• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

2001 yılında ilk defa yazılı olarak yayınlanmaya başlayan ve Kırık Testi ismini taşıyan bu bölüm Fethullah Gülen'in ABD sohbetlerinin henüz kitaplaşmamış olanlarından meydana gelmekte. Nil Yayınları tarafından da yayınlanan bu sohbetlerin tamamına aynı zamanda herkul.org Internet sitesinden de ulaşabilirsiniz.

Kırmızı Gül

Soru: Kutlu Doğum haftasında gül dağıtma meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mevlid-i şerif kutlamalarının, Hazreti İsa'nın viladetinden dolayı yapıldığı söylenen kutlamalara bir reaksiyon olarak ortaya konmasından endişe ediyorum. "Sizin paskalya bayramınınız, yılbaşınız varsa, bizim de Kutlu Doğum haftamız var" şeklindeki bir bayağı yaklaşıma girilmesinden korkuyorum. Aynen öyle de, "Bazı insanlar zeytin dalı uzatıyorlar, biz de gül dağıtalım" diyerek böyle bir işe kalkışılıyorsa, bunu da tasvip etmiyorum.

Aslında gül, İslâm dünyasında, bilhassa Anadolu insanları arasında Peygamber Efendimize alem olagelmiştir. Edebiyatımızda gül, Sevgili'nin, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun remzidir. Rivayet olunur ki, Mi'rac Gecesi, Allah Rasûlü'nün (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) mübarek terleri yeryüzüne düşmüş ve düştüğü yerde de kırmızı gül bitivermiştir. Halk arasında böyle bilinmiş ve inanılmıştır. Bu rivayetin aslı varsa, şahsen böyle bir şeyin olabileceğine inanırım; Efendimiz'in terinden değil gül bitmesi, ırmaklar bile fışkırabilir; ama aslı yoksa, o türlü şeylere bir keramet elbisesi giydirmemek lazım. Fakat, o rivayetin aslı olsa da olmasa da, Mevlid Kandili'nde müslümanların gül hediye etmelerinin altında "Gül, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) teridir." anlayışı olduğunu zannediyorum. Şahsen, bu şekilde gül dağıtılmasına bütün bütün karşı değilim ama meseleyi "zeytin dalına karşı gül" şeklinde ele alarak bir reaksiyon haline getirmeyi de uygun bulmuyorum.

Kanaat-i acizanemce, meseleler reaksiyona bağlanmamalı, başka ve yeni şeyler bulunmalı. Senenin değişik günlerinde bir aşure dağıtma, bir kitap hediye etme, kurban etinden bir parça verme ve bir gösterinin içine Efendimizle alâkalı bazı şeyleri de katarak insanlara cazip gelen bir usulle İlahî mesajı ulaştırma gibi yollar bir iki sene faydalı olabilir. Fakat, zamanla bunlar da cazibesini yitirir ve birkaç sene sonra sevimsiz olmaya başlar. Öyleyse, sonraki seneler için daha farklı metodlar bulmak, asıl itibarıyla taze ve diri olan meseleleri üslupsuzluğa kurban vermemek için alternatif espriler ortaya koymak gerekir. Mesela; Efendimiz'e arz edebileceğimiz en güzel hediyeler, aynı zamanda bizim için de şefaat vesilesi olan salât ü selamlardır ya da O'nun mübarek sözlerini öğrenip başkalarına da öğretmektir. Bir yerde arkadaşlarımızın yaptığı gibi, "cevâmi'ül-kelim"den kırk kadar hadis-i şerif seçilip kitapçık halinde veya küçük kartlara yazılmış olarak hediye edilebilir. Bu sene şu hadisleri seçersiniz; gelecek sene de bir başka kırk hadisi hediye edersiniz. Onları verirken de "Bu armağanı vermemizin bedeli, bir sene içinde bu kırk tane hadisin ezberlenmesidir." dersiniz. Böylece, her sene, her ay, her gün yepyeni olan İnsanlığın İftihar Tablosu için taptaze hediyeler sunmuş olursunuz.

Evet, gül dağıtmanın tamamen karşısında olduğumu söylemek istemiyorum; fakat onun reaksiyoner bir tavır olduğunu da ifade etmeliyim. Gül verme ve zeytin dalı uzatma gibi şeyler İslâm kültüründe yoktur. Bizim kültürümüzün temel kanakları Kitap, Sünnet, icma-yı ümmet ve kıyas-ı fukaha gibi esaslardır. Bizim, bunlara bakmamız ve bunlarla işaret edilen yollarda yürümemiz gerekir. Yoksa, yapıp ettiklerimiz kendi yakıştırmalarımız olmaktan öteye geçemez.

Kıvam problemi

Bundan elli altmış yıl önce, bugüne kıyasla alabildiğine az sayıdaki insanın peygamberane bir azimle bu milletin geleceği için -Allah’ın izniyle- yaptıkları şeyler, bugün milyonlara varan insanın yaptıklarıyla mukayese edilmeyecek kadar büyük ve azametli idi. Gördüğüm şu ki, sonrakilerin çalışmalarında öncekilerde var olan canlılık, heyecan ve helecan yok. Gerçi sun’i bir canlılık var; var ama debisi çok dar ve sığ. Sadece bazı yerlerde sun’i su birikintileri göze çarpıyor. Bu da bana göre günümüz Müslüman’ındaki “kıvam problemi”ni gösteriyor.

Bence günümüz Müslümanlarının oturup bir kere daha kıvamlarını gözden geçirmeleri gerekiyor. Ben mevcud kıvamla bir yere varılacağına çok inanamıyorum. Duruşlarda ciddiyetsizlik var, iyi örnek olunamıyor, tevarüs edilecek genel ahlâk lâubalice... Mesela, günümüz anne babalarında çocukların dikkatini çekecek, çocukları cezbedecek bir mânâ, bir mehabet yok. Aksine duruş bozukluğu var ve ciddiyetsizlik diz boyu! Ananın babanın namazı niyazı ve sözleri çocuklara bir şey ilham edemiyor. Kısacası fertlerde olduğu gibi ailede de kıvam problemi var. Daha önce “kültür Müslümanı” tabirini kullanmıştım. İsterseniz burada da “görenek Müslümanı” diyelim. Görenek Müslümanlığıyla derin olunması, kıvamın yakalanması mümkün değildir. Derinlik, derinden tevarüs eder. Bugün ise mat ve solgun bir tevarüs söz konusu. İnsanın şöyle diyesi geliyor: “Sen kendine merhamet etmiyorsun, hiç olmazsa çocukların için ciddiyete yönel de onlara merhamet et.” Aksi takdirde onlar yakın bir gelecekte şekil değiştirip farklılaşacaklar.

İlk tercih kolaydır; ama o işi devam ettirebilmek çok zordur. İnsanın bir arı gibi her gün çiçek çiçek dolaşıp kovanını balla doldurması lâzım. Her gün yeni bal yapması, bunun için de her gün ayrı bir çiçeğe konması gerek. Yoksa o güne kadar yaptığı balı yer bitirir ve elinde hiçbir şey kalmaz. Bunun için insan dini her gün yeni duyuyormuşçasına yaşayabilmeli, her gün yeni bir imana ulaşabilmelidir. Evliya, asfiya, mukarrabin bu sırrı çok iyi kavramış; kavramış ve ona göre bir hayat yaşamışlardır. İmam Şazelî, Nakşibendî, İmam Rabbanî her gün ayrı ve farklı ufuklara açılmazlarsa, elde ettikleri makamlarda durmalarının zor olacağını biliyorlardı ve o makamın hakkını veriyorlardı.

Evet, kendinizi iman adına sürekli besleme ve sürekli rehabilite etmelisiniz. Ciğerinize aldığınız oksijen gibi devamlı yeni ve taze hava peşinde koşmalısınız. “Ben biliyorum bu meseleyi” diyerek kitaba bağlı kalırsanız ve amelde sürekli derinleşmezseniz sonunda elinizdeki mevcudu da yer bitirirsiniz. Bu iş, sürekli yenilenmek ve kaybederim korkusuyla tir tir titremek istiyor. Onun için Rabb’e teveccühte inkıta olmamalıdır.

Bir de nefsin tabiatında var olan sürekli mazeretler üretme ve onlara sığınma tavrından kaçınılmalıdır. İnsan mazerete sığınmak yerine ne yapıp edip cürmü kendinden bilmeli, dahası buna kendini inandırmalıdır. Herkes acz ve fakr yolcusu olmalı ve Allah’ın acziyet ve fakriyete şefkatle teveccüh edeceğinin şuurunda bulunmalıdır. Bu çeşit bir i’mal-i fikir engin bir şefkate kavuşmanın ilk adımıdır. Evet, eğer siz soluduğunuz havada, içtiğiniz suda, yediğiniz yemekte acz ve fakrınızı hissediyorsanız, o engin şefkat kaynağından taşıp taşıp gelen nimetlere şükürle hamdetmiş olursunuz. Bir başka tabirle; “Biz hem âciziz hem de fakir. Bunları bize bir şefkat sahibi ihsan etmekte” diyebiliyor ve bunu vicdanınızda duyabiliyorsanız şükürle ona yönelmişsiniz demektir. Bugünün insanının pek çoğunun arz ettiğim bu hususta problemleri var. Allah’ın engin şefkat ve merhametinin tezahürü olan şeyleri kendilerinden biliyorlar. Öyleyse biz de bu problemli insanlara dem ve damarlarına dokundurmadan söz konusu ettiğimiz şefkat esintilerini hissettirme ve onları tefekküre salabilmenin gayreti içinde olmalıyız.

Ve bunlara bağlı son husus; bugün İslâm dünyası kendi içinde renk atmış, matlaşmış ve köhnemiş bir görüntü sergiliyor ve yıllardır bunun sıkıntısını çekiyor. Ferdî planda Müslümanlığı yaşayanlar var; ama topyekün şuurlu bir İslâm dünyası yok. Bu durumun düzelmesi için bir Hz. Musa, bir Hz. Harun gibi uğraşmak lâzım. Aksine dışta kalır, bu yapının düzelmesi, salaha ermesi için bir gayrette bulunmaz, “Bana ne!” der gibisinden tavırlar içine girerseniz sizi hasım gören dünya tarafından bütün bütün dışlanırsınız ve kendi sonunuzu hazırlarsınız.

Bu çağ bencilliğe açık bir çağ, materyalist düşünce İslâm dünyasını işgal etmiş. Kimseyi inkisara ve ye’se sevk etmemeli bu söylediklerim; sevk etmemeli, ama bu durumun üzüntüsünü de duyup bir an önce kendimize çeki düzen vermeye başlamalıyız. Heyecansızlık ve duyarsızlık çarpar bizleri sonra. İnsan bu tablo karşısında bence en azından şu civanmertliği yapmalıdır: Ellerini Rabb’ine kaldırmalı ve “Allah’ım günahlarımdan dolayı beni mahvetsen bile, ümmet-i Muhammed’i mahvetme!” diye dua etmeli ve kendinden, çoluk çocuğundan ziyade ümmet-i Muhammed’in felâhını gönülden istemelidir; istemelidir ki mevcut perişaniyet ve derbederlik karşısında ıstırap duyduğunu izhar etmiş olsun.

Evet, yaşamak için değil, yaşatmak için yaşama bir mânâ taşır. Yoksa abes yer işgal eder ve bu dünyada boşu boşuna gölge yaparsınız. İnsanlığa bir faydamız yoksa bu dünyada ne diye duracağız ki? Bizim bu dünyadaki tavrımız askerin askerlik müddetince kışlada durması gibi olmalı; olmalı ve yaşadığı sürece de vazifesini eksiksiz yerine getirmeli. Vicdanına sık sık bakmalı, kendini sorgulamalı ve sormalı kendine: “Ben ne için duruyorum burada? Acaba beni bu dünyada tutan çoluk çocuk mu, mal mülk mü, makam mansıp mı? Yoksa Rabb’im adına ruhumun heykelini dikmek mi?!”

Kıvam ve Kardeşlik

Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun ki, insanımız hem yurt içinde hem yurt dışında pek çok hayırlı işe vesile olmaktadır. Fakat kimi zaman fertler arasındaki beklenmedik bazı tavır ve davranışlar kardeşlik duygusunu yaralıyor ve hüsnüzanların sönmesine sebep oluyor. Bu durum bir kıvam probleminden mi kaynaklanmaktadır, bu konuda kıvamı yakalama ve koruma adına neler tavsiye edersiniz?

Kobraların Raksı

Düşmanların Gadri ve Dostların Vefasızlığı

Soru: Malik bin Nebi, 'İslâm, düşmanlarının cefası ve müntesiplerinin, dostlarının da vefasızlığına maruz kalmıştır.' diyor. Bu sözü nasıl anlamalıyız?

Kolektif Şuur ve Ferdî Kabiliyetler

Kolektif şuur içerisinde ferdî kabiliyetlerin köreldiği iddia ediliyor. Kolektif şuur içerisinde ferdin çiçek açması, ferdî istidatların inkişaf etmesi nasıl mümkün olur?

Komşuluk hakkı

Fethullah Gülen: Komşuluk hakkı

Günümüzde pek çok hakla beraber, komşuluk hakkının da ihmal edildiği görülmektedir. İslam’a göre komşuluk hakkına riayetin önemi nedir? Sağlıklı bir toplumun oluşumunda bu hakka riayetin sağlayacağı faydalar nelerdir?

Kur’ân ve Sünnet’te, anne babaya iyi davranma, akrabalara karşı sıla-i rahimde bulunma, yetimlere sahip çıkma gibi mevzuların yanı başında hassasiyetle üzerinde durulan diğer bir mesele de, komşuluk haklarını gözetmedir. Bununla ilgili Cenâb-ı Hak, Nisâ Sûre-i Celilesi’nde şöyle buyurmaktadır:

وَاعْبُدُوا اللَّهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَبِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا


Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunup size hizmet eden kimselere ihsanla muamele edin. Allah, kendini beğenip övünenleri elbette sevmez. (Nisâ Sûresi, 4/36)

Burada Allah’a ubûdiyette bulunma ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmama emredildikten hemen sonra anne-babaya iyi davranma emredilmektedir. Esasında nazarî planda, sevme, sayma, aşk u alâka duyma gibi mevzularda Allah hakkından hemen sonra gelen hak, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkıdır. Çünkü biz Rabbimizi O’nun sayesinde tanıdık, O’nunla varlığı doğru okuyup doğru yorumlama imkânına kavuştuk, O’nun sunduğu mesajlarla ebed için yaratıldığımızı, ebede meb’ûs olduğumuzu anladık. Evet, biz hakikat adına ne öğrendiysek O’ndan öğrendik. Bu itibarla biz, her şeyimizi O’na borçluyuz. Fakat âyet-i kerimede mesele, nazarî plan değil de, amelî plan esas alınarak beyan buyrulduğundan anne-baba hakkı ikinci sırada zikredilmiştir. Âyet-i kerimenin başında Allah’a iman etmenin değil de, O’na ubûdiyette bulunmanın emredilmiş olması da bu hususa işaret etmektedir.

Âyet-i kerimede daha sonra, sırasıyla akrabalara, yetimlere, düşkünlere ihsanda bulunma emredilmiş ve arkasından da,

وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى وَالْجَارِ الْجُنُبِ

ifadeleriyle akrabadan olan veya olmayan ya da yakın veya uzak olan komşulara iyilikte bulunma emredilerek komşuluk haklarına dikkat çekilmiştir. Şu hâlde insanın yakın veya uzağında bulunan, sağında solunda, önünde arkasında mücavir olan herkes, onun içine girer ve iyiliği hak eder.

Kâmil imana ulaşmanın bir vesilesi

Komşuluk hakkına riayetin ehemmiyetini anlama adına, Buharî ve Müslim başta olmak üzere muteber hadis kitaplarında yer alan şu hadis-i şerif de çok önemlidir:

مَا زَالَ جِبْرِيلُ يُوصِينِي بِالْجَارِ حَتَّى ظَنَنْتُ أَنَّهُ سَيُوَرِّثُهُ
Cibril bana komşu hakkında öylesine ısrarlı tavsiyede bulundu ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim. (Buharî, Edeb 28; Müslim, Birr 141)

Bir insanın mirasçısı; annesi, babası, çocukları, eşi gibi yakınları olduğuna göre Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahy-i gayr-i metluv sayılan bu sözünden, komşu hakkının ne denli büyük olduğu anlaşılmaktadır. Esasında, biz, komşuluk hukukuyla ilgili Cebrail’in (aleyhisselâm) Efendimiz’e ne tür tavsiyelerde bulunduğunu bütünüyle bilemiyoruz. Çünkü Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) mevzuun detayına girmiyor. Fakat demek ki, Cibril (aleyhisselâm) bu konu üzerinde öylesine tahşidatta bulunmuştur ki, Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) “Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” ifadeleriyle meselenin azametine ve önemine dikkat çekmiştir.

Başka bir hadis-i şerifte ise mesele imanla irtibatlandırılarak şöyle nazara verilmektedir:

مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيُحْسِنْ إِلَى جَارِهِ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أَوْ لِيَسْكُتْ
Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa komşusuna ihsanda bulunsun. Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa misafirine ikramda bulunsun. Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa ya hayır söylesin ya da sükût etsin. (Müslim, İmân 74; Buharî, Edeb 31)

Görüldüğü üzere burada, kâmil mü’min olmanın bir şartı olarak da komşulara iyilikte bulunma gösterilmektedir. Hadis-i şerifte üzerinde durulması gereken ayrı bir husus da şudur: Esasında, Allah’a iman meselesi, diğer iman esaslarını da tazammun etmektedir, dolayısıyla ahirete imanı da içine almaktadır. Fakat burada betahsis ahirete iman mevzuu zikredilmiştir. Çünkü yapılan hayr u hasenatın insana geriye dönüşü orada olacaktır. Burada yapılan her bir iyilik, ahirette katlanarak insana geriye dönecektir. İşte yapılan iyiliklerin aktığı bir havuz olması ve ekilen tohumların semere vermesi itibarıyla hadis-i şerifte ayrıca ahirete iman mevzuuna dikkat çekilmiştir.

Ebedî mutluluğun anahtarını sunan hayırlı komşular

Öte yandan Allah Resûlü (aleyhi efdalu’t-tahiyyât ve ekmelü’t-teslîmât) komşusu aç olduğu hâlde tok olarak geceleyen kimsenin hakikî mü’min olamayacağı (el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/15) ve komşusunun, zararlarından emin olmadığı kimsenin de Cennet’e giremeyeceği (Buharî, Edeb 29; Müslim, İman 73) ihtar ve ikazında bulunmuştur.

Komşuluk hakkı, Kur’ân ve Sünnet’te bu kadar çok nazara veriliyorsa, demek ki o, çok önemli bir meseledir. Bu itibarla, bir Müslüman uzak yakın bütün komşularını civanmertlikle kucaklamalıdır. Evet, Allah’a inanmış bir gönül, sahip olduğu bütün güzellikleri komşularıyla paylaşmasını bilir. Zira bu, Müslüman ahlâkının bir gereğidir.

Komşuluk hakkı denilince ilk olarak, yedirme, içirme, giydirme gibi maddî yardımlar akla gelmektedir. Bilindiği üzere zekât sadece Müslümanlara verilir. Fakat zekâtın dışındaki teberrular, gayr-i müslimlere de verilebilir. Bu itibarla Müslüman olmasa bile uzak ve yakın komşulara maddî yardımda bulunulabilir. Çünkü bu, insanların öncelikli ihtiyaçlarındandır. Hele fakr u zaruretin olduğu durumlarda, kim olursa olsun, komşuların açlık içinde kıvranmalarına asla meydan verilmemeli ve mutlaka onlara yardımda bulunulmalıdır. Öte yandan gerektiğinde komşuların elinden tutup rehberlikte bulunarak iş bulmalarını temin etme de çok önemli bir iyilik vesilesidir.

Fakat komşuluk hakkını sadece maddî yardımlara inhisar ettirme doğru bir yaklaşım değildir. Bunun yanında, karşılaşıldığında selam verip hâl ve hatırlarını sormak, karşılıklı ziyaret ve davetlerle tanışma ortamı oluşturmak, insanlar arasında sevgiye giden yolları açmak, eğer varsa olumsuz duyguları izale istikametinde gayret sarf etmek gibi hususlar da çok önemlidir.

Hususiyle yurtdışında bulunan bir mü’minin sağındaki, solundaki, altındaki, üstündeki komşularla değişik vesileleri değerlendirerek münasebete geçmesi, mesela bazı özel günleri fırsat bilerek hediyelerle onları sevindirmesi ve ziyarette bulunması çok önemlidir. Zira bu vesileyle inanan gönüller, komşularının gönüllerini fethetme, Müslümanlığa karşı olumsuz duyguları izale etme ve onlara kendi değerlerini tanıtma imkânına kavuşacaktır. Zannediyorum meseleye bu açıdan bakıldığında, komşuluk hakkının, sadece maddî yardımda bulunma gibi dar bir dairede ele alınmaması gerektiği daha iyi anlaşılır.

