullanmasını, onun edep ve terbiyesinin bir gereği olarak görüyorum. İhtimal ki insanımız şöyle düşünmektedir: “Eğer kıldığım namazın iç veya dış yapısında bir arıza varsa, ben bu namazı ikâme ettim diyemem. Bilakis onu, gücümün yettiğince şeklen eda ettim. Ancak Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinden ümit ederim ki, O, benim gibi namazını yarım-yamalak eda eden bir insanı da affeder.” Mahviyet, hacalet ve tevazu mülahazasının bir sonucu olarak ortaya çıktığına inandığım böyle bir ifadeye bayıldığımı söyleyebilirim.

Şimdi mesele böyle olunca, insanın yaptığı iş ve amellerine güvenmesinin tehlikeli bir yanı var demektir. Bunun yerine insan, bir yandan “tam yerine getiremedim” diyerek daha mükemmelin peşinde olmalı, diğer yandan da, Allah’ın (celle celaluhu) şeklî amellerle bile kullarını affedeceğine ve onları dergâh-ı ulûhiyetinde kabul buyuracağına inanmalıdır. İhtimal ki, Cenab-ı Hak, bu mülahazalara sahip olan bir insanın amellerindeki boşluklarını onun niyetiyle doldurur ve ona göre muamelede bulunur.

İnsanın ortaya koyduğu güzel işleri düşünmesi, kendisini onlarla ifadeye kalkması, onlardan bahsedilmesini istemesi mahzurlu olduğu gibi, başkalarının kendisine yönelttiği takdirleri sahiplenmesi de aynı şekilde mahzurludur. Bazıları onun hakkında, “Falan şunu yaptı, bunu yaptı” diyebilirler. O bütün bunları onların hüsnüzannına vermeli ve hatta bunları bir içtihat hatası olarak görmelidir. Vakıa insanların, hüsnüzanlarında yanılmış olmalarını bir günah olarak değerlendirmek doğru değildir. Zira bir insanın suizan edip isabet etmesindense hüsnüzan edip yanılması daha ehvendir. Bu itibarla hüsnüzannı tercih etmek daha doğrudur. Elverir ki, hüsnüzanda bulunan kişi, dengeyi kaçırmasın, çerçevenin dışına çıkmasın ve takdir serhaddini aşmasın. Aksi takdirde hakkında medh ü senada bulunduğu kardeşinin boynunu kırmış olur.

Amellerin mükâfatını kendi darlığımıza hapsetmeyelim!

İnanmış bir gönlün, Allah’ı ve Resûlullah’ı başkalarına sevdirme mevzuunda doyma bilmeyen bir hırsla gayret etmesi çok önemlidir. Fakat insan, baştan sona bütün yeryüzünde ruh-i revan-i Muhammedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) gönüllerde bir bayrak halinde dalgalanmasına vesile olsa bile, yine de yaptığı bu işi yetersiz görmeli; yetersiz görüp ortaya koyduğu güzel işleri kendisini ifade etmeye bağlamak suretiyle, kendi darlığına hapsetmemelidir. Hatta yaptığı işlerle ilgili başkalarının takdiri de onun bu konudaki duygu ve düşüncesini değiştirmemelidir. Zira yaptıklarını anlatmak için fırsat kollayan ve sürekli bu duygularla oturup kalkan bir insan, gerçekten hecelemesi gerekli olan şeyleri hecelemeye imkân ve vakit bulamaz. Oysaki bizim derdimiz ve davamız hep Allah ve Habibullah olmalıdır. O’nunla oturmalı, O’nunla kalkmalı ve O’nu başkalarına sevdirmeyi en büyük gaye olarak görmeliyiz. İnsanlar tarafından O’nun sevilmesi O’nun hakkı olduğu gibi, bu işi yapmak da bizim vazife ve sorumluluğumuzdur. İşte böyle yüce bir vazifede, o insanı hizmetten alıkoyacak en tehlikeli hususlardan biri, ferdin yaptığı bazı işlerle kendini ifade ve ispat etmeye çalışmasıdır. Hele bir de bazen kaleminden, bazen fikir, teklif ve projelerinden, bazen organize kabiliyetinden, bazen de insanlara güçlü nüfuzundan dolayı çevresinde bulunanlar, boynunun kırılacağını hesaba katmaksızın onun alkışçılığını yapıyorlarsa durum daha da tehlikeli bir hal almış demektir. Biz parmakla gösterilme gibi bir hevese talip olduğumuzda, belki bu talebimize bu dünyada erişebiliriz. Fakat meseleyi çok küçük hesaplara bağladığımızdan dolayı öte dünya hesabına ne kayıplar ne kayıplar yaşarız. Bu sebeple, inanan bir gönül bence, Allah’ın rahmetinin enginliği içinde meseleye bakmalı, hep rıza ve rıdvana talip olmalı ve asla yaptığı amelleri küçük mülahazalara bağlamak suretiyle onları değersizleştirmemelidir.

İnsanın yaptığı iyiliklerin hafızı olması marifet değildir. Bu mânâ ve mazmun bir atasözümüzde ne hoş ifade edilir: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halık bilir.” İnsan, bir iyilik yaptığı zaman, ona o iyiliği yapma fırsatı veren Allah’a minnet ve şükranını sunma adına, tahdis-i nimet nevinden “elhamdülillah”, “eşşükrülillah” diyebilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat bir insanın, “Ben falan zamanda şu işi göğüslemiş, şunun elinden tutmuş, şu işleri başarmış bir insanım.” diyerek yaptığı iyilikleri sayıp dökmesi o iyiliklerin daha dünyadayken heba olup gitmesine yol açma demektir. Bu hususta insan o kadar hassas davranmalıdır ki, birisi kendisine gelip, daha önce yaptıklarından bahsettiğinde, “hatırlamıyorum” demesini bilmeli ve hakikaten yaptığı o iyiliklere hafızasında yer vermemelidir. Bu istikamette gerekirse tekellüflü gayretlerle onları hafızasından silmeye çalışmalıdır.

En büyük kusur: Kusurunu görmemek

İnanmış bir gönül, yetmiş sene önce bir kötülük yapmış ve sırf bu kötülüğünden dolayı yetmiş bin defa istiğfar etmiş olsa dahi, bu kötülüğünü daha dün işlemiş gibi vicdanında terütaze duymalı, onun hacaletiyle iki büklüm olmalı ve Allah’tan af dilemeye devam etmelidir. Belki taakkulî, tasavvurî ve tahayyülî hatalar kulun amel defterine hiç yazılmayacaktır. Fakat insan bu seviyede dahi bir hata irtikâp ettiğinde, “Rabbim! Ben nasıl oldu da Sana karşı bu türlü şeyler düşündüm. Nasıl oldu da hayal dünyamda böyle bir münasebetsizlikte bulundum. Meğer ben ne kadar saygısız bir insanmışım.” diyerek yaptığı hatalardan dolayı sürekli iki büklüm olmalıdır. İnanın, böyle davranan bir insanın hiçbir kaybı olmaz. Bilakis ömrünü bu çizgide geçiren kişi, çokça tevbe ve istiğfar etmenin sevabıyla serfiraz olur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), amel defterinde çok istiğfarı olan kimse için “müjdeler olsun” ifadesini kullanmıştır. Ayrıca o Rehber-i Ekmel, bir hadis-i şerifte her gün yetmiş defa, başka bir hadiste ise yüz defa istiğfar ettiğini ifade buyurmuştur. Hâlbuki biz biliyoruz ki, hayatı boyunca Cenab-ı Hak O’na hiçbir günah işletmemiştir. O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), masum doğmuş ve hep masum yaşamıştır. Evet, O, hayatını vahyin teminatı altında sürdürmüştür. Ama bütün bunlara rağmen Nebiler Serveri (aleyhissalâtü vesselâm) her gün yetmiş veya yüz defa istiğfar ediyordu.

Sözün özü, insanın bir günah karşısında geceleyin kalkıp seccadesine kapanması, gözyaşlarını ceyhun ederek “Elfü elfi estağfirullah” demesi, onun için büyük bir kazançtır. Kendisini hiçbir hata yapmamış gibi gören, kendi faziletlerinin büyülü ikliminde yaşayan, başarılarıyla başı dönmüş, bakışı bulanmış mahmur kimselere gelince, onların mahviyet ve hacalet içinde Allah’a yönelmeleri çok zordur. En küçük hata karşısında bile kendini büyük bir cinayet işlemiş gibi görenlerdir ki, bütün samimiyetleriyle Cenab-ı Hakk’a teveccüh eder, içlerini O’na döker ve yakarışa geçerler. Dolayısıyla bir insanın kendisinin methedilmesini istemesi ne kadar mezmum bir duygu ve düşünceyse, kendini sorgulaması da o ölçüde faziletli bir ameldir. Rabbim bizi, hakikî mânâda kendini sorgulayabilen tali’li kullarından eylesin!

Kenz-i Mahfî

Allah her zaman kendini ilmiyle biliyordu. Kudretiyle belli tasarrufları vardı. Fakat o âlemler, başka âlemlerdi. Allah bir kere de bizim fizik âlemi diyebileceğimiz, maddeden mürekkep bir âlemde kendini ifade etmek ve tanıtmak istedi. Dolayısıyla “Kenz-i mahfî”yi Allah’ın fizik âlemindeki tecellîlerinden önceki durum için kullanılan bir ifade şekli olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca şunu da baştan bilmek gerekir ki, bizler dîk-i elfazdan (sözlerin yetersizliğinden) dolayı “önce” veya “sonra” diyoruz. Yoksa zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah (celle celâluhû) için öncelik ve sonralık bahis mevzuu değildir.

İşte bu kenz-i mahfî, belli bir fasıldır. Cenâb-ı Hak berzahta da kendini ifade edecek. Orada da varlığı hem gözüyle görecek, hem de gören gözlerin gözüyle. Ardından mahşer âlemini yaratacak, orada görecek ve gösterecek. Mahşer âlemi de içinde yaşadığımız bu âleme hiç benzemeyen ayrı bir âlemdir, ne kadar sürer belli değil. Mesela biz burada atomlar, protonlar, nötronlar diyoruz; belki orada antiatomlar, antinötronlar, antiprotonlar, antipartiküller olacaktır da Allah onlardan bir âlem yaratacaktır ve orada zâtına, sıfat-ı sübhaniyesine ait hususiyetleri sergileyecektir; sergileyecektir, zira her hünerber zat kendi sanatını teşhir etmek ister. Onun teşhiri cennette de devam edecek.

Cenâb-ı Hakk’ın böyle değişik âlemlerde kendini değişik şekillerde tanıtması, tebeddül veya tagayyür (onun değişiyor olması) anlamına gelmez. Cenâb-ı Hak’ta tebeddül, tagayyür, elvân u eşkâl (renkler ve şekiller) yoktur. Cennette mazhar olunacak nimetlerde ise tebeddül, tagayyür, elvân u eşkâl olacak ve her zaman bambaşka, farklı şeylerle karşılaşacaksınız.

Keramet-İkram ve İstidraç Endişesi

Soru: Keramet ve ikram arasındaki farklar nelerdir, keramet istememe ile ilgili mülâhazalar ikram için de geçerli midir?

Cevap: Peygamberlerin (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselâtü vesselâm) peygamberliğini ispat adına, onların elinde Allah'ın yaratıp meydana getirdiği harikulade hâllere mucize diyoruz. Mucize, kelime mânâsı itibarıyla başkalarını âciz bırakan şey demektir. Çünkü o, Allah'ın meydana getirdiği fevkalâdeden bir âdet-i ilâhîdir. Yani bir tarafta, tekvinî emirlerde müşâhede ettiğimiz, kendi fizikî yapımızda ve onun ihtiyaçlarında okuduğumuz adiyattan kabul edilen müstemir bir âdet-i ilâhî vardır. Bir de Cenâb-ı Hakk'ın bu âdetleri hark ettiği bir âdet-i ilâhîsi vardır. İşte dava-yı nübüvveti ispat adına enbiyanın eliyle ortaya koyduğu mucizeler bu sınıftandır. Aynı şekilde Allah'ın (celle celâluhu) yaratmasıyla, hak dostlarından sadır olan bir kısım fevkalâde hâdiseler vardır ki, bunlar da harikulâde âdet-i ilâhî cümlesindendir.

Keramet Ketmedilir

Tabiî burada "velilik" derken ıstılahî mânâdaki veliliği kastediyorum. Yoksa umumi mânâda; sağlam inanmış ve amel-i salih yapan herkes Allah'ın velisi, Allah'ın dostudur. Kur'ân-ı Kerim'de farklı âyet-i kerimelerde her Müslümanın bir mânâda Cenâb-ı Hak nezdinde bir veli ve Allah'ın da onların Mevlâsı olduğu hususuna işaret edilmektedir. Meselâ;

إِنَّ وَلِيِّيَ اللّٰهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ

"Benim mevlam, o kitabı indiren Allah'tır ve O bütün iyi kulların koruyucusudur."(A'râf sûresi, 7/196) âyetiyle;

ذٰلِكَ بِأَنَّ اللّٰهَ مَوْلَى الَّذِينَ اٰمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلٰى لَهُمْ

"Bu, Allah'ın, inananların Mevlâsı ve yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların Mevlâ ve yardımcıları yoktur." (Muhammed sûresi, 47/11) âyeti söylediğimiz bu hususa misal olarak zikredilebilir.

İşte umumi mânâda değil de, ıstılahî çerçevede veliliği ele aldığımızda, böyle bir makama ulaşmanın belli yol ve metodları olduğunu görüyoruz. Meselâ Hasan Şazilî, Muhammed Bahauddin Nakşibend, Abdülkadir Geylanî, Ahmet Rufaî, İmam Rabbanî gibi büyük zatların her birinin velilik ufkuna ulaştıran ayrı birer yolu vardır. Seyr u sülûkte bir başka çizgi olarak Hz. Pîr'in de, acz u fakr, şevk u şükrün yanında, tefekkür yörüngeli, şefkat buudlu farklı bir yol ve yöntemi söz konusudur. Tabiî Hz. Pîr'in altı disipline bağlayarak ortaya koyduğu bu yolun yolcularının, bu disiplinleri kendilerine mâl etmeleri, hazmedip onlara göre kendilerini ayarlamaları çok önemlidir. Yani sadece "Bizim mesleğimiz acz u fakr ve şevk u şükür mesleğidir" demek yeterli değildir. Önemli olan bu disiplinleri sindirmek ve hazmetmektir. Bu da, insanın, her zaman "Kudret-i ilâhî elimden tutmazsa hiçbir şey yapamam." anlayışına bağlı olması, her şeyi Allah'tan bilecek derecede kendini fakir görmesi ve sağanak sağanak yağan niam-ı ilâhî karşısında da sürekli bir şevk içinde bulunması demektir. Görüldüğü üzere farklı mizaç, farklı meşrep, farklı zamanlara göre insanı vilâyet zirvesine ulaştıran farklı yollar vardır. İşte tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalbe muvaffak olmuş böyle bir hak dostuna, Cenâb-ı Hak, ekstra bir kısım ikram ve lütuflarda bulunabilir. Fakat bu, o hak dostunun böyle bir keramete talip olduğu mânâsına gelmez. Zira Cenâb-ı Hakk'ın keramet şeklinde lütf u ihsanda bulunması ayrı, o veli kulun böyle bir keramete talip olup olmaması ise tamamen ayrı bir meseledir. Meselâ bir insan, havada uçuyor, batmadan denizin üstünde yürüyor. İşte böyle bir hâdisenin, Ahmed Rufaî Hazretleri gibi hak dostlarının nazarında kadının özel günlerindeki hâli gibi ketmedilmesi gerekir. Haddizatında bizim Allah'tan böyle harikulâde bir şey talep etmeye hakkımız da yoktur. Bizim O'na karşı yapacağımız her türlü ibadet, O'nun hakkı, bizim de vazifemizdir. Zira O Mâbud-u Mutlak; biz ise abd-i mutlağız. İşte ehlullah, keramet nevinden mazhar oldukları fevkalâde hâdiselere bu şekilde bakmışlardır. Fakat onlar böyle bir talep ve beklentide bulunmasa da her şeye rağmen bazen ellerinden bazı kerametler sudûr etmiştir. Bu durum karşısında, her meseleyi mişkat-ı nübüvvete göre yorumlayanlar çok hassas davranmış ve istidraç olabileceği endişesiyle tir tir titremişlerdir.

İstidraç, cereyan ve zuhur keyfiyeti açısından keramet gibi harikulâde bir hâldir. Fakat o, bir mazhariyet değil; büyük bir âfet ve musibettir. Evet, istidraç, insanın liyakati olmadığı hâlde nimetler altında ezilmesi ve böylece tedricen müstehak olduğu cezaya çarptırılması demektir. Kur'ân-ı Kerim'de bu durum şu ifadelerle dile getirilir:

وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ

"Âyetlerimizi yalan sayanları, farkına varmayacakları şekilde yavaş yavaş helake yaklaştırırız." (A'râf sûresi, 7/182) Günümüzde de bu tür durumların emsalini görebilirsiniz. Bu açıdan yüce pâyelerden bahsetmek, işi fevkalâdeliklere bağlı götürmek her zaman çok tehlikelidir.

"Nefis Cümleden Ednâ, Vazife Cümleden Âlâ."

Keramet-ikram arasındaki farka gelince: Enaniyetin çok ileriye gittiği bir dönemde, keramet kelimesi aynı zamanda ıstılahî mânâdaki vilâyeti hatıra getirdiğinden dolayı olsa gerek, Hz. Pîr, bu mevzuda meseleyi biraz daha beriye çekmiş ve mazhar olunan fevkalâde lütuf ve ihsanları ikram-ı ilâhî çerçevesinde ele almıştır. Bu açıdan bakıldığında, ikram, insandaki tahdis-i nimet duygusunu tetiklemeli ve Allah'a hamd ü senâ duygularını coşturmalıdır. Alvar İmamı'nın ifadesiyle, insan her zaman: "Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lütf ile ihsan nedendir?" mülâhazalarıyla oturup kalkmalıdır. Hz. Pîr, bu düşünceyi daha farklı bir ifadeyle şöyle dile getirir: "Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ." Evet, Hz. Pîr'e göre önemli bir vazife gördürülüyor fakat vazife gören kişi bir neferden ibaret. Bundan dolayı o meâlen: "O Sultan-ı Zîşân, bazen bir neferi bile başkalarına madalya takmakla vazifelendirebilir. Benim vazifem de bundan ibarettir." demek suretiyle mesleğin esası olan mahviyet, tevazu, hacalet ve kendini sıfırlama yolunu nazara vermiştir. Bu bakış açısına göre insan, mazhar olduğu ikramları, fevkalâde bir donanım ve hususiyetin tezahürü olarak değil de, ekstradan lütfedilen, meccanen bağışlanan bir ikram-ı ilâhî şeklinde görmelidir.

Evet, günümüzde enaniyet çok ileri gittiğinden, ehl-i iman dairesi içinde bile kendine yer bulabilmektedir. Meselâ, bir şahsın etrafında beş-on insan bir araya gelip bir halka teşkil edince, hemen o kişi, bu halka içinde kendini ifade ve ilan etme arzu ve hevesine kapılabiliyor. Geçmiş devirlerde tek tük Mehdiliğini ilan eden kişiler çıkmıştır. Fakat denilebilir ki, hiçbir devirde bu kadar Mehdi enflasyonu yaşanmamıştır. Evet, Karmatîlerin, Bâtınîlerin, Fatımîlerin içinden de bu tür müddeiler ortaya çıkmıştır; fakat bu asırda o kadar çoktur ki, insan bu manzara karşısında hayretler içinde kalmaktadır.

Üstad Hazretleri bir yerde ikramın izharının tahdis-i nimet olduğunu, kesbin onda müdahalesinin olmadığını, dolayısıyla nefsin onu kendisine isnat edemeyeceğini ifade ediyor. İşte bu yönüyle kerametle ikramın arası tefrik ediliyor. Yani meslekteki esasa göre, ikram-ı ilâhîye mazhar olan şahsın, bu mazhariyetlerin kendisine şükür için verildiğini düşünmesi ve aslında kendisinin bunlara layık olmadığının şuurunda olması gerekir. Hz. Pîr'in bu mevzudaki mülâhazası şudur: "Dine hizmet ettim diye gururlanma.

إِنَّ اللّٰه لَيُؤَيِّدُ هَذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ

Allah bu dini bazen bir fâcir adamın eliyle de teyit eder." (Buhari, cihâd 182; Müslim, îmân 178) sırrınca müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin." Görüldüğü üzere Üstad Hazretleri bu ifadeleriyle kendisini de dine hizmet eden racül-i fâcir kategorisi içinde mütalaa etmiştir.

