• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Kültür Müslümanlığı ve Tahkîkî İman

Taklidî İman

Taklit; başkasının fikir ve düşüncelerini doğruluğunu test etmeden kabullenmek, onun hal ve hareketlerini tekrarlamak, ona benzemeye çalışmak ve bir şeyin "kalp"ını yapmak demektir. Bir insanın, bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden, anne-babasından ve çevresinden görüp işittiği şekilde inanmasına ve inandığı esasların doğruluk derecesini ve hakikatini araştırmadan onları kabul etmesine "taklîdî iman" denir.

Tahkik ise; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikata ulaşmak için çalışıp didinmek, cehd ve gayret göstermek demektir. İman esaslarının mahiyet ve hakikatini araştırıp soruşturduktan sonra yani tahkik sonucu ulaşılan imana da "tahkîkî iman" denir.

Taklit bütün bütün mezmum değildir, peygamberler ve hak dostları gibi taklit edilmesi faydalı hatta gerekli olan şahıslar da vardır. Bu, özleri sâfi, düşünceleri duru; kafaları Hak'la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanları taklit doğruya yönlendirici ve maddî ma'nevî huzura erdiricidir. Bu taklitte, hürriyet ve iradeyi nefy ve inkâr yoktur; bilakis hürriyet ve iradeyi müdafaa ama su-i istimale de meydan vermeme vardır. Zararlı taklit ise, akl-i selim kâle alınmadan, müspet fenlerin ortaya koyduğu neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların düşüncelerini benimsemesi ve onların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânasına hakarettir ve insanı, kendi gibi aciz ve zayıf varlıklara köle yapar.

Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumunu duymadan, görüp duyduğu gibi, inanması ve netice itibarıyla da davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla da "ilm-i yakîn" bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîcî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Ayrıca, fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklit müslümanları mukavemet edemezler. Bu bakımdan da –bilhassa günümüzde- tahkîkî imana ulaşma yollarının araştırılmasına ve bu konuda insanların uyarılmasına ihtiyaç hatta zaruret vardır.

Kaldı ki, Kur'an-ı Kerim, yer yer, duygu, düşünce ve bakışlarımıza hep yeni yeni şeyler sunmakta ve bize daima yeni ve isabetli bakış açıları kazandırmaktadır. Dahası, İlâhî beyanın takriben beşte biri insanı araştırmaya, âfakî ve enfüsî tetkîk ve tefekküre teşvik ederek "tahkîk"in önemini göstermektedir.

Tahkîkî imanı kazanma ve hakikate ulaşmanın yolları hakkında farklı farklı mütalaalar vardır. Mesela; insanı tamamen aklî bir varlık olarak gören ve havass-ı hamse (beş duyu organı) ile gelen malzemenin aklın kurallarına göre şekillendiği zaman doğru bir bilgiye ulaşılabileceğini savunan Meşşaîlere göre hakikate akılla varılır. Akılcı Meşşaiye'ye karşı çıkan Sühreverdi ve diğer İşrâkiye müntesipleri ise, hakikate akıl yoluyla değil sezgi yoluyla varılabileceğini savunurlar. Tasavvuf dilinde işrak, sezgi yoluyla bilgi edinme manasına gelir. İşrakiyyun, aklın insanı belli bir sınıra kadar götürdüğüne, onun yanlızca kavrama gücü sınırlı bir ölçü olduğuna, hakikatin aklın ötesinde kaldığına inanır ve aklın yerine sezgiyi koyarlar. İlâhi hakikatlere ulaşmanın tek yolunun sezgi olduğunu söylerler. Hakikate, Cenâb-ı Hakk'ın insanın içini açmasıyla ve içinde bir inşirah yaratmasıyla ulaşılabileceğine inanırlar. "Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm'a açar." (En'am, 6/125) mealindeki ayet-i kerimede de bu hususa işaret vardır. Evet, bir insanın kalbinin inşirahla dolması, Allah'tan gelen bir nur ve bir ışıkla olur.

Bu düşünce, imanın tarifiyle ve tarifte kullanılan ifadelerle de uyuşmaktadır. İman, Sa'd-ı Taftazani'nin ifadesiyle; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur." Yani iman, insanın aklını kullanması veya âfâkî–enfusî tefekkürü sonunda, Cenâb-ı Hakk'ın murâd-ı sübhânîsiyle onun içinde yaktığı bir ışıktır, bir nurdur. Demek ki, bir işrak ve bir cezb ü incizâb sözkonusu olabilir; fakat, usulu'd-din uleması, insanın âfakî–enfusî tefekkürü, araştırması, o mevzuudaki cehd u gayretini de nazara verdikten sonra, "iman Cenâb-ı Hakk'ın, murad buyurursa, kalbde hasıl edeceği bir nurdur" derler. Eserlerinde bu tarife de yer veren Bediuzzaman hazretleri "iman, Şems-i Ezeliden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kainatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve keza, iman, Şems-i Ezeliden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tuba gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider." der.

Tahkîkî İmana Giden Yollar

Tahkik meselesine gelince; sofîlere ya da işrak yolunda yürüyenlere göre hakiki iman biraz da Cenab-ı Hakk'ın zatını bilmeye bağlıdır. Deliller, Zat-ı uluhiyetin bilinmesinde tek başına yeterli değildir. İnsan, kainat kitabını elli defa hallac etse, kendisindeki hilkat eserlerini ve tevhid delillerini de görse, yine de Zat-ı uluhiyeti bilemeyebilir. Öyle bir yolla, insan ancak Zat-ı uluhiyetin varlığı konusunda bir fikir ve kanaata sahip olur. Cenab-ı Hak, o fikir ve kanaati, insanın içinde bir iz'an haline getirirse Zat-ı uluhiyet de duyulabilir. Fakat, Üstad Bediüzzaman, mutasavvıf ve mütekellimlerde gördüğü ifrat ve tefrit üzerine, Fahreddin-i Razi ile Muhyiddin İbn Arabi arasında meydana gelen bir diyalogu hatırlatarak der ki: "Evet, ilm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'ân-ı Hakîm'den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak namına istihdam eder. Her şey mir'at-ı marifet olur."

Evet, Allah'ı bilmek Zâtını bilmekten farklı şeydir. Zat-ı Ulûhiyet'in bilinmesi, insanın içindeki bir inkişafa vâbestedir. O, bazen bir hads ile bilinir ve insan entüvisyon da diyebileceğimiz çok küçük bir sezmeyle birdenbire çok büyük bir hakikate ulaşabilir. Bir karıncanın hareketinden aniden bir Zat-ı Ulûhiyet hakikatine intikâl edebilir. Hem öyle intikâl eder ki, artık iman o şahsın içine yerleşir.. yerleşir de, o kul Zat-ı uluhiyet için "Şu anda bana şah damarımdan daha yakın ama aynı zamanda bütün sistemleri de O idare ediyor." der ve tam olarak hisseder bu dediğini.

Ancak, kanaât-i âcizânemce, herkes için geçerli olan tahkik yolu araştırma, tedkik, o mevzuda isteklilik, süreklilik, ısrar ve temâdî ile beraber ibadette derinleşme yoludur. Şart-ı âdî planında iradeyi öne çıkaranlar ve Maturîdî eğiliminde bulunanlar için bu yol Cenab-ı Hakk'ın lûtfetmesi adına daha geçerli bir sebeptir. İnsanlar araştırma mevzuunda hem ciddi, kararlı ve sürekli olurlar, hem de elde ettikleri bilgileri ibadette derinleşme hesabına kullanırlarsa bugün olmazsa yarın tahkîke ulaşabilirler. Kant da, Saf Aklın Kritiği'nde, Allah'ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Evet, güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. Tecrübe ve uygulamadan yoksun, amel ve ibadetten mahrum bir insan, kütüphaneler dolusu kitap okusa da, vicdanında duyulması gerekenleri kat'iyen duyamaz; sadece delillere dayanarak kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiçbir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. Öyleyse, vicdan mekanizmasını işlettirmek ve ondan semere almak için insan "salih amel"e yapışmalı, çokça ibadet etmeli, ibadeti tabiatının bir yanı haline getirmelidir. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması ya da en az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ibadetle cilalanması ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa, iman zayıf bir lehimle tutturulmuş gibi olur. O da, nâmüsait şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider. İşte, tahkike ulaşmak, belki senelerce sürecek olan bir ibadet cehd u gayretine bağlıdır. Fakat, böyle bir cehd neticesinde tahkîkî iman hedefine ulaşan bir kulun karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da -Allah'ın izniyle- ona hiçbir zarar dokunmaz.

Burada unutulmaması gereken bir husus daha vardır: Bir Yaratıcının, halkeden bir gücün mevcudiyetine inanma başkadır, Zât-ı Ulûhiyeti "Huve" lafzının delâleti ölçüsünde "min haysü huve huve" deyip tanıma daha başkadır. Biz O'nu, Rahman, Rahîm, Ehad... gibi isimleriyle; hayat, ilim, irade... gibi sıfatlarıyla tanımaya çalışsak da, yine de O'nu tam bildiğimizi iddia edemeyiz ve "el-aczü anil idraki idrakün=İnsanın, O'nu idrak etmekten aciz olduğunu anlaması idraktir" mülahazasına sığınırız. Böyle bir idrak de yine Cenâb-ı Hakk'ın hidayetine bağlıdır.

Dolayısıyla, tahkîkîn değişik mertebe ve merhaleleri vardır. Bir mertebede siz, tekvînî emirleri okuyarak, teşrîî emirlere bakarak, âfâkı ve enfüsü tetkîk ederek size ârız olan şüphe, tereddüt ve engellerden kurtulur; gönlünüzün Allah'la buluşmasını sağlarsınız ve şöyle-böyle iman hakikatini duyma ufkuna ulaşırsınız. Dolayısıyla bir Mevcud-u Meçhul'un var olduğuna tam iman edersiniz. Fakat sizin için bir de bir Mevcudu Maruf'a ulaşma sözkonusudur. Evet, O ihata edilemez.. O'nu idrak edememe, idraktir.. O'nu bilememe, bilmedir.. işte bu mülahazalara sâdık kalmakla beraber, O'nu o delillerin ifade ettiğinin çok üstünde anlamanız, bilmeniz ve kabullenmeniz de mümkündür. Bu manada O'nu bilmeniz, tamamen O'nun sıfât-ı Sübhaniyesiyle kuşatılmanız ve bir lahza bile fasıla olmaksızın O'nun tarafından görülüp gözetildiğinize inanmanız demektir. El ve ayaklarınızı hareket ettirirken dahi O'nun huzurunda bulunduğunuz mülahazasıyla hareket ettirmeniz demektir. Bu mertebede, kendinizi zorlamanız, öyle düşünmeye ve o tür mülahazalara girmeye çalışmanız da gerekmez. Orada her şey tabiidir, zorlamadan, doğrudan doğruya öyle bir hâle girersiniz ki, O'nu daima yanınızda hissedersiniz. Hayatınızın her saniyesinde, her sâlisesinde, O'nun hakimiyetini görür, her işinizde O'nun tasarrufuna şahit olursunuz. Hatta bazen tenzîhin sıkıntılarını çekebileceğiniz bir maiyyet ufkunu bile yakalarsınız.. yakalar ve burnunuzu silme, yeme, içme.. gibi bazı beşerî ihtiyaçları kendinize yakıştıramaz; "Ben, O'na bu kadar yakınken, bendeki her şeyin O'na ait olduğunu bu kadar hissetmişken cismaniyete ait bu şeyler de ne oluyor?" der, bunlarda tenzihte zorlanırsınız. İşte bu da bir Zât-ı Ulûhiyeti bilme demektir ve bu, tahkîkin mertebe-i kusvâsıdır. Ne var ki, bu mazhariyet herkese müyesser değildir.

Allahım, Bizi Taklitten Kurtar!

Tahkîkî imana ulaşma vesileleri ve süresi fıtrattan fıtrata göre de değişebilir. Tahkike erme ve imanda derinleşme mevzuunda bazıları için bir ân-ı seyyale yetebilir. Bazıları içinse seneler gereklidir. Kimileri araştırma ve tetkikte gerekli olan azmi ortaya koyamamış olabilirler. Kimileri zaviyeyi yakalayamamıştır, bakış açıları yanlıştır. Kimileri de aşmaları gerekli olan bazı engelleri aşamamışlardır; mesela, hâlâ "ben" diyor ve kibirleniyorlardır. Oysa ki, bir mahiyette iki "ben" olmaz. O bütün benliğimize hâkim ise, onun "Ben" dediği yerde ikinci bir "ben" sesi olmamalı. İnsan kendisini nefyetmeli ki, isbata ulaşabilsin.. kendini "illa"nın berisinde tutmalı, "illa"nın ötesini sadece O'na bırakmalı ki hakîki tevhide ersin. O noktaya ulaşabilmek için azim, kararlılık ve temadî gereklidir; kibirden, bencillikten, kendini beğenmekten ve yaptığı işleri kendine mâl ederek şirke düşmekten sakınmak lazımdır. Evet, her şeyi Sahibine vermelisin ki, Sahib kendisini ifade etsin senin mahiyetinde. Sen bazı fiilleri kendine mâl eder, –hâşâ ve kellâ- onların gerçek Sahibini dışlarsan; eğer "düşündüm, ettim, yaptım" dersen, hakîki imana ulaşman veya iman-ı tahkîkînin semerelerini elde etmen imkansızdır. Bazen, böyle bir şirke düşsen de Allah Teala önce sana imhal imhal üstüne mehil verebilir. Bir daha kendini kontrol etmen ve gönlünü teste tabi tutman için sana süre tanınabilir. Hatandan döner, tevbe ve istiğfarla O'nun rahmet kapısına yönelirsen, bir kere daha sana kurtulma ve tahkike erme fırsatı doğar; aksi taktirde, sağlam zannettiğin iman direğinin kırılması, hayat enkazının altında kalman an meselesidir.

Bazıları senelerce oldukları yerde mübtediyâne kalırlar. Belki çok okurlar, çok kitap karıştırırlar; âleme de ders verirler, kendileri anlamış gibi başka insanların huzurunda ahkam keserler. Ne var ki, kendileri bir ömür boyu kat'iyen Allah'ı bilememişlerdir. Sadece, bir yaratıcının varlığına taklîdî olarak inanmışlardır. Oysa, ehl-i sünnet imamlarından bazıları göreneğe dayalı imanın makbul olmadığı kanaatindedirler. Öyleyse, herkes kendi düşünce ve inanç sistemini, tıpkı bir çorabı söküyor gibi söküp, yeniden örgülemelidir.. "Ben şunu böyle kabullenmiştim ama işin hakikati nedir acaba?" deyip inandığı esasları kalb ve kafa süzgecinden geçirerek kendine mal etmelidir. Üstad Hazretlerinin şeytanla mülakatında yaptığı şekilde, "Bunu şöyle farz edelim.. şuna şöyle yok diyelim.. eğer şöyle dersen..." gibi değişik ihtimallerin hepsi üzerinde kendi tahkîk, tedkik ve araştırmalarına göre düşünce ve inanç sistemini yeni baştan inşa ve tahkim etmelidir.

Biz bu telakkiyi ve üsûlu'd-din imamlarının bu mevzuudaki mülahazalarını nazar-ı itibara almasak ve "Allah'ın rahmeti geniştir, o rahmetten taklitçiler bile istifade edebilirler" desek bile asıl matlub olan tahkike ulaşmaktır. Hazreti Üstad da eserlerinde hep tahkik yolunu göstermiştir. O, tahkik adına ortaya koyduğu eserleriyle, sergilediği tahkik yörüngeli tavırlarıyla, dile getirdiği tahkîk desenli nasihatlarıyla milletin hakikî imana ulaşması için üzerine düşen vazifeyi tam eda etmiştir. O yapması gerekli olan hizmeti yapmıştır ama tahkîkin sonucunu hâsıl etmeye onun gücü yetmez. Bu konuda, sizin Allah'a, Hazreti Kur'an'a ve Peygamber Efendimize teveccühünüz ve günümüzde Kur'an'ı Kerim'in tercümanı olmaları itibarıyla, iman hakikatlerini anlatan eserlere itimadınız lazımdır.

Hasılı, her insan kendi inanç, düşünce, anlayış ve iman dünyasını yeniden bizzat kendisi inşâ etmelidir ki imanıyla ayakta durabilisin. Yoksa, bir insan, başkaları tarafından kendisine empoze edilmiş bir inanç sistemiyle, yani taklidî imanla yerinde çok sağlam duramayabilir. Nitekim, taklîdin hüküm fermâ olduğu bir dönemde, akide adına ortaya atılan bir kısım şüpheler karşısında sarsılmadık insan kalmamış, Hazreti Üstad'ın lâhikalarda dediği gibi, kırk kişiden otuzsekizi sarsılmıştı. Öyleyse, insanın çok sağlam kulplara tutunması, Urvet-ül-Vüskâ'ya sıkı sıkıya yapışması lazımdır ki o sapasağlam kulp da tahkîkî imandır. Aksi taktirde –Allah korusun- insan her an sarsılıp düşmekle karşı karşıyadır.

Bununla beraber, en az tahkik kadar, belki ondan da önemli bir şey daha vardır; o da, Allah'a çok itimat etmek, O'na çok güvenmek ve her an O'na sığınmaktır. Siz bana sorsanız ve deseniz ki, "Biz sabah–akşam bin defa "Allah'ım, Sensiz edemeyiz; elimizden tut, bizi yanlız bırakma! diyoruz. Bu kadarı yeterli midir?" Ben de derim ki, "Bin defa daha deseniz daha iyi olur." Çünkü, o kadarına bizim ihtiyacımız var. Sakın, hiç kimse hâl-i hazırdaki durumuna güvenmesin, şu anki konumuna itimat etmesin. Maalesef, çoğumuz bir yalan üzerinde duruyoruz. Ma'siyetler karşısındaki zaaflarımız bu yalanların emareleridir. Cismaniyete ait bir kısım boşluklarımız durduğumuz yerin çatırdadığının işaretleridir. Dünya karşısında mümince bir duruş sergileyemiyorsak, beklentisiz olamıyor ve "Bir kuruş gelmese de olur, evim-barkım olmasa da olur" diyecek babayiğitliği ortaya koyamıyorsak yıkılma temayülleri gösteriyoruz demektir. Bu zaaf ve boşlukların hepsinden bizi avlayabilirler. Şeytan avlayabilir, şeytanın insî ve cinnî avanesi avlayabilir, nefs-i emmare avlayabilir. Evet, Allah tutmazsa ayakta duramayız. O'ndan diliyor ve dileniyoruz: Bizi taklitten ve mukallitlikten kurtarsın; tahkîke ve hakiki mü'min olmaya ulaştırsın.

Kültürler ağında yeni nesil

Bugünkü nesiller, özellikle de buradaki (Amerika) gibi yabancı bir ülkede yetişen çocuklarımız değişik din, kültür ve anlayışların arasında kalıyor. İslâmiyete ait bazı hususiyetleri görüp tanıdıkları gibi Hıristiyanlık, Yahudilik ve hatta Brahmanizm ve Budizmle alâkalı bazı şeylerle de karşılaşıyorlar.

Evvelâ belirtmeliyim ki, Batı dünyası İslâm’a muhtaçtır ve dinimizden, kültürümüzden alacağı çok şey vardır. Bizim de dinimizin kurallarına göre mahzursuz olan bazı şeyleri onlardan almamız tabiî ve mümkündür. Zaten bu alış-veriş tarih boyu hep olagelmiştir. İslâm’a giren milletler kendileriyle beraber geçmişten getirdikleri çok şeyi de onun içine sokmuşlardır. İslâm’ın vize verdiği ve mahzursuz gördüğü hususlar olmuştur. O milletlerin örf, âdet, an’ane ve gelenekleri içinde öyle şeyler vardır ki, bunlar dinin yasaklarına girmediğinden, insanlarla beraber Müslüman olmuştur.

Mesela, Asya steplerinde yaşayanların kendilerine göre âdet ve gelenekleri vardı. Onlardan Kur’ân’ın ve sünnetin “Hayır” demediği hususlar aynen kalmıştı. Bunlar, usul-i dinle alâkalı şeyler değildi; yani, âmentünün şartlarıyla alâkalı değildi; namaz için abdestin lüzumu gibi İslâm’ın esaslarıyla alâkalı şeyler de değildi. Teferruata ait meselelerdeki farklılıklardı. Ve örfler belli bir ölçüde ahkâma medar ve esas olmuştu. Zaten Hint Müslümanlığı, Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı vb. denilirken de esaslardaki farklılık değil; kültür farklılığından doğan hususlar kastedilmektedir.

Günümüzde de müşterek bir kültür doğabilir. Mesela, buradaki çocuklar birbirlerinden farklı düşünebilir; fakat herkes birbirini kabul eder. Onlar kalkar danseder, hoplar, zıplarlar; bu bizim kültürümüzde olmadığından dolayı bizim çocuklarımız bir yanda oturur. Onlar da, mesela, namaz kılarken bizimkileri normal kabul ederler. Bu, bir kültürün doğması demektir.

Ben bu durumu bazı şartlarına riayet edebilirsek bizim için kârlı görüyorum. Aksi halde, onlar bir Hıristiyan kültürü ve serbestliği içinde, ibâhiyye düşüncelerine bağlı olarak kendilerinin dışındaki herkesi ve her şeyi garip bulurlar. Dolayısıyla, ta’n-u teşnide bulunur, karşı tarafı ayıplarlar. Bizimkiler de onları öyle görünce çok lâubalî ve gayr-i ciddî bulurlar, onlar da karşı tarafı tuhaf görür, ayıplarlar. Bu kutuplaşma da, aradaki anlayış köprülerinin yıkılmasına sebep olur.

Bizim İslâmiyet gibi şaşmaz, şaşırtmaz bir dinamiğimiz var. Onu çocuklarımıza iyi öğretir, kendimiz de dinimizin gereğini yaşar ve onu temsil etmiş olursak başka kültürden insanlarla aynı atmosferi paylaşmak Allah’ın izin ve inâyetiyle kat’iyen bizim lehimize olacaktır. Problemler, hem fert hem de aile planında, bizim inançlarımızın hayatımıza aksetmemesinden kaynaklanmaktadır. Anne babalar, çocuklarını kendi din ve kültür şemsiyemiz altında büyütürlerse, yeni doğacak ortak kültürde kendimizi daha iyi ifade etme ve Rabb’imizi herkese duyurma fırsatları bulabiliriz. Fakat kendi değerlerimizi unutur ve çocuklarımızın Batı kültürüne esir olmasına göz yumarsak, Allah muhafaza onların ve kendi geleceğimizin hüsranını hazırlamış oluruz.

Kur'an Bahçesinin Rengârenk Çiçekleri

İman hakikatlerine tercüman olma ve dinî değerleri anlatma gayretindeki insanlar, bu vazifeyi eda ederken kullandıkları üslubu sürekli gözden geçirmeli; her gün farklı bir doğumun sancılarıyla kıvranıp durarak yeni yeni usuller geliştirmeli ve muhataplarının karşısına her zaman sürpriz argümanlarla çıkmaya çalışmalıdırlar. İşin özündeki saffeti korumak şartıyla, meseleleri hâlihazırdaki düşünce ve irfan ufku açısından yorumlamalı ve geçmişten süzülüp gelen değerleri düne göre daha yeni, daha berrak ve daha cazip bir yolla sunmalıdırlar. Hep aynı şeyleri tekrar etmek suretiyle en parlak hakikatleri bile matlaştırma gibi bir yanlışa asla düşmemeli; onlara her an ayrı bir buud ve zenginlik kazandırmalıdırlar. Nasıl ki, güzel güfteler farklı insanlar tarafından türlü türlü bestelenmekte ve farklı farklı icrâ edilmektedir; aynen öyle de, hak ve hakikati ilk günkü tazeliğiyle insanlara sunmanın yolu da, onu ilan ederken her defasında değişik bir nağme tutturmak ve yeni bir besteyle o güfteye ayrı bir mana katmaktır.