Afet hâline gelen günah zeminleri

Bir de hadis-i şeriflerde, zaten kat’î haram kılınan fuhşiyatın komşuyla işlenmesi durumunda günahın katlanarak artacağı ifade edilir ki, bu da üzerinde durulmaya değer ayrı bir husustur. Malûmdur ki, muharremat ve münkeratın da kendi içinde dereceleri vardır. Mesela Zât-ı Ulûhiyet’e olumsuz bir kısım şeyler isnat etme öyle bir münkerdir ki, Kur’ân-ı Kerim’de bu günahın büyüklüğü şu ifadelerle anlatılmıştır:

تَكَادُ السَّمَوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْهُ وَتَنْشَقُّ الْأَرْضُ وَتَخِرُّ الْجِبَالُ هَدًّا
Bundan dolayı neredeyse gökler paramparça olup dağılacak, yer parça parça yarılacak ve dağlar da yıkılıp çökecekti! (Meryem Sûresi, 19/90)

Aynen bunun gibi muharremattan öyleleri vardır ki, böyle bir günah karşısında gökler ve yer parça parça olur. Akrabalar arasında işlenen fuhşiyat bu kategoride değerlendirildiği gibi, hadis-i şeriflerde, komşular arasında işlenen günahın da aynı şekilde muzaaf ve belki mük’ab bir kötülük olduğuna dikkat çekilmiştir. Çünkü akrabalar ve komşular arasında hâkim olması gereken duygu, güven ve emniyettir. Bu açıdan kendisine itimat edilen ve güven duyulan bir insan tarafından ortaya konulan bir kötülük, sıradan bir kötülük gibi olmaz. Bilâkis o katlanır, büyür ve çok buudlu bir kötülük hâline gelir.

Bir tas aşureyle kurulan dostluk köprüleri

Maalesef günümüzde komşuluk ilişkilerinde ciddî bir kopukluk yaşadığımız ve kendi değerlerimiz açısından dağınıklığa düştüğümüz inkâr edilemez bir gerçektir. Öyle ki Müslüman coğrafyasında bile kutu gibi apartman dairelerinde kendi âlemini yaşayan toplumlar bulunmaktadır. Komşular ancak bir gürültü-patırtı olduğunda, kendi rahatsızlığını bildirmek ve uyarıda bulunmak için birbirinin kapısını çalmaktadır. Bundan dolayı elden geldiğince bütün imkânları değerlendirerek kronik hâle gelmiş bu problemin giderilmesi adına gayret sarf edilmelidir. Fakat unutulmamalıdır ki, insanların oturmuş olan anlayış ve telakkilerinin değiştirilmesi, sırttaki bir elbisenin çıkartılıp bir kenara atılması gibi çarçabuk gerçekleşecek kolay ve basit bir hâdise değildir. Bu itibarla, ısrarla bu mevzuun üzerinde durulmalı ve yılmadan gayret gösterilmelidir. Bazen bir aşure gününü değerlendirerek elinize bir tas aşure alır yukarı daireye çıkarsınız, bazen bir vilâdet günü vesilesiyle komşunuzla irtibata geçersiniz, bazen de onlar için önemli kabul edilen bir günü değerlendirirsiniz. Unutulmamalıdır ki, insan kerim bir varlık olarak yaratılmıştır ve o, iyiliğin kölesidir. Dolayısıyla yapılan iyilikler er geç mutlaka bir gün tesirini gösterecektir. Onlar belki sizi uzun süre test edecek ama neticede sizin herhangi bir çıkar peşinde olmadığınızı gördükten sonra kapılarını yavaş yavaş size aralayacak ve böylece gelip gitmeler başlayacaktır.

Allah Resûlü (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), mü’minlerin birbirleri karşısındaki durumlarını, tuğlaları birbirine kenetlenmiş sağlam bir binaya benzetmiştir ki, (Buharî, salât 88; Müslim, birr 65) böyle bir toplumun vücut bulmasında, baştaki âyet-i kerimede yer alan anne baba hakkının gözetilmesi, akrabalık bağlarının güçlendirilmesi, düşkünlere sahip çıkılması ve komşuluk hukukuna riayet edilmesi gibi hususlar önem arzetmektedir. Modern hayat içerisinde komşuluk ilişkileri ciddi tahribata uğradığından dolayı bu mevzuda ilişkileri iyileştirme adına yapılan teşebbüsler belki başlangıçta karşılık görmeyebilir. Ancak mücerret bir gönül alma dahi olsa azim ve sebatla sürdürülen iyi davranışlar bir müddet sonra insanlar arasındaki buz dağlarını eriterek gönüllerde bir alâka uyaracak ve bu alâka zamanla öyle güçlü bir irtibata dönüşecektir ki, toplum fertleri arasında kopması çok zor sağlam zincirler oluşacaktır. Böylece fertler karşılıksız, beklentisiz bir şekilde birbirine destek olacak, birisi düştüğünde diğeri onun elinden tutacak, âdeta birbirlerine iyilik yapma yarışına gireceklerdir. Zaten, birbiriyle vuruşmayan, boğuşmayan, yaka-paça olmayan ideal bir toplum da ancak bu türlü fertlerden teşekkül eder.

Ayrıca Hazreti Pîr’in ifadesiyle eczası ve molekülleri günahlardan mürekkep bir toplumun sıhhatli bir toplum olması mümkün değildir. Öyleyse sıhhatli bir toplum olabilmek için fertlerin günahlardan korunma ve hatalardan uzaklaşma adına birbirlerine yardımcı ve destekçi olmaları çok önemli bir vazifedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, mü’minlerin birbirlerine karşı sorumluluklarını anlatma sadedinde onlara şöyle emir buyurmuştur:

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ
Sizler, iyilik etme ve fenalıklardan sakınma hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah ve düşmanlık edip saldırmak hususunda birbirinize destek olmayın. (Mâide Sûresi, 5/2)

İşte Kur’ân-ı Kerim’in emrettiği böyle bir yardımlaşma ve dayanışma duygusunu temin adına, komşuluk münasebetleri kanaatimce mutlaka değerlendirilmesi gereken çok önemli bir zemin ve fırsat, zayi edilmemesi gereken bir sorumluluktur.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Konumun hakkı

Fethullah Gülen: Konumun hakkı

Soru: Cenab-ı Hak, peygamber hanımlarına, onların diğer kadınlar gibi olmadığını, dolayısıyla onların hal, hareket ve tavırlarında çok daha dikkatli olmaları gerektiğini ifade buyuruyor. Bu ilahî beyanın, günümüz insanlarına verdiği mesajlar nelerdir?

Sorunuza esas teşkil eden Ahzab sûre-i celilesindeki âyet-i kerimelerde, Cenab-ı Hak, ezvâc-ı tahirâta şöyle hitapta bulunmaktadır:

يَا نِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنَ النِّسَاءِ إِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلاَ تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلاً مَعْرُوفًا وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلاَ تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلاَةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا

“Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, (nâmahrem erkeklerle konuşmak zorunda kaldığınızda bir başka mümin kadından daha fazla dikkatli olun) ve cilveli bir eda ile konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan bir kimse ümide kapılmasın. Konuşurken size yaraşır şekilde ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin, ölçülü konuşun. (Dışarı çıkmanızı gerektiren mecburi bir sebep olmadıkça) vakarla evinizde oturun. (Mecburi bir ihtiyaç için dışarı çıkmanız gerektiğinde de) İslam öncesi Cahiliye döneminde olduğu gibi süslenip dışarı çıkmayın, namazı hakkıyla ifa edin, zekâtınızı verin, hülasa Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ey Peygamberin şerefli hane halkı, ey Ehl-i beyt! Allah sizden her türlü kiri giderip sizi tertemiz yapmak istiyor. Oturun da evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmetlerini anın. Allah muhakkak ki latif ve habirdir.” (Ahzâb Sûresi, 33/32-34)

Konuma göre subjektif mükellefiyet

Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimelerle cebr-i lutfî olarak ihraz ettikleri konumun hakkını vermeleri için onlara yol gösterme adına iş’ar ve işaretlerde bulunmuştur. Çünkü onlar sağanak sağanak vahyin yağdığı bir atmosferde bulunuyorlardı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) maiyyet-i daimiyyesiyle şereflenmişlerdi. Bu öyle bir konumdur ki, onu ihraz etme adına dünyalar verilse değerdi. Meseleye İmam Maturîdî Hazretleri’nin iradeye yüklediği mana açısından bakılacak olursa şöyle de diyebiliriz: Demek ki, Allah Teâlâ onların eda edecekleri misyonu ezelî ilmiyle bildiğinden daha baştan onlara böyle bir lütufta bulunmuştur. İşte Yüce Allah yukarıdaki âyet-i kerimelerle onlara mazhar oldukları konum itibarıyla çok daha hassas hareket etmeleri gerektiğini hatırlatmış ve objektif mükellefiyetin üstünde subjektif mükellefiyetin yolunu göstermiştir.

Allah (celle celaluhu), âyet-i kerimenin başında,

يَا نِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِنَ النِّسَاءِ

“Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz.”buyurmak suretiyle, ezvâc-ı tâhiratın sıradan kadınlar gibi olmadıklarını hatırlatmıştır. Eğer onlar sıradan kadınlar gibi olsalardı, Allah, Peygamber’e giden yolu onlara göstermezdi. Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) bütün zevcelerini, Allah için ciddî fedakârlıklara katlanmış, bu uğurda yurt ve yuvalarını terk etmiş, peygamber yolunda hırz-ı can etmiş kimselerden seçmişti. İşte imkânları ölçüsünde liyakatlerini izhar eden bu yüce kametlere Allah da (celle celaluhu) ekstra lütuflarda bulunmuş ve onları Efendiler Efendisi’nin saadet hanesiyle şerefyab kılmıştır.

Özel konum azamî takva ister

Yukarıdaki âyet-i kerimelerde Cenâb-ı Hak onlara bulundukları konumun önemini hatırlattıktan sonra, onlardan bu konumun hakkını vermelerini istemiş ve şöyle buyurmuştur:

إِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَعْرُوفًا

“Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla tatlı ve cilveli bir eda ile konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan bir kimse ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin.”Burada öncelikle takvaya vurgu yapılmıştır. Bütün enginliğiyle takvayı düşünecek olursak, o, Allah’ın emirlerini yaşama mevzuunda hassasiyet izhar etme, şüpheli olan şeylerden sakınma, hatta bazen şüpheli olabileceği mülahazasıyla bazı mubahları bile terk etme, teşriî emirlere riayet etmenin yanında tekvinî emirleri de doğru okuma ve ona göre yaşama demektir.

Onlara takva dairesi içinde bulunmaları gerektiği hatırlatıldıktan sonra, başkalarıyla konuşurken dikkatli olmaları ve kadınlığa has ses karakteriyle konuşmamaları emredilmiştir. Çünkü herkes aynı seviyede olmadığına göre kalbinde maraz taşıyan insanlar da olabilir. Nitekim henüz ilgili yasak gelmeden önce, “Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat edince, ben falanla izdivaç yaparım.” diyen birisi çıkmıştı. Ancak daha sonra Peygamber hanımlarının bütün müminlerin anneleri olduğu bildirildiğinde ve

وَمَا كَانَ لَكُمْ أَنْ تُؤْذُوا رَسُولَ اللَّهِ وَلَا أَنْ تَنْكِحُوا أَزْوَاجَهُ مِنْ بَعْدِهِ أَبَدًا

“Sizin Allah’ın Resulünü rahatsız etmeniz ve kendisinin vefatından sonra onun eşlerini nikâhlamanız asla helâl değildir.” (Ahzâb Sûresi, 33/53) âyet-i kerimesiyle onlarla evlenmek ebedi olarak haram kılındığında daha baştan bu türlü duygu ve düşüncelerin önüne geçilmişti. İşte kalbinde maraz olan insanların içinde tamah uyarmamaları için, ezvâc-ı tahirâttan ciddî ve ölçülü konuşmaları istenmiştir.

Ahzâb Sûresi’nde geçen,

وَإِذَا سَأَلْتُمُوهُنَّ مَتَاعًا فَاسْأَلُوهُنَّ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ ذَلِكُمْ أَطْهَرُ لِقُلُوبِكُمْ وَقُلُوبِهِنَّ

“Eğer müminlerin annelerinden bir şey soracak veya isteyecek olursanız, onu perde arkasından isteyiniz. Böyle yapmanız, hem sizin hem de onların kalbleri yönünden daha nezihtir.”(Ahzâb Sûresi, 33/53) âyet-i kerimesiyle Peygamber hanımlarına hicap emri gelmişti. Hususiyle Hz. Âişe, Hz. Hafsa ve Ümmü Seleme (radiyallahu anhünne) gibi Validelerimiz, vahyin membaından, o menhelü’l-azbi’l-mevruddan elde ettikleri engin müktesebatı, dünyanın dört bir yanından gelen kadın ve erkeklere ulaştırıyorlardı. Onlar bu ulvî vazifeyi yerine getirirken erkeklere bir şeyler anlatma mecburiyetinde kaldıklarında araya bir perde koyuyor ve sütre arkasından konuşuyorlardı. Perde arkasından konuşurken bile, kılı kırk yararcasına bir hassasiyet ve ölçüyle hareket ediyor, Kur’an’ın bu emirlerine harfiyen uyuyor ve hâkimlerin konuşmaları gibi gayet ciddi ve vakarlı konuşuyorlardı.

Daha sonraki âyette de Cenâb-ı Hak,

وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى

“Hem vakarla evinizde durun da, İslam öncesi Cahiliye döneminde olduğu gibi süslenip dışarı çıkmayın.”kavl-i kerimiyle, onların, ilk cahiliyenin kadınları gibi başkalarının dikkatini çekecek, içine fitne ve fesat tohumu saçacak, başını döndürecek, bakışını bulandıracak şekilde süslenerek dışarıda arz-ı endam etmelerini, yaseminlikte reftare dolaşıyor gibi dolaşmalarını yasaklamıştır.

Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir: Yukarıdaki âyet-i kerimelerde, perde arkasından konuşmaları emredilen, konuşurken de tatlı ve cilveli bir eda ile konuşmama emrine muhatap olanlar kendileriyle evlenilmesi ebediyen haram kılınan ve müminlerin anneleri olduğu bildirilen Peygamber hanımlarıdır. İnsanın saygı ve ihtiram hisleriyle dopdolu olduğu annesine karşı olumsuz bir kısım duygu ve düşünceleri olabilir mi?

Kanaatimce burada dikkat edilmesi gereken iki husus var:

1- Potansiyel olarak her bir insanın içinde haram duyguların bir akrep gibi kuyruğunu dikmesi, bir yılan gibi harekete geçmesi her zaman için ihtimal dâhilindedir. Peygamber eşleri mevzuunda harama karşı gösterilecek en küçük bir temayül ise insanın ebedî hayatını mahvedecek tehlikeli bir durumdur. Bu itibarla, Kur’an, böyle bir duygunun en küçüğünün dahi insanların içinde oluşmasını engelleme adına, sedd-i zerai gereği daha başta böyle bir yasağı ferman buyurmuştur.

2- Eğer bu meseleler, kendileriyle evlenilmesi ebedî haram kılınan ve bütün müminlerin anneleri konumunda bulunan ezvâc-ı tahirât için bu kadar hassas ise, kadın-erkek münasebetleri mevzuunda diğer insanların ne kadar hassas olması gerektiği daha iyi anlaşılmış olur. Başka bir ifadeyle, bu yasakların ilk muhatapları Peygamber hanımları olsa da, esasen bu âyet-i kerimelerde, onların şahsında bütün mümin kadınlara ders verilip ikazda bulunulmaktadır.

Haricî iffetin yanında dahilî iffet

Yukarıdaki âyet-i kerimeler aynı zamanda mümin kadınlara tesettürdeki temel espriyi öğretmektedir. Tesettürü sadece üste alınan bir elbiseden ibaret görmek ve onu surî bir örtünmeye inhisar ettirmek eksik bir yaklaşım olacaktır. Bu açıdan kadın, dışarıda kendisine mahsus bir kısım hususiyetlerini teşhir etmemeli ve ses, mimik ve el-ayak hareketleriyle bile olsa dikkatleri çekecek tavırlardan uzak durmalıdır. Aynı şekilde kadınların dikkatleri çekecek ölçüde süslü elbiseler giymeleri, çevresindeki insanları etkileyip dikkat çekecek şekilde koku kullanmaları da mahzurlu görülmüştür. Herkes için olmasa bile eğer kadınların dikkat çekici bu tavırları, yüzde beş insanın bile kalblerinde fitne ve fesat duygusunun oluşmasına sebebiyet verecekse, bu mevzuda Kur’an’ın ortaya koyduğu tedbirlere mutlaka riayet edilmelidir. Örtünmenin yanında dâhili iffet de gözetilmeli ve karşıdaki insanların içinde kadına karşı saygı ve ihtiram hissi uyaracak tavır ve davranışlar sergilenmelidir. Diğer bir ifadeyle, kadın gerek kılık ve kıyafetiyle, gerekse hal ve tavırlarıyla kendisine saygı duyulacak, hürmet gösterilecek, duası alınacak bir görünüm arz etmelidir.

Öte yandan Kur’ân-ı Kerim’in seçtiği kelimeler kendi karakteristikleriyle ele alındığı zaman Peygamber hanımlarına yapılan ikazdan şöyle bir mana da ortaya çıkar: Bazı insanlar liyakatlerinden veya ekstra insan olduklarından değil de, Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan lütuflarına mazhar olduklarından belli bir konuma getirilmişlerdir. Sözler’de ifade edildiği gibi herkes sol yolu tutmuş giderken, birdenbire bir emare ve işaretle o, başka bir yola sevkedilmiştir. Sonra da o yolda, engin varidat ve mevhibelerle karşı karşıya kalmış ve ne ihsanlar, ne lütuflar görmüştür. Hz. Pîr, Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan olan bu lütuflarına “cebr-i lutfî” diyor. Çünkü bu lütufların arkasında doğrudan irademiz yer almamaktadır. Ancak yine de başkaları için düşünürken, meseleye -az önce zikrettiğim- Maturîdî mülahazasıyla yaklaşarak, her semerenin arkasında şart-ı adi planında mutlaka iradenin de bir dahlinin olduğunu mülahazaya alıp, Allah Teâlâ’nın, o kişinin ileride yapacağı hizmetlere binaen ona böyle bir lütufta bulunmuş olabileceğini söyleyebiliriz. Fakat insanın kendisi hakkında meseleye tamamen cebr-i lutfî nazarıyla bakması, mazhar olduğu bu lütufları önemli birer nimet sayması ve sonra da o nimete kendi cinsinden şükürle mukabelede bulunması gerekir.

Yüksek bir kuleden derin bir çukura düşme ihtimali var

Evet, her konum bir mazhariyet olduğuna göre her konumun kendine göre bir hakkı, eda edilmesi gereken belli vazife ve sorumlulukları vardır. Bu durumu, “Bi hasebi’l-mağnem, el-mağrem” sözüyle ifade etmişlerdir. Yani bir insan ne kadar ganimete mazhar, ne kadar lütuflarla serfiraz ise, onların kadr u kıymetini bilmediği takdirde Allah onu o kadar perişan eder. Harem odasına kadar girmiş bir insan, oranın kıymetini bilmez ve oranın hususiyetlerine karşı saygısızca davranırsa onu çıkarıp salonda oturtmazlar, kapının önüne koyarlar. Bu sebepledir ki, Hz. Pîr, ihlâs kulesinin başından düşen bir insanın düz bir zemine değil, derin bir çukura düşme ihtimalinin olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Keza eğer bugün belli konumları ihraz eden insanlar, hizmet etme imkânlarını değerlendirmeyip bu mevzuda ahesterevlik ederlerse, onların da kulakları çekilebilir. Nitekim Hz. Pîr, Lem’alar’da başta kendisinin, sonra da yazmak için izin aldığı talebelerinden bazılarının yediği şefkat tokatlarını bize nakletmiştir. O, çektiği sıkıntıları, Kur’an’a hizmeti maddi, manevi füyüzat hislerine feda etmesine bağlamıştır. Baştan sona bütün hayatı gözden geçirildiğinde görülecektir ki, Üstad Hazretleri, bu mevzuda azamî derecede bir kemal-i hassasiyetle yaşamıştır. “Milletimin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyen bir insanın Kur’an-ı Kerim’e hizmeti, maddi, manevi füyüzat hislerine feda edebileceğine ihtimal verilemez. Öyleyse siz, onun bu sözlerini, önünüzdeki bir rehberin, düşünmeniz gerekli olan mevzularda size ışık tuttuğu şeklinde algılayabilir ve onun bu sözlerini kendiniz hakkında düşünebilirsiniz. Yani rehber, bu sözleriyle iç mülahazalarınızda da size rehberlik yapmış ve size şöyle bir ikazda bulunmuştur: “Dikkatli olun! Sizin konum ve mazhariyetleriniz farklıdır. Siz, dava-yı nübüvvetin yeryüzündeki varislerisiniz. Eğer siz, insanlık yolunda Allah rızası için yapmış olduğunuz hizmetleri, maddî manevî füyuzat hislerinize, dünyevî makam ve mansıplara, parmakla gösterilmeye, ‘ağabey’ denmeye, büyük olarak tanınmaya vesile yaparsanız, tokat yersiniz. O halde konumunuzun kıymetini bilin ve hep ona göre hareket edin!”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Koşarken Ölmeli!

Soru: Kendini yeterli görme hususunda mü'mince düşünce tarzı nasıl olmalıdır?