Şimdi kendisine böyle bakan, durduğu yeri, konumunu, Allah'la münasebetini çok iyi belirlemiş ve kendisini sıfırlamış bir insan, Cenâb-ı Hak'tan gelen ikramların kendisine göre olmadığını anlar. Gelen nimetler karşısında onun duygu ve düşüncesi ise şöyledir: "Ben öyle bir mahlûkum ki, bana atlastan bir elbise gönderiyorlar. Hâlbuki bunun ne keyfiyeti, ne deseni ve ne de değeri bana göredir. Öyleyse bu, benim için bir ikramdır." Aynı mülâhazalar Mektubat'ta da şu misalle ifade edilir: "Nasıl ki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: Maşaallah çok güzelsin, çok güzelleştin." Eğer sen tevazukârane desen: "Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz." O vakit, mağrurane bir fahirdir. İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir."

İşte bu, tahdis-i nimet mülâhazasıdır. Meseleye bu şekilde yaklaştığınız takdirde zannediyorum, fahre girmeyeceğiniz gibi, nimet-i ilâhîyi de inkâra gitmemiş olursunuz.

İkram İstidraca Dönüşmesin

Fakat günümüzde enaniyet daha bir ileri gittiğinden, benim ikram-ı ilâhînin izharı mevzuunda da bazı hususi endişelerim var. Meselâ, bir konuda bir karar verdiniz veya bir teşebbüste bulundunuz. Halk ifadesiyle, verdiğiniz karar şipşak yerine oturdu. Böyle bir durumda insan: "Bu da bir ikram-ı ilâhîdir. Ancak Cenâb-ı Hak bu ikramını benim elimle ihsan buyurdu." türünden bir mülâhazaya kapılabilir. Hâlbuki bu tür bir mülâhaza ikramı istidraca dönüştürebilir. Bu açıdan böyle bir durum karşısında: "Allah'ım Senin gönderdiğin bu ikramı başıma taç yapıyor ve ona kelam-ı nefsîyle tahdis-i nimetle mukabelede bulunuyorum. Ya Rabbi! Bu bir istidraç olmasın. Benim bu mevzuda böyle bir endişem var. Allah'ım bu bir istidraçsa ondan Sana sığınırım." demelidir. Çünkü Allah (celle celaluhu) insanları bu tür hâdiselerle imtihan edebilir. Evet, Cenab-ı Hak, karakter, cibilliyet ve ruhları bilir; ancak sizi size, bizi de bize göstererek ahirette itiraz ve mazeretlerin kapısını kapatmak için imtihan eder ve der ki: "İşte kendi karakterine bak. Eline bir şey geçince hemen kendini bir şey zannetmeye başladın. Sana bir eda ve endam verilince hemen çalıma girdin. Sana bir ufuk, bir idrak ve yüksek bir kavrayış ihsan edilince veya sa'y ve gayretine bir semere bahşedilince bunları kendinden bilmeye başladın. Dolayısıyla sen böyle boş bir insansın." Bu açıdan kanaat-i âcizanemce insan için böyle bir endişe her zaman mahfuz olmalıdır. Gelen ikramlar karşısında: "Bunlar Rabbimden geldi. O'na binlerce hamd ü senâ olsun." deyip tahdis-i nimette bulunmalı; fakat diğer taraftan da: "Cenâb-ı Hakk'ın yaptığı bu icraat-ı sübhaniyeyi, bu ikram-ı ilâhîyi aklım almadığından dolayı ağlasam mı gülsem mi bilemiyorum? O, bazen merkebe atlastan bir palan da vuruyor." mülâhazalarıyla kendisine bakmalıdır.

Evet, günümüzde enaniyet ve egoizm öldürücü ve bulaşıcı yaygın bir hastalık hâline geldiğinden -hafizanallah- ehl-i salah ve ehl-i kıble olanlar bile azıcık bir teveccüh karşısında hemen kendilerini belli makamlara layık gibi görmeye başlıyorlar. Oysaki Allah (celle celâluhu) insanı yükseltince, o bu lütuf karşısında iki büklüm olmalıdır. Hz. Pîr'in tevazu ve tekebbür adına verdiği ölçü çok önemlidir. O der ki; "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür." Bu yaklaşım hadis-i şerifin mânâsıyla da tam bir uyum arz etmektedir. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):

مَنْ تَوَاضَعَ لِلّٰهِ رَفَعَهُ اللّٰهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللّٰهُ

"Allah için tevazu, mahviyet, hacalet içinde bulunan ve kendisini sık sık sıfırlayan kimseyi Allah yükseltir; kibirlenen, burnunu diken ve caka yapanı da Allah (celle celâluhu) batırır." (Ali el-Muttaki, Kenzu'l-ummâl, 29/166) buyurur.

Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken husus ise; bir heyetin, heyet içinde bulunan insanların sa'yine, tavır ve davranışlarına terettüp eden hususlara karşı bizim istidraç nazarıyla bakmamamızdır. Çünkü böyle bir bakış açısı, umum heyeti suizan altında bulundurmak demektir. Eğer binlerce, milyonlarca insan bir mefkûreye sahip çıkıyor, önemli bir misyon eda ediyor ve o istikamette ciddi bir ceht ve gayret ortaya koyuyorsa, onlar hakkında istidraç düşünmek, koskocaman bir topluluk hakkında suizan etmek olur ki bu, büyük bir günahtır. Fakat o heyet içinde bulunan her bir şahıs kendisi hakkında "Böyle bir lütf u ihsana benim hiç mi hiç liyakatim yok. Değildir bu bana layık bu bende. Ama her şeye rağmen ben onu nimet bilip şükürde bulunmalıyım." diyerek Rabb-i Kerimine karşı şükran hisleriyle dopdolu olmalı; dopdolu olmalı ve hangi başarıya ulaşırsa ulaşsın, hangi konumu elde ederse etsin hep mahviyet ve hacalet duyguları içinde istidraç endişesiyle oturup kalkmalıdır.

Keşke çığlıkları

Fethullah Gülen: Keşke çığlıkları

Soru: Gerek dünyada gerekse ahirette “keşke” dememek için nasıl bir hayat yaşamalıyız?

Cevap: Bir mü’min, dünya ve ukbasını keşke nedametleriyle kirletmek istemiyorsa, en başta Allah’ı (celle celâluhu) bilmeli, O’nun yolunda yürümeli, O’na ulaşma gayreti içinde olmalı ve O’nun lütfettiği bütün imkânları yine O’nun yolunda rantabl olarak değerlendirmeye çalışmalıdır. Bu hedefe ulaşabilmek için ise o mü’min, hayatını hep basiret üzere yaşamalı, temkini hiçbir zaman elden bırakmamalı, hâdiseleri hep doğru okumaya çalışmalı, sorumluluğunun ve konumunun gereklerinin de her zaman farkında olmalıdır.

“Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim!”

Kur’ân-ı Kerim, farklı âyet-i kerimelerde ahirette bütün bütün kaybeden bedbahtların nedametlerini nazara vermiştir. Meselâ bir yerde, onlar bu pişmanlıklarını, “Ah keşke toprak olsaydım!” (Nebe sûresi, 78/40) sözleriyle dile getireceklerdir. Dünyada işledikleri zulüm ve günahların cezasıyla karşılaşan kâfirler, “Keşke taş, toprak olsaydık da maruz kaldığımız bu azaba maruz kalmasaydık!” diyeceklerdir.

Başka bir âyet-i kerimede burada kendi çizgisini kaybederek başkalarının arkasına takılıp gidenlerin “keşke”lerine yer verilmiştir: “İşte o gün zalim, parmaklarını ısırır ve şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim!” (Furkan sûresi, 25/27-28) Eğer insan, ahirette böyle sızlanmak istemiyorsa burada şuurlu yaşamalı, kimin arkasından gideceğini iyi tayin etmeli ve Allah’ın, insanları şaşırtmamak üzere gönderdiği resûllerin yolundan ayrılmamalıdır.

Aslında Allah, insanları hiçbir zaman rehbersiz bırakmamıştır. O, varlığının aynası ve ziyası olan enbiya-i izam, asfiya-i kiram ve evliya-i fihâm ile hep yolumuza ışık tutmuştur. Ancak insan, dünyada bu pişuva ve pişdarları görmezlikten gelir de onların izini takip etmez ve izsizliğinin kurbanı olursa yolunu kaybeder, dalâlet çukuruna yuvarlanır. Buradaki çukur da orada Cehennem gayyasına dönüşür. Neticede o kişi, ötede Cehennem gayyasında “keşke”lerle inler durur. (Bkz.: Meryem sûresi, 19/58-63)

Zalimlerin “keşke, keşke!..” feryatları

Başka bir âyette ise defterlerin dağıtıldığı hesap gününde bazı insanların yine “keşke” diyecekleri ifade edilmiştir. Defterleri sağ taraflarından verilenler, “İşte alın, okuyun kibatımı! (Zaten) ben böyle bir hesapla karşılaşacağıma inanıyordum!” (Hâkka sûresi, 69/19-20) sözleriyle mesrur olurlarken; defterleri sol taraflarından verilenler ise, “Âh keşke, bana bu kitabım verilmeseydi! Keşke hesabımı da bilmeseydim! Ve keşke, ölüm işimi bitirmiş olsaydı! Malım hiçbir işe yaramadı. Güç ve hâkimiyetim yok olup gitti!” (Hâkka sûresi, 69/25-29) diyecek ve hasretle inleyeceklerdir.

Burada sağlam mülâhazalara girmiş, müspet hareketi kendisine ilke edinmiş ve hep sağ salim hareket etmiş olanlara, ahirette kitapları sağ taraftan verilecek de onlar sevinç ve beşaşet izhar edeceklerdir. Kitapları sol taraftan verilenler ise işledikleri bütün mide bulandırıcı günahlarının orada yazılı olduğunu göreceklerdir. Hesap gününde onlar, burada harama nazar edip harama kulak kabarttıklarından, harama doğru yürüyüp harama el uzattıklarından ve hukuk tanımadıklarından, o işledikleri bütün günahlarının bir defterde yazılı olduğunu görecekler de şiddetli pişman olacaklar ve “Keşke!” diyeceklerdir. Onlar, daha Cehennem’e girmeden evvel, işledikleri günahların hicabıyla iki büklüm olacaklardır.

Bu açıdan Cenâb-ı Hakk’ın, ahsen-i takvime mazhar yarattığı, melekler için bir kıblenümâ kıldığı ve özel bir donanımla dünyaya gönderdiği bu âbide varlık, üç-beş günlük dünya ve üç-beş günlük makam, mansıp, saltanat arzusu için bu tür rezaletlere dalmamalı, insanlığını kirletmemelidir. Çünkü o, Allah’ın kendisine bahşettiği bu konumu muhafaza edemezse, “Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan da aşağıdırlar.” (A’râf sûresi, 7/179) tokadını yiyebilir, en sefil varlıklardan bile daha aşağılara yuvarlanabilir.

Cehennem azabına denk vicdan azabı

İnsana ne kadar yüksek paye verilmişse, düşüşe geçtiği zaman da onun o nispette derin bir çukura düşme ihtimali vardır. Nitekim Hazreti Pîr, ihlâs/hillet kulesinin başından aşağıya düşen bir insanın, düz bir zemine değil, derin bir çukura düşme ihtimalinin bulunduğunu ifade etmiştir. (Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.204 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur)) Aynı şekilde, “bi hasebi’l-mağnem el-mağrem” yani “elde edilen ganimet, altına girilen risk ölçüsünde artar veya azalır” kaidesine göre bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarıyla ne kadar çok serfiraz ise, riski o nispette fazla demektir. Evet insan, Cenâb-ı Hakk’ın, başından aşağı boşalttığı nimetlere nankörlük edip kadrini, kıymetini bilmediği zaman derin bir çukura düşebilir.

İşlediği haltlarıyla kendi konum ve insanî mahiyetine saygısızlık yapan, Allah’ın enisi olmaya namzet olarak yaratılmasına rağmen şeytana enis ü celis olan, vazifesinin şuuruna varamayan, kendisine yakışmayan işler yapan ve böylece mazhar olduğu donanımlarını kirleten insan, “Keşke benim hakkımda yokluk kararı verilseydi de, bütün bunları görmeseydim, duymasaydım!” diyecek ve daha sû-i akıbete maruz kalmadan, defterinde yazılı olan şeyler karşısında derin bir vicdan azabı duyacaktır.

İnsan, ahirette böyle bir pişmanlığa maruz kalmak istemiyorsa, dünyada çok hakperest olmalı, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun Râşid Halifelerini kendisine rehber edinmeli, onlar gibi yaşamaya çalışmalıdır. Onlar, devletin zirvesinde oldukları zaman bile sıcak döşeklerde yatmamış, yalılar ve villalar peşinde koşmamış, dünya mâmelekine perestiş etmemişlerdir. Efendiler Efendisi (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), ruhunun ufkuna yürüdüğünde, mübarek eşlerinin maişetini temin etmek üzere aldığı borç para karşılığında zırhı bir Yahudi’de rehin olduğu (Buhârî, cihâd 89; Tirmizî, büyû’ 7; İbn Mâce, rühûn 1) gibi, O’nun izini takip eden Hulefa-i Râşidîn de dâr-ı bekaya irtihal ederken geriye bir şey bırakmamışlardır. Âdeta onlar, bize, dünyadan nasıl gidilmesi gerektiğini göstermişlerdir. Onlar gibi yaşayan insanlar, nedamet duyacakları işler yapmayacakları için ötede de “keşke” demeyeceklerdir.

Ömür, kumar masasında atılan zar değildir

İnsan, “keşke” dememek için öyle bir hayat yaşamalı ki, “Yâdında mı doğduğun günler? / Sen ağlar idin, gülerdi hep âlem… / Bir öyle ömür geçir ki, olsun, / Mevtin sana hande, halka matem…” mısralarında ifade edildiği üzere, kendisi ölümüne üzülmemeli, bilâkis başkaları onun göçüp gitmesi karşısında hüzün duymalıdır. Evet çocuk, dünyaya geldiği zaman ağlar ama yakınları bir çocuğumuz oldu diye sevinirler. İnsan, öyle bir ömür yaşamalıdır ki, ölüp gittiği zaman, hem iç inşirahıyla karşılayacağı bir âleme göçtüğü, hem de ruhunun ufkuna yürüdüğü için sevinmelidir. Eğer matem tutulacaksa, başkaları matem tutmalı; gözyaşı dökülecekse başkaları gözyaşı dökmelidir. Doğumda sevinenler, bu defa ağlamaya durmalıdır. İşte böyle yaşayanlar hiç keşke dememişlerdir. Ömür sermayesini kumar masasında atılan bir zar gibi gören ve onu fuzuli harcayanlar ise, dünyada da ukbada da keşke diyerek hep kıvranıp durmuşlardır.

Hususiyle iman ve Kur’ân hizmetine gönül veren adanmışlar, “keşke”ye kapalı yaşamalıdırlar. “Keşke”, onların ne bugünlerine, ne yarınlarına, ne de ahiretlerine hiç girmemelidir. Onlar, sahip oldukları ömür sermayesini öyle değerlendirmelidirler ki, göçüp gittiklerinde mazhar olacakları uhrevî nimetlerle sevinmeli, âlem de onların yokluğu karşısında gözyaşı dökmelidirler. Onlar, seneler, asırlar sonra bile arkadan gelen nesiller tarafından hep bir yâd-ı cemil olarak anılmalıdırlar. Zira Kur’ân-ı Kerim, “Onlardan sonra gelenler şöyle derler: ‘Rabbimiz, bizi ve imanda bizi geçen, bizden önce gelip de iman etmiş bulunan kardeşlerimizi yarlıga ve iman edenler için kalblerimizde en ufak bir gıll u gış bırakma!” (Haşr sûresi, 59/10) şeklinde beyanlarıyla bize bu ufku göstermiştir.

Nitekim biz, bugün geriye dönüp baktığımızda, “Allah’ım, Hazreti Ebû Bekir’den, Hazreti Ömer’den, Hazreti Osman’dan ve Hazreti Ali’den bin defa razı ol! Onlar, bize ne müthiş bir miras bırakmışlar! Sonsuz merhametinle kendilerine ihsan etmiş olduğun lütufları öyle bir değerlendirmişler ki, onları yedi veren, yetmiş veren başaklar hâline getirmişler.” diyor, onları hayırla yâd ediyoruz.

Öte yandan hak hukuk tanımayan, milletin malını gasp eden, helâl-haram demeden eline geçirdiğini yiyen kimseler ise lânetle anılacak ve “Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur. / Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur!” sözleriyle yâd edileceklerdir. Bu açıdan insan, ötede mahcup duruma düşeceği ve utancından yerin dibine geçmek isteyeceği işler yapmamalı; her zaman tertemiz yaşamalı, tertemiz hâlde ötelere yürümelidir. Özellikle gelecek nesillere ulaştırma adına omuzlarında büyük bir emanet taşıyan insanlar, dünyanın değil Allah’ın talibi olmalı, eteklerini dünyanın levsiyatıyla kirletmemeli ve “Allah’ım, beni Sensizliğe mahkûm etme!” demelidir. Onlar, hep bu mülâhazayla yaşamalı ve bu mülâhazayla ölmelidirler. Zaten hadiste de ifade edildiği üzere bir insan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşr edilir ve nasıl haşr olunursa ötede gideceği yere öyle gider.

“Unutma ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın”

Hazreti Pîr, bir yerde, “Eyvah! Aldandık. Şu dünya hayatını sabit zannettik. O zan sebebiyle de bütün bütün zayi ettik. Evet şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider…” (Bediüzzaman, Sözler s.227 (On Yedinci Söz, İkinci Makam)) sözleriyle dünyanın fânî ve zâil yönüne dikkat çekerken, başka bir yerde ise, “Fânîyim, fânî olanı istemem! / Âcizim âciz olanı istemem! / Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem! / İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim! / Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim! / Hiç-ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim!” (Bediüzzaman, Sözler s.235 (On Yedinci Söz, İkinci Makam, İkinci Levha)) ifadeleriyle bir taraftan insanın, büyük şeylere talip olması gerektiğini, diğer yandan da ehl-i dünyanın gözünde büyüttüklerinin kayda değer şeyler olmadığını vurgulamıştır. Allah, bizi bu kutluların yolundan ayırmasın! Çünkü onların yolu, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yoludur.

Hazeti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilen bir şiiri hatırlatarak konuyu noktalamış olalım:

“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallım! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın!
Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın? Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın!
Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın! Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın.
Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın! Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölümün!”
(İbn Hacer, el-Münebbihât s.4.)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org’da yayınlandı.

Keşke toprak olsaydım!..

Bediüzzaman Hazretleri ikindi vakti için "o vakit hem güz mevsim-i hazînânesini ve ihtiyarlık hâlet-i mahzunânesini ve âhir zaman mevsim-i elîmânesini andırır ve hatırlattırır... hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanıdır." der. İşte, sonbaharı, ihtiyarlığı, ölümü ve topyekün kainatın ölümü olan kıyameti hatırlatan bu vakitte biz namazdan sonra Nebe Sûresini okuruz.

Bu sûre, adını ikinci ayetinde geçen ve "Mühim Haber" mânâsına gelen "En-Nebe'ul-Azîm"den almıştır. Ayette meâlen, "Onlar birbirlerine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilafa düştükleri o "mühim haberi" mi?" (Nebe, 78/12) denmektedir. Bu haberden maksad, ölümden sonra diriliş ve âhiret hayatıdır. İnsanların merak ettiği, sorup durduğu başları döndürecek, insanın aklını başından alacak hadise öyle müthiştir ki, iman kalbine oturmamış kimseler bu hadise neticesinde cehennem azabının dehşetini görüp tadınca şaşıracak, dengesini yitirecek ve bu azab şoku karşısında toprak olmak isteyecektir.

İnsana dünyada bir şans tanınmış; o, bir turnikeye bir kere itilmiş, yayına ok konmuş ve ona "Ancak bir ok atma hakkın var; hedefe isabet ettirirsen kurtulacaksın, yoksa mahvolacaksın.." denmiştir. İşte o gün pek çokları hedefi yakalayamamışlığın ve "mahvolacaksın" kaziyesine mahkum olmuşluğun perişaniyet ve dehşeti içinde "Yâ leytenî küntü türâbâ - Ah ne olurdu, keşke toprak olsaydım!" (Nebe, 78/40) diyecek; ayaklar altında, rüzgarla sağasola savrulan toztoprak olmayı temenni edecektir.