İçinde çeşit çeşit ağaçlar, renk renk meyveler ve bayıltan kokularıyla desen desen çiçekler bulunan muhteşem bir bahçe düşünün. Öyle heybetli ağaçları, o denli tatlı meyveleri ve o kadar güzel çiçekleri ilk defa gören bir insan o bahçeye girse, elbette ki bir ağaçtan öbürüne koşacak, her daldan başka bir meyve koparacak ve her çiçekten farklı bir koku alacaktır. O, el uzattığı her şeyi yepyeni bulacak, bu orijinalitenin şahlandırması ve coşturmasıyla ruhunda sürekli yeni renk, yeni tat ve yeni kokuların heyecanını duyacaktır. Dolayısıyla da, orada kat'iyen bir ülfete düşmeyecek ve asla bir bıkkınlık yaşamayacaktır.

Nitekim, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin tam tecellî edeceği öbür âlem anlatılırken, onun da insanı daima canlı tutan bir sürprizler diyarı olduğu vurgulanmaktadır. Kur'an-ı Kerim, mü'minler için hazırlanan Cennetleri tarif ederken, "Orada ne zaman, kendilerine bir şey ikram edilse, "Bu, daha önce de dünyada yediğimiz bir şey!" diyecekler; fakat o, dünyadakilerin aynısı olmayıp, benzeri olarak kendilerine sunulacak." (Bakara, 2/25) buyurmaktadır. İlahi beyandaki "Ve utû bihî müteşabiha" (dünya meyvelerinin aynısı değil, benzerleri verildi) ifadesi böyle bir yenilenmeyi ve birbirini takip eden sürprizleri nazara vermektedir. Evet, bazı yönleri itibarıyla dünyadakilere benzese bile aslında ilk defa sunulan, tatları önceden bilinmeyen ve tahmin bile edilemeyen o Cennet meyveleri kesintisiz bir surette ehl-i Cennetin iştahını kabartacaktır.

Derinliğe Açılmak İçin Yenilik ve Duruluk

İşte, o muhteşem bahçede ve mü'minleri bekleyen o Cennetlerde söz konusu olan yenilenme ve tazelenmelere benzer şekilde, hak ve hakikati anlatma hususunda da insanı ülfetten ve bıkkınlıktan uzak tutacak yeniliklere, farklı renk, farklı tat ve farklı şivelere ihtiyaç vardır.. tazeliğini devamlı koruyan değerleri her zaman dikkat çekici şekilde ve kendi cazibedar halleriyle sunabilmek için yeni besteler ve farklı üsluplar gerekmektedir.

Evet, tarih boyunca hemen her hareket, mebde'deki tazelik, duruluk ve orijinalliği ile gelişip boy atmış, büyüyüp yayılmış ve nihayet müntehadaki derinliğine ulaşmıştır. İslam'ın ilk senelerinde ve gönüllere taht kurduğu dönemde Sahabe efendilerimizde görülen coşku, heyecan ve kabına sığmama halinde de bu tazeliğin ve yeni oluşun tesiri çok büyüktür. O devirde her gün sürpriz bir ilahi emirle karşılaşan, yepyeni ayetlerin indiğine şahit olan ve İslam'ın başka bir esasıyla tanışan ashâb-ı kirâm, bunların herbiriyle yeni bir derinliğe daha açılmışlardır. Onlar hiçbir zaman yakaza halinden uzaklaşmamış ve temkinli tavırlarını bir an bile kaybetmemişlerdir ama gördükleri ilahî güzellikler karşısında sanki bir nevî mest ü mahmur yaşamışlardır. Mazhar oldukları nimetler sayesinde kendilerini sıra sıra ağaçlar, çeşit çeşit meyveler, renk renk çiçekler, şakır şakır akan ırmaklar, çaylar... arasında dolaşıyor gibi hissetmişlerdir. Adeta daha dünyadayken Cennet bahçelerine girmiş ve ebedî saadetle dudak dudağa gelmiş gibi bir hal sergilemişlerdir. Cennetin izdüşümünde bulunuyormuşçasına bir ömür sürdükleri için de hayatı rahatlıkla istihkâr edebilmiş ve o gölgenin hakikatına ulaşacakları mülahazasıyla her anlarını değerlendirerek etemmiyete, ekmeliyete ve rıdvana ulaşma hesabına çok güçlü sâikleri arkalarına almışlardır.

Bu açıdan, günümüzde de hak ve hakikati muhtaç sinelere gerektiği ölçüde duyurabilmek için, onları yeni bir sedâ, yeni bir söz, yeni bir eda, yeni bir üslup ve yeni bir icrâ ile ortaya koymak gerekmektedir. Şu kadar var ki, bazı mana ve muhtevaları yeni bir yolla sunmak, kat'iyen fantezi ve lüks peşine düşmek olarak anlaşılmamalıdır. Zira, temsil ettiğimiz hakikatlerin derinliği ve öz değerlerimizin renkliliği fantezilere ve lükslere ihtiyaç bırakmayacak kadar bizi her şeyden müstağnî kılacak mahiyettedir. Dolayısıyla, yeni bir ses, yeni bir eda ve yeni bir üslup ortaya konulurken, mesele Kur'an'dan öğrendiğimiz "tasrif" çerçevesinde ele alınmalıdır.

Tasrif: Evirip Çevirip Yeniden Ama Kendi Orijinalliğiyle Anlatma

Tasrif, bir şeyi evirip çevirerek değişik şekillere koymak demektir. Arapça dil bilgisi açısından bir kelimenin veya fiilin farklı zamanlara göre söylenişine ve bazı kaideler çerçevesinde kelimenin şeklinin değiştirilmesine de tasrif denmektedir. Kur'an-ı Kerim'in bir üslubu olarak ise; "tasrif", ulvi hakikatlerin ve ilahi emirlerin türlü türlü vesilelerle farklı zaviyelerden ele alınarak güzelce açıklanması; merhum Elmalılı'nın ifadesiyle, aynı anlayışın, aynı haberin, aynı müşahedenin bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetlerle anlatılması ve bazen de çok çeşitli âyetlerin bir âyete dökülüp kısa ve özlü bir sözle ifade edilmesi.. manasına gelmektedir.

Evet, Kur'an-ı Kerim, bazen değişik tenbih ve ihtarlarla gönüllere havf ve haşyet duygusu salar; bazen de iltifat ve müjdelerle kalblere reca hissi doldurur; kimi zaman insanı uzayın enginliklerinde gezdirir, kimi zaman da onun nazarını kendi gönlüne ve vicdanına çevirir; akla ve mantığa seslendiği aynı anda kalbe ve hissiyata da hitap eder. Mesela, Hazreti Musa (aleyhisselam)'ın hayatına dair bazı hadiseleri defalarca hatırlatır; fakat, her hadiseyi hemen her zaman farklı bir üslupla aktarır; surelerin umumi havasına ve o hadisenin ele alındığı yerdeki diğer ayetlerin muhtevasına göre değişik bir dil kullanır. Ayetin siyak ve sibakını (öncesini ve sonrasını) nazar-ı itibara alarak meseleleri başka başka kelimelerle dile getirir. Böylece, aynı mana ve muhtevaları farklı şekillerde ifade ederek, hem akla hem de kalbe sözünü dinletir; hem mü'mini hem de kafiri dize getirir; hem çok okumuş bir alime hem de mektep yüzü görmemiş bir kimseye derslerini verir.

Cenâb-ı Allah mealen, " Biz bu Kur'ân'da, insanlar için her türlü misal ve öğüdü, farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik. Fakat pek çoğu bunları anlamadı." (Kehf, 18/54) buyurarak böyle bir tasrife dikkat çekmektedir. Yağmurun, değişik mevsimlerde farklı yerlere çeşit çeşit şekillerde yağması; bazen ince ince çiselemesi, bazen de kar ve dolu halinde düşmesi, kimi zaman toprağı sulayıp bereket kaynağı olması, kimi zaman da sele dönüşüp her şeyi yıkıp geçmesi gibi, Kur'an'ın hakikatleri de muhatabın durumuna, yer aldığı surenin genel atmosferine ve öncesine-sonrasına göre farklı şekillerde seslendirilmektedir; bazen bir meltem gibi ruhları okşamakta, bazen de yıldırım ve gök gürültüsü olup kalblere ürperti salmaktadır. Zaten, yağmurun o değişik halleri "tasrif" kelimesiyle dile getirildiği gibi, Kur'an'ın bu farklı üslubu da aynı kelimeyle ifade edilmiştir.

Evet, Kur'an, hak ve hakikati farklı şekillerde ve değişik kalıplarda sunarak insanlarda her zaman yeni bir heyecan uyarmaktadır. Beyan-ı ilahînin bu üslubuna sık sık vurguda bulunan Merhum Allâme Hamdi Yazır'ın yaklaşımıyla, Kur'an'da her mânâ, kâh bir ses olup kulaklarda çınlar, kâh bir nakış olup gözlerde parıldar. Bu ses, bu nakış, kâh geçmişleri çekip getirir, kâh geleceklere alıp götürür; kâh bir nimetin cazibesi ile insanın iştihasını kabartıp iradeleri kamçılar ve kâh bir nikmet endişesiyle onun içine korkular saçarak kötülüklerden uzaklaştırır; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli keyfiyetler içinde dizilir, kulaklara dökülür; çeşitli şekiller kazanıp göz önüne konulur. Daha sonra bütün bunlar aynı mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup kalblere iner; derken o şuur ve idrak o kalbden yine aynı mânâ ile hareket eder, nefis ve beden tezgahından geçerek birbirine benzer şekillerde ve çeşitli keyfiyetlerde birer fiil olarak ortaya çıkar. İlm-i ilahîde m azmun ve mefhum itibarıyla aynı olan hakikatler, yine ilm-i ilahîde tercihi yapılan kalıplar içinde arz-ı endam eder. Bu suretle, anlatılan hadisenin hem siyak ve sibak açısından ifade ettiği mana derinlemesine ruhlara duyurulmuş hem de aynı kıssayı bir kere daha okuyan ve dinleyen insanların bıkkınlık hissetmemeleri sağlanmış olur. Böylece Kur'an, tasrifin hasıl ettiği tazelik ve yenilik sayesinde muhataplarını her defasında daha farklı iklimlere alır, götürür.

Şahıslara ve Ruh Haletlerine Göre Farklı Üslup

Ayrıca, insanlar tabiatları ve istidatları açısından farklı farklı yaratılmışlardır. Tasrif, aralarında farklılıklar bulunan insanlara Cenâb-ı Hakk'ın rahmet tecellî dalga boylu bir teveccühüdür. Allah Teala, hadiseleri, hak ve hakikatleri, emir ve nehiyleri, tembih ve teşvikleri, maruf ve münker çerçevesinde zikrettiği hususları çok çeşitli kıyafetler içerisinde, çok farklı kalıplarda ve değişik hitap tarzlarıyla ifade ederek farklı istidatlardaki bütün insanların istifade etmesine zemin hazırlamıştır. Vahyi alma ve anlama bakımından bir Peygamberin özel donanımı ile kendisine anlatılan bir hususu anlamakta zorlanan herhangi bir insanın durumu bir değildir. Fakat, Cenâb-ı Hakk'ın mesajı ikisini de muhatap almaktadır. Şu kadar var ki, belki, bir Peygamber her şeyden önce Hazreti Musa'nın, uluhiyet hakikati karşısındaki saygısını okuyup daha bir haşyetle dolarken, bir çoban da o yüce Peygamber'in asâsına dikkat kesilip onunla meşgul olacaktır. Bir zengin, özellikle Karun'un ve hazinelerinin akıbetini düşünüp Allah'a şükür duygularıyla dolarken, bir fakir de Hakk'ın en sadık kullarının hangi yokluklar içinde yaşadıklarını öğrenip ibret alarak sabra sığınacaktır. İşte, Cenâb-ı Hak, hakikatleri öyle değişik kalıplar içinde anlatmıştır ki, her insan mutlaka onlarda kendine dair bir şey bulabilmektedir. Zira, Kur'ân ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet etmektedir. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, avâmın en ümmîsi ile havassın en ehassı omuz omuza, diz dize verip beraberce Kur'ân dersi dinleyip istifade etmektedir; demek ki, Kur'ân-ı Kerîm öyle bir üsluba sahiptir ki, binlerce muhtelif tabakada olan akıl, fikir, kalb ve ruh sahiplerinin hepsi onun sofrasında kendi gıdalarını bulabilmektedir.

Diğer taraftan, insan ruh haleti itibarıyla her zaman bir değildir. O yirmidört saat içinde hayat-ı nebatiyeden hayat-ı hayvaniyeye, hayat-ı hayvaniyeden hayat-ı insaniyeye, hayat-ı insaniyeden de kamil insan seviyesine seyahatler edip durmaktadır. İnsan-ı kamil dediğimiz seviyenin de kendi içinde belki yüz tane izafî mertebesi vardır. İşte, gün boyunca bu mertebeler arası gidip gelen ve bu farklılıkları yaşayan insan, günün her saatinde hak ve hakikate aynı ölçüde yönelemeyebilir. Bu açıdan, bazen şu ayet, bazen de diğeri, kimi zaman şu üslup bir başka zaman da öbürü onun gönlünde daha büyük tesir bırakabilir. Bugünün diliyle diyecek olursak, günün şu saatinde ayetin şu versiyonu sizin ruh haletinize daha uygun bir iksir olabilir. Günün bir başka diliminde, değişik tesirler altında kalmış ve farklı mülahazaların bombardımanına uğramışsanız, o zaman da ayetin diğer versiyonu sizin derdinize tam derman ve yaranıza hakiki panzehir olarak imdadınıza yetişir. Öyle ki, siz duyduğunuz ilahi mesaj karşısında "Tam bana göre, tam benim durumumu şerh ediyor!" demekten kendinizi alamazsınız.

Kur'an İle Tefe'ül

Bildiğiniz gibi, bir kitabı gelişigüzel açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ondan bir mesaj çıkarmaya tefe'ül denmektedir. Kur'an-ı Kerim'de, inançsızların anlatıldığı ve onların tehdit edildiği pek çok ayet bulunduğu için, tefe'ülünde bu ayetlerden biri çıkınca insanın ümitsizliğe düşme ihtimali olduğundan dolayı ve objektif bir kural olarak kabul edilemeyeceğini göstermek maksadıyla İslam uleması Kur'an ile tefe'ülde bulunmaya taraftar olmamışlardır. Bununla beraber, Şah Veliyullah Dihlevî gibi büyükler arasında Kur'an ayetleriyle tefe'ülde bulunanlar da vardır. Şahsen, objektif bir kural gibi kabul etmesem bile, benim de sıkıntılı anlarımda Kur'an ile tefe'ül ettiğim olur. Kur'an'ı açıp O'na sığındığım zaman, "Allah'ım, bu Senin kelamın; ben Senin hâlâ konuştuğuna inanıyorum. Sen bir dönemde Peygamber Efendimiz'le konuştun.. sahabe efendilerimizle konuştun.. Sen mekandan, zamandan münezzehsin; mekan da, zaman da Senin tasarrufun altındadır.. Sen her zaman konuşursun, Kur'an Senin her asra hitab eden beyanın. Bu Kitab-ı Hakîm Efendimize, ashab-ı güzîne ve selef-i salihîne çok hakikatlerin kapısını açtığı gibi bugünün insanlarına da bazı şeyler fısıldayabilir." der ve bu duygularla bazı ayetlere bakarım.. dikkatimi celb eden ayeti okur ve çok defa üzerimdeki bütün kasvetleri, bütün hafakanları birden atarım; tırnaklarımın ucuna kadar yeniden hayatiyete döndüğümü hissederim.

Kaldı ki, bir hizb takib etme ve her gün Kur'an'dan bir bölüm okuyarak belli periyotlarla Kur'an'ı hatmetme daha farklı olur. Öyle inanıyorum ki, mesela her gün yarım ya da bir cüz okusanız, okuduğunuz o bölüm içinde, Cenâb-ı Allah sizin o günkü sergüzeşt-i hayatınıza, üzerinize akıp gelen bir kısım hadiseler karşısındaki teessürlerinize, sevinç ve mutluluklarınıza, keder ve elemlerinize dair bazı şeyleri mutlaka size ifade edecektir. Dertlerinize derman olacak bir hakikatin kapağını kaldırıp onu sizin ruhunuza duyuracaktır. Bugün okuduğunuz bölümde kapağı kaldırılmamış ve sizin için saklı kalmış hakikatler olabilir; fakat, yarın, ertesi gün ya da daha sonraki bir zaman aralığında okurken, tam ihtiyacınız olduğu anda bu defa da o saklı kalan hakikatler size göz kırpacak, onların üzerindeki kapaklar da inayet-i ilahiye ile kalkacaktır. Ve Kur'an size her gün bambaşka sırlar vererek vicdanınıza "Evet evet, bu Allah kelamı!.." dedirtecektir.. İşte, Kur'an'daki tasrifin bir de şahısların her an değişen ruh haletlerine hitap eden böyle bir yanı da vardır. O her zaman, her müracaat eden insana bir deva lutfeden bir şifa kaynağıdır ve bir iksirdir.

Cenâb-ı Hak'la Konuşmak

Evet, Bedüzzaman'ın ifade ettiği gibi, "Kur'ân, kalblere kût ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halâvet ve lezzet verir; Kur'ân'ın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmündedir, tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar." Onun içinde bazı şeyler çok daha önemlidir; fakat bu, diğerlerinin önemsiz olduğu manasına gelmemektedir; onun hakikatleri her zaman hepimiz için çok şey ifade eder. Ruhların en yükseği ve şekillerin en mükemmeliyle dünyâya gönderilen insana, saadetin en idealini, yükselmenin en erişilmezini, yaşamanın en insancasını gösteren ve yolların en doğrusuyla "insân-ı kâmil" olma zirveleri vaat eden kitap Kur'an-ı Hakîmdir. Bu açıdan, Kur'an'la sıkı bir münasebet içinde olmamız ve derin bir teveccühle sürekli ona müteveccih bulunmamız iktiza etmektedir.

Maalesef, Kur'an-ı Kerim'i sürekli okuma alışkanlığımız olmadığı gibi, bir de dil problemimiz var; mukaddes kitabımızın dilini bilmiyoruz, kelam-ı ilahiyi anlamıyoruz. Fakat, bu hiç aşılamayacak bir engel, asla çözülemeyecek bir problem değil. Kur'anla daha fazla meşgul olmak ve ondan istifade etmek için bazı şeyler yapabilirsiniz. Mesela; Hanefi mezhebince tasvip edilmese bile, farzlarda olmasa da nafile namaz kılarken Kur'an-ı Kerim'den okuyabilirsiniz. O gün okuyacağınız bölümün manasını daha önceden Suat Yıldırım Hoca'nın meali gibi bir kaynaktan öğrenebilir; özellikle geceleyin de Kur'an'ı yüksekçe bir yere koyarak yüzünden takip etmek suretiyle nafile namaz kılabilirsiniz. Bir hadis-i şerife dayanarak fukaha-yı kiram demişlerdir ki, "Bir insan Kur'ân okuduğunda, ‘ben Allah'la konuştum' dese ve yemin etse, yemininde hânis (yeminini bozan, yalancı) olmaz." Dolayısıyla, siz de her gece Cenâb-ı Allah'la konuşabilirsiniz.. keşke konuşsanız.. Cenâb-ı Hak da sizin gönlünüze mevhibeler yağdırsa, Kur'an'ın sırlarını size açsa.. "İyyake na'büdü ve iyyake nestaîn"in manasını tam duysanız.. "Yalnız Sana kulluk yapar ve sadece Senden yardım dileniriz" deseniz.. böyle söylerken, Biri tarafından duyulduğunuza tam inansanız, O'ndan medet umsanız. Yardım talebinde bulunurken kendisine yöneldiğiniz Zât'ın ihtiyacınızı giderebileceği itminanı içinde olsanız.. böylece, her gece Kur'an-ı Kerim'in engin dağ ve ovalarında, bağ ve bahçelerinde, cadde ve sokaklarında, çarşı ve pazarlarında dolaşıp dursanız.. sürekli onun gülünü, reyhanını koklasanız.. keşke..!

Hasılı, arz etmeye çalıştığım hususlara bağlı olarak, biz de Kur'anın üslubunu esas alarak dine, millete ve insanlığa hizmet yolunda tasrif düsturunu işletmeliyiz. Yani, Kur'anî bir üslup yakalayarak kendi zatında hakikaten engin, derin ve rengarenk olan değerlerimizi kendi enginlik, derinlik ve renkliliğiyle sunmaya çalışmalıyız. Meselelere hep bir yenilik mülahazasıyla yaklaşıp, mahiyet itibarıyla canlı ve taze olan hakikatleri, küçük bir üslup kaydırmasıyla ve günümüzün diliyle, onlara yakışır bir eda içinde çok canlı, çok yeni ve çok taze olarak takdim etme gayretinde olmalıyız.

Kur'ân Müslümanlığı mı?

Bir ayet-i kerimede, Kur'ân'ın mehcur tutulduğuna dair bir Peygamber sitemi ve şikayeti görüyoruz. İlahî Beyan'ın "mehcur" ittihaz edilmesi ne demektir? Böyle bir şikayet, sadece müşriklerden dolayı mıdır; yoksa, onun inananlara ve günümüz müslümanlarına bakan yanları da var mıdır?

Kur'an Talebesi ve İki Tehlike

Bir hadis-i şerifte, yaşlılara, âdil idarecilere ve Kur'an ehline ikramda bulunmanın Allah'a duyulan saygı ve tazimden ileri geldiği ifade edilirken, son gruptakiler için "gulüv" ve "cefâ"dan uzak kalmaları kaydı konuluyor. Nebevî beyanda dikkat çekilen gulüv ve cefâdan maksat nedir?

Kur'an'ın Anlaşılması, Eserler ve Evrad u Ezkar

Kur'an'ın gerçek buudları ile alabildiğe derin bir şekilde Risaleler'de anlatıldığı kanaatındayım. İfadelerinde hiçbir lüks yok, kitap yazma fantezisi yok. Yazdığı her şeyi zaruret ve ihtiyaç seviyesinde görmüş, duymuş, hissetmiş ve kaleme almış. İsterseniz bu düşünceyi usul-i fıkıhtaki zaruriyat, hâciyata benzetebilirsiniz. Şu müthiş ifadelere bakın: "Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu alem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kâtıı, tercüman-ı sâtıı, ve bu alem-i insaniyetin mürebbîsi, ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası, ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi, ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir."

Benim Kur'an'a aşina olmam, öğrenmem, okumam, ezberlemem çocukluk yıllarında anne babamın vesilesiyle olmuştur. Bununla beraber onu hakiki manada bana duyuran, benim nazarımda yücelten ve tek kelime ile sevdiren Bediüzzaman'ın eserleri olmuştur.

Efendimize de aşıktım ben küçüklüğümde. Bir keresinde babam bana "Gece yatmadan önce 1000 defa Kureyş suresini okursan, rüyanda Efendimizi görürsün." demişti ve ben hiç tereddüt etmeden o gece 1000 defa Kureyş suresini okudum. Ama ne zaman ki eserlerde Efendimiz'i anlatan yerleri okudum, Allah Rasülü (sallallahu aleyhi vesellem) gözümde bir başka göründü ve onu daha bir başka sevdim.