Cevap: Hakiki mü'min, Allah'ın rahmet ve inayeti sayesinde her türlü zorluğun altından kalkabileceğine inanmakla beraber fıtrat itibarıyla diğer insanlara muhtaç olduğunu ve insanî yanlarının ancak çevresinin desteğiyle ortaya çıkacağını daha baştan kabul eder ve hiçbir zaman, hiçbir açıdan kendisini yeterli görmez. O, bir iş ya da makam teklif edildiğinde hemen ileri atılmaz, o yere kendisinden daha ehil kimselerin olup olmadığına bakar ve şayet böyle birini görürse bir adım geriye çekilip onu işaret eder. Bulunduğu konumun hakkını verdiğine hiç inanmaz; sürekli daha verimli olabilmenin yollarını araştırır. Mevcut bilgi birikimiyle yetinmez; okuyup öğrenmeyi mezara kadar sürecek olan bir vazife bilir ve yeni marifet ufuklarına ulaşma gayretinden asla dûr olmaz. Özellikle de, Allah'a yaklaşma mevzuunda durumunu kat'iyen yeterli saymaz, kurb (yakınlık) adına kat'ettiği mesafeleri kâfi görmez ve her zaman dergâh-ı ilâhîye daha yakın olma cehdinde bulunur. Evet, mü'min kendini yeterli görmeyen ve "Hel min mezîd – Daha yok mu?" deyip her meselede daha iyiyi, daha güzeli arayan bir kuldur.

"İlle de ben!" Deme Faziletsizliği

Bu açıdan, mesela, hayatî bir müessesenin, bir bakanlığın ya da devletin başına aday gösterilen bir insan, eğer karakterli, samimi ve millete vefalı biri ise, hemen etrafına bakınıp alternatiflerinin olup olmadığını araştırır. Şayet, o vazifeye kendisinden daha ehil birini görürse, gönül rahatlığıyla "Her işi ehline teslim etmek lazım; bu işin ehli de falandır; gidin ve bu makamı ona teklif edin!" der. İşte, mü'mince tavır ve davranış budur ve bu, o insandaki faziletin ifadesidir.

Karakterli insan "İlle de ben!" diyerek şeytanî hırıltılar çıkarmaktan uzaktır. O, zirveye çıkmak için lobi faaliyetleri yapmayı, başkalarının ayağını kaydırmayı, türlü türlü entrikalara başvurmayı aklından bile geçirmez. Makam ve mevki teklif edildiğinde önce kendisini düşünmeyi dahi bir faziletsizlik sayar; hemen irkilir, kendine gelir ve çevresinde liyakat sahibi insan arar. Hatta, kendi zaaflarını masaya yatırır; bazen aniden sinirlendiğini, fevrî hareketler sergilediğini, zaman zaman içinde bulunduğu heyete ters düştüğünü ve bu türlü tavırlarından dolayı bazılarını rahatsız edebileceğini düşünür; düşünür ve kendisine göre, daha sakin davranan, daha aklî ve mantıkî hareket eden, hislerinin esiri olmayan ve genel tavırları açısından beraber çalıştığı kimselere hep huzur bahşeden bir insan araştırır; hem ufku, hem bilgisi, hem zamanı iyi okuması ve dünyayı tanıması itibarıyla daha liyakatli gördüğü o insanın önünü açmaya ve onu zirveye taşımaya uğraşır.

Bu faziletli davranış, iman ve Kur'an hizmetinde bulunanlar için de vazgeçilmez bir esastır. Bugün, dar dairede bile olsa değişik pâyelerle ve farklı farklı makamlarla karşı karşıya kalan insanların da, İhlas Risalesi'nde dile getirilen "Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz!" düsturuna göre hareket etmeleri lazımdır. Hatta, imana dair bir hakikati muhtaç bir mü'mine bildirmek gibi en zararsız bir işi bile "Bu benden daha ihlaslı ve daha liyakatlidir; söz hakkı onundur" deyip başkasına bırakmak Kur'an talebesinin şiarı olmalıdır. O ancak, vazife sahipsiz kalmışsa ortaya çıkıp işte o zaman o işi üstlenmeli ve mesuliyetinin gereğini yapmalıdır.

Hüsrana Uğramamanın Şartı

Diğer taraftan; Allah Teâlâ insanı –eskilerin ifadesiyle– medeni-i bittab' olarak yaratmıştır; yani insan, yaratılış itibarıyla sosyal bir varlıktır; onun tabiatı beraber yaşamaya, iyi huylu, kibar ve faziletli olmaya açıktır. İnsanın, insânî yanlarının ve derinliklerinin ortaya çıkması ancak çevresinin desteğiyle olur; o başka insanlarla el ele verdiği ve onların faziletlerinden de istifade ettiği sürece kendi kemalât ufkuna yürür. İnsan, kendisini çadırın orta direği görse bile, bilmelidir ki, kenarlardaki kazıklar olmadıktan sonra o çadırı yerinde tutmak mümkün değildir. Bu itibarla da, onun, belli ölçüde de olsa, çevresindeki kimselerin kabiliyetlerine, istidatlarına, onların üretecekleri fikirlere ve onlarla beraber yaşayacağı beyin fırtınalarına ihtiyacı vardır.

Kendisini çevresinden müstağnî gören, "Ben kendime yeterim; benim kimseye ihtiyacım yok!" diyen bir insan boşlukta yürüyor demektir. Halkın onun hakkında takdir ettiği izâfî bir karizmaya takılıp kendine bambaşka bir pâye biçen, kimsenin fikrine ihtiyaç hissetmeyen ve kendi kendine kararlar vererek asıp kesen biri faziletsizin ta kendisidir. İş ve plânlarında kendi fikirleriyle yetinen ve hatta onları zorla diğer insanlara da kabul ettirmeye çalışan böyle kimseler, önemli bir dinamizmi elden kaçırdıkları gibi, çevrelerinden de sürekli nefret ve istiskal görürler; dahası onlar, üst üste fiyaskolar yaşayıp her meselede kaybetmeye mahkumdurlar.

En akıllı insan, başkalarının düşüncelerine en çok saygılı olan, onlardan en çok yararlanan ve herhangi bir konuda doğruya ulaşmak için mutlaka bir başkasının görüşüne de başvuran insandır. Aslında, bugüne kadar bu hususu görmezlikten gelen veya gözardı eden hiçbir toplum iflah olmamıştır. Zaten Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) de ümmetin kurtuluşunu ve geleceğe yürümesini, "İstişârede bulunan asla kaybetmez." sözüyle meşverete (fikir alış-verişine) bağlamıştır. Ayrıca, akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli olan ve aslında başkasına danışmaya ihtiyâcı bulunmayan Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) Efendimiz, hayatını vahyin aydınlığında sürdürüyor olmasına rağmen, meşveretle memur olduğunu her vesileyle ortaya koymuş ve her meseleyi istişareye sunmuştur. Demek ki, herhangi bir müessesenin başındaki insan, Allah tarafından müeyyed olup sürekli ilhamla beslense de, yine istişâre etme mecburiyetindedir.

Daha önce de arz ettiğim gibi; İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi vesellem) bir hadis-i şerifte, "Allah Teâlâ bir idareciye merhamet buyurursa, ona, kendisini eğrilikten alıkoyacak, doğruluğa sevkedebilecek iyi vezirler (danışmanlar) ihsan eder." demiştir. Evet, baştaki insan, ister devlet reisi, ister meclis başkanı, ister hükümet lideri, ister ordu komutanı, isterse de adliye ya da mülkiyenin herhangi bir biriminin başındaki idareci olsun –ne seviyede olursa olsun– şayet Allah ona merhamet buyurmuşsa, kendisini muhtemel yanlışlar karşısında uyaracak ve doğrulara yönlendirecek hiç olmazsa iki tane müsteşarla lütuflandırır, hasbî iki danışmanla te'yit eder. Bir idareciye, Allah'ın en büyük ihsanı, yanlış yola meylettiği zaman tıpkı bir kıblenümâ gibi kendisine doğruyu gösterecek iki yâr-ı vefâdar lütuf buyurmasıdır. Herhangi bir şahsî çıkar gözetmeyen, kendi adına gizli hesaplar peşine düşmeyen, beklentilerinin tutsağı olmayan ve durduğu yerde sadece milletin menfaatleri hesabına duran danışmanlardan mahrum bir idareci bedbahttır ve onun hüsrandan, hizlandan kurtulması kat'iyen mümkün değildir.

İçtihad ve Kollektif Şuur

Aslında, sadece idare ile alakalı meselelerde değil, bütün problemlerin çözümünde istişare ve kollektif şuur çok önemlidir. Mesela, içtihad mevzuu değişik münasebetlerle gündeme gelen bir meseledir ve bana göre içtihad kapısı –Nur Müellifi'nin de ifade ettiği gibi– her zaman açıktır; fakat, o kapıdan içeri girebilmenin belli dönemlerde belli manileri söz konusudur. Evet, o kapıyı kimse kapamamıştır; ehliyetsiz kimselerin, hevalarını hüda göstermelerini engellemek ve dini kendi heveslerine göre yorumlamalarına meydan vermemek için bazı alimler bu meseleye temkinli yaklaşmış olsalar da, aslında o kapı açıktır ve sadece nâehillerin yüzüne kapanmıştır.

Günümüzde insanlar oldukça lâubâlîdir ve dinin zaruriyatı ayaklar altındadır; fikirler ve kalbler bir hayli dağınık, zihinler de maneviyata yabancıdır. İnsanların çoğunun, hayatı İslamî çerçevede sürdürme konusunda herhangi bir cehd ü gayreti yoktur. Artık, –maalesef– din ve diyanet, insanların birinci meselesi değildir; "olsa da olur, olmasa da" şeklinde ele alınmaktadır. İşte, içtihad kapısı açık olsa bile, böyle bir atmosferde, hakkını vererek o dinamiği kullanacak kimselerin çıkması oldukça zordur.

Dolayısıyla, bugün içtihada ihtiyaç duyulan meselelerin halledilmesi de ancak kollektif şuurla mümkün olacaktır. Sahasının uzmanı şahıslardan meydana gelecek olan bir heyet böyle bir içtihadı –Allah'ın izni ve inayetiyle– gerçekleştirmiş ve böylelikle bir kişinin üstesinden gelemeyeceği bu ağır yük cemaatin omuzlarına yüklenmiş olacaktır. Evet, bundan sonra, istihraçlar, istinbatlar ve içtihadlar hep o işin uzmanı insanların bir araya gelmeleri neticesinde kollektif şuurla yapılacaktır.

Bu açıdan da, ilim ve bilgi birikimi itibarıyla da bir mü'minin kendini yeterli görmesi ve "Artık ben kendime yeterim" şeklinde düşünmesi mümkün değildir. Hatta, dinî ilimlerle uğraşan kimselerin, "Şu kitapları okuduk, şimdi de bunları mütalaa ediyoruz; bu atmosferin bize ilham ettiği şeyler istikametinde fikir alış-verişinde bulunuyoruz." deyip sadece o birkaç saatlik ve birkaç senelik okumayı yeterli görmeleri onlar adına büyük bir aldanmışlık sayılır. Zira, ilim tâlibi de "hel min mezîd" kahramanı olmalı, kendisini asla yeterli görmemeli; okuma ve başkalarının yüksek fikirlerinden istifade etme kulvarında bir ömür boyu sürekli koşmalıdır.

Dahası, ilim, insanı salih amele sevketmelidir; çünkü, öğrenmek ve bilmek, insanı Allah'a yaklaştırdığı ölçüde bir kıymet ifade etmektedir. İnsan, öğrendiği her meseleyi elden geldiğince pratiğe dökmeli ve onunla Allah'a bir adım daha yaklaşmanın yollarını aramalıdır. Nitekim, Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), "Kim ilim bakımından ilerledikçe zühd hayatı açısından da mesafe kat'etmezse, onun sadece Allah'tan uzaklığı artar; yani, öğrendiği onca hakikate rağmen, dünyaya rağbet etmekten ve nefsâni arzularına göre yaşamaktan vazgeçmeyen bir insan Allah'tan uzaklaştıkça uzaklaşır." buyurmuştur.

Koşarken Ölmeli!...

Evet, kendini yeterli görmeyen bir mü'min, Allah'ın bahşettiği imkanları yine O'nun yolunda kullanıp ebedîleştirmek için gecesi-gündüzüyle hayatının her anını en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır.. rıza-yı ilahî için koştururken bazen evinin yolunu unutur; kimi zaman çocuklarının simasını zor hatırlayacak hale gelir.. gelir ve sürekli salih bir amel peşinde koşar. Benim hayallerimi süsleyen Kur'an talebesi de hizmete giderken solukları tükenen, koşarken kalbi duran ve yatakta değil yolda ölen bahtiyardır. Böyle birinin vefat haberini duysam, gözlerim dolar, hicranla gözyaşı dökerim onun ardından; fakat, aynı zamanda o gözyaşları benim takdir hislerimin de ifadesi olur. Çünkü, hakikî Kur'an talebesi, kalbinin durduğunun farkına varamayacak şekilde bir küheylan gibi koşan ve kendini adadığı dava uğrunda bir vazifeye giderken yolda son nefesini veren insandır.

İşte, böyle bahtiyar bir ruh, yapıp ettikleriyle asla yetinmez; o güne kadarki koşuşunu, hareketlerini, yaptığı işleri ve vesile olduğu onca güzellikleri kâfi saymaz. Allah'ın bahşettiği imkanları tam olarak değerlendirememiş olmanın endişelerini taşır. Yaptıklarını unutup yapabileceklerine yönelir ve "Daha yok mu?" deyip yeni vazifelerin altına girmeye âmâde bulunur. Samimiyet ve faziletin remzi böyle bir insan, ne kabiliyetleriyle, ne aklıyla, ne mantığıyla, ne ortaya koyduğu eserleriyle ve ne fütühatlarıyla... kendisini asla yeterli görmez.

Şunu da unutmamak lazımdır ki, iradenin mevcudiyetini kabul etmek, onun hakkını verme azmi, cehdi ve gayreti içinde bulunmak ve Allah'ın verdiği o temayülü sonuna kadar kullanmak başka bir meseledir; insanın kendine güvenmesi, kendini her şeye yeterli görmesi ve Allah'a ait bir vasıfla kendisini vasfetmesi daha başka bir meseledir.

Hakiki mü'min, bir yandan, Cenâb-ı Hakk'ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, "Allahım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma" der. Nefsine değil, Cenâb-ı Hakk'a güvenir. Nefsini ve nefsânî duygularını en azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah'ı bilir. Onun güven ve itimâdı sadece Allah'adır.

Gerçekten inanan insan, "Rabbenâ aleyke tevekkelnâ ve ileyke enebnâ ve ileyke'l-masîr" der; "Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız." (Mümtehine, 60/4) hakikatini seslendirir; –hâşâ– tavır ve davranışlarıyla da olsa, "Aleyye tevekkeltü ve aleyye enebtü..." deme ve "Kendi kendime güvenip dayandım, zâtî güç ve kuvvetime yöneldim!..." şeklinde Firavunca bir iddiada bulunma gaflet ve dalaletine düşmez. Çünkü, böyle bir iddia ve kendini yeterli görme, bir yönüyle Allah'a karşı muarazanın ifadesidir.

Kostümlerin En Güzeli

Soru: Namazı daha derince duyabilme mevzuunda abdestin rolü nedir? Hangi mülahazalarla alınan abdestin kalbe ve ruha tesir etmesi beklenir?

İbadetlere mânen ve ruhen hazırlanmaya vesile olan ve onlardan azamî istifadeyi sağlayan abdest, özellikle namaz yolunda ilk tembih ve birinci hazırlıktır. Abdest her amel ve ibadet için değil, başta namaz olmak üzere bazı ibadetler için farz kılınmıştır. Namaz kılmak, tilavet secdesi yapmak veya Kur'an-ı Kerim'i elle tutmak için abdestli olmak farzdır; Kabe'yi tavaf etmek için alınan abdest vacip; ezan okumak, kâmet getirmek ve din ilimlerini okuyup okutmak gibi maksatlarla abdest almak ise menduptur; yani, din kat'î olarak emretmese de yapıldığında sevap kazanılan bir ameldir. Ayrıca, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) her zaman abdestli olmaya özen gösterdiği ve abdest almadan hiçbir iş yapmadığı malumdur; bu itibarla da, müslümanın sürekli abdestli bulunması sünnettir.

Hadesten Tahâret

Abdest tabiri, su manasına gelen "âb" ile el demek olan "dest" kelimelerinden teşekkül etmiş Farsça bir isimdir. Bu kelimenin Arapça'daki karşılığı ise "vudû"dur. Güzellik ve temizlik manalarını ihtiva eden vudû kelimesi, ibâdete niyetlenen insanın, kalbini mâsivâ düşüncesinden kurtarıp manevî duygularla donatmasını ve el-ayak gibi azalarını yıkayıp iyice temizlemesini, böylece hem ruh hem de beden itibarıyla arınıp güzelleşerek dergâh-ı ilahîye çıkmaya hazır hale gelmesini ifade etmektedir.

Bildiğiniz gibi, namazın şartlarından biri de "hadesten tahâret"tir. Hadesten tahâret, hükmî kirlilik sayılan abdestsizlik halindeki bir kimsenin abdest alması ve guslü gerektiren bir durumdaki insanın da gusül etmesi (boy abdesti alması) demektir. Abdest ve gusül, maddî kirleri giderme ve beden sağlığını koruma gibi pek çok zâhirî faydayı içinde bulundursa da esas itibarıyla "taabbüdî"dir; yani, sırf Allah emrettiği için yerine getirilen ve bilemeyeceğimiz başka hikmetlere de mebnî olan dinî muhtevalı ve ibadet niyetine bağlı bir temizliktir.

Allah Teâlâ, "Ey iman edenler! Namaza kalkmak istediğinizde, yüzlerinizi ve ellerinizden dirseklerinize kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı meshedip, topuklarınızla birlikte ayaklarınızı da yıkayın.." (Mâide, 5/6) mealindeki ayetle abdesti teşrî kılmıştır. Kulluğun en önemli şiarı olan namazdan önce abdest almanın farz olduğunu bildiren bu ayetin devamında Cenâb-ı Hak, şayet insan cünüb ise ilk fırsatta gusletmesini, yani tastamam yıkanıp boy abdesti almasını, su bulamadığı takdirdeyse toprakla teyemmüm yapmasını emretmiş ve ancak ondan sonra namaza durabileceğini belirtmiştir.

Amelleri Mülahazalar Derinleştirir

Evet abdest, namaz yolunda ilk ikaz ve birinci hazırlıktır. Ne var ki, onun istenilen semereyi verebilmesi insanın mülahazalarındaki derinliğe bağlıdır. Aslında insan, duygu ve düşüncelerindeki samimiyet ölçüsünde, yaptığı bütün işleri derinleştirebilir ve başından geçen her hadiseye bambaşka bir mahiyet kazandırabilir. Mesela, maruz kaldığınız bir belaya öyle ya da böyle katlanırsınız. Fakat, o belayı mecburen tahammül etmeniz gereken, sıradan bir musibet olarak görürseniz, o esnada çektiğiniz acıları ve yaşadığınız sıkıntıları o yanlış telakkinizin darlığına hapsetmiş olursunuz. Şayet, o musibetin dış yüzüne takılır kalır ve arka planına dair bazı meseleleri hiç düşünmezseniz, hem o hadiseyi içinde bulunduğunuz zamana sıkıştırmış ve böylece hayatınızı daraltmış, hem de bin bir ızdırabı boşu boşuna çekmiş sayılırsınız.

Oysa, daha musibetle karşı karşıya geldiğiniz ilk andan itibaren onu bir arınma vesilesi ve sevap kazanma fırsatı olarak değerlendirmeniz de mümkündür. Şayet, belanın ötesinde onu vereni görebilir ve kainâtta meydana gelen hiçbir hadisenin başıboş ve manasız olmadığını düşünürseniz, içinizde rıza yörüngeli bir sabır duygusu hasıl olur. Hemen Cenâb-ı Hakk'a teveccüh eder ve dergâh-ı uluhiyetle irtibata geçersiniz. O'nun her şeyi duyup bildiği ve her işinde binlerce hikmet bulunduğu mülahazasıyla "Hoştur bana Senden gelen/Ya hıl'atü yahut kefen/Ya taze gül, yahut diken/Lûtfun da hoş, kahrın da hoş" dersiniz. Karşı karşıya kaldığınız o bela beyninize bir balyoz gibi inse ve belinizi bükse de, "Demek ki günah ve hatalarımdan arınmam ve ciddi bir metafizik gerilime ulaşmam için bu sıkıntıları çekmem lazımmış; zaten benim kusurlarıma da ancak böyle bir dert keffaret olurdu; Rabbim, Senden gelen bu musibete de razıyım; yeter ki beni affet!" der ve mecbur olduğunuz için değil Cenâb-ı Allah'tan geldiğine inandığınız için gönül hoşnutluğuyla sabredersiniz. Bu sayede, öyle bir musibeti bile çok iyi değerlendirmiş ve engin mülahazalarınızla onu da derinleştirmiş olursunuz. Hatta, bu hislerinizi açığa vurmasanız ve hiç dile getirmeseniz de, gayet yumuşak bir tavır ortaya koymanız ve sabrınızı halinizle ifade etmeniz bile içinizde bir huzur esintisinin hasıl olmasına zemin hazırlar ve o çirkin yüzlü hadise bir musibet olmaktan daha ziyade bir mağfiret vesilesine dönüşür.