Toprak, muhteva ve zenginliğine rağmen, hep tevâzu ve mahviyetin remzi olmuştur. Kalbi iman nuruyla aydınlatabilmek ve gönlü gül bahçesine çevirmek için toprak gibi olmak gerektiği; zira topraktan başkasının gül bitiremeyeceği hep söylenegelmiştir. Bundan dolayı bazı müfessirler "keşke toprak olsaydım!.." temennisini "Keşke dünyada gurur ve kibirden uzak yaşasaydım; alçakgönüllü olup Allah'a iman ve itaat etseydim." mânâsında mecâzî olarak anlamışlardır.

Fakat, ayette geçen "toprak" kelimesini hakikî mânâsında kullanılmış olarak kabul edenler daha çoktur. Şöyle ki; ahirette hayvanlar, nev' halinde toprak olacaklarından dolayı dünyada insan olmanın hakkını veremeyenler, mesuliyetinin gereğini yerine getiremeyenler de o gün hayvanlar gibi toprak olmak isteyeceklerdir. Bir hadis-i şerife göre, Yüce Allah (cc), o gün hayvanları da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek ve sonra onlara, "toprak olun" buyuracak, hepsi toprak olacaktır. İşte bunu gören kafirler de onlar gibi toprak olmayı isteyecektir.

İnsanî mevhibelerle donatılmış olarak dünyaya gelen, fakat insanca tavır ve davranışları yakalayamayanlar orada tabiatlarını seslendirecekler. Zaten bir tabiat deformasyonuna maruz kaldıklarından dolayı, tekrar "keşke hayvan olsaydım" demeyecekler de, belağatta "mâ yeûlü ileyh" şeklinde ifade edilen "doğrudan neticeyi söyleme" üslûbuyla hayvan olmanın hasıl edeceği sonucu, yani toprak olmayı isteyecekler. Bu açıdan, onların bu temennisini dünya hayatı itibarıyla hayvan ya da toprak olmayı arzulama değil de, dünyadaki sû-i istimalleri sebebiyle maruz kaldıkları cezadan kurtulma ve hiç olmazsa hayvanlara tatbik edilen muameleyi isteme şeklinde anlamak gerekir.

Ah zavallı insanlar!.. gözleri var; ama görmüyorlar.. kulakları var; ama işitmiyorlar.. sinelerinde "kalb" adını verdikleri bir et parçası taşıyor; ama onu işletmiyor, hissetmeleri lazım geleni hissetmiyor, duymaları gerekeni duymuyorlar. Yani, donanım olarak insana verilen her şey kendilerine verilmiş; fakat onlar, o potansiyel gücü pratiğe dökememiş, kullanamamış, inkişaf ettirememişler. Sanki insanca donanımları yok gibi. Mâ kâne (hal) itibarıyle yok, mâ yekûn (gelecek) itibarıyla da acı bir temenni var: Keşke toprak olsaydım...

Maalesef, çokları bu müthiş haberi duymamış gibi yaşıyor; istikbalde onları bekleyen ve karşılaşmaları muhakkak olan o korkunç güne karşı kayıtsız ve kaygısız bir hal sergiliyorlar. Bazen hayret ediyorum; öyle büyük hadiseler silsilesine karşı böyle lâkayd kalınır mı? Bir insan -eğer ahirete inanıyorsa- kalbi durmalı, en azından biricik okunu hedefine isabet ettirememe endişesiyle ürpermeli ve kontrollü bir hayat yaşamalı değil mi?..

Keşke!..

Keşke!.. hiçbir zaman, farklılık ve üstünlük mülahazasına girmeden düz bir insan gibi hizmet etsek. Keşke dünyanın dört bir yanında dolaşsak; din, dil, ırk ve renk ayırımı yapmadan insanların yardımına koşsak; dinimizi, doğru bildiğimiz hakikatleri anlatsak; ama bunu yaparken tamamen beklentisiz olsak.

Keşke!.. dupduru duygu ve düşüncelerimizi makam, mansıp, şan ve şöhret gibi şeylerle hiç bulandırmadan kulluğumuzun gereğini edâ etsek. Hayatımızı sadece dinimizi anlatmaya, Rabb'imizi tanıtmaya bağlasak. Nerede yaşıyor ve nerede duruyorsak duralım; bulunduğumuz yerde sadece ve sadece insanlığın muhtaç olduğu ilâhî mesajı daha bir gürül gürül anlatmak için bulunsak. Duruşumuzu kendi geleceğimize değil insanlığın mutluluk ve huzuruna bağlasak. Ve sürekli O'nu düşünsek; O'nunla oturup kalksak. Gözlerimizin içine başka hayalin girmesine meydan vermesek. Keşke…

Cenâb-ı Allah'ın rızasını aradığımız bu yolda, maddî menfaatler bir yana, manevî füyuzât hislerini bile hesaba katmadan bir nefer olarak hizmet etmek hepimizin hedefi olmalıdır. Samimi bir kul olarak O'nun rızasını aramak hiç birşeye değiştirilemeyecek bir nimettir. Manevî makamlar, keramet, keşif, iç okuma ve bu şekilde insanlara müessir olma.. bunların hiçbiri bizim ardına düştüğümüz hedefler olamaz. Rabb'imizin lütfu olarak bu türden bir nimete mazhar olursak, onu da derin bir şükür mülahazasıyla karşılar; meseleyi yine her nimetin asıl Sahib'ine bağlar ve hatta bir istidraca maruz kaldığımız korkusuyla tirtir titreriz.. titreriz de ayağımızı kaydırmaması için yine O'nun engin rahmetine sığınırız.

İnsan her zaman bu çizgisini koruyamayabilir; fakat temelde böyle bir duyguya bağlı olursa asla kaybetmez. Evet, insan bazen hata edebilir. Hata etmemek değil, bağlandığı kapıya sıkıca yapışmak ve oradan ayrılmamak esastır. Zaten Allah Rasûlü (sav) de "Her insan hata edebilir. Hata işleyenlerin en hayırlısı tevbe edenlerdir." buyurmuyor mu? Cenâb-ı Allah günah işleyenleri kapısından kovmamış; tevbe etmeleri için onlara fırsatlar vermiştir. Bir anlık sürçmesine rağmen tekrar doğrulup kulluk yoluna râm olanlar rahmet kapısının kendilerine daima açık olduğunu görmüşlerdir. Fakat verilen bu fırsatları değerlendiremeyip hata ve günahta ısrar edenler O'nun rahmet kapısından kopup gitmiştir.

Kopmamaya dikkat etmek lazım. Böyle kötü bir akıbetin çaresi yoktur. Ona kimse bir şey yapamaz. Aklınızdan olumsuz bir şey geçse hemen kalkar; başınızı yere koyar; secde eder, yalvarır ve affınızı ararsınız. Ama bu duygunuzu kaybetmişseniz, içinizde bir kopukluk başlamıştır O'na karşı. Tevbe arzusu gönlünüzde hasıl olmuyor ve tekrar O'na dönme ihtiyacı duymuyorsanız, bir "dâu'l-udâl"e, yani çaresiz bir derde maruz kalmışsınız demektir.

Nabzıma el vurdu bir bir tabibân,
Dediler derman yok buna ne çare.

Doktorlar her sene, bir önceki senenin grip virüslerini tespit ediyor; sonra bütün o virüslere karşı antikor üretebilecek bir aşı hazırlıyorlar. O aşıyı bir kere vurunca, bir sene gribal virüslere karşı etkili oluyor. Sonra zamanla o virüslerde hazırlanan ilaca karşı bir muafiyet (bağışıklık) hasıl oluyor veya onlar mutasyon geçiriyorlar. Mikroorganizmalarda mutasyonlar oluyor, farklılaşıyorlar. Dolayısıyla artık ilaç tesir etmemeye başlıyor. Bu sebeple, ertesi sene grip aşısının yeni virüsler de gözönünde bulundurularak yeni bir terkiple hazırlanması gerekiyor.

Bunun gibi insan da, her gün yeni bir kısım şüphe, tereddüt, yanlışlık ve hatalarla… içiçe yaşıyor. Bunlara karşı anti-virüs olacak en kavî imani bugün elde etse, Şah-ı Geylani'ninki gibi bir imana sahip olsa da ertesi gün başka manevî virüslere maruz kalıyor. Onlara yenilmemek için her gün imanını ve kalb hayatını gözden geçirmesi, her gün bir kere daha aynı kıvamı elde etmesi gerekiyor. Bugün zirveye çıkması yarınlar adına çok fazla bir şey ifade etmiyor. Bu durum ancak bir basamak vazifesi görüyor. Yani, bir basamak çıkmış oluyor insan. Yarını yarın için hazırlaması veya yarın için yarına hazırlıklı olması gerekiyor. Her yeni gün yeniden bir donanıma; iman, Kur'an, ihsan.. adına yeni şeyler keşfederek onları taze taze içte duymaya ihtiyacı oluyor. Yoksa bayatlama ve eskimeden kaçmak mümkün degildir.

Yeni bir güne bayatlamış duygularla girilmemelidir. Her gün yeni bir mümin, yepyeni bir mümin... İşte, "İki günü birbirine müsâvî (eşit) olan magbûndur (aldanmıştır)." hadîs-i şerifini de bu mânâda anlayabiliriz.

Keyfiyet ve Kemmiyet

Nicelik ve nitelik manalarına gelen kemmiyet ve keyfiyet üzerinde şimdiye kadar yüzlerce defa konuşmuş, yazmış ve düşüncelerimi dile getirmişimdir. Madem bir kere daha bu konu gündeme geldi, sohbet ortamının müsaitliği, bakışlarınızın bana verdiği ilham istikametinde hiçbir ön hazırlık olmadan ve belli bir sıralamaya tabii tutmadan aklıma gelen şeyleri arza çalışayım.

Keyfiyet, müslümanlığın insanın tavır, davranış, söz ve düşüncelerine aksetmesi; tabir-i diğerle, müslümanlığı özümsemesi, kendi tabiatına maletmesi, onda derinleşebildiği kadar derinleşmesi demektir. Eskiler bu manayı ifade için lazım-ı gayr-ı mufarık tabirini kullanırlardı. Buna göre keyfiyet, müslümanlığın insan fıtratının lazım-ı gayr-ı mufarıkı yani ayrılmaz bir parçası haline gelmesi ve getirilmesi anlamına gelir.

Kemmiyet ise tek kelime ile adet, sayı demek. Bana göre her ikisi de ayrı öneme sahip. Üstad eserlerinde ısrarla keyfiyete vurgu yapar. Fakat bu demek değildir ki kemmiyetin önemi yok. Bence Üstad'ın keyfiyete yaptığı vurgudan dolayı kemmiyete bu nazarla bakanlar hata ediyorlar. Üstad bu vurgusu ile bir; olgunlaşamamış, kıvamına ulaşamamış insanlara karşı temkinli olmayı, meclisin nâdânlara açılmasını engellemeyi ve böylece çeşitli suistimal ve yorumlara kapı aralanmasına sebebiyet vermemek için hassas olunmasını istiyor. İki; gösterilen onca gayret ve çaba, harcanan onca emek ve alın teri karşısında "İnsanlar niye gelmiyorlar, niye alaka göstermiyorlar, havanda su mu dövüyoruz?" gibi mülahazalara karşı tenbihte bulunuyor ve demek istiyor ki : "İnsanların dinlemesi, adetlerinin çok olması önemli değil; önemli olan Allah'ın rızasıdır. Allah indinde sadece bir insanın hidayete ermesi bile sizin kurtulmanıza vesile olmak için yeterlidir." Üç; Üstad talebelerinin teker teker derin insan olma, halis, hasbi ve ehl-i ihsan olmaları üzerinde ısrarla durmuş. Necip Fazıl'ın tabiriyle ‘sıkıştırılmış mümin' yani konsantre bir şeker küpü gibi deryalara attığınızda onun suyunu içemeyeceğiniz kadar tatlı bir şerbet haline getirecek kıvamda olmalarını istemiş. Çünkü onun düşünce ve inancına göre manevi değerler açısından sıkıştırılmış mümin bütün dünyaya tek başına yetebilir. Rica ederim: "Bir yerde benim bir talebem varsa, orayı ben kendi hesabıma fethedilmiş sayarım" sözünü başka türlü nasıl anlayabilirsiniz? Dolayısıyla Üstad'ın kemmiyet ve keyfiyet hakkındakı düşünce ve mülahazalarını değerlendirirken arz etmeye çalıştığımız bu hususların bir bütün halinde gözetilmesi lazım. Aksi takdirde yanlış anlamalar olabilir. Dört; Üstad'ın bu sözü bir şey yapamayan kişiler tarafından bir mazeret, bir bahane ya da bir teselli gibi kullanılıyor olabilir.

Evet, Üstad'ın beyanları içinde imanın hayat seviyesine çıkması, hayata hayat olması kemmiyet olmadan olur mu? Keyfiyetin önemine yapılan vurgunun bahse medar şekilde anlaşılması bu mülahazalar ile bir çelişki değildir de ya nedir?

Bu konuda düşüncemi bir cümle ile yukarıda söyledim; her ikisi de ayrı öneme sahip dedim. Bir şeyin perakendeciliğinin yapılması, onunla belli kazançlar elde edilmesi, bu işin toptancılığının yapılmasıne engel değil ve olmamalı. Bir kişinin elinden tutma, bin kişinin elinden tutmaya, onları teker teker müslümanlık adına derinleştirmeye niye engel olsun ki? Hele dünyanın global bir köy haline geldiği, teknik ve teknolojinin istifademize sunduğu imkanlarla bunu yapmanın alabildiğine kolay olduğu günümüzde! Başkaları batıl duygu, düşünce ve sistemleri adına bu imkanları kullanırken bizim kullanmamamız mesuliyeti mucip olmaz mı?

Fakat kemmiyete doğru yelken açarken keyfiyet katiyyen unutulmamalı ve kıvamı koruma üzerinde hasssasiyetle durulmalıdır. İslam ile tanışan herkesin onda derinleşmesi, vefalı birer müslüman olmaları sağlanmalıdır. İman, İslam ve ihsan çizgisinde hiç kusur edilmemelidir. Çünkü bu üç kavram kıvamı elde etmede mutlaka uğranacak duraklardır. İman, terke ve ihmale uğraması tecviz edilmeyen bir hakikat. İslam, imanı ayakta tutan bir değer. İhsan ise inanılan ve yaşanan değerlerin vicdanda duyulmasıdır. Bu üçü birbirinin adeta lazım-ı gayr-i mufarıkıdır. Başka vesilerle söylediğim gibi önce inanacaksın, sonra inandığın şeyleri pratik hayata dökecek ve onları işleye işleye fıtratın haline getireceksin ve ardından Allah'ın inayetiyle Allah'ı görüyor gibi kulluk yapar hale gelecek ve son adımda O'nun tarafından her an görülüyor olma mülahazalarına yükseleceksin. İşte keyfiyet denince anlaşılması gereken mana budur.

Bu ufka ulaşmak, ulaştıktan sonra da muhafaza etmek için ne yapmalıyız? Bence keyfiyete ehemmiyet verelim derken kemmiyet ihmal edilmemeli. Ama kemmiyet üzerinde dururken de keyfiyet mülahazaları derinleştirilmelidir. İman ve Kur'an adına yazılmış temel eserler yürekten, candan ve sıkça okunmalı, müzakere edilmelidir. İnanıyorum ki en sıkışık anlarda dahi bu eserleri okumak, mütalaa etmek Cenâb-ı Hakk'ın teveccühüne vesile olacaktır. Zira bana göre o zata dehalette, onu kabullenmede ve ona teveccühte bir mazhariyet var. Onun için bu mevzuda bir kopukluğun yaşanmaması gerekir. Zira ondan kopan daha yüksek zatlardan da kopar ve manen kopuk hale gelir ki böylelerinin uzun boylu yaşayamaması, yıkılıp gitmeleri mukadderdir.

Biz zaman ayarlamasını yapamıyoruz. Mutlaka yapılması gereken hayati ve harici işlerle, sosyal aktivitelerle meşgul olurken düşünmeye zaman ayıramıyoruz. Bundan daha tehlikelisi –ümid ederim böyle değildir ama bana sanki böyleymiş gibi geliyor- sevk ve idare içinde yer alan, etrafı görüp-gözetenler sanki okumadan, düşünmeden, ibadet ü taattan kendilerini müstağni görmekteler. Bir zamanlar "Siz göbek şişiriyorsunuz, biz mücadele ediyoruz!" diyenlerin sahip olduğu yanlış ve sakat mantık –ki altı kelimelik cümlede aşikar- sanki burada da geçerli gibi. Bir yanlış var ortada ve bu yanlışın düzeltilmesi lazım. "Biz bu meselenin ön saflarında yer alıyoruz. Vaktimiz olmuyor, hayati işleri yapmaktan fırsat bulamıyoruz, ya da yazıyoruz, çiziyoruz, birilerine bir şeyler anlatıyoruz vs." gibi şeytanın dürtüleriyle kendi kendimizi aldatıyor ve hata ediyoruz. Halbuki düşünmeyen, okumayan, ibadet u taati olmayan, evrad u ezkarı bulunmayan insan kuru bir insandır. Hayatında bunlara yer vermeyen kim olursa olsun kurumaya mahkumdur.

İşte bu duruma düşmemek icin Üstad'ın o veciz üslubu ile söylediği "tanzimu'l-mesai, taksimu'l-a'mal ve teshilu't-teavun" formülünü hayatımıza tatbik etmek zorundayız. Bu olursa Allah'ın tevfik ve inayetiyle hem kemmiyete, hem kemmiyet içinde keyfiyete yürünür. Onun için bir kere daha söylüyorum, bu yanlışın düzeltilmesi lazım. Aksi halde bu yanlış onların işini bitirir.

Kemmiyet ve keyfiyet meselesinin bir de psiko-sosyolojik yanı vardır. O da şu; kemmiyet keyfiyete, keyfiyet de kemmiyete rağmen gelişir. Keyfiyet dengeli gelişmemişse kemmiyeti yontar götürür, kemmiyet de anormal bir hızla ilerlerse keyfiyeti götürür. Öteden bu yana sahabe, sahabeyi sorgulama manasına gelebilecek mevzularda çok hassas davranmaya çalışırım ama bununla birlikte kapalı bir tek cümle söyleyeyim; sahabe döneminde dahi bunu görmek mümkündür. Hazreti Osman'ın şehit edilmesi gailesine sebebiyet verenler de Cemel, Sıffin ve Nehrevan'da Hazreti Ali'nin karşısına çıkanların çoğunluğu da hep çoluk çocuktur. Efendimiz'i görmemiş, hazır ve işleyen bir sistemin içine girmiş, o sistemin kurulması ve bu seviyeye gelmesi için ne göz nuru dökmüş, ne beyin sancısı yaşamış, ne de çeşitli ızdıraplara maruz kalmış insanlardır. Allah bizi affetsin, mirasyedilerdir bunlar. Tevarüs ettikleri şeyleri kullanırken suistimale giren insanlardır. Ama saff-ı evveli teşkil edenlere bakın; ne yalancı peygamberler onlardandır, ne de irtidat edenler.

Emevi ve Abbasi dönemleri için de aynı şeyleri söyleyebilirsiniz. Gerek Emevilerin gerekse Abbasilerin kuruluş aşamasında saff-ı evveli teşkil edenler dava ve düşüncelerinde hassas ve sadık kişilerdir. Belki bazılarında hassasiyetlerinden kaynaklanan yanlışlıklar vardır. Ama sonra gelenler halk tabiriyle ‘har vurup harman savurmuşlardır.'

Osmanlılar da farklı değil. Bidayette çok saf ve çok durudurlar. Amma, bir devlet haline gelince o keyfiyet ve saffet korunamamıştır. Küçücük su akıntıları koca deryalar haline gelince işin tadı tuzu kaçmıştır. Tat-tuz diye diretenlerse tekkelere, zaviyelere kapanmış, sokağı terketmişler ve denge bozulmuştur.

Hasılı, keyfiyet üzerinde ısrarla durmak lazım. Hayatın her alanında her mekanın, her fırsatın değerlendirilmesi lazım. İlim irfan yuvası olmalı her yer. Mescid gibi, mektep gibi, medrese gibi işlemeli, işletilmeli. İnsanların keyfiyette derinleşmesi adına elden gelen her türlü gayret gösterilmeli. Gönül, his, ruh, kalb ve tabii ki düşünce dünyamızı zenginleştirecek, bilgimize bilgi katacak, kalbimize zümrüt tepelerde otağ kurduracak eserler okunmalı, müzakere edilmeli. Evrad u ezkar adına gece-gündüz demeden her dakika, her saniye ve her an Allah'a teveccüh eden insanlar olmalı. "Allah'a teveccüh olmazsa gök kubbe başımıza yıkılır, yer yarılır yerin dibine gireriz." mülahazası hakim olmalı.