Kanaat-i acizanemce herkes, her gün hem Kur'an'la hem onu çağımız insanının ihtiyacını karşılayacak şekilde yorumlayan Risaleler'le ciddi meşgul olmalı. Ayrıca herkesin her gün hiç aksatmadan okuyacağı bir hizbi bulunmalı. Sadece bunlarla da yetinmemeli. Üstad 15 günde bir üç ciltlik Mecmuatu'l-Ahzab'ı bitiriyormuş. Evradda monotonluktan, ülfet ve ünsiyetten kurtulmak için çeşitlilik önemlidir. Yakınlarda bu üç ciltlik dua mecmuasından alınan bazı cami (kapsamlı) dualar bir cilt halinde tekrar basılacak. Keşke herkes aksatmadan okusa. Hazreti Ali'nin ömrü boyunca günlük evradını hiç aksatmadığı söylenir. Ona sormuşlar: "Nehrivan'da da mı?" "Evet, Nehrivan gecesinde bile!" demiş. Benim rahmetli validem de sabahtan akşama kadar Büyük Cevşen'i bitirirdi de bana "Başka okuyacağım bir şey var mı?" diye sorardı.

Evrad u ezkarda bu ciddiyet olursa kim bilir gün gelir büyük zatların duyduğu şeyleri duyarsınız? İmam Şâzelî, Ahmed Bedevî gibi zatlar namazda "Sübhane rabbiye'l-azim" dedikleri zaman bütün zerrat-ı kainatı mülahazaya alarak söyleme seviyesine çıkmışlardı. Adeta bütün kainat onların dilleri ile tesbihat yapıyor gibi bir his bu. Nitekim Üstad'ın yakın talebelerinden bazılarına yıllar ve yıllar sonra "Kardeşim! Ben de Hasan Şâzelî gibi kainatın her bir zerresinin tesbihatını duyabiliyorum artık." dediği nakledilir. Fakat bu gayret ve mücahedeye bağlıdır. Allah'a tam teveccühe bağlıdır.

Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem) bir sahabiye bir gün "İmanın hakikati nedir?" diye soruyor. Sahabi hiç tereddüt etmeden "Ben kendimi her gün Cennet ve Cehennemi müşahede ediyor gibi, mele-i âlânın sakinleriyle beraber olur gibi hissediyorum." diye cevap veriyor. Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) bu sahabiye verdiği karşılık şudur: "Sen gerçekten inanmışsın."

Evet, herkes ama özellikle turnikeye önce girenler Cenab-ı Hakk'ın geçmişte kendilerine ihsan ettiği nimet-i sabıka adına evrad u ezkar hayatlarına çeki düzen vermeliler, bir disiplin getirmeliler. Kaldı ki bu, kulun Allah'la, Allah'ın kuluyla olan münasebeti adına bir ölçüdür.

100 Rekat Namaz!!!

İslam tarihine baktığınızda günde farz namazlarına ilaveten 100 rekat nafile namaz kılan, Ramazan orucuna ilaveten savm-ı Davud tutan, zekat denince kırkta biri yeterli görmeyip ihtiyacından fazlasını infak eden, gece gazelhanları adını almaya layık sabahlara kadar hiç uyumadan evrad u ezkar okuyan nice insanlar görürsünüz. Nedir bu insanların hareket noktası? İhtimal bunlar, Kur'an'ın namaz kılın, oruç tutun, zekat verin emrini mutlak emir olarak anlamış ve ona göre yasamışlardır.

Evet, ibadet u taatte sınır yoktur. Herkes içinde bulunduğu konuma ve şartların müsaitliğine göre durumunu ayarlamalı ve yapabildiğince ibadet u taat yapmalıdır. Bakın bir sahabi "Ya Rasullallah! Sana günde şu kadar salavat getiriyorum." deyince, Efendimiz: "Güzel ama daha çok olsa iyi olur." buyuruyor. Buradan hareketle bugün bana birisi gelse ve dese ki: "Günde 100 rekat namaz kılıyorum," "Güzel ama daha fazla kılsan daha iyi olur!" derim.

Kardeş Kardeşin Meddahı Olmalı

Allah mü'minlerin birbirleri ile bünyan-ı mersus (sarsılmaz bir duvar) olmasını emrediyor. Ben bu emrin bizler tarafından tam anlamıyla gerçekleştirildiğini zannetmiyorum. Devr-i saadette Hazreti Ebu Bekir ve Hz. Ömer aralarındaki bir meseleden dolayı hafifçe birbirlerini kırmışlar ve hemen ardından her ikisi de Allah Rasulü'ne (sallallahü aleyhi vesellem) ayrı ayrı gelerek "Hata bende" demiş ve özür dilemişlerdir.

Evet, hata yapma insan olmanın şe'ni, ama hatayı müdafaa etme değil. Ben hatada ısrar etmemenin, candan, gönülden özür dilemenin birbirimizi bünyan-ı mersus haline getireceğine, bir kardeşin diğerinin meddahı olmasının geleceğimiz adına ümitbahş bir hadise olduğuna inanıyorum. Aksi halde...

Sık Sık Aynaya Bakmak

Rüyamda bir dostumun benim kabrimi kazdığını gördüm fakat ben hayattaydım. Sonra tabirine baktım: sıkıntılardan kurtulmaya işaretmiş. Kabir ahirete giden açık bir kapı ve insanlar kabir denince derin mülahazalara dalıyorlar. Zaten Allah Rasulü (sallallahü aleyhi vesellem) önceleri yasaklamasına rağmen sonra kabir ziyaretine izin vermesi ve ahireti hatırlatacağını ifade buyurması bunu göstermiyor mu?

Rüyadan uyanınca ilk aklıma gelen Üstad'ın 12. Nota'da söyledikleri oldu: "Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! "Küllü âtin karîb" sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: "El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!"

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: "El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!"

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:

"El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlet! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li'l-âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum." Kabre, ahirete çok iyi inanmış bir insanın ağzından ancak çıkabilecek cümleler bunlar.

Evet çok ama çok iyi inanmak lazım. Muhammed Kutup yazdığı bir kitabının adını "Hel Nahnu Müslimûn? - Biz Müslüman mıyız?" koymuş. Neden? Çünkü iman problemimiz var bizim. Kimse rencide olmasın bu sözlerimden ama malesef gerçek bu. Kıvam, evi-işi ve camisi arasında mekik dokuyan sıradan müslümanlar için de, gönüllerini yüce bir davaya kaptırıp yaşatma zevkiyle yaşamadan vazgeçen gönül erleri için de çok önemlidir. İbadet u taatin, Allah'a yapılan kulluğun sürekli ve her gün artan bir ivme ile devamı, gündüzleri dünyaya açılıp, geceleri gözyaşlarıyla seccadesine kapanıp "Ya Rabbi! Ne yapıyorsam Senin adına yapıyorum. Beni affet!" diye dua dua yalvarma hep bu kıvamla olacak şeyler. İmam Şa'rani Hazretleri "Bînamaz birisi ile otursam 40 gün namazımın tadını alamıyorum." diyor. İçtimai hayatın içinde çirkefler içinde dala çıka yüzen bizlerin ne demesi lazım o zaman?

Evet, peygamberane bir azim ve irade istiyor. Zaman bunu gerektiriyor. İnsanın en az gördüğü şey kendisidir. Onun için sık sık aynaya bakmak lazım. Sahabenin o derin anlayışı içinde birbirimizin elinden tutup; "Teâlev nü'min saaten! – Gelin bir süre iman edelim!" dememiz, imanî meseleleri sürekli müzakere ederek imanda, marifetullahta, muhabbetullahta ve mehâfetullahta derinleşmemiz lazım. Zira mücerret imanla günümüzün inhiraflarından kurtulmak imkansızdır.

Sahabe içinde bile kıvamını koruyamamadan şikayet eden insanlar vardı ki biz kim oluyoruz. Bakın Amr b. As'a. O vefat ederken sırtını duvara çevirip yatağının içinde ağlıyor. Nedenini soran oğluna hayatındaki üç dönemi anlatarak, son dönemde siyasete karışmaktan duyduğu ızdırabı dile getiriyor.

Hasılı; her şeyimizi sohbet-i Canan'a bağlayıp, ihlasla O'nun rızası istikametinde hareket edersek şaşırmayız. Üstad ihlasla yapılan hizmetin ikiye katlandığını anlatıyor. "İhlasla çalışırsanız beni de ihlasa muvaffak kılarsınız." sözleriyle küfrün başını alıp gittiği, ehl-i keşfin müşahedesine göre 40 vefiyattan ancak birinin kurtulduğu dehşetli bir dönemde bizlere sarsılmaz ölçüler veriyor.

Kısacası; iş çetin, yol uzun, menzil uzak, tuzak çok. Allah muînimiz ola.

Kur'an'ın Gurbeti ve Fikir İşçileri

Soru: "Geleceğin fikir işçilerinin vazifelerinden birisi de, Kur'an'ın gurbetine son vermektir" diyorsunuz. Bu gurbetin, bir vuslat ve kurbete dönüşmesi için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: "Fikir işçileri" derken, milletin gizli-açık bütün ızdıraplarını dindirmeye ve çok iyi okuduğu çağının ihtiyaçlarını kalb-kafa bütünlüğüyle gidermeye çalışan, iradesini tarih rüzgarlarıyla kanatlandırmasını ve maziden güç almasını bilen, Allah'ın bütün lütuflarını yine O'nun rızası istikametinde ve kendi mefkûresi uğrunda kullanan, sonsuza yelken açmış aşk, şevk ve irade insanlarını kastediyorum. Bu fikir işçileri arasında, eğer yetiştirilebildi ise, belki "mimar" denebilecek insanlar da vardır; fakat, o işin hakiki namzetlerinin gelip geçtiğini zannediyor; bir dönemde davaya omuz verenler arasında mimar seviyesinde insanlar bulunmuş olsa bile, bugün milletin ihyâsı için gayret eden her ferdi birer "fikir işçisi" şeklinde görmek gerektiğine inanıyorum.

Evet, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde altı garipten bahsetmiş ve "Mescid, namaz kılmayanlar arasında; Kur'an-ı Kerim, fâsıkın kalbinde ya da onu okumayan birinin evinde; sâliha bir kadın kötü huylu bir adamın nikahı altında; sâlih bir erkek arsız bir kadının yanında ve âlim, onun ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir." demişlerdir. Bir başka defa da şöyle buyurmuşlardır: "İnsanlar, öyle bir zamanı idrak edeceklerdir ki, o dönemde Kur'an bir vadide, onlar da başka bir vadide olacaklardır." Yani, o devrin insanları Kur'an'la aynı vadiyi paylaşamayacak, yeni ifadesiyle, aynı düzlemde buluşamayacak, farklı farklı kulvarlarda bulunacaklardır. Dolayısıyla Kur'an, onu okumayan, onda ne olduğunu bile merak etmeyen ve ondan istifade etmeyi hiç düşünmeyen insanların evlerinde, gönüllerinde garip kalacaktır. Zaten, asıl g arip, yurdundan yuvasından uzak kalan, dostundan, ahbabından ayrı düşen değil, yaşadığı dünya içinde, bulunduğu toplum itibariyle hâlinden anlaşılmayan, kıymeti bilinmeyendir.

Kur'an-ı Kerim'e karşı ortaya konan zahîrî ve sûrî bir ta'zimin de kendine göre mutlaka bir değeri vardır, o da boşa gitmez. Fakat, asıl olan, zarfla beraber mazrufa, lafızla beraber manaya ve Kur'an'ın mushafıyla beraber onun Rabbimizin kelamı oluşuna da saygı, hürmet ve muhabbet göstermektir. Mesela, insanlar onu atlastan bohçalara sarsalar, gül kokulu altın yaldızlı mahfazalar içinde evlerinin en yüksek yerine assalar.. sonra evlerini yükselttikçe onu daha da yükseğe çıkarsalar.. her sabah kalktıklarında ve akşam yatağa yöneldiklerinde beş-on defa öpüp yüzlerine gözlerine sürseler de, eğer Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu davaya sahip çıkmıyorlarsa ona gereken değeri vermiş olamaz, hak ettiği hürmet ve muhabbeti ortaya koymuş sayılmazlar. Çünkü, saygı ve sevgi adına yapılan şeylerin hepsi, ancak Kur'an'a karşı gerçek saygı ortaya konduğu zaman bir kıymet ifade eder. Yani, eğer bir insan, Hazreti İkrime gibi her yerde Kur'an hakikatlerini anlatmaya ve onun hakiki bir hâdimi olmaya çalışıyor, sonra da onu sabah akşam hürmetle okuyup yüzüne-gözüne sürüyor ve gönlünde çoşan Kur'an sevgisiyle mushafı bağrına basıp "Kelam-u Rabbî – Benim Rabbimin sözleri" diyerek öpüyor öpüyorsa, diğer saygı tavırları da bir mana ifade eder. Fakat, bir insan, Kur'an'ı okuyup anlama heyecanı taşımıyorsa, onu başkalarına da duyurma gayretinden mahrumsa, her bir ayet-i kerimeyi hayat veren bir nefes gibi muhtaçlara üfleme aşk u şevkinden uzaksa, onu sadece evinin en yüksek yerine asmak, bazı hususi gün ve gecelerde tozunu silerek öpüp alnına koymakla iktifa ediyorsa.. bu zahirî ve sûrî hürmet tavırları çok fazla şey ifade etmez.

Bununla beraber, meseleye temkinli yaklaşmak ve "Hiçbir şey ifade etmez" dememek gerektiğini düşünüyorum; çünkü Kur'an-ı Kerim'e karşı o kadarcık saygı bile avâm-ı nâs için bir kurtuluş vesilesi olabilir. Komşumuz olan ve mukaddes beldelerinden dolayı saygı duyduğumuz bir ülkenin insanları gibi Kur'an'ı yere koyarak okumama, okuduktan sonra da yastık olarak kullanmama bile avâm için önemli bir hürmet ifadesidir. Öyle bir saygının da bizim mazimizde ve kültürümüzde önemli bir yeri vardır. Mazi ve Kur'an'a saygı deyince, zannediyorum, o meşhur menkıbe sizin de aklınıza gelmiştir; anlatılır ya: Osman Gazi hazretleri Şeyh Edebâlî'nin evinde kaldığı gece ayağını uzatıp yatamaz; çünkü odada Mushaf-ı Şerif vardır. Bir köşeye kıvrılıp tesbihiyle meşgul olurken bir ara içi geçer. Rüyasında, Edebâlî Hazretlerinin göğsünden çıkan bir nur tarafından kuşatıldığını; sonra kendisinin dallanıp budaklanarak kolları bulutlara varan, kökleri nice beldelere ulaşan bir çınar haline geldiğini görür. Edebâlî Hazretleri rüyadaki o nurun kendi kızı ve Osman Gazi'nin müstakbel eşi Bâlâ hatunu gösterdiğini, ağacın ise büyük bir devlete işaret ettiğini söyler; "Allah Teâlâ seni ve neslini insanların İslâm'la şereflenmesine vesile edecek." der. O geceden günümüze kadar da Osman Gazi ve onun neslinin Kur'an'a hürmetin bereketiyle bütün dünyaya kök saldıklarına inanılır. İşte, Kur'an'a karşı ayak uzatıp yatmama şeklindeki bir zahirî saygı, Osman Gazi gibi gönlünü ona bağlamış, dilbeste olduğu mefkûre uğruna arzda yapacağını yaptıktan sonra onu göklere taşımaya ve süreyya yıldızına asmaya karar vermiş bir insanın saygısıysa, o çok kıymetlidir ve bir gün mutlaka katlanarak geriye dönecektir.

Aynı hususu Peygamber Efendimizi sevme mevzuunda da düşünebilirsiniz: Mesela, bir insan, lihye-i şerifin tek teline canını feda edebileceğini söylüyor, Peygamberimizin mübarek sakalından bize hatıra kalan mukaddes emaneti bazı gecelerde bohçasından çıkarıp öpüyor ve mûy-i nebevîyi yüzüne gözüne sürüyorsa.. fakat, diğer taraftan, Allah Rasûlü'nün sünnetleri ayaklar altında çiğnendiği halde rahatsızlık duymuyor, O'nun adını dünyaya duyurma mevzuunda bir gayret göstermiyor ve dinin i'lası hususunda aşk u şevkten mahrum yaşıyorsa, sevgi ve hürmet adına yaptıkları, bir kısım şeklî şeylerden ibaret kalır. O hürmet ve muhabbet tavırlarının bir kıymet ifade etmesi, insanın muhabbet-i nebevîyi gönlünde bir kor haline getirmesine, onunla yüreğini yakıp kavurmasına, kalbinde sürekli Sevgili'den bahsetme duygusunu coşturmasına ve fırsat bulunca da, lihye-i şerifi öpmek suretiyle içindeki yangına bir miktar su serpmesine bağlıdır. Ancak Sultan Ahmet -cennet mekan- gibi Efendimiz'in kadem-i mübarekinin izini alnında bir sorguç olarak taşıyan aşıklardır ki, onların hürmet ve muhabbet adına ortaya koydukları davranışlar çok kıymetlidir ve çok manalar ifade eder.

Evet, Peygamber Efendimiz (sav) "Bu din, kendisini bilmeyen, hâl ve dilinden anlamayan insanlar arasında neş'et etti. Bir gün gelecek, ilk ortaya çıktığı anki garipliğine tekrar dönecek ve bir kere daha gurbet yaşayacak. Müjdeler olsun gariplere!." buyurmuş; sonra da "Onlar, bozguncuların yakıp yıktıklarını yapıp ıslah etmekle uğraşan kimselerdir." diyerek garipleri tavsif etmiştir. Dinin kaynağı Kur'an'dır. Din derin bir gurbet daha yaşayacaksa, demek ki, Kur'an da o gurbetten nasibini alacaktır. İşte, dini değerlerin horlandığı, halkın bütünüyle fesada koştuğu, kalabalıkların anarşiye ve nihilizme yürüdüğü o gün, bir zümre de himmetlerini tamamıyla ıslaha teksif edecek, yıkılan değerleri tekrar asıl kaideleri üzerinde yükseltmeye koşacaklardır. Efendimizin diliyle kendilerine müjdeler çekilen kutlular işte o muslihlerdir. Aslında, o gün Kur'an garip olduğu gibi ondan istifade etmeyen insanların da elim bir gurbet yaşamaları söz konusudur. O hidayet kaynağına sırt dönenler de gariptir; zira, şu vahşetzârda, şu gurbethanede insanın gurbetinin giderilmesi ancak Kur'an-ı Kerim'in rehberliği ve refaketiyle, onun enis olmasıyla mümkündür.

Bugün de iç içe iki gurbet yaşanıyor; insanların çoğu pek acı bir gurbet, "Kur'ansızlık gurbeti" yudumlarken Kur'an da cemaatsizlik gurbeti yaşıyor. Keşke, insanlar Kur'an'ın haremgâhına yürüyüverseler, ona karşı muhabbet izhar ederken kelam-ı ilahiye ve hakikatlerine gerçekten sahip çıksalar.. "Kelam-u Rabbinâ" deyip saygılarını ifade ettikleri aynı anda, o saygının gereğini yerine getirme adına da aşk u şevkle kanatlansalar.. yani Kur'an ile insanlar arasında sahih bir izdivac gerçekleşse ve bir şeb-i arûs olsa.. işte o zaman insanlar, hem kendi gurbetlerinden sıyrılmış, hem de Kur'an-ı Kerim'in çehresinden o gurbetin tozunu silmiş olacaklardır. Böyle bir vuslatla Kur'an-ı Kerim'in gurbetinin giderilmesi de, zannediyorum, ona her zaman sahip çıkan fikir işçileri, bu devrin garipleri sayesinde gerçekleşecektir. İnsan aklının, beşer idrak, zeka, kabiliyet ve istidadının çok üstünde işler yaparak hep sulh ve ıslah yörüngeli yaşayan aşkın insanlar Kur'an-ı Kerim'in gurbetini izale edeceklerdir. Elverir ki onlar, durdukları yerde hep konumlarının hakkını verme duygusuyla bulunsun ve tam bir rehber tavrı ortaya koysun. Zaten, beşerin öyle örnek insanlara ve kaliteli rehberlere ihtiyacı vardır.. ne zaman müracaat edilirse edilsin, kahvesinin köpüğü üzerinde, tavşan kanı gibi çayı buğu buğu, sinesi de herkese açık rehberlere.. evvela kendi üzerlerindeki o gurbet tozu-toprağını silip atarak Kur'an'ın gurbetini giderecek ve sonra da onun hidayetiyle kurbet ufkuna doğru seyahate çıkacak olan fikir işçilerine...

Soru: Risale-i Nur'da Kur'an-ı Kerim'i üç türlü dinlemekten bahsediliyor. Mütekellim-i Ezelî'nin Rasûlü Ekrem'e tekellümünü dinler gibi; Cebrail (aleyhisselam) ile Peygamberimiz arasındaki tebliğ-tebellüğü dinler gibi, Efendimiz'in fem-i mübarekinden dinler gibi Kur'an'ı Kerim'i dinlemek nasıl olur? Bunu hissedebilmek vehbî midir, yoksa temrinlerle aynı şekilde dinleyebilmek mümkün olabilir mi?

Cavap: Evet, Kur'an-ı Kerim'i hem okuma hem de dinleme mevzuunda değişik seviyeler, farklı farklı duyuş ve hissedişler vardır. Hak rızasına ulaştıracak bir okumada, okuyan insan her şeyi nazarından silip sadece Allah'a müteveccih olmalı; dinleyenler de, ses ve nağme kime ait olursa olsun, Kur'an'ın kendisini, ilahi kelamın mana ve muhtevasını dinlemeye çalışmalıdır. Kur'an okuyanlar, Bediuzzamanın ifadeleriyle, kendilerine sevap kazandıranların yalnız insanlar olmadığını, Cenâb-ı Hakk'ın zîşuur mahlûklarının, ruhanîlerin ve meleklerin de dinleyiciler arasında bulunduğunu düşünmeli, yalnız ihlâsı ve rıza-yı İlâhîyi esas tutmalıdırlar ki telaffuz ettikleri mübarek kelimeler ihlâs ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın. Yani, sevap yalnızca ağızdaki kelimeye münhasır değildir. Okunan, Allah'ın kelamıdır; onu Ruhanîler de dinler, melekler de. Onlar çıkarılan sese de bakmazlar, muhtevayı esas alır, onu dinlerler. Eğer, muhtevaya en büyük derinliği katan şey, insanın niyeti ve ihlası ise ve ruhaniler okuyanın nağmelerinden ihlas ve samimiyet yudumluyorsa maksat hasıl olmuş demektir. Öyle bir niyet ve hulus karşısında ses de çok önemli değildir. Bundan dolayı, Üstad hazretleri mevzuyu anlattıktan sonra "Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları çınlasın!" der.