Kostümlerin En Güzeli

İşte, namazı daha derince duyabilmek için de henüz abdeste teşebbüs ederken aynı gönülden mülahazalarla dolu olmak gerekir. "Allah'ım, Senin huzuruna dünyevîliklerden arınmış bir insan olarak çıkmam için bana abdest kurnasını işaret ettin; bu işaret ve emrine binâen abdest alıyorum. Şayet, ‘Namaza durmadan önce yedi defa deryaya dalman lazım' demiş olsaydın, ben onu da yapardım." deyip abdesti Cenâb-ı Hakk'ın emri olan bir vazife bilmek ve onu Allah Teâlâ'nın tayin ve tespit ettiği bir nevî ibadet kostümü şeklinde değerlendirmek icap eder. Çünkü, abdestin ne ifade ettiğini, nasıl bir temizliğe vesile olduğunu ve bizi misal âlemi itibariyle hangi hüviyete büründürüp nasıl güzelleştirdiğini sadece O bilir ve O görür. Bir de, O'nun izniyle mele-i âlânın sakinleri ve hafeze melekleri görürler. Dolayısıyla, Hazreti Rahman, "matlûp keyfiyet şudur" deyip bize emir buyurduğu temizlenme tarzı ne ise ve bizi nasıl görmek istiyorsa, onu o şekilde kabul edip uygulamak mü'min olmanın gereğidir. Abdestin va'd ettiklerine ulaşabilmenin ilk şartı da, ona her şeyden önce sırf Allah emrettiği için değer vermek ve maddî-manevî temizleyiciliğine inanıp onu dinin belirlediği esaslar çerçevesinde ele almaktır.

Abdestin manevî kir ve lekeleri de yuyup yıkayan bir temizleyici olduğunu vurgulayan Rasûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurmuştur: "Bir mü'min abdest alırken yüzünü yıkayınca, gözüyle işlediği bütün günahlar yanaklarından damlayan o su ile –veya suyun son damlasıyla– dökülür gider; ellerini yıkayınca elleriyle yaptığı hataların vebali abdest suyuyla beraber düşer kaybolur; ayaklarını yıkayınca da harama yürümek suretiyle ayaklarının sebep olduğu bütün günahlar parmaklarının ucundan süzülen en son damlayla akıp tükenir. Böylece, eksiksiz abdest alan bir kul, günahlarından bütün bütün arınmış ve temizlenmiş olur." (Müslim, Taharet 32) Demek ki, sağdan-soldan üzerine bulaşan maddî kirleri temizleyen insan, abdest sayesinde, manevî lekelerden de arınmış, huzur-u Kibriyâ'ya en uygun ibadet kisvesine bürünmüş ve Hazreti Sultan'nın yüce dergahına çıkmaya tam hazırlanmış olur.

Evet, abdest adeta huzura çıkmak için giyilmesi gereken en uygun kostümdür. Âdâbına riayet edilerek tastamam alınan bir abdest o kostümü eksiksiz, arızasız ve en şık bir şekilde giyinmek, namaz isimli kabul salonuna girmek için hazır hale gelmek demektir. Kim bilir, abdestin kare kare misal âlemine aksedişine şahit olsak, mülahazaların enginliğine ya da sığlığına göre ötelere ne kadar farklı kılık kıyafetlerin yansıdığını görürüz; belki de, bir yandan, onu ibadet neşvesi içinde ele alan insanın abdestinin ne güzel bir kaftana dönüştüğünü, diğer taraftan da, abdesti, ibadet maksadıyla yapılsa da sıradan bir el-ayak yıkama gibi gören kimsenin elbisesinin yırtık pırtık bir vaziyette olduğunu müşahede ederiz.

Kalb Huzuruyla İbadet Etmek İçin

Diğer taraftan, namaza duracak insanın önce abdest kostümünü giyinmesi gerektiği gibi, kalbini ibadetin ruhundan uzaklaştırabilecek bütün meşgalelerden de âzâde olması icab eder. Onun içindir ki, insanın sıkıştığı bir durumda namaza durması çirkin görülmüştür. İnsan, evvela, atması gerekli olan şeyleri atmalı, ibadet turnikesine sadece ibadet duygusuyla girmeli ve kendisini meşgul edebilecek bütün menfi tesirlerden kurtularak namaza öyle durmalıdır. Zaten, fıkıh kitaplarında bu mesele ele alınırken hüküm kalbin meşgul olup olmamasına bağlanmış ve şayet insan tuvalete gitme ihtiyacı içinde ise onun namaza durması mekruh sayılmıştır. Çünkü, kalb ve zihin bir işle meşgulken diğer bir işe konsantre olamaz. Zihni bir ihtiyaca yoğunlaşan insanın ikinci bir meseleye teksîf-i himmet etmesi çok zor, hatta imkansızdır. Dolayısıyla, böyle bir ihtiyaçla meşgul olan kimsenin namazı şuurluca kılması, onun hakkını vermesi ve ibadetini derince duyması mümkün değildir. Dahası, öyle bir vaziyette namaza durmada, namaza hakaret de söz konusudur; zira o, hemen geçiştiriliverecek kadar basit bir iş değildir. Namaz, hemen aradan çıkarılıversin diye değil, hem o anı nurlandırsın hem de bütün hayatı aydınlatsın diye vardır. Bütün bu hususlardan dolayıdır ki, Vehbe Züheylî gibi bazı fıkıhçılar, abdeste niyetin daha ıtrahâta gidilirken yapılmasını uygun bulmuşlardır. Çünkü, böyle bir niyet sayesinde, huzur-u kalble namaz kılmak için yapılan bütün ön hazırlıklar ibadet kategorisinde değerlendirilir; abdest öncesi hazırlıklardan başlayıp namaza durma anına kadar geçen her merhale insana sevap kazandırır.

İbadet havasına bürünme ve namaza konsantre olma açısından da abdest çok önemlidir. Ne havanın soğukluğu ne de sıcaklığı, bir mü'minin tastamam abdest almasına mani değildir. Şartlar nasıl olursa olsun, o bir yolunu bulur ve miraca yükselecek bir yolcu edasıyla maddî-manevî temizliğe koyulur. Daha ellerini suyun altına götürürken, çoktan Rabbin mehafet ve mehabeti altında bir ibadeti eda ediyor olma havasına girer ve dünyaya ait fuzûlî sözleri terk eder. Sonra da, her uzvunu yıkayışıyla biraz daha mesafe alır, farklı bir aydınlık idrak eder ve daha ayrı bir canlılığa erer.. abdest esnasında okunan duâları bilir ve zikrederse ya da onların ihtiva ettiği manaları zihninden geçirip bir de o yüce duygularla Cenâb-ı Hakk'a yönelirse, işte o zaman bütün bütün ruhânîleşir ve bambaşka bir metafizik gerilim içine girer.

Abdest Dualarının Öteleri İkazı

Abdest dualarını okumak, abdestin âdâbına (edeplerine) dahildir. Fıkıh ıstılahında edep; işlenmesine sevap terettüp eden ve dînen matlup kabul edilen ama terkine zemm taalluk etmeyen bir amel demektir. Yani, yapılması sevap olan, fakat, yapılmaması da günah sayılmayan amele "edep" denir. Aslında, abdest duaları, bizzat Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'den rivayet edilen dualar değildir ama öz itibarıyla O'nun mübarek sözlerine varıp dayanmaktadır. Bunlar, selef-i salihînin bazen ilavelerde bulunarak bazen de biraz kısaltarak, zaman zaman daha farklı ifadelerle seslendirdikleri dualardır. Fakat, şu muhakkaktır ki, Hak dostlarının dilinden dökülen ve onların engin mülahazalarının seslendirilmesinden ibaret olan bu içli niyazlar, okuyan kimseleri çok farklı iklimlere çeker götürür, gönüllerini en samimi hislerle doldurur ve içlerini ibadet aşk u şevkiyle donatır.

Samimi bir kul, abdeste başlarken, dergâh-ı İlâhî'den kovulmuş ve sonsuz rahmetten nasipsiz kalmış şeytandan Allah'a sığınır; her zaman olduğu gibi abdeste de, engin rahmet sahibi ve yegâne merhametli Rahmân ü Rahîm'in adıyla başlar. Sonra, suya temas ederken, İslam nimetinin büyüklüğünü düşünür, onu bir ışık kaynağı ve manevî lekelerden kurtulma vesilesi kılan ve suyu da maddî kirlerden arınmak için tertemiz bir nezafet vasıtası yapan Allah'a şükreder. Mazmaza (ağıza su verme) anında, "Allah'ım, Kur'ân-ı Kerim'i okuma, Seni her zaman gönülden anma, Sana layıkıyla hamd ü senâda bulunma ve en güzel şekilde kulluk yapma hususlarında yardımını istirham ederim. Allahım, bana Rasûl-ü Ekrem'in havzından kana kana içmek nasip eyle; öyle içeyim ki bir daha da ebediyyen susamayayım." der, avuç avuç Kevser yudumlayacağı bir güne erişme ümidiyle dolar. İstinşak (buruna su verme) sırasında, daha dünyadayken ötelerin râyihâsını duymayı diler, ahirette de Cennet'in kokusunu koklamak ve onun nimetlerinden rızıklanmak için dua eder. Yüzünü yıkarken, "Allah'ım, dostlarının yüzlerini ağartıp nurlandırdığın, hasımlarının çehrelerinin ise kapkara olduğu gün yüzümü ağart, beni de nurlandır." diyerek bir kere daha nazarlarını Cuma yamaçlarına diker.

Ondan sonra yıkadığı ya da meshettği her uzuvla beraber ayrı bir isteğini daha dile getirir: Hesap gününde muhasebesinin kolaylaştırılmasını, amel defterinin sağ taraftan verilmesini, saçının ve cildinin ateşten korunmasını, Cenâb-ı Hakk'ın arşının gölgesinden başka sığınılacak bir yer bulunmayan mahşer gününde Arş-ı A'lâ'nın himayesine alınmayı, hayat boyunca sadece faydalı sözleri dinleyip en güzeline uyanlardan olmayı, Cehennem ateşinden âzâde kılınmayı, ayakların kaydığı o gün Sırat köprüsünde ayaklarının kaymamasını ve Cennet'e yürürken yolda kalmamayı talep eder. Abdesti tamamlarken, "Allahım, sa'y ü gayretimi bol bol ihsanlarla mükafatlandır; günahlarımı mağfur eyle, beni bağışla; amellerimi makbul kıl, bana kârlı bir ticaret lütuf buyur ve hiç zarar ettirme." der; sürekli tevbe eden ve temizliği tabiatının bir yanı haline getirip günahlarından arınan kullardan olmayı diler.. ve böylece, abdestin her safhasında bu mülahazalara bağlı kalan bir insan adım adım tam bir konsantrasyona yürür.

Metafizik Gerilimde Zirveye Doğru

Abdest suyuyla beraber günahlarının da döküldüğüne inanan mü'min, abdestle kazandığı metafizik gerilimi ezân-ı Muhammedî'yi dinlerken de devam ettirir, hatta daha da artırır.. ezanı müteakiben bir de sünnet namaz kılarak derinlik içre derinliğe ulaşır. Madem, sünnet ve nafile namazlar "cebren linnoksan"dır; yani, farz namazlardaki noksanları tamamlar, eksiği gediği giderir.. ve madem Cenâb-ı Hak nafileleri edâya ekstradan bir yakınlık va'dinde bulunmuş; "Kulum Bana, kendisine farz kıldığım ibadetlerden daha sevgili olan bir amelle yaklaşamaz. Farzları eda eden kulum nâfilelerle Bana yaklaşmaya devam eder. Öyle ki, nihayet Ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli... olurum." demiş.. işte o, bunları düşünerek ve sürpriz bir yakınlık talebini haliyle seslendirerek sünnet namazı tamamlar. Böylece, konsantrasyon adına çok önemli bir adım daha atmış, namazla bütünleşme yolunda son mesafeyi de katetmiş ve farzı kılmaya hazır hâle gelmiş olur.

Böyle dikkatli ve hassas bir kul için, namazı bekletme hiç söz konusu değildir, her zaman namazı bekleme esastır. O, namazdan, hatta ezandan evvel abdestini alıp "Tam tekmil hazırım Allahım! Sen bana teveccüh buyurduğun an, nazarlarımın Sana müteveccih olduğunu göreceksin." duygusuyla gerilmiş olarak "Haydi, şimdi huzuruma çıkabilirsin" komutunu bekler; bekler ve bir dizi hazırlıktan sonra iyice heyecana gelmiş vicdanıyla adeta "Seccadem neredesin!" der. Zaten, abdest öncesinden başlayıp ezan ve sünnet namaza kadar sürüp giden hazırlıklar silsilesinde insan böyle bir metafizik gerilimi yakalayamamışsa, o işte bir eksiklik var demektir. Fakat öyle olsa da, farzdan önce kâmet getiren müezzin, insanı ibadet düşüncesinden alıkoyup mâsivâullaha çeken her şeye son darbeyi indirir ve böylece konsantrasyonunu tamamlayan kul, en derin mülâhazalarla "Allahü Ekber" deyip namaza durur.

Konsantrasyonu Yakalamada İradenin Rolü

Meselenin bir diğer yanı şudur: Asr-ı saadette, yüce dinimiz İslam'ın emirleri birer semavî mâide (sofra) gibi ter ü tâze iniyordu. Sahabe efendilerimiz her gün farklı farklı ibadetlerle tanışıyorlardı. Mesela, bir gün namazı öğreniyor, ertesi gün ezanı duyuyorlardı. Ezan kulaklarında tın tın edip içlerine bambaşka bir ürperti ve heyecan salınca, namazı da işte o huzurla kılıyorlardı. O dönemin müslümanları, duyup öğrendikleri her meseleyi böyle orjinal, çok süslü ve pek câzip buluyor; bu göz alıcı güzelliklerin cazibesine kapılıyor ve adeta büyüleniyorlardı. Onlar, her an gökler ötesinden haber alıyor, her gün yeni bir sürprizle karşılaşıyor ve bir nevi kesintisiz sürprizler kuşağında yaşıyorlardı. Sürekli yeni bir sûre ya da ayet duyuyor, dinliyor; onunla yunuyor, yıkanıyor ve böylece ulvî hislerle donanıyorlardı. İşte, o semavî ve ilahî donanımla da Allah'ın huzuruna çıkıyorlardı. Dolayısıyla, onlar, metafizik gerilim elde etmek, gereken konsantrasyonu yakalamak ve ibadete hazır hale gelmek için ziyade bir cehd ve gayrete ihtiyaç duymuyorlardı. Sürekli maiyyet solukladıkları için farkına varmasalar da gayr-i irâdî olarak sürekli öteler düşüncesiyle ve manevî duygularla dolu bulunuyorlardı; "Şimdi huzura varma zamanı!" dedikleri an bütün hislerini ve latifelerini ibadet üzerine yoğunlaştırabiliyorlardı. Bundan dolayıdır ki, daha abdeste yönelirken Hazreti Ali Efendimiz'de bet beniz kalmıyor, yüzü sapsarı kesiliyordu. Kendisine "Yâ İmam! Bu ne hal?" diye soranlara "Daha ne olsun ki, biraz sonra Rabbim'in huzuruna çıkacağım!" cevabını veriyordu.

Fakat bize gelince; semânın sağanak sağanak vahiy boşalttığı asr-ı saadetten uzak bulunduğumuzdan dolayı, o konsantrasyonu ve manevî donanımı gayr-i iradî olarak elde edemeyiz. Bu itibarla da biz, o asırla aramızda bulunan uzaklığı, cehdimizle, gayretimizle ve iradedeki zirekliğimizle (uyanık ve kararlı durmamızla) aşmak zorundayız. Dinin özündeki orijinalliği iradî olarak mülahazalarımızı canlandırmamız ve tetiklememiz sayesinde duymaya çalışmalıyız. Sahabe ve selef-i salihîn efendilerimizin yaptığı gibi en ulvî duygularla ve engin mülahazalarla namaz kılmak istiyorsak, bu konuda da irademizin hakkını vermek mecburiyetindeyiz. Evet, biz, her zaman temiz duygu ve düşüncelerle dolu olmaya bakmalıyız; namaza yürürken de, abdest öncesinden başlamak suretiyle hep bu nezih mülahazalar istikametinde yol almalıyız. Mesela, namaza durmadan önceki son sözlerimizi mutlaka sohbet-i Cânan etrafında örgülemeliyiz; yürekleri şahlandırmaya mâtuf, O'nunla alakalı bir mevzu hakkında konuşmalıyız. Allah dostlarının namazla alakalı dile getirdikleri hususları düşünmeli ve böylece, iradî olarak his ve fikirlerimizi namaza kilitlemeliyiz.

Bu zaviyeden, bizim masivâdan uzaklaşmamız ve güzelce hazırlanarak namaza yoğunlaşmamız oldukça zor görünüyor. Fakat, unutmamak lazımdır ki, bir işte ne kadar çok meşakkat bulunursa ve o şey ne kadar zor tahsil edilirse, onda o kadar çok sevap vardır. Bundan dolayı, "Bikadri'l-keddi tüktesebü'l-meâlî - Meşakkat ölçüsünde mükafat elde edilir." sözü darb-ı mesel olmuştur. Evet, ne kadar zorlu işlerle meşgul olursak, ne kadar aşılmaz, sarp tepelere tırmanırsak, mükafatımız da o kadar büyük olur. Dolayısıyla, güzel hislerle dolma ve ibadetleri tam duyma yolunda, iradî olarak zorluklarına katlanıp tastamam alacağımız bir abdestin mükafatı da o ölçüde büyük olacaktır.

Şadırvan Başındaki Rûhânîler

Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) ashab-ı kirama "Allah'ın, hatalarınızı silip temizlemeye ve sizi derece derece yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri söyleyeyim mi?" dedikten sonra şunları saymıştır: (Şartların alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, zahmetine rağmen eksiksiz abdest almak, mescidle (ev arasında gelip) gidip çok yol yürümek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemeye koyulmak.. Peygamber Efendimiz, bunları saydıktan sonra da şu ilavede bulunmuştur: "İşte (ribat) sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hakk'la irtibatlandırma budur." (Müslim, Taharet 41) Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hadis-i şerifte abdest almayı "isbağ" kelimesiyle ifade etmiştir ki, bu kelime, abdestin gereklerini eksiksiz ve tastamam yerine getirmek, ağıza ve buruna dolu dolu su vermek, elleri ve ayakları iyice yıkamak demektir. Hadiste kullanılan diğer bir ifade de "ale'l-mekârih" sözüdür; bu da, bütün zorluklarına rağmen, soğuk-sıcak demeden suyun başına koşup tastamam abdest almak manasını ihtiva etmektedir.

Şartlar ne olursa olsun abdest alma meselesi ve arz ettiğim bu nebevî söz bana hep Erzurum'un kışında, her yanı donmuş şadırvanın başında, buz tutmuş kurnalardan akan sopsoğuk suyla abdest alan insanları hatırlatır. O namaz yolcularının, insanın içine işleyen uhrevî halleri bugünkü gibi gözümün önüne gelir. Her tavır ve davranışlarından Cenâb-ı Hakk'a tam inanmışlık dökülen ve O'na ait gizli bir kısım fısıltılar duyulan bu samimi kulların iç çekişlerinin su çağıltılarına karışıp Allah'a yükselişi hatıralarımda hâlâ capcanlıdır: Bambaşka uhrevî bir edayla kollarını sıvayıp, paçalarını katlar ve muslukların başına geçerler. O esnada hava o kadar soğuktur ki, parmaklarına değen su dirseklerine gelene kadar neredeyse buz bağlar. Dışarının soğuğu suyun sertliğiyle birleşince, daha ellerini yıkarken bütün hücreleriyle tir tir titrerler. Hele bir de o titremeye iç titreme de inzimam edince ötelerle irtibatın sesi soluğu olduğuna şeksiz şüphesiz inanacağınız bir ses yükselir semaya: "Allâââhümmme, a'tınîîi kitâabîîi biyemîiinîiii ve hâasibnîii hisâaben yesîirâaa – Allah'ım, hayatımın hesabını soracağın gün muhasebemi kolaylaştır ve amel defterimi sağ tarafımdan ver!" diye inlerler. Biraz soğuk bağırtır onları; zira, "ale'l-mekârih" sözüyle ifade edilen zorluk işte bu türlü meşakkatlerdir; fakat, o soğuktan başka onları inleten bir sebep daha vardır ki o da olabildiğine mahrem bir kısım hislerle ebedî mihrablarına kilitlenmeleridir.