Evet, insanların meslekleri adına elde ettikleri başarılar alkışlanmalı. Fakat bence bir insanın esas alkışlanacak yanı Allah ile irtibatıdır. Bir insan Allah karşısında ne kadar iki büklüm ise o kadar alkışa layıktır. Ama bu dünyevi alanda başarılı olmasına, ilerlemesine mani değildir. Ne güzel der Yunus:

"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmessen
Ya nice okumaktır."

Kezzâblar devrinde sıddîkların izinde

Kezzâblar devrinde sıddîkların izinde

Soru: Sıdk ve sadâkat tabirleri hangi manaları ihtiva etmektedir? Sâdıkların ve sıddîkların vasıfları nelerdir? Yalan söylemeyi câiz kılacak haller var mıdır?

Kimsesiz Çocuklar ve Evlât Edinme

Soru: Son günlerde bir kez daha medyaya yansıyan çocuk yuvalarındaki işkence hadiselerinin önüne geçebilmek ve kimsesiz çocukları topluma kazandırabilmek için neler yapılabilir? Dinimizin bu hususta ortaya koyduğu ölçülere de riayet etmek şartıyla, "evlât edinme" bir alternatif çözüm yolu sayılabilir mi?

Doğrusu, işkence gören o masum çocukların hâlini televizyonda seyredince benim de içime kan damladı. Hiçbir şeyden haberi olmayan yavruların, çok büyük cinayet işlemiş insanlar gibi cezalandırılmaları karşısında adeta kanım dondu. Kaldı ki, bugün Avrupa Birliği'nin öne sürdüğü esaslar ve Kopenhag kriterleri, en büyük cinayetleri işleyen cânilere bile işkence yapılmamasını şart koşuyor. Değişik ülkelerde, kanunları uygulamakla görevli bazı kimseler çoğu zaman bunu ihlal etseler de, uluslararası hukuk işkenceyi mutlak şekilde yasaklıyor. Hatta, bazı yabancı kuruluşlar tarafından hapishaneleriniz, karakollarınız gözetleniyor ve çok büyük kötülükler yapan mücrimlerin haklarının korunması hususunda dahi hassasiyet izhar ediliyor. Fakat diğer tarafta, oynamak, hata yapmak, düzeni bozmak, bazı şeyleri kırmak.. tabiatlarının bir yanı olan o minnacık çocuklar hakaretlere maruz kalıyor, azarlanıyor, dövülüyor ve hatta işkence görüyor.

Oysa ki, ister kreş ister anaokulu isterse de bakım evi olsun, o müesseseler, çocukların terbiye edilmeleri, güzelce yetiştirilmeleri, insanî değerler tâlim edile edile, potansiyel insanken hakiki insan seviyesine yükseltilmeleri için açılmıştır. Devlet, o müesseseleri desteklemekte, hem çocukların bakım ve görümü hem de o işte çalışan memurların maaşları için para vermektedir. Fakat, maalesef, o çocuklara bakmakla mükellef bazı memurlar onları dövmekte ve tartaklamaktadır. Aslında, bir insan, müstehak olsa bile kendi evlâdına o kötü muameleyi yapamaz; şayet vicdanı çürümemişse, başkasının evlâdına da yapamaz. Çünkü, koşup oynamak, düşüp kalkmak, bozup dağıtmak ve kırıp dökmek çocukların tabiî hâlidir; bunlardan dolayı o masumlar dövülemez. Bu davranışlarını, onların tabiatlarının dışa vurması şeklinde kabul etmezseniz, onları kat'iyen terbiye edemez ve insanlık seviyesine yükseltemezsiniz.

Haddizatında, hayret ve dehşetle seyrettiğimiz o manzaralar yeni de değil. Daha önce, Barbaros Köyü'ndeki çocuk evinde ve başka yuvalarda da benzer hadiseler ortaya çıkmıştı. Hatta, bunların bazılarında misyonerlik faaliyetleri de yapılıyordu. Bir insan, hür iradesiyle istediği dini seçebilir. Fakat bir çocuk değişik duygu, düşünce ve cereyanların tesirinde kalabileceği bir dönemde yabancılara teslim edilemez. Hiçbir millet de kendi evlâdının yabancılara teslim edilmesine razı olmaz. Fakat, bizim ülkemizde o türlü yerlerin açılmasına, hatta çocuk köylerinin kurulmasına göz yumulmuştu. İşte, oralarda da benzer çirkinlikler işlenmiş ve çocuklar olmadık işkencelere maruz bırakılmıştı. Bu açıdan da, öyle anlaşılıyor ki, ortaya çıkan hadiseler, sadece meselenin suyun yüzüne vuran kısmından ibaret. Zannediyorum, Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere ilgili bakanlıkların yetkilileri ve mahallî idareciler değişik bölgelerde bu mevzuda ciddi incelemelerde bulunsalar, bazı müesseselere yaptıkları gibi baskın türünden teftişler yapsalar; "kamu alanıdır" bahanesine sığınarak, gece-gündüz demeden her saat Kur'an kurslarına ve bazı özel okullara girip denetledikleri gibi oraları da teftiş etseler, daha çok şeylerle karşılaşırlar. O çocuklara mikrofon uzatsalar ve onları dinleseler, kendilerini ürpertecek çok şeyler duyabilirler.

Yarayı Kanatan Sebep

Evet, Türkiye'nin pek çok kanayan yarası vardır; bu yaralardan bir tanesi de kimsesizliğe terkedilen çocukların içler acısı hâlidir. Bu problemin temelindeki en önemli unsurlardan biri ise, kültürümüzdeki aile yapısının değişmesi olmuştur. Eskiden bizim evlerimizde anne-baba veya nine-dedenin etrafında pek çok gelin ve evlât bulunurdu. Pederşâhî veya cedşâhî diyebileceğimiz yuvalarımız adeta iç içe aileler topluluğuydu. Mimarimiz de buna göre gelişmişti, her aile diğerleriyle yarı ayrı yarı beraber yaşardı. O atmosferde nineler ve dedeler yuvaların başında birer sıyanet meleği gibiydi. Zayıf bir hadiste de ifade edildiği gibi, "Yaşını–başını almış, olgun insanlar evin içinde bir nevî birer Nebî mümessilidirler." Bizim evlerimizde de yaşlılarımız bir Nebî'nin ders halkasından feyz almışçasına uhrevîlik arz ederlerdi. Onları ağırbaşlı, ciddi, ötelere açık ve hep güzel şeyleri telkin eden birer semâvî gibi görürdük. Dedelerimiz-ninelerimiz, bize dinimizi anlatırken, bahis mevzuu olan her şeyi bir Nebî'den dinliyor gibi dinlerdik. O me'hazlar bizim için çok kutsaldı; dolayısıyla, onlardan aldığımız her şeyi kutsala saygının gereği olarak alırdık. O büyük ailenin fertleri birbirlerini tamamlarlardı, böylece her insan yuvada aradığı sevgi, şefkat, anlayış ve merhameti mutlaka bulur ve tatmin olurdu.

Heyhat, zamanla o aile yapısı değişti; bu değişim evlerimizin mimarisine bile aksetti. Küçük küçük aileler, kibrit kutusu gibi evlere hapsedildi. Daha kendisi bakıma ve görüme muhtaç gençler damat oldu; sırtının sıvazlanmasına ve saçlarının taranmasına ihtiyaç duyan kızlar gelinlik giydi. Evlenenler birer birer baba evinden kopup uzaklaştı. Hayatı bilmeyen, hayat adına hiçbir şey okumamış olan gencecik anne-babalar çocuk yetiştirmek gibi zorlardan zor bir vazifeyle başbaşa kaldı. Çevrelerinde Nebî mümessili ihtiyarlar bulunmayınca çocuklar onların tecrübesizliklerine kurban gitti. Bütün bütün iş işten geçmeden anne-babanın güngörmüşlüğünden, dede ve ninenin tecrübelerinden istifade etmenin gerekliliğine inananlar, bir yanlıştan dönmeye çalışsalar da, bu defa da devrin şartları ve o anlayışla bozulan mimari buna imkan vermedi. Zaten kibrit kutusu gibi bir daireye sıkışan insanlar, anne-babalarını yanlarına alıp beraber yaşamaya hiç muvaffak olamadı, onları koymak için bir odalık yer bile bulamadı.

Bu kötü durumu düzeltebilir miyiz, bilemeyeceğim. Mimariye kadar aksetmiş bir yanlışlığı bir hamlede düzeltmemiz mümkün görünmüyor. Fakat, nasıl ki, bizim aile yapımızın sarsılması şehircilik ve yerleşmeye kadar pek çok sahada bir düzine yanlışlıklara sebebiyet verdi; şimdi, tekrar o eski günlerin ve o sımsıcak yuvaların huzurunu bulabilmek de mimariye kadar her şeyi bu zaviyeden ele alıp değerlendirmeye bağlı olsa gerek.

Çocuğun İlacı Şefkattir

Unutulmamalıdır ki, anne-baba şefkatinden mahrum büyüyen çocukların şuuraltı müktesebâtı annesizliğe ve babasızlığa göre programlanır. Dünyadaki umum nizamı alt–üst eden, içtimaî herc ü merçlere sebebiyet veren kimseler, genellikle anne ve baba alakasından mahrum yetişen dünün sahipsiz çocuklarıdır. Hatta, zannediyorum, bütün dünyada değişik kargaşaların arkasındaki insanlar hep nesep problemi olan kimselerdir; derinlemesine bir tetkik yapıldığı zaman ciddi bir nesep problemi çıkar zalimlerin, despotların ve tiranların altından. Anne-baba şefkatinden mahrum büyüyenler arasından da bazen temiz ve iyi insanlar çıkabilir ama bunların içinde toplum düşmanları daha çoktur; nizamı sevmeyenler, anarşi çıkaranlar ve milletin huzurunu bozanlar büyük ölçüde onların içinde neş'et ederler. Sokak serserileri, tinerciler, kap-kaççılar, onların üstündeki daha büyük şekâvet örgütleri ve hatta –afedersiniz– hortumcular, iyi bir psikanalize tâbi tutulsalar görülecektir ki, umumiyetle anne-baba şefkatinden mahrum yetişmiş toplum düşmanı kimselerdir.

Bu zaviyeden, çocukların toplum için büyük bir problem olmamasının ilk şartı, her çocuğun sadece ailede bulabileceği merhamet, sevgi ve şefkat atmosferinde büyümesini sağlamaktır. Kendi toplumumuzu, onun âhengini ve geleceğini büyük bir tehlikeden kurtarmanın en önemli vesilesi, ülkemizdeki her çocuğa bir şekilde ailenin sıcaklığını yaşatmak ve anne-baba sevgisini tattırmaktır.

Dolayısıyla, anne-babalar, ne durumda olurlarsa olsunlar, öz çocuklarını yuvalara ve bakım evlerine terk etmemelidirler. Zira, annenin ve babanın çocuğa vereceği şey, şefkat alaşımlıdır, merhamet ambalajlıdır ve başkalarının sevgi tavırlarından çok farklıdır. Bir yabancı, şefkat meleği bile olsa, kat'iyen bir annenin, bir babanın davrandığı gibi davranamaz. Onun davranışları, aldığı terbiyenin gereğidir, sun'îdir. Onunki anne şefkati değil, şefkat gibi bir şeydir; merhamet değil, merhamet gibi bir şeydir. Ancak anne-babanınki tam merhamettir, katışıksız şefkattir; çünkü onlar, çocuklarına karşı kendi canlarına ve vücutlarının bir azasına gösterdikleri ihtimamı gösterirler. Başkaları aradaki o ince farkı anlayamasa da, çocuk kendi ruhunda tartar, değerlendirir; birine karşı daha fazla açılır, öbürüne biraz daha kapalı kalır. Sizin çözemediğiniz bazı şifreleri çocuk çözer. Kimin tavırlarının gönülden kiminkinin yapmacık olduğunu hemen anlar. Kimin sinesi daha sıcaktır çocuk onu bilir.. bildiğindendir ki, siz sinenizi yarıp içinize koysanız, yine de ona kendi annesinin bağrında duyduğu o sıcaklığı veremezsiniz. Onların biri sun'î bir sıcaklık; öbürü ise, ısısını gönlün en derin noktasından alan samimi bir sıcaklıktır. Bundan dolayı, anne ve babalar, çocuklarını valideynin hakiki sevgisinden, hakiki şefkatinden ve hakiki merhametinden mahrum etmemelidirler. Çocukların, toplumun şefkat ve merhametine de ihtiyaçları vardır; fakat bütün yavrular her şeyden daha ziyade anne-baba şefkatine muhtaçtırlar. Bunu düşünerek, bütün anneler ve babalar kendi çocuklarına sahip çıkmalıdırlar.

Bazı çalışan anne ve babalar, çocuklarını gündüzün belli bölümlerinde, birkaç saatliğine kreş ve anaokulu gibi yerlere bırakmak zorunda kalırlarsa, o zaman da, mutlaka çok emin buldukları bir yere koymalı ve onları güvenilir ellere teslim etmelidirler. İcabında o müesseseleri kendileri kurmalı; kendi duygu ve düşüncelerini paylaşan insanların bulunduğu o yerleri tercih etmelidirler. Bununla beraber, günlük meşgaleler arasında çocuklarını asla savsaklamamalı; onları her akşam dinlemeli ve ne yapıp edip o küçücük gönüllere anne-babanın samimi sevgisini, hakiki şefkatini ve mecazî olmayan merhametini duyurmalıdırlar.

Şayet, bir çocuğun anne ve babası ölmüşse ya da bir şekilde ondan ayrı yaşamak zorunda kalmışlarsa, o zaman anne-baba olma vazifesi mümkünse abi ya da ablaya; onlar için mümkün değilse, dedeye ve nineye düşmektedir. Onlar da sahip çıkamayacaklarsa, bu defa çocuğun en yakınları olarak amca, dayı, hala ve teyzeden birinin onu teslim alması, büyütüp yetiştirmesi en uygun olan yoldur. Çocuk, anne-babadan alacağını başka kimseden aynıyla alamasa bile, birinci ve ikinci dereceden akraba da ona lazım olan sevgi ve merhameti gösterebilir. İnanan bir amca veya dayının, Allah'tan korkan bir hala ya da teyzenin göstereceği alaka da çocuğun sevgi ve şefkat atmosferinde büyüme ihtiyacını giderebilir. Bizim dünyamızda, amcanın gösterdiği sevgi babanınkine denktir; teyzenin ortaya koyduğu şefkat anneninkini aratmayacak kadar derindir. İşte, çocuklar, hiç olmazsa, böyle bir sevgi ve şefkat ikliminde yetiştirilmeli ve asla yabancı ellere terk edilmemelidir.

Çocuk Arzusu

Eğer, bir çocuğun anne-babası olmadığı gibi, ona birinci-ikinci dereceden yakınları da sahip çıkmıyorsa, o çocuğu alıp yetiştirmek ve yarınlara hazırlamak toplumun üzerine düşen bir vazifedir. Toplumumuzda çocuğu olmayan pek çok kadın, erkek ve bir sürü de çift vardır. İşte, özellikle çocuğu olmayan ailelerin, o kimsesiz çocuklara kol-kanat germeleri, onları kendi çocuklarıymış gibi yetiştirmeleri hem içtimaî bir vazifeyi eda etmek demektir hem de çok büyük sevaptır. Vakıa insan, tabiatı gereği kendi sulbünden bir çocuğu olmasını ister ve bu gayet normaldir. Kur'an-ı Kerim, melekler tarafından çocukla müjdelenen Hazret-i İbrahim'in (aleyhisselam) sevincini ima eder ki, bu ondaki çocuk isteğinin bir emaresidir. Hazreti Zekeriya'nın "(Rabbim) Eşim kısır! Lütf-u kereminden öyle bir oğul nasib et ki bana da, Yâkub hanedanına da vâris olsun. Onu, razı olacağın bir insan eyle!" (Meryem, 19/6) şeklindeki yakarışı; "Ya Rab, nezdinden bana tertemiz bir zürriyet ver."(Âl-i İmran, 3/38) deyişi ve "Rabbim, beni yalnız bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın." (Enbiyâ, 21/89) duası onun evlât arzusunu ve hakiki bir varis isteğini göstermektedir. Ayrıca, Peygamber Efendimiz'in (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), Mâriye Validemiz'den oğlu İbrahim'in ölümü karşısında hüzünlenip ağlaması da Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in böyle bir isteğini akla getirebilir. Gerçi, mukarrabînin evlât talebinde dava-yı nübüvvete mirasçı bırakma niyeti ağır basar; ama, neticede onlarınki de bir taleptir. Bu açıdan da, bir annenin ya da babanın kendi özünden olan bir çocuğu bağrına basmayı arzulaması gayet tabiîdir. Fakat, şayet Allah bir insana çocuk nasip etmemişse, o zaman, sahipsiz yakınlarından, kimsesizler yurdundan, çocuk yuvasından ya da bakım evinden bir çocuk alarak onu büyütmesi, ona kendi ruhunun ilhamlarını işlemesi ve kendisi gibi bir insan yetiştirmesi de çok büyük hayırlara vesile olacaktır.

Mevzu ile alakalı gördüğüm için Gandi'nin başından geçen bir hadiseyi hatırlatarak sözlerime devam edeceğim: Onu çok derin bir insan olarak tanıdım. Hayatını okuduğum zaman, o derinliğini ömrünün her karesine yansıttığını ve bazı tavırları, bir kısım davranışları itibarıyla tam bir muvahhid gibi yaşadığını gördüm. Nakledildiğine göre; Müslümanlar ile Hindular arasındaki çatışmaların kızıştığı günlerde, Hindu çocuklardan biri de hayatını kaybeder. Çocuğun babası, Müslümanlardan bir çocuk öldürerek intikam almak için yemin eder. Bunu haber alan Gandi, adamı çağırır ve ona niçin masum bir çocuğu öldürmek istediğini sorar. Hindu adam, "Onlar benim yavrumu öldürdüler, ben de onlardan bir çocuk öldürerek öcümü alacağım" der. Gandi'nin mukabelesi düşündürücüdür; der ki, "Birini öldürmen, senin ölmüş çocuğunu geri getirebilir mi? İlle de çocuğunun yerini doldurmak istiyorsan, onlardan bir çocuğu evlâtlık edin, onu kendi öz oğlun gibi bağrına bas ve güzelce yetiştir."

Sağlam Karakter Sıcak Yuvayı Bulunca...

Aslında, İslam Tarihi bu konuda başka misaller aramaya ihtiyaç bırakmayacak kadar güzel örneklerle doludur. En başta, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Zeyd bin Harise'yi evlât edinmiş; onu saadet hanesinin bir ferdi olarak kabul etmişti. Öyle ki, bu konuda ayet ineceği ana kadar herkes onu "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırır olmuştu. Peygamber Efendimiz, Hazreti Zeyd'in oğlu Üsame'yi de (Allah hepsinden razı olsun) torunları Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin'den ayırmazdı. Hem Hazreti Zeyd hem de Hazreti Üsame peygamber ocağının terbiyesiyle büyümüş ve kendi dönemlerindeki İslam ordusunun kumandanlığına kadar yükselmişlerdi.

"Sâlim mevlâ Ebi Huzeyfe" şeklinde anılan Hazreti Sâlim de annesiz babasız bir köle iken Hazreti Ebu Huzeyfe tarafından önce hürriyetine kavuşturulmuş, sonra da sadakati ve dirayeti sebebiyle oğul ilan edilmişti. Oğullukların hakiki oğul gibi sayılmayacağını belirten, "Öyleyse evlâtlara babalarını esas alarak isim verin! Böyle yapmak Allah nezdinde daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, bu takdirde onları kardeş veya mevlâ olarak kabul edin!" mealindeki Ahzâb Suresi'nin 5. ayeti nâzil olduğu zaman, Ebu Huzeyfe'nin hanımı Sehle binti Süheyl, Rasûlullah'a (aleyhissalâtu vesselam) gelerek, "Biz Sâlim'i oğlumuz biliyorduk. O benim yanıma rahat girip çıkıyordu. Zaten bizim tek evimiz var. Onun hakkında ne dersiniz?" diye sorunca, Allah Rasûlü, onu emzirirse süt sebebiyle kendisine mahrem olacağını söylemiş ve o da öyle yapmıştı. Kadı İyaz'ın naklettiğine göre; Sehle Hatun, sütünü bir kaba sağmış, Sâlim de o kaptan içmişti. Çünkü, o gün Hazreti Sâlim bir çocuk değildi, delikanlı idi.