Bu, ses güzelliğinin bütün bütün önemsiz ve nağmenin de gereksiz olduğu manasına gelmez. Güzel bir ses ve hoş bir nağme halis niyete daha bir derinlik katabilir, mana ve muhtevanın enginliğini ortaya koyabilir. Muteber hadis kitaplarında, Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet ediliyor: "Kur'an-ı Kerim'i sesinizle güzelleştirin." Bazıları diyorlar ki, râvi bunu yanlış ezberlemiş; hadis-i şerif "Hassinu'l-Kur'ane bi'esvâtiküm" değil, "Hassinû esvâteküm bi'l-Kur'ani = Sesinizi Kur'an okuyarak güzelleştirin." şeklinde olmalı. Fakat, bana göre ikisi de olabilir ve iki ifade de doğrudur. Çünkü, Kur'an'ın kendine göre bir güzelliği vardır ve güzel bir sesle, üslubuna uygun olarak okuma o güzelliği ortaya çıkarma adına bir vesiledir. Eskiden beri, Kur'an okuma hususunda tertil, tedvir ve hadr olmak üzere üç usulden bahsedilir: Tertil, açık açık, tâne tâne, harfleri ve kelimeleri birbirinden ayırarak, Arapça bilen birinin okunan kısmın ma'nasını zihninde takip edebileceği şekilde, aşr-ı şeriflerde olduğu gibi okumak; tedvir, namazlar ve mukabelelerdeki gibi biraz daha hareketli ama orta süratte okumak; hadr ise, daha da hareketli ve çabuk okumaktır. Bu usullerden hangisiyle olursa olsun, mevcut güzelliğini ortaya koyacak şekilde, kendi musikisiyle ve ölçülü olarak seslendirme, Kur'an'ı başkalarına sevdirme, onların vicdanında kelam-ı ilahiye karşı saygı uyarma açısından çok önemlidir. Bu zaviyeden, Kur'an'ı sesle güzelleştirme onun kendi güzelliğini ortaya koyma demek olur. Diğer rivayet ise, seslerinizi güzelleştirecek bir nağme arıyorsanız, sesinizle güzel bir şey ifade etmek istiyorsanız, Kur'an'ı ele alın, onu değerlendirin, onu okuyun demektir.

İşte, Kur'an'ı istenen seviyede dinleyebilmek için de, okuyan kim okursa okusun, önce onu zihnen ortadan kaldırmak ve tamamıyla okunan ayetlere, Allah'ın kelamına yönelmek gerekir. Peygamber Efendimiz, kendisine okuyan Cibril-i Emin de olsa, o hava içerisinde ve bütün bütün mana ve muhtevaya müteveccih olarak ta'zimle ve saygıyla dinlerdi. Öyle ki, dinlerken adeta kendinden ayrılıyor ve başkalaşıyordu. Beşerî olmayan, mekan ve zamana tutsak kalmayan o beyanı dinlerken Efendimiz de adeta bîmekan, bîzaman, bîinsan oluyordu.. yani, öyle bir ufukta dinliyordu ki, zaman ve mekanın üstünde ve beşerî çizgilerin ötesinde bir aşkınlığa ulaşıyordu. Bayılma ve bizim anladığımız manada kendinden geçme değildi O'nun hâli. Çünkü, o an bellediği şeyler en hüşyar dimağların bile altından kalkamayacağı şeylerdi. Efendimiz'in dimağının en cevvâl olduğu anlar, vahyi aracısız aldığı ya da Cibril'den dinlediği o anlardı.. Lahutî alemlerden gelen esintilerle dolduğu o anlarda, okunanları öyle engince anlıyordu ki, eğer vahyedilen ayetlerle beraber onların tefsir ve te'villeri de varsa, onları da en derin şekilde alıyor ve kavrıyordu.

Saff-ı evveli teşkil eden Sahabeler de Kur'an'ı dinlerken âdetâ kendilerinden geçiyorlardı. Çünkü, Allah'ın ayetlerini yine O'ndan ter ü taze alıyor gibi dinliyor ve gönüllerinde duyuyorlardı. Hatta, vahiy esnasında Efendimizin yanında bulunanlar, nazil olan ayetler daha kendilerine tebliğ edilmeden onları kendi dudaklarında şeker şerbet gibi buluyor ve yudumluyorlardı. Hem bedenen hem de ruhen onların bir dûnunda bulunanlar da, Hazreti Cebrail'in ağzından alıyor gibi hissediyor, "Cebrail okuyor, biz de dinliyoruz" diyorlardı. Ama sahabe olma talihliliğine ermişlerin hepsi kelam-ı ilahiyi Efendimiz'den (sallallahu aleyhi ve sellem) dinleme bahtiyarlığını da yaşıyorlardı.

Aslında, bu dinlemelere bir de ilk dönemin muhlis insanları, Sahabe-i Kiram Efendilerimiz okuyor gibi dinlemeyi de ilave edebiliriz; çünkü onların da bir fâikiyeti vardır. Mesela, Hazreti Ebû Bekir okuyor gibi dinlemeye çalışırsanız, çok daha farklı manalar yakalarsınız. Onun okuyuşu o kadar tesirliydi ki, müslüman olmayanlar bile onun nağmelerine tutuluyor ve bazıları "Bir yolunu bulup cumbasını yıkalım; evinin içine kapanıp orada okusun; yoksa çocuklarımız da müslüman olacaklar." diyorlardı. Öyleyse, sahabenin okuması da çok seviyeli bir okumadır ve onları dinliyor gibi dinleme de dördüncü dereceden bir dinleme mertebesi sayılabilir.

Ayrıca, Kur'an okurken, Cenâbı Hakk'tan alınan bir şeyi yeniden ona veriyor olma ve O'nun emanetini tekrar O'na sunma şuuruyla okumak da çok önemlidir. Hani Hutbe-i Şâmiye'de Bediuzzaman hazretleri, "Ben bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım; çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki, o sabî sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ doğru ders almış mı, almamış mı? İşte, ben de aldığım dersimin bir kısmını, sizler gibi üstadlarıma beyan ediyorum." der. İşte, Rabbimizden öğrendiklerimizi bir tashih beklercesine yine O'na arz ediyor olmak ve Allah'ın huzurunda bulunma şuuruyla Kur'an okumak lazım. Okunan kelimeleri gönlünde de duya duya içine mal etmiş bir insan olarak, "Rabbim, Senden aldığım şeyleri, doğru aldım mı alamadım mı bilemiyorum, Senin huzurunda tekrar ediyorum, Cebrail'e okuyorum, Efendimiz'e arz ediyorum, ta ki yanlışlarımı tashih edeyim, muhtevayı tam öğreneyim." duygusuyla dolmak lazım. İşte, öyle bir hava içinde değilsek, Kur'an'ı duyurmaya değil de onunla kendimizi duyurmaya niyetliysek, süslediğimiz ses ve yakıştırdığımız nağmelerimize nefsimizin fısıltılarını katmak suretiyle meselenin rûhî yönünü ve özünü ihmal ederek, onun mana ve muhtevasını tamamen görmezlikten gelerek meseleyi kendimize bağlı götürüyorsak, okumamız sadece ruhsuz bir fiil olarak kalacaktır.

O ufka ulaşamayanlar Kuran okumasın manasına söylemiyorum bunları. Çünkü, nefis ve şeytan bazılarını kandırıp "Madem istenen seviyede yapamıyorsun, öyleyse Kur'an okumanın ne manası, ne faydası var" diyebilir. Hayır, mutlaka Kur'an okuyalım; her şeye ve onca eksiğimize rağmen okuyalım. Ama esas olan hem duygu ve düşüncede hem de usulde doğru dürüst okumaktır. Bir öğrenci, hocasının önünde ders anlatırken nasıl bir hassasiyet ve titizlikle davranır, kullanacağı kelimeleri nasıl bir saygıyla seçer ve telaffuz ederse, biz de Kur'an tilavet ederken, Allah'dan aldığınız bir şeyi yine O'na iade ediyor gibi, Efendimiz'den duyduğunuz bir hususu Efendimiz'in huzurunda tekrarlıyor gibi.. bir ruh haletini yakalamaya çalışmalıyız. Sormalıyız kendi kendimize; Ruh var mı, mana var mı benim okuyuşumda? İhlas var mı, Kur'an saygısı var mı? Telaffuz ettiğimiz her kelimeyi duyarak seslendiriyor muyuz, duyurmayı düşündüğümüzün çok ötesinde duyma mevzuunda da fevkalade hassasiyet gösterebiliyor muyuz? Eğer, bütün bu sorulara "evet" cevabı veremiyorsak, "Kolunu-kanadını kırdın ilahî kelamın" diyerek nefsimizin başını ezebiliyor muyuz?

Unutmamak lazım, tilavet ettiğiniz her ayeti, her sureyi Allah duyuyor, ruhâniyet-i Nebevî (aleyhissalâtu vesselâm) ona muttalî oluyor. Gök sekenesi de dinliyor ve onu daha evvel temiz gönüllerin nağmeleri olarak duydukları gibi duymak istiyorlar. Öyleyse, o senin kalbinin sesi ve soluğu olmalı; niyet ve ihlasın da kıraatine ayrı bir değer ve derinlik katmalı.

Evet, bu hususta da bir konsantrasyon ve bir derinleşme lazımdır. İnsan, söylediği sözleri kendi sesi-soluğu haline getirebildiği ölçüde arzulanan seviyeye yaklaşmış olur. Bundan dolayı, Hazreti Üstad Kur'an okurken çoğu kelimeleri tekrar edermiş. Mesela, "El-hamdulillahi Rabbi'l-âlemîn.." derken onu tepeden tırnağa kadar vücudunun bütün zerratında duymaya çalışırmış. Bir "tahiyyat"ı okuması dakikalarca sürermiş. "Et-tahiyyâtu lillahi" deyip hemen geçmez, telaffuz ettiği sözü kalbine ve ruhuna içirmeye çalışır, "lillah.. lillah.. lillah..." diye diye onu benliğinde duyuncaya kadar tekrar edermiş. Şunu da ifade etmeliyim ki, birine namaz kıldırırken ya da başkalarıyla beraber namaz kılarken böyle yapmanın bizim için mahzurları olabilir; fakat kendi kendimize kıldığımız namazlarda –özellikle nafilelerde- o şekilde duymak için biz de o tür tekrar ve temrinlerde bulunabiliriz.

Evet, o seviyede bir okuma ve dinleme temrin yapa yapa zamanla bizim için de hasıl olabilir. Hele biz ibadetlerimizde kendimizi tamamen o işe verelim, kalbimizi ortaya koymaya çalışalım; Cenâb-ı Hakk bir süre sonra bize de lûtfedecektir onu. "Men talebe ve cedde vecede = Bir şeyi gönülden isteyen ve onu gerçekleştirme hususunda ciddi davranan, samimi gayret gösteren kimse er-geç o arzusuna ulaşır." hakikati bizim için de tecelli edecektir. Samimi isteyip ciddi arayıp da bulamayan yoktur. Fakat, bu mevzuda ısrar etmek lazımdır. Hangimiz diyebiliriz ki; "Ben üç-dört sene boyunca, Kur'an-ı Kerimi tilavet ederken, Rabbim'in huzurunda bulunduğum şuuruyla, ağzımdan çıkan her kelimeye parola sordum. Şuur kapıma uğramadan, benden vize almadan hiçbir kelime çıkmadı dudaklarımdan. Ne "elhamdulillah", ne "Rabbilâlemin" ne "mâlikiyevmiddin" ve ne de "iyyake na'abudu ve iyyake nesteîn" demedim önce içimde duymadan. Söylediklerimin hepsini şuurumun mührüyle söyledim, dudaklarımdan dökülen kelimelerin tamamı gerçekten bilinen ve anlaşılan birer kelime olarak ortaya çıktı. Ve ben üç-dört sene hep böyle davrandım ama yine de Kur'an'ı kendi fâikiyetiyle okuma ve dinleme ufku bana açılmadı." Zannediyorum hiçbirimiz, öylesine samimi isteyip ardında ciddi durduğumuz halde o ufka ulaşamadığımızı iddia edemeyiz.. iddia edemeyiz, zira, Kur'an-ı Kerim, her devirde samimi ve ciddi olarak teveccüh edenlere mutlaka kapılarını açmış, gizli hazinelerini onlarla paylaşmıştır. O kapıların bizim için de açılması mümkün ve muhtemeldir. Elverir ki biz, o ufkun talibleri olalım; sonra da ciddi bir cehd u gayretle bu isteğimizin gerçekleşmesi için üzerimize düşenleri yerine getirelim.

Kur'ânî Akıl ve Fonksiyonları

Soru: Din-i mübîn, aklı olanı muhatap alıyor ve mükellefiyet için akıl sahibi olmayı şart koşuyor. Diğer taraftan aklı her şey kabul eden anlayış ve ekollerin tarih boyu değişik inhiraflara sürüklendiği görülüyor. Bu noktada bir mü'minin akla ve aklın fonksiyonlarına bakışı nasıl olmalıdır?

Kur’ân kültürü ve sahabe

Soru: Kur’ân kültürünün oluşmasında sahabenin rolü nedir?

Cevap: Sorunun cevabına geçmeden önce bir hususa dikkatlerinizi çekmek isterim: Kur’ân ve sahabe söz konusu olduğunda, bunu mutlak anlamda “kültür” olarak değil de bir sıfat ilavesiyle “saf Kur’ân kültürü” şeklinde adlandırmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü murad-ı ilâhînin bir milletin duygusunu, düşüncesini yönlendirmesinde, onun hemen her meselenin anlaşılması ve her problemin çözümü için müracaat edilecek dupduru bir kaynak halinde kabulünde sahabenin eşi menendi yoktur. Onlar her anlarında, hatta oturma kalkma, yeme içme gibi en tabiî insanî hallerinde bile Kur’ân yörüngeli, murad-ı ilâhî eksenli bir hayat yaşamışlardır.

Şöyle denilebilir: Sahabe günlük hayatlarının devamı adına gerekli olan icmalî bilgiyi iman haline getirmiş, o şekilde algılamış ve benliklerine mal etmiştir. Sonra bu imanlarını tefekkürle açarak daha geniş bir ilmî çerçeve içine almışlardır ki, buna ikinci derecede bir ilim veya mârifet haline gelmiş bilgi denebilir. İşte bu bilgi, sahabeyi Allah’a kurbetleri oldukça derin insanlar haline getirmiştir. Tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminde de büyüklüklere açık, hatta o büyüklük ufkunu yakalamış olan nice insanlar vardır; ama hiçbirisi Kur’ân’ı sahabe ölçüsünde saf ve duru olarak anlayamamış, hayatlarına mal edememiş, hepsinden önemlisi şuuraltı müktesebat haline getirememişlerdir.

Bu ufka ulaşmada sahabenin, Kur’ân’ın her zaman, her zemin ve her konuda yeterliliğine inanmış olmalarının büyük rol oynadığına inanıyorum. Kanaatim o ki, bu ölçüde bir saf Kur’ân kültürünün temin ve temsili onlardan sonra kimseye nasip olmamıştır.

Aklınıza şöyle bir soru gelebilir: Sahabe, fetih sürecinde tanıştıkları dış kültürlerden hiç mi etkilenmemiştir? Ölünceye kadar o seyri hep muhafaza mı etmişlerdir?

İçlerinde elbette etkilenenler olmuştur; fakat genelde sahabe-i kirâm, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraberliklerinden olsa gerek, inandığı şeye çok iyi inanmış ve inandığı değerleri bozacak şeyleri o müthiş feraset ve mârifetleri ile hemen ayırt edebilmişlerdir. Aslında bu noktada da sahabeye ait bir farklılık hemen göze çarpmaktadır. Ehlinin malûmu olduğu üzere, psiko-sosyologların [sosyal-psikologların] bir tesbiti vardır: “Galip milletler çok defa coğrafî açıdan genişler; ama temelde ruh ve kültür dünyaları açısından işgale uğrarlar.” Yani fethettikleri ülkelerdeki hâkim kültürün etkisi altında kalırlar. Sahabe-i kirâm bu genel tesbitin dışındadır. Onlar, çok azı müstesna, bırakın fethettikleri yerlerin kültürlerinin tesirinde kalmayı, kendi kültürlerinin taşıyıcılığını ve temsilciliğini yapmışlardır o diyarlarda.

Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Hayru’l-kurûni karnî ellezî ene fîhi, sümme’l-lezî yelûnehum sümme’l-lezî yelûnehum (En hayırlı asır, öncelikle benim içinde bulunduğum şu asırdır; sonra onu takip eden, sonra onu takip eden asırdır)” hadisine bir de bu zaviyeden bakmak lâzım.

Evet, sahabe-i kiram, Kur’ân’ın Allah’tan geldiğine aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıyor ve ona çok güveniyorlar. İşte bu inanç ve güven, Kur’ân’ın hakikî anlamda temel kaynak halinde algılanmasının nedeni oluyor. Karşılarına çıkan en küçük problemlerde bile hemen o kaynağa yöneliyorlar. Böylece saf Kur’ân kültürü oluşuyor. Mesela, Seyyidina Hz. Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyor. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında halife düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle diyor: “Ya Ömer! Senin bana ulaşmayan bir başka bilgiyle Efendimizden duyduğun bir şey mi var? Çünkü Kur’ân’da Allah “Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran” diyor. Demek ki kantar kantar mehir verilebilir.” Hz. Ömer, o kadının itirazını yerinde buluyor ve kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun” diyerek sözünü geri alıyor.

İşte “saf Kur’ân kültürü” derken kastım bu idi. Hz. Ömer’de gördüğümüz Kur’ân’ın karşısındaki bu teslimiyet, sahabenin hepsinde vardı. Bana göre bu teslimiyet, bu kabullenme, hem Kur’ân’ın, hem de Efendimizin bir mucizesidir.

Bu mucizenin oluşmasında sahabenin ümmiyetinin rolü olduğunu unutmamak lâzım. Yalnız “ümmiyet” derken kasdım okuma-yazma bilmeme değil, o güne kadar olan hayatlarında dış dünyanın kültürlerine karşı yabancı ve kapalı olmalarıdır. Yani Yemen, Mısır, İran, Hindistan vb. yerlerde yaşayan insanlara nisbetle kadim kültürlerle ve dinlerle ilişkileri yok denecek kadar azdı sahabenin. Dolayısıyla zihinleri temizdi, diriydi ve duruydu. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama mevzuunda başka kaynaklara müracaat etmiyorlardı. Bu, o tertemiz Kur’ân havuzunu bulandırmama adına çok önemli idi. Çünkü insanlar, farkına varmasalar da, düşünce yapılarını oluşturan temel felsefeye göre konuşur, yazar ve yaşarlar. Dolayısıyla dıştan bizi tanımayan; ama beslendiğimiz kaynaklara vakıf bir insan, herhangi bir yerde ve herhangi bir mevzu hakkında ileri sürdüğümüz bir görüşten hareketle bizim hakkımızda belli bir kanaate sahip olabilir. Mesela, siz bir yerde “Allah celle celâluhû çok mucizeler gösterir, böyle harikalarla bizi kendisine davet eder; fakat bütün bütün aklın elinden ihtiyarı da almaz” deseniz, “Külliyat”ı azıcık okumuş bir insan, Bediüzzaman’ın “Akla kapı açar; fakat ihtiyarı elden almaz” sözünden hareketle sizin beslenme kaynağınız hakkında tahminde bulunabilir.

İşte bu anlamda, yani yabancı kültürlerin tesirinde kalmama anlamında, sahabe ümmî idi. Bu ümmiyetin sahabeye ait saf Kur’ân kültürünün oluşumundaki katkısı inkâr edilemez. Nitekim bu saflardan saf durumun bozulmasında Yahudi ve Hıristiyan kültürü ile yetişmiş insanların etkisi çok büyüktür. Üstad’ın, “Ka’bu’l-Ahbar Müslüman olurken, onun mâlumat-ı sabıkası da Müslüman olmuştur” tespiti bu noktada çok önemlidir.

Aslında burada “İnsanlığın İftihar Tablosu”nun “İnnâ ümmetün ümmiyyetün”, yani “Biz ümmî bir ümmetiz” hadisini de zikretmek gerekir. Bence bu hadisi okuma yazma bilmeme şeklinde değil, başkalarına ait bilgi kırıntılarıyla zihnin, hafızanın kirletilmemiş olması şeklinde anlamak lâzım. Yoksa Araplar duyduklarını unutmayan çok zeki bir kavim. Bir gün boyunca hiç ara vermeden Cahiliye dönemine ait şiirleri okuyanlar var. Hz. Ebû Bekir gibi soy ağacını belki 20-30 nesil geriye götürerek ezbere sayanlar var. İrvaz b. Sâriye’nin rivayet ettiği; “Efendimiz sabah namazını kıldı; çıktı minbere, konuştu konuştu; öğlen vakti geldi, namaz için ara verdi. Sonra ikindiye kadar yine konuştu. İkindiyi kıldı, akşama kadar yine konuştu...” hadisindeki o konuşmaların hepsini hafızasında tutup kelimesi kelimesine bize rivayet edenler var. İşte bu anlamda ümmî olan bir ümmet. Başka kültür, başka anlayış, başka mantık ve başka felsefelere itibarları yok. Kur’ân bize ve her şeye yeter mülâhazası ufuklarını kaplamış.

Soru: Üstad Hazretlerinin talebelerinin de ilk dönemleri itibarıyla bir yönüyle ümmî olmaları aynı esaslara müstenittir, diyebilir miyiz?

Cevap: Üstad’ın talebelerinin hepsine ümmî demek doğru bir tespit olmaz. Hoca Sabri Efendi, Hulusi Efendi, Hasan Feyzi Efendi, Mehmet Feyzi Efendi gibi onlarca okumuş, devrinin kültürüne vâkıf talebesi var. Fakat genele bakınca ümmî demek doğru olabilir. Bununla beraber onların ümmîliği yarım ümmîlik.

Bu husus bir tarafa, Üstad’ın iradî olarak tercih ettiği ümmîliğe bu vesile ile dikkatlerinizi çekmiş olayım. O, çağın ortaya koyduğu bilgilere rağmen Kur’ân’ı öne çıkarmış, her şeyi Kur’ân ve sünnetle test etmiş ve bunda da başarılı olmuş bir insandır. Bu anlamda onda bir ümmiyet tercihi vardır. Bildiklerine Kur’ân rengi kazandırmış, Kur’ân’ı bir filtre olarak kullanmıştır o. Yazıyı işlek şekilde yazamamasından dolayı değil de, dışarıda bırakması gerekli olan şeyleri bırakması açısından yarı ümmî. Bu çok önemli; ama gözden kaçan bir husustur. Yabancı bir düşünce yoktur onda; her şeyiyle yerlidir o.

Soru: Çağımızın gereklerine göre bizim yeniden bir Kur’ân kültürünün oluşturulması hususunda tam veya yarı ümmiyet ufkunu yakalayabildiğimizi düşünüyor musunuz?

Cevap: Günümüzde bir tarafta okumayanlar var, öte tarafta da okuyanların dengesiz okuması söz konusu. Ortada bir temel olmadan, okunan şeylerin Kur’ân ve sünnet çizgisine uygun olup olmadığını test edecek temel kriterleri bilmeden okuma, dengesiz bir okumadır. Böyle bir okuma şekli insanı alır, başka taraflara götürür. Onun için önce temel esasların bilinmesi, dolayısıyla bu bilmeyi sağlayacak eserlere öncelik verilmesi gerekir. Bunlara metedolojik bilgiler de diyebiliriz. Gerçi İslâmî ilimler adına, günümüze uygun, bahsini ettiğim türden metodolojik bilgiler verecek eserleri kaleme alabilmiş değiliz; ama bu durum onların bilinmemesini gerektirmez. İşte bu tip insanlar, yani dengesiz okuyanlar, en son okudukları kitabın tesirinde kalarak sağda solda görüş beyan eder; bir gün sonra da önceki gün söylediklerine ters görüşleri rahatlıkla ortaya koyabilirler. Bu onların “ibn-i zaman” (zamanın çocuğu=dar zaman aralıklarına bağlı yaşayanlar) olduklarının delilidir. Hâlbuki bizim şimdi “ibn-i zaman”lara değil, zamanlarını aşan eserlere kulak veren, hatta böylesi eserler ortaya koyabilen insanlara ihtiyacımız var.