Evet, mü'minler her şeyle imtihan oldukları gibi böyle bir mekârihle de imtihan olduklarının farkındadırlar. Kulluk karnelerindeki bir kısım boşlukları o konsantrasyon cehdiyle ve tamamıyla O'na yönelme gayretiyle dolduracaklarına inançları tamdır. İşte, bu iman ve inançla abdeste de bambaşka bir kıymet verir ve onu yedi hatta yetmiş veren bir tohum gibi değerlendirirler. Amel defterlerine bir abdest yazdırırlar ama -bazen toprağın bağrına atılan tek tohumdan yediyüz başak çıkması gibi- kat kat fazlasıyla mükafat görecekleri ümidini taşırlar. Neden olmasın ki, "Zâlike fadlullahi yü'tîhi men yeşâ - Bu Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine ihsan eder." (Hadid, 57/21)

Cennet Kapılarının Anahtarı

Nitekim, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), "Âdâp ve erkânına uymak suretiyle abdest alıp kıbleye dönerek, "Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlühû" diyen bir kul için cennetin kapıları açılır; o, cennet kapılarının dilediğinden içeri girer." (Müslim, Taharet 33) buyurmuştur. Belki, böyle büyük bir mükafatı abdest alan herkesin elde etmesi pratik itibarıyla söz konusu değildir; çünkü, her mü'minin, namaz yolunda aynı derin mülahazalarla dolması ve abdesti kendi enginliğiyle duyması mümkün olmayabilir. Fakat, abdest sayesinde böyle bir mükafata nâil olmak potansiyel olarak hemen herkes için mevzubahistir ve kendilerine Cennet'in bütün kapıları açılacak olan bu tali'lilerin abdestin hakkını veren kimseler arasından seçileceği muhakkaktır.

Baştan bu yana arz etmeye çalıştığım hususlardan dolayıdır ki, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), her vakit namaz için ayrı ayrı abdest almıştır. Hatta, Mekke fethine kadar bir abdestle iki vakit namaz kılmamıştır. Sahabe Efendilerimiz de, kıyamet gününde ak alınlı, aydın bakışlı, eli-yüzü tertemiz ve vicdanı göktekilerin iç âlemleri kadar nezih olmanın yolunun namaz ve namaz öncesi amellerden geçtiğine inanmış ve hep bu inanç üzere yaşamışlardır. Mesela, Ebû Hüreyre (radiyallahu anh) abdest alırken ellerini neredeyse omuzuna kadar, ayaklarını da dizlerine kadar yıkamayı itiyad edinmiştir. Kendisine bunun sebebi sorulunca da, "Ben Rasûlullah'ın, ‘Ümmetim kıyamet günü çağrıldıkları vakit, âzâlarındaki abdest izinden dolayı nur gibi parlar halde gelirler. Öyleyse kimin imkanı varsa nurunu artırsın.' dediğini duydum" cevabını vermiştir. Diğer bir rivayete göre de, Peygamber Efendimiz'in "Mü'minin zineti, abdest suyunun ulaştığı yere kadar yükselir" buyurduğunu nakletmiştir.

Peygamber Kardeşlerinin Alnındaki Nur

Secde ve abdest uzuvlarındaki emarelerle öndekilerden de önde olma ve ötede Peygamber Efendimiz tarafından tanınma meselesi bir başka hadis-i şerifte şöyle bir müjdeyle anlatılmaktadır: Bir gün, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), cennet koridoru diyebileceğimiz Baki' kabristanına gidip orada medfun bulunan kutlu insanları ziyaret etmiş; "Selâm size ey mü'minler diyarının sakinleri! İnşaallah bir gün biz de size katılacağız." buyurmuştu. Daha sonra da "Kardeşlerimi görmeyi çok arzu ederdim." demişti. Bunun üzerine ashab-ı kiram, "Ya Rasûlallah, biz, Senin kardeşlerin değil miyiz?" diye sorunca, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, "Siz benim ashabımsınız; kardeşlerim ise henüz gelmediler; onlar sonra gelecekler." cevabını vermişti. Bunun üzerine sahabe efendilerimiz "Ümmetinden henüz gelmeyenleri ötede nasıl tanıyacaksın ya Rasûlallah?" dediklerinde, o Şefkat Peygamberi şunları söylemişti: "Düşünsenize; bir adamın alnı ak ve ayağı sekili atları olsa ve onlar yağız ve doru atların arasında bulunsa, o adam kendi atlarını tanıyamaz mı? İşte benim kardeşlerim abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben havzın başına onlardan önce varacak ve tanıdıklarımı tutup yanıma alacağım." (Müslim, Taharet 39; İbni Mâce, Zühd 36) buyurmuştu.

İşte, abdest hem bu dünya hem de öteler hesabına çok büyük mükafatlar va'd etmektedir. Fakat, onun va'd ettiklerine ulaşmak için aşılması gerekli olan bir sarp yokuş vardır. O yokuşun geçilmesi ise insanın iradesine bağlanmıştır. Demek ki, bu mevzuda kullara düşen vazife, ibadet konsantrasyonunu yakalama adına irâdî bir cehd ve gayret göstermektir. Başlangıç itibarıyla zor ve ağır gelmesine, beraberinde bir kerâhet bulunmasına ve bazen şartların çok elverişsiz bir hal almasına rağmen dişinizi sıkıp sabretmeniz sayesinde zamanla abdestten öyle bir lezzet alırsınız ki artık onu gözünüzün nuru sayar ve hiçbir şeye değişmezsiniz. "Bismillah" deyip yola çıktıktan ve sabırla o sarp yokuşu aştıktan sonra onun öyle bir tadı, öyle bir lezzeti ve öyle bir şivesi ile karşı karşıya gelirsiniz ki, abdest ve namaz arası dokuduğunuz mekiğin hiç bitmemesini dilersiniz. Şahsen, hata ve kusurlarımdan dolayı olsa gerek, abdesti ve namazı derinlemesine duyduğumu söyleyemem. Fakat, bazen bunlar sayesinde içime esip gelen ve meltem gibi bütün benliğimi saran öyle bir ruh haleti oluyor ki tariften acizim. Benim öyle bir halet-i rûhiyeye liyakatim olduğunu hiç zannetmiyorum; herhalde Rabbim "duyup ifade edeyim, dolayısıyla başkalarını da şevklendireyim" diye nasip ediyor. Size kasemle teminat veririm; bazen başımı secdeye koyduğum zaman içimden diyorum ki, "Keşke bu secde hiç bitmese, alnımı yerden hiç kaldırmasam!" Rabbimin huzurunda yüzümü yere sürdüğüm o dakikalarda o hal üzere altmış sene durabileceğimi düşünüyor ve bütün rûh u cânımla o ânın hiç bitmemesini istiyorum.

Evet, abdest, kulun diğer ibadetlere mânen ve rûhen hazırlanmasına ve bu ibadetlerden azamî verim elde etmesine yardımcı olan kıymetli bir vesiledir. Abdest almak isteyen kimse daha hazırlığa başlarken ona niyet ederse, hem abdestten hem de ona hazırlık için yaptığı bütün fiillerden dolayı sevap kazanır; çünkü, bunların herbiri ibadete vesile olması cihetiyle bir çeşit ibadet olur. Diğer taraftan, abdestin, vücuttaki kinetik enerjiyi dengeleme ve insana streslerini yenme imkanı sağlama gibi bizim için mahfuz ve müsellem olan daha pek çok talî faydası da vardır ama mevzunun çerçevesini aştığı için onları başka bir fasla bırakmak herhalde daha uygun olsa gerektir.

***

Kötülüklerden sakındırma ve bâtılı tasvir

Bâtılı tasvirin safi zihinleri idlâl edeceği ifade ediliyor. Fakat bâtıldan insanları uzak tutma adına onun kötülüğünün de anlatılması gerekiyor. Bu iki husus arasındaki denge nasıl kurulmalıdır?

Cevap: Öncelikle bir şeye "kötü" diyerek onun kötülüğünü anlatmakla, onun detaylarıyla tasvirini yapmanın birbirinden farklı olduğunun bilinmesi gerekir. Fert ve topluma zarar veren tavır ve davranışlardan insanları uzaklaştırmak, soğutmak ve bu tür kötülüklere karşı onlarda bir tiksinti hissi uyandırmak için elbette onların kötü olduğunun söylenilmesi, onlar hakkında uyarıda bulunulması gerekir. Fakat bu yapılırken, o kötü fiil ve davranışlar renk renk, çizgi çizgi resmedilip zihinlerde somut fotoğraf oluşturacak şekilde ortaya konulmamalıdır. Zira meselenin tam bir fotoğrafı çekilerek ortaya konulması, bazılarında söz konusu fiillere karşı arzu ve temayül oluşturabilir.

Bu itibarla, yapılan işin maksadının aksiyle neticelenmemesi için bâtıl olarak isimlendirilen kötülük ve günahlar tafsile girilmeden icmalen zikredilmeli, akabinde onların zararları anlatılmalı, gerek dünyada gerekse ahirette insanın başına getireceği olumsuz âkıbet ifade edilmelidir. Mesela sürekli günah işleyip kötülük peşinde koşan birine, mânevî füyûzat hislerini yitireceği, ibadet ü taatinden zevk alamayacağı, basiretinin köreleceği, ihsaslarını harekete geçiremeyeceği, ihtisas dünyasından habersiz yaşayacağı, şeklî Müslümanlıktan kurtulamayacağı, Allah'ı sadece nazarî olarak bileceği, O'nun huzurunda bulunuyor olma şuuruna ulaşamayacağı gibi hususlar hatırlatılabilir. Yani bir günahı tasvirden daha ziyade o günahın sebebiyet vereceği kötü âkıbete dikkat çekilebilir.

Negatif çağrışımların yıkıcı tesiri

Bilindiği üzere şeytan insanı günaha sürükleme adına ondaki bazı negatif duyguları çok iyi değerlendirir. Dolayısıyla bu duyguların uyanmaması ve uyarılmaması çok önemlidir. Bâtılı tasvir adına ifade edilen şeyler ise, bu duyguların uyanması adına birer saik ve çağrışım gibidir. Bunlar insandaki bu potansiyel duyguları harekete geçirir. Şeytan da bu durumu fırsat bilir, negatif çağrışımları kullanarak insanları tesiri altına almaya çalışır ve onları fenalıklara sevk eder.

Bâtılı tasvir dediğimizde daha çok beşerî garizeleri harekete geçirecek mevzular akla gelir. Fakat meseleyi sadece şehevanî hislere bağlamak da doğru değildir. Anlatıldığında insanlarda onu yapmaya karşı bir arzu ve istek oluşturabilecek her türlü kötülük için aynı husus geçerlidir. Mesela siz ikiyüzlülüğün nasıl bir kötülük olduğunu anlatmak istiyorsunuz. Şayet siz meseleyi detaylandırırken onu artistik bir maharet olarak algılanacak şekilde insanlara takdim ederseniz, bazı zihinlerde o kötü sıfata karşı bir beğeni duygusunun oluşumuna sebebiyet verirsiniz. O hâlde mesâvi çerçevesi içinde yer alan bütün tavır ve davranışlarda terhip edalı bir üslûp takip edilmeli ve bunları irtikâp eden insanların hesap gününde nasıl bir cezayla karşı karşıya kalacakları anlatılmalıdır.

Hatta şirki tasvir ederken bile çok hassas davranılmalıdır. Mesela Cenâb-ı Hakk'a şerik koşulan ve -hâşâ ve kellâ- sanki birer mabud ve maksutmuş gibi kendilerine teveccüh edilen bir kısım cisim ve objelerin isimlerini tekrar edip durmaya, hatta herhangi bir zaruret yoksa tasrih etmeye gerek yoktur. Bu tür şeyler icmal edilmeli ve daha çok Allah'a şirk koşan bir insanın ebedî saadet yurdunu kaybedeceği, ebedî bir Cehennem hayatıyla karşı karşıya kalacağı üzerinde durulmalıdır.

Aynı şekilde anne-babaya karşı gelme, yalan yere şahitlikte bulunma, hırsızlık yapma, iftira etme, gıybet yapma gibi meseleler arz edilirken, bu günahlara karşı muhataplarda imrenme duygusu hâsıl edecek tafsilattan kaçınılmalı, icmalî bir üslûp takip edilmeli ve asıl olarak bütün bu günahların akıbetlerine dikkatler çekilerek insanlarda bunları işlemeye karşı bir mukavemet hissi oluşturulmalıdır.

Aslında bu metot, peygamber üslûbudur. Mesela Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dil afetlerinden ve zinadan uzak durmanın insan için nasıl bir kazanç vesilesi olduğunu anlatma adına şöyle buyurmuştur: "İki çene arasını ve apış arasını koruma hususunda bana teminat verin, Cennet'e gireceğinize teminat vereyim." (Buhârî, rikâk 23) Görüldüğü üzere burada mesele muğlâk ve müphem bir şekilde icmalen muhataplara sunulmuş, bu iki hususta sağlam durulduğu takdirde elde edilecek mükâfat nazara verilmiştir.

Ayrıca bilinmesi gerekir ki, bâtılı tasvire maruz kalan insanın zihin kirliliği günlerce belki haftalarca devam edebilir. Hatta olumsuz bir kısım şeyler ibadet ü taat esnasında bile onun zihnini meşgul edebilir. Bu açıdan insan bu tür menfiliklere karşı mesafeli durma hususunda daha başta güçlü ve kararlı olmalıdır. Bütün bunlardan uzak durup kaçınmanın yanında, aynı zamanda o, sürekli zihnini iyi ve güzel şeylerle doldurmaya çalışmalıdır. Öyle ki insan, korteksindeki hangi dosyaya el atarsa atsın karşısına hep güzel sözler, güzel düşünceler ve güzel tablolar çıkmalıdır. Ezkaza bir şekilde gözü, kulağı, zihni kirlendiğinde veya kalbine olumsuz bir şey girdiğinde ise ona uzun ömür tanımadan, hiç vakit kaybetmeksizin hemen en yakın seccadeye koşmalı ve o arınma kurnasının altında kirlerinden temizlenmeye çalışmalıdır.

Temiz bir zihin ve güzel âkıbet

Hususiyle günümüzde çarşıda, pazarda hatta bizim için en korunaklı mekânlar olan evlerimizde dahi zihinlerin çok ciddî bir kirliliğe maruz kaldığı bir gerçektir. Bu gibi negatif tasvir ve görüntüler ise zamanla insanın kuvve-i hafızasını ve korteksini kirletir. Oraya yığılan bu kirli bilgiler daha sonra insanı ciddî mânâda meşgul eder ve ondaki bir kısım kötü duyguları tetikler. İnsan zihnindeki bu türlü resimler, onun his ve düşünce dünyasını baskı altına alarak kendi arzu ve isteklerini dayatır. Hatta fırsatını bulduğunda insanın iradesini felç eder ve onu, ahiret hayatını mahvedecek haram ve günahlara sürükler.

Evet, bütün bu olumsuz tasvir ve görüntüler zamanla insanda bir şuuraltı müktesebatı oluşturur ve onun rüyalarını bile kirletmeye başlar. Oysaki insan, rüyalarında bile nezih olma azmi içinde bulunmalıdır. Aslında biz, Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarını rehber edindiğimizde, akşam yatarken okuduğumuz dualarla, "Ey emanette emin olan Allah'ım! Ben duygu, düşünce ve hayallerimi Sana emanet ediyorum. Onların kirlenmesine fırsat verme ki, ben uykudan uyandığım zaman bir kısım kirli duygularla uyanmış olmayayım!" mülâhazalarıyla Allah'a sığınıyor ve böylece gece ufkumuzu da Cenâb-ı Hakk'ın sıyanetine emanet ediyoruz. Bir insanın bu kadar hassas hareket etmesi, hiç şüphesiz onun ahiret hayatı hesabına çok önemlidir. Bilinmesi gerekir ki, onun bu mevzudaki her türlü niyeti, duası ve cehdi sevap defterine yazılır. Hatta yerine göre insanın hayallerinin kirlenmemesi, şuuraltı müktesebatının duygularını baskı altına almaması, ihsas ve ihtisaslarının temiz kalması adına göstereceği böyle bir ceht, onun yüz rekât namaz kılmasından daha önemli olabilir. Ne var ki, insanın rüyalarında bile temiz âlemlerde gezmesi, bağ ve bahçelerde yaseminlikte yürüyor gibi reftare dolaşması ciddî bir azim ve kararlılıkla iradenin hakkının verilmesine bağlıdır.

Esasında bir insan kendisini hataya sevk edecek sebeplerden ve hata düşüncesinden ne kadar uzak durursa, günaha girmeme adına o kadar selâmette demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

اَللّهُمَّ بَـاعِـدْ بَيْنِي وَبَيْنَ خَطَايَايَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْـرِقِ وَالْمَغْرِبِ
"Allah'ım, doğu ile batının arasını birbirinden uzak tuttuğun gibi, benimle hatalarımın arasını da uzak tut." (Buhârî, daavât 44)

diye dua etmek suretiyle, hatadan uzak durmanın ehemmiyetine işaret etmiştir. Çünkü kendisini kenardan köşeden de olsa, işin içine salan bir insan, belli bir zaman sonra akıntıya kapılacak ve bir daha da kenara çıkmaya imkân bulamayacaktır. Evet, eğer insan bir kere isyan deryasına açılırsa, daha sonra bir daha kenara çıkamayabilir. Bu sebeple o, sürekli zihnini, fikrini, hissiyatını temiz tutma gayreti içinde olmalı, nefsanî ve şeytanî tuzaklara karşı da sürekli tetikte ve teyakkuzda bulunmalıdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Kötülüklerden sakındırmada denge

Fethullah Gülen: Kötülüklerden sakındırmada denge

Soru: Topluma zarar vermeyen çirkinliklere göz yumma, adanmışların önemli bir vasfı olarak zikrediliyor. İslâm’da nehy-i ani’l-münkerin (kötülüklerden sakındırma) önemli bir esas olduğu zaviyesinden meseleye bakılacak olursa, günahlara göz yumma ve yapılan kötülükleri affetmenin sınırları nelerdir?

Cevap: Öncelikle ferdî kusur ve günahlarla, toplum hukukuna tecavüz sayılan suç ve kötülüklerin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü bunların her birine karşı alınması gereken tavır farklıdır. Şahsın kendisiyle sınırlı kalan günahların görmezden gelinmesi ve bu tür günah işleyen kişilere karşı mümkün olduğunca afv u safh ile muamele edilmesi esas iken, başka bir şahsa veya kamu hukukuna zarar veren kötülüklerin ise imkânı varsa elle, elle mümkün değilse dille ortadan kaldırılması, hiç olmazsa o kötülüklere karşı kalbî bir tavır ortaya konulması gerekir.

Ferdî haklarda afv u safh yolu

Şahsın sadece kendisini ilgilendiren günahların neler olduğunu saymaya gerek yoktur. Zira bâtılın anlatılması, safi zihinleri bulandırır; dolayısıyla faydadan daha çok zarara yol açar. Umumî mânâda İslâm’ın yasaklamış olduğu bütün söz ve fiilleri bu kategoride düşünebilirsiniz. Bir insan bunlardan birini, ikisini veya daha fazlasını irtikâp etmiş olabilir. Eğer böyle birisi, başkalarına kötü örnek olmuyor, dinin emirlerini hafife almıyor, dinî değerlerle alay etmiyor ve umumun hukukunu çiğnemiyorsa, böyle bir kişiye karşı afv u safh ile muamele edilebilir.

Zira Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede insanlara müsamaha göstermenin ve onlardan kötülük görülse de onlara karşı iyilikle muamelede bulunmanın önemi üzerinde durulmuştur. Mesela bir âyet-i kerimede,

وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“Kızdıklarında öfkelerini yutkunurlar, insanların kusurlarını affederler. Allah, böyle iyi davranan ihsan ehlini sever.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/134)

buyrulmak suretiyle, öfkeyi yutma, affetme ve iyilik yapma takva sahiplerinin (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/3) önemli vasıfları arasında sayılmıştır. Bu sebeple mü’minlerin, başkalarının ferdî hata ve günahları karşısında ilk olarak bu Kur’ânî düsturlara uygun şekilde hareket etmeleri ve mümkün olduğunca bunlara göz yummaları bir esastır.

Bununla birlikte hususiyle cahil kişilerin ortaya koyduğu bazı muamele ve davranışlar karşısında alınması gereken tavır ise, yüz çevirme ve onlardan uzak durmadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim,

خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ
“Sen her zaman af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerle uğraşmaktan uzak dur!” (A’râf sûresi, 7/199)

وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا
“(Rahmân’ın has kulları), cahiller kendilerine sataşınca ‘selâm’ der geçerler.”(Furkan sûresi, 25/63)

وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“(O mü’minler), her türlü boş, faydasız ve mânâsız söz ve davranışlardan yüz çevirir ve uzak dururlar.” (Mü’minûn sûresi, 23/3)

gibi âyet-i kerimeleriyle mü’minlere bu şekilde davranmayı emretmektedir.

Kötülükten sakındırırken günahı fâş etmeme

Bununla birlikte eğer bir insan, hata ve günahlarında ısrar ediyor, onları hafife alıyor, işlediği çirkinliklerle başkalarına kötü örnek oluyor veya toplum hukukuna tecavüz ediyorsa, bu durumda usûlünce bu kötülüğe mâni olunması gerekir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşılaşılan bu tür fenalıklar karşısında takip edilmesi gereken nehy-i ani’l-münker yöntemini şu ifadeleriyle beyan buyurmuştur:

مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَرًا فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فبِلِسَانِهِ فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ وَذٰلِكَ أَضْعَفُ الْإِيمَانِ
“Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse dil ile irşad ve ikazda bulunsun. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona tavır alsın. Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir.” (Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11)

Buna göre bataklığın içine düşmüş bir insana karşı yapılması gereken ilk iş, elinden tutup onu bir kenara çıkarmaktır. Eğer sizin onun elinden tutup kenara çekecek bir gücünüz yoksa, bunu yapmaya gücü yeten birisinden yardım almalısınız. Fakat bunu yaparken de hata ve günah fâş edilmemeli, yayılmamalı, bir kusur tellalı kesilmemeli, söz konusu kişi mahcup edilmemeli ve toplum içinde onun yüzü yere baktırılmamalıdır. Çünkü burada asıl gaye, onun içine düştüğü fenalıktan kurtarılmasıdır.