Ümmühatu'l-Mü'minîn'den Hazreti Aişe'nin haricindekiler süt emme yaşı geçmiş büyük kimselerin emzirilmesiyle süt kardeşliğinin tesis edilemeyeceğine, Peygamber Efendimiz'in Hazreti Sâlim hakkındaki cevâzının sadece ona mahsus bir ruhsat olduğuna inanmış ve bir başkasının kat'iyen bu ruhsatla amel edemeyeceği kanaatine varmışlardır. Selef ve halef uleması da, büyüğün emzirilmesiyle süt anneliğinin hasıl olmayacağı hususunda icma etmişlerdir.

Kendisine hususi ruhsat verilen Hazreti Sâlim'e, bir de dirâyet ve kiyâset itibarıyla bakarsanız, bu meseledeki bir kısım hikmet-i ilahiyeyi daha berrak görürsünüz. Annesiz-babasız bir çocukken çok iyi bir eve düşmüştür. O evde kendisine pek güzel bakılmış, bütün ihtiyaçları görülmüş; sevgi ve şefkatle yetiştirilmiştir. Öyle ki, Hazreti Sâlim, Kur'ânı çok iyi bilen ve en güzel okuyanlardan biri olmuş; Peygamber Efendimiz "Kur'an-ı Kerim'i şu dört kişiden öğreniniz" diyerek övdüğü güzîde insanlar arasında onu da saymıştır. Hicret'te Hazreti Ömer gibi ileri gelen sahabilerin de aralarında bulunduğu Muhacirlere imam olmuştur. Dahası, Hazreti Ömer sinesinden yediği bir hançerle son dakikalarını yaşarken, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr efendilerimizi halife seçmek üzere tayin etmiş ve sonra da "Ebû Huzeyfe'nin mevlası Sâlim sağ olsaydı onu seçerdim. Ötede bana niçin onu seçtiğim sorulursa, Rasûl-ü Ekrem'in onun hakkında, ‘Sâlim, Allah'ı en çok seven kimsedir' dediğini duydum diye cevap verirdim" demişti. İşte, Hazreti Sâlim gibi sağlam karakter sahibi bir insan, Ebu Huzeyfe'ninki gibi sıcak bir yuva bulunca bu denli yücelebilmişti.

Mevâlî

Bu örnekler, İslâm literatürüne "mevâli" tabirinin girmesine vesile olmuştu. Bu ifade, sonradan hürriyetlerine kavuşan ve samimi mü'minlerin yanında tam bir evlât gibi yetiştirilen insanların unvanıydı. Mesela; İmam Mâlik hazretlerini yetiştiren İmam Nâfi mevâlidendi. Abdullah b. Ömer'in cariyesi Mercâne'nin oğluydu. Abdullah b. Ömer, Nâfi'yi bağrına basar, onunla özel olarak ilgilenirdi. Bu sayede, Nâfi hazretleri ilmin zirvelerine çıkmıştı ve kendisi de pek çok seçkin talebe yetiştirmişti.

Denebilir ki, Meymûne validemizin mevlası Atâ bin Yesar'dan Atâ ibni Ebî Rebah'a, İmam Mesruk'tan Tâvûs b. Keysân'a kadar nice büyükler ve özellikle hadis imamlarının neredeyse yüzde sekseni mevâliydi. Onların çoğu bir kölenin oğlu olarak ele düşmüş; evsiz-barksız ve kimsesiz kalmışlardı. Daha sonra, inanan insanlar onları yanlarına almış, beslemiş, büyütmüş, yetiştirmiş ve olgun birer insan olarak topluma kazandırmışlardı. Onlar da, bir yönüyle o ezik yanlarını bir rüzgar gibi arkalarına almış ve bir boşluğu doldururcasına kendilerini tamamen dine vermişlerdi. Neticede onların herbiri başımızı ayaklarının altına koyacağımız imamlardan bir imam olmuştu. Dolayısıyla, ister Gandi'nin mülahazasına isterseniz de tarihin o safhasına bakarsanız, hâl-i hazırdaki bu problemi çözme hesabına bu yolu da kullanmanın isabetli olacağını görürsünüz.

Bu arada, şunu da ifade etmeliyim ki, evlâtlıkların hakiki evlât gibi sayılmayacağını belirten ayet ve evlât edinme ile alakalı bazı sınırlamalar kat'iyen kimsesiz çocuklarla ilgilenmeme anlamına gelmez. Söz konusu ayet ve hükümler, câhiliye devrinde carî olan ve sıhrî hısımlık, nesep, evlenme, boşanma ve miras konularında öz çocuklarınkine denk hükümler doğuran evlâtlığı kaldırmıştır. Yoksa, bir Müslüman, herhangi bir çocuğa bakabilir; onu eğitip meslek sahibi yapabilir ve bundan dolayı da büyük sevap kazanabilir.

Evlât Edinme ve Süt Hısımlığı

Şu kadar var ki, bir kız ya da erkek çocuğu alıp onu barındırma, besleyip büyütme hususunda dinimizin ortaya koyduğu bazı kurallar vardır. Eğer alınan çocuk birinci-ikinci dereceden akraba değilse, bir zaman sonra, erkekse evin hanımına, kızsa evin erkeğine nâmahrem olacaktır. Dolayısıyla, mümkünse o çocuğa süt emzirtmek suretiyle bir mahremiyet tesis etmek gereklidir. Bir ç ocuk, süt emme döneminde iken, kendi annesinden başka bir kadından süt emerse, o çocukla süt emziren kadın ve o kadının yakınları arasında bir süt hısımlığı meydana gelir. Çoğunluğa göre, hısımlığa vesile olması için, sütün ilk iki yaş içerisinde emilmesi gerekir. Ebû Hanife'ye göre ise emme süresi otuz aydır. Bu süre zarfında süt hısımlığı tesis edilirse, hadisin ifadesiyle, "Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar."

Evet, imkan varsa, bakılıp görülecek çocuk daha emme çağındayken alınmalı; büyüdüğü zaman bir mahremiyet meselesi söz konusu olmaması için, kız ise baba tarafından, erkek ise de anne tarafından bir süt hısımlığı sağlanmalıdır.

Şayet, süt emme dönemini geride bırakmış bir çocuk almışsanız ya da bir süt hısımlığı hasıl edememişseniz, o zaman da, meseleye biraz daha temkinli yaklaşır, daha hassas davranırsınız. Hâl ve davranışlarınıza dikkat eder, belli bir yaşa kadar onu evinizde besler, büyütürsünüz. Daha sonra da, icabında bir okula koyar, okuyup yetişmesine vesile olursunuz; belli bir yaştan sonra biraz mesafeli durur ama yine de ona kimsesizlik yaşatmazsınız. Bu konuda da, eskiye nispetle şimdilerde çok daha avantajlı sayılırsınız. Bugün bir talebeyi gözünüz arkada kalmadan emanet edebileceğiniz evler, yurtlar, pansiyonlar ve okullar vardır. Onlardan birine yerleştirir, zaman zaman arar sorar, ara sıra gidip ziyaret edersiniz. Hafta sonları o da sizi ziyaret eder, gelir sizinle teselli olur. Hatta, zamanı gelince evlenmesi, yurt-yuva kurması hususunda da yardımda bulunursunuz. Böylece, hem onu muhtemel bir zulüm ve işkenceden kurtarmış, hem kendi vesayetinizle yetiştirip topluma yararlı bir insan haline getirmiş, hem de bakım evlerinin ve çocuk yuvalarının yükünü hafifletmiş olursunuz. Her anne-baba bunu hazmedebilir mi hazmedemez mi, bilemeyeceğim. Fakat, böyle hayırlı bir işin, pek önemli bir ahiret yatırımı olduğu ve insana çok sevap kazandıracağı kanaatini taşıyorum.

Tabiî, toplum hesabına böyle önemli bir vazifenin eda edilebilmesi ancak devletin desteklemesiyle gerçekleşebilir. Devlet bu mevzuda bir kampanya başlatmalı, evine çocuk alan aileleri zaman zaman denetlemeli, hatta o ailelelere bazı maddî yardımlarda bulunmalı ve birkaç sene geçince, yanına aldığı çocuğu topluma kazandırabilen kimselere plaket vermeli, onları takdir etmeli ve ödüllendirmelidir. Evet, devlet bir yandan o çocukların durumunu kontrol etmeli, gittikleri yerlerde üvey evlât muamelesi görüp görmediklerine bakmalı; şayet, uygun şartlarda kalmıyorlarsa onlara daha elverişli bir çevre hazırlamalı; eğer, gereken i'zâz u ikrâmı görüyorlarsa, o zaman da onların bakımı ve görümü için yapılan bazı harcamaların külfetine katlanmalı ve o konuda samimi gayret gösteren kimseleri mükafatlandırarak başka aileleri de o işe teşvik etmelidir. Bu sayede, devlet hem yurtlara-yuvalara yaptığı masraftan çok daha az bir miktarla kimsesiz çocuklara bakmış ve hem de onların iyi yetişmelerini sağlayarak toplumun yarınlarını teminat altına almış olacaktır.

Ateşle Oynama!

Mevzuyla alakalı son bir hususa değinerek sözlerimi bitireceğim: Televizyonda seyrettiğim sahnelerde, o küçücük ve masum çocuklara işkence eden insanların bazılarının başlarının kapalı oluşu dikkatimi çekti. Sanki, "Bakın! Dinine, diyanetine bağlı kimseler çocuklara zulmediyorlar!" gibi bir mesaj da verilmek isteniyordu. O manzara da beni ayrıca üzdü.

Öyle çirkin bir iş yapan bir Müsüman da olsa, bilinmelidir ki, o İslam'a aykırı bir davranış içerisindedir. Allah'a inanan ve İslam'ı hayatına hayat kılan bir insanın, o günahsız yavrulara karşı öyle bir muamelede bulunması mümkün değildir.

Rehberimiz Hazreti Muhammed (aleyhi efdalüssalavat ve ekmelüttahiyyat) ise ki, O'dur; O'nun hayatı kılı kırk yararcasına hak-hukuk gözetmenin misalleriyle doludur. Bir gün, Peygamber Efendimiz ashabına dönerek, "Sizden kime bir haksızlık yapmış isem, şimdi benden hakkını alsın, ahirete bırakmasın" der. Bu sözünü üç defa tekrar edince yaşlı bir sahabi olan Hazreti Ukkaşe ayağa kalkar. Bir savaşta, Allah Rasûlü'nün değneğinin onun sırtına değdiğini söyler. Rasûlü Ekrem, bir değnek getirtir ve hakkını alması için Hazreti Ukkaşe'ye seslenir. Bu manzarayı hayretle seyreden Hulefâ-yı Râşidîn Efendilerimiz, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin, Peygamber Efendimiz'e bedel kendilerine kısas uygulanmasını isterler, bu konuda ısrar ederler; Allah Rasûlü'ne kıyamaz ve ağlarlar. Fakat, Peygamber Efendimiz, öne çıkar, sırtını uzatır ve "Hakkını al!" der. Ukkaşe (radiyallahu anh) "Ya Rasûlallah! Bana vurduğunuz zaman üzerimde elbise yoktu!" deyince, Peygamberimiz hemen sırtını açar. Bu sahneyi gören Sahabe-i kiramdan bazıları yüksek sesle ağlamaya başlarlar. Hazreti Ukkaşe, Peygamberimizin mübarek sırtına yaklaşır, dudaklarını yapıştırır, bir güzel öper ve sonra da "Anam babam Sana feda olsun ya Rasûlallah! Senden hak iddia etmek benim ne haddime!" der. Allah Rasûlü, hakkını helal etmesi için ona ısrar edince, Hazreti Ukkaşe, büyük bir mahçubiyet içinde, ahirette şefaatçı olması recasıyla bütün haklarından vazgeçtiğini söyler. Peygamber Efendimiz de, "Kim cennetteki arkadaşımı görmek isterse bu yaşlı adama baksın" diyerek onu müjdeler.

İşte, sadece şu hâdise bile, dini kendisinden öğrendiğimiz Zât'ın kul hakkı konusunda ne kadar hassas olduğunu gösterir ve bizi de herkesin hukukunu gözetmeye çağırır. Hele söz konusu bir yetimin hakkı ise, dinimiz o meseleyi daha baştan belli hükümlere bağlamıştır. Kur'an-ı Kerim, mü'minlerin yetim malı yemeleri bir yana o mala yaklaşmalarını dahi mahzurlu saymış, pek çok ayet-i kerimeyle bu hususta dikkatli olunması gerektiğini nazara vermiş ve " Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınları dolusu ateş yerler. Onlar, yarın harıl harıl yanan bir ateşe gireceklerdir. " (Nisâ, 4/10) ikazında bulunmuştur. Duhâ Suresi'nde de " Sakın yetimi güçsüz bulup hakkını yeme, sakın onu küçümseyip üzme." buyurmuştur. (Duhâ, 93/9)

Öyleyse, bir Müslüman bütün davranışlarını ve muamelelerini ötede hesabını vereceği mülahazasına bağlamalıdır. Üzerinde başkasına ait bir arpa kadar hak varsa, ondan dolayı da hesaba çekileceğini düşünmeli ve daha hayattayken o haktan kurtulmanın yollarını aramalıdır.

Ödenmemiş Haklarla Öteye Gitmemeli

İdarecilik yaptığım dönemlerde, haylazlıklarıyla insanı şirazeden çıkaran bazı talebeler tanımıştım. Onlardan çok azını hafif şekilde cezalandırdığım da olmuştu. Fakat, birine karşı azıcık yüzümü ekşitmişsem, daha ilk fırsatta onu bir kenara çekip harçlık vermeye, gönlünü almaya ve hakkını helal ettirmeye çok dikkat etmişimdir. Gerçi, o talebeler, genel tavır ve davranışlarım itibarıyla kendilerini çok sevdiğimi ve hep onların iyiliğini düşündüğümü bilir ve kat'iyen hak iddiasında bulunmazlardı. Fakat, ben yine de küçük bir siteme bedel hiç olmazsa birkaç tatlı sözle onların gönlünü almaya çalışmışımdır. Aradan geçen onca seneye rağmen, üzerimde hakkının kalmış olabileceğine ihtimal verdiğim insanları arayıp sormaya, izlerini bulmaya ve helalleşmeye ihtimam gösteriyorum. Geçenlerde aklıma geldi ve birkaç arkadaşa da bu duygumu açtım; "Unuttuğum kimseler olabilir; Akademi sayfası bana isnad edildiğinden dolayı, oraya ‘Bana kimin arpa kadar hakkı geçmişse, benden kimin bir kuruş bile alacağı varsa, falan yere müracaat etsin' şeklinde bir not düşsem!" dedim. İnanın, gönlümün ve vicdanımın sesini dile getiriyorum; Allah'ın huzuruna birinin hakkını yemiş olarak gitmemek için başıma basılmasına bile razıyım. Allah'tan korkan ve hak-hukuk tanıyan bir insan, "Hakkımı helal etmem için başına basmak istiyorum" dese, ödenmemiş haklar sırtımda olarak ötelere gitmektense, öyle bir muameleyle karşı karşıya kalmayı tercih ederim.

Zannediyorum, şahsen böyle düşündüğüm ve inandığım gibi, bütün Müslümanlar da böyle düşünüyor ve inanıyorlardır. Dolayısıyla, değil masum çocuklara işkence etmek, başkasına ait en ufak bir hakkı yemek ya da en küçük bir haksızlık yapmak bile hakiki Müslümanlardan ve İslam'dan fersah fersah uzaktır. Bununla beraber, kim yaparsa yapsın, zulüm zulümdür; haksızlık haksızlıktır; gadir de gadirdir. Müslümanlar içinde o türlü zulümler işleyenler varsa, onlar da dinin ruhunu anlamamışlar demektir ve irtikap ettikleri o haksızlıkların cezasını ötede mutlaka göreceklerdir.

Kine doymayan nifak şebekesi karşısında mü’mince duruş

Soru: Çevremizde olup biten münasebetsiz ve olumsuz bir kısım hâdiseler karşısında, inanan gönüller nasıl bir duruş sergilemelidir?

Cevap: Öncelikle bilinmesi gerekir ki, menfi bir kısım hâdiselerin cereyan etmesi ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Bu hakikati canlı tablolar hâlinde önümüze seren Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan değişik renk ve desendeki enbiya kıssalarını zikrederken diğer taraftan her biri başlı başına hayret verici hâdise olan muhtelif vakalardan bahsetmiştir. Bunlarla bir yandan Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) teselli ederken, diğer yandan tarihî tekerrürler devr-i daimine dikkat çekmiştir. Bütün bu tarihî hâdiseleri süzdüğümüzde karşımıza şu tablo çıkmaktadır: Cenâb-ı Hak, bozulan ve şirazeden çıkan toplumu her seferinde göndermiş olduğu peygamberlerle yeniden ıslah etmiştir.

Hatemü’l-Enbiya Hazreti Muhammed Mustafa’dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra toplumda yeni bir tecdid ruhunun hâsıl edilmesi ve yaşanan tahriplerin tamir edilmesi ise mücedditler eliyle gerçekleşmiştir.

Zulmün zevali aklına gelmezdi amma…

Hususiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde beşerin maruz kaldığı olumsuzluklara tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplum maruz kalmamıştır. Mehmet Akif,

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin,
Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.

ifadeleriyle o dönemin fecaat ve fezaatını resmettikten sonra,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi,
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi,
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi.

mısralarıyla sosyal hayatta cereyan eden bu “sünnetullah”a işaret etmiştir.

Evet, bugün ve bugünden sonra da, “aczin” aklına dirilmek, zulmün de aklına ezilmek gelmeyebilir. Fakat bu, Allah’ın izni ve inayetiyle, tarihte elli defa gerçekleşmiştir. Olanlar ise, olacakların en büyük referansıdır. Bizim geçmişe bakmamızın, mâziyle irtibat kurmamızın faydalarından birisi de işte bu hakikati anlayabilmektir. Bugüne kadar tahrip-tamir vetiresinin sürekli birbirini takip etmesi, gece-gündüz münavebesinin hiç kesilmeden devam edip durması, Allah’ın izni ve inayetiyle, bundan sonra da tahripleri tamirlerin, geceleri de gündüzlerin izleyeceğinin en büyük referansıdır.

Hayat boyu tazyik gördüm fakat ümidimi hiç kaybetmedim

Biraz daha açacak olursak, beşer, elli defa yoldan çıkabilir, elli defa şirazeyi koruyamayabilir, elli defa bağı kopmuş tespih taneleri gibi sağa sola saçılabilir. Başkalaşmaları başkalaşmalar takip edebilir. Toplumda ciddî bir deformasyon yaşanabilir. Fakat hiçbir zaman unutulmamalı ki, yeni bir nur ve yeni bir irfanla insanları derleyip toparlama ve kıvamına koyma Allah’ın elindedir.

Şahsen, imanı güçlü bir insan olduğumu iddia edemem. Bununla birlikte yirmi yaşımdan bu yana hayatım hep baskı ve tazyik altında geçmesine rağmen hiç ümidimi kaybetmedim. Daha askere gitmeden cami penceresinden alınıp karakola götürüldüm, hakarete uğradım, tehdit edildim. Fakat bütün bunların menfi mânâda bana hiçbir tesiri olmadı. Bir ân bile yürüdüğüm yoldan geriye dönmeyi düşünmedim. Alınıp götürülme, bir yere atılma gibi tehdit ve tazyikleri hiç mi hiç önemsemedim. İki tane insan bulduğumda hemen cami içinde oturup onlarla ders okumaya koyuldum. Yaşadığım sıkıntılar askerlikten sonra da devam edip gitti. Fakat ben, hiçbir zaman ye’se düşmedim. Hayatım boyunca hep,

Doğacaktır sana va´dettiği günler Hakk’ın;
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

mülâhazalarına bağlı kaldım. Zira Cenâb-ı Hak,

وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

(Yusuf sûresi, 12/87) kavl-i kerimiyle Allah’ın rahmetinden ümidin kesilmemesi gerektiğini ve kâfirlerden başka hiç bir kimsenin O’nun rahmetinden ümidini kesmeyeceğini ifade buyurmuştur.

Aslında ben bu sözlerimle, zannediyorum adanmışların hissiyatına tercüman oluyorum. Çünkü onların her birisi maruz kaldıkları sıkıntılar karşısında, Nesimî’nin ifadesiyle,

Bir cefâkeş âşıkem ey Yâr Sen’den dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar Sen’den dönmezem
Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma koy erre Neccâr Sen’den dönmezem
Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar Settâr Sen’den dönmezem.

diyeceklerdir. Çünkü onlara göre önemli olan O’nun rızasıdır ve o rızanın vesilesi hizmet kervanının yürümesidir. Kervan yoluna devam ettikten sonra bizim bir kısım ciğersûz hâdiselere maruz kalmamızın ne önemi olabilir ki! Hem zaten yapılan hizmetlerin hiçbiri bizimle kaim değildir. İronik bir dille ifade edecek olursak, “arzın altındaki öküz” değiliz ki, öldüğümüz zaman yer yıkılsın!