Sahabe misali, çağın gerçeklerini ve ihtiyaçlarını nazara alıp problemleri çözüme kavuşturacak bir “saf Kur’ân kültürü”nün oluşturulması için zamana ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Evet, Batı’nın hayatın hemen her alanındaki etkilerinden sıyrılıp kendini Kur’ân’a verecek nesiller elbet bir gün arz-ı dîdar edecek; ama biraz daha sabır ve gayret...

Kur’ân okuma

Hüzün ve Kur’ân âdeta birbirini tamamlayan iki kelime. Kur’ân hüzünle inmiştir. Allah Rasülü (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde buna işaretle buyurur ki; “Kur’ân-ı Kerim’in en güzel tilaveti ciddî bir hüzün içinde okunanıdır.” Şahsen ben, ruhsuz Kur’ân okumanın insanımızı duygusuz hale getireceğine inanıyorum. Kur’ân’ı anlamak, Kur’ân ile dirilmek, onun özünde derinleşmeye bağlıdır. Kur’ân’ın sadece ibare ve lâfızları ile ilgilenenler sevap kazansalar bile sevaba açık bir topluluk haline gelemezler. Bir başka tabirle, Kur’ân’ı muhtevasına uygun şekilde anlayıp hayatlarına hayat kılamazlar. Evet, Kur’ân’la münasebetimiz açısından asıl mesele kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelebilmek ve benliğimizin bütün buutlarıyla onu duyabilmektir. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah’ın (celle celâluhû) bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birdenbire yeşeririz. Okuduğumuz âyetin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer; aynı anda bir yandan ruhumuzun atlasını temaşa ederken, diğer yandan göklerin haritasını müşahede etme ufkuna ulaşırız.

Âcizane kanaatim, Kur’ân okuma tam mânâsıyla bilinmiyor. Onun için bu meselenin çok ciddî olarak ele alınması gerekir. Çünkü Kur’ân’ı kaide ve kurallarına uygun şekilde okuma; onu içte duyma, mânâ ve muhtevasına vakıf olma, derinliklerine nüfuz edebilme kadar önemlidir.

Elfaz maânînin kalıbıdır (lâfızlar, ibareler mânâ ve muhtevanın kalıbıdır). Kalıp bozuk olunca mânâ sıkışıp kalıyor ve derinliklerine nüfuz edilemiyor. Mesela, kendi adıma, Kur’ân dinlerken yanlış okumalar karşısında ruhumda ihtilâc hâsıl olduğunu, konsantrasyonumun bozulduğunu, mânânın derinliklerine inmekten uzaklaştığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bende böyle olduğu gibi, Kur’ân’ı tam bir konsantrasyonla duyarak, hissederek dinlemek isteyen herkesin ruhunda da aynı türden ihtilâcların olacağı muhakkaktır.

Evet, Kur’ân’ı, Allah’ın (c.c.) Cebrail aleyhisselâma, Cebrail’in “İnsanlığın İftihar Tablosu”na veya “Efendiler Efendisi”nin sahabeye okuduğu gibi okumak gerek. Cebrail (aleyhisselâm), Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, “Kur’ân nazil olduğu şekliyle korunuyor mu, doğru eda ediliyor mu?” diye her sene mukabele ediyordu. Bu açıdan hâdiseye bakınca, mukabeleye “test etme” de diyebiliriz. Bunun bize verdiği ehemmiyetli bir mesaj olsa gerek.

İsterseniz bir benzetme yapalım: Namazı duyma, her rüknünü vicdanında hissederek kılma, Allah’ın (celle celâluhû) huzurunda bulunduğunun şuurunda olma çok önemlidir; ama bunun yanında namazı namaz yapan rükû, secde, kıraat, kıyam, teşehhüd gibi zahirî erkâna riayet de şarttır. Kur’ân’ı tilavet kaidelerine riayet ederek hakkıyla okumayı da namazın zahirî erkânı gibi değerlendirebilirsiniz.

Kur’ân’ı doğru okumak için üç şeyin çok önemli olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, bir fem-i muhsinin (okuyuşu düzgün bir hoca) rahle-i tedrisine oturma. Yani mutlaka işin uzmanından ders alma. Kur’ân okumak sadece harfleri bilmek değildir. Ben kendi kendime Fransızca öğrenmiştim; öğrenmiştim, ama nasıl konuşuyordum Allah bilir. Bir ara İngilizce de çalıştım. Bir gün Rahmetli Tuzcu Cahid Bey bana, “Hocam! Türkçe gibi İngilizce konuşuyorsun” dedi ve ben o gün İngilizce öğrenmeyi bıraktım. Harf ve kelimeleri aslına uygun şekilde telaffuz, ancak işin uzmanının önüne diz çökmekle öğrenilir. İkincisi, talim esnasında doğru telaffuz için insanın kendini zorlaması. Mesela mahâric-i hurufa (harflerin mahreçleri) çalışırken bizim kıraat hocamız kendisini ve bizleri çok zorlardı. Öyle ki, “dat” harfini gösterirken parmağını damağına koyardı. Bu ilk bakışta tekellüf gibi görünse de belli bir müddet sonra alışıyor insan. Ve üçüncüsü, kulak dolgunluğu. Bu da, Kur’ân’ı tekellüfsüz okuyan hafızları çok dinlemekle olur.

Malesef biz doğru düzgün Kur’ân-ı Kerim okumayı unutmuşuz. Hatta İmam Hatip liselerinde ve ilâhiyatlarda bile bu eğitim insanımıza tam tekmil verilemiyor. Kur’ân kursları ölçüsünde verilemiyor, desem kimse bana alınmasın.

Bu faslı, Hafız Münâvi’den nakledilen bir vak’a ile kapatalım: “Bir genç, hafızlığını ikmal ederken hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim’i hatmeder. Ertesi gün de tabiî olarak hocasının karşısına rengi solmuş, benzi sararmış olarak çıkar. Hem maddî hem de mânevî açıdan kendisine mürşid olabilecek kapasitede olan hocası, bu durumun sebebini onun ders arkadaşlarına sorar. Onlar cevaben, ‘Üstadımız, bu talebeniz hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim’i hatmedip duruyor’ derler. Üstad, talebesinin Kur’ân-ı Kerim’i böyle okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alır ve ‘Evlâdım! Kur’ân indiği gibi okunmalıdır. Bugünden itibaren sen Kur’ân’ı, şu ana kadar okuduğun gibi değil de beni karşında farz ederek, dersini bana takrir ediyormuşsun gibi oku’ tavsiyesinde bulunur. Genç gider, hocasının tavsiyeleri çerçevesinde o gece Kur’ân-ı Kerim’i okur ve sabah hocasının huzuruna geldiğinde, ‘Efendim, bu gece ancak Kurân-ı Kerim’i yarısına kadar okuyabildim’ der. Üstad, ‘Pekâlâ, bu gece de Kur’ân-ı Kerim’i doğrudan doğruya Resûl-ü Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda okuyor gibi oku!’ emrini verir. Talebe “Kendisine Kur’ân nazil olan zâtın huzurundayım, doğru okumalıyım” düşüncesiyle o gece Kur’ân’ı daha dikkatli tilavet eder. Ertesi gün üstadına Kur’ân-ı Kerim’in ancak dörtte birini okuyabildiğini söyler. Üstadı talebesindeki terakkiyi görünce, bir mürşidin müridinin dersinin arttırması gibi, ‘Bugün o emin melek, Cibril’in Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)’e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku!’ der. Talebe ertesi gün ‘Vallâhi üstadım, bugün ancak bir sûre okuyabildim’ der. Üstad son adımı atar: ‘Evlâdım! Şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı Müteal’in huzurunda okuyor gibi oku! Düşün ki, okuduğunu Allah (celle celâluhû) dinliyor, senin için indirdiği kelâmını senin ile mukâbele ediyor.’ Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir ve şöyle der: ‘Üstadım, “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Errahmanirrahim. Mâliki yevmi’d-dîn” dedim; ama “İyyake na’büdü” demeye bir türlü dilim varmadı. Çünkü “Sadece sana kulluk yaparım” diyeceğim; diyeceğim, fakat ben o kadar çok şeye kulluk yapıyorum ve o kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, onun karşımda hazır ve nazır olduğunu mülâhazaya alınca “İyyake na’büdü”yü aşamadım.”

Hafız Münâvi, bu gencin fazla yaşamadığını, bir iki gün sonra vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında onun ahvalini müşahede ederken, delikanlı, hocasının duyabileceği bir sesle, “Üstadım, ben hayyim (hayattayım). Hayy u Kayyum olan Sultanlar Sultanı’nın huzuruna vardım ve hiç hesap görmedim” diye konuşur.

Bu menkıbeyi nakletmekle “Bu ölçüler içinde Kur’ân’ı okumuyor veya okuyamıyorsanız onu okumayın!” demek istemiyorum. Fakat şu da unutulmaması gereken bir hakikat ki ruhumuzda inkılâplar meydana getirmeyen Kur’ân’ın ferdî ve içtimaî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur’ânla değişebilmeli, onun ufkuna yönelebilmeli, onu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki o da esrarını sinelerimize boşaltsın.

Keşke çeşitli vesilelerle bir araya gelindiğinde, çok değil, bir on dakika bu işe ayrılsa; ağzı düzgün bir kişi talimde bulunsa; bilenler bilmeyenlere talim etse; bire bir mukabele şeklinde Kur’ân okunsa. Keşke!

Kur’ân okumada asgarî ölçü

Soru: Kur’ân okumada asgarî bir ölçü var mıdır?

Cevap: Kur’ân bir nasihat, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki, Kur’ân’dan istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, insanın gözünü ona dikmesi ve kulağını ona vermesi gerekir. Nitekim Kelâm-ı İlâhî’de şöyle denilmektedir: “Bu Kur’ân, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur’ân’a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür” (Kâf, 50/37).

Selef-i sâlihîn, Kur’ân okumanın minimumu üzerinde durmuşlar ve her gün bir miktar okunmalı demişlerdir. Bu hususta söylenilenleri, “Kur’ân-ı Kerim en hızlı haftada bir, ortalama on beş günde bir, en az ayda bir defa hatmedilmelidir; eğer ayda bir defa olsun hatmedilmiyorsa, Kur’ân metruk sayılır” şeklinde özetleyebiliriz.

Şu kadar var ki, Kur’ân okunurken, insanın içine sinmeli, okuyan onu düşünmeli ve ondan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi halde onu okumuş sayılmaz. Kur’ân-ı Kerim, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle en az ayda bir defa hatmedilmelidir. Fakat hatim üç beş güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. Oysa, Kur’ân baştan sona mülâhaza edilmesi, bir bütün olarak ele alınması ve dikkatle okunması gereken bir kitaptır.

Muhammed İkbal der ki: “Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur’ân okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, ben de elimdeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyordum. Tam iki sene, belki onlarca defa, elimde Mushaf’ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Bir gün âdeti üzere tekrar sorunca, ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Bir şey mi demek istiyorsun?’ dedim. Babam şöyle cevap verdi: ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde “Kitap” var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammed’im! Kur’ân’ı sana sesleniyor gibi okur ve her âyetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin.”

Maalesef, bizim insanımızın okuyuşunda da mânâ ve muhtevaya dikkat edilmiyor. Kur’ân düşünülmüyor. Okuyanlar, sadece lâfız olarak okuyorlar. Mutlaka onun da bir sevabı vardır. Kur’ân okuyan biri, onun kelimeleri ve harfleri adedince sevap kazanabilir. Hatta bazılarına göre nafile namaz kılmaktansa Kur’ân okumak daha evlâdır. Fakat esas olan onu hem okumak, hem de anlamaya çalışmaktır. İmkânı varsa, hafız olanlar, her gün sabah kalkınca bir cüz Kur’ân okumalı ve o günkü namazlarını o cüzle kılmalılar. Böylece iki cüz okumuş olurlar. Çok meşguliyetleri yoksa daha çok da okuyabilirler. Evet, insan her gün Kur’ân-ı Kerim için belli bir süre ayırmalı, onu okumaya ve anlamaya gayret göstermeli.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ümmetine ait negatif görüntülerden birini dile getirirken, “Onlar bir vadide, Kur’ân ayrı bir vadidedir” buyurmuştur. Maalesef, en az beş asırdır, Müslümanlar böyle bir mahrumiyetin cenderesi içinde bulunuyorlar. Geleceğin fikir işçilerinin vazifelerinden biri de Kur’ân’ın bu gurbetine son vermektir.

Kur’ân ve Biz

Ashab-ı kiramın hayatına baktığımızda, onların hemen her hâdisede Kur’ân-ı Kerim’in yol göstericiliğine mazhar oldukları ve hayatlarını bütünüyle Kur’ân’ın teşvik ve ikazlarına göre yaşadıkları görülüyor. Günümüz mü’minlerinin de aynı çizgide hayatlarını sürdürebilmeleri için dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir?

Kur’ân-ı Kerim’in ahir zamanda maruz kalacağı hali ifade eden;

يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ اَلْقُرْاٰنُ فِي وَادٍ وَهُمْ فِي وَادٍ غَيْرِه

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, Kur’ân bir vadide, onlar başka bir vadide olacaklar.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 6/348) hadis-i şerifinde de ifadesini bulduğu gibi, asırlar var ki, Kur’ân bir vadide, biz ise başka bir vadideyiz. Evet, biz belli bir dönemde Kur’ân’ın, özellikle tekvînî emirlere bakan yanını ihmal ettik, ona karşı kapıları kapadık ve o kapıların ardına sürgüler sürdük. Âdeta jaluzileri indirip, onun aydınlık ikliminden dünyamıza sızacak ışıkların önünü kestik. Hâlbuki o yüce kitap, tekvînî emirlerin kavl-i şarihi, burhan-ı vazıhı ve delil-i sâtı’ıydı. Kâinat, ilim programına göre Allah’ın kudret ve iradesinden gelen bir kitap olduğu gibi, Kur’ân da ilim programıyla Allah’ın kelam sıfatından gelen ayrı bir kitaptı. Fakat biz zihin ve fikir dünyamızda o iki hakikati birbirinden ayırdık. Tabir caizse, talak-ı selase ile de değil, 3’ten 9’a deyip talak-ı tis’a ile, kalb ve kafayı, tekvînî emirlerle teşriî emirleri birbirinden kopardık. Bunun yanında İslâm’ın kalbî ve ruhî hayatına karşı da çok ciddi bir yabancılık içine girdik. Dolayısıyla da izafî ve nisbî fetret devri diyebileceğimiz uzun bir dönem Kur’ân cemaati, Kur’ân’dan habersiz yaşadı.

Tarih bu ayrılığın daha ileriye götürüldüğüne de şahit olmuştur. Bir gün gelmiştir ki, Kur’ân’ın lafzının telaffuz edilmesi bile yasaklanmıştır. Kur’ân ancak dar alanlı bazı yerlerde okunup öğretilebilmiştir. Fakirin Kur’ân öğrenmeye çalıştığı dönemde de aynı yasaklar mevcuttu. O dönemde köylerde üç-beş insan bir araya gelip Allah’ın kelamını öğrenmek istediğinde jandarma baskınlarına maruz kalır, küçük çocuklar tüfeklerin ucunda dışarı atılırdı. Evet, Kur’ân öğrenmenin bu kadarına bile tahammül edilmiyordu.

Kur’ân’a Gönülden Teveccüh

Şimdi Kur’ân’dan bu kadar uzaklaştıktan ve ona yabancılaştıktan sonra, yeniden onu derinlemesine duyma ve bizim ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî, psikolojik, pedagojik ve kültürel hayatımızda onun nurdan mesajlarını hayatımıza tatbik meselesi birdenbire olacak bir iş değildir. Ve hele birileri bizim güzel ve güzide müesseselerimizin içine sızarak bir şekilde bu tahribatı devam ettiriyorlarsa, yani Kur’ân hâlâ değişik şekillerde sorgulanıyor, hâlâ o sahib-i Kur’ân olan Resûl-i Zîşan’ın (aleyhissalâtü vesselâm) hadis-i şeriflerine dil uzatılıyor, hâlâ O’nun mucizeleri yerden yere vuruluyor ve hâlâ Kur’ân’a ait meseleler bir tarihsellik mülâhazasıyla ele alınıyorsa meselenin zorluğu daha iyi anlaşılır. Kaldı ki, bizim şu an bile Kur’ân’a yürekten yöneldiğimiz söylenemez. Gerek dil, gerek terminoloji ve gerekse kalbî hayat açısından Kur’ân’a öyle bir yabancılaşmışız ki, bütün bu yabancılıkları aşarak Kur’ân’la yeniden irtibata geçmemiz çok ciddi bir gayrete vabestedir. İnsanların bir kere daha dinin hakkaniyetine ve Resûl-i Zîşan, Sahib-i Kur’ân’ın hak bir peygamber olduğuna yürekten inanmaları lazımdır. Öyle ki çok rahatlıkla, “Allah’ım, O’nun getirdiği mesajı hayata hayat kılmayacaksam yaşamanın bir mânâsı yoktur. Eğer ruhumuzun âbidesini ikame etmeyeceksem, dinin ruhunu yeniden ruhlara duyurmayacaksam, bir sayha ile canımı alsan değer.” diyebilmeliyiz.

Evet, asıl mesele, Allah’ı yürekten duymak ve O’nun marifetini varlığımızın asıl gayesi bilmektir. Zira Kur’ân-ı Kerim’e göre bizim yaratılışımızın gayesi, iman-ı billah, mârifetullah, muhabbetullah ve bir de Cenâb-ı Hakk’ın değişik tecelli dalga boyunda bir lütuf olarak ihsan buyurduğu zevk-i ruhanîdir. Eğer Allah yaratılışın gayesi olarak bunu ifade etmişse ve biz de bunu değiştirmişsek, evvela kendimizle yüzleşmemiz ve ihmallerimizi gözden geçirmemiz gerekir. Asırlarca yapılmış tahribatı göz önüne alarak tamir edilmesi gerekli olan hususları tamir etmeye çalışmalıyız. Ancak unutulmaması gerekir ki, iç içe yaşanan bu korkunç deformasyonları formuna koyma ve kendi şekline irca etme meselesi hemen, birdenbire olacak bir iş değildir. Hz. Pîr, asırlardan beri rehnedâr olan bir kalenin tamir edilmeye çalışıldığını ifade ediyor. Siz, Allah’a iman meselesinin sarsılmasından alın da, anne babaya karşı saygısızlığa, anne-babaların bakım yuvalarına atılmasına, ailenin içindeki genel nizam ve ahengin bozulmasına kadar o kadar çok değerleri ayaklarımızın altına almışız ki, bütün bunların tamir edilmesi belki bir asır ister. Cenâb-ı Hak daha kısa bir dönem içinde bu neticeyi lütfedebilir. Bu, O’nun ekstra bir lütfu olur. Biz O’nun rahmetinin enginliğinden böyle bir lütfu bekleriz. Fakat realite planında işin tabiatının böyle bir zamana vâbeste olduğu unutulmamalıdır.

Yeni Bir Dip Dalga ile Kur’ân’ı Anlama

Evet, öncelikle meselenin eksik ve gediğinin bize ait zikzaklardan kaynaklandığını, tâ İmam Gazzâlî veya Fatih döneminden bu yana meydana gelen bir kısım eksiklerin zamanla teraküm ettiğini bilmeliyiz. Yani bizler zamanla, eksik düşünceli, eksik heyecanlı ve kalbî hayatı itibarıyla da eksik olan insanların temsilcileri hâline gelmişiz. Bu açıdan dipten bir dalga ile vira bismillah deyip işe yeniden başlamalıyız. Nasıl ki çocuğa yaşına göre bir beslenme programı uygulanıyorsa, aynen öyle de kalbî ve ruhî hayatımız adına öyle bir beslenme vetiresi ve stratejisi oluşturmalıyız. Herkes kendi çapında bunu gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Ancak bundan sonra Kur’ân’ı doğru anlama imkânı doğacaktır.

Devr-i risalet-penahide içtihat, istinbat ve istihraca açık o kadar çok malzeme var ki, bunları bugün yapacağımız içtihat ve istinbatlara menat yaparak günümüzü aydınlatabilir ve günümüz insanının problemleri adına çok farklı çözümler ortaya koyabiliriz. Fakat evvela bizde güçlü bir heyecanın canlandırılması ve imanı hayata gaye yapma duygusunun oluşturulması gerekir. Ancak bundan sonra insanlar her bir Kur’ân âyetini kendilerine hitap ediyor gibi okuyacaklardır. Meselâ Nûr sûresindeki:

إِنَّ الَّذِينَ جَۤاءُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْإِثْمِ

“O iftirayı atanlar, içinizden bir gruptur. Bu hâdiseyi hakkınızda şer sanmayın; belki sizin için hayırlıdır o. Onlardan her biri için kazandığı günah vardır.” (Nûr sûresi, 24/11) âyet-i kerimesi, Âişe Validemiz’e yapılan çirkin iftirayı ele alıyor. Fakat Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan kıyamete kadar gelecek bütün insanlara hitap ettiğinden biz kendimize şu soruları sorabiliriz: “Acaba gözümüzün nuru, başımızın tacı, hane-i saadetteki kadınlık âleminin en büyük muallime-i kübrası mübarek annemize ve aynı zamanda dinin kaynağına yapılan böyle bir iftira karşısında Resûl-i Ekrem Efendimiz’in genel tavrı bize ne anlatıyor? Acaba Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in her meselede durduğu gibi böyle bir mesele karşısındaki o dik duruşundan çıkarmamız gereken dersler nelerdir? Ümmü Ruman validemizin bu mevzu karşısındaki duruşu bize nasıl bir mesaj veriyor? Hâsılı bu âyet bize ne anlatıyor, ne ifade ediyor?” İşte “vira bismillah” deyip bütün Kur’ân’ı baştan sona bu bakış açısıyla okuyup anlamaya çalışmalıyız.

Yine bir misal olması açısından arz edeyim: Bakara sûre-i celîlesinin başında, Cenâb-ı Hak:

الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

“Elif, Lâm, Mîm. İşte (o eşsiz, mucize) Kitap: Onun (Allah tarafından indirildiği ve baştan sona hakikatler mecmuası olduğu) hakkında hiçbir şüphe yoktur. O, muttakiler için ayn-ı hidayet bir yol göstericidir.” (Bakara sûresi, 2/1-2) âyet-i kerimeleriyle Kur’ân-ı Kerim’in müttakilere hidayet kaynağı olduğunu ifade buyuruyor. Sarf ve nahiv âlimleri buradaki hidayetin mânâ-yı mastari olduğunu söylerler. Dolayısıyla burada anlaşılması gereken Kur’ân’ın potansiyel olarak bir hidayet kaynağı olduğudur. Hâsılün bi’l-mastar diyebileceğimiz, bu meselenin pratik hâline gelmesi meselesi ise daha sonraki âyetlerde anlatılır. Şöyle ki; bir sonraki âyet-i kerimede:

اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ

buyurarak gaybî hakaike yani esmasıyla malum, sıfâtıyla muhat, Zât’ıyla Mevcud u Meçhul O Zât-ı Baht’a iman etme, evsaf-ı celîlesiyle O’nu tanıma ve esma-i sübhaniyesiyle O’nu tebcil ve takdir etme üzerinde durulmaktadır. Âyet-i kerimenin devamında ise:

وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ

“Namazı ikame ederler.” buyrulmaktadır. Burada يَجْعَلُونَ الصَّلَاةَveya يُصَلُّونَ الصَّلَاةَdenilmeyip, “ikame” lafzının kullanılması ile, namazın mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun; âdeta ilm-i ilâhîdeki şekil, şart ve rükünlerine muvafık bir şekilde ve aynı zamanda hudû ve huşû içinde, kişinin kendinden sıyrılıp maiyyet şuuru ve Allah karşısında derin bir konsantrasyon duygusu içinde namazın âbidesinin ikame edilmesi gerektiği anlatılıyor.