Elle müdahalenin mümkün olmadığı durumlarda yapılması gereken ise, nasihat etmektir. Burada nasihatin üslûbu çok önemlidir. Mesela ikazda bulunurken, bütün alternatifler hesaba katılmalı ve reaksiyona sebebiyet vermeyecek bir üslûp tercih edilmelidir. Bunun için de kardeşini o kötülükten kurtarmak isteyen kişi, bir sözü, on defa düşündükten sonra ifade etmelidir. Hatta kendisinin konuşması muhatapta tepki uyandıracaksa, konuşmasından rahatsızlık duymayacağı birisinin ona nasihat etmesi temin edilmelidir. Hatta bazı hassas durumlarda ikazda bulunacak kişinin tamamen devre dışı kalması, yüz yüze gelmeden muhatabını uyarması gerekebilir. Mesela siz, gördüğünüz bir yanlışı düzeltme adına iki satırlık bir yazı yazar, yazdığınız bu yazıyı halim ve selim mülahazalarınızla elli defa gözden geçirir, sonra da bunu muhatabınızın kapısının altından atar veya onun posta kutusuna bırakırsınız. Böylece hatasını doğrudan yüzüne söyleyerek onu utandırmamış dolayısıyla da onun itibarını korumuş olursunuz.

Burada asıl gaye bir insanı bir fenalıktan vazgeçirmektir. O hâlde atılacak adımlar da çok iyi hesap edilmeli, söylenilen sözle kesinlikle muhatabın başına vurulmamalıdır. Mârifet, ne kötülüğün kötülük olduğunu söylemek ne de suç ve günaha bulaşmış kişiyi mahcup etmektir. Mârifet, bir şekilde o insanı kötülükten uzaklaştıracak en tesirli ve en yumuşak yolu bulmaktır.

Bir acı tebessümle irşad ve ikaz

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kötülük ve çirkinlikleri dil ile izale etmenin mümkün olmadığı durumlarda, kalbî tavır ortaya koymak suretiyle bunun değiştirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Hadisçiler genel itibarıyla bu ifadeden, münkere karşı kalb ile tavır alınması gerektiğini anlamışlardır. Bununla birlikte daha farklı yorumlara da gidilebilir. Mesela bu ifadeden, kötülükleri işleyip duran insana karşı kalbî alâkanın kesilmesi gerektiği anlaşılabilir. Öyle ki siz böyle bir kişiyle karşılaştığınızda, yüz işmizazlarınız, acı bir tebessümünüz veya ondan yüz çevirmenizle onun, yanlışının farkına varmasına ve bundan vazgeçmesine vesile olabilirsiniz.

Ayrıca tavrınız şahsa değil onun kötü davranışlarına olduğundan dolayı ellerinizi açar, “Allah’ım! Ne olur benim bu kardeşimi içine düştüğü bu fenalıktan kurtar ve onu bu günahtan tiksindir!” diyebilirsiniz. Hatta bununla da yetinmez ve kardeşlik hukukunun bir gereği olarak onun fenalıktan sıyrılabilmesi adına dualarınızda bin defa,

اللَّهُمَ حَبَّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ
“Allah’ım! İmanı bize sevdir, onunla kalblerimizi tezyin et; küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster. Bizleri rüşde erenlerden eyle!” (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/424; el-Bezzâr, el-Müsned 3/175)

dersiniz. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gaibin gaibe yaptığı duanın kabul buyrulacağını haber vermiştir. (Ebû Dâvud, vitr 29; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.134)

Geçmiş dönemde bir arkadaşın bir inhirafından bahsetmişlerdi. O günden beri onun adını anarak dua etmediğim bir gün olmadı. Aynı şekilde önceki yıllarda sağlam karakterli bir arkadaş itikadî bir probleme maruz kalmıştı. Rabbim şahit, kendime yaptığım her duada muhakkak ona da dua ettim. Bu konuda ihmalkârlık göstermeyi kardeşlik hakkına, hukukuna karşı bir saygısızlık ve vefasızlık olarak gördüm. Bu şekilde kalben dua da hadisin ifadesinden anlaşılan bir mânâdır. Dolayısıyla hadis-i şerifte geçen فَبِقَلْبِهِ lafzını, sadece kalben buğz etme, alâkayı kesme ve sırtını dönüp gitme şeklinde anlamak eksik olacaktır. Burada önemli olan Allah’ın sevmediği kötü vasfa karşı bir çeşit tavır alma, onun izalesi için elinden gelen her şeyi yapma ve böylece kardeşini o kötülükten kurtarmadır.

Kamu hakkı Allah hakkıdır

İster geniş isterse dar dairede şöyle böyle topluma zarar verebilecek fuhşiyat ve münkerata karşı ciddî tavır alınması ve böylece onun izalesine çalışılması millî ve dinî bir vazife olduğu gibi aynı zamanda Allah hakkına saygının bir gereğidir. Zira bilindiği üzere İslâm’da kamu hakları aynı zamanda Allah hakkı kabul edilmiştir. Yani verdiği zarar ve neticesi itibarıyla bir güve gibi içten içe toplumu çürütecek fenalıklar, ferdin kendisiyle sınırlı kalan günahlar gibi değildir. Dolayısıyla bu tür fenalıklara göz yumulamaz ve onlar karşısında sükût geçilemez. Kanun gücünü uygulamakla vazifeli kişiler kendilerine verilen bu yetkiyle kötülükleri önlemeye çalışmalı, mü’minler de yerinde ilgili mercilere müracaat ederek, yerinde bu mevzuda yetkilileri yüreklendirerek, kimi zaman da şahitlik hakkını kullanarak onlara yardımcı olmalıdır. Bir kez daha ifade edelim ki bütün bunlardan maksat kötülüğe düşmüş bir insanı mahcup etmek değildir. Bilâkis bu, toplumu içten içe yiyip bitirecek fenalıklara karşı tavır alma, toplumu bu fenalıklardan sıyanet etme ceht ve gayretidir.

Konumuzla irtibatlı olarak, Benî İsrâil’den bir grupla alâkalı zem makamında inen fakat bizim için de önemli bir disiplin olan şu âyet-i kerimeyi hatırlayabilirsiniz. Allah (celle celâluhû) buyuruyor ki:

كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
“Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı. Ne çirkin davranıştı bu tutumları!” (Mâide sûresi, 5/79)

Burada geçen لَا يَتَنَاهَوْنَ fiil kipinin ifade ettiği mânâyı biraz daha açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Bu âyete konu olan insanlar, irtikâp edilen münkerlere engel olacak müşterek bir akıl geliştirmemişlerdi. Bu konuda kolektif şuura müracaat edilmiyordu. Aralarında bir koordinasyon yoktu. Bu yüzden kötülükten nehyetmeyen bu kişiler lânetlenmiş, meshe maruz kalmışlardı. (Bkz.: Mâide sûresi, 5/78)

O hâlde kötülüğe şahit olan insanın vazifesinin ne olduğu, gücü elinde bulunduranların bu konuda ne yapması gerektiği ve bu mevzuda umumî olarak topluma ne gibi sorumlulukların düştüğü konularında ortak bir aklın geliştirilmesine ihtiyaç vardır.

Hâsılı insan, kendisine karşı söylenen ve sadece kendisini alâkadar eden nâsezâ nâbecâ sözleri affetmeye çalışmalıdır. Nasıl ki bir insanın mide ve bağırsaklarında yenilen gıdaları sindiren sıvılar ve asitler varsa, mü’minlerin de kalb ve ruh dünyasında bu tür mesavileri, kötülük ve haksızlıkları hazmedip eritebilecek sistemleri olmalı ve böylece onlar kendilerine yapılan bed muameleleri rahatlıkla hazmedebilmelidir. Fakat bir kişinin şahsında bir grup veya bir cemaat hedef alınıyor ve onlar karalanıyorsa, mesele ferdî olmaktan çıkmış demektir. Böyle bir zulüm karşısında kişinin hazm-ı nefs etmesi doğru değildir. Bilâkis orada yapılması gereken, tavzih, tashih ve tekzip gibi yollarla zulmü savmaya çalışmaktır. Hatta zulüm ve haksızlıkta temerrüdün devam etmesi durumunda mütecavizlerin seslerini kesme ve zulümlerine engel olma adına daha başka hukukî yollara başvurulmalı, tazminat davaları açılmalıdır. Nitekim Hazreti Pîr de, kendisini hapishane hapishane gezdiren, tecrid-i mutlaklara mahkûm eden, zindan zindan dolaştıran, defalarca zehirleyen insanlara hakkını helâl ettiğini söylemesine rağmen hizmet-i imaniye ve Kur’âniye söz konusu olduğunda asla susmuyor, gürül gürül konuşmalarıyla zalimlerin sesini kesiyor ve böylece hakkın,  Kur’ân’ın ve umumun hukukunun müdafaasını yapıyor.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Kötülükleri savmada bazı ölçüler

Fethullah Gülen: Kötülükleri savmada bazı ölçüler

Soru: Kötü muamele ve tavırlar karşısında Müslüman ahlakına yaraşır mukabele tarzı nasıl olmalıdır?

Cevap: Kinin kin, nefretin de nefret doğuracağı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Sertliğe sertlikle, şiddete şiddet ve hiddetle mukabele etmek, öyle fasit dairelerin oluşmasına vesile olur ki hiç kimse onun altından kalkamaz, toplum paramparça olur ve o hadiseler içinde herkes boğulur gider. Dolayısıyla mü’minin sinesi çok engin olmalı, en negatif şeyleri dahi hazmedip sindirebilmeli ve böylece o kötülüğe karşı, kötülük yapanların dahi kurtuluşuna vesile olacak bir mücadele tarzı ortaya koymalıdır.

En güzel uzaklaştırma!

Kur’ân-ı Kerim’de konuyla alakalı bir âyet-i kerimede,

أُولٰۤئِكَ يُؤْتَوْنَ أَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ بِمَا صَبَرُوا وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
“İşte onlar, gösterdikleri sabır ve sebattan dolayı çifte mükâfat alırlar. Onlar kötülüğe iyilikle mukabele eder ve kendilerine nasip ettiğimiz mallardan, Allah yolunda harcarlar.” (Kasas sûresi, 28/54)

buyurulmak suretiyle mü’minlerin bed muameleler karşısında nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği ifade edilir. Vakıa âyet-i kerimenin Ehl-i Kitap’la ilgili nâzil olduğu rivayet edilir; fakat sebebin hususîliği, hükmün umumîliğine mâni değildir. Dolayısıyla âyet-i kerime herkese hitap ettiği gibi günümüz mü’minlerine de hitap etmektedir.

Âyet-i kerimede kendilerine iki kat ecir ve mükâfat vaadedilen insanlar, بِمَا صَبَرُوا ifadesinin sarih manasından anlaşılacağı üzere dişlerini sıkıp eza ve cefa karşısında sabredenler; başlarına gelen belâ ve musibetleri sinelerinde eriterek onları adeta maytaplara çevirenler ve böylece tıpkı donanma gecelerindeki şehrâyinler gibi insanlara baş döndürücü manzaralar sunanlar olduğu ifade edilmiştir. Evet, onlar en olumsuz hâdiseleri bile olumlu şekle çevirip وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ  ifadeleriyle işaret edildiği üzere kötülüğe iyilik ve güzelliklerle mukabelede bulunurlar.

Bu âyet-i kerimeyi hayatına hayat kılan bir mü’min, maruz kaldığı çirkin ve nâhoş muamelelerden dolayı, içinde birine veya birilerine karşı kin ve nefret duygusu hâsıl olmuşsa, hemen onu hilm ü silm duygusuyla silip eritmeye çalışır. Hani, nasıl ki,

إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ
“Şüphesiz iyilikler kötülükleri siler-süpürür götürür. Bu, neyin nasıl anılması gerektiğini bilen insanlar için çok önemli bir hatırlatmadır.” (Hûd sûresi, 11/114)

âyetinin fehvasınca, bir mü’min, olumsuz (negatif) bir iş yapsa ve bu, onun ibâdet ü taatine dair bir kusur teşkil edecek hale gelse, hemen bir kefaret ödeme mülâhazasıyla onu gidermeye çalışır, ayrıca üzerine bir de amel-i salih işleyerek onu taçlandırır.

Evet, hakiki bir mü’min bir kötülük işlediğinde, o kötülük, bir zıpkın, bir mızrak ya da bir kılçık gibi sinesine saplanır ve onun içinde bir burkuntu hâsıl eder. Bunun üzerine o, bu kötülüğünün peşi sıra hemen arkasından bir iyilik yapmak suretiyle onu gidermeye gayret eder. O, ister bir söz, ister bir davranış, isterse bir bakış, hatta bir imayla dahi olsa bir kötülük yaptığında, hemen ardından onu giderecek, zihninde bıraktığı izleri silecek olumlu bir davranışta bulunur.

Böyle bir tavır, esasında Allah’a (celle celâlühû) karşı kulluk tavrının bir gereğidir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Muaz’a (radıyallahu anh) nasihatinde, “Ey Muaz! Nerede olursan ol, Allah’tan kork. Kötülüğün arkasından iyilik yap ki onu imha etsin ve insanlara da güzel ahlakla muamele et.” (İbn-i Kesîr, Sîre, 4:194-195) buyurmuştur. Evet, iyilikler, kavlî amelleri Allah’a yükselten birer helezon vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda kötülükleri yok edip giderici bir etkiye de sahiptir. Âyetin sonundaki, ذٰلِكَ ذِكْرٰى لِلذَّاكِرِينَ “Bu, anmasını bilen, neyin nasıl anılması gerektiğini çok iyi bilen insanlar için çok önemli bir hatırlatmadır.” ifadelerini de, kötülükleri iyilikle giderme mevzuunun, Kur’an’ın sürekli hatırda tutulması gerekli bir hatırlatması olduğu şeklinde anlamak mümkündür.

Esasında, ister ferdî isterse içtimaî olsun yapılan tüm kötülükleri ve olumsuzlukları insanların zihinlerinden silip onları unutturacak olumlu her davranış, onların aynı zamanda nezd-i Ulûhiyet’te de silinmesine vesile olur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, o olumsuzlukların ötede bir eziyet ve zahmete vesile olmamalarını, bir iç ıstırabına dönüşmemelerini gerektirir. Evet, mü’minin hadsiz nimet, sınırsız ihsan ve namütenahî iltifat yurdunda, “Ben Rabbim’e, dinime, Efendim’e ve temel disiplinlerime karşı bu saygısızlığı yapmamalıydım.” deyip sürekli onları hatırına getirmesi, onun için bir iç ıstırabına vesile olacaktır. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, rahmetinin farklı bir tecelli dalga buudu olarak, orada onları unutturacak ve kuluna o sıkıntıyı yaşatmayacaktır.

Ancak insanın dünyada iken, yaptığı günahları unutması ve onları zihninden silmesi doğru değildir; zira elli sene evvel işlemiş olsa bile onu her hatırlayışında bir kere daha “estağfirullah” diyorsa, bu durum onu, hem bir kez daha aynı günaha düşmekten koruyacak, hem de onun amel defterine sürekli sevap yazılmasına vesile olacaktır. Evet, bu şekilde dile getirilen her istiğfar, yokluğa âdeta bir tırpan sallar ve böylelikle bütün kötülükleri alır götürür. Götüreceği bir kötülük kalmadığında da öyle şeylere vesile olur ki onlar ahirette kulun karşısına çıktığı zaman, kul, hayret ve sevincinden şaşırır kalır. O halde insan, kendi günahını hiçbir zaman unutmamalı, ötede onun ıstırabına maruz kalmamak için burada en küçük hatasını bile sürekli zihinde canlı tutmalı ve ruhunda duyduğu ıstırapla “estağfirullah, elfü elfi estağfirullah” deyip Hazreti Gaffâr’dan bağışlanma dilemelidir.

Diğer yandan mü’min yaptığı iyilikleri ise unutmalıdır. Velev ki o iyilik, İstanbul’un fethi gibi çağ açıp çağ kapatacak, yeni bir medeniyetin inşasına vesile olacak iyilik olsun. Böyle devâsa bir hizmet kendisine hatırlatıldığında bile, o, “Allah Allah! Ben öyle bir şey yapmış mıydım, hatırlamıyorum.” diyecek kadar kendini o işin dışında görmelidir. Şayet insanlar ille de “Bu işi sen yapmışsın.” diyorlarsa, o zaman da tahdis-i nimet mülâhazasıyla, “Demek Allah (celle celâlühû) benim gibi bir mücrime de bazı şeyler yaptırtmış. Bu, tamamen O’nun rahmetinin enginliğinin farklı dalga boyutundaki tecellilerindendir.” şeklinde duygularını ifade etmelidir.

Kötülüğe iyilik er kişinin kârı

Konuyla irtibatlı bir başka âyet-i kerimede ise,

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussılet Sûresi, 41/34)

buyruluyor ve yukarıdaki âyetin işaret ettiği benzer bir husus dile getiriliyor.

Buna göre kıskançlık ve çekememezlikle düşmanlığa kilitlenmiş biri âdeta gayz ve nefretle köpürüyor, sürekli karşısındakini tahrik ediyor ve onda bir öfke meydana getirmek istiyorsa,

وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ 
“O müttakîler, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler.” (Âli İmran sûresi, 3/134)

âyetinin ifadesiyle o da ona karşı öfkesini yutmakla (kezm) mukabelede bulunmalıdır. Âyet-i kerimedeki وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ ifadesi; öfkesini, hiddetini, şiddetini zorla bile olsa yutanlar, derdini dışarıya vurup izhar etmeyenler ve bu mevzuda yutkunup duranlar demektir ki onların bu tutumları, lisan-ı Nebevî’de bir fazilet olarak zikredilir. Birisi bir kusur işlediğinde ona af ile muamelede bulunma; bir kötülük işlediğinde bir daha aynı kötülüğü yapmaması için ona iyilikte bulunma.. evet, bütün bunlar, yapılan kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma adına örneklerdir.

Bir başka ifadeyle başkaları elleri, dilleri, gözleri, kulakları hatta jest ve mimikleriyle hep kötülük döktürüp dururken mü’min, onların bütününe iyilikle mukabelede bulunmak suretiyle bunun bir fasit daire haline gelip devam etmesine meydan vermemelidir. Bir Türk atasözünde manzum halde bu durum, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı / Kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır.” ifadeleriyle dile getirilir. Dolayısıyla bir mü’mine, münkere marufla karşılık verip “Er kişi” olmak yakışır. Diğer türlü mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimanesine girerek, “Onlar kötülük adına şunları dedi, bunları etti; ben de karşılık olarak şunları yaptım.” demesi gibi, ancak acûze-i şemtâların dillendirecekleri güft u gû’lara girmesi ve bir yönüyle sevap yolunda günahlara yelken açması ona yakışmaz! Böyle bir anlayışın aynı zamanda günümüz meselelerinin çözümüne hiçbir faydası olmayacaktır. Dolayısıyla bu mevzuda herkesin, özellikle de yüce bir mefkûreye gönül vermiş insanların çok hassas davranması gerekir.

İyilikle mukabele ve güzergâh emniyeti

Bir atasözünde, اِتَّقِ شَرَّ مَنْ أَحْسَنْتَ إِلَيْهِ “Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın.”denir ki bunun hodbince ve saygısızca söylenmiş bir söz olduğu kanaatindeyim. Zira yapılan iyilik, değil insanları, kobraları bile raks ettirip oynatıyor. Belgesellerde görmüşsünüzdür; çalınan neyle kobralar raks ediyor. Haddizatında kobra sağır bir hayvan olduğu için çalınan ney sesini duymaz, ancak neyzenin parmaklarının bir ağaç üzerinde hareket ettiğini ve kendisine zarar verilmediğini görünce o da raks edip oynamaya başlıyor. Ona raks ettirecek espride kusur edildiği zaman, muhtemelen ısırdığı da oluyordur ama bu davranışları çok nadir olsa gerek. Zira ney karşısında kobraların ısırmaları çok sık yaşanılan bir vaka olsaydı, zannediyorum o işe bu ölçüde teşebbüs edilmezdi.