Korkusuzluk ve kararlılık, kötü niyetlilerin oyununu bozar

O hâlde ümit kırıcı, şevk söndürücü ve iç bulandırıcı ne tür hâdiselere maruz kalınırsa kalınsın, ne paniklemeli ne de mâni-i her kemâl olan ye’se düşülmelidir. Bilâkis, dikleşmeden ve diş göstermeden her zaman dimdik durmaya çalışmalıdır. İnanan gönüllerin bu korkusuzluk ve kararlılığı, kötü niyetli bir kısım cephelerin de sesini kesecektir. Zira ölüm tehditlerini gülerek karşılamak, öldürürüz dediklerinde, “Kurban olayım, ben de biri eliyle şehadet şerbetini içip bir ân evvel Rabbime kavuşmayı bekliyordum.” demek, karşı tarafı şaşırtır, onları çaresizliğe mahkûm kılar. Evet, mü’minlerin kararlı duruşları ve sarsılmamaları onların Allah’a itimat ve güveninin önemli bir ifadesi olduğu gibi karşı tarafın oyunlarını alt üst edip onları paniğe sevk edecek bir dinamiktir.  

Sabır ve zafer

Öte yandan sabır, necata ermenin biricik sırlı ve sihirli anahtarıdır. Cennet saadetine ulaşmak, Cemalullah’ı müşahedeye kavuşmak, rıdvana ermek ve ebediyetle serfiraz olmak sabırla elde edildiği gibi, bunların aşağısında yer alan dünyevî sıkıntılardan kurtulmanın ve dünyevî zaferler elde etmenin en önemli vesilelerinden biri de sabırdır. İbadet ü taati aksatmama, günahlara karşı koyma, musibetlere katlanma, zulümler karşısında eğilmeme, zamana merhun hususlarda acele etmeme, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeme ve Cemalullah aşk u iştiyakını hizmet mülâhazalarıyla tadil etme gibi hususların tamamı sabır kategorisi içinde mütalaa edilebilir.

Sabrın türleri diyebileceğimiz bu hususların hiçbirisi ihmal edilmezse şayet, bu sırlı anahtarla nice kapılar açılabilir. Fakat sabırla hareket edilmeyip acele edildiği zaman ise tökezleme mukadderdir. Zira

Tîz reftâr olanın pâyine damen dolaşır,
Erişir menzil-i maksuda aheste giden.

Acele edenin eteği ayağına dolaşır; fakat temkinli hareket eden insan maksadına erişir. Bu açıdan mü’minlerin hesaplı yürümeleri gerekir. Hesaplı yürüme veya sabırlı hareket, âtıl durmakla karıştırılmamalıdır. Bilâkis insan, sürekli aktif olmalı, hedefine yürümeli fakat yürürken de, tedebbür, tezekkür, teemmül ve temkinle yol almalıdır. İşin önü ve sonunu düşünmeli, hazımsızlık ve çekememezlikleri hesaba katmalı, karşı tarafın kin ve nefretini asla göz ardı etmemelidir.

Kurbağa ötmesi temiz suya zarar vermez

Bu arada zâlim ve mütecaviz bir kısım kimselerin aleyhinizde yürüttükleri bir kısım komplolara, iftira ve tezvirlere de takılmamak gerekir. Bir Türk atasözünde geçtiği üzere, “Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan!” Yani kurbağa ötmesinin temiz suya hiçbir zararı olmaz. Önemli olan suyun, pak ve temiz olmasıdır. Siz doğru bir yolda, iyi bir güzergâhta yürüdükten sonra, fitne ve fesada kilitlenmiş bir kısım kirli ağızların aleyhinizde söyleyeceği lafların hiçbir önemi yoktur. Burada Hazreti Üstad’ın, Kur’ân-ı Kerim’e dil uzatanlar hakkında naklettiği şu mısraı hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: “Her üren (havlayan) kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.”(Beiüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.127)

Bu açıdan da,  havlayan, havlayıp dursun. Fakat salya atanlara takılıp kalmamalı asla. Bu arada şunu ifade edeyim ki, genel tavrımız itibarıyla bu tür ifadeler bizim karakter ve üslûbumuz olmasa da unutulmamalı ki, Kur’ân-ı Kerim’de bile bazı hakikatleri anlatma adına, merkep ve köpekten misaller verilmiştir. (Bkz.: Enfâl sûresi, 8/76; Lokman sûresi, 31/19) Kur’ân-ı Kerim’in mukaddeslerden mukaddes nezih üslûbu göz önünde bulundurulduğunda, demek ki hakikate saygının gereği, o mesele, o şekilde ifade edilmelidir.

Evet, kendinizi milletinizin kendi ruhuyla, kendi aklıyla ve kendi kalbiyle bütünleşmesi, vesayetten sıyrılması, devletler muvazenesindeki o muhteşem yerini alması için programlamışsanız eğer sağdan soldan gelen çirkin ve nahoş söz ve tavırlara aldırmamalısınız.  Şayet siz yürüdüğünüz yolun doğruluğundan, bu yolda Hakk’ın rızasını tahsilden başka bir hedef peşinde olmadığınızdan eminseniz, aleyhinizde yürütülen faaliyetleri kâle almamalı, bunlar üzerinde durmamalı,  bunlara takılmamalısınız.

Yanlış yolda gidenler korksun âkıbetlerinden

Asıl endişeye kapılması, paniklemesi, ne yapacağını şaşırması ve paranoyalar yaşaması gereken birileri varsa onlar da yanlış yolda yürüyenlerdir. Nitekim bu şekilde hareket eden insanlar tahribatı temsil ettikleri, tahrip de tamire göre çok kolay olduğu hâlde yine de zikzaklar çizmekten kurtulamıyor, bir arpa boyu yol alamıyorlar. Sindirme, tepeye binme, değerleri yıkma, sizin değerler sisteminize hücum etme gibi her türlü menfi ve yıkıcı yöntemi kullanmalarına rağmen bu tür insanların bugüne kadar bir çuvaldız boyu yol aldıkları söylenemez.

Evet, bu onulmaz dertler, onarılmaz harabeler, insanın içinde ümitsizlik hâsıl etmemeli, onu panikletmemelidir. Fakat bu demek değildir ki, yaşanan tahribata karşı gözlerimizi kapatalım. Bilâkis bu müthiş tahribatın görülmesi çok önemlidir. Zira tahribatı görme, insana sorumluğunu ve yapması gerekli olan vazifeleri hatırlatacaktır. Böylece sorumluluk şuuruna sahip mefkûre insanı, bu tablo karşısında Allah’ın, sadık kullarından ne isteyeceğini düşünecek, “Acaba bir peygamber olsaydı, böyle bir tablo karşısında nasıl hareket ederdi?” diyecek, yapılması gerekenlere odaklanacaktır. 

Fakat tablo tam olarak görülemez de yaşananlar bütün derinliğiyle hissedilemezse, ne yapılması gerektiği de tam olarak bilinemez. Ve bunun sonucunda Allah korusun yaşanan bunca felâkete rağmen bazıları kendini rahata salabilir; toplumun yaşadığı alt üst oluşlara, harabelere, yıkılmış hanlara hamamlara, kimsesiz çöllere aldırmadan kendi işleriyle meşgul olmayı yeterli görebilir. Bu da bir yönüyle bencilliktir, vurdumduymazlıktır, hissizliktir. Bu açıdan tevekkül ve ümitle dopdolu olup çirkin söz ve çirkin tavırlara aldırmamayı, “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar.” anlayışıyla ızdırapla inleyip, yapılması gerekenleri yapmayı birbirine zıt görmemelidir. O hâlde bir taraftan mevcut tablo genel çizgileriyle çok iyi görülüp analiz edilirken diğer yandan da sarsılmaz bir iman, ümit ve azimle hâlihazırdaki tahribatın, geçmişten tevarüs ettiğimiz statiğe göre yeniden restore edilmesi adına ölesiye bir gayret sergilenmelidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Kirlenen Şuuraltı Müktesebatıyla Mücadele

Zihin ve kalbimizde önceden yer etmiş bulunan menfî şuuraltı müktesebatın kötü tesirlerinden nasıl kurtulabiliriz?

Zihnimizi, ruhumuzu, his dünyamızı, mantık ve muhakememizi kirleten veya bir yönüyle mantık-muhakeme mekanizmamızı engelleyici bir malzeme, bir dolgu gibi karşımıza çıkan, dolayısıyla bizi rahatsız edebilecek sonuçlar doğurabilen müktesebat, sevimsiz müktesebattır. Bu tür müktesebat, insanın mânevî duygularını dumura uğratır, letâifini kirletir. Bu sebeple insan, iradesinin hakkını vererek, elden geldiğince onlardan sıyrılıp kurtulmaya çalışmalıdır. Bu tür çirkin ve zararlı müktesebat, kastımızın olmadığı, kasta iktiran etmeyen bir durum ve manzaranın sonucu da ortaya çıkmış olabilir. Fakat unutulmaması gerekir ki, o menfi şuuraltı müktesebat artık bizim için bir imtihan vesilesidir. Dolayısıyla bunlar, günahı çağrıştıran, ona sevk eden, hata ve günah duygusunu tetikleyen bir saik olarak görülmeli ve ona göre tedbir alınmalıdır. Meselâ göz, bir yerde, olumsuz bir manzarayla karşı karşıya kalmıştır ve hafıza merkezlerinden biri o fotoğrafı kaydetmiştir. Şuuraltına atılan o fotoğraf zamanla şuur üstüne çıkabilir. Bu durum insanı fasit hayallere, çirkin hatıralara, kaygan zeminlere çekip sürükleyebilir. O hâlde insan -biraz önce ifade edildiği gibi- elden geldiğince bu tür menfi müktesebata karşı iradesinin hakkını verip onları kontrol altında tutmaya çalışmalıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), böylesine çirkin hatıralar insanın içinde uyanıp canlandığında hemen o atmosferden sıyrılıp uzaklaşılmasını tavsiye buyurmuştur.

Ölümcül Virüsler ve Koruyucu Hekimlik

Meselâ haram bir manzarayla karşı karşıya kalmanın zihinde hâsıl ettiği bir fotoğraf veya kulaklara çarpıp içeriye girmiş ve hafızada iz bırakmış çirkin bir söz her an insanı bir kötülüğe çağırabileceğinden insan bu duruma hiç hayat hakkı tanımaksızın hemen ondan sıyrılmaya bakmalıdır. Çünkü geçen zamanla birlikte onlar mevcudiyetlerini hissettirir ve tabir caizse insana bazı şeyleri dayatırlar. Tıpkı virüs gibidir onlar. Nasıl ki fizikî bünye zayıf düştüğü an mikroplar, insan bedeni üzerinde hemen hükmünü icra etmeye başlar; aynen öyle de, insanın mâneviyat adına zayıf düştüğü, mâneviyattan uzak kaldığı durumlarda, şuuraltı zemininde üreme imkânı bulan virüsler hemen harekete geçer, hücuma başlar ve insanı esir almaya çalışırlar. Onun için bazı mâneviyat büyükleri hayatlarını, herhangi bir fenalığa niyet olsa dahi, o fenalığı icra imkânı bulamayacakları şekilde planlamışlardır. Başka bir ifadeyle, bu büyük insanlar, baştan aldıkları tedbirlerle öyle bir yerde durmuşlardır ki, bir anlık bir gafletle fenalık yapma niyeti olsa dahi, onlar onu yapamaz olmuşlardır. Meselâ günah ortamından uzak kalabilmek için, halvet ve uzlette yaşamayı tercih etmişlerdir. Onlar kötülüklerin gelip kendilerine zarar vermemesi için inzivayı bir set ve serhat gibi görmüş ve böylece günahlardan korunmak istemişlerdir. Ne var ki, dini yaşamakla beraber onu anlatma vazifesiyle mükellef bulunan inanan insanlar ve bilhassa dava-yı nübüvvetin vârisleri için, takip edilmesi gereken esas yol, esas mükemmellik halk içinde Hak’la beraber olmaktır. Tasavvufta buna celvet denilmiştir. Evet, halkın içinde Hak’la beraber olmak, peygamberane bir tavırdır. Bulunduğu yeri elden geldiğince kendisine benzetmesi bir mü’minin temel görevidir. Mü’min, gönlünün nasıl olmasını arzu ediyorsa içinde yaşadığı atmosferi de öyle temiz hâle getirmeli, orada fenalık faktörlerini bütünüyle izale etmeye çalışmalıdır.

Sinsi Düşmanlara Karşı Kapatılan Delikler

Hani, hicret esnasında, Sevr mağarasında Hz. Ebû Bekir Efendimiz için anlatılan bir menkıbe vardır. Bu menkıbeye göre, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) ve Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) Sevr mağarasına ulaştıklarında, önce, Hz. Ebû Bekir, zararlı hayvan olup olmadığını araştırmak ve içerisini temizlemek için mağaraya girer; girer ve akrep, yılan ve benzeri hayvanların zarar vermesine engel olmak için, yırttığı cübbenin parçalarıyla oradaki delikleri tıkar. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mağaraya girer ve bir müddet istirahate çekilir. Ne var ki, Hz. Ebû Bekir’in delikleri kapamada kullandığı bez, son deliği kapatmaya yetmemiştir. Bunun üzerine o, o son deliği de ayak topuğu ile kapatır. İşte bu sırada bir yılan gelir ve Hz. Ebû Bekir’in ayak topuğunu ısırır.

Sahih kaynaklarda aslı olmayan bu meselenin faslının bize ifade ettiği bazı hakikatler vardır. Bunlardan birisi Hz. Ebû Bekir Efendimizin sadakatidir. Zira hakikaten bir yılanın saldırma tehlikesi bulunsaydı, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), ne yapar eder, her türlü tehlike ve meşakkati göze alır, İki Cihan Serveri’ne zarar gelmesin düşüncesiyle yılanın ağzına ayağını basardı. Bu yönüyle burada Hz. Sıddık’ın sadakati vurgulanmaktadır.

Menkıbeden çıkarabileceğimiz ikinci bir mânâ ve mesaj ise şudur: Mü’min bulunduğu atmosferde Allah’la irtibatına, dinî ve mânevî hayatına zarar verebilecek her türlü tehlikeye karşı bütün menfezleri kapamalıdır. Buna muhtemel tehlike menfezleri de dahildir. Mü’min, icabında kendi varlığıyla o deliği tıkamalı ve Allah’a şöyle yalvarmalıdır: “Allah’ım! Ben bu noktada dünyevî hayatım itibarıyla her şeyimi kaybedebilirim ama ne olur ya Rabbi, Seninle irtibatıma, kulluk şuuruma zarar verebilecek her türlü tehlikeden beni koru, muhafaza buyur; buyur da ruhumun âbidesi daima dimdik dursun, eğilecekse sadece ve sadece Senin karşında eğilsin.”

Biraz önce ifade edildiği üzere bu vak’anın aslının her zaman münakaşası yapılabilir, fakat faslından istinbat edeceğimiz mânâlar itibarıyla mezkûr hâdise, bize örnek bir sadakat modeli sergilemenin yanında, temkin ve tedbir adına da önemli bir ders vermektedir. O ders de şudur: “Mü’min bulunduğu yer ve muhiti kendi rengine boyar ve o muhitte, kendi duygu ve düşüncesini yaşayabileceği bir atmosfer oluşturur.”

Kötü Arkadaş ve Karayılan

Şimdi asıl konumuza dönecek olursak çirkin hayal ve hatıralardan sıyrılma adına yapılabilecek bazı hususları şu şekilde hülasa edip maddeleştirebiliriz:

1. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), öfke gibi insanı helake sürükleyecek müfsit bir duygu ve düşünce insanı sardığı zaman, onu izale adına bir çare olarak şöyle buyurmuştur:

إنَّ الْغَضَبَ مِنَ الشَّيْطَانِ، وَإنَّ الشَّيْطَانَ خُلِقَ مِنَ النَّارِ، وَإنَّمَا تُطْفَأُ النَّارُ بِالْمَاءِ. فَإذَا غَضِبَ أحَدُكُمْ فَلْيَتَوَضَّأ

“Öfke şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söndürülmektedir; öyleyse biriniz öfkelenince hemen kalkıp abdest alsın.” (Ebû Dâvud, Edeb 4) Burada Efendimiz, bir hâl ve tavır değişikliğinden bahsetmektedir. İnsan psikolojisi açısından mesele tahlil edildiği zaman hadis-i şerifte tavsiye edilen bu hususun, öfkeyi kontrol adına başvurulabilecek müessir bir yol ve çare olduğu görülecektir. İşte bu hadis-i şeriften hareketle biz de diyebiliriz ki, insan günah atmosferinden sıyrılmak için mutlaka hâl, tavır, zemin ve ortam değişikliğine gitmelidir. Böylece o, öncelikle kafasındaki fasit hatıra ve hayallerin dayatmasından sıyrılacak, daha sonra da farklı ortam ve farklı ahvalde farklı duygu ve düşünceler içine girerek o menfiliklerin iz ve tesirini zihin ve kalbinden silip atabilecektir.

2. Mü’min, her zaman salih arkadaşlara sahip olmalı, onlarla beraber bulunmalı, onlarla oturup kalkmalıdır. Hep arz etmişimdir, dinî ilimleri tedris edecek talebeye henüz Arapça eğitimine başlanmadan önce: “Kötü arkadaş karayılandan daha kötüdür. Onun tesirine girersen seni Cehennem’e sürükler. İyi arkadaş ise seni alır Cennet’e götürür.” şeklinde ifade edebileceğimiz Farsça bir beyit öğretilirdi.

Evet, iyi arkadaş edinme çok önemlidir. Çünkü insan her zaman kendi kendine ayakta duramaz. İnsanı çadıra benzetecek olursak, o, varlık çadırının hem orta direği, hem de çevre kazıkları olamaz. Kişi, bir orta direk gibi kendi varlık çadırını omuzlarına aldığı zaman bir iki arkadaşının da o çadırın çevresini tutan kazıklar gibi olmasını istemelidir. Zira ancak böyle bir yapı ayakta durabilir. Kubbedeki taşlar baş başa verince dökülmez. Bu açıdan Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam),

اَلرَّاكِبُ شَيْطَانٌ وَالرَّاكِبَانِ شَيْطَانَانِ وَالثَّلاَثَةُ رَكْبٌ

“Bir yolcu şeytandır, iki yolcu da iki şeytandır, (Çünkü bir fenalıkta ittifak etme imkânı vardır.) üç yolcu ise rekbdir, cemaattir.” buyurur. (Ebû Davud, Cihâd 86; Tirmizi, Cihâd 4) Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), bize böyle bir atmosfer tavsiye ettiğine göre, mü’min, atmosferini o hâle getirmelidir. O zaman bize düşen, her zaman salih ve sadık arkadaşlarla beraber olmaktır. Böylece biz, bir hataya meylettiğimizde onlar hemen bizi ikaz edecek, bir yanlış karşısında bizi düzeltme gayreti içinde olacaklardır. Kim bilir belki de çok defa sevdiğimiz o arkadaşlardan hicap edip fena his ve heveslerimizi baskı altına alacak, kötü duygu ve mülâhazalardan uzak duracağız.

Müsaadenizle burada iç dünyamla alâkalı bir hususu antrparantez arz etmek istiyorum. Bazı hatalarımdan dolayı salih arkadaşlarım beni ikaz ettiklerinde, belki biraz utanmış, biraz hicap duymuşumdur. Belki nefsime ağır gelmiş de olabilir. Fakat hâsıl ettiği netice açısından meseleye baktığımda hep Rabbime hamdetmiş, o arkadaşlarıma karşı da gönlüm teşekkür duygularıyla dolmuştur. Zaten Üstad Hazretleri de “Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.” diye ikazda bulunmuyor mu? Salih bir mü’min, diğer mü’min kardeşine “Gözlerine, kulaklarına çok dikkat etmiyorsun!” diye ikazda bulunursa, o mü’min, belki yokuş aşağı giden bir arabanın fren yemesi gibi bir hayli sarsılır, bir sağa bir sola yalpalar ama ebedî hayat açısından meseleye baktığında esasen bu durumun hiç de önemli olmadığını görür. Çünkü aldığı bu tembihle, kendisine gelmiş ve fasit bir daire içine düşmekten kurtulmuş olacaktır. İşte bu, salih arkadaşlarla beraber olmanın mükâfatıdır.