Daha sonra ise:

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

“Kendilerine rızık olarak verdiğimiz nimetlerden hayır yolunda infak ederler.” buyruluyor. Buna göre Allah’ın ihsan buyurduğu nimetlerin hakkını vermek gerekiyor. Eğer Cenâb-ı Hak bize mal ihsan ettiyse, muhtaçlara onun hakkı verilmelidir. İlim lütfettiyse ettiyse, verilen o nimet ilim yolunda harcanmalıdır. Fikir ve düşünce kabiliyeti vermişse, fikir sancısı çekerek, öz beynimizi burnumuzdan kusarak düşüncenin hakkı verilmelidir. Şefkat duygusu ihsan etmişse, insanlığı kazanma adına son kertesine kadar onun da hakkı verilmelidir.

Bütün bunlardan sonra şöyle buyruluyor:

وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ

“Hem sana indirilen kitabı, hem de senden önce indirilen kitapları tasdik edip iman ederler.”Yani inzal zamanı itibarıyla onu temsil eden insanların veya ümmetlerin bu kitapları tam temsil ettikleri dönemler itibarıyla sizden evvel inen o kitapların da inme hakkaniyetlerine iman ederler, diyor. Müttakilerin bir diğer özelliği olarak ise:

وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

“Ahirete de kesin olarak inanırlar.” buyruluyor. Burada, يُؤْمِنُونَdenilmeyip يُوقِنُونَbuyrulması, müttakilerin ahiret hakkında tam bir yakîn sahibi olmaları gerektiğine işaret içindir. İcmalî olarak arz ettiğim bütün bunlar nazarî Müslümanlığın, potansiyel hidayetin realize edilmesi adına önümüze serilen hususlardır.

Cenâb-ı Hak bu şekilde müttakilerin vasıflarını anlattıktan sonra şöyle buyurur: أُولٰۤئِكَİşte ey habibim! Nereden bakılırsa bakılsın her yönleriyle müstesna olan bu simalar, dırahşan çehreler, âbide şahsiyetler, iman ve İslâmiyetle serfiraz olan şu kamet-i bâlâlar var ya, “işte bunlar”:

عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ

“Rabbilerinden dosdoğru bir yol üzerindedirler.” Bunlar, nazarînin ifade ettiği hakikatleri diyanetle güçlendirmiş, derinleştirmiş ve hayatlarının bir buudu hâline getirmişlerdir. Onlardaki iman hakikati, pratiğe dönüşmüştür:

وَأُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“İlle de bir kurtuluştan bahis söz konusuysa, işte kurtulanlar da bunlardır.”

Dar bir meâl çerçevesinde, basit ve kısaca yukarıdaki âyetlerin mealini arz etmeye çalışmamın sebebi şudur: Kur’ân’ı, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ’den مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ’e kadar, mânâ tabakalarına inerek, derinlemesine üzerinde düşünerek yeni bir dip dalga ile baştan sona müzakere ve mütalaa etmeliyiz. Öyle ki, “Allah’ım, Senin müstesna ve muhtevası engin olan o mükemmel kitabına uymaya çalışıyor; bu istikamette cehd ve gayrette bulunuyor ve bu işi yaparken de ins ü cin şeytanlarından Sana sığınıyoruz.” mülâhazasıyla dinin bize tahmil ettiği esasların neden ibaret olduğunu baştan sona ele almamız gerekiyor.

Kur’an’ın Aydınlık İkliminde Yeni Ufuklara

Hz. Pîr, Kur’ân’ı, Allah’tan dinliyor gibi veya Cibril-i Emîn’den dinliyor gibi ya da Hazreti Sadık u Masduk’tan dinliyor gibi okumak gerektiğinden bahsediyor. Şayet bir insan Kur’ân’ı, Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibiyse, bu çok ciddi bir meseledir. Kur’ân’ı böyle okuyan bir insan, onun bir kelimesini duyduğunda, onu on defa aklında evirip çevirir, sonra da o kelimeyi aklının bütün nöronlarına emanet eder. Kortekse, “sen biraz bekle, ben yeniden sana müracaat edeceğim” der. Bir dosyayı karıştırıyor veya kurcalıyor gibi onu alıp bir kere daha baştan sona kadar gözden geçirir. Kur’ân’a bu nazarla bakıldığında, hayatın ferdî, ailevî, içtimaî ve kültürel bütün alanlarıyla alâkalı problemlerimizi ve onların çözüm yollarını onun içinde bulmak mümkündür.

Selef-i salihîn –Allah ebeden onlardan razı olsun– kendi dönemlerinde mevcut ilimleri ve tekvînî ilimlerin inkişafını çok iyi değerlendirmiş ve şartların müsaade ettiği ölçüde Kur’ân’ı anlamaya çalışmışlardır. O gün itibarıyla ne teleskop ne mikroskop ne de x ışınları vardı. Ama Cenâb-ı Hak bugün bize bu imkânları bahşetmiştir. Bunun yanında size duyup hissettiğiniz ve içinize sindirdiğiniz bu meseleleri dünyanın dört bir yanına da duyurmak için televizyon, internet gibi nice imkânlar lütfetmiştir. Bence, bütün bu imkânları değerlendirerek sahabeye yetişmek için canla başla çalışmak gerekir. Onlar hicret-i seniyyenin 40. senesinde Sindabat’a ulaşıyor, 80. senesinde Horasan’a hâkim oluyorlar. Ahnef İbn Kays’ın karşısında bozguna uğrayan Moğol orduları “Bunlarla savaş olmaz!” diyorlar.

Elbette ki bugün biz, kılıç, kama, ok ve yayla değil; Kur’ân’ın elmas düsturlarıyla, tabiatımıza mâl olmuş insanî değerlerimizle, inkıtaa uğramayan temsildeki gücümüzle, her zaman aynı istikameti sergileyen müstakim tavır ve davranışlarımızla böyle bir seviyeyi yakalayabilmek için uğraşmalı ve Kur’ân’a ait güzellikleri bütün dünyaya duyurmaya çalışmalıyız. Fakat daha öncesinde, mânâ ve muhteva noktasından meseleyi kendi aramızda çözüp halletmemiz gerekiyor. Yoksa camilerde sadece bir mukabele okumakla böyle bir hedefe ulaşılamaz. Bu ifadelerimle camilerde mukabele okunmasını hafife alıyor değilim. Bu çok güzel bir âdettir. Ama asıl, “Okunan bu âyetlerdeki murad-ı ilâhî ve maksad-ı sübhani nedir?” deyip işin özüne, mânâ ve muhtevasına ehemmiyet verilmesi gerektiği kanaatindeyim.

İşte bütün bunların müzakere meclislerinde uzun boylu ele alınması, müşterek akılla tahlile tâbi tutulup ortaya konulması gerekir. Bu yapılabildiği takdirde, duygu ve düşünce dünyamız itibarıyla bir kez daha yenilenecek, yeni ufuklara açılacak ve günümüzün bize yüklediği o tarihî sorumluluğu yerine getirmiş olacağız.

Kur’an ve ilmî keşifler

Fethullah Gülen: Kur’an ve ilmî keşifler

Herhangi bir ilmî keşif veya icattan hemen sonra, ona dair Kur’an’da bir kısım işaretlerin mevcut olduğu dillendiriliyor. Bu zaviyeden araştırmacıların Kur’an’daki fennî hakikatler karşısındaki genel tavrı nasıl olmalıdır? Bu tür âyetlerin özellikle fen bilimlerinde çalışanlara verdiği mesajlar nelerdir?

Kur’an ve Sünnet çizgisinde ilm-i siyaset

Fethullah Gülen: Kur’an ve Sünnet çizgisinde ilm-i siyaset

Soru: Bazı kimseler hilâf-ı vâki beyanlarını ve gayrimeşru bir kısım icraatlarını ilm-i siyaset adı altında meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bir mü’min açısından ilm-i siyaset nasıl anlaşılmalı ve nasıl tatbik edilmelidir?

Cevap: Aslı itibarıyla Arapça olan siyaset kelimesi, idare etme anlamına gelmektedir. Biz, “idare etme” kelimesini iki anlamda kullanırız. Bunlardan birincisi; bir sistemi, bir topluluğu veya bir kurumu kendi kuralları içerisinde makul olarak yönetme demektir. İdare etmenin ikinci anlamı ise müdârâttır. Müdârât ise düşmanlık duygusuyla hareket edenlere bile sabırla, diplomasinin inceliklerini kullanarak, değişik iyilik vesilelerini değerlendirerek muamelede bulunmak ve böylece onların kötülüklerini savmaya çalışmak demektir. Bu konuyla alakalı Hazreti Üstad, Hâfız-ı Şirazî’nin şu sözünü nakleder:

Asayiş-i dü gîtî tefsir-i în dü harfest;
Bâ dostân mürüvvet bâ düşman müdârâ.

Yani “İki cihanın rahat ve selâmetini iki kelime tefsir eder; dostlara karşı mürüvvetkârâne hareket etmek, düşmanlara karşı da sulhkârâne muamele etmektir.”

Dostlara karşı mürüvvetkârâne hareket etmekten maksat, onlara değer vermek, iyilik yapmak, bağrını açmak ve ciddî bir insanlık mülâhazasıyla onları kucaklamaktır. İnsan, ahsen-i takvimin göz kamaştıran bir abidesi olduğu için, ona karşı saygılı olunması, ona değer verilmesi ve insanca davranılması gerekir. Hiçbir hümanist hareket, İslâmiyet’in insana verdiği bu değeri verememiş, pratik hayatta da bunu temsil edememiştir.

Müdârât ile takiyye arasındaki fark

Düşmanlara karşı müdâratta bulunmak ise onları idare etmek demektir. Bunun anlamı, gereksiz yere demagoji ve diyalektiklerle düşmanları tahrik etmemek, diplomasiyi çok iyi kullanmak, karşı taraftan gelebilecek hücum ve tahribatı akıllıca stratejilerle bertaraf etmektir. Yani siz düşmanlarla kuracağınız ilişkilerde bir taraftan onlarla karşı karşıya gelmeyecek, diğer taraftan da zarar görmeyecek şekilde bir politika izlemelisiniz. Görüldüğü üzere bu yaklaşım, sırat-ı müstakimden ayrılmış bir mezhebin başvurduğu takiyyeden çok farklıdır. Onlar, kendilerinden olmayanları kandırma, aldatma ve bu uğurda her türlü yalanı mubah görme gibi korkunç bir dalalet içerisindedir. Müdârât ise sabır ve metanetle, aklı ve diplomasiyi kullanarak düşmanca tavırları engellemeye çalışma demektir.

Evet, diplomasiyle çözülmesi mümkün olan problemler kaba kuvvetle çözülmeye çalışılırsa, düşmanlara karşı akıllıca bir strateji takip edilmez ve ittihatçı toy delikanlıların yaptığı gibi hemen maddî mücadeleye kalkışılırsa, ülke bir çıkmaza sokulabilir ve parçalanabilir. İttihatçılar, Rusya ile girdikleri savaş neticesinde sahabeden sonra emsalini göstermenin mümkün olmadığı kocaman Devlet-i Âliye’yi paramparça etmişlerdi. İşte biz müdarat derken ülkeyi bu ve benzeri maceralara sürüklememe adına takip edilmesi gereken siyaset ve idare şeklini anlıyoruz.

Siyaseti aldatma sanatı sanan zihniyet

Günümüzde siyaset denildiğinde sadece siyasî partiler şeklinde organize olmuş ve toplumu idare eden insanların yaptıkları iş anlaşılmaktadır. Fakat ilm-i siyaset sadece devlet yönetimiyle ilgili değildir. Herkesin şahsî, ailevî ve ictimaî hayatında takip etmesi gereken bir idare ve siyaset şekli vardır. Buna riayet edilmediği takdirde huzursuzluk ve çatışmalar ortaya çıkar. Fakat inanan bir gönül için siyaset adına başvurulacak yolların dinin ortaya koyduğu disiplinlere uygun olması gerekir. Dolayısıyla küçük daireden başlamak üzere devlet yönetimine kadar hangi alanda olursa olsun, gayrimeşru icraatların ve Müslüman kimliğine yakışmayacak tavır ve davranışların ilm-i siyaset olarak görülemeyeceğini ifade etmek gerekir.

Örnek vermek gerekirse devletlerin, devletler muvazenesinde güçlü bir yere sahip olma, sahip olduğu bu gücü devam ettirme, gözünün içine baktırma, onayı alınmadan başkalarına iş yaptırmama gibi bir kısım hedefleri vardır. Şayet onlar bu hedeflerine ulaşmak için farklı bahanelerle dünyanın değişik yerlerindeki yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürme, nazarî planda olan düşmanlıkları kendilerine yapılan kat’î bir taarruz gibi göstererek başka ülkelere girme, oranın insanlarını kendi ruh ve mânâ köklerinden uzaklaştırma ve onları benliksiz-kimliksiz hâle getirme gibi yollarla başkalarına zulmediyor, hukuku ihlâl ediyor ve despotluk yapıyorlarsa, buna siyaset denmez. Buna dense dense insaf ve vicdanını kaybetmiş devlet terörü denir.

Kendi konumlarını korumak isteyen bir kısım ülkeler bu tür gayrimeşru siyasetler takip edebileceği gibi, ülke içerisinde yönetimi ele geçirmiş olan bir kısım insanlar da kendi ikbal ve istikballeri adına bu tür hukuksuzluklara girebilirler. Onlar, kendileri bir yana çocuk ve torunlarının bile geleceğini garanti altına alma adına stoklar yapar, sürekli kendi ekiplerini iş başına getirmeye çalışır, kendilerinden olmayan insanlara hayat hakkı tanımaz ve bir de bütün bu mesavilerini geniş halk kitlelerine kabul ettirebilme adına bir kısım kılıflar bulurlar. Bazen yalan söyler, bazen iyi niyetten dem vurur, bazen yaptıkları bütün bu zulümleri siyasetin bir gereği olarak sunmaya çalışır, bazen de kendilerini haklı gösterme adına zulmettikleri insanları karalarlar. Fakat her ne kadar dindar görünseler, sürekli dinden, imandan bahsetseler ve Müslümanlığı kimseye bırakmasalar da bu zulümleri yapanlar Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve onun Raşit Halifelerinin takip ettiği siyasetten fersah fersah uzaktırlar.

Zulmü meşrulaştırma çabası

Bütün bunların yanında meşru ve masum zannedilerek yapılan gayrimeşru işler de vardır. Diyelim ki birisi bir camide vaizlik yapıyor. Vazifesi bitip kendisi kürsüye veda ettikten sonra oraya bir yakınını getirmek istiyor ve onun vaizlik için liyakati olduğunu düşünüyor. Arkasından da onu bu göreve getirebilme adına bu konudaki kanun ve mevzuatın amir hükümlerini görmezden gelerek kendisine göre bir yol takip ediyor. İşte bu da hiç farkına varmadan gayrimeşru bir yola sapma demektir. Farklı bir ifadeyle meşru bir hedefe ulaşma adına gayrimeşru yolları kullanma demektir.

Aynen bunun gibi devlet yönetimini ele geçiren bazı kişiler, halkı soyup soğana çevirirken, kendi kasalarını doldururken, gayrimeşru yollarla elde ettikleri paraları başka ülkelerin bankalarında stoklarken meselâ şöyle diyebilirler: “Bizim güçlü olmamız lazım. Zira olur da, yarın biz bu imkânları kaybedersek, bir kere daha derlenip toparlanabilelim; mensup olduğumuz hizbi yeniden canlandıralım; parçası olduğumuz organizasyonu yeniden harekete geçirebilelim.” Bütün bunlar, bu ülkeye ihanet ölçüsünde zarar veren davranışların arkasında yer alan ve masum gibi görünen mülâhazalardır. Masum gibi göründüğünden ötürü de mütedeyyin insanlar bile bu tür yollara başvurabilirler. Fakat bu, düpedüz bir dalâlettir, düpedüz emanete hıyanettir. Bu tür yollara tevessül eden insanlar hiç farkına varmadan gelecekte yaşayacakları rezilliklere kendi elleriyle davetiye çıkarmış olurlar.

Eğer gerek onlar gerekse onları destekleyen kitleler bütün bunları umur-u siyasetin bir gereği sayıyor ve bunun ismine ilm-i siyaset diyorlarsa, büyük bir aldanmışlık içindeler demektir. Çünkü her şeyden önce siyasetin ahlâkî ve dinin prensiplerine uygun olması gerekir. Müslüman bir siyasetçi, idare ve siyaset adına Allah Resûlü’nün ve onun varislerinin izlediği yolu izlemek zorundadır. İnsanlığın İftihar Tablosu ve O’nun hakiki varisleri ise hayatlarını ciddî bir helâl-haram hassasiyeti içinde geçirmiş ve asla gayrimeşru alana adım atmamışlardır. Bu açıdan gayenin meşruiyetinin yanında vesilelerin de meşru olması adına kılı kırk yararcasına hassas hareket etmek gerekir. Özellikle zirveleri temsil edenler bu konuda hassas yaşarlarsa, hem çevrelerine güven telkin etmiş hem de başkalarına örnek olmuş olurlar.

Halkın güveni en büyük kredi

Esasında Allah yolunda hizmet eden adanmışların dünyanın dört bir yanında hüsn-ü kabulle karşılanmalarının altında yatan sır da budur. Onlar, istikametten ayrılmadıkları, yaptıkları hizmetleri dünyevî-uhrevî herhangi bir beklentiye bağlamadıkları ve şer’î disiplinlere uygun hareket ettikleri için muvaffak olmuşlardır. Bundan sonra da aynı azim, kararlılık, hassasiyet ve sabırla hareket ettikleri takdirde Cenâb-ı Hak, onlara kalblere giden yolu açacaktır.

Benim yeryüzünde bir dikili taşım bile yok. Olmasını da hiç arzu etmedim. Hatta kendimin değil, kardeşlerimin bile böyle bir imkâna sahip olmaması için dua ettim. Yakınlarımı bir yerlere getirmeyi hiç düşünmedim. Yakınımda duranlara ev edinmemelerini ve zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde bir hayat standardıyla yaşamalarını tavsiye ettim.

Başkalarına güven telkin etmenin yolu budur. Siz azıcık kendinizi düşünseniz, halkın nazarında güven erozyonu yaşarsınız. Oysaki dünyanın yüz yetmiş ülkesine ulaşmış ve dalıyla budağıyla her yere ser çekmiş olan bu gönüllüler hizmeti tamamen gönüllülük esasına dayanmaktadır. Millet ondan elini çektiği zaman, Allah’ın inayeti de kesilir ve yapılan işler akamete uğrar. Tevfîk-i ilâhinin vesilesi, milletin himmetini yanınızda bulundurmaktır. Bu vesileyi yok ettiğiniz zaman Allah’ın tevfiki de kesilir.

Sizi çekemeyen, sindiremeyen ve hazmedemeyen insanlar zaman zaman, değişik iftiralarla, ortaya konulan hizmetleri karalamaya çalışabilirler. Siz istikametinizi koruduktan sonra hiçbir müfterinin iftira ve komplosu Allah’ın izniyle size zarar veremez. İnsaf ve vicdan sahibi herkes biliyor ki, dünyanın dört bir yanında sevgi ve hoşgörünün bayrağını dalgalandıran eğitim kurumları vefakâr Anadolu insanının himmetleriyle ortaya çıkmıştır. En zayıf olduğu bir dönemde İstiklâl mücadelesini gerçekleştiren Anadolu insanı, ikinci bir şahlanma faslı yaşamış ve orta ölçekte ekonomik imkânlara sahip olmasına rağmen dünyanın dört bir yanına açılmıştır. Ayrıca kendi ruh ve mânâ köklerinden süzülüp gelen değerleri dünyanın dört bir tarafına taşıma ve onlardan da alacaklarını alma adına binlerce muallim, rehber ve talebe dünyaya açılmış, hiç gidilmedik yerlere gitmiş ve burs ölçüsündeki ücretlerle geçinmeye çalışmışlardır. Demek ki toprak mümbit olduğu için bu türlü güzellikleri ortaya çıkarabiliyor. Bir vefa borcu olarak ben belki günde on defa bu arkadaşlara dua ediyorum. “Allah’ım! Dünyaya açılan o rehberleri, talebeleri, öğretmenleri, mütevellileri peygamberlerinle birlikte haşr u neşr eyle! Onların kuvve-i maneviyelerini takviye eyle!” diyorum.

Hâsılı, dinimize ve insanlığa hizmet adına böyle güzel bir tablonun oluşmasının arkasında halkımızın güven ve itimadı vardır. Bu sebeple şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da onu zedeleyebilecek her türlü tavır ve davranıştan yılandan-çıyandan kaçar gibi uzak durulmalıdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Kur’ân ve vahiy

İlâhî kelâmdan insanların istifadesi açısından en elverişli tecellî, Kur’ân’ın tecellîsidir. O, insanların dillerine, anlayışlarına, hallerine ve idraklerine uygun bir konuşma tarzı ve tecellîye sahiptir. Üslûbu, hedef aldığı kitlenin anlayış, algılayış ve idrak düzeylerini gözetir. Dolayısıyla Kur’ân, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği, istifade edebileceği bir tecellî dalga boyunda -bu tabiri bazı mahzurlardan kaçınma ve bu şekliyle çok mahzurlu olmayacağı mülâhazasıyla kullanıyorum- nazil olmuştur.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz âlemden başka bir âleme geçiyor; âdeta bizim âlemimize kapanıyordu. Bu âlemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususî donanıma sahip olmakla beraber, vahyin ağırlığını çok ciddî hissediyor; o âlemle irtibatın mânevî baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu.

Vahiy alma ameliyesindeki bu ahz u ata (alıp verme) bizim için bir sırdır ve onu tam olarak izah edemiyoruz. Ancak belli benzetmelerle anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Mesela, reseptörler (alıcı aletler) mors alfabesiyle gönderilen değişik sinyalleri harflere ve kelimelere çevirir. Her gelen sinyal bir harfe, kelimeye denk düşer. Reseptörün başındaki görevli kim olursa olsun belli sinyallerden belirli bazı harf ve kelimeleri alır ve anlar. Vahiy meselesini de, anlamayı kolaylaştırmak için kullanabileceğimiz bu benzetme çerçevesinde değerlendirebiliriz. Hâşâ ve kellâ, teşbihte hata olmasın, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) mahiyetine yerleştirilen binlerce mânevî reseptör vasıtasıyla her gelen ilâhî sinyal bir kelime olarak alınıyor. Bu inceliği kavrayamayan kimseler, “Efendimize vahiy mânâ olarak geliyor, o da mânâyı kelime kalıplarına ve şekillerine uyguluyor” diyorlar.