Sözün özü, Allah (celle celâlühû) hayvanlarda bile kendilerine yapılan iyiliklere karşı böyle bir teveccüh hissi ihsan etmişse, insan kendinde bulunan kabiliyetleri değerlendirmeli ve أَحْسِنْ إِلَى مَنِ اتَّقَيْتَ شَرَّهُ “Şerrinden korktuğun kimseye iyilikte bulun.” (Aliyyülkârî, el-Masnû’, 1/45; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/44) anlayışıyla hareket etmelidir. Elbette ki, böyle bir tavır, umum toplumun huzur ve ahengini koruma, kin, nefret ve fitne ateşini söndürme adına iradî olarak ortaya konması gereken bir tavırdır ve çerçevesi de şahsî haklarda fedakârlıkla sınırlıdır. Yoksa umumun hukukunun söz konusu olduğu yerde zulme sessiz kalma, sessiz kalıp zulme ortak olma insanı dilsiz şeytan konumuna düşürür ve kesinlikle mü’mine yakışmaz. Ancak gerektiği yerde; mızrağını eline almış, süngüsünü takmış, öldürmek için sizin üzerinize yürüyen bir gözü dönmüş karşısında bile, “Gel kardeşim, seni bir kucaklayayım.” deyip, bununla onun o öldürücü mızrak ve süngüsünü tekrar kınına sokmak mümkünse, işte mü’minin ortaya koyması gereken tavır budur ve bir kez daha ifade edeyim ki, böyle bir davranış şekli, günümüzdeki problemlerin çözümü adına hayatî derecede önem arz etmektedir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Kötülüklerle mücadelede mü’mince tavır

Fethullah Gülen: Kötülüklerle mücadelede mü’mince tavır

Soru: Zulüm ve haksızlıkları engellemede mü’mince mücadele tarzı nasıl olmalıdır?

Cevap: İslâm, bütün aşırılıklara karşı evrensel ahengi tesis edecek denge ve adalet mesajıyla gelmiştir. Kötülüklerle mücadelede de o, ne zulmü hoş görecek, ona boyun eğecek pasif ve miskince bir tavrı benimser, ne de zalimlerle mücadele ediyorum diye ayrı bir zulüm ve haksızlığa yol açacak şiddet ve aşırılığa müsaade eder. Yeri geldiğinde mü’min sarsılmaz bir kale, bükülmez bir bilek hâlinde zulüm karşısında dimdik durur, korkmadan ve geri durmadan hakkın ikamesi için elinden gelen gayreti ortaya koyar. Ama umumî mânâda o, fevkalade mahviyet ve tevazu içerisindedir, herkese karşı şefkat, merhamet ve mülayemetle muamele onun genel tavrıdır.

Mesela, ırzına, namusuna, haysiyetine, şerefine, vatanına, ülkesine, istiklaline, devletine taarruz eden mütecaviz düşmanlarla karşı karşıya geldiği zaman mü’mine düşen bükülmez bir bilek, eğilmez bir baş hâlinde orada işin hakkını vermektir. Fakat o, savaşın bitirilip sulhun talep edilmesi durumunda, hemen bir hilm ü silm insanı olarak sulhu esas alır; barış atmosferi içerisinde İslam’ın güzelliklerini yaşamaya ve yaşatmaya çalışır. Zira Kur’ân-ı Kerim’in bu konudaki emri şudur:

وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ
“Karşı taraf sulh ve barışa yönelirse, sen de yönel ve Allah’a tevekkülde bulun!” (Enfâl Sûresi, 8/61)

Mâide Sûre-i Celilesi’ndeki bir âyet-i kerimede de bir başka açıdan mü’minlerin bu özellikleri şu ifadelerle anlatılır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar.” (Mâide Sûresi, 5/54)

Yani onlar, mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirir, “zillet” denecek ölçüde kardeşlerine karşı alçakgönüllülük ve mülayemetle muamele ederler. Fakat küfür ve küfran içinde olanlara karşı da onlar aziz mi azizdirler. Kat’iyen onlar karşısında serfüru etmez, asla boyun eğmezler. Akif’in şu mısraları bu mazmunu ne güzel seslendirir:

“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!

İşte bu, izzet açısından tam prototip bir insandır. Fakat bir kere daha ifade etmek gerekirse, bu iki tavrın sergileneceği yerin çok iyi belirlenmesi gerekir.

“Yarıp da kalbine mi baktın?”

Meselâ kahramanlık çok güzel bir haslettir. Hazreti Halid’in (radıyallahu anh) kahramanlığına hayran olmayan yoktur. Daha üç günlük Müslüman iken sergilediği kahramanlık ile herkese dudak ısırtmıştır. Ne var ki İslam’la ilk tanışma günlerinde “Müslüman olduk!” demeyi beceremeyip, “Sâbiî olduk! Sâbiî olduk!” diyenlerin bir kısmını öldürmüş ve bir kısmını da esir etmişti. Hâdise Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) intikal edince Allah Resûlü, mübarek ellerini kaldırmış ve “Allah’ım! Halid’in yaptığından sana sığınıyorum!” (Buhârî, meğâzî 58) demiş, bu durumdan çok teessür duymuştur. Benzer bir vakada da yine O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kelime-i tevhidi söyleyen bir düşmanını öldüren Hazreti Üsame’ye (radıyallahu anh), “Yarıp kalbine mi baktın!” (Buhârî, meğâzî 45) diyerek çok ciddî ikazda bulunmuştur. İşte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadelerinde, sıcak savaş ortamında, harp meydanında bile Müslüman’ın mutlak adalet düsturuyla davranması gerektiğini anlıyoruz.

Kaba kuvvet yerine akıl ve diplomasi

Öte yandan mü’min, düşmanla mücadele adına bile olsa, her zaman kılıçla, topla, tüfekle meselenin halledilemeyeceğini hesaba katmalıdır. Bazen olur ki, siz kaba kuvvetle meselenin üzerine gittikçe, kin ve nefretleri körüklemiş, düşmanlarınızı mağdur ve mazlum durumuna düşürmüş ve böylece onlara bir sürü yandaş kazandırmış olursunuz. Neticede mevcut problem, daha da büyür ve başa çıkılmaz hâle gelir. Hâlbuki kaba kuvvetle değil de diplomasiyle işin üzerine gidildiğinde, çok daha güzel neticeler elde etmek her zaman mümkündür.

Mesela şahsen, Yavuz cennetmekânı çok severim. Hatta onu, bir ikisi müstesna, bütün padişahların önünde görürüm. Fakat kendi dar mantığımla onun bazı askerlik stratejilerini sorgulamaktan da kendimi alamam. Hazretin kendisi güçlü kuvvetli olduğu gibi, arkasında da hakikaten bükülmez bilekler vardı. O, “Ölüme gidin!” emrini verdiği zaman, gözünü kırpmadan bu emri yerine getirecek bir orduya sahipti. Karşısında da, İslâm dünyası için fitne unsuru hâline gelmiş ve Pers hırsıyla oluşmuş bir fitne devleti vardı. O da, İslâm birliği ve nizam-ı âlem mülâhazası hatırına onların üzerine gitmiş ve muzaffer olmuştu. Ama acaba kaba kuvvete başvurulacağına alternatif bütün aklî, mantıkî, diplomatik yollar kullanılsaydı günümüze kadar gelecek bazı fitne unsurlarının önü alınamaz mıydı? Bu beyanlar, benim bu konudaki tereddüdüm. Ben bu mülahazamda hata ediyorsam, o büyük ruhtan özür dilerim. Günah işliyorsam “Allah (celle celâluhû) beni affetsin!” derim. Fakat aklın, mantığın, muhakemenin ve diplomasinin önemine vurguda bulunmayı da kendi hesabıma gerekli görüyorum.

Bakın yıllardır ülkemizdeki terör hâdisesiyle başa çıkılamıyor. Otuz senedir, şiddet ve hiddetle üzerine gidilmesine rağmen problem devam edip gidiyor. Acaba bu işi önlemenin başka bir yolu olamaz mıydı? Öğretmeniyle, polisiyle, imamıyla, doktoruyla, kaymakamıyla bu insanların gönüllerine girebilseydik, iç dünyalarına açılabilseydik; onlara dağın patika yoluna mukabil liseye, üniversiteye giden şehrahları gösterseydik ve aynı zamanda başkalarının her fırsatta önlerine döktüğü paralara tamah etmeyecek ölçüde onlara imkân ve fırsatlar verseydik, problemi halledemez miydik? İşte bu da, diplomasi dilinin kullanılması demektir. Fakat çok defa kaba kuvvet, akıl ve mantığın mükemmel işlemesine mâni oluyor. “Nasıl olsa, güç kullanarak onları hizaya getiririm.” mülahazası, alternatif politika ve strateji takip etmenin önüne geçebiliyor.

Menfaat beklentisi içindeki “zillet” tevazu değildir

Kötülüklerle mücadelede akıl, muhakeme, diplomasi, yumuşak dil ve yumuşak üslûp meselenin bir kanadını teşkil ediyorsa, meselenin diğer kanadını da güç ve kaba kuvvet karşısında hiçbir zaman eğilmemek, hep dimdik bir duruş sergilemek oluşturmaktadır. Bu açıdan zulüm ve haksızlık irtikâp edenlere karşı menfaat endişesiyle zillet tavırları içine girmek mahviyet ve tevazu ile karıştırılmamalıdır. Bu tamamen farklı bir durumdur. Maalesef hak ve hakikate çağrı adına çok önemli birer dinamik olan, kavl-i leyyin, hâl-i leyyin ve tavr-ı leyyin (yumuşak söz, yumuşak hâl, yumuşak tavır) bazı durumlarda kaba kuvvetin temsilcilerine yaranmak ve şirin görünmek amacıyla bir kılıf olarak kullanılmaktadır. Evet, bazı zayıf karakterlerin, yumuşak söz ve tavır sergilemekten maksadı, kendi itibar ve kredilerini yükseltmek, iltifat görmek veya hubb-u cah (makam arzusu) mülahazasıyla hareket ederek bir koltuk kapmaktır. Elbette ki, “Sen bu konuda riyakârlık veya münafıklık yapıyorsun!” diyerek hiçbir kimse hakkında su-i zanda bulunamayız. Hatta firaset sahibi bazı insanlar, bu zayıf karakterlerin tavır ve davranışları arkasındaki gerçek niyeti sezseler bile bunu objektif bir hükümmüş gibi ortaya koyamazlar. Aksi takdirde günaha girmiş olurlar ve bu günahın hesabını da Allah sorar. Fakat herkes ortaya koyduğu davranışları kendi vicdanında ölçüp biçip tartmalı ve kendi muhasebesini yapmalıdır.

Toplumun farklı kesimleri arasında uzlaşma, kaynaşma, paylaşma adına gösterilen bütün gayret ve çabaların insana sevap kazandıracağında şüphe yoktur. Fakat kimi zaman şahsî çıkar sağlama, makam ve mevki elde etme, değişik payeler kazanma, alkış ve takdir toplama, dünyada refah ve konfor içinde yaşama ve rahatını sağlama maksadıyla yüz yere sürülüyor, iki büklüm olunuyor ve başkaları karşısında temenna duruluyorsa bunun adı zillettir.

Toplumun maslahatı adına mümaşat

Ancak problemlerin çözümünde mümaşat ve müdarat dediğimiz yol ve üslûbun da tezellülle karıştırılmaması gerekir. Mümaşat ve müdarat, insanları idare etmek, belli bir sulh zemini oluşturmak ve düşmanla kavga çıkarmamak adına takınılan tavırlardır. Hâfız-ı Şirazî, iki cihanın asayişini iki kelimenin tefsir ettiğini söyler. Bunlardan birisi, dostlara karşı mürüvvetkârâne davranmak, diğeri de düşmanları idare etmektir.(Hâfız Şirazî, Dîvân-ı Hâfız Şirazî s.4 (5. gazel)) Bu perspektife göre düşmana karşı izzetli olmak demek, her fırsatta onlarla kavga ve savaşa tutuşmak demek değildir. Hele hasım iki millet arasında güç dengesinin bulunmadığı bir yerde böyle bir maceraya kalkışmak, zayıfın kendi eliyle kendisini tehlikeye atması demektir. Bu sebeple de, kuvvet dengesinin olmadığı yerde bütün bir toplumun hukukunu koruma gayesiyle düşmanları idare etme adına yumuşak davranmada maslahat olabilir. Çünkü her türlü zararı verebilecek haset, kin ve düşmanlığı tahrik etmenin hiçbir faydası yoktur. Hem Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla meseleye bakılacak olursa, doksan dokuz tane düşmanı bulunan bir insan eğer akıllı ise herhalde bunu yüz yapmak istemeyecektir; bilakis yüz düşmanı varsa, bunu doksan dokuza indirmenin hesaplarını yapacaktır. İşte bütün bunlar müdarat kategorisi içinde mütalaa edilebilir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Küllî Bereket ve Bire Yedi Yüz Veren Başaklar

Soru: Anne-babaya hürmet ve sıla-i rahim gibi güzel hasletler umumi mânâda birer bereket vesilesi olarak zikrediliyor. Dinine hizmet etmek isteyen bir fert de, hizmet adına yaptığı birleri, bin edebilmek için öncelikle hangi bereket vesilelerine tutunmalıdır?

Kulluk Sırrı

Cenâb-ı Hakk’a teveccühte, ibadet ve dualarda bir kulluk sırrı (sırr-ı ubûdiyet) vardır. Yani onlara yüklenen mânâları kul bilemeyebilir; ama sırf emredildiği için onların gereğini edâ eder ve böylece emre âmâde bir kul olduğunu gösterir. Kulluk vesilesiyle, kalbin, ruhun, hissin ve sırrın beslenmesi; Allah’a (celle celâluhû) teveccühü gibi maslahatlar hâsıl olabilir. İnsan biraz düşündüğünde bunlar dışında başka bir kısım hikmet ve faydaların meydana geldiğini de görebilir.

Kulluk ve Tebettül

Soru: İbadetleri Cennet arzusu, Cehennem korkusu, mehabet duygusu ya da abd-mabud şuuruyla eda etme açılarından tebettül nasıl anlaşılmalıdır; bu zaviyeden tâcirân, bendegân, sâdikân ve âşikân zümrelerinin hususiyetleri nelerdir?

Kullukta Derinleşme

Soru: Allah’a kullukta kemale ulaşma adına mü’minin dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’a yönelme ve kullukta derinleşme, diğer yandan da inandığı değerleri başkalarına duyurabilme istikametinde olağanüstü bir performans ortaya koyma bir mü’minin en önemli ve en büyük hedefi olmalıdır. İnsan, Allah’a karşı öyle bir kulluk tavrı ortaya koymalı ve kendisini öyle ibadete salmalıdır ki onu görenler, “Herhâlde bu kişi, Allah’a kulluktan başka bir şey bilmiyor.” demeli. Melekler bile onun kulluktaki bu derinliği karşısında hayrete düşmeli, ona imrenmeli ve “Allah Allah! Beşerî garîzeleri ve şehevî hisleriyle çepeçevre kuşatılmış bir insan, nasıl oluyor da bütün bu badireleri aşarak kalb ve ruh ufkunda seyahat edebiliyor!” sözleriyle onu takdir etmelidirler.

Aynı şekilde o, iman ve Kur’ân hizmetine kendini öyle adamalıdır ki dışarıdan ona bakanlar, “Muhtemelen bu şahıs hizmetten başka bir şey bilmiyor.” demeli. Onun, sahip olduğu bütün imkânları i’lâ-i kelimetullah adına kullandığını ve milletini devletler muvazenesinde olması gerekli olan konuma yükseltme adına ortaya koyduğu azim, ceht ve gayreti görenler onu “mecnun” zannetmelidirler. Esasen dinî anlayışından ve İslâm’ı yaşamadaki derinliğinden ötürü bir insana “mecnun” denilmedikçe, onun imanda kemâle erdiğini söylemek zordur.

Kısacası bu konuda o, tıpkı sahabe gibi olmalıdır. Çünkü sahabeyi görenler, “Ruhbanun filleyl ve fursânun finnehâr” sözüyle anlatıyorlardı. Yani onlar, tıpkı manastırlarda kendilerini ibadete vermiş rahipler gibi gecelerini ibadet ü tâatle geçiriyor, sabahlara kadar Hz. Dâvud gibi “Allah” deyip inliyorlardı. Gündüzleri ise at sırtından inmiyor, i’lâ-i kelimetullah adına diyar diyar dolaşıyorlardı. İşte bir mü’min her iki açıdan da öyle bir performans ortaya koymalıdır ki, hangi yönüyle ele alınırsa alınsın, hâl ve tavırlarının derinliği ve enginliği itibarıyla muhataplarında takdir ve hayret hisleri uyarmalıdır.

Verdikleri Vereceklerinin En Büyük Referansıdır!

Aslında bir insanın yapmış olduğu i’lâ-i kelimetullah vazifesinde başarılı olması da kullukta derinleşmesine bağlıdır. Farklı bir ifadeyle, muhatap olduğunuz insanların sadr u sinelerinin kendi enginlikleriyle size açılması, sizin vicdanınızın açılabildiği kadar Hakk’a açılmasıyla doğru orantılıdır. Siz ne kadar Hakk’a yönelirseniz, halk da o kadar size yönelecektir. Bugün olmasa da yarın mutlaka.

Bugün bazı fiyaskolar yaşayabilir, bir kısım bela ve musibetlere maruz kalabilirsiniz. Allah bunlarla sizi imtihan eder ve bir kısmınızı eler. Nitekim en güzide bir cemaat olan sahabe bile ağır imtihanlara tâbi tutulmuş, içlerinde istikameti tam yakalayamamışlar elenmiş, yalnızca en safi olanları o nadide toplumun birer ferdi olma durum ve konumunu devam ettirebilmiştir. Bu açıdan önemli olan sizin istikametinizi muhafaza edebilmeniz ve Allah’la münasebetlerinizi güçlü tutabilmenizdir. Kulluktaki bu derinliğinizi devam ettirebildiğiniz takdirde bugün olmasa da yarın Allah, kalbleri yeniden size yönlendirecek, sizin adınıza gönüllerde sevgi vaz edecektir.

Esasında bugüne kadar yurtdışına açılan Hizmet gönüllülerinin bir kısım eksik ve kusurlarına rağmen gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul görmeleri ve Cenâb-ı Hakk’ın gönüllerde onlar adına sevgi vaz etmesi, bundan sonra ihsan edeceği nimetler adına da en büyük referanstır. Günümüzün adanmışları bugüne kadar gittikleri yerlerde ciddi hiçbir tepki görmediler. Ufak tefek sıkıntılar yaşanmışsa, bunlar da bizim usul ve üslup hatalarımızın veya başarıları kendimizden bilmemizin bir neticesi olmuştur. Bu sebeple eğer biz Rabbimize vermiş olduğumuz ahdimizi bozmaz ve bütün gönlümüzle O’na teveccüh edebilirsek bundan sonra da O, –inşâallah– ihsan ettiği nimetleri artırarak devam ettirecektir.

Buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, işin bir yönüdür. Diğer yönü ise şudur: İnsan, Allah’a ibadette ne kadar derinleşirse derinleşsin, kendisini ne ölçüde hizmete adarsa adasın, yine de yaptıklarını yeterli bulmamalı ve sürekli “Daha yok mu?” demelidir. Esasen uhrevî lütuflar bir yana bu dünyada sahip olunan nimetler bile göz önünde bulundurulacak olursa, yaptığımız ibadetlerin bunlar karşısında ne kadar az ve yetersiz kaldığı daha iyi anlaşılacaktır. Mesela insanın ademden vücuda, vücuttan canlı olmaya, canlı olmadan insan olmaya, oradan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında saf tutmaya kadar sahip olduğu nimetler o kadar büyüktür ki bunların hakkını ödemek mümkün değildir.

Tevbe, İnâbe, Evbe Kahramanları

Öte yandan mü’mine düşen vazife, yaptığı en küçük hatalar karşısında bile çok derin pişmanlık hisleriyle Allah’a yalvarıp yakarmaktır. O, tevbe ve istiğfar adına ellerini semaya kaldırdığı veya başını yere koyduğu zaman sanki dünyanın bütün vebalini sırtlanmış gibi bir hâl sergilemelidir.

Hiç şüphesiz bizim bu konudaki en büyük rehberimiz Allah Resûlü’dür (sallallâhu aleyhi ve sellem). Muktedâ-i Küll ve Rehber-i Ekmel olan İnsanlığın İftihar Tablosu, günde yetmiş kez Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunuyordu. Acaba O, ne tür bir kusur işlemişti? Hâşâ, O’na kusur nispet etmek insanı alıp bir belirsizliğe götürür. Bilâkis O, bir taraftan kulluğunun gereğini ortaya koyuyor, diğer yandan da rehberliğinin gereğini seslendiriyordu. O, yapmış olduğu istiğfar ve dualarla ümmetine şu mesajı veriyordu: “Ey kıyamete kadar beni takip edecek olan Müslümanlar! İster kasıtlı olarak, ister hata neticesi, isterse nisyan sonucu olsun, yaptığınız bütün hatalardan ötürü Allah’a istiğfarda bulunun. Hayal, tasavvur, taakkul, niyet ve azimlerinizde çöreklenen ne kadar menfur düşünce varsa onların hepsi için içten sızlanın ve tevbe edin!”

Esasen yapmış olduğu bütün iyilikleri unutması ve irtikâp ettiği en küçük hataları bile sürekli hatırında tutması, hakiki bir mü’minin en önemli özelliklerindendir. Evet, bir mü’min kullukta ne kadar derinleşirse derinleşsin, Din-i Mübin-i İslâm’ı muhtaç sinelere duyurma adına nasıl bir performans ortaya koyarsa koysun veya insanların maddî-manevî ihtiyaçlarını giderme adına ne tür iyilikler yaparsa yapsın, bunların hiçbirini yeterli görmemeli, bütün bunları unutmasını bilmelidir ki gurur ve kibre kapılmasın.