3. Mü’min bir ömür boyu hep inandığı değerlere ait duygu ve düşüncelerle oturup kalkmalı, onlarla dolup taşmalı, sürekli okuyup düşünmeli, hayatında hiçbir boşluğa fırsat vermeksizin her zaman temel kaynaklardan beslenmesini bilmelidir. Ayrıca bu istikamette ciddi bir teveccüh ve dua ile her zaman; “Allah’ım! Ne olur, günah ve isyandan bizi muhafaza buyur! Bizi gör ve gözet! Tut elimizden tut ki edemeyiz Sensiz!” itirafında bulunarak, Cenâb-ı Hak’tan sıyanet, inayet, kilâet, vekâlet ve riayet istemelidir. Nitekim Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ),

يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

“Ey Hayy u Kayyum! Rahmetine iltica edip yardımı Senden istiyorum. Her türlü hâlimi ıslah eyle ve beni göz açıp kapayıncaya kadar olsun nefsimle baş başa bırakma!” (Hâkim, el-Müstedrek, 1/545) diye dua buyurarak bize bu mevzuda takip edilmesi gereken ufku göstermektedir.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, böylesine yürekten ve samimi bir şekilde Allah’a teveccühte bulunanlar şimdiye kadar takılıp yollarda kalmadıkları gibi, salih ve sağlam refik edinenler de Allah’ın inayetiyle hiçbir zaman zayi olmamışlardır.

Kirli Oyunlar ve Mü’min Firaseti

İster ülke içinde, isterse ülke dışında ortaya çıkan şiddet ve terör hâdiseleri bahane edilerek Müslümanların toptancı bir yaklaşımla zaman zaman kamuoyu nazarında maznun durumuna düşürülmek istendiği görülüyor. Bu tür hâdiseleri nasıl değerlendiriyorsunuz ve bu hâdiseler karşısında mü’mince tavır nasıl olmalıdır?

Hemen başta ifade edeyim ki, ben, bu tür hâdiselerin, Müslümanların oluşturduğu bir organizasyon tarafından planlanıp tasarlanarak gerçekleştirildiğine hiçbir zaman inanmadım. Zannediyorum hâdiseleri bir bütün hâlinde, başı-sonu, önü-arkasıyla, önyargısız ve insaflı bir şekilde tahlile tâbi tutan her akl-ı selim sahibi kişi de benim bu inancımı paylaşacaktır. Zira doğudan batıya, kuzeyden güneye dünyanın değişik bölgelerinde gerçekleşen ve Müslümanlarla irtibatlı gibi gösterilmeye çalışılan hâdiselerin figüranlarına bakıldığında, bu figüranların, her ne kadar isimleri Müslüman ismi olsa da, dünyayı kendi zihniyetlerine göre şekillendirmek isteyen şer şebekelerinin, belli güç odakları ve servislerin, oynadıkları satranç oyununda kiraladıkları kanlı katil veya ilaç içirip iradelerini ellerinden aldıkları, düşüncelerini felç ettikleri robotlaştırılmış hasta ruhlar oldukları görülür.

İslâm Asla Teröre Cevaz Vermez

Meselenin İslâm’la irtibatlandırılmasına gelince, bilinmesi gerekir ki, daha baştan İslâmî esaslar bu tür hâdiselerin yapılmasına asla müsaade etmez. Evet, Müslümanlık hakkında sathî seviyede, şöyle böyle malumatı olan bir insan dahi bilir ki, hiçbir Müslüman, ülkesi işgal edildi veya hürriyeti elinden alındı diye kalkıp tek başına savaş ilan edemez, hürriyet mücadelesi deyip masum insanları hedef alamaz. Böyle bir anlayışı, Müslüman mantığı ile telif etmek mümkün değildir. Dinimizde harp, ülke çapında, bütün bir milletin organizasyonu ile ve ancak belli kurallara bağlı kalarak gerçekleştirilebilir. Hiç kimse, kafasına estiği gibi, ulu orta, dinin koyduğu esas ve disiplinlere muhalif bir şekilde bir mücadele şekli ortaya koyamaz. Bu açıdan daha önce nice kere ifade ettiğim hususu müsaadenizle bir kez daha ifade edeceğim: Terörist, Müslüman olamayacağı gibi, Müslüman da terörist olamaz. Mutlak zikir kemaline masruf olduğundan, biz burada, “terörist Müslüman, Müslüman terörist olamaz” derken, Müslümanlığın özüne ve ruhuna açık olan bir insanın, böyle bir işi yapmasının mümkün olmadığını anlatmak istiyoruz.
Eğer bir insan Müslüman olduğunu söylediği hâlde bu işi yapıyorsa, onun Müslümanlığında İslâm’ın esas ve prensipleriyle telifi mümkün olmayan bir eksik ve gediği var demektir. Maksadımı ifade adına, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir konuyla alakalı beyan buyurduğu bir hadis-i şerifi nakledeyim. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) buyuruyor ki:

لَا يَزْنِي الزَّانِي حِينَ يَزْنِي وَهُوَ مُؤْمِنٌ وَلَا يَشْرَبُ الْخَمْرَ حِينَ يَشْرَبُ وَهُوَ مُؤْمِنٌ وَلَا يَسْرِقُ السَّارِقُ حِينَ يَسْرِقُ وَهُوَ مُؤْمِنٌ

“Zina eden mü’min olduğu sürece zina etmez, hırsızlık yapan mü’min olduğu sürece hırsızlık yapmaz, içki içen mü’min olduğu sürece içki içmez.” (Buhari, Eşribe 1) Bu hadis, inanan bir insanın, imanın şuurunda iken zina, hırsızlık yapmayacağını, içki içmeyeceğini anlatıyor. Başka bir ifadeyle, hadis-i şerif; zina eden, hırsızlık yapan, içki içenin en azından bu günahları irtikâp ettiği esnada hakiki mü’min olmadığına dikkat çekiyor.

Bu hadis-i şerifi izah adına kelam kitaplarında, bazı tekellüflü yorumlara gidildiğini görüyoruz. Ben burada onlara girmeyeceğim. Fakat kanaatimce meseleyi şu şekilde anlayabiliriz: Allah’a (celle celâluhu) inanması gerektiği şekilde inanan, işlediği günahların hesabını ahirette Allah’a vereceğine iman eden, Cennet, Cehennem ve haşr u neşrin varlığını kabul eden bir insanın, bu duygular kendisine hükmettiği sürece bu günahları işlemesi düşünülemez. İşte bu mânâda, bir terörist, teröristlik yaptığı esnada mü’min değildir. Evet, bir insan halis ve kâmil mânâda mü’min olduğu sürece asla terörizme girmez/giremez.

Dolayısıyla ben, ne Turan’da ne Fizan’da yapılan terör eylemlerinin şuurlu Müslümanların organizasyonu ile yapıldığına hiçbir zaman inanmadım. Hatta bu olayların mevhum figüranlarının şu an hayatta olmadıkları kanaatindeyim. Zira birilerinin ısıtıp ısıtıp önümüze sürdüğü, internette görüntü ve videolarını yayınladıkları bazı isimlerin gerçekte şu an var olup olmadıklarını dahi bilmiyoruz.

Bilgi Kirliliği ve Safderûn İnsanlar

Diğer taraftan, dünden bugüne, dünyadaki şer şebekeleri, karanlık odaklar, hususiyle de Müslümanlığa karşı belli bir tavrı olanlar hep aynı silahı kullanmış ve hep aynı oyunu oynamışlardır. Bunlar paranoya ihtiyaçlarını karşılama adına toplumda oluşturdukları korku ve panik havasıyla insanların vehimlerini tetiklemiş ve insanların yüreklerini ağızlarına getirmişlerdir. Diyelim ki, onlar kendi karakterlerinin gereğini yapıyorlar ama beri tarafta ne acıdır ki, kendi ülkemizde de hâdiseleri basiret ve firasetle tetkike tâbi tutmadığından, dünyadaki belli güç odaklarının ve merkezlerin üretip yaydıkları haber ve sözlere hemen inanıveren safderûn diyebileceğimiz insanlar var.

Geçmişte bu tür bir hâdise gerçekleştiğinde çevremdeki insanlara şöyle demiştim: “Hâdisenin failleriyle alâkalı yüzlerce ihtimal varken, hâdisenin oluş keyfiyeti üzerinde derin bir sis perdesi bulunuyorken, bazı insanlar, meseleleri niçin hemen internet siteleri veya gazetelere düşen şekliyle okuyup değerlendiriyor ve ona göre hüküm veriyorlar. Allah aşkına, bu insanlar, söylenen şeylerin bir de aksinin olabileceğine niçin hiç ihtimal vermezler?” Zira güç, kuvvet ve menfaatten başka herhangi bir değer ölçüsü kabul etmeyen zalim insanların dünyasında, onların düşünce ve akide hayatlarında yalan diye bir mefhum yok ki! Aksine onlar, yalan ve aldatmayı bir akıllılık olarak görüyor ve hayatlarını buna göre yaşıyorlar. İnanan insanlar olarak biz, bir cemaatin huzurunda “şu insan yalan söyler” derken bile, yani başkasının yalanını anlatırken dahi hicap duyar, bu durumu ifade etme mecburiyetinde kalmışsak, “Kusura bakmayın, yalan gibi çirkin bir lafı huzurunuzda ağzıma aldım” deyip özür dileyerek söyleriz. Bu, İslâm’ın bize verdiği terbiyenin ve İslâm’dan kaynaklanan kültürün gereğidir. Evet, bizim kültürümüzde yalan söyleyen bir insana doğrudan doğruya “yalancı” demekten hicap duyulduğu için “hilaf-ı vaki beyanda bulunuyor” diyerek mesele ortaya konur. Fakat –bağışlayın– yalan ve aldatmayı hayat tarzı hâline getirmiş kişilerin söylediklerine niçin hemencecik inanıyor ve onların yalan söyleyebileceklerini göz önünde bulundurmuyoruz. Bu şahısların şimdiye kadar ortaya çıkan yalanlarından ve bu yalanların bize gösterdiği karakterlerinden her şey bekleneceğinden dolayı ihtiyatlı olmamız gerekmez mi? Fakat maalesef, söylenen sözlere, okuduğumuz haberlere mutlak doğruymuş gibi hemen inanıyor ve meseleleri buna göre yorumluyor, buna göre değerlendiriyoruz. Hiç unutmuyorum, bir zaman bir yerde büyükelçilik yapmış olan bir zat, meydana gelen bir fecâi ve fezâiden sonra, aradan daha bir iki saat geçmeden kalkmış ve “bu meseleyi falan yapmıştır” demişti. O zat, suçlu olarak gördüğü şahsın ismini dahi yanlış telaffuz edecek ölçüde meselenin cahili olduğu halde hükmünü vermekte hiç tereddüt göstermemişti.

İşte bilgi kirliliği ve yanlış yönlendirmeler sebebiyle maalesef her bir hâdise sonucunda Müslümanlığın tertemiz imajı kirletilmiş, onun dırahşan çehresine zift atılmıştır ve hâlâ atılmaya devam edilmektedir. Hani, halk arasında, “Çamur at izi kalsın” diye bir söz vardır. Ne acıdır ki günümüzde Müslüman imajına böyle bir çamur atılmış ve maalesef o çamurun izi kalmıştır.

Bu, bir vâkıadır. Bu vâkıa karşısında yapılması gereken ise, bütün dezenformasyon ve iftiralara rağmen, İslâm’ın gerçek mânâ ve hüviyetiyle her yerde anlatılması, güzel temsille her yerde gösterilmesidir. Fail-i meçhul bu hâdiselerin, İslâm’ın özünü temsil eden insanların işi olmadığını bıkıp usanmadan dile getirmeliyiz. Gerçek bir Müslüman’ın herkese el uzatıp, herkese sinesini açabileceğini göstermeliyiz. Silm u selâmetten gelen Müslümanlığın sevgi, barış ve merhamet çağrısını Amerika’dan Avrupa’ya, Uzak Doğu’dan Afrika’ya bütün insanlığa duyurmalıyız.

Diyalog Köprüleri ve Vehimlerin İzalesi

Takdir edersiniz ki, bu hakikatin bütün gönüllere duyurulması birdenbire olacak bir iş değildir, uzun bir zamana vâbestedir. Senelerden beri ister bir kısım din mensuplarının, isterse oryantalistlerin Müslümanlığın aleyhine yazıp çizdikleri şeyler, öyle korkunç bir şekilde zihin ve düşünceleri kirletmiştir ki birdenbire bunu silip temizleyemezsiniz. Zaten siz, İslâm’ın bütün güzelliklerini birdenbire meşherde teşhir ediyor gibi ortaya koysanız, insanlar bunu hazmedemezler. Uzun zaman onların içinde kalacak ve sizi tanıyıp öğrenmelerine fırsat vereceksiniz. Akıllarındaki, “Şimdi böyle diyorlar ama acaba biraz güçlenip bazı imkânları elde ettiklerinde de aynı şeyleri söyleyecekler mi?” türünden istifhamlarını fiilî tavır ve davranışlarınızla izale edeceksiniz. On sene boyunca sizin nabzınızı tutacak, kalbinizin nasıl attığına bakacaklar. Bir on sene geçecek, bir kere daha nabzınızın aynı atıp atmadığını kontrol edecekler. Böylece on, yirmi, otuz sene sizi test edecekler. İşte sizin bu süreçte hep aynı yerde durduğunuzu, ifade tarzınızı hiç değiştirmediğinizi görecek ve sizin hakkınızda ona göre bir hükme varacaklar.

Evet, siz bir taraftan İslâm’ı gerçek esas ve prensipleriyle anlatacak; diğer taraftan da onların sizi dinlemelerine, görmelerine ve test etmelerine imkân vereceksiniz. Belki sizin evlerinize, müesseselerinize, iş yerlerinize gelecek, kendi dünyanızda sizi tanıyıp sizin hakkınızda bir kanaate varacaklar. Eğer yıllar boyunca kafalarda oluşmuş/oluşturulmuş bir olumsuz imajı gidermeyi düşünüyorsanız, bence takip edilmesi gereken yol budur.

Bir misal olması açısından arz edeyim: Ben bir karınca öldürmediğimi nice kereler ifade ettim. Evet, hayatımda tek bir karınca dahi öldürmedim. Hatta bir zaman yanımdaki bir arkadaş, bana eziyet ediyor diye eliyle üzerimdeki bir karıncayı süpürmüştü. Seneler geçmesine rağmen bu hâdiseyi unutamadım. Kendi kendime, nasıl oldu da o canlıya kıydı, diyorum. Başka bir zaman bir arkadaşımız bir kampta su içmeye giderken gördüğü bir yılanı yakalayıp kuyruğundan silkerek belini koparmış. Ben bir-iki ay o arkadaşla konuşmadım. Senin ne hakkın var ki, onun yaşama hakkının önüne geçiyorsun? Hayvan seni sokmaya gelmiyordu ki, su içmeye gidiyordu. Eğer hakikaten ağzını açar ve bir kobra gibi sana doğru gelirse, o zaman nefsi müdafaa meselesi söz konusu olur. Kaldı ki ben böyle bir durumda bile onu öldürmek yerine kaçmayı tercih ederim. Çünkü onun da ekosistem içinde bir yeri var. Dinimizde mecbur kalındığında öldürmeye cevaz verilmiştir ancak bunun sevap olduğu söylenmemiştir.

Şimdi kalbi bu türlü mülâhazalara kilitli bir insanın herhangi bir insana kıyması hiç mümkün olur mu? Yanlış anlaşılmasın, ben burada kendimi anlatmıyor, sadece sizin hissiyatınıza, inanan gönüllerin duygu ve düşüncesine tercüman olmaya çalışıyorum. Fakat bütün bunlara rağmen, bazı insanlar hâlâ sizin hakkınızda değişik vehimlere giriyorlarsa, bu durum karşısında yapılması gereken aktif bekleyiş içinde sabır göstermektir. Karakterinizi, ruh yapınızı, hissiyatınızı, iç dünyanızı bir “showroom”da, bir galeride teşhir ediyor gibi teşhir edeceksiniz. El âlem gelecek, girecek, gezecek, görecek, bakacak ve sizin hakkınızdaki vehimlerinden kurtulacak. Siz belki de bu süreci fark edemeyeceksiniz. Onlar gelecek, sizin üzerinize bir işaret koyacak ve daha sonra geldiğinde bu işaretin yerinde durup durmadığını kontrol edecekler. Daha sonra bir kere daha gelecek ve aynı desen ve şivenin olup olmadığına bakacaklar ve böylece hakikî Müslümanlığı gerçek derinlik ve enginliğiyle görecekler.

Netice itibarıyla, Müslümanlar hakkında oluşturulmak istenen günümüzdeki bu olumsuz imajı gidermek belli bir zamana vâbestedir. Mesele bir takvime bağlanarak çok iyi tanzim edilmeli, süreklilik ve ciddiyet içinde olumsuzluklar birer birer izale edilmeye çalışılmalıdır. Eğer günümüzün inanan gönülleri belli bir zaman isteyen bu meselede, aktif bir sabırla hareket eder, meselenin ciddiyeti ölçüsünde ceht ve gayrette bulunurlarsa, gün gelir, hasımlarının, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ve O’nun güzide ashabı hakkında dedikleri “Bu insanlar emindir, emniyet ve güvenin temsilcileridir.” sözünün kendileri hakkında da ifade edildiğini göreceklerdir.

Kirli Zihinler ve Dağınık Kalpler

Vicdanın dört ana unsurundan biri olan zihnin gerçek gâyesi marifetullahtır. Bundan dolayı, onun sürekli Allah’a ulaştıran yollar, o yollardaki handikaplar ve bu handikapların aşılması için gereken nazarî bilgilerle meşgul olması; sonra da bu nazarî bilgileri tatbik edebilme iradesine sevkedecek malumâtla beslenmesi gerekir.

Ne var ki, anlama, öğrenme ve hatırlama kabiliyeti olarak, şuuraltı ve şuurüstü müktesebât adına elde ettiği bütün bilgileri arşivleyen ve adeta bir kütüphane vazifesi gören zihin, çoğu zaman sakat düşüncelerin, yanlış kabullerin ve batıl inançların istilasına da maruz kalır; çirkin görüntü, kaba ses ve kötü söz atıklarıyla da dolar. Bu arada, marifetullahla uzak-yakın alâkası olmayan her şey zihinde büyük-küçük bir leke bırakır ve onun kirlenmesine sebebiyet verir.

Şeytanî Oklar

Zihin, öncelikle günahlar, hatalar, yanlışlıklar ve kötülüklerle kirlenir. Her günah, her hata ve her kötülük onda mutlaka bir iz bırakır. İnsan çok defa böyle bir zihin kirlenmesinin farkına varmasa da zamanla onun tezahürlerini kendi gönlünde ve duygularında hissedebilir. Böyle bir kirlenme, hayırlı işlere devam etme arzusunu kırar, salih amellerde süreklilik isteğini azaltır ve fenalıklara meyil gücünü arttırır.

Evet, günümüzün insanları zihin kirliliği gibi bir âfete mâruzlar ve bu yönüyle de talihsiz sayılırlar. Bugün, çarşıya ve sokağa her çıkışlarında gözler yoluyla bir takım haramlara girmeleri neredeyse muhakkak. Ruh dünyâlarında bulantı hâsıl edecek manzaralar âdiyattan. Kulaklar adeta kir taşıyor, diller kir üretiyor. Uygunsuz sözler dinleniyor, çirkin laflar ediliyor, sürekli şunun-bunun aleyhinde atılıp tutuluyor; konuşmalar gıybetlerle başlıyor, yalanlarla devam ediyor ve sonunda iftiralarla noktalanıyor. Konuşanlar kirletiyor; onlara müsamaha gösterip dinleyenler de onların vebaline ortak olup kirleniyorlar. Böylece, çok ciddi bir zihin kirliliği yaşanıyor.

Bu kötü durum şeytanın müdahalesine de bir ortam hazırlıyor ve kirli zihinleri şeytan kendi hesabına kullanıyor. Dolayısıyla, insanlar dupduru bir gönülle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etme imkanını asla bulamıyorlar. Dahası, birer pas, birer leke olan o günahlar, tevbe ve istiğfarla temizlenmez ve arttıkça artarsa, o zaman üst üste yığılan kirler bir perde halini alıyor; Allah’tan gelen tecellilerin önünü kesiyor, rahmet esintilerine ve ilahî inayete mani oluyor ve artık himayesiz kalan kalbler şeytandan gelecek küfür oklarına bile açık birer hedefe dönüşüyor.