Bazılarının “Kur’ân’ın mânâsı Allah’tan, kelimeleri Efendimizden…” sözlerini duyunca çok üzülmüştüm. Hayır, öyle değil; “Sadece mânâ vahyediliyor” diyemeyiz. Her gelen sinyal, bir harfe tekabül ediyor. Bunlar reseptörlerine gelince asıl mahiyetlerine uygun olarak çözülüyor. Bu konuda da Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) mahiyeti kullanılıyor. Hem o öyle bir alma ki, Hz. Peygamber’imiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rabb’im, şu âyeti bir daha söyle” demiyor. Aksine, vahyi kaçırmamak için heyecanla ve acele hareket edince ikaz sadedinde “(Resûlüm!) Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken hemen anında belleyeceğim diye dilini kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak bize ait bir iştir. O halde, biz Kur’ân’ı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle” (Kıyame, 75/16-18) buyruluyor. Yani âdeta, “Sen sadece konsantrasyona bak. O sinyaller senin vücuduna inince asıl kalıplarına dönecek” deniliyor. Öyleyse vahyi beşerî kalıplara bağlamak kesinlikle yanlıştır.

Arz ettiğim husus, meseleyi akla yaklaştırmak için kullanabileceğimiz küçük bir misal. Yoksa, vahyin gerçek mahiyetini ancak Allah (celle celâluhû) bilir.

Kur’ân-ı Kerim’in sırrı

Soru: Kur’ân okurken, çoğu zaman doğrudan bize hitap ediliyormuş gibi hissediyoruz. Öyle âyetlerle karşılaşıyor ve günlük hayatın iyi ya da kötü hâdiselerine değişik yönleriyle öyle temas edildiğini görüyoruz ki, Kur’ân’ın bizi takip ettiği duygusuna kapılıyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Herkes Kur’ân-ı Kerim’in kendisini takip ettiğini müşahede edebilir mi?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim ezelden gelip ebede gittiğinden, onun insanlara bakan menfezleri tevâfuklara her zaman açıktır. Fakat her şeyden önce o, Allah’ın kelâmıdır. Cenâb-ı Hak, bir dönemde konuşmuş ve artık konuşmuyor değildir. O, zaman üstü konuştuğundan, onun kelâmı da zamanı aşkındır ve Kur’ân, kelâm-ı nefsînin bizlerde kelâm-ı lâfzî şeklindeki nebeânından, feyezânından ibarettir. Biz, şartlarını yerine getirirsek, o feyezânı ve nebeânı her zaman ter ü taze duyabiliriz. İnsanların yazdığı yeni kitaplar çok geçmeden eskir, bazıları da ölür gider; falan tarihte falanın te’lif ettiği bir kitap olur; yani, mazi olur o. Kur’ân-ı Kerim için ise mazilik de yoktur, müstakbellik de. O, zaman üstüdür.

Risalelerde de anlatıldığı üzere, geçen seneki ve mesela dünkü Kadir Gecesi, çok yakın oldukları halde onlara ulaşamayız. Bir sene bekleyip, senenin günlerini dolaşırsak tekrar Kadir Gecesi’ni yakalarız. Fakat zaman üstü olan bir insan, dünü, öbür günü, geçen seneki veya birkaç sene önceki Kadir gecelerini, gelecek bütün Kadir geceleriyle beraber görebilir. Onları aynı anda idrak edebilir. Çünkü o, meselelere ruhun ufkuyla bakar. Ruh ise, mekânla kayıtlanamaz, zamanla sınırlanamaz.

Bu durum, bir bakımdan herkes için mukadder değildir. Bazı tabiatlar, bir hikmete binâen Allah (celle celâluhû) tarafından bu tür mazhariyetlere kapalı tutulmuştur. Bu kapalılıkları da, onlar için maslahattır, tehlikelerden korunmadır. Fakat mahiyet-i insaniye, potansiyel olarak bu ölçüde bir inkişafa müsait yaratılmıştır; yani insan, mahiyeti itibarıyla zaman üstü, mekân üstü olabilir, dünü yarınla beraber görebilir. Doğrudan doğruya huzur-u risaletpenâhiye ulaşabilir ve Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) dinleyebilir. Hz. Cibril’i Kur’ân okurken duyuyor gibi olabilir; Zât-ı Ulûhiyetin bîkem u keyf kendisine konuştuğunu duyabilir.

Buna binâen, ehlullahtan bazıları, Efendimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabeden hadis aldıklarını söylüyorlar. Hatta “Ben tâbiînim” diyen insanların sayısı az değildir, çünkü bahsettiğimiz bir keyfiyette sahabeyi görmüşlerdir. “Doğrudan doğruya Efendimizden emir aldım” diyen insanların sayısı da az değildir. Fakat bu şekilde zaman üstü yaşamak herkes için mukadder değildir demesem de ulaşılması çok zor bir zirvedir.

Bazı tabiatlar, istidradî arz ettiğim gibi, gurur ve çalıma açık oluyorlar. Öyleyse, onlar için maslahat, ihsân-ı ilâhîyi ihsas etmemektir. Bundan dolayı, Cenâb-ı Allah da, bazılarına nimetlerini hissettirmez; fevkalâde şeyleri onlara hiç duyurmaz ve hiç yaşatmaz. Bu kapalılık kulun hayrı ve iyiliği içindir. Çünkü o tür mazhariyetlere erenlerin, onları gizli tutması, onlara bel bağlamaması, gurur ve kibre girmemesi, yakınlığına rağmen kendini uzak bilip daha yakınlara ulaşma yolları araması ve en yakın olduğu zaman bile sürekli bir kapının arkasından sesleniyor gibi davranması gerekir.

Benim düşünce ve isteğim de hep bu çizgide oldu. Yani, çok yakın olayım; fakat kendimi pek uzak bileyim. Matmah-ı nazar olayım; ama öyle olsam bile kendimi kapıda bir Kıtmîr olarak dahi görmeyeyim. Rahman u Rahîm, beni öyle bir noktada tutsun ki, ben kendime hakikaten arpa kadar değer vermeyeyim. Şahsiyetimi ulûhiyet hakikati içinde eriteyim, yok edeyim. Fenâfillaha ve bekâbillah-meallaha ulaşayım ki, gerçek kıymet de oradadır; ne keşif, ne keramet, ne de harikulâde haller... Gerçek kıymet “Sadece Rabb’im, sadece Rabb’im..” mülâhazasındadır.

Selef-i sâlihînin, kerametlere “erkeklerin hayız kanı” nazarıyla baktıklarını birkaç kez ifade etmiştim. Bu mülâhaza, fevkalâde hallere mazhariyetten daha önemli bir mülâhazadır. Bu mülâhazanın birinci basamağı, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanını ihsas etmemesi, duyurmaması vardır ki, bu doğrudan doğruya merhamet-i ilâhiyenin bir tecellîsidir. Kulun bu mevzuda kararlı olması ve bir tek onun rıza ve hoşnutluğunu talep etmesi de ikinci basamaktır. Öyle bir kulun nabız atışları hep “Sen… Sen..,” şeklindedir. O, oturur kalkar Yunusvârî,

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni.

der ve devam eder: “Bana şu anda kutbiyeti, gavsiyeti de versen, ‘Şah-ı Geylânî oldun’ da desen ve ben de onun gereklerini veya ona bağlı bütün eltâf-ı sübhâniyeyi duysam, hissetsem ve yaşasam, görülecekleri görsem, Hz. Cibril’in sana kurbiyeti içinde azamet-i heykeline şahit olsam... Ben bunların hiçbirisini istemiyorum. Kendi küçüklüğümü kabul edecek bir duygu istiyorum senden. Kendi küçüklüğümden senin büyüklüğüne bakmak istiyorum.” İşte böyle bir duygu ve kararlılık, harikulâde şeylere mazhar olmaktan çok daha büyük bir mazhariyettir.

Meseleye girerken, bir ara cümlecik olarak, Kur’ân’ın bizi takibini kendimize vermememiz gerektiği hususunun hatırlattığı bir iki noktayı söylemiş oldum. Tekrar asıl mevzuya döneyim: Kur’ân bizi takip eder; çünkü o, Allah’ın kelâmıdır. Ona, bir kere inmiş, bitmiş nazarıyla bakılamaz. Bir de ihsan-ı ilâhî olarak tevâfuklar vukû’ bulur. Biz bir şey konuşuruz, daha sonra Mushaf’ı açtığımızda o konuyla alâkalı bir âyet çıkar. O gün belli bir mevzuda konuşmuşuzdur, bakarsınız o gün okuduğumuz hizbimizde o mevzu vardır. Namazda sûreleri sırasıyla okuyoruzdur, o gün de bazı meseleleri müzakere etmişizdir, bakarsınız sıra müzakere ettiğimiz meseleleri ihtiva eden sûreye gelmiştir. Belli ki bunlar bizim üzerimizde, planlarımızın ötesinde cereyan eden hâdiselerdir. Evet, bunlar bizim iktidarımızla olabilecek şeyler değildir. Her şey, bizi bilen, o “Kitab”ı bilen ve hâdiseleri de bilen bir zât tarafından planlanıyor, programlanıyor ve biz o kaderî senaryonun oyuncuları gibi rolümüzü oynuyoruzdur. O bize bir şey üflüyor ve biz de hiç farkına varmadan onu söylüyor, onu mırıldanıyoruzdur.

Gördüğünüz gibi burada irademiz yok değil, bizim için de bir irade söz konusudur; cebre düşmeyelim. Fakat meydana gelen hâdise bütün bütün beşer iradesiyle hâsıl olacak gibi de görünmüyor. Beşer kendi iradesiyle, istediği mevzuyu Kitab’ın içerisinden onu açar açmaz nasıl bulabilir? Demek ki, Kur’ân’ın böyle bir takibi vardır. En azından meseleye bu zaviyeden bakabiliriz. Onun ezeliyeti, zaman ve mekân üstü olması, evveli ve âhiri bulunmaması demektir; yoksa, geçmiş zamanın son noktası demek değildir. Bir şeyin ezeliyeti sabit olunca, ebediyeti de sabittir. O ikisini birbirinden ayıramazsınız. Öyleyse ezelî ve ebedî olan bir “Kitap” bizi her zaman takip edebilir.

Kur’ân-ı Kerim’in üslûbu

Soru: “Her nefis, her lâhza ölümü tatmaktadır. Sonunda bizim huzurumuza getirileceksiniz” (Ankebût, 29/57) ve “Ey iman edenler! Ne alış verişin, ne bir dosttan yardım beklemenin ve ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin, onun yolunda harcayın” (Bakara, 2/254) gibi âyet-i kerimeleri, muhatapları yetiştirici bir ikaz olarak mı anlamak lâzım? Bunları, o âyetlerin öncesi ve sonrasıyla nasıl te’lif ederiz?

Cevap: Evvela, affınıza sığınarak ifade etmeliyim ki, bir eseri toplayıp düzenleme, meseleleri uzlaştırma, bağdaştırma ve biraz da tekellüfle arada irtibatlar kurma mânâlarına gelen te’lif sözü bir nakısayı, eksiklik ve kusuru da tedaî ettirir, çağrıştırır. Bundan dolayı, başka kitaplardan farklı olarak Kur’ân-ı Kerim hakkında te’lif kelimesini kullanmamak lâzımdır.

İman esasları, vahyin indirilişindeki keyfiyet açısından, Kur’ân-ı Kerim’in atkıları ve profilleri gibi esas olmuş; diğer meseleler ise, değişik yerlerde, o yerlerdeki durumlarına ve aradaki münasebete göre, siyak ve sibaka bağlı olarak iman esaslarının üzerinde örgülenmiştir. Bazen iman açıkça anlatılmış, insanlar inanmaya çağrılmıştır. Mesela, pek çok yerde “Allah’a ve Resûlü’ne iman edin” (Nisa, 4/136) denilmiştir. Bazen de, “Böylece Allah, iman edip güzel ve makbul işler (sâlih amel) yapanları ödüllendirir. İşte onlara bir mağfiret ve çok değerli bir nasib vardır” (Sebe, 34/4) gibi âyet-i kerimelerde bir isim cümlesiyle imana işaret edilerek, doğrudan emir olmayan ihbârî bir üslûp kullanılmıştır. Fakat bu ihbârî üslûba terettüb eden şeyler itibarıyla o amelin bir farz ya da vacip olduğu anlaşılır. O ameli yapmamanın çok büyük bir hizlan ve hüsran olduğu kavranır. Dolayısıyla, biz onu yapmanın farz, terk etmenin ise haram olduğuna inanırız.

Usuldeki prensipler açısından, emirler ve nehiyler kendi mânâlarının yanında başka mânâlara da geldiği gibi, ihbârî cümleler de bazen, bütün akitlerde olduğu üzere, inşaî mânâ ifade eder. Bazen emir ya da nehiy için vaz’edilmemiş gibi görünen bir haber cümlesi sonuç itibarıyla emir veya nehiy ortaya koyar. Bu emir ve nehiyler bazen peşi peşine sıralanır, tafsilen anlatılır. Mesela, özellikle yatsı namazlarından sonra okuduğumuz Bakara Sûresi’nin 285. âyetinde meâlen, “Peygamber, Rabb’i tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti; mü’minler de (iman ettiler). Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti. ‘Onun resûllerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz’ dediler ve eklediler: ‘İşittik ve itaat ettik ey Rabb’imiz, affını dileriz, dönüşümüz sanadır’ ” dedikleri haber verilerek iman esasları doğrudan doğruya ve art arda sıralanmıştır.

Bazen de “O müttakiler ki, görünmeyen âleme (gayb’a) inanırlar. Namazlarını tam dikkatle îfâ ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler” (Bakara, 2/3) şeklinde icmalî ifadeler kullanılmıştır. Mutlak ve mukayyed olmak üzere değişik gayblar olması itibarıyla, “Gayba iman ederler” sözüyle herhalde gayba taallûk eden her şey murad edilmiş; yani, iman esaslarının tamamı kastedilmiştir. Bu iki âyette de doğrudan doğruya “İman edin” emri yoksa da mü’minlerin vasıfları ortaya konularak mü’min olma yol ve şartları gösterilmiş; böylece de iman zımnen emredilmiştir.

Gayb-ı mutlak bizim için, bilinmezlik mânâsına değil, ihâta ve idrak edilmezlik mânâsına Zât-ı Ulûhiyet’tir; ulûhiyet hakikatidir. Meleklere inanma gibi diğer iman esasları ise mutlak gayb değildir, bizim gibi kimseler için gaybdır. Çünkü peygamberler melekleri görmüşlerdir, hatta bazı evliyanın da onlarla münasebeti olabilir.

Evet, bazı âyetlerde icmalî; ayrıntılara inmeden, özet halinde anlatım bulunmaktadır. Daha sonra, bir başka âyette de bu icmal tafsil edilmekte, etraflıca açıklanmaktadır. Fakat kullanılan lâfızlar, ister inşaî cümleler olsun, isterse ihbarî cümleler, iman hakikatlerini vaz’a matuf ortaya konmuştur.

Bazı âyetlerde de, “usûl-ü İslâm” dediğimiz, Müslümanların İslâm’ın şartları diye bildikleri namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler; muâmelâta mütaallik meseleler ve hatta muâmelâtla alâkalı meselelerin füruatı, yani asla nisbetle ikinci üçüncü dereceden önemli dalları; Mesela, ailevî münasebetler, ailevî münasebetlerde nikâh, nikâhın keyfiyeti, nikâhta haram olan hususlar, talak (boşanma) mevzuu, eşlerden birisinin ölmesi durumunda ortaya çıkan meseleler, çocukların nafakası, kocası müteveffâ bir kadının nafakası gibi mevzular ele alınmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim, bazı mevzuları belli bir tertip üzere, hususî surette, etraflıca ve bir irtibat içerisinde ortaya koyarken ve biz anlatılanlardan Hazret-i Şâri’in maksadını anlayarak âyetleri okumaya devam ederken bakıyoruz ki, anlatılan konudan farklı olarak, o işin içinde istidrâdî gibi görünen bir âyet geliyor. Hiç münasebeti yokmuş gibi görünen, akla öyle gelebilecek bir mevzuya geçiliyor. Mesela, insanın eşine karşı nazik ve lütufkâr davranması gerektiğinin vurgulandığı bir yerde, “Cehennemden korkun!” deniliyor. İlk bakışta münasebet yokmuş gibi görünse de, biraz im’ân-ı nazarda bulunulunca görülüyor ki, aslında tam söylenmesi gereken söz, söylenmesi gereken en uygun yerde ifade ediliyor.

Başkalarının çok defa kuru, donuk, aynı konudaki şeyleri üst üste istif ederek meydana getirdiği kitaplardan farklı olarak, Kelâm-ı İlâhî, muhataplarını daima hüşyar tutacak bir üslûp kullanıyor. Ayrıca, her meseleyi neticede bir iman esasına bağlıyor; dinin esasâtını tesis ediyor; bu tesiste kullanılması gereken malzemeyi bütünüyle kullanıyor ve neticede de mü’minler için çok önemli bir imanî rüknü hatırlatıyor. Az önce verdiğimiz misale dönecek olursak, eşler arasındaki münasebeti anlatırken birden ahireti, cennet ve cehennemi nazara veriyor ve yapılan iyi ya da kötü amellerin bir karşılığı olduğunu, bu husus düşünülerek davranılması gerektiğini irşad buyuruyor. Dahası, o konuları anlatmanın yanı başında, inandırmanın yollarını da uygun bir şekilde kullanıyor. İnsanları, yolunca ve usulünce inanmaya sevk ediyor.

Böylece Kur’ân-ı Kerim, meselelerimizi nasıl anlatmamız gerektiği hususunda bize de bir üslûp öğretiyor. Biz o üslûbu kullandığımız zaman insanlar inanır mı inanmaz mı, o ayrı bir mesele. Allah (celle celâluhû) kalblerini mühürlemişse inanmazlar. Fakat meselelerimizi o şekilde anlatırsak, biz inandırma adına lâzım gelen şeyleri yapmış oluruz. Biz, her halimizle, her sözümüzle, her tavrımızla, her davranışımızla inandırıcı olma durumundayız. Ama inandırmak bizim vazifemiz değildir. Evet, biz güven kaynağı olmalıyız. Halimize, sözümüze bakan herkes demeli ki, “Bunlardan yalan sâdır olmaz.” Fakat inandırma işine gelince, o ayrı bir fiildir ve onu Allah (celle celâluhû) yaratır; ona bizim gücümüz yetmez.

Kur’ân, hazinelerini kimlere açar?

Bir üçüncü mesele de şudur: Kur’ân’a itimat etmeniz; Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğuna inanmanız ve ona güvenmeniz; yani, sizin davranışlarınıza, hareketlerinize bağlı olarak ortaya koyduğunuz eserlerin sizin teşebbüslerinizle sâdır olmasından daha kat’î bir yakinle, “O Allah’ın kelâmıdır ve onun içinde her şey vardır. O ezelden gelmiştir, ebede gitmektedir” mülâhazasıyla Kur’ân’a teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür, çok farklı duyarsınız. Bir münasebetle arz etmiştim; siz şu karşıdaki şemâile şöyle bakarsanız, bakışınızı onun üzerine yoğunlaştırırsanız, gözünüzü teksif ettiğinizde şu dış yüzünün arkasında, hemen yarım metre arkada bir tablo daha görebilirsiniz. Onun üçüncü buudunu görürsünüz. Daha bir im’an-ı nazar eder, bir arka görmeye sıçrarsanız bir buud daha yakalayabilirsiniz. Biraz daha kendinizi zorlarsanız, gözlerinizi teksif ederseniz, bir buud daha görebilirsiniz. Ve gördüğünüz buud, bir önceki buuda nisbeten biraz daha genişler, büyür, daha bir açılır hatta bu buudda okuduğunuz yazıları o perdede daha rahat okuyabilirsiniz.

İşte, Kur’ân-ı Kerim’e de, onda bir şeyler bulacağınız itimadı ve böyle ciddî bir inanmışlık içinde baktığınız zaman, başkalarının filozofça ve mütefekkirane bakmalarının çok ötesinde şeyler müşahede edebilirsiniz. Ümmî de olsanız -ki biz hepimiz bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz- çok daha derin şeyler görebilirsiniz. Çok engin şeylere şahit olabilirsiniz. Kur’ân, bir bahr-i bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat o kendisine itimat etmeyenlere, güvenmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Kendi kıt akılları ve eksik idraklerinden dolayı Kur’ân’ı anlamayan, onun lâfızlarına takılan, i’rabında hatalar arayan, ona –hâşâ- Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözü nazarıyla bakan ve Mütekellim-i Ezelî’den gaflet eden insanlara karşı Kur’ân-ı Kerim cimrice davranır; hazinelerini kıskanır onlardan.

Evet, Kur’ân bazılarına cimri davranır; çünkü onların hakkı yoktur cömertliğe ve semâhate. Onlar semîh bir gönülle Kur’ân’a teveccüh etmiyorlar ki, Kur’ân’ın semâhat sağanağına mazhar olsunlar. İçinde bir hazine var, diye bakmıyorlar ki, onun mücevherlerini bulsunlar. Bir şeyler bulacağına inanmayan birisi, altın damarı içerisinde yürüse dahi altına rastlayamaz. Fakat hassas bir insan, bir tanecik emare görse, ne yapar eder damara yol vurup gider ve altına ulaşır.

İşte, burada da karşılıklı bir takip etme vardır. Yani, siz Kur’ân’da bir şeyler bulacağınıza inanır, onun âyetlerini hazineyi gösteren işaret taşları gibi bir bir takip ederseniz, o da sizi yakın takibe alır, hazine dairesinin kapısını açık bırakır. Neticede, onun aydınlatıcı tayfları arkasında, filozofların duymadığı şeyleri duyarsınız. Onun için, bazen bir ümmî, tekkedeki bir postnişin, İbn Sina gibi bir dâhinin duyduğunun çok üstünde duymuştur Kur’ân’ı. Farabî sizin köyün çobanı kadar duymamıştır onu. İbn Rüşd, bir fevkalâdeliği olmayan mü’min kadar iman hakikatlerine muttali olamamıştır. Üstad Hazretleri de onlar için “Adî bir mü’min mertebesini ancak kazanmışlardır” diyor.

Onlar ilmî ve filozofça bakışlarını bir mercek gibi gözleri önüne koyuyor ve Kur’ân’a öyle bakıyorlar. Dolayısıyla, Kur’ân’a ait meânî, onların o bakışına göre şekilleniyor. Oysa ki, Kur’ân’a bakış; ulûhiyete ait yanı açısından, ulûhiyete ait tayfları görme mülâhazasıyla olmalıdır. Cenâb-ı Allah, Kur’ân’ı, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) kalbini, ruhunu ve his dünyasını tecrid ederek ona indirmiştir ki; Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) malûmât-ı sâbıkası “Kitab”a yeni renkler katmasın, onu bulandırmasın. Bu açıdan, bazı şeyler bilen ve bildiklerine güvenen, kendi malûmâtına itimat eden insanların, nazarî planda inansalar da, gerçekte inanmaları biraz zordur. Öğrenegeldikleri bilgi kırıntıları, kendi rengini karıştırır Kitabullah’a. Karıştırır da hep o kıstas ve kriterlerle bakarlar, değerlendirirler ve tabii ki hep yanlış sonuç elde ederler.

Soru: Kur’ân-ı Kerim ve Efendimiz hakkında “sonsuz” sıfatı kullanılabilir mi?

Cevap: Kur’ân’a ve Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) “sonsuz” demenin hiçbir mahzuru yoktur. Biz hepimiz sonsuza, ebede namzediz. Sonsuz olacağız bir gün. Bir şeyin sonsuzluğunun kendinden olması başkadır, sonsuzluğun bir başkasıyla kıyamı başkadır. Hepimiz ölmemek üzere ahirette dirilmeyecek miyiz? Bize lütfedilen nimetlerin her birisi sonsuzluğun bir tecellî dalga boyu olmayacak mı?