Fakat diğer taraftan o, elli sene önce işlediği küçük bir kötülüğü bile hatırlayacak olsa, “Allah varken ve ben de O’nun kulu iken böyle bir densizliği nasıl yapmışım. Allah, doğru yoldan sapmamam adına önümdeki yolları aydınlatan ve onları birer şehrâh hâline getiren ilâhî prensipler vaz etmişken ben böyle bir levsiyâta nasıl bulaşmışım!” demeli ve onu daha yeni işlemiş gibi pişmanlık ve ızdırapla kıvranmalıdır. Günahları her hatırlayışında, “Bir kere daha Senden özür diliyorum ya Rabbi!” demelidir. İşlediği her bir hata ve günahın başına, istiğfar ve tevbelerle öyle balyozlar indirmelidir ki bu günahlar bir daha onun semtine yaklaşamasın.

Evet, hakiki mü’mine yaraşan, en büyük meziyetlerini ve başarılarını küçülttükçe küçültmesi, en küçük kötülüklerini ise büyüttükçe büyütmesidir. O, gözün harama kayması, kulağın harama meyletmesi, dilin yakışıksız sözler söylemesi, ayağın harama doğru adım atması, elin harama uzanması ve hatta korteksin olumsuz düşüncelerle kirlenmesi gibi küçük büyük bütün inhiraflarını gözünde öyle büyütmeli ki bunlar karşısında ızdıraptan beli bükülmeli, şairin dediği gibi;

Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân,
Kırılır arsa-ı mahşerde arş-ı mizan.” demelidir.

Hayatını böyle hassas bir dengede götürebilen bir mü’min, sürekli metafizik gerilim içinde yaşayacaktır. Bir insanın sürekli tevbe ve istiğfarla gerilmesi, olumsuzluklara karşı onda dikkat ve teyakkuz duygusunu tetikleyecektir. Bu iç ızdırapları ve hesaplaşmaları haramlara karşı onun için bir siper ve bariyer vazifesi görecektir. Hain bir nazar, harama karşı bir kulak kabartma, haram bir lokmayı ağza götürme gibi bir kısım günahlar karşısında onda tepki oluşturacaktır. Bunun aksine şayet küçük dahi olsa günahlar karşısında bu ölçüde teyakkuza sahip olmaz ve “Bu kadarcık bir şeyden ne olacak ki!” derse, aynı hataları yapmaya devam edecek ve zamanla bu küçük günahlar dev bir vebale dönüşecektir.

Büyük insanların tavrına bakacak olursak, hayatlarını hep bu istikamette yaşadıklarını görürüz. Mesela onlardan birisi olan Hz. Ali, “Ya Rabbi, eğer ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen benim gibi hevâ-i nefsine uymuş ve düşe kalka yürüyen kimselerin hâli nice olacak! Onları kim affedecek!” diye inler. Bilmem ki o Hazret’in hayaline bir mâsiyet misafir olmuş muydu?!. Onların bu tür sözleri karşısında bize düşen, “Estağfirullah” demektir. Çünkü mukarrabînden olan bu insanların neye günah dediklerini bilemiyoruz.

Diğer taraftan mü’min, ortaya koyduğu hâl ve tavırları itibarıyla farklı görünmeden ve farklı algılanmadan çok korkmalı, iç ve dış bütünlüğünü sağlama adına fevkalâde hassas hareket etmelidir. O her zaman tabiî olmalı, nasıl ise öyle davranmalıdır. Riya ve süm’anın en küçüğünden bile uzak durmalıdır. Kendini olduğunun üstünde gösterecek suni tavırlara girmemeli, alkış ve takdir peşinde koşmamalı, son derece samimi olmalıdır. Hz. Mevlâna’nın enfes ifadesiyle, ya olduğu gibi görünmeli ya da göründüğü gibi olmalı, başkalarını kendisi hakkında yanlış mülâhazalara sevk etmemelidir.

Bütün bu hususların her biri kulluğun ayrı bir derinliğini oluşturur. Eğer insan bütün bu hususlarda kendisine düşeni yaparsa, Allah’ın izni ve inayetiyle zirveleri ihraz eder. Bunların birinde kusur eden kimsenin ise takılıp yollarda kalma tehlikesi vardır.

Sırat Burada Geçilir!

Görüldüğü üzere kulluk, mü’minlere yüklenen mükellefiyetler açısından çok kolay gibi görünse de esasında çok ince bir çizgidir. Farklı bir tabirle kulluk, bir yandan şehrâhta yürümek kadar kolay fakat diğer yandan sıratı geçmek kadar da zordur.

Meseleyi kolay zanneden ve basit ele alanlar da inayet-i İlâhiye ile kurtulabilirler. Bu sebeple meseleyi başkalarına arz ederken ümit kırıcı olmamak gerekir. Eğer birilerinin Allah’la irtibatı pamuk ipliği ile sağlanıyorsa bunu da koparmamaya dikkat etmeliyiz. Bilemeyiz, belki bir gün rahmet-i ilahiye bu pamuk ipliğini kopmaz bir halat (urve-i vüskâ) hâline getirebilir. Yani baştaki böyle zayıf bir irtibat, zamanla güçlenerek insanı cisim ve bedenin kulluğundan kurtarır da kemâlât-ı insaniye zirvelerine çıkarabilir.

Fakat insan kendisine bakarken böyle bakmamalıdır. O, kopabilecek zayıf bir pamuk ipliğine mi yoksa sağlam bir halata mı tutunduğunu sık sık gözden geçirmelidir. Belki her gün birkaç defa tutunduğu ipin kendisini taşıyıp taşıyamayacağını, onunla köprüleri geçip geçemeyeceğini, menzile ulaşıp ulaşamayacağını kontrol etmelidir. O, bütün haramlara karşı kararlı bir tavır alsa ve dinin bütün emirlerine sımsıkı sarılsa da kendisi adına sürekli endişe taşımalıdır.

Hz. Ömer’in şöyle dediği nakledilir: “Tek bir kişi haricinde herkes Cennet’e gidecek deseler, acaba o bir kişi ben miyim, diye endişe ederim.” Hâlbuki Hz. Ömer halife olduğu dönemde öyle büyük işler başarmıştır ki onun on senede gerçekleştirdiğini Osmanlılar yüz elli senede gerçekleştirememişlerdir. Muhtemelen onun bu konudaki mülâhazası şuydu: “Şayet benim yerimde Ebu Bekir olsaydı, bu yapılanların birkaç katını yapardı. Çünkü o, benim on senede yaptığımı iki buçuk senede yapmıştı.”

Bu sebeple insan çok büyük başarılara imza atsa, yaptığı çalışmalarla insanlığın önüne yeni ufuklar koysa, çağ kapayıp çağ açsa bile yine de gurura kapılmamalıdır. Yaptığı hiçbir işi takdir ve alkışa bağlamamalıdır. Amellerinin karşılığını ahirete bırakmalı, bunlar karşısında herhangi bir dünyevî beklentiye girmemelidir. Yani her şeyi sadece Allah için yapmalı ve bütün güzellikleri O’na nispet etmelidir.

Bir insan, meydana gelen başarıların Allah’a nispet edilmesinden ne kadar inşirah duyuyorsa, imanı o oranda kuvvetlidir. Allah’a gönülden inanmış bir mü’min, başarıların kendisine nispet edilmesinden fevkalâde rahatsızlık duyar ve “Neden insanlar böyle yakışıksız bir nispette bulundular?” der. Böyle bir düşünce küçük olanı büyük, damlayı derya, zerreyi güneş, hiç ender hiç olanı da her şey yapar.

Tercih Hatası Yapmama

Bu itibarla insan, tercihini doğru yapmalı. O, salonları veya meydanları doldurmuş pek çoğu itibarıyla da ne dediğinin farkında olmayan kalabalıkların “Seninle iftihar ediyoruz.” demelerindense, yerde ve gökteki bütün ruhanilerin, “Seninle iftihar ediyoruz.” demesini tercih etmelidir. Eğer tercihinizi uhrevî nimetler istikametinde kullanırsanız yani Allah’ı seçerseniz siz de O’nun tarafından “seçilmiş” olursunuz. Nitekim enbiya-i ızâm’a “Mustafeyne’l-Ahyâr (seçilmiş hayırlı insanlar)” denilmesinin sebebi, onların bu mevzuda isabetli bir tercihte bulunmalarından kaynaklanır. Burada seçim isabetli yapılmalıdır ki ahirette Cennet ve Cehennem’e gidecekler seçilirken doğru tarafta yer alabilelim.

Bir mü’minin kullukta derinleşme, i’lâ-i kelimetullah vazifesini deruhte etme, tevbe ve istiğfar kahramanı olma, Allah karşısında haşyetle gerilme, iç-dış bütünlüğünü yakalama, bütün başarıları Allah’tan bilme gibi hususlarda muvaffak olabilmesi kâmil bir imana sahip olmasına bağlıdır. Kur’ân, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler, iman edin.” (Nisâ sûresi, 4/136) buyurmak suretiyle mü’minlere sürekli imanlarını tazeleme ve imanda derinleşme yolunu gösteriyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ “İmanınızı yenileyiniz…” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359) sözleriyle aynı hususa dikkat çekiyor.

Bu açıdan insan her sabah güne uyanırken ter ü taze bir imanla o güne başlamaya azmetmelidir. Daha doğrusu her gününü imanda daha bir derinleşmek suretiyle canlandırmalı, hayattar hâle getirmelidir. İmanı arttıkça, “Allah’ım, nasıl olmuş da ben dün Seni böyle duyamamışım!” demelidir. Mâbud-u bi’l-hak ve Maksûd-u bi’l-istihkak olarak sadece O’nu görmelidir. Duyduğu, gördüğü her şeyi analiz ve sentezlere tabi tutarak onlardan yepyeni komprimeler çıkarmalı, yeni formüllere ulaşmalıdır. Hz. Pir’in yaklaşımıyla bir “Hel min mezîd” kahramanı olarak uğradığı her menzilde dağarcığını doldurmaya çalışmalı ve oradan başka bir menzile geçmelidir. Doyma bilmeyen bir arzuyla sürekli kanatları gergin hep yukarılara daha yukarılara daha yukarılara yükselmelidir.

Kulluktaki zaafiyet ve kabaran enaniyet

Soru: Enaniyet ve benliğin kuvvet bulmasının en önemli sebeplerinden biri olarak ubûdiyet zaafiyetine vurguda bulunuluyor. Ubûdiyet zaafiyetiyle enaniyetin kuvvet bulması arasında nasıl bir ilişki vardır?

Cevap:Arapça “a-b-d” kökünden türeyen ubûdiyet, insanın Cenâb-ı Hakk’a karşı sorumluluklarını yerine getirip kulluk şuuru içinde olması demektir. İbadet de aynı kökten gelir; ancak bu iki kelime arasında bazı mânâ farklılıkları vardır. Kısaca ifade edecek olursak ibadet; imana ait nazarî bilgilerin belli bir disiplin ve sistem içinde amelîye dönüşmesinin ad ve unvanıdır. Ubûdiyet ise insanın, hayatını kulluk şuuru içinde yaşaması demektir. Başka bir ifadeyle ibadet; emredildiği şekliyle kulluk sorumluluklarının yerine getirilmesi; ubûdiyet ise kullukta derinleşe derinleşe hayatın ihsan mülahazası içinde, hep O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla yaşanması mânâsına gelir.

İbadetlerini vicdanında derinlemesine duyarak yerine getiren, temrin yapa yapa kullukta derinleşen, ubûdiyet mülahazasına kilitli bir kul başka kulluklardan sıyrılmış olur. Zaten başkalarına kulluktan sıyrılmanın tek yolu, Allah’a hakikî mânâda kul olmaktan geçer. O’na kul olmayanlar ise mahlûkatın sayısınca değişik güç ve kuvvet sahiplerine, totem, ikon ve putlara kul, köle olur.

Esasında kendisine karşı ibadet edilmeye layık olan tek varlık Allah’tır (celle celâluhû). Tasavvuftaki ifadesiyle O, Mâbud-u Mutlak ve Maksûd-u bi’l-İstihkak’tır. Yani ibadet edip hayatımızın her anında O’na karşı kulluk şuuruyla hareket etmemiz O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Farklı bir ifadeyle Allah, Allah olduğu için maksuttur; Allah, Allah olduğu için mahbuptur ve Allah, Allah olduğu için mâbuttur. Dolayısıyla hiçbir şekilde hakkı olmadığı ve layık bulunmadığı hâlde değişik inhiraf ve sapıklıklar neticesinde kendisine tapılan totem, mit, ikon, put gibi şeyler apaçık küfür ve dalalettir. Mâbud-u Hakikî ise tektir, o da Allah’tır (celle celâluhû).

İşte böyle bir ubûdiyet mülahazasına kilitli kul, Allah’tan başka hiç kimse karşısında bel kırmayı, boyun bükmeyi, baş eğmeyi düşünmediği gibi, kendisini de hiçbir zaman diğer insanlardan üstün ve farklı görmez, kul olmaktan öte kendine bir yer ve konum belirlemez. O, her zaman kendisinin Mâbud-u Mutlak karşısında boynu tasmalı, kulağı küpeli ve ayağı prangalı bir köle olduğunun idrakindedir. Böyle birisi nefsini, enaniyetini ve benliğini kulluk potası içinde erittiğinden, mazhar olduğu bütün güzellikleri ve elde ettiği bütün başarıları da hep O’na bağlar. Belki nefsinin aldatmasıyla bazen boyunu aşkın muvaffakiyetler karşısında bir baş dönmesi, bir bakış bulanması yaşayabilir; ama o, hemen her zaman ruhunda mündemiç bulunan ubûdiyet duygusuyla, içinde kabarabilecek bu tür menfi duyguları baskı altına alır.

Ters orantı

Görüldüğü gibi kulluktaki derinleşme ile enaniyet ve benliğin kuvvetlenmesi arasında makûsen mütenasip (ters orantılı) bir durum vardır. Yani bir insan, Allah’a karşı kullukta ne kadar derinleşirse, nefis, enaniyet ve bencilliğine karşı o kadar temkinli davranıp içindeki menfi duyguları o ölçüde kontrol altına alabilir. Allah’a ubûdiyetten uzak duran kişi ise, kulluktan uzaklaşmanın derecesine göre bencilleşir, egoist ve hatta egosantrist olur. Çünkü o, kendini kendine hatırlatacak kulluk vazifesinden uzak bulunduğundan zamanla kim olduğunu unutur da elde ettiği bütün başarıları kendine mâl eder. Hatta başkalarının yaptığı güzel işlerin bile bir yönüyle kendisiyle irtibatlandırılmasını arzu eder. Dolayısıyla başarı, alkış ve takdirler bir girdap gibi sürekli onu kendi içine doğru çeker.

Hâlbuki Hak karşısında el pençe divan duran, hayatının her karesini böyle bir şuurla geçiren insan kim olduğunu hiçbir zaman unutmaz. O her zaman, boynu tasmalı, ayağı prangalı, âciz, zayıf, fâni bir varlık olduğu şuuruyla hareket eder; böyle bir acz u fakr duygusu onda ibadet ve ubûdiyet için sürekli “Daha yok mu?” arzusunu tetikler. Ne kadar ibadet yaparsa yapsın, isterse her gün bin rekât namaz kılsın, yine de onun ağzından, sürekli “Allah’ım! Sana hakkıyla ibadet yapamadım! Ey her şeyden daha açık daha seçik bilinen Zât! Seni hakkıyla bilemedim. Bilseydim zaten erir giderdim. Ey şükür hakkı olan Allah’ım! Sana hakkıyla şükredemedim.” cümleleri dökülür. Zira böyle bir kul bilir ki, yapmış olduğu ibadetler, mazhar olduğu nimetlerin yanında bir hiç hükmündedir.

Sınırsız nimetler sonsuz şükür ister

Hakikaten bir insanın, cansız görülen varlıklar seviyesinde kalmayıp hayata mazhar olması, bitki ve hayvan değil de şuurlu bir varlık mazhariyetine ermesi, bunun da ötesinde Allah’ı bilip tanıması, iman gibi sırlı bir anahtarla ebediyetin kapılarını açma fırsatını elde etmesi, Cennet’e liyakat yolunu takip etmesi öyle büyük nimetlerdir ki, bunların dünyada bir bedeli yoktur. Bu sonsuz nimetleri ihsan eden ise, Cenâb-ı Hak’tır.

Eğer bir insan bütün bu nimetlerin farkında olur, O’na teveccüh eder, kullukta derinleşir, “hel min mezid/dahası yok mu” kahramanı kesilir, sürekli mârifet, muhabbet ve aşk u iştiyakını artırmaya çalışırsa, Allah da lütuf ve keremiyle onu enaniyet ve bencillik girdabından kurtarır. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle;

Sen Mevlâ’yı seven de
Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında
Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen
Allah ecrin vermez mi?

Aslında Allah (celle celâluhû), bin bir hâdise ile her an bize kendini ifade buyuruyor. Buna mukabil biz de, bu hâdiseleri sistemli ve disiplinli bir tefekkürle, dikkat ve teyakkuzla takip etmeye çalışır, ayrı ayrı kareleri yan yana getirerek bütününün birden ifade ettiği mânâyı anlamaya çabalar ve farklı farklı yollar araştırarak hep O’na yürüme gayreti içinde olursak, O da bizi yarı yolda bırakmayacaktır. Zira O, bugüne kadar kendisine yürüyen hiç kimseyi yolda bırakmamıştır.

Enaniyet çağında ubûdiyet iksiri

Tarih boyu gündüzler geceleri, geceler gündüzleri takip edip durmuştur. Kimi zaman toprak semaya inat; sema, “gözlerin kuruması murat” demiş, zemin bir baştan bir başa çöle dönmüştür. Ama kimi zaman da semadan sağanak sağanak rahmet yağmış, yer yediveren, yedi yüz veren başaklara beşiklik etmiştir. Evet, kimi zaman aydınlık karanlığa galebe çalmış, karanlık ise iyice büzüşmüştür. Ruhanilerin ve meleklerin atmosferi, şeytanların atmosferini hâkimiyet altına almış, farklı bir ifadeyle melekûtî durum, mülkî durum üzerinde hâkimiyet tesis etmiştir. Devr-i risalet-penahiyi bu aydınlık dönemlere birinci derecede örnek gösterebilirsiniz. O dönemde, âdeta şeytanların gezecekleri, oturup kalkacakları, yiyip içecekleri, yatacakları vs. müsait bir zemin ve atmosfer kalmamıştır. Daha sonraki dönemlerde de buna benzer parlak dönemler olmuştur.

Günümüzde de vücudunun bütün zerreleriyle Allah’a kul olduğunu duyan, hisseden, ihsaslarını aşkın ihtisaslarıyla sürekli O’nunla beraber olduğu şuuruyla yaşayan insanların sayısı az değildir. Zaten öyle olmasaydı, bu arz, yörüngesinde durmazdı. Zira Allah (celle celâluhû) kendisine halis kulluk yapan insanların adesesiyle yeryüzüne bakar; bizim gibi mücrim, günahkâr, düşe kalka yürüyen insanları da mânen görkemli olan o insanların hürmetine bağışlar; onların yüzü suyu hürmetine kâinata bir ömür daha biçer ve onlar hatırına onu yerle bir etmez.

Her ne kadar günümüz enaniyet çağı olsa da, inşallah ibadet ve ubûdiyet adına güzel bir dönem başlamıştır. Zaten karanlığın son noktası, aydınlığın başlamasına işaret eder. Şafaktan evvel ufukta bir kararma olur. Fakat bu, son kararmadır. Tabir caizse, gecenin kendisine has hususiyetlerinin son kez püskürmesi demektir. Evet, son hıncıyla karanlıklar bir kere daha bütün ufku sararlar; fakat bir de bakarsınız, arkadan bir fecr-i kâzip zuhur eder. O, her ne kadar yalancı bir fecir olsa da, aynı zamanda fecr-i sâdıkın en doğru şahididir. Zira o, şimdiye kadar hiç yanıltmamış, ne zaman fecr-i kâzip doğmuşsa kısa bir zaman sonra ardından fecr-i sâdık zuhur etmiştir.

Hâsılı, enaniyet çağında bile olsa insan, Cenâb-ı Hakk’a karşı ibadet ve ubûdiyette ne kadar derinleşirse, enaniyet o ölçüde ondan elini eteğini çekecek ve bencilliğin alanı yavaş yavaş daralacaktır. Nasıl ki, ışık dairesi genişledikçe zulmet dairesi daralıyor; aynen öyle de, ubûdiyetle enaniyet arasında böyle bir zıtlık vardır. Birisi, diğerinin rağmına gelişir. Bir insan ubûdiyette ne kadar derinleşirse, o ölçüde enaniyette sığlaşır. Zamanla o insan her şeyi kudret-i ilâhiyeye bağlar, ortaya koyduğu başarıların kıymetini ise, O’nun rıza ve teveccühünün bulunup bulunmamasına göre değerlendirir ve neticede enaniyet ve benlik itibarıyla tamamen erir, kendini görmez olur, hep O’nu söyler, gezdiği her yerde O’nu haykırır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.