Bundan dolayıdır ki, böyle bir musibete karşı ümmetini ikaz eden Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), "Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur." buyuruyor ve Cenâb-ı Hakk’ın şu iltifatkâr beyanını naklediyor: "Kim Benim korkumdan dolayı harama bakmayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar."

Dışarıdan gelecek günah hücumlarına karşı ümmetini koruma mevzuunda çok hassas davranan Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), kadın-erkek herkesin iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de Hac vakfesini yapıp Arafat’tan döndükleri bir sırada, terkisine aldığı (Hazreti Abbas’ın oğlu) Fazl’ın başını sağa-sola çeviriyor ve böylece etraftaki kadınlara gözünün ilişmemesi için ona yardımcı oluyordu. Asır saadet asrı, mevsim Hac mevsimi, terkisine binilen Zat Allah Rasûlü ve harama bakmaması için başı sağa-sola çevrilen de iffetinde hiç kimsenin şüphe edemeyeceği Hazreti Fazl idi. Öyle bir şeyin adeta imkansız olduğu bir durumda, nazarına başka hayâller girmesin ve serseri bir ok kalbini delmesin diye, Fazl’ın yüzünü bir o yana bir bu yana çevirmesi Efendimiz’in bu konudaki hassasiyetini gösteriyor ve ümmetine misal teşkil ediyordu.

Rasûl-u Ekrem Efendimiz, bir başka zaman da, Hazreti Ali’ye, "Ya Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir" buyurmuş; bir kasde iktiran etmediği için ilk bakışın mesuliyet getirmeyeceğini ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan keserek günahlara geçit vermemek gerektiğine dikkat çekmişti.

Dahilden Kaynaklanan Zihin Kirliliği

Hariçten gelen bu leke ve kirlerin yanında, bir de dış dünyanın içe yansımalarından ve onların hasıl ettiği yakışıksız düşüncelerden kalan izler oluyor. "Falan neden şöyle dedi, filan niye bunu yaptı?" şeklindeki bulanık fikirler hayâlinizi delip geçiyor, bir kıymık gibi tasavvurlarınıza saplanıyor, hislerinizi yaralıyor. Hatta, içinize dert olan o söz ve davranışların muhatabı siz olmasanız bile, onlara maruz kalanların ahvalini müzakere etmek sizin vazifenizmiş ve sanki üzerinize lazımmış gibi, o meseleyi giderme imkanınız da olmadığı halde, beyhude sû-i zanlara giriyor, içinizdeki kuşkuları büyütüyor, kendi kendinizi yiyip bitiriyor ve böylece farklı bir zihin kirliliğiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Şahsen, böyle bir zihnî kirliliği daha geniş alanlı görüyor, çoğu insanların bu derde mübtela olduğunu müşahede ediyor ve çok üzülüyorum.

İnsan çarşı-pazardan, kötülüklere açık mahallerden ve günaha girme ihtimali olan yerlerden uzak durarak dışarıdan bulaşabilecek günah lekerine karşı tedbir alabilir ve onlardan korunabilir. Fakat, hayâl ve tasavvurlardan kaçmak çok zordur. Otururken kalkarken, yerken içerken onlar hep sizinle beraberdir. Onlardan uzaklaşmak için uykuya sığınacak olsanız, daha gözlerinizi yummadan şeytan hemen inci-boncuk gibi saçıverir onları önünüze. Bu defa, uykuyu da unutur, başlarsınız çocukların bilye oynamaları gibi hayâl ve tasavvurlarla oynamaya. "Falan neden bu kadar vefasız, filan niye bu denli duygusuz, öbürünün Allah’la münasebeti niçin o kadar sığ?" sorgulamalarıyla zihninizi meşgul edersiniz. Aslında, o mevzularda yapılması gereken şeyler Kur’an ve Sünnet tarafından ortaya konmuş; o problemleri halletme sistemleri vaz’ edilmiş; meselelerin, usûlüne uygun olarak anlatılması ve insanların irşad edilmesi için gereken hususlar belirlenmiştir. Belirlenen o esaslara göre tavır almak ve hareket etmek dururken, hiçbir faydası olmadığı halde o türlü mülahazalara dalmak, hayâllerin ve tasavvurların su-i zanlara bağlanmasına ve dolayısıyla zihin kirliliğine sebep olmaktadır.

Belki bazılarına günde yüz defa "estağfirullah" dedirten de böyle bir zihin kirliliğidir. Siz, öyle bir kirlenmeye karşı ciddi tavır alsanız da, makinalı tüfekten boşalan mermiler gibi peşi peşine gelip en hassas duygularınıza çarpan ses, söz ve görüntüler tasavvur ve tahayyüllerinizi bir şekilde yakalar. Kimi zaman tuhaf bakışlar, bazen garip duruşlar, bir başka zaman sakat anlayışlar, bazen de kendinden kaçışlar gelip onlara çarpar. Siz ne kadar sineye çekici olsanız ve görüp duyduklarınızı realitelerle dengelemeye çalışsanız da hayâl ve tasavvurlarınız, parçalayıcı bir canavardan kaçan çaresiz av gibi koşamaz; kalbiniz, şuurunuz ve mantığınız ölçüsünde mukavemet gösteremez. Mantık ve güç sınırı tanımayan, zaman ve mekân kaydına girmeyen hayâl, çok sür’atli olsa da, çoğu zaman, fena duygulara paçayı kaptırır, kötü düşüncelere yakalanır. Neticede, çok kıymetli dakikalar faydasız hayâllerle eriyip gider; zihin ise, yararsız düşüncelerin istilasına uğrayarak bir çeşit esarete düşer.

Kalble kafanın irtibatı sebebiyle zihindeki bu kirler zamanla kalbe de akar ve orada "reyn" meydana getirir. Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir. Cenab-ı Hak, "Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)" (Mutaffifin, 83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de "Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur'ân'da yüce Allah'ın zikrettiği "râne" budur." sözleriyle bu ilahi beyanı ve onda yer alan "râne" kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve bir daha da kendine gelmesi, fıtrî saffetini elde etmesi çok zor olur. Hatta bazen yeniden özüne ermesi bütün bütün imkânsızlaşır. Gafleti ve fenalıkları yüzünden deformasyon geçiren bir insanın artık üst üste kaymalar yaşaması da kaçınılmazdır.

Zihin Kirliliğinin Vartaları

Bu kaymaların başında, konsantrasyon eksikliği gelir. Zihin ve kalb dağınıklığı yaşayan bir insan birinci dereceden üzerinde durup yoğunlaşması gereken meselelere dahi konsantre olamaz; en hayati mevzulara bile teksif-i nazar edemez. Kalbî hayatı adına dağılan bir kimse, hiçbir mevzu üzerine dikkatini toplayamaz; çünkü konsantrasyon, dağınıklığa tahammülü olmayan bir konudur. Bakışı bir noktaya yoğunlaştırmak o kadar önemlidir ki, Bediüzzaman hazretleri, bir cama bile teksîf-i nazar edilse, zamanla âlem-i misale karşı hayâlde bir pencere açılacağını, o aynada çok garaibin müşahede edileceğini söyler ve aslında "aynada değil, belki aynaya olan dikkat-i nazar vasıtasıyla, aynanın haricinde hayâle bir pencere açılmış" olduğunu ifade eder. Evet, siz de deneseniz, bakışınızı herhangi bir cisim üzerine kilitleseniz, misal alemine kapılar açıldığını görebilirsiniz. Ne var ki, kalb ve zihin dağınıklığı, en önemli gâye-i hayâl olan Allah rızasına dikkat kesilmeye bile manidir ve insanı, tevcîh-i nazar etmesi gereken böyle bir hedeften dahi uzaklaştırır.

Diğer taraftan, zihin kirliliği insanı mâlâyâniyâtta gezdirir; mâlihülyâ içinde dolaştırır ve onun saniyelerini, dakikalarını, saatlerini ve bütün zamanını çalıp götür. İnsan, faydalı şeyler okuyup güzel hayâllere dalacağına, güzel görüp güzel düşüneceğine, uhrevî hayatı ve Allah’la münasebeti adına dolup dolup boşalarak zevk-i ruhânîler içinde dolaşacağına, zihni kirlenir ve kalbi dağılırsa, boş hülyalarla vakit geçirir, zamanını heder eder; duygu ve düşünceleri hesabına da çok büyük inhiraflara düşer.

Zihin kirliliğinin belki de en zararlı neticesi kelâm-ı nefsî şeklinde sudûr eden "sebb u şetm"ler; yani, dile dökülmese bile bir düşünce şeklinde belirip kalbi ve kafayı meşgul eden yakışıksız sözler, çirkin laflar, karalama ve kınamalardır. Meselâ, bir insanın namazını verip veriştirmesine, duasındaki dikkatsizliğine ya da çarşı-pazardaki lâubâliliğine takılmışsanız, bunlar önce birer buğu halinde zihninizde beliriverir; başlangıçta sadece bir hayâlken daha sonra tasavvur kalıbına dökülür; şayet siz meseleyi orada kesip atmaz, aksine mülahazalarınız üzerinde daha da yoğunlaşırsanız, tasavvurunuz taakkule ve hatta tasdike dönüşür. O şahıs hakkında hükmünüzü verir ve "Vay mücrim vay!" dersiniz. Belki ağzınız hareket etmez, diliniz dönmez ve dudaklarınızdan hiçbir kelime dökülmez ama o insanı ne zaman ansanız içinize hep "mücrim" hükmü gelir. İşte, bu şekildeki sebb u şetmler de kalbi öldüren ve ruhu felç eden birer illettir.

Hayâllere de "Estağfirullah"

Kanaatimce, bir mü’min, Muhasibî inceliği ve hassasiyeti içinde, hayâllerini bile sorgulamalı ve onların çirkinlerinden Allah’a sığınıp, zihnine çarparak geçip gidenlerden dolayı da "estağfirullah" demeli. İnsanları vesveseye düşürmemek kaydıyla herkeste kötü hayâllere karşı da istiğfar duygusu geliştirilmeli. Şu kadar var ki, bazen, bir kısım çağrışımlar neticesinde istenmeyen ve rahatsızlık veren düşünceler, çirkin manzaralar veya kötü sözler hayâle gelince, bazı hassas ruhlar, bunların kendi kalbî hastalıklarından ve manen kaygan bir noktada bulunuyor olmalarından kaynaklandığına inanırlar. Meseleyi biraz derinleştirince vesveselere girebilir; "Demek ki benim kalbim bozulmuş, ben artık bütün bütün fıska açık yaşıyorum" diyerek şeytanın oyununa gelebilirler. İşte, bu hususa dikkat etmek ve vesveseye düşmemek/düşürmemek kaydıyla, her insan iradî olarak hayâl ve tasavvurlarını da sorgulamalı. Mesela, bir aralık "Acaba, falan benim için şöyle mi düşünüyor?" şeklinde mülahazalara dalsa, hemen teyakkuza geçmeli ve çok ciddi bir günah işlemiş gibi kalkıp tevbe etmeli. O zat gerçekten öyle düşünmüş de olabilir. Fakat, Allah o günahın hesabını onu işleyene soracaktır; o mesele diğer insanı alakadar etmez. İşin aslı ne olursa olsun, o türlü düşüncelere dalmak, onlardan belli hükümlere yürümek insana çok şey kaybettirir, onu günah vadilerine yürütür ve sevap atmosferinden uzaklaştırır. Evet, insanlarda kendilerini sorgulama düşüncesini canlandırmalı; öyle ki, herkes, başkalarının kocaman kocaman günahlarını bile göremeyecek kadar kendi kusurlarının telafisiyle meşgul olsun.. birisi, rüyasında bir günaha girse, ona bile istiğfar etsin ve "Benim hayâlim fıska açık olmasaydı, bu günah rüyama nasıl girerdi!" deyip kendini kınasın.

Evet, gerçek huzur ve saadete, zihnin dağınıklık ve perişaniyetten kurtarılması, kalbin itmînan ve istirahata erdirilmesi neticesinde ulaşılabilir. Zihni kirlenmemiş her insan, istediği zaman, kanatlanan rûhu sayesinde kalbinin sonsuz iklimlerine doğru açılarak hakiki mutluluğu elde edebilir. Böyle bir bahtiyarlığı yakalamanın en önemli şartı ise, zihin kütüphanesini tertemiz fikirlerle donatmak ve kalb hazinesini selim duygularla nurlandırmaktır.

Epiktetos’un mevzuyla alakalı ibretâmiz ikazını hatırlatarak bu fasla da şimdilik nokta koyalım: "Fena hülyalara yakalanınca, ilk fırsatta onlardan kurtulmaya ve hemen o tehlikeli alandan uzaklaşmaya çalış. Yoksa, hayâllerin seni öyle vadilere sürükler ki, bir daha geriye dönemezsin."

Kitap okuma hususunda bir iki ölçü

Soru: Hocam, çok kitap okumak mı esas olmalı, yoksa belli kitapları çokça okumak mı?

Cevap: Bazı kitaplar vardır ki, onlar temel ve esastır. Onları sürekli okumak lâzım. Bu seneki anlayış ve idrakinizle bir şey anlarsınız; iki sene sonra o günkü seviyenizle okursanız, o kitaplarda çok daha derin mânâlar görürsünüz. Mesela, Kur’ân-ı Kerim’i böyle bir okuma hususunda diğer kitaplarla beraber değerlendiremeyiz; ama malûmunuz, onu ayda bir hatmetmeyene seleflerimiz Kur’ân’ı terk eden adam nazarıyla bakmışlardır. Ayrıca, Risaleler sürekli ve çok okunmalıdır. İhlas Risalesi gibi on beş günde bir okunması çok faydalı olacak bölümler de vardır.

Bazen çok farklı kitaplar okuma insanı ukalâlaştırır. O insan farklı davranmaya başlar, malûmatfüruşluk yapar, bilgiçlik taslar. Bir başkası da önüne gelen her kitabı vize sormadan okur; çoğu zaman mâlâyânî şeylerle vaktini tüketir, zihnini dağıtır. Önemli olan, çok okumadan ziyade, kayda değer kitapları okumaktır.

Diğer taraftan, okurken, im’an-ı nazar; yani, mevzulara derinlemesine bakma, okuduğu mesele üzerine odaklanma ve yoğunlaşma çok önemlidir. Kitapta anlatılan şeyler üzerinde ısrarla durma; ele alınan konular arasındaki münasebetlere, o kitaptaki belli bahislerin başka yerlerdeki işleniş tarzına da bakma; yapılan ima ve göndermeleri, seçilen kelimelerdeki incelikleri yakalamaya çalışma da çok istifadeli olur.

Bir başka husus da özet çıkarmaktır. Üstad Hazretleri, okunan risaleleri talebelerine özetletirmiş. Zaten bu özetleme gayretlerini Lâhikalar’da açıkça görebilirsiniz. Mesela, Hulûsî Efendi ve Hoca Sabri Efendi gibi insanların özetlemeleri öyle hoştur ki, pek beğenirsiniz. Eserlere çok vakıftırlar, dilleri de çok güzeldir. Fakat sadece onlar değil; Üstad âdet edinmiş, bu yolla pek çok talebe yetiştirmiş. Onlar, okudukları yerlerden ne anladıklarını çok iyi kompoze etmişler. Bu sayede hem kendileri öğrenmişler hem de başkalarına risaleleri okutup öğretmişler. Evet, okunan kitapların özetlenmesi, en azından okunan her bahisten sonra insanın kendi kendine “Ben buradan ne anladım?” deyip zihnen özetlemesi azamî derecede istifadeyi sağlar.

Kınalı kuzular ve şehit cenazeleri

Son günlerde, şehitlerimizin cenaze törenlerinin adeta mitinge dönüştürülmesini ve bu vesileyle bazı devlet büyüklerinin protesto edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kırık Testi

Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî Hazretleri bir menkıbe anlatır: Bir zamanlar bir sultan yaşar. Dönemin insanları, sadece toprağa değil kalblere de hükmetmesini bilen sultanlarını çok severler. Kendileri de bu hayırlı insan tarafından tanınmak ve sevilmek arzu ederler. Bu sebeple bazı günlerde Bağdat’a gider, sultanın huzuruna çıkar, ona hediyeler verirler. Zenginlerin ve imkânı olanların kıymetli hediyeler takdim ettiği bir gün, bir fakir de, sultana yaraşır bir hediye arar. Değerli hiçbir şey bulamayınca evindeki bir tarafı kırık testi aklına gelir. Köyün buz gibi suyundan testiyi doldurur ve yola revan olur.

Az sonra karşılaştığı birisi, ne yaptığını, nereye gittiğini sorup öğrenince alaylı bir şekilde, “Bilmiyor musun, sultan suyun kaynağında oturuyor? Hem sizin çeşmenin suyu da onun” der. Fakir adam kızarır, yutkunur, kelimeler boğazında düğümlenir ve “Olsun!” der, “Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Sultana has hediyem yoksa da onun suyunu ona takdim etmeye müştak ve onun sevgisiyle dolu bir gönlüm var.” Kırık testisiyle sultanın huzuruna çıkar. Sultan, sultanlığına uygun muamele eder; ona da ikramda bulunur ve geriye dönerken de, “Bize ne ile gelirse gelsin onu boş çevirmeyin, testisini altınla doldurun” der.

Mevlânâ bu türlü meseleleri çok güzel değerlendirir. Bu menkıbeyi anlatır ve “Değersiz bir sermayeyle gelsek de teveccüh ettiğimiz kapı Allah’ın kapısıdır” der. Bizim arkadaşlar da bu mülâhazayla internetteki sayfalarına Kırık Testi ismini vermişler.

Üstad Hazretleri de Yirmi Dördüncü Söz’de, “küllî bir niyet”i anlatırken şöyle diyor: “Mesela, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: ‘Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?’ Birden der: ‘Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.’ Yani, ‘Ey padişahlar padişahı! Ey sultanlar sultanı! Bu insanlar sana şu kıymetli hediyeleri veriyorlar, benim elimde ise ancak bu var. Eğer elimden gelseydi, mümkün olsaydı, bütün o hediyeler kadar bir hediye sana takdim ederdim.’ der.”

İşte bu hususta niyet çok önemlidir. Çünkü niyet, ibadet ü tâatin gerçek derinliğini teşkil eder. İbadet ü tâat bir fiil, bir davranış ve bir aksiyondur. Onun gerçek derinliği de insanın niyetinde, onu hâlisane ortaya koymasındadır. Bununla beraber, yaptığı şeyi çok görmeme, yeterli kabul etme gafletine düşmeme, edâ ettiklerini az görme ve daha fazlasının arkasına düşme esastır. Evet, kimseye “Bin rek’at namaz kıl” demiyoruz; fakat birisi kalksa ve dese ki “Bin rek’at namaz kılıyorum, ne dersiniz?”; ben derim ki ona, “Elinden geliyorsa bin rek’at daha ilave et. İki bin rek’at kıl!”

Bunu demezsem belki şundan dolayı demem: Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Din tamamen kolaylık üzerine bina edilmiştir. Onu zorlaştırır, yaşanmaz hale getirirseniz mağlup olur, dinin gereğini yapan kimseye de onu terk ettirirsiniz” buyurmuştur. Ben de böyle bir zorlaştırma hatasına düşmemek için “daha fazlası” demem. Ama Rabb’imizin üzerimizdeki hukuku açısından bana sorarsa, bin değil üç bin rek’at bile kılsa “daha fazlası” demem gerekir.

Ebû Hureyre (radıyallâhu anh) her gün on iki bin defa “Sübhânallah” diyor; sebebi sorulunca da “Günahlarım kadar söylüyorum, fazla değil” cevabını veriyordu. “Günahı neydi ki?” diye sorabilirsiniz. “Acaba ne işliyordu?” diye aklınızdan geçirebilirsiniz; ama ben onun bir şey işlediğine kâni değilim. Kendisini Suffe’de, Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) adamış; üç sene zarfında, yirmi senede alınamayacak bilgiyi almış; sahabenin âlimleri arasına girmiş; arkadaşlarının şahitlik ettiği gibi, Rabb’inden gelecek lütuf ve ihsanlardan başka dünya nimeti adına her şeye kapanmış bir insanın kötü bir şey işleyeceğine ihtimal vermiyorum. İhtimal, biraz evvel bahsettiğim gibi Allah’ın lütuflarını görüp de ona şükürle mukabele edememe; her sâlise, râbia, hâmise ve âşire onun nimetlerine mazhar olduğu halde şükrünü tam olarak yerine getirememe duygusuyla iki büklüm oluyor ve “Sübhânallah” ile mukabelede bulunuyor. İhtimal, kendi muhasebesini yapıyor; “Ondan ayrı bir anım geçti” diyor ve o ana istiğfar ediyor.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.