İşte, Efendimizin (aleyhi ekmelüttehâyâ) nuru da, ezelden ebede kadar bütün âlemleri tutmuştur; fakat o nur, kendi kendine ve kendinden değildir. Zât-ı Ulûhiyet’e “Vâcibü’l-Vücûd” deniliyor; bu ifade, “varlığı kendinden” demektir. Cenâb-ı Hakk’ın varlığı vaciptir, mümkin değildir. Mahlûkâta gelince, onlar “mümkinü’l-vücûd”tur. Yani, onların vücuda gelmesi mümkündür; ama vücudu kendinden olan bir zât, bir Hâlık-ı Mutlak onları vücut sahasına çıkarabilir.

Evet, Kur’ân-ı Kerim’in de, Resûl-ü Ekrem aleyhisselâmın da kayyumiyeti Hayy u Kayyûm’dan, ebediyeti Bâki-i zü’l-Celâl’dendir. Onlar, Allah’ın varlığıyla kâimse şayet, hem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve hem de Kur’ân sonsuzdur.

Biz de o sonsuzluğun peşinde koşuyoruz. Şu fânî hayatımızı, sonsuz, ebedî, tükenmeyen bir hayata çevirmek için gayret gösteriyoruz. Bu ifade de doğrudur ve bu şekilde söylenmesinde bir mahzur yoktur. Bazıları, Sonsuz Nur isimli kitabın Arapça tercümesindeki Er-Risâletü’l-Hâlide adını görünce rahatsız olmuşlar. Maalesef, arz etmeye çalıştığım hususu ve hepimizin ebede talip olduğumuz hakikatini kavrayamamışlar.

Kur’ân’dan Hakkıyla İstifade Edebilmenin Yolu

Soru:Sohbetlerinizde Kur’ân’dan hakkıyla istifade edebilmek için ona duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle müracaat etmenin önemi üzerinde duruyorsunuz. Burada söz edilen duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresi nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması ve ondaki ilâhî maksatların görülmesi için dikkat edilmesi gereken pek çok kaide ve disiplinden bahsedilebilir. Bu konuda Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın izah ve temsilleri çok önemli olduğu gibi İslâm ulemasının konuyla ilgili ortaya koyduğu disiplinler de mutlaka göz önüne alınmalıdır. Fakat Kur’ân ilimlerine dair dikkat edilmesi gereken bu tür prensiplerin de öncesinde bir insanın duygu ve düşünce safvetine sahip olması ve Kur’ân’ın ortaya koyduğu beyan ve ahkâma ihtiyaç hissetmesi çok önemlidir.

Duygu Safveti

Duygu safveti, insanın, düşünceleri itibarıyla duru olması, samimiyetten ayrılmaması, ele aldığı meseleyi incelerken ve anlamaya çalışırken onun dışındaki başka mülâhazalara kapanması demektir. Bu yönüyle o, her meselede önem arz eder. Kur’ân ve Sünnet’e duygu safvetiyle yaklaşma, insanın bütün önyargılardan sıyrılarak ve yabancı ideoloji ve felsefelere kapanarak bu iki kaynağı murad-ı ilâhiye uygun olarak kendi bütünlüğü içinde anlama niyetini, azmini ve gayretini ifade eder. Duygu safvetine sahip olan bir insan sadece Allah’ın rızasını düşünür. Dolayısıyla o, Kur’ân’ı, kendisini anlatma adına bir basamak yapmaz. Kur’ânî bir ruha sahip olan insan, Allah’ın kelâmını hiçbir şeye âlet etmez. Zira onun asıl maksadı öncelikle ilâhî beyanı Allah’ın maksatlarına uygun olarak anlayabilmek, sonra da bunları başkalarına duyurmaya çalışmaktır.

Eğer bir insan Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini, kelimelerini, konularını, muhtevasını iyi biliyor ama bunları, kendini ifade etmeye vesile olarak kullanıyorsa, onun duygu ve düşüncelerinin saf ve duru olduğu söylenemez. Kur’ân hakkındaki bilgisine dayanarak başkalarının kendisine ihtiram göstermesini isteyen veya bununla bir kısım makamlar elde etmeyi arzulayan bir insanın duyguları kirli demektir. O, Kur’ânî bir gönle ve ruha sahip değildir. Böyle bir insanın umduğu şeylere nail olması imkânsızdır. Muvakkaten bazı insanlar aldansa ve onun arkasından koşsalar da bu sürekli olmayacaktır.

Duygu safvetinin niyet ve maksatla sıkı bir münasebeti vardır. Kişinin niyetinin iyi veya bozuk olmasına göre Kur’ân’dan istifadesi de değişecektir. Bilgiçliğini ortaya koyma, başkaları tarafından saygı ve takdir görme, insanların teveccüh ve alâkasını kazanma gibi bozuk niyetlerle Kur’ân’a yönelen ve bu alanda ilim sahibi olmak isteyen bir insan muvakkaten bu emellerine nail olsa bile hakkıyla Kur’ân’dan istifade edemeyecektir. Buna mukabil, derya yerine bir damlaya talip olmayan, küçük hesapların peşinde koşmayan ve sadece Allah rızasını düşünen, Allah’ın insanlığa inzal buyurduğu Yüce Kitab’ı vasıtasıyla O’nun maksatlarını anlamaya çalışan ve bu sayede Allah’a kâmil bir kulluk ortaya koymayı isteyen bir insan ise Kur’ân’ı çok daha derince anlayacak ve çoklarının göremediği hakikatleri görecektir.

Bu açıdan insan en başta, Kur’ân karşısındaki duygu ve düşüncelerini gözden geçirmeli ve zihninde onu nereye koyduğuna dikkat etmelidir. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu unutmamalı ve ona -haşa- bir beşer sözüymüş gibi sathi bir nazarla bakmamalıdır. Onun kendine has bir edası ve ifade biçimi olduğunu hatırda tutmalıdır. Eğer Kur’ân’ın kendisine kapılarını açmasını ve sonrasında bu açık kapılardan onun içine girmeyi istiyorsa, duygu ve düşüncelerinin kendisi için bir perde ve hail olmamasına ve kendisine husuf ve küsuf yaşatmamasına dikkat etmelidir. Kur’ân’ı doğru görmek, onun mânâlarını doğru anlamak ve Rabbimizin, onun ifadeleri arasında yer alan muradına ulaşmak için her türlü kirli mülâhazadan sıyrılmalı ve niyet duruluğuna ulaşmalıdır.

Bir insanın Kur’ân karşısında böyle bir niyet duruluğuna erişmesi, ulaşılması çok zor bir hedef olduğu için bu konuda Allah’a ne kadar dua edilse sezadır. Bir insanın ellerini kaldırıp, “Allah’ım, bize gönderdiğin ilâhî kelâmında yer alan yüce maksatlarını anlamak istiyorum. Kelamında Sen’i tanımak ve Sen’i duymak istiyorum. Kelamını Sen’den duyuyor gibi veya en azından Habibinin lâl ü güher saçan dudaklarından dökülüyor gibi duymak istiyorum. Allah’ım, beni Kur’ân’ı anlamaya muvaffak kıl!” demesi çok önemlidir. Eğer bir kimse fakire gelip bu şekilde bin defa dua ettiğini söylese benim cevabım, “Niye iki bin defa değil!” şeklinde olacaktır.

İhtiyaç Tezkeresi

İhtiyaç tezkeresi ise, bir insanın Kur’ân’ı, -bir kitaba isim olmuş bir ifadeyle- “menhelü’l-azbü’l-mevrûd” yani tertemiz ve dupduru bir tatlı su kaynağı gibi görmesi ve ona olan ihtiyacını hissetmesi demektir. Böylece ondan istifade etme adına fikir, mantık ve muhakeme kovasını salacaktır. Hatta meseleyi sadece akıl düzeyinde de bırakmayarak kalbinin enginlikleri ve vicdanının derinlikleriyle işin içine girecek ve oradan alabildiğini alacaktır. Aksi takdirde insan bu tatlı su kaynağına kovasını salsa bile bir şey elde edemez ve onu boş olarak çıkarır.

Bilindiği gibi ihtiyaç çok önemli bir üstattır. O, insanı yeni şeyler öğrenmeye ve yeni keşiflerde bulunmaya sevk eden önemli bir dinamiktir. İhtiyacın ileri derecesi olan “ıztırar”ın (zaruret durumuna maruz kalma, dara düşme) Allah’a karşı çok önemli bir müracaat üslubu olduğu ve Allah’ın “muztarr”ın (ıztırar durumuna düşmüş, darda kalan kimse) duasına icabet edeceği bizzat Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmektedir.

İşte insan ıztırar derecesinde bir ihtiyaç ile Kur’ân’a yönelir, “Allah’ım ben Kur’ân’sız edemem. O olmadan doğru yolu bulamam, sırat-ı müstakimde kalamam.” der, Kur’ân’a duyduğu ihtiyacı derinlemesine hissederek ona müracaat ederse aradığını onda bulur. İnsan, dilenmeye doymuş, ihtiyaç izhar etmeyen, yüzünü öbür tarafa çevirip “Verirsen ver, vermezsen verme!” tavırları içerisinde kendisinden bir şeyler isteyen dilenciyi önemseyip ona bir şey vermez. Buna karşılık bir de gerek hâl ve tavırlarıyla gerekse sözleriyle ihtiyaç içerisinde olduğunu hissettiren dilenci vardır ki böylesini reddetmek zordur. Dolayısıyla dilencinin bile ihtiyacının farkında olması, dilenmesini ve istemesini bilmesi maksadına ulaşması adına çok önemlidir.

Keza, müstağni tavırlarla, bilmiş bilmiş konuşarak soru soran kimsenin alacağı cevap da ona göre olacaktır. Muhatabı ya böyle bir soruya cevap vermeyecek ya da kerhen birkaç şey söyleyip meseleyi geçiştirecektir. Fakat bir insan soru soracağı şahsa güven içerisinde ve gerçekten onun cevabına muhtaç bir tavırla soru soracak olursa, cevap veren de elinden geldiği ölçüde onun talebini karşılamaya çalışacaktır.

Aynen bunun gibi eğer bir mü’min, Kur’ân-ı Kerim’e duyduğu ihtiyacının farkında olarak ona gönülden teveccüh ederse onu daha derince ve engince anlayacaktır. Zira Kur’ân, hazinelerini ancak, samimi hislerle kendisine yönelen kimselere açar. Fakat Kur’ân’a karşı müstağni davranana Kur’ân da “kıskanç” davranacaktır. Kendisine müstağniyane tavırlarla yanaşan kimseye karşı panjurlarını indirecek, kapılarını kapatacak ve “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir.” diyecektir. Her ne kadar Kur’ân âyetlerini okuyan kimse onların zahirî mânâlarından bir şeyler anlasa da katiyen arka plânına nüfuz edemeyecek, derinliklerine inemeyecek ve onların altında yatan makasıd-ı ilâhîyi göremeyecektir.

İhtiyacının Farkında Olma

Burada bir hususun daha üzerinde durulması faydalı olacaktır. Bir insanın Kur’ân’a ihtiyaç tezkeresiyle başvurabilmesi için öncelikle ihtiyacının şuurunda olması gerekir. İşte bu ihtiyacı hissedebilme adına bir kısım dinamiklerin değerlendirilmesi gereklidir. Mesela Kur’ân’ın nasıl bir kitap olduğunu anlama, bizim dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarımızı karşılamada onun nasıl hayatî bir rolü olduğunu idrak etme, Kur’ân’da yer alan bir kısım meselelerin daha iyi anlaşılmasını sağlama gibi noktalarda birbirimizi ikaz edebilir ve tevcihte bulunabiliriz. Gerekirse Kur’ân’a dair bir kısım eserleri aramızda müzakere etmek suretiyle bu konuda daha donanımlı hâle gelmenin imkânlarını değerlendiririz. Kur’ân’la ilgili sohbet ve dersler yapmak ve bu derslerde bir kısım meseleleri ele almak suretiyle insanlara Kur’ân’a nasıl ihtiyaçları olduğunu gösterebiliriz. Eğer biz bu konular etrafında sürekli pratik yapar, yapacağımız sondajlarla Kur’ân’a dair bir kısım meseleleri ortaya çıkarır ve dikkatleri bunların üzerine çekmeye çalışırsak zamanla insanlara ihtiyaçlarını hissettirebilir ve onları Kur’ân’a yönlendirebiliriz.

Aksi takdirde Kur’ân, anahtarlarını elde edemediğimiz bir hazine olarak önümüzde durur da biz ondan layıkıyla istifade edemeyiz. O, ne kadar ulvî ve değerli bir hazine olursa olsun ondan istifade edebilmek için anahtara ihtiyaç vardır. İşte ihtiyaç tezkeresi ve duygu safveti ondan istifade edebilme adına böyle önemli iki anahtardır. Bu açıdan öncelikle bu anahtarlara sahip olmanın ve bu konuda başkalarına da yardımcı olmanın yollarını aramalıyız.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ “Ey iman edenler! Allah sizi, hayat verip dirilteceği gerçeklere çağırdığında, siz de O’nun ve Resûlü’nün çağrısına icabet ediniz.”(Enfâl sûresi, 8/24) Demek ki bizim dirilişimiz Allah ve Resûlü’nün çağrısına icabet etmemizle yani Kur’ân’ın hükümlerine tâbi olmamızla gerçekleşecektir. Bu çağrıya kapalı kalanların diri kalmaları da mümkün değildir. Çağrıya tam mânâsıyla icabet edebilmenin yolu ise insanın her türlü önyargıdan, ülfet ve ünsiyetten, şartlanmışlıktan kurtularak duygu safvetiyle Kur’ân’a bakabilmesi ve aynı zamanda ihtiyaçlarının farkında olarak bunları onunla gidermeye çalışmasıdır.

Farklı bir tabirle, dirilebilmeniz için mutlaka Kur’ân’dan istifade etmeniz gerekir. İstifade edebilmek için de ondan bir şeyler yudumlamanız, onu duymanız, hissetmeniz, tam mânâsıyla içinize sindirmeniz, tabiatınıza mâl etmeniz, biraz daha sade Türkçeyle söyleyecek olursak onu içtenleştirmeniz gerekir. Öyle ki aklınız ve mantığınızla Kur’ân’ın içine girdiğiniz zaman aksine ihtimal vermeyecek şekilde onun Allah kelâmı olduğunu kabullenmelisiniz. Bu, Allah’tan istememiz gerekli olan en önemli şeylerden birisidir.

Çocukken bize öğretilen saf ve basitçe bir akideyle Kur’ân’a bakma değil, bilakis, Kur’ân’a olan imanımızı aklımıza, mantığımıza, hislerimize, latifelerimize kısaca mahiyetimize öyle sindirmeliyiz ki aleyhte bir şeyle karşılaştığımızda düşünmeden ve farkında olmadan buna reaksiyon gösterebilmeliyiz. Kur’ân’ı müdafaa noktasındaki tepkimiz bizde tabii hâle gelmeli. Dıştan gelen yanlış, ters ve sapık fikirler tabiatımızın tepkisiyle ters yüz edilmeli. Eğer bu konuda içimizde şüpheler beliriyor ve sarsıntı yaşama sath-ı mailinde duruyorsak bu, Kur’ân’ı anlamamıza mâni olacaktır.

Bu açıdan ellerimizi açıp, “Allah’ım, bana Kur’ân konusunda öyle bir iman ver ki karşıma bin tane şeytan çıksa ve aklî ve mantıkî delillerle beni Kur’ân’ın kelamullah olmadığı noktasında ikna etmeye çalışsalar, ben yine de bunların hepsini elimin tersiyle itebileyim. Ne akıl ne tasavvur ne de tahayyül planında Kur’ân’a olan imanımın yanına, muhalif hiçbir mülâhaza sokulmasın. Sokulanlar da benim imanımın sübuhat-ı vechi karşısında eriyip gitsin.” demeli ve bu konuda kararlı durmalıyız. Daha önce de söylediğimiz gibi bu konuda Allah’tan ne kadar çok talepte bulunursak bulunalım yine de az istemiş oluruz. Fakat ne yazık ki insanları ruh haletleriyle değerlendirdiğimiz zaman bu mevzuda Allah’tan ciddi bir istekte bulunulmadığını görüyoruz.

Bir insan bu konuda Allah’tan ısrarlı bir şekilde talepte bulunursa, kendisi de en azından, “Acaba böyle bir imanı nasıl elde edebilirim?” diyecek ve bu işin arkasına düşecektir. Bir seyyah gibi bunu araştıracak, bulduklarını yeterli görmeyecek ve sürekli, “Daha yok mu?” diyecektir. Bunun arkasına düşen bir insan eğer ciddi ve gayretli olur ve bütün benliğiyle işin içine girerse er-geç maksuduna ulaşacaktır. Fakat aramayanın bulması mümkün değildir.

Bu sebeple sık sık kendimizi yoklamalı ve bu konuda nerede durduğumuzu kontrol etmeliyiz. Neyin peşinde olduğumuza bakmalı, bizim için hayatımızın en önemli meselesinin ne olduğunu düşünmeliyiz. İman ve marifette derinleşmeyi hayatımızın en önemli gaye-i hayali hâline getirmeli, yeme-içme, çoluk-çocuk sahibi olma gibi dünyevî bir kısım meşgalelerimizi bile bununla irtibatlı götürmeliyiz. Yoksa dağınıklığa düşeriz. Zamanla bir kısım dünyevî işler bizim için birinci gaye olmaya başlar ve biz asıl yaratılış gayemizi unuturuz.

Kur’ân’ın gurbeti

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde altı garipten bahsetmiş ve şöyle buyurmuşlardır: “Mescid, namaz kılmayanlar arasında; Kur’ân-ı Kerim, fâsıkın kalbinde; yine Kur’ân, onu okumayan birinin evinde; Müslüman, sâliha bir kadın, zâlim, kötü huylu bir adamın nikahı altında; Müslüman sâlih bir erkek, serkeş, arsız bir kadının yanında; ve âlim, onu dinlemeyen ve ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir.”

Bugün Kur’ân bir gurbet hayatı yaşamaktadır. Kur’ân’a sahip çıkmak demek, onu kadifelere sarıp cinlere, şeytanlara mâni olsun diye yataklarımızın başına asmak; çeyiz sandıklarında ihtimamla korumak değildir. Mutlaka bir yerlere asılacaksa o, mânevî hayatımızı mahveden ifritleri kovmak için kalblerimizin en mûtena köşesine asılmalıdır.

Müslümanların Kur’ân’a karşı takındığı tavır, İslâm dinini ve onun yüce kitabını istemeyen hasımların arzu ettiği bir tavırdır: Kur’ân lâfız olarak okunsun, evlerde aksesuar olsun; ama o bir toplumun şuurlanması, hayatının gayesini öğrenip o istikamette yaşaması için kullanılmasın. Şuurlanma olacaksa, Durkheim’a göre olsun, Comte’a göre şuurlanma olsun; ama Kur’ân’a göre bir şuurlanmadan asla bahsedilmesin.

Maalesef, günümüzde Kur’ân, hayattan tecrit edilip bir kenara itilmiş; onu durgunlaştırmak suretiyle kıymet-i harbiyesinden bir kısım kayıplara maruz kalmasını planlayanlar tarafından hayatın dışında tutulmaya çalışılmıştır. Bu suretle hem İslâm dini, hem de Kur’ân statik (durgun, hareketsiz) hale getirilmiştir. Herhangi bir felsefî ekolün ortaya koyduğu kurallar ve nazariyeler gibi kabul edilir hale getirilmiştir. Oysa, Kelâm-ı İlâhî, işlerken; kendi elemanlarıyla senaryosu ortaya konulurken anlaşılır. Aktörler o senaryoya inanmış olarak vazife başında bulundukları zaman onun kıymeti anlaşılır. Yoksa, âyet-i kerimeler bugün bütün canlılıklarıyla yaşamaktadır ve yarın da yaşamayı vadetmektedirler.

Kur’ân’da, itikat, ibadetler ve muamelât peş peşe yer alır. Bu yapı, toplumu sürekli hareket halinde ve canlı tutar. Dini, sadece vicdana bağlamak ya da yalnızca “Kıl namazını, tut orucunu…” şeklinde çok basit anlamak bu dinamikliği öldürür. Zaten meselelere bütün halinde bakmama, mutlaka ya ifrat ya da tefrite sebebiyet verir. Günümüzde ilimlere de bütüncül nazar dediğimiz küllî nazarla bakılıyor. Yani, küllî kaideler esas alınıyor; ama varlık, küll-cüz münasebeti içinde değerlendiriliyor. Küllî kaidelere bakmadan, yalnızca cüz’iyâta göre değerlendirme yapılırsa mesele dağılır; genel ahenk bozulur.

Bununla beraber, her bir küllî kaidenin ortaya çıkması için o istikamette bir kısım cüz’î emirler olması gerekir; o emirlerin hepsi birden mütalâa edilince o küllî kâide ortaya çıkar ve meseleleri çözerken, ortaya çıkan bu kaide mihenk olarak ele alınır. Mesela, “Allah, dini hangi hikmete binâen vaz’etmiş?” sorusuna, bütün küllî kaideleri ona irca edebileceğimiz temel bir disiplin vardır: Menfaat ve maslahatları celbetmek, mefsedetleri defetmek. Bütün emirlerin ve nehiylerin temelinde bu vardır. Bu küllî bir kaidedir. Fakat bazen cüz’iyatta buna muhalif bazı şeyler olabilir. Onu çözebilmek için de mutlaka bir küllî kaideye bakmamız, küllî kaideyi esas almamız gerekir.

Pozitif ilimlere de küllî bir nazarla bakmak icab eder. Mesela, tıp sahasında uzmanlaşma, ihtisaslaşma oluyor. Bu konudaki bir endişemi eskiden beri hep izhar ediyorum; biz insana, kalbini kafasından ya da sinir sisteminden tecrid ederek bakamayız. Organizma bir bütündür; organlar da, her biri diğeriyle irtibat halindeki azalardır. Öyleyse, burada da küllî nazar esas alınmalıdır; bir kalb doktoru, kalbi bildiği gibi vücudun diğer yanlarını da bilmelidir ki, daha sıhhatli konuşabilsin. Bugün insan vücudu bu mânâda çok parçalanmıştır. Baktığınızda bir hükme varamayacağınız küçük parçalara ayrılmıştır. Mesela, bir göz hususunda dahi pek çok branş vardır. Eğer her mesele konsültasyon (birkaç tabibin bir araya gelerek bir hasta hakkında görüş alış verişinde bulunmaları) halinde halledilmez, orada vücudun tamamı nazara alınmazsa, gelecek vahimdir.

İşte, Kur’ân’ın mesajına da bu ölçüler içerisinde bakmak lâzım. Maalesef, sadece bir âyeti ele alıp onu da tam anlamadan Kur’ân’a saldırıyorlar. Oysa, o âyeti, Kur’ân’ın bütünüyle tefsir etmeden, ondaki ilâhî hikmetleri gözetmeden söylenilen her söz yanlış olacaktır. Kâinatı kusursuz bir düzenle yaratan Cenâb-ı Allah, “Kitab-ı Kerim”inde, kâinatın bir misal-i musaggarı (küçük bir örneği) olan insan hayatı için de kural ve kaideler vaz’etmiştir. Bu “İlâhî Kelâm”a bütün olarak bakıldığında onun canlı ve ter ü taze olduğu görülecektir.

Kur’ân’ın gurbetini ve yaşadığı vahşeti izale etmek de, ancak onu bu ölçüler içerisinde tefsir eden kitapları okumak ve bu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını anlamaya çalışmakla olacaktır.